Yaratılış,
yani varlığın başlangıcı meselesi düşünen insanlığın en eski meselelerinden
biri, belki de birincisidir. Kendini tabiattan ayrı ve müstakil bir varlık
olarak hisseden her insan, ilk iş olarak kendi aslını, insanlığın aslını
düşünecek ve soracaktır. Bu mevzuda elde edeceği bilgi, kişiyi ister istemez,
etrafını saran fizik çevrenin, yani Dünya'nın, semâvatın, Ay, Güneş ve
yıldızların da aslını sormaya sevkedecektir.
İlk
başlangıcı, menşei araştıran insan zihni orada kalmayıp, bunun tabiî sonucu
olan bir başka soruya geçerek, sonumuz ne olacak, nereye gidiyoruz? diyecektir.
Hülasa doğumla başlayıp, ölümle noktalanan bir hayat kaderine tâbi insanoğlu
mebde ve meâdını hep soragelmiştir.
Nerden
geldik, nereye gidiyoruz, bu dünyadaki işimiz nedir?
Buna
cevap sadedinde felsefeler, nazariyeler ortaya atılmıştır. Tesadüfle başlatıp
mutlak bir sonla tamamlayan, insanlığın encamını ademe atan maddeci felsefî
görüşler olduğu gibi, ruhun ezeliyetini kabul eden ruhçu, mâneviyatçı görüşler
de olmuştur.
Aslında
dinler de bu suallere cevap vermek için vardır. Din tesâdüfî başlangıcı
reddeder. "Bir saat intizamıyla belki daha dakik ve hassas çalışan Güneş
Sistemi'miz ve kâinat çok usta bir yaratıcının elinden çıkmıştır" der,
sağduyu sahipleri mevcudat arasındaki itme ve çekme kuvvetleri şeklinde tezâhür
eden irtibâtı, birbirine zıt ve şuursuz unsurların hayatın devamında ortaya
koydukları işbirliği ve tamamlayıcılığı kâinatın parçaları ve cüzleri
arasındaki dakik ve hassas intizamı, bunların bir elden çıktığına, ustalarının
çok mâhir ve kâdir olduğuna, yaratma işini irâde ve şuurla yaptığına delil
kabul eder.
Varlık
âlemi, İslâm dininde Nur-u Muhammedî tâbir edilen bir ilk maddeden
yaratılmıştır, Kadir olan Yaratıcı "Ol!" emri ile an-ı vakitte,
yaratılış ağacının çekirdeği durumundaki Nur-u Muhammedî'den ilk varlık
filizini ortaya çıkarmış, bu
filiz tıpkı bir ağaç gibi inkişaf edip serpilerek, sonunda insan meyvesini
verecek kemale ermiştir. Peygamberimiz,
yaratılışın bu tekâmül seyri içerisinde meyvelerin meyvesidir. En son olan en mükemmeldir, Fahr-i Kâinattır.
İşte
dinimiz, yaratılışla ilgili bahisleri Nur-u Muhammedî mebdei ile Zât-ı
Muhammedî müntehası arasındaki safhaları ve halkaları ana hatlarıyla
aydınlatacak şekilde yapar, bâzı ipuçları verir, fezlekeler sunar, tâli teferruata
girmez. Vaz'edilen hülâsa ve fezlekeler, dünün müneccimleriyle bugünün astrolog
ve faraziyecilerinin safsata ve fantezilerine kapılmayı önleyecek, buğdayla
samanı ayırmaya yetecek açıklık ve zenginliktedir.
Şu
halde aşağıda insanın yaratılışından, cin ve şeytanın, dünyanın yaratılışından,
sema ve arşın yaratılışına kadar birçok meselede vârid olan hadislerden
bazılarını göreceğiz.[1]
ـ1ـ عن عمران
بن حصين
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]دَخَلْتُ
عَلى رسولِ
اللّهِ #
المَسْجِدَ
فَأتَى نَاسٌ
مِنْ بَنِى
تَمِيمٍ،
فقَالَ:
اقْبَلُوا
البُشْرَى
يَا بَنِى تَميمٍ،
فقَالُوا:
بَشَّرْتَنَا
فأعْطِنَا
مَرَّتَيْنِ،
فَتَغَيَّرَ
وَجْهُهُ، ثُمَّ
دَخَلَ
عَلَيْهِ
نَاسٌ مِنْ
أهْلِ الْيَمَنِ،
فقَالَ:
اقْبَلُوا
البُشْرَى
يَا أهْلَ
اليَمَنِ إذْ
لَمْ
يَقْبَلْهَا
بَنُو تَميمٍ،
قَالُوا:
قَبِلْنَا
يَا رسولَ
اللّهِ،
ثُمَّ قالُوا:
جِئْنَا
لِنَتَفَقَّهَ
في الدِّينِ،
وَلِنَسْألكَ
عَنْ أوَّلِ
هذَا ا‘مْرِ
مَا كَانَ؟
قال: كانَ
اللّهُ
تَعالى،
وَلَمْ
يَكُنْ شَئٌ
قَبْلَهُ،
وََكَانَ
عَرْشُهُ
عَلى المَاءِ،
ثُمَّ خَلَقَ
السَّمَواتِ
وَا‘رْضَ، وَكَتَبَ
في الذِّكْرِ
كُلَّ شَئٍ[.
أخرجه
البخارى والترمذى
.
1. (1684)- İmran İbnu Husayn
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Mescidde, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın huzuruna girmiştim. (O sırada) Benî Temim kabilesinden bir grup
insan geldi. Onlara:
"Ey
Benî Temim, size müjde olsun!" diyerek söze başlamıştı. Onlar hemen:
"Bize
müjde verdin. Öyle ise (beytü'lmâlden) iki kere bağış yap!" diye talepde
bulundular. Onların bu cevabı karşısında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yüzünden rengi attı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzuruna (Hayber'in fethi sırasında) Yemen
halkından bir grup (Eş'ârî) girmişti. Onlara:
"Ey
Yemenliler! Benî Temim'in kabul etmediği müjdeyi siz bari kabul edin!"
dedi. Onlar:
"Kabul
ettik ey Allah'ın Resûlü!" dediler ve arkadan ilâve ettiler:
"Biz
dinimizi öğrenmeye ve bu (yaratılış) işinin başı ne idi, onu senden sormaya
geldik!" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
mahlûkatın ve Arş'ın başlangıcını anlatmaya başladı:
"Bidayette
Allah vardı, O'ndan önce başka bir şey yoktu. O'nun Arş'ı suyun üzerinde
bulunuyordu. Sonra gökleri ve yeri
yarattı. Sonra zikr (denen kader defterinde ebede kadar cereyan edecek) her
şeyi yazdı." [Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî,
Menâkıb, 3946.][2]
ـ2ـ وعن أبى
رزين العقيلى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قُلْتُ
يَارسُولَ
اللّهِ: أيْنَ
كَانَ
رَبُّنَا
قَبْلَ أنْ
يَخْلُقَ
خَلْقَهُ؟ قالَ:
كانَ في
عَمَاءٍ،
وَمَا
تَحْتَهُ
هَوَاءٌ،
وَمَا
فَوْقَهُ
هَوَاءٌ،
وَخَلَقَ عَرْشَهُ
عَلى
المَاءِ[.قال
أحمد، قال
يزيد: »الْعَمَاءُ«:
أى ليس معه شئ.
أخرجه
الترمذى .
2. (1685)- Ebu Rezîn el-Ukeylî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, dedim, mahlukatını
yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi?" Bana şu cevabı verdi:
"Amâ'da
idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı. Arşını su üzerinde
yarattı."
Ahmed
İbnu Hanbel dedi ki: "Yezid şunu söyledi: el-Amâ, yani "Allah'la
birlikte başka bir şey yoktu" demektir." [Tirmizî, Tefsir, Hud
(3108).][3]
ـ3ـ وعن طارق
بن شهاب
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال عُمرُ
بنُ
الخَطَّابِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: قامَ
فِينَا رسولُ
اللّهِ #
مَقاماً
فأخْبَرَنَا
عَنْ بَدْءِ
الخَلْقِ
حَتَّى
دَخَلَ أهْلُ
الجَنَّةِ
الجَنَّةَ،
وَأهْلُ
النَّارِ
النَّارَ.
حَفِظَ ذلِكَ
مَنْ
حَفِظَهُ،
وَنَسِيَهُ
مَنْ
نَسيَهُ[. أخرجه
البخارى.
3. (1686)- Târık İbnu Şihâb (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb dedi ki: "(Birgün)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
aramızdan doğrularak mahlûkatın ilk yaratılışından başlayarak (geçmiş olan ve
gelecek olan bütün safhaları) cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin cehenneme
girmesine kadar anlattı. Bunu bir kısmı öğrendi, bir kısmı unuttu."
[Buhârî, Bed'ul-Halk 1.][4]
AÇIKLAMA:
1-
Bu üç rivayet, yaratılışın başlangıcı ile alâkalı açıklamalar ihtiva
etmektedir. Bunlarda âlemin yaratılışının başlangıcı hakkında bazı özet bilgiler
mevcut olmakla beraber, idrak ve anlayışımızın ihâta edemediği bazı ifadeler de
mevcuttur. Anlaşılan temel fikirler şunlardır:
*
Hiçbir mahluk yok iken Allah mevcut idi.
*
Önce suyu ve su üzerinde Arş'ı yarattı[5]
*
Sonra gökleri ve arzı yarattı.
*
Cereyan edecek yaratılış fiillerini kader kitabında önceden yazdı. Vukuat bu
yazıya göre cereyan etmektedir, hâdiselerin hiçbirinde tesadüf yoktur.
*
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), insanların merâkı ve sorması üzerine mebde
ve meâdla ilgili açıklamalar yapmıştır.
Şu
halde hadislerden elde edilen bu özet bilgiler, mü'mini, eşyanın ve âlemin ve hattâ beşeriyetin başlangıcı
hususunda insanlığın merakını bir kısım boş tahminlerle tatmine çalışan
nazariye mâceracılarının kapanına düşmekten kurtarmaya yeterlidir.
2-
Hadislerde muğlak bırakılan hususlara gelince:
*
el-Amâ العَمَاءُ lügat olarak ince bulut mânasına gelir ise de,
Cenab-ı Hakk'a nisbet edilince insan
idrakinde tecellî etmesi gereken mâna meçhul kalmaktadır. Selef, Cenab-ı
Hakk'ın zatı ile ilgili tavsifatın mâhiyeti hususunda fikir beyanından kaçınıp,
"inanırız, mahiyetini, ondan gerçek maksadı bilemeyiz" demiştir. Bu
kelime bir rivayette العَماً şeklinde gelmiştir. Bu imlâ ile olunca:
"Beraberinde hiçbir şey yok" demek
olur. el-Amâ için: "Bu, insan aklının idrak edemeyeceği, künhüne,
vasıf ve kavramanın ulaşamayacağı şeydir" dahi denmiştir. Ezherî:
"Biz buna inanırız ancak nasıl olduğuna dâir fikir beyan etmeyiz"
demiştir. "Rabbimiz nerede idi?" sorusunda hazfedilmiş bir kelimenin
bulunduğu, bu cümlenin: "Rabbimizin Arş'ı nerede idi?" şeklinde
olması gerektiği belirtilmiştir. Bu durumda "Amâ'da olan şey" Arş-ı
İlâhî'dir. Yani amâ, makam-ı İlâhî'nin değil, makam-ı Arş'ın unvanı olmalıdır
*
Arş: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bize mübhem ve muğlak kalan bir
diğer tâbiri Arş'tır. Bunun da mâhiyeti bize meçhul kalmaktadır. Lügat olarak,
yücelik ifade eden birçok şeye ıtlak olunmuştur. Padişahların oturduğu tahta
arş denir ve öncelikle yücelik, yükseklik kastedilir. Cenab-ı Hakk'ın ilk yarattığı,
yücelik ve yükseklik ifade eden mevcudata Arş denmiştir. Arşullah şeklinde
Cenab-ı Hakk'a nisbet edilerek söylenir. Şu halde Arşullah, Cenab-ı Hakk'ın
kudret ve halk (yaratma) isimlerinin tecellî ettiği ilk mahluk demektir.
Kelâm
âlimleri ile eski hükemâ, Arş'ı "kainatı her cihetten kuşatan kürevî bir
felek" diye tarif etmişlerdir. Bazı rivayet âlimleri, bu taht'a, ayak bile izâfe etmiştir. Ancak muhakkik ulemâya
göre, şeriat örfünde gelen Arş'ın hakikatını tahdid ve takdir, beşer aklının, insanî idrakin işi değildir. Arşla
ilgili bir kısım Nebevî açıklamalar, onun mahiyetini tanıtmayı değil, mahluk âleme nisbetle büyüklüğünü belirtmeyi gaye edinir.
3-
Bu bâbın birinci hadisi yaratılışla ilgili soru sormanın caiz olduğunu, her üç rivayet, bu konuda -soru beklemeden-
mü'minlere bilgi vermek gerektiğini göstermektedir.
4-
Yine birinci hadis Yemenlilerin dinî ve mânevî yönlerinin daha güçlü olduğunu,
Temimlilere ise maddî endişenin galebe
çaldığını ifade etmektedir.[6]
Kürsü
kelimesi Kur'ân'da 2 yerde geçer, biri İlâhî kürsüyü mevzubahis eder. Arş ise çok daha fazla
geçer. Sırf İlâhî Arş'ın zikri 22 yerde geçer. Esas itibariyle maddî, dünyevî
eşyaları ifade eden bu kelimelerin Cenab-ı Hakk'a nisbeti düşündürücüdür. Bunlardan
kasd-ı İlâhî nedir? Eskiden beri İslâm âlimleri çok uğraşmışlar, çok
münâkaşalar etmişler, farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Şüphesiz burada bu
tarihî münakaşaya girecek değiliz. Gâyemiz, gerek hadisten ve gerek âyetten
birkaç pasaj naklederek, meseleye dikkat çekmek, feza üzerine ihtisas
yapanların ıttılâına arzetmektir.
Öncelikle
şunu belirtmek isteriz: Kur'ân-ı Kerim kozmoğrafya kitabı değildir. İlk gâyesi,
bütün âyetlerinde, Rabbü'l-âlemin olan Cenab-ı Hakk'ı tanıtmak, bize kulluk vazifelerimizi öğretmektir.
Eşya niçin yaratılmıştır, nerden gelmektedir, nereye gidecektir, insanlar başı
boş değildir, hayatın her anından hesap verecektir vs. bunları öğretmektir. Bu
aslî maksadları işlerken, tâli olarak ilmin, terakkinin, tekniğin bazı
ipuçlarını da vermekte, işâretlerde
bulunmaktadır. Böylece her devirde insanlar Kur'ân-ı Kerim'i her hususta rehber yapabilmekte, mucize bir kitap olduğunu
te'yid edebilmektedir.
Kürsü
ve Arş'la ilgili âyetleri de bu çerçevede anlamak gerek. Kur' ân-ı Kerim,
Cenab-ı Hakk'ın kâinat üzerindeki İlâhî hâkimiyetini bu tâbirlerle ifade
etmektedir. Bu sebeple Kürsü ve Arş tâbirlerinin zihne verdikleri bu mânanın
esas alınması gerekir. Şimdi kelimeleri daha yakından inceleyelim:
Kürsü,
lügatte, üzerinde dayanılan, oturulan şey demektir, dilimizde sandalye kelimesi
ile karşılarız. Tefsirlerde gelen bâzı açıklamalara göre, kürsü, sandalyeye
oturan kimsenin ayağını hafifçe yükseltmek maksadıyla, ayak altına konan tahta
parçasıdır. Şimdilerde bu şey plastik, keçe, bitki lifi, tahta veya tel kafes gibi değişik maddelerden
olabilmektedir. İlâhî saltanatın vüs'atini kavramada kürsünün taşıdığı bu
mânayı da zihinden uzak tutmamalıdır.
Zîra âyet-i kerimede, Cenab-ı Hakk'ın gücünü ifade zımnında: "Allah'ın
kürsüsü gökleri ve yeri içine alacak şekilde geniştir, onların korunup
gözetilmesi O'na ağır gelmez" buyurulur (Bakara 255.)
Evet
İlâhî saltanat, öylesine geniş bir mülkte hüküm sürmektedir ki, semâvat ve arzı
içine alan Kürsü, bu mülkün tamamına kıyasla, dünya saltanatına mazhar bir sultanın
sandalyeye oturduğu zaman ayağını koyduğu altlık hükmünde kalmaktadır. Aşağıda
kaydedeceğimiz hadisler bu mânayı te'yid edecektir.
Müfessirler
kürsi kelimesini, ilim ve kudret olarak te'vil ederek, "Allah'ın kürsüsü,
O'nun ilmi ve kudretidir" diye açıklayarak, lügavî mânanın zihinde
hasıl edebileceği Allah'a madde, mekân ve şekil izafesi gibi menfi
mânaları bertaraf etmişlerdir.
Arş,
lügatte, kralların saltanat tahtı
demektir. Bu da, Kürsü gibi, İlâhî saltanatı ifade eden bir tâbirdir. Bir âyette:
"Allah'ın hükümranlığının Arş'ı kuşattığı" (Yunus 3), bir başka
âyette de Allah'ın, "Büyük Arş'ın sahibi olduğu" (Müminun 36) ifade
edilir. Bu iki mâna birçok seferler Kur'an'da tekrar edilir.
Kürsî
ve Arş'ın İlâhî kudretin büyüklüğünü ve dolayısıyla bütün mevcudatın İlâhî murakebe ve kontrolün içinde kaldığını
anlatmak maksadını tamamlamak üzere başka açıklamalara da yer verilmiştir:
Kürsü,
iç içe olan yedi semânın dışındadır, yani yedinci semadan sonra gelmektedir.
Fakat son hudud değildir. Onu da Arş
kuşatmıştır. Bu konuda gelen nassları, bir müfessirimiz şu şekilde
değerlendirir: "Semâvat ve arz Kürsü'nün iç boşluğunda yer alır. Kürsü de
Arşın önündedir."
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Kürsü'nün, yedi semâya nazaran büyüklüğünü
tasavvur edebilmemiz için şu teşbihte bulunur: "Yedi sema, Kürsü
içerisinde, bir kalkanın içine atılmış yedi adet dirhem (kuruşluk)
gibidir."
Aynı
maksadla, İbnu Abbas şu teşbihte bulunur: "Eğer yedi sema ve yedi arz
genişleyerek birbirlerine değecek hâle gelseler, Kürsü'nün genişliği yanında,
bunlar, çöle atılmış bir halka gibi kalır."
Kürsü'nün
genişliği bu olursa, Kürsü'yü kuşatan Arş'ın genişliği nasıl olur?
Bu
soru, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a aynen sorulmuştur. Öyle ise
cevabını O'ndan dinleyelim: "Nefsimi kudret elinde tutan Zat'a kasem
ederim, yedi sema ve yedi arz, Kürsü'nün yanında, çöl bir arâziye atılmış bir
(demir) halkadan baka bir şey değildir. Arş'ın Kürsü'ye olan üstünlüğü de,
tıpkı bu çölün o halkaya üstünlüğü gibidir" [İbnu Kesir, Tefsir 1, 550).][7]
Yukarıdaki
açıklamalardan, top şeklinde bir kainat tasvîri çıkmaktadır. Bu mânayı te'yîd
eden başka rivâyetler de var. Eski müfessirlerimiz, daha ziyâde kubbe
kelimesini kullanarak bu mânaya işâret ederler. Merkezde arz ve sâbit
yıldızların mahalli olan birinci sema, bunu tâkiben sırayla diğer altı sema,
sonra Kürsü, en dışda BÜYÜK ARŞ gelmektedir ve Büyük Arş, Kürsü'yü
kuşatmaktadır. Bunlar üst üste değil, iç içe ve kürevîdir.
Cenâb-ı
Hakk'ın Arş'ı istivâsı, O'nun bu hadsiz genişliğe hâkimiyetini ifâde eder.
İnsan aklının alamayacağı, hayalinin tasavvur bile edemeyeceği sonsuzluk,
Allah'ın büyüklüğü yanında, dünya sultanlarının ayak koydukları tahta parçası
kalmakta, hiçliğe müncer olmaktadır. O yüce zât, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle,
"düşen bir yapraktan bile haberdar olacak kadar" (En'âm 59) kâinatın
her noktasına ilmiyle, kudretiyle, tasarrufuyla hâkimdir, çünkü Büyük Arş'ı
istiva etmiştir.[8]
Başta
Arş'a istiva âyeti olmak üzere, ister Kur'an'da ve isterse hadislerde, Cenab-ı
Hakk'ın hâkimiyetini ifâde için gelen tâbirâttan -bunları lügat ve örfî
kullanışlarıyla anlayınca- Cenâb-ı Hakk'a mekân izâfe etmek, Zât-ı Akdeslerini
insana benzetmek gibi, İslâm inancına uymayan mânâlar ortaya çıkarmaktadır.
Kur'an âyetleriyle de tesbit edildiği üzere Zât-ı
İlâhî'nin
eşi benzeri yoktur, zihinler O'nu tasavvurdan âcizdir. O'nu zaman, mekân, şekil
gibi kayıtların hiçbirine tâbi kılamayız. Gözle görülmeyen, hayalle tasavvur
edilemeyen, gaybî, İlâhî varlığı kavrayabilmemiz için Kur'an-ı Kerim ve
hadisler, bâzı teşbîhlere yer vermiştir. İşte Kürsî ve Arş teşbîhleri
bunlardandır. Biz bu teşbihler sâyesinde bir kısım İlâhî hakikatları
kavrayabilmekteyiz. Yanlış anlaşılma olmasın diye bunlara yer verilmeseydi
Allah tamamen meçhûlümüz kalacaktı. Öyle ise, bu çeşit ifâdeleri te'vîl ederek,
kastedildikleri mânada anlamak gerekir. Nitekim selef âlimleri de öyle
yapmışlardır.
Kur'ân-ı
Kerim Cenâb-ı Hakk'ı tanıtırken, O'nun bize, "şah damarımızdan daha
yakın" olduğunu belirtir. Bir başka âyette: "Secde et, O'na
yaklaş" emriyle bizim O'ndan uzaklığımız ifâde edilir.
Yakınlık
içinde uzaklık! Bu ezdâd İman mantığıyla tevhîd içinde kavranır, Aristo
mantığıyla değil.
Sun'u
ve yaratışını kavramaktan akılların âciz kaldığı Zât ne yüce, ne mukaddestir!
Kâinatın zerrâtı adedince, O'nu nekâisten tenzîh eder, tesbîh ederiz,
taksirâtımızın affını dileriz.[9]
ـ4ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسول اللّهِ #:
لَمَّا
خَلَقَ
اللّهُ تَعالى
الْعَقْلَ.
قالَ لَهُ:
أقْبِلْ
فأقْبَلَ، ثُمَّ
قال لَه:
أدْبِرْ
فَأدْبَرَ،
فقَالَ: مَا
خَلَقْتُ
خَلْقاً
أحَبَّ إلىَّ
مِنْكَ، وََ
أرَكِّبُكَ
إَّ في أحَبِّ
الخَلْقِ
إلَيَّ[.
أخرجه رزين .
4. (1687)- İbnu Mes'ûd (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâlâ hazretleri aklı yarattığı zaman ona: "Gel!" dedi, o
da geldi. Sonra "Geri dön!" diye emretti. O da geri döndü. Bunun
üzerine akla şunu söyledi: "Ben, kendime senden daha sevgili olan başka
bir şey yaratmadım. Seni, nezdimde mahlûkâtın en sevgilisi olana
bindireceğim." [Rezîn ilavesi.][10]
AÇIKLAMA:
Rezîn'in
ilâvesi olan bu hadisin kaynağı gösterilmemiştir. Ancak İbnu Hacer,
Fethu'l-Bârî'de 1684 numarada kaydedilen İmran İbnu Husayn hadîsini şerh
sadedinde, ilk defa yaratılanla ondan sonra yaratılanların sırasını göstermeye
çalışırken ilk yaratılan şeyin akıl olduğunu beyan eden اَوَّلُ
مَا خَلَقَ
اللّهُ
الْعَقْلُ rivâyetini kaydettikten sonra bunun sâbit, sahih bir
senedi olmadığını belirtir. Keza el-Metâlibu'l-Âliye'de Hâris İbnu Ebî Üsâme'nin
Müsned'inden naklen akıl üzerine kaydettiği 30 kadar hadisin başında:
"hepsi de mevzu'dur" yani uydurmadır diyerek bilgi verir.
Şu
halde aklın faziletiyle ilgili hadislerin sıhhatini ihtiyatla karşılamak
gerekmektedir.[11]
ـ5ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
لى رسول
اللّهِ #:
أُذِنَ لِى
أنْ أحَدِّثَ عَنْ
مَلَكٍ مِنْ
مََئِكَةِ
اللّهِ
تَعالى مِنْ
حَمَلَةِ
الْعَرْش:
إنَّ مَا
بَيْنَ شَحْمَةِ
أُذُنِهِ إلى
عَاتِقِهِ
مَسيرَةُ سَبْعِمِائَةِ
عَامٍ[. أخرجه
أبو داود .
5. (1688)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Allah'ın
meleklerinden olan Arş'ın taşıyıcılarından bir melek hakkında rivâyette
bulunmam için bana izin verildi" dedi ve ilâve etti: "Onun kulak
yumuşağı ile ensesi arasındaki uzaklık yedi yüz senelik mesâfedir" [Ebu
Dâvud, Sünnet 19, (4727).][12]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu açıklamasında birkaç nokta gözükmektedir:
* Arş-ı Âzam, melekler tarafından
taşınmaktadır. Bunlara hamele (taşıyıcılar) denmektedir.
* Arş-ı Âzam, insanın akıl ve hayali almayacak
bir azamete sahiptir. Zîra, onu taşıyan meleklerden birinin sadece kulağı ile
omuzu arasındaki mesafe, (at) yürüyüşü ile yedi yüz yıl tutmaktadır vs... İslâm
ulemâsı, buradaki rakamın, çokluğu ifade (kesretten kinaye) için
kullanıldığını, mesafeyi tahdîd için kullanılmadığını belirtmiştir.
İbnu
Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'tan Deylemî'nin kaydettiği bir rivâyette Arş'ı
taşıyan meleklerin boyu hakkında daha tamamlayıcı bazı bilgiler yer alır:
وَإنَّ
مَلَكاً مِنْ
حَمَلَةِ
الْعَرْشِ
يُقَالُ لَهُ
إسْرَافِيلَ
زَاوِيَةٌ
مِنْ
زَوَايَا الْعَرْشِ
عَلى
كَاهِلِهِ
قَدْ
مَرَقَتْ
قَدَمَاهُ في
ا‘رْضِ
السُّفُلَى
وَمَرَقَ
رَأسُهُ مِنَ
السَّمَاءِ
السَّابِعَةِ
والْخَالِقُ
اَعْظَمُ
مِنَ
الْمَخْلُوقِ
"Arş'ı taşıyan meleklerden
İsrâfil adında biri vardır. Arş'ın köşelerinden biri onun omuzu üzerindedir.
Ayakları aşağı arzı, başı da yedinci semâyı delip geçmiştir. Hâlık mahlûktan
büyüktür"
Ahmed
İbnu Hanbel'in Abdullah İbnu Selâm'dan bu aynı mevzû üzerine kaydettiği bir
hadis, meleğin büyüklüğü hakkında bazı ziyade bilgiler ihtivâ eder:
...مِنْ
بَيْنِ
قَدَمَيْهِ
إِلَى قَعْبَيْهِ
مَسِيرَةُ
سِتّ مِائَةَ
عَا مٍ وَمَا
بَيْنَ
قَعْبَيْهِ
إِلَى
اَخْمَصِ
قَدَمَيْهِ
مَسِيرَةُ
سِتَّ
مِائَةَعَامٍ
وَالْخَالِقُ
اَعْظَمُ
".(Meleğin) ayakları ile
topukları arasında altı yüz yıllık (yürüyüş) mesâfesi vardır. Topukları ile
ayak çukurları arasında da altı yüz yıllık (at yürüyüşü) mesafesi vardır".
Âlimler, bu hadisleri zayıf bulsa da birbirini destekleyip takviye ettiğini
belirtirler. Bunlardan hareketle gayb âlemi üzerine kesin bir hükme ulaşılamaz
ise de bir fikir elde edilebilir.[13]
ـ6ـ وعن
العباس بن عبد
المطلب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]كُنْتُ
جَالِساً في
الْبَطْحَاءِ
في
عِصَابَةٍ)ـ1(
فِيهمْ رسول
اللّه # إذْ
مَرَّتْ
سَحَابَةٌ
فَنَظَرَ
إلَيْهَا،
فقَالَ #: هَلْ
تَدْرُونَ
مَا اسمُ
هذِهِ؟
قالُوا:
نَعَمْ، هذَا
السَّحَابُ. قال:
وَالْمُزْنُ،
قالُوا:
وَالمُزْنُ،
فقَالَ #:
وَالْعنَانُ،
قالُوا:
وَالْعَنَانُ،
ثُمَّ قَالَ #:
هَلْ
تَدْرُونَ
كَمْ بُعْدَ
مَا بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ؟
قالُوا: َ
وَاللّهِ.
قالَ: فإنَّ
بُعْدَ مَا
بَيْنَهُمَا،
إمَّا قال
وَاحِدَةٌ،
أوِ
اثْنَتَانِ،
أوْ ثََثٌ
وَسَبْعُونَ
سَنَةً،
وَبُعْدَ
السَّمَاءِ
الَّتِى
فَوْقَهَا
كَذلِكَ،
وَكَذلِكَ
حَتَّى عَدَّ
سَبْعَ
سََمَوَاتٍ
كَذلِكَ،
ثُمَّ فَوْقَ
السَّمَاءِ
السَّابِعَةِ
بَحْرٌ
بَيْنَ
أعَْهُ
وَأسْفَلِهِ
كَمَا بَيْنَ
سَمَاءٍ إلى
سَمَاءٍ،
وَفَوْقَ
كلُّ ذلِكَ
ثَمَانِيَةُ
أوْعَال
بَيْنَ
أظَْفِهِنَّ
وَرُكبِهِنَّ
كَمَا بَيْنَ
سَمَاءٍ إلى
سَمَاءٍ، ثُمَّ
فَوْقَ
ظُهُورِهِنَّ
الْعَرْشُ
مَا بَيْنَ
أسْفَلِهِ
وَأعَْهُ
مِثْلُ مَا
بَيْنَ السَّمَاءِ
إلى
السَّمَاءِ،
وَاللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ
فَوْقَ
ذلِكَ[. أخرجه
أبو داود
والترمذى.وفي
رواية: ]لَمْ
يَعزُهَا
صَاحِبُ
جَامِعِ
ا‘صُولِ إلى أحَدٍ
مِنَ
الكُتُبِ
الستّة[.عن
قتادة، وعبداللّه
قا: ]بَيْنَا
رسول اللّه #
جَالِسٌ مَعَ أصْحَابِهِ
إذْ مَرَّتْ
______________
)ـ1( أى جماعة.
سَحَائِبُ،
فقَالَ:
أتَدْرُونَ
مَا هذا؟ هذَا
الْعََنَانُ،
هذِهِ رَوَايَا)ـ2(
ا‘رْضِ
يَسُوقُهَا
اللّهُ
تَعالى إلى
قَوْمٍ َ
يَعْبُدُونَهُ،
ثُمَّ قالَ:
أتَدْرُونَ
مَا هذِهِ
السَّمَاءُ؟
موْجٌ مَكْفُوفٌ)ـ3(،
وَسَقْفٌ
مَحْفُوظٌ،
وَفَوْقَ
ذلِكَ سَماءٌ
أخْرَى
حَتَّى عَدَّ
سَبْعَ سَمواتٍ،
وَهُوَ
يَقُولُ:
أتَدْرُونَ
مَا
بَيْنَهُمَا،
ثُمَّ
يَقُولُ:
خَمْسُمِائَةِ
عَامٍ، ثُمَّ
قال:
أتَدْرُونَ
مَا فَوْقَ
ذلِكَ؟ فَوْقَ
ذلِكَ
الْمَاءُ
وفَوْقَ
المَاءِ
الْعَرْشُُ،
واللّهُ
فَوْقَ
الْعَرْشِ، َ
يَخْفَى عَلَيْهِ
شَئٌ مِنْ
أعْمَالِ
بَنِى آدَمَ، ثُمَّ
قال: أتَدْرُونَ
مَا هذِهِ
ا‘رْضُ؟ قال:
تَحْتَهَا
أُخْرَى
بَيْنَهُمَا
خَمْسُمِائَةِ
عَامٍ،
حَتَّى عَدَّ
سَبْعَ
أرَضِينَ[.
وذكر الحديث .
6. (1689)- Hz. Abbas İbnu Abdilmuttalib
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bathâ nâm mevkide, aralarında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın da bulunduğu bir grup insanla oturuyordum. Derken
bir bulut geçti. Herkes ona baktı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bunun
ismi nedir bileniniz var mı?" diye sordu.
"Evet
bu buluttur!" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Buna
müzn de denir" dedi. Oradakiler:
"Evet
müzn de denir" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Anân
da denir" buyurdu. Ashab da:
"Evet
anân da denir" dediler. Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Biliyor
musunuz, sema ile arz arasındaki uzaklık ne kadardır?" diye sordu.
"Hayır,
vallahi bilmiyoruz!" diye cevapladılar.
"Öyleyse
bilin, ikisi arasındaki uzaklık ya yetmiş bir, ya yetmiş iki veya yetmiş üç
senedir. Onun üstündeki sema(nın uzaklığı da) böyledir."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yedi semayı sayarak her biri arasında bu şekilde
uzaklık bulunduğunu söyledi. Sonra ilâve etti:______________
)ـ2( جمع
رواية، وهي:
البعير، أو
غيره من الدواب
يستقى عليه،
وقد تسمى
المزادة
رواية مجازاً.)ـ3(
الموج: اضطراب
ماء البحر،
والكفوف: المجموع
.
"Yedinci semânın ötesinde
bir deniz var. Bunun üst sathı ile dibi arasında iki sema arasındaki mesafe
kadar mesafe var. Bunun da gerisinde sekiz adet yabâni keçi (sûretinde melek)
var. Bunların sınnakları[14]
ile dizleri arasında iki semâ arasındaki mesafe gibi uzaklık var, sonra
bunların sırtlarının gerisinde Arş var, Arş'ın da alt kısmı ile üst kısmı
arasında iki sema arasındaki uzaklık kadar mesafe var. Allah, bütün bunların
fevkindedir." [Tirmizî, Tefsir, Hâkka, (3317); Ebû Dâvud, Sünnet 19, (4723);
İbnu Mâve, Mukaddime 13, (193).]
Bir
rivâyette şu açıklama yer alır: "Bu hadisi Câmiu'l-Usûl sâhibi, Kütüb-i
Sitte'ye dâhil kitaplardan hiçbirine nisbet etmemiştir."
Katâde
ve Abdullah'dan yapılan bir rivayet şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ashabıyla birlikte otururken bir kısım bulutlar geçmişti:
"Bunun
ne olduğunu biliyor musunuz? Bu, el-anân (denen buluttur), bu arzımızın
sakasıdır.[15]
Allah Teâla bunu kendisine hiç ibâdet etmeyen bir kavme göndererek (su
ihtiyaçlarını görür)" dedi. Bir müddet sonra devamla:
"Bu
sema nedir biliyor musunuz? Dürülmüş bir dalga, korunmuş bir tavandır. Bunun
üstünde diğer bir sema vardır" dedi ve böylece üst üste yedi semanın
olduğunu söyledi. Sonra konuşmasına devamla:
"İkisi
arasında ne (kadar uzaklık) var biliyor musunuz?" diye sorduktan sonra
"Beş yüz yıl!" dedi. Sonra tekrar:
"Bunun
gerisinde ne olduğunu biliyor musunuz? Bunun gerisinde suvar. Suyun gerisinde
Arş var. Allah, Arş'ın fevkindedir. Âdemoğlunun ef'âlinden hiçbiri O'na gizli
kalmaz" buyurdu. Sonra tekrar:
"Bu
arz nedir, biliyor musunuz? Bunun altında bir diğer arz var, ikisi arasında beş
yüz yıl var. Böylece yedi arzın varlığını birer birer saydı" hadisi
zikretti."[16]
AÇIKLAMA:
1- Burada, hadis
özetlenmektedir. Biz, Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh)nin rivâyet ettiği
Tirmizî hadîsini aynen kaydetmeyi gerekli buluyoruz: "Biz Ashab'tan bir
grup, Hz. Peygiamber (aleyissalâtu vesselâm)'le birlikte otururken bir bulut
geldi. Resûlullah (aleyhisalâtu vesselâm): "Bu nedir, bilir misiniz?"
dedi. "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dediler. Buyurdu ki:
"Bunlar, bulut, yeryüzünün sakalarıdır. Allah, bunları kendisine şükür ve
ibadet yapmayan bir kavme (bile) sevkeder".
Resûlullah
(aleyhisalâtu vesselâm) sonra tekrar sordu: "Pekiyi, sizin şu üstünüzdeki
şey nedir, bilir misiniz?" "Allah ve Resûlü daha iyi bilir?"
dediler. "Bu, dedi, dünyamızın semasıdır (raki') korunmuş bir tavandır,
kat kat dürülmüş bir dalgadır".
Sonra
tekrar sordu: "Sizinle onun arasında ne kadar mesâfe var biliyor
musunuz?" "Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" dediler. Bunun
üzerine şu açıklamayı yaptı: "Sizinle onun arasında beş yüz yıllık mesafe
vardır".
Sonra
tekrar sordu: "Pekâlâ, bunun üstünde ne var biliyor musunuz?"
"Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" dediler. Buyurdu ki: "Bunun
üstünde iki sema mevcut, ikisinin arasında da beş yüz yıllık mesafe var".
Sonra
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar aynı şekilde açıklamalar yaparak
yedi semayı saydı ve her iki sema arasında, dünya ile sema arasındaki kadar
mesafe olduğunu belirtti.
Sonra
tekrar sordu:"Pekâlâ bunun üstünde ne var biliyor usunuz?"
"Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dediler. Buyurdu ki: "Bunun
üstünde Arş vardır. Bununla sema arasında da iki sema arasındaki mesafe kadar
uzaklık vardır."
Sonra
tekrar sordu: "Altınızda ne var biliyor musunuz?" "Allah ve
Resûlü daha iyi bilir!" dediler. "Bu, arzdır" dedi ve sordu:
"Pekâlâ bunun altında ne olduğunu biliyor musunuz?" "Allah ve
Resûlü daha iyi bilir!" dediler. "Bunun altında, buyurdu, başka bir
arz daha var. Bu ikisi arasında beş yüz yıllık mesafe mevcut." Sonra Hz.
Peygamber (aleyhissilâtu vesselâm), bu şekilde yedi arzı saydı ve sonunda şu
açıklamayı yaptı: "Muhammed'in nefsini elinde tutan Zât-ı Zülcelal'e yemin
ederim, şâyet siz, en aşağıdaki arza bir ip sarkıtacak olsanız, bu ip Allah'ın
(ilmi) üzerine inecektir". Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü
tamamlayınca: "O, her şeyden öncedir, kendisinden sonra hiçbir şeyin
kalmayacağı sondur, varlığı âşikârdır, gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O,
her şeyi bilir" (Hadîd 3) âyetini kıraat buyurdu." Tirmizî der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu âyeti okuması da gösterir ki,
sarkıtılan ip, Allah'ın ilmine, kudretine ulaşacaktır". [(Tirmizî, Tefsir,
Sûretu'l-Hadîd, (3294).]
2-
Hadis nakdinde teşeddüdüyle meşhur olan İbnu'l-Cevzî, iki sebeple Hz. Abbâs
(radıyallâhu anh)'ın rivâyetine mevzû demiştir:
1-
Senedde yer alan Velîd İbnu Ebî Sevr,
2-
Allah'a mekân izâfesi ve diğer hadislerde gelen rakamlara uymayan rakamların
verilmesi.
Ancak
bu itirazlara cevaplar verilmiştir:
1-
Bu hadis, şiddetli zayıf olan Velîd dışında, mevsut kimseler tarafından da
rivâyet edilmiştir.
2-
Aynı iki şey arasındaki sâbit bir mesafeyi farklı rakamlarla ifâde etmek
normaldir. Çünkü rakamlar yürüme cinsinden yıl olarak verilmektedir. Halbuki
aynı mesâfe ağır yürüyüşle daha uzun zamanda katedilirken, hızlı yürüyüşle daha
az zamanda katedilir."
Nitekim
uzaklıklar umumiyetle, ".kadar yıllık yürüme mesafesi" şeklinde ifade
edilmiştir. Hadislerde geçen, مَسِيرَة (mesîre)
kelimesi seyir, yani yürümekten masdardır.
Şu
halde, sadedinde olduğumuz hadiste geçen "Sema ile arz arasındaki uzaklık)
ya yetmiş bir, ya yetmiş iki, veya yetmiş üç senedir" ve hatta "beş
yüz senedir" şeklindeki farklı rakamlar, meleğin hızlı veya ağır yol
alışına tâbidir.(21) Hızlı seyreden daha az zamanda, (yetmiş bir senede)
katediyor demektir. Aynı mesafe, görüldüğü üzere, beş yüz yıllık yürüme
mesafesi olarak da ifade edilmiştir. Bu tevile göre son rakam, çok daha ağır
hareket eden meleğin hızı esas alınarak tesbit edilmiş olmalıdır.
Bu
te'vile hak verdiren Kur'ânî bir karîne, meleklerin cins cins ve faklı sayıda
(ikişer, üçer, dörder) kanatları olduğunu belirten âyettir (Fâtır 1). Kanat
sayısındaki fark, sürat farklılığına bir işâret olabilir.
3-
Bir kere daha tekrâr edelim: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
açıklamaları, kâinatın büyüklüğü ve dolayısıyla bu uçsuz bucaksız mekân
üzerinde tam bir hükümranlığa sahip olan Allah'ın büyüklüğü hakkında bir fikir
vermeye, kâinatı değerlendirmede bazı prensip ve ipuçları vermeye yöneliktir.
Kozmozun yapısı, mahiyeti, kâinatın bulutları husûsunda kesin bilgiler,
rakamlar aranması hata olur, yanlışlık olur, lüzumsuz ve gereksiz münakaşalara
da yol açabilir. Ancak şu da bir gerçek: "Âyet ve hadislerde bu meselelere
yer verilmiş olması, bazı rakamların zikredilmesi, meseleye nazar etmemizi
gerekli kılar. Öyle ise bu mevzulara, ______________(21) Hangi vâsıtanın hızı
esas alınacağı nasslarda sarîh değildir. Şarihler meleği esas almıştır. Meleğin
hızı nedir? O da sarîh değil. Şu halde nasslar uzaklık hususunda bir fikir
vermek istiyor, kesin bilgi değil. ilmin ışığında, kesin hükümlerden uzak daha mülâyim yaklaşımlarla nazar
etmek faydalıdır ve lüzumludur.[17]
ـ7ـ وعن
عبداللّه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]خَلَقَ
اللّهُ
سَبْعَ
سَمواتٍ
غِلَظُ كُلِّ
وَاحِدَةٍ
مَسيرَةُ
خَمْسُمِائَةِ
عَامٍ[.قُلْتُ:
ورواية قتادة
في جامع
الترمذى مرفوعة
عن الحسن عن
أبى هريرة
بتقديم
وتأخير وزيادة
ونقص، واللّه
أعلم.»ا‘وْعَالُ«:
تيوس الجبال،
واحدها
وَعِل)ـ1( .
7. (1690)- Abdullah İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh)'dan yapılan rivayette, [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)]
şöyle buyurmuştur: "Allah yedi semayı yarattı. Her birinin kalınlığı beş
yüz yıl yürüme mesafesidir."
Derim
ki: "Tirmizî'nin Câmi'inde yer alan Katâde hadisi, bazı takdim ve
te'hirler, ziyâde ve noksanlarla Hasan Basri an Ebî Hüreyre tarikinden merfu
olarak gelmiştir.Allahu a'lem.[18]
AÇIKLAMA:
1-Bu
hadis aslında mevkuf, yani Abdullah İbnu Mes'ud'un kendi sözü gibi
görünmektedir. Ancak gaybî olan ve içtihad da yürütülemeyecek olan mevzulardaki
Ashab sözünün merfu yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü olacağı
kabul edildiği için, parantez içerisine ilave etmek suretiyle hadisi merfu imiş
gibi sevkettik.
2-
Hadisin kaynağı ile ilgili kayıt yok. Rezîn ilavesi olduğu anlaşılıyor. Ancak
Osman İbnu Said ed-Dârimî bunu er-Reddu ale'l-Cehmiyye'de (s. 26, 27)
kaydetmiştir. İbnu Cerir et-Taberî de Katâde'den mürsel olarak kaydetmiştir. Bu hadis mâna itibariyle
önceki rivayete benzer.
3-
Hadisin sonunda kaydedilen Derim ki... açıklaması Teysîru'l-Vusul müellifi İbnu
Deybe'ye aittir.[19]
ـ8ـ وعن جبير
بن مطعم
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أتَى
أعْرَابِى[ٌ
النَّبىَّ #،
______________)ـ1(
والمراد مئكة
على صورتها،
واللّه أعلم.
فقَالَ
يَارسُولَ
اللّه:
جُهِدَتِ)ـ2(
ا‘نْفُسُ،
وَضَاعَ
الْعِيَالُ،
وَهَلَكَتِ
ا‘نْعَامُ، وَنُهِكَتِ
ا‘مْوَالُ،
فَاسْتَسْقِ
لَنَا، فَإنَّا
نَسْتَشْفِعُ
بِكَ عَلى
اللّهِ تَعالى،
وَنَسْتَشْفِعُ
بِاللّهِ
عَلَيْكَ، فقَالَ
#: وَيْحَكَ
أتَدْرِى مَا
تَقُولُ وَسَبَّحَ
#، فَمَا
زَالَ
يُسَبِّحُ
حَتَّى عُرِفَ
ذلِكَ في
وُجُوهِ
أصْحَابِهِ،
ثُمَّ قال:
وَيْحَكَ
إنَّهُ َ
يُسْتَشْفَعُ
بِاللّهِ
تَعالى عَلى
أحَدٍ مِنْ
خَلْقِهِ،
شَأنُ اللّهِ
أعْظَمُ مِنْ
ذلِكَ!
وَيْحَكَ،
أتَدْرِِى
مَا اللّهُ:
إنَّ
عَرْشَهُ
عَلى
سَموَاتِهِ ـ
لهكذَا ـ وقال
بأصَابِعِهِ:
مِثْلُ
الْقُبَّةِ عَلَيْهِ،
وَإنَّهُ
لَيَئِطُّ
أطِيطَ الرَّجْلِ
بالرَّاكِبِ[.
إخرجهما أبو
داود .
8. (1691)- Cübeyr İbnu Mut'im
(radıyallâhu anh) anlatıyor. "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir bedevî gelerek:
"Ey
Allah'ın Resûlü, (kuraklıktan) insanlar
meşakkate düştüler. Aile efradı zayiata uğradı. Hayvanlarımız da helâk
oldular. Bizim için Allah'a dua et, su göndersin. Zîra biz Allah'a karşı senin
şefaatini, sana karşı da Allah'ın şefaatini taleb ediyoruz!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama şu
mukabelede bulundu:
"Yazık
sana, söylediğin şeyin idrakinde misin? Sübhanallah!"
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sübhanallahları o kadar tekrar etti ki bunun tesiri
Ashab'ın yüzünden okunmaya başladı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sözüne şöyle devam etti:
"Yazık
sana, mahlukatından hiç kimseye karşı Allah şefaatçi kılınmaz. Allah'ın şânı
böyle bir şey yapmaktan çok yücedir. Bak hele! Sen Allah'ın (azametinin) ne
olduğunu biliyor musun? O'nun Arş'ı, semavatının şöyle üzerindedir.
-Parmaklarıyla işaret ederek- tıpkı üzerinde bir kubbe gibi. Arş Zat-ı Zülcelâl
sebebiyle inleyip ses çıkarır, tıpkı süvarisi sebebiyle atın ses çıkarması
gibi." [Ebu Dâvud, Sünnet 19, (4726).][20]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste, bir bedevî, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek
______________)ـ1(
بصيغة
المجهول: أي
أوقعت في
المشقة. kuraklığa maruz kaldıklarını, bu yüzden çok sıkıntıya
düşüp telafata uğradıklarını belirterek kendileri için Allah'a yağmur duasında
bulunmasını taleb eder.
2-
Onun bu sırada sarfettiği bir söze Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) karşı
koyar, yanlışlığını belirtir. Bu söz "...Sana karşı da Allah'ın şefaatini
taleb ediyoruz" cümlesidir.
Bu
ifade hatâlıdır. Çünkü, şefaat bir büyüğe ulaşmak için araya vasıta koymaktır.
Allah'a ulaşmak için Resûlü'nün araya konması mümkün ama, "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e ulaşmak için araya Allah'ın konması" bu tevhid
akidesine ters düşen bir durumdur. Burada Allahkul arasındaki hiyerarşinin
karıştırılması mevzubahistir. Hiçbir mahluk Allah'tan büyük olamayacağına göre,
O'na ulaşmada Allah'ın şefaatçi kılınması olamaz.
3-
Hayret, öfke, reddetme gibi durumlarda Sübhanallah, Lâilâhe illallah gibi
tâbirlerin kullanılmasının müstehab olacağı hadisten anlaşılmıştır.
4-
Ashab'ın yüzünde beliren şey endişedir. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sübhanallah'ı çokca tekrarı O'nun öfkesinin şiddetini ifade
ediyordu. Ashab ise, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın öfkelenmesi
karşısında Allah'tan gelebilecek bir musibetin endişe ve korkusuna düşerlerdi.
5-
Arş'ın inlemesi, Cenab-ı Hakk'ın azameti karşısında Arş'ın acze düşüp tahammül
edememesinden ileri gelir. Ancak âlimler hadisi bu zâhirî mâna ile anlamanın
Cenab-ı Hakk'a keyfiyet izafesi olacağına, ayrıca tenzih ve tevhid açısından
bunun yanlışlığına, imkânsızlığına dikkat çekerler. Çünkü لَيْسَ كَمِثْلِهِ
شَىْءٌ
"Allah'ın hiçbir benzeri yoktur" (Şûra
11).
Hattabî
der ki: "...Bundan murad Allah'ın bu sıfatlarını tahkik veya O'nu bu
hey'et üzere tahdid değildir. Bu hadis, Cenab-ı Hakk'ın azametini anlamaya
yaklaştırıcı bir kelamdır. Onunla, soru sahibine anlama kapasitesinin
anlayacağı bir üslubla meselenin beyânı kastedilmiştir. Hele muhatap kelamın
ifade edeceği mâna inceliklerini bilmeyen, ilimden mahrum kaba bir bedevî ise
böyle açık bir ifadeye gerek vardır. (Ancak bu ifadenin zahiri, ilim ehli
tarafından esas alınarak bir kısım itikadî prensipler çıkarılamaz, bilakis
te'vili gerekir)."[21]
1-
Başka Dünyalar? Küremiz dışındaki gök cisimleri arasında, Dünya şartlarını
taşıyan ve hatta bizim hayat sahiplerini barındıranlar var mı? sorusuna dinî
kaynaklarımızdan oldukça dikkat çekici bir cevap alabiliyoruz. Talak sûresinde
geçen: "O Allah ki, yedi semayı, arzından da onun mislini yarattı"
(Talak 12) âyetinden İslâm âlimleri,
-başka mânalar yanında- tıpkı 7 sema gibi, 7 ayrı arzın da var olduğu mânasını
çıkarmışlardır. İslâm dini açısından 7 ayrı arzın varlığına hükmetmek için,
yegane delil, bu âyetten çıkarılan mezkur işarî mâna değildir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet edilen birçok hadisler "arzlar"
ve "yedi arz" tâbirlerine yer vererek buna sarahaten parmak basarlar.
Meselâ, sahih hadis kaynaklarımızdan Tirmizî'nin uzunca bir rivayetinde, dünya
semasından sonra gelen yedi kat sema ve bunların her biri arasında bulunan 500
yıllık mesâfe belirtildikten sonra, her semada bir arz olmak üzere, toplam 7
arzın yer aldığı açıklanır.
2-
Arz Dışında Hayat? Arzın misli söz konusu olunca, arzdaki şartlar yönüyle de
misli olan -sözgelimi hayat şartlarını ve canlıları da ihtiva eden- dünyalar,
yukarıda kaydettiğimiz âyetin işarî mânasında müstatir ve mevcut ise de, hayat
meselesini açıkça ele alan hadis de vardır. İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ)'a
nisbetinin sahih olduğu bilhassa tasrih edilen bir rivayette şöyle denir:
"Yedi arz vardır. Her arzda sizin peygamberiniz gibi bir peygamber,
Âdeminiz gibi bir Âdem, Nuhunuz gibi bir Nuh, İbrahiminiz gibi bir İbrahim, İsâ
gibi bir İsa vardır."
3-
Diğer Arzların Uzaklığı? Çıplak gözle görülen sâbit yıldızlar sisteminin teşkil
ettiği Dünya semâsı ile, ondan sonra gelen müteakip 2. sema arasında, az önce
temas ettiğimiz Tirmizî hadisinde belirtildiği üzere, 500 yıllık mesâfe
mevcuttur. Keza 2. sema ile 3. sema arasında da aynı mesâfe vardır. Bu durum,
7. semâya kadar bu şekilde devam etmektedir.
Hadiste
500 yıl olarak ifade edilen zamanı nasıl hesaplamalıyız? Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devrinin şartlarında carî olan bir günlük vasati
yürüyüş mesafesi mi esas alınmalıdır? Bu takdirde şer'î örfte bir günlük mesafe
90 km. dir. Yoksa, günümüz vasıtalarını mı esas alacağız? Zîra Kur'ân ve hadis
her asra hitab eder. Günümüzü esas alacak isek hangi vasıtayı? Otomobili mi,
uçağı mı, yoksa sun'î peykleri mi?
Görüldüğü
gibi, bu meselede soruları çoğaltabilecek ve fakat sarahati kesin cevap elde
edemeyeceğiz.
Hemen
belirtelim ki, Kur'ân-ı Kerim, semavî kelamda gelen "gün"lerin 24
saatlik arzî günler gibi anlaşılmaması gereğine dikkat çeker: "Rabbinin
katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir" (Hacc 47).
Kur'ân-ı
Kerim'de geçen zaman ve mesâfe mefhumlarında belli bir müphemliğin her vakit
devam edeceğini anlamak için bir başka âyet-i kerimeyi kaydedeceğiz: "Melekler ve Cebrail,
miktarı elli bin yıl olan o derecelere bir günde yükselir" (Meâric, 4).
Elli
bin yılı, dünya yılına göre mi anlayacağız, yoksa bir İlâhi günü, önceki âyette
geçen bin yıl olarak anlayıp ona göre mi hesaplayacağız? Bu mesele, âyette
müphemdir. İkinci duruma göre, elli bin yıllık mesâfe, -kamerî takvimde bir yıl
355 gün hesabıyla- 1.000x355 = 355.000x50.000 = 17.750.000.000 yıl tutar. Bazı
meleklerin bir günde alacağı mesâfe yıl cinsinden bu kadar oluyor. Tabii bu,
zâhire dayalı bir faraziye.
4-
Işık Yılı. Yukarıda yaptığımız hesaplamayı "faraziye" sözüyle
kapadık. Zîra, hesaplamayı bir başka birimle veya birimlerle yapmak da mümkün
ve bunun sebebi de var. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm'in müphem âyetlerini izahta
başvurulan metod şudur: Âyet, ilk önce bir başka âyetle açıklanır, açıklayıcı
âyet yoksa, ikinci olarak hadise başvurulur, hadis de yoksa karîneye. vs.'ye
başvurulur. İmdi, semâvî mesâfelerin hesaplanmasında, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bize bir başka ipucu vermektedir: "Senetu nûr" yani ışık
yılı. Evet, hadisi ilk defa işitenler garipseyecekler, bu tâbirin ilim âlemine
yakın zamanlarda girdiğini söyleyecekler.
Doğrudur,
bu tâbir ilim âlemine yakın zamanlarda girmiştir. Ancak, ne var ki ışık yılı
tâbiri hadiste geçmektedir. Şu hadisi dikkatle okuyalım: "Her şeyin
mahiyetini anlamak için tefekkürde bulunun, düşünün. Fakat Allah'ın zâtı
hususunda düşünmeyin. Zîra yedinci sema ile Allah'ın kürsüsü arasında yedi bin
IŞIK YILI mesafesi vardır. Zât-ı Zülcelmal hazretleri(nin ilmi) bunun ötesini
de kuşatmıştır." (22)
Acaba
semâvî mesâfeleri belirtme zımnında -kısmen yukarıda işaret ve temas ettiğimiz-
âyet ve hadislerde geçen rakamların reel değerlerini hesaplamada birim olarak
"ışık yılı"nı mı esas almalıyız? Bu da çözüm isteyen bir sorudur.
Şimdilik kesin bir şey söylemenin zorluluğunu belirtmek için, bir başka hadis-i
şerîfe dikkat çekeceğiz: Resulûllah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ruhu ve
cesediyle, semâvâta gidip gelişi olan Mirac mûcizesinin tasvîrinde, bindiği
vâsıtalardan biri olan Burak'ın hızını belitmek için: "Adımını, gözünün
görebildiği en son noktaya koyardı." (23) buyurmaktadır.
Yedinci
semânın ötelerine ulaşan Mirac hâdisesi, dünyevî zamanla kısa bir müddette
cereyan etmiştir. Gidişdönüş ve bu esnada çeşitli sohbet, ziyâret ve
müşâhedeler,
______________(22)
Aclûnî, Keşf'ıl-Hafâ (1, 311).
(23)
Müslim, İman 259.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yatağının soğuma müddetinden daha az bir zamana
sığmıştır. Zîra, Mirac'tan döndüğü zaman, yatağının henüz soğumamış olduğunu
tesbit etmiştir. Işık hızını çok çok aşan semâvî sür'atler, insanlığın tahayyül
ve tezekkür gündemine bile son zamanlarda girmeye başlamıştır.
Niçin
Müphem? Yukarıda kaydettiğimiz açıklamaları okuyanlar, muhakkak ki, birçok
sorular meyanında ittifakla: "Dinimiz bu meselelerde niye açık ve kesin
ifâdeye yer vermemiştir? sorusunu da soracaklardır.
Zafer
Dergisi'nin Ağustos 1986 sayısında bu mevzuyu genişce işledik. Tekrar
özetleyelim: "Dinin asıl gâyesi kevnî bilgi vermek değildir. Yaratıcımızı
tanıtmak, kulluğumuzu öğretmek, insanın aslı nedir, sonu ne olacaktır, dünyaya
niçin gelmiştir, nasıl bir hayat yaşamalıdır, yaratılış gayesine uygun hayat
sürmenin yolları ve şartları nelerdir? bunları bildirmek, öğretmek. İşte dinin
asıl gâyesi budur. Hem dinimiz her asra, her asrın insanına, her seviyedeki
anlayışa hitab eder. 20. asır insanının anlayabileceği teferruatı, yedinci asır
insanı hazmedebilir miydi? Hazmetse bile ne fayda sağlayacaktı? Kur'an ve hadis
günümüz insanının ancak anlayabileceği bir kısım fennî meselelerde ısrar
etseydi, aklın almadığı, müşâhedenin ve zamanın ilmî anlayışının te'yîd
etmediği meselelerden bahsetmiş olmakla, İslâm dininin, asırlar boyu herkesce
toptan reddedilmesine mâkul bir gerekçeyi kendisi hazırlamış olmaz mıydı? Buna
kimse "hayır!" diyemez. Bu sebeple, zamanla anlaşılacak bâzı ipuçları
vererek meseleleri müphem bırakmak en geçerli yoldur. Dinimiz onu yapmıştır.
Ama kulluk, ibâdât, muâmelât hususlarında kesin ve net hüküsmler koymuştur.
Öyleleri var ki, yoruma bile tahammülü yoktur.[22]
Zafer
Dergisi'nin Nisan 1987 sayısında Sonsuzluk Habercisi(24) başlığıyla neşredilen yazı, okuyucularımızın fazlaca
dikkatini çekti. Mevzu hakkında yakınlarımız şifâhen ziyâde bilgi isterken,
uzak okuyucularımızdan mektupla soranlar, ihtiyatlarını beyân edenler oldu.
Başka küreler ve bu kürelerde hayatın varlığı ve bilhassa oralara da
peygamberlerin gelmiş olması gibi hususların şimdiye kadar işitilmediği, bunlardan
bahseden rivâyetlerin mevzû (uydurma) veya çok zayıf olmaları gerektiği gibi
endişeler ifâde edildi.
Dindeki
hassasiyetin tezâhürü olan bu mülâzahaları ifâde eden okuyucularımıza hak
vermemek, hassasiyetlerini takdîr etmemek mümkün değil. Zafer'de çıkan
______________(24) Burada "Başka Dünyalar mı?" adıyla sunduğumuz
makalenin adı.yazıların uzun teknik tahlillere müsâit olmaması hasebiyle, ancak
ihtisas ehlinin anlıyacağı bâzı işâretler dışında tahlîle, açıklamaya yer
vermemiştik. Bu yazımızda o eksikliği telâfi etmeye çalışacağız. Meselenin
mâhiyeti, hadisin zannedildiği kadar zayıf, âlimlerimizin nazar-ı tedkîklerinin
dışında kalmış bir rivâyet olmadığı anlaşılınca, okuyucularımızın da bize hak
vereceklerini ümîd ederiz.
1-
Yedi arzın varlığı, önce, Kur'ân'daki bir işârete dayanmaktadır: "Talak
sûresinin 12, âyeti şöyle: "O Allah ki yedi semayı, arzdan da onun mislini
yarattı".
Semâvâtın
yedi olduğuna dâir âyet Kur'an'da çoktur. Arzla ilgili olarak sâdece yukarıdaki
âyette bir "işâret"te bulunulmaktadır. Bu Kur'ânî işarete İslâm
âlimleri farklı yorumlar getirmişlerdir. Birine göre: "Nasıl ki, sema yedi
kattır, arz da yedi tabakadır". Diğerine göre, "Her sema katında ayrı
bir arz vardır". "Arzın yedi tabaka olması, yedi ayrı arzın varlığına
mâni değildir" diyen âlimlerimiz de var.
Biz,
sözkonusu yazımızda, sâdece ikinci mâna üzerinde durduk. "Arzlar"dan
bahseden hadislerin sayıca çokluğunu belirttikten sonra mûteber kitaplarımızdan
olan Tirmizî'nin bu rivâyetini özetle kaydettik. Tirmizî, bu hadisin sıhhatini
zedeleyici bir tâbir kullanmaz, sâdece: "Bu tarîkten garîbtir" der.
Garîb, ıstılahta "zayıf" demek değildir, ferd demektir. Yukarıda
kaydedilen âyet (Talak 12) için İbnu Kesîr, Suyûtî (ed-Dürrü'l-Mansûr),
Fahreddin Râzi gibi mevsûk ve mûteber müfessirlerimizin tefsirlerine bakacak
olsak, konu üzerine pekçok rivâyetin kaydedildiğini, rivâyetler hakkında
âlimlerin faklı yorumlar yaptığını görürüz.
Bu
hadisler sıhhatçe nasıldır? diye vârid olacak bir soruya cevabımız şöyledir:
Her mevzu kendi ölçü ve tâbi olduğu kaideler çerçevesinde incelenmelidir. Bu
mevzuda İslâm âlimlerinin -muhaddis, fakîh, müfessir- ittifak ettikleri temel
bir kaideyi belirtmede fayda var. İttifakla şunu söylerler: Bir konuda, birden
fazla zayıf hadis gelmiş ise bunlar, birbirini kuvvetlendirirler. Zîra, -bize
kadar ulaşamayan- sahih bir "asl" a dayanmış olduğuna delil olur, bu
ihtimal kuvvet kazanır.
Ben
teferruata inmeden, sâdece bir hadis üzerinde duracağım: Mevzumuzun bel
kemiğini teşkîl eden ve "hayata beşiklik yapan yedi adet başka arzın
varlığını te'yîd eden, onlardan her birine bizim Âdemimiz gibi bir Âdem,
Nûhumuz gibi bir Nûh. bizim peygamberimiz gibi bir Muhammed geldiğini beyan
eden İbnu Abbâs rivâyeti.
Bu
rivâyet pek çok tahlîle ve münâkaşaya yol açmıştır Münâkaşa ve tahlilleri
yapanlar da sıradan kimseler değil, hadis, tefsir ve kelam sahalarında isim
yapmış otoritelerdir.
Hadis
Üzerine Yazılan Bir Kitap: Hindistan'ın yetiştirdiği tanınmış muhaddislerden
Muhammed Abdulhayy el-Leknevî (vefatı 1886) hadis üzerine müstakil bir risâle
te'lîf etmiştir. Zecrü'n-Nâs Alâ İnkâr-ı Eser-i İbni Abbâs adını taşıyan
te'lîf, önce hadisin çeşitli tariklerini verir. Eser, her seferinde kaynak
verir, görüş sahiplerini ismen zikreder. Tahlillerden sonra kitapta varılan
birkaç sonucu şöyle özetleyebiliriz:
1-
Bu rivâyet İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'ın bir "eser"idir, yâni
şahsî sözü. Ancak, İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) israiliyyâttan rivâyette
bulunmaya prensip olarak karşı olduğu için, bu rivâyeti isrâiliyattan yapması
sözkonusu olamaz. Rivâyet muhteva itibariyle, içtihada, şahsî yoruma giren bir
meseleye temas etmemesi haysiyetiyle şahsî sözü de olamaz. Öyle ise bu hadis
hükmen merfu'dur, yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözüdür.
Hatırlatalım ki, İslâm âlimleri, içtihada girmeyen, gaybî durumlardan haber
veren rivâyetleri -görünüş itibariyle sahâbe sözü olsa bile, ki sahâbe sözüne
de mevkuf hadis denir- hükmen merfu, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
sözü kabul ederler. Âlimler, bu rivâyetin merfu olduğunu söylemişlerdir.
2-
Leknevî, hadisin sened yönüyle sağlamlığını belirtir. Yani İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ)'a nisbeti sahihtir, veya en azından hasendir. Bâzı
âlimler, hadisin ifâde ettiği mânaya itirazda bulunsa da İbnu Abbas
(radıyallâhu anhümâ)'a olan nisbetindeki sıhhata itirazda bulunmamıştır. Kitap
şu cümle ile sona erer: "Böylece zâhir oldu ki, İbnu Abbâs'ın eseri gerek
sened, gerek metin, gerek isnad ve gerekse mâna yönleriyle üzerine gölge
düşmeyecek rivâyetlerden biridir".
Hadisin
muhtevasını beyan sadedinde kaydedilen açıklamalardan birkaç noktayı da şöyle
kaydedebiliriz:
1-
Âlimlerden bir kısmı, hadisi anlarken "arzın yedi tabaka olduğu, her
tabaka arasında beş yüz yıllık mesafe bulunduğu görüşünü benimsemiştir. (Ancak
bu yorumu olduğu gibi kabul etmek bugünkü coğrafya bilgimize ters düşer,
mutlaka yeni yorumlar yapmak gerekir. Mesela Arapça'da böylesi makamlar çokluk
ifade eder, reel değeri değil, hadisten de bunu anlamak gerekir gibi).
2-
Muhakkik âlimlerden bir kısmı, "Yedi arz vardır ve herbirinde canlı
mahlukat vardır" demiştir. Bu
görüşte olanların çoğu, bu canlıların mahiyeti, şekli, sureti hususunda tahmin
yürütmekten kaçmış, "tafsilâtı Allah bilir" demiştir.
3-
Diğer arzlarda (veya arzın tabakalarında) yaşayan öbür mahlukatın cin sınıfına
ait olduğunu söyleyen âlimler de olmuştur.
4-
Diğer arz tabakalarına (veya arzlara) gelen peygamberler hakkında başlıca iki
görüş zikre şâyandır:
1)
Onların herbirinde bizim yaşadığımız
tabakadaki peygamberlerin ismini taşıyan bir hâdi (hidayet edici) mevcuttur,
ancak onlar gerçek mânada peygamber değildir. Bizim tabakamızdaki peygamberlere
tabidir, buradakilerin irşadını alıp, tebliğ ederler, bu sebeple aynı ismi
taşırlar.
2)
Onlar, Hakk tarafından gönderilen müstakil peygamberlerdir, bizdekilere tâbi değildirler. Ancak onlardan biri Hz.
Âdem'e, biri Hz. Nuh'a... biri de Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e
benzer.[23]
Leknevî,
mevzuun açıklık kazanması için hatıra gelebilecek bazı soruları cevaplamaya da
ehemmiyet vermiştir. Bazılarını özetleyerek kaydetmede fayda umarız:
SORU:
Diğer tabakalarda (veya arzlarda) var olduğu kabul edilen peygamberler hangi
yönden bizdeki peygamberlere benzerler?
CEVAP:
İlk peygamber öncelikle ve ilk'lik yönüyle Hz. Âdem'e sonuncusu da sonuncu
olmak yönüyle Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e benzemiştir.
SORU:
Hadise göre, peygamberimiz Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in emsali olan
başka peygamberlerin varlığını da kabul etmek gerekmektedir. Halbuki, Ehl-i
Sünnet inancına göre, Resûlulluh (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zâtına has
sıfatlarla bir başkasının tavsifi kesinlikle mümkün değildir.
CEVAP:
Hayır, hadis, Hz. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in tam emsali olan
başka peygamberlerin varlığını kabul etmeyi gerektirmez. Zîra, benzetme, öbür
peygamberlerin bütün sıfatlarda peygamberlerimize benzediğini söylemiyor.
Benzetme sâdece "sonluk" sıfatında yapılmıştır, bütün kemal
sıfatlarında değil. Nitekim, teşbih (benzetme) kaidesine göre, iki şey
birbirine teşbih edilince, bu iki şey her hususta birbirine benzer mânasına gelmez... sıfatlardan bir-iki
tanesinde benzerlik olsa teşbih tahakkuk eder.
SORU:
Bu hadis, peygamberimiz Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in mutlak mânada
son peygamber olmamasını gerektiriyor. Halbuki, Kur'ân-ı Kerim, O'nu
hâtemu'nnebiyyin (peygamberlerin mührü, sonuncusu) ilan ediyor, yâni âyete göre
mutlak mânada sondur, sonuncudur. Nübüvvet binası böylece Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le tamamlanmış olmaktadır. Hadise göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in benzeri olan diğer "son"larla sonuncu olanlar çoğalmış
olmuyor mu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mutlak sonluğu haleldar
olmuyor mu?
CEVAP:
İbnu Abbâs'ın rivayetinin zâhiri şunu ifade eder: "Allah her tabakanın
sâkinlerine peygamberler göndermiştir ve bunlar, bizim tabakamızdaki gibi,
belli bir silsileyi takip etmiştir. Mâlum her silsilenin bir başı bir de sonu
vardır. Öyle ise her tabakada bir ilk peygamber vardır ve o, bu tabakanın
peygamberlerinin ilkidir. Bir de sonuncu
peygamber olacak. Diğerleri de bu ikisi
arasında yer alacak. Nitekim, üst tabakadaki bu
silsilenin ilki Hz. Âdem, sonuncusu da Hz. Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm)'dir. Geri kalanlar da bu ikisi arasında yer alırlar. Hadiste her
tabakanın ilki, bizim bulunduğumuz tabakanın ilkine, sonuncusu da bizim
sonuncumuza benzetilmiştir. Aradaki
benzerlik de sâdece ilklik, sonluk sıfatlarındadır, diğer sıfatlarda
değil. Bu açıdan sonuncular, müteaddid olabilir. Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sonluğu diğerlerine nisbetle, hakikî sonluktur. Şu mânada ki,
Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'den sonra, hiçbir tabakaya peygamberlik
verilmemiştir. Her tabakanın sonuncusunun sonluğu da kendi tabakasına
nisbetledir. Böylece "son"ların çoğalması, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in mutlak sonluğuna zarar vermez."
MÜHİM
NOT: Zamanımızda hadisleri değerlendirirken bir İslamî âdâbın bilinmesi gerekir: Yukarıdaki örnekten
de anlaşıldığı üzere, İslâmî an'aneye göre hadislerin öncelikle sened durumuna,
yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e, -veya Sahâbe'ye- olan nisbetinin
doğruluğuna bakılır. Hadis sağlam bir senedle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e ulaşıyorsa, onun metni ve ifade ettiği hüküm gözönüne alınır.
Metinde, dinin umumî prensiplerine, Kur'ân'a, diğer mevsuk hadislere, akıl ve
tecrübeye açıkca muhalefet eden bir durum varsa te'vil edilir, te'vil de
edilemezse, en sonunda "şazz" olduğu kabul edilerek itibardan
düşürülür. Zamanımızda, hadisleri öncelikle şahsî anlayışı, vicdanî kanaati,
mevcut bilgisi gibi hep ferdî ve subjektif kalan ölçülerle değerlendirip red
veya kabulde acele etme, eski prensipten ayrılma temâyülü hakimdir.
İncelememize konu olan hadis de, muhteva olarak acele bir hükümle reddedilmeye
maruz kalacak mahiyettedir. Hoşumuza gitmedi diye bunu reddedecek olursak, aynı
kaynaktan, aynı sıhhat şartlarıyla
gelmiş ve fıkha, ahkâma menşe' olmuş
hadisleri de bir başkası reddeder... Bu, dinde müthiş bir anarşi demektir.
Nitekim müsteşrikler ve içimizdeki sinsiler "Buharî'de bazı mevzu hadisler
var" diyor. Onların kriterleri esas alınarak bazı hadislere mevzu demek
kapısı açıldı mı, bütün hadislerin mevzu olması derhal gündeme gelecektir.
Böyle bir davranışın sonunu herkes tahmin eder.
Bizce
en selametli yol ve tavır, âlimlerimizin yaptığı gibi davranmaktır. Madem ki, hadisin İbnu Abbas'a
nisbeti sahihtir ve hükmen de merfudur, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sözüdür ve madem -yukarıda yapılan açıklama ile- umumî prensiplere muhalefet de
etmemektedir, öyle ise, hadisi reddetmede acele etmeyip, hakikatının anlaşılmasını zamana bırakmalıyız. Pekçok
âyet ve hadis, kâinatla, kâinatın buutları, mesafeleri, oralarda cari
sür'atlerle ilgili beyanlara yer vermektedir. Yabancı menşe'li hayal-ilim
romanları ve filimleri üzerinde mesâi harcarken, kendi kaynaklarımızda gelen
meselelere niye eğilmeyelim, dağınık şekilde âyet ve hadislerde yer alan
kayıtları, işaretleri bir bütün halinde birleştirip Şârî-i Mübin'in ihbar etmek
istediği bir gerçek mi var? diye niye
soru sormayıp araştırmayalım? Unutmayalım ki, İslâm dini âyet ve hadisleriyle
her asra hitab etmektedir. Biz kendi imkânlarımızla bize hususî bir hitap var
mı araştıralım, anlıyamadığımız işaretleri, hitapları da -reddetmekten ziyade-
belki geleceğe âittir diye saygıyla karşılayalım.
Ya
"ışık yılı" tâbirine yer veren hadis? Bunların mâhiyetini şimdilerde
anlamıyoruz diye alelacele inkâra tevessül bize ne kazandırır? Bir mülâhaza
hânesi açarsak ne kaybeder, dinin hangi esasına ters düşeriz? Unutmayalım ki,
din ilimleri usulü açısından, bu hadisler kabulü vacib bir hüküm getirmiyor,
sâdece reddi gerekmeyen bir mülâhaza hânesi açıyor.[24]
ـ9ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]أخَذَ
رسولُ اللّهِ
# بِيَدِى،
فقَالَ: خَلَقَ
اللّهُ
التُّرْبَةَ
يَوْمَ
السَّبْتِ، وَخَلَقَ
فِيهَا الجِبَالَ
يَوْمَ
ا‘حَدِ،
وَخَلَقَ
الشَّجَرَ يَوْمَ
اثْنَيْنِ،
وَخَلَقَ
المَكْرُوهَ
يَوْمَ
الثَُّثَاءِ،
وَخَلَقَ
النُّورَ يَوْمَ
ا‘رْبِعَاءِ،
وَبَثَّ
فِيهَا
الدَّوَابَّ
يَوْمَ
الخَمِيسِ،
وَخَلَقَ
آدَمَ عَلَيْهِ
السََّمُ
بَعْدَ
العَصْرِ
مِنْ يَوْمِ
الجُمُعَةِ
في أخِرِ
الخَلْقِ في
أخِرِ
سَاعَةٍ مِنَ
النَّهَارِ
فِيما بَيْنَ
الْعَصْرِ
إلى اللَّيْلِ[.
أخرجه مسلم.
9. (1692)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün elimden tuttu
ve şu açıklamayı yaptı: "Allah toprağı cumartesi günü yarattı. Ondaki
dağları pazar günü yarattı; ağaçları pazartesi günü yarattı. Mekruhları salı
günü yarattı. Nuru çarşamba günü yarattı ve onda hayvanları perşembe günü yaydı. Hz. Âdem (aleyhisselam)'i cuma
günü ikindi vaktinden sonra, ikindi ile
gece arasındaki gündüz vaktinin en son
saatinde en son mahluk olarak yarattı." [Müslim, Sıfatu'l-Kıyâme 27,
(2789).][25]
AÇIKLAMA:
1- Münâvî, hadiste geçen ve
toprak diye tercüme ettiğimiz türbe kelimesi ile arz'ın kastedildiğini söyler.
2-
Bu hadis, âlemin yaratılması işinin cumartesi günü başladığını belirtmektedir.
Böylece Yahudilerin "pazar günü başladı" iddiası reddedilmiş
olmaktadır. Onlara göre, pazar günü başlayan yaratma işi cuma günü sona
ermiştir. Allah yedinci gün olan cumartesi günü istirahat etmiştir. Bu
telâkkiye uygun olarak: "Biz cumartesi günü istirahat ederiz, tıpkı
Rabbülâlemin'in istirahat etmesi gibi" derler. İslâm ulemâsı, Allah
insanlara benzetilmiş olduğu için, bu sözü reddeder ve kâilini garâbet ve
cehâletle ittihâm eder, "Yorulmak yaratanın değil, yaratığın
şe'nidir" der. Âyet-i kerimede: "Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman
sözümüz sadece ona: "Ol!"
dememizdir, o hemen olur" (Nahl 40) buyurur.
3-
Dikkat edersek, eşyanın yaratılışında mantıkî bir tedric var. Sırayla toprak, dağlar,
bitkiler, hayvanlar ve en sonda insan yaratılmıştır. Burada asıl hedefin, yani
kâinatı yaratmaktan maksadın insan olduğu görülmektedir. Zîra, bir meyve ağacı
meyvesi için dikilir. Meyve ise, ağacın en son mahsulüdür. Çekirdek, filiz,
fidan ağaç, yaprak, çiçek safhalarından geçtikten sonra meyveye ulaşılır.
Âyet-i
kerimedeki arzın insanlar için bir beşik kılınması (Tâhâ 53) teşbihini bu
hadisin açıkladığını söyleyebiliriz. Zîra, beşik önceden bebek için, onun
büyümesine uygun şekilde hazırlanır.
Buradaki
tedricin fıtrîliğini belirtmek için şu da söylenebilir. Dağların yaratılması
ağaç ve bitkilere zemin hazırlamıştır. Bitkiler hayvanların yaratılmasına,
bitki ve hayvanların varlığı insanların gelmesine zemin hazırlamıştır. İnsan
hayatı bunların varlığına vâbestedir. Bazı âlimler, Allah'ın her şeyi bir anda
yaratabilecek güçte olmasına rağmen tedricî şekilde yaratmış olması,
mahlukatına rıfk ve tesebbüt yani teennili ve sağlam adım atma dersini vermek
içindir" diye yorumlamışlardır.
4-
Salı günü yaratıldığı söylenen mekruh'tan maksad, zâhire göre şerrdir, bir
kısım âlimler ise buna madenler demiştir. Bazı rivayetlerin "salı günü
geçim vesileleri yaratıldı" demesi tearuz sayılmaz, ikisi de aynı günde
yaratılmış olabilir.
5-
Bazı rivayetlerde "Çarşamba günü nun -veya hud- yaratıldı" denmiştir.
Burada da bir zıtlıktan bahsedilemez, aynı günde ikisi de yaratılmış olabilir.
6-
Münâvî şöyle bir paragraf sunar:"[26]
TENBİH: Şeyhülislam Zekeriya'ya:
"Allah semâvat ve arzı, Hz. Âdem'i yarattığı aynı hafta içerisinde mi
yarattı, yoksa daha önce mi yarattı?" Kezâ, "Arzın ömrü
yaratılışından önce mi, değil mi?" diye soruldu. O, hadisin zâhirine uygun
şekilde cevap verdi: "Allah arzı ve semayı, Âdem'i yarattığı hafta
içerisinde yarattı. Nitekim rivayet edilmiştir ki, Allah arzı cumartesi,
dağları pazar, ağaçları pazartesi, karanlığı salı, nuru çarşamba, hayvanları
perşembe günü yarattı, o gün, cumadan kalan üç saate kadar semâvatı yarattı.
İlk saatte âfetleri, ecelleri, ikinci saatte rızıkları, üçüncü saatte Âdem'i
yarattı. Arzın ömrü, Âdem'den öncedir."
7-
Bir kısım âlimler, bu rivayetin Ka'bu'l-Ahbâr'dan alınma isrâilî bir haber olabileceğini söylemişlerdir. Ayrıca metinde
şiddetli garabet olduğu, zîra, hadiste semâvâtın yaratılışının mevzubahis edilmediği, arz ve içindekilerin yedi günde
yaratıldığının belirtildiği, bunun da dört şeyin dört günde, sonra da semâvâtın
iki günde yaratıldığını belirten Kur'an-ı Kerim'e muhalefet ettiğini
belirtmişlerdir. Mevzubahis âyet şudur:"
De
ki: "Gerçek siz mi o arzı iki günde[27]
yaratana küfrediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbi'dir.
(Allah) dörd(üncü) gün(ün hitamında) orada üstünden baskılar yaptı. Orada
bereketler yarattı. Onda, arayanlar için dört günde müsâvi gıdalar takdir etti.
Sonra (iradesi göğe) -ki o, bir buhar hâlinde idi- doğruldu da ona ve arza,
"ikiniz de ister istemez gelin" buyurdu, onlar da "isteye isteye
geldik" dediler. Bu suretle onları yedi gök olmak üzere iki günde vücuda
getirdi. Her gökte ona âid emri vahyetti. Dünya göğünü de kandillerle donattı..."
(Fussilet 9-12).
İlmî
keşiflerin bu mevzuları açıklayacağı günleri bekleyeceğiz.[28]
ـ10ـ وعن أبى
ذر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنْتُ مَعَ
رسولِ اللّهِ
# في
المَسْجِدِ
عِنْدَ
غُرُوبِ
الشَّمْس،
فقَالَ يَا
أبَا ذَرٍّ: أتَدْرِى
أيْنَ
تَذْهَبُ
هذِهِ الشَّمْسُ؟
فقُلْتُ:
اللّهُ
وَرَسُولُهُ
أعْلَمُ. قال:
تَذْهَبُ
لِتَسْجُدَ
تَحْتَ
الْعَرْشِ،
فَتَسْتَأذِنُ
فَيُؤْذَنُ
لَهَا، وَيُوشِكُ
أنْ
تَسْجُدَ،
فََ يُقْبَلُ
مِنْهَا،
وَتَسْتَأذِنُ
فَ يُؤذَنُ
لَهَا، وَيُقَالُ
لَهَا:
ارْجِعِى
مِنْ حَيْثُ
جِئْتِ، فَتَطْلُعُ
مِنْ
مَغْرِبِهَا،
فذلِكَ
قَوْلُهُ
تَعَالى: وَالشَّمْسُ
تَجْرِى
لِمُسْتَقَرٍّ
لَهَا ذلِكَ
تَقْدِيرُ
الْعَزِيزِ
الْعَلِيمِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذى .
10. (1693)- Hz. Ebu Zerr (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Güneş batarken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte
mescidde idim. Bana:
"Ey
Ebu Zerr, biliyor musun bu Güneş nereye gidiyor?" diye sordu. Ben:
"Allah
ve Resûlü daha iyi bilirler!" dedim.
"Arş'ın
altına secde yapmaya gider, bu maksadla izin ister, kendisine izin verilir.
Secde edip kabul edilmeyeceği, izin isteyip, izin verilmeyeceği zamanın
(kıyametin) gelmesi yakındır. O vakit kendisine: "Geldiğin yere dön!"
denir. Böylece battığı yerden doğar. Bu durumu Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü haber
vermektedir. (Mealen): "Güneş, duracağı zamana doğru yürüyüp gitmektedir.
Bu aziz ve alîm olan Allah'ın takdiridir" (Yâsin 38). [Buhârî, Tefsir
Yâsin 1, Bed'u'l-Halk 4, Tevhid 22, 23; Müslim, İmân 250, (159); Tirmizî,
Tefsir, Yâsin, (4225).][29]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, ta bidayetlerden
beri, insanları meşgul etmiş bulunan bir hususta açıklama yapmaktadır:
"Güneş akşamları nereye gitmektedir?"
Günümüzün
insanı için bu soru ilgi çekici olmaktan çıkmıştır. Burada soruyu Ebu Zerr
(radıyallâhu anh)'e Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sormakta ve cevap
vermektedir. Bazı rivayetlerde ise Ebu Zerr sormakta, cevabı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) vermektedir.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cevabı ile alâkalı ulemânın muhtelif
yorumları var. Hadisi şöyle anlamamız mümkün: Kur'ân-ı Kerim, bütün mevcudâtın
ibâdet yaptığını belirtirken (İsra 44) Güneş'i secde edenler arasında betahsis
zikreder (Hacc 18). Bazı âlimler mahlukatın ibadeti nasıldır? sorusuna:
"Fıtrî amelleridir, yani hangi iş ve vazife için yaratılmışsa o şeyi yaptı
mı ibadet etmiş olur" demişlerdir. Şu halde, Güneş her an ışık neşretme
vazifesini yerine getirmekle ibadetini yapmakta, secdede bulunmaktadır. Bize
nisbetle batması, ışık neşri vazifesini bizden kesmesi demektir. Ama Dünya'nın
başka kıtalarında aynı vazifeyi yapmaya (secde etmeye) gidiyor demektir.
Arşın
altında gitmesi de şöyle anlaşılabilir: Arş bütün semâvatı kuşattığına göre,
zaten onun altından çıkması diye bir şey sözkonusu olamaz. Gündüzleyin,
kendimize nisbetle tepemizde, ufukta gördüğümüz Güneş, gece görünmez olunca, bizden nisbî bir
uzaklığı ve gaybubeti mevzubahistir. Bu halde kozmoğrafya bilgisi olmayan
insanlara, onları tatmin edebilecek en doğru cevap bu olsa gerektir (Allahu
a'lem).[30]
ـ11ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
الشَّمْسُ
وَالْقَمَرُ
يُكَوَّرَانِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
البخارى.»التَّكْوِيرُ«:
لف العمامة،
والمراد أن
السماء وا‘رض
تجمعان
وتلفان كما
تلفّ العمامة
.
11. (1694)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Güneş ve Ay kıyamet günü sarılırlar." [Buhârî, Bed'ül-Halk 4.][31]
AÇIKLAMA:
Sarılma
olarak tercüme ettiğimiz tekvir, sarık katlarının üst üste dolanması, sarılması
demektir. Ay ve Güneş'in sarılmasını bazı âlimler, kıyamet günü, Ay ve Güneş'in
birleştirilmesi olarak anlarlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: فَجُمِعَ
الشَّمْسُ
وَالْقَمَرُ "Ay ve Güneş birleştirilir" (Kıyamet 9) denmektedir.
Rivayetler, bu birleşmeden sonra, onların cehenneme atılacağını haber verir.
Şârihler "Ay ve Güneş'in cehenneme atılması, onlara azab etmek için değil,
onlara tapmış olanların azablandırılması ve dünyada iken onlara yaptıkları
ibadetlerinin bâtıl olduğunu görmeleri içindir" derler.[32]
ـ12ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]سَأَلَتْ
يَهُودُ
رسولَ اللّهِ
# عَنِ الرَّعْدِ
مَا هُوَ؟
قالَ: مَلَكٌ
مُوَكَّلٌ
بِالسَّحَابِ،
وَمَعَهُ مَخَارِيقُ
مِنْ نَارٍ
يَسُوقُهَا
بِهَا حَيْثُ
شَاءَ اللّهُ.
قَالُوا:
فََمَا هذَا
الصَّوْتُ
الَّذِى
يُسْمَعُ؟
قال: زَجْرُهُ
لِلسَّحَابِ حَتَّى
تَنْتَهِىَ
حَيْثُ
أُمِرَتْ.
قَالُوا:
صَدَقْتَ؟
فأخْبِرْنَا
عَمَّا
حَرَّمَ إسْرَائِيلُ
عَلى
نَفْسِهِ؟
قال: اشْتَكى
عِرْقَ
النّسَا
فَلَمْ
يَجِدْ
شَيْئاً يَُئمُهُ،
يَعْنِى
الْعِرْقَ
إَّ لُحُومَ
ا“بِلِ
وَألْبَانَهَا،
فَلذلِكَ
حَرَّمَهَا.
قَالُوا:
صَدَقْتَ[.
أخرجه
الترمذى.»المخاريق«:
جمع مخراق،
وهو في ا‘صل:
منديل يفتل
ويلوى ويجعل
كالحبل
تتضارب به
الصبيان .
12. (1695)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Yahudiler, gök gürültüsünün ne olduğunu Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)' den sordular:
"Bulutlara
müvekkel olan melektir. Berâberinde ateşten kamçılar var. Bununla bulutları
Allah'ın dilediği yere sevkeder" diye cevap verdi. Onlar tekrar sordular:
"Ya
şu işitilen ses, o nedir?"
"Bu,
bulutların istenen yere gitmeleri için onlara yapılan bir sevkdir" dedi.
Yahudiler:
"Doğru
söyledin. Şimdi de İsrail'in [Yakub (aleyhisselam)] kendisine haram kıldığı şey
nedir onu söyle?" dediler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hz.
Yakub (ırku'nnesâ denen) uyluk mafsalından başlayıp dize, topuğa kadar inen bir
ağrıdan muzdarib idi. Deve eti ve sütü dışında kendine uygun gelen (ne yiyecek,
ne içecek) münâsip bir şey yoktu. Bu sebeple o da bunları haram etti"
dedi. Yahudiler: "Doğru söyledin" dediler." [Tirmizî, Tefsir
Ra'd, (3116).][33]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin Tirmizî'deki vechi, biraz muğlak. Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'indeki
vechi ihtiva ettiği ziyadeler sebebiyle daha açık. Orada geçen bazı ziyâdeler şöyle:
"Yahudilerden
bir grup Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına geldiler. Dediler ki:
"Biz
sana bâzı şeyler soracağız, bunu sadece peygamber olan bilir. (Gerçek
peygambersen) doğru cevap vereceksin!."
O
da şunu söyledi:
"Tevrat'ı
Musa'ya indirenin adına yemin veriyorum: Biliyor musunuz, İsrâil (Hz. Yakub)
şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı uzun sürdü. Bunun üzerine:
"Allah bana şifa verirse, en sevdiğim yiyecek ve içeceği nefsime haram
edeceğim" diye nezretti. Onun en sevdiği yiyecek deve eti, en sevdiği içecek de deve sütü idi."
Yahudiler:
"Vallahi doğru söyledin!" dediler.
2-
Kamçı diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı mihrâk'tır (cem'i mehârik). Mihrâk,
çocuklara vurmak üzere, boyunca dürülmüş, bükülmüş mendil demektir.[34]
ـ13ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: اشْتَكَتِ
النَّارُ إلى
رَبِّهَا،
فقَالَتْ:
رَبِّ أكَلَ
بَعْضِى بَعْضاً،
فأذِنَ لَهَا
بِنَفَسَيْنِ:
نَفَسٍ في
الشِّتَاءِ،
وَنفَسٍ في
الصَّيْفِ،
فَهُوَ
أشَدُّ مَا
تَجِدُونَ مِنْ
الحَرِّ،
وَأشَدُّ مَا
تَجِدُونَ
مِنَ
الزَّمْهَرِيرِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذى .
13. (1696)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Cehennem, Rabbine şikâyet ederek dedi ki: "Ey Rabbim, bir kısmım
diğer kısmımı yiyor." Bunun üzerine ona iki nefese izin verdi: Bir nefes,
kışta, bir nefes de yazda. İşte bu (yaz nefesi), en şiddetli şekilde
hissettiğiniz hararettir. Öbürü de (kışta) en şiddetli bulduğunuz soğuktur."
[Buhârî, Bed'ül-Halk 10; Müslim, Mesâcid 185, (617); Tirmizî, Sıfatu Cehennem
9, (2595); İbnu Mâce, Zühd 38, (4319); Muvatta, Vükûtu's-Salât 27, (1, 15).][35]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste, cehennemin Rabbine şikayette bulunması mevzubahistir. Ulemâ bu şikayeti
lisan-ı kâl (söz) ile mi yaptı, yoksa lisan-ı hâl ile mi yaptı ihtilâf
etmiştir. Bir kısmı kâl (söz) ile, bir kısmı da hâl ile yaptığını ileri
sürmüştür.
İbnu
Abdilberr: "Her iki görüşün de bir haklılık yönü ve benzer durumları var,
ancak söz dili ile yaptı diyen görüş ercahtır, yani üstündür" der.
Kadı
İyaz: "Bu daha açık, daha doğru görüştür" der.
Kurtubî:
"Lâfzı hakikatine hamletmek
gerekir" der ve ilâve eder: "Sözünde sâdık olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) câiz olan bir şeyi
haber verdi mi onu te'vile hâcet kalmaz. (Lâfzın ifade ettiği mânaya) hamletmek
en uygun yoldur." Aynı beyanda bulunan Nevevî şunu ilâve etmiştir:
"Doğru olan hakikatına hamletmektir. (Yani "cehennem, şikayetini söz
dili ile Rabbine götürdü" demektir.)
Beyzâvî
mecaza hamletmeyi tercih ederek der ki: "Cehennemin şikâyeti onun coşup
galeyâna gelmesinden mecâzdır, bir kısmı diğer bir kısmını yemesi, eczasının izdihamından (parçalarının,
kısımlarının sıkışmasından) mecazdır, nefes alması, ondan yükselen kısımların
(alevlerin) dışarı çıkmasından mecazdır."
Zeyn
İbnu'l-Münir: "Muhtar (makbul) görüş, onu hakikatına hamletmektir, zîra
kudret-i İlâhiye, cehennemi lisan-ı kâl ile konuşturmaya salihtir. Keza
konuşmanın hâl diliyle olduğu bize makul gelse bile şikâyet, bunun açıklanması,
sebebinin beyanı, izin, kabul, nefes alıp verme, bunun sadece ikide
sınırlandırılması gibi durumlar mecazdan uzaktır, mecazın alışılmış olan
kullanılma durumlarının dışında kalır" der.
Görüldüğü
üzere cehennemin lisan-ı hâl veya kâl ile konuşması meselesinde İbnu Hacer,
farklı görüşlerden daha çok lisan-ı kâl ile konuştu diyenlerin görüşlerini
serdetmekle kendisi de bunu kabul etmiş gözükmektedir. Gerçek olan şu ki,
ulemaya göre cehennem hâl-i hazırda mevcuttur,
dünyamızın şiddetli hararet ve şiddetli soğukları ile irtibat
halindedir. Hatta Ehl-i Sünnet ulemâsı, Mu'tezile'nin "Cehennem henüz
yaratılmamıştır" iddialarının fâsidliğine bu hadisi delil kılmışlardır.
2-
Yazdaki şiddetli hararet gibi kıştaki zemherir denen şiddetli soğuğun da
cehennemden gelmesini, bâzı âlimler müşkil ve anlaşılması zor bir durum olarak
değerlendirmiş ise de, ekseriyet: "Ateşten maksad onun yeridir, cehennemde
zemherir denen çok soğuk bir tabakanın olması normaldir" diye
değerlendirmiştir. Bediüzzaman merhum, atıldığı ateşten Hz. İbrahim'in yanmadan
çıktığını haber veren:
قُلْنَا
يَا نَارُ
كُونِى
بَرْدًا وَسََمًا
عَلَى
اِبْرَاهِيمَ "Dedik:
"Ey ateş İbrahim'e soğuk ve selametli ol" (Enbiya 69) âyetiyle ilgili
izâhatında, cehennemin zemherir tabakasıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
"...Ateşin
bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder (soğukluğuyla yakar). Yani ihrak
(yakma) gibi bir te'sir yapar. Cenab-ı Hakk,
سََمًا (26) lafzıyla bürudete
______________(26) Bir tefsir diyor: سََمًا
demesi
idi, bürûdetiyle ihrak edecekti. (soğukluğa) diyor ki: "Sen de
hararet gibi bürudetinle ihrak
etme." Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi te'sir
gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiyyede nâr-ı beyzâ
(akkor) hâlinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve
etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürûdetle, etrafındaki şu
gibi mâyi şeyleri incimâd ettirip
(dondurup) mânen bürûdetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürûdetiyle ihrâk eden
bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envaına câmi olan
cehennem içinde, elbette zemheririn
bulunması zarurîdir."[36]
ـ14ـ وعن
قتادة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]خُلِقَتْ
هذِهِ
النُّجُومُ
لِثََثٍ:
جَعَلَهَا
اللّهُ
زِينَةً
لِلسَّمَاءِ،
وَرُجُوماً
لِلشَّيَاطِينِ،
وَعََمَاتٍ
يُهْتَدَى
بِهَا،
فَمَنْ تَأوَّلَ
فِيهَا
غَيْرَ
ذلِكَ، فقَدْ
أخْطَأ
حَظَّهُ،
وَأضَاعَ
نَصِيبَهُ،
وَتَكَلَّفَ
مَاَ
يَعْنِيهِ،
وَمَاَ
عِلْمَ لَهُ
بِهِ، وَمَا
عَجَزَ عَنْ
عِلْمِهِ
ا‘نْبِيَاءُ
وَالمََئِكَةُ،
وَاللّهِ مَا
جَعَلَ اللّهُ
في نَجْمٍ حَيَاةَ
أحَدٍ، وََ
رِزْقَهُ،
وََ مَوْتَهُ،
إنَّمَا
يَفْتَرُونَ
عَلى اللّهِ
الْكَذِبَ،
وَيَتَعَلّلُونَ
بِالنُّجُومِ[.
أخرجه
البخارى
استشهاداً
إلى قوله ما
علم له به، وأخرج
باقيه رزين .
14. (1697)- Katâde (rahimehullah)
anlatıyor: "Bu yıldızlar üç maksatla yaratıldı:
1-
Allah onları semaya zinet (ve süs) kıldı.
2-
Şeytanlara atılacak taş kıldı.
3-
Geceleri istikamet tayin etmede işaretler kıldı. Kim yıldızlar hakkında bunlar
dışında bir te'vil ileri sürerse (kendi ilâve ettiği) hissesinde hataya düşer,
nasibini kaybeder, mânasız bir yükün altına girer ve hakkında bilgisi olmayan,
peygamberler ve meleklerin bile bilmekte âciz kaldıkları bir şeye burnunu
sokmuş olur. Allah'a yeminle söylüyorum: Allah hiç kimsenin ne hayatını, ne
rızkını, ne de ölümünü herhangi bir yıldızla irtibatlı kılmamıştır. (Aksini
iddia edenler) Allah hakkında yalan söyleyerek iftira ediyorlar..." [Rezîn
ilavesidir. Ancak, مَاَ
عِلم لَهُ
بِهِ (hakkında bilgisi olmayan) ibâresine kadar olan kısmı, Buhârî,
Bed'ül-Halk'da (3. bab) senetsiz olarak kaydetmiştir.][37]
AÇIKLAMA:
1-
Katâde merhum yıldızlarla ilgili bâtıl inançları reddetme sadedinde, Kur'ân âyetlerinde yıldızların
yaratılış maksadlarından zikri geçen üç tanesine temas eder:
1-
Semânın zineti (Saffat 6).
2-
Şeytana atılan taş (Mülk 5).
3-
Geceleri istikamet tayini (En'am 97).
Şüphesiz,
yıldızların yaratılış maksadı bu üç şeyle sınırlandırılamaz. Ancak bunlar
Kur'an'da zikri geçen, herkesin kolayca anlayıp kabul edeceği, münhasıran
insana bakan maslahatlardır.
2-
Bu rivayette Katâde merhumun dile getirdiği asıl mesele, yıldızlarla ilgili
batıl inançları reddetmektir. Günümüzde olduğu gibi, câhiliye devrinde de
yıldızlarla ilgili hurâfelere
inanılırdı. Bunlardan bir kısmı ferdi küfre atacak çeşittendi.
İbnu
Hacer'in kaydettiği bilgilerden bazı özetlemeler sunuyoruz: "İbnu Kuteybe
Kitâbu'l-Enva'da (Yıldızlar Kitabı) yazdığına göre... Araplar, cahiliyye
devrinde, yağmurun inmesinin yıldız vâsıtasıyla olduğuna inanırdı. Bunu
bazıları yıldızın yaratmasına bağlar, bazıları da yıldızı yağmura alâmet
kılardı. Şeriatımız onların bu sözlerini iptal etti ve bunu küfür ilân etti.
Bunu söyleyen kimse, yağmurun yağmasında yıldızın bir sun'u (yaratması)
olduğuna itikad etse bu küfür, Allah'a eş koşma küfrüdür. Ancak bunu bir
tecrübe kabilinden (yani falanca yıldızın görülmesiyle yağmurun da yağdığı
devamlı görülmüştür, öyleyse yağmur o yıldızla birlikte gelmektedir şeklinde)
söylerse bu şirk olmaz. Ancak bu söze de küfr ıtlâkı caiz olur, küfrân-ı
nimet kastedilmiş olur. Çünkü, hadisin
farklı tariklerinin hiçbirinde küfürle şükür arasında bir vasıta (üçüncü bir
vasıf) gelmemiştir. Böylece, hadiste gelen "küfür" kelimesi -söylenen
her iki durumu da içine alması için- iki mânaya
hamledilir."
Hadisin
geri kalan kısmı açıktır.[38]
ـ15ـ وعن أبى
موسى رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
النَّبىَّ #
يَقُولُ: إنَّ
اللّهَ
تَعالى خَلقَ
آدَمَ
عَلَيْهِ
السََّمُ
مِنْ
قَبْضَةٍ
قَبَضَهَا
مِنْ جَميعِ
ا‘رْضِ،
فَجَاءَ
بَنُو آدَمَ
عَلى قَدْرِ
ا‘رْضِ،
وَمِنْهُمْ:
ا‘بْيَضُ،
وَا‘حْمَرُ،
وَا‘سْوَدُ،
وَبَيْنَ
ذلِكَ،
والسّهلُ وَالحزَنُ،
والخَبِيثُ،
والطَّيِّبُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى.
15. (1698)- Ebu Mûsa (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim, şunu söyledi:
"Allah Teâla hazretleri, Âdem'i, yeryüzünün bütün (cüzler)inden almış
olduğu bir avuç topraktan yarattı. Âdem'in oğulları da arzın kısımlarına göre
vücuda geldi. Bir kısmı beyazdır, bir kısmı kızıldır, bir kısmı siyahdır.
Bunlar arasında orta (renkliler) de var. Ayrıca bir kısmı uysaldır, bir kısmı
haşindir, bir kısmı habis (kötü kalbli), bir kısmı iyi kalblidir." [Ebu
Dâvud, Sünnet 17, Tirmizî, Tefsir, Bakara, (2948).][39]
AÇIKLAMA:
1- Burada, insan ile, onun
yaratıldığı aslî kaynak olan yeryüzü arasında bir irtibat, bir kader birliği
kurulmaktadır: Beyaz, siyah, kızıl vs. şekilde farklı renkteki ırklar, rengini topraktan aldığı gibi,
uysalhaşin, iyikötü şeklindeki mânevî karakterler de vasıflarını topraktan
almaktadırlar. Çünkü toprakta bu çeşitlerin hepsi mevcuttur. Bazı âlimler, Hz.
Âdem'in altmış farklı çeşitten ve
tabiattan yaratıldığını, evladlarının da, bu sebeple farklı şekillerde
geldiğini, bu altmış rakamına uygun olması için kefarette altmış fakir
doyurmanın vâcib kılındığını söylemiştir.
2-
Bazı şârihler (Münâvî, Tîbî vs.) buradaki kabza (avuç) ile maddî, fiilî bir
avuçlama kastedilmediğini, bilakis, Allah'ın şânının yüceliğini tahayyül
ettirmek, yaratılış hakkında hissî bir temsil vermek kastedildiğini söylerler.
Ancak, bununla hakikî avuçlama kastedilmiş olabileceğini söyleyen de olmuştur.
Bunlar, "Ancak, demişlerdir, toprağı avuçlayan ölüm meleği Azrail'dir.
Avuçlama işini, Allah'ın emriyle yaptığı için, fiil Allah'a nisbet
edilmiştir." Bunlar delil olarak Sâid İbnu Mansur ve Ebu Hâtim'in Ebu
Hüreyre (radıyallâhu anh)'den kaydettikleri bir rivayeti delil gösterirler: "Allah
Teâla hazretleri, Âdem (aleyhisselam)'i yaratmak istediği zaman, arşın
hamelesinden bir meleği, arzdan toprak getirmek üzere yolladı. Ondan toprak
almak üzere eğildiği vakit, arz: "Seni gönderenin adına senden, bugün
benden cehenneme bir pay ayrılacak herhangi bir şey almamanı taleb
ediyorum" dedi. Azrail aldığını bıraktı. Rabbine döndüğü zaman durumu
haber verdi. Rabbi onu tekrar gönderdi. Arz yine aynı şeyi söyledi ise de
Azrail: "Beni gönderen, itaate daha lâyıktır, (senin talebine değil, O'nun
emrine uyacağım) deyip yeryüzünün iyi kısmından, kötü kısmından...
avuçladı..."
3-
Ulemâ, arzın habisi deyince, çorak ve tuzlu araziyi, iyisi deyince münbit
araziyi anlamıştır. Gerek arzla ve gerek insanla ilgili olan umur-u zâhirîye
müteallik -renkleri medar-ı bahs eden- ilk dört vasfı zâhiri üzere bırakıp
hakikatına hamletmiş, diğer dört vasfın
da anlaşılması için te'vili gerekir demiştir. Çünkü sonuncular ahlak-ı bâtına
ile ilgilidir.[40]
ـ16ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسول اللّه #:
لَمَّا
خَلَقَ اللّهُ
تَعالى آدَمَ
عَلَيْهِ
السََّمُ، وَنَفخَ
فِيهِ
الرُّوحَ
عَطَسَ،
فقَالَ الحَمْدُللّهِ،
فَحَمِدَ
تَعالى
بِإذْنِهِ، فقَالَ
لَهُ رَبُّهُ:
يَرْحَمُكَ
اللّهُ يَا آدَمُ،
اذْهَبْ إلى
أولَئِكَ
المََئِكَةِ إلى
مَ“ مِنْهُمْ
جُلُوسٌ
فَقُلِ:
السََّمُ عَلَيْكُمْ،
فقَالُوا:
عَلَيْكَ
السََّمُ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وَبَرَكاتُهُ،
ثُمَّ رَجَعَ
إلى رَبِّهِ
فقَالَ: إنَّ
هذِهِ
تَحِيَّتُكَ
وَتَحِيَّةُ
بَنِيكَ
وَبَيْنَهُمْ،
فقَالَ اللّهُ
تَعالى:
وَيَدَاهُ
مَقْبُوضَتَانِ:
اخْتَرْ
أيَّهُمَا
شِئْتَ.
قَالَ:
أخْتَرْتُ
يَمِينَ
رَبِّى، وَكِلْتَا
يَدَىْ
رَبِّى
يَمِينٌ
مُبَارَكَةٌ
فَبَسَطَهَا،
فإذَا فِيهَا
آدَمُ وَذُريَّتُهُ،
فقَالَ: أىْ
رَبِّ مَا
هؤَُءِ قال
هؤَءِ
ذُريَّتُكَ،
فإذَا كُلُّ
إنْسَانٍ مَكْتُوبٌ
عُمْرُهُ
بَيْنَ
عَيْنَيْهِ،
وَإذَا
فِيهِمْ
رَجُلٌ مِنْ
أضْوَئِهِمْ،
فقَالَ:
يَاربّ مَنْ
هذَا؟ فقَالَ:
ابْنُكَ
دَاوُدُ،
وَقَدْ كَتَبْتُ
لَهُ عُمْراً
أرْبَعِينَ
سَنَةً. قال:
زِدْ في
عُمُرِهِ.
قالَ: ذَلِكَ
الَّذِى كَتَبْتُ
لَهُ. قالَ:
أىْ رَبِّ،
فإنِّى قَدْ جَعَلْتُ
لَهُ مِنْ
عُمْرِى
سِتِّينَ
سَنَةً.
قَالَ: أنْتَ
وذاكَ. قَالَ:
ثُمَّ
أُسْكِنَ
آدَمُ
الجَنَّةَ
مَاشَاءَ
اللّهُ،
ثُمَّ أُهْبِطَ
مِنْهَا،
وَكَانَ
آدَمُ
عَلَيْهِ السََّمُ
يَعُدُّ
لِنَفْسِهِ،
فَأتَاهُ مَلَكُ
المَوْتِ،
فقَالَ لَهُ:
قَدْ عَجِلْتَ،
ألَيْسَ قَدْ
كُتِبَ لِى
ألْفُ
سَنَةٍ؟ قال:
بَلَى،
وَلَكِنَّكَ
جَعَلْتَ
بْنِكَ دَاودَ
مِنْهَا
سِتِّىنَ
سَنَةٍ،
فَجَحَدَ
آدَمُ،
فَجَحَدَتْ
ذريَّتُهُ،
وَنَسِىَ
فَنَسِيَتْ
ذُريَّتُهُ.
قالَ: فَمِنْ
يَوْمَئِذٍ
أُمِرَ بِالْكِتَابِ
وَالشُّهُودِ[.
أخرجه
الترمذى، وتقدم
في
تفسير سورة
ا‘عراف: بدون
هذا .
16. (1699)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâla, Hz. Âdem (aleyhisselam)'i yarattığı ve ruh üflediği zaman,
Âdem hapşırdı ve elhamdülillah diyerek, izni ile Teâla'ya hamdetti. Rabbi de
ona:
"Ey
Âdem, yerhamukallah (Allah sana rahmet etsin), (mukarreb) meleklerden şu oturan
gruba git ve "Esselâmu aleyküm" de!" dedi. (Hz. Âdem öyle yaptı.
Hitab ettiği melekler):
"Ve
aleyke'sselamu ve rahmetullahi ve berekâtuhu!" diye karşılık verdiler.
Sonra Âdem (aleyhisselam) Rabbine döndü. Rabbi ona:
"Bu
cümle senin ve evlâdlarının aralarındaki selâmlaşmadır" dedi. Allah Teâla
hazretleri, elleri kapalı olduğu halde
Âdem'e:
"Dilediğini
seç!" dedi. Hz. Âdem:
"Rabbimin
sağ elini seçtim! Rabbimin iki eli de sağdır, mübarektir" dedi. Sonra
Allahu Teâlâ hazretleri sağ elini açtı. İçinde Hz. Âdem ve onun zürriyeti(nin
emsâlleri) vardı. Hz. Âdem (aleyhisselam):
"Ay
Rabbim, bunlar nedir?" dedi. Rabb Teâla:
"Bunlar
senin zürriyetindir" dedi. Her insanın iki gözünün arasında ömrü
yazılıydı. Aralarında biri hepsinden daha parlak, daha nurlu idi. Hz. Âdem:
"Ey
Rabbim! Bu kimdir?" dedi. Rabb Telâla hazretleri:
"Bu
senin oğlun Dâvud'dur. Ben ona kırk yıllık ömür takdir ettim" dedi. Âdem
aleyhisselam:
"Ey
Rabbim onun ömrünü uzat!" talebinde bulundu. Rabb Teâla:
"Bu
ona takdir edilmiş olandır!"
deyince, Âdem:
"Ey
Rabbim, ben ona kendi ömrümden altmış senesini verdim" diye ısrar etti.
Bunun üzerine Rabb Teâla:
"Sen
ve bu (talebin berabersiniz)." buyurdu.
Sonra
Âdem cennete yerleştirildi. Allah'ın dilediği kadar orada kaldı. Sonra
cennetten (arza) indirildi. Âdem burada kendi ecelini yıl beyıl sayıp
hesaplıyordu. Derken ölüm meleği geldi. Hz. Âdem (aleyhisselam) ona:
"Acele
ettin, erken geldin. Bana bin yıl ömür takdir edilmişti!" dedi. Melek:
"İyi
ama sen oğlun Dâvud'a altmış senesini verdin" dedi. Ne var ki O bunu inkâr
etti, zürriyeti de inkâr etti; o unuttu, zürriyeti de unuttu."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ilâve etti: "O günden itibaren yazma ve şahidlik
emredildi." [Tirmizî, Tefsir, Muavvizateyn (3365). Bu hadis A'raf
sûresinin tefsirinde (612 numarada) geçti. Orada son cümle yoktur.] [41]
AÇIKLAMA:
1- Şârihler, Hz. Âdem'in, ruh
üflendiği zaman hapşırmasının sıhhatine alâmet kılındığını, onun hamdetmesinin
de sıhhatli, eksiksiz, kâmil bir yaratılışa sahip olma nimetinin gereği
olduğunu, bu nimete ancak Allah'ın lütfu ve tevfiki ile mazhar olunduğunu ifade
ettiğini belirtir.
2-
Tîbî Hz. Âdem'e Cenab-ı Hakk'ın selamlaşmayı öğretmesiyle ilgili olarak:
"Allah, geçmiş nimetlere şükrü öğrettikten, onu kâmil kudretine vâkıf
kıldıktan sonra mahlukat ile muâşeret âdâbını öğretti, böylece Hakk'ı tâzimden
sonra mahlûka karşı hüsn-i ahlâkda muvaffak oldu" der.
Mahlûkla
muâşerete selamla başlanması, selamın, karşılıklı sevgi kapısını açan bir
anahtar, kardeşlerin kalplerini te'lif eden bir sır, imana götüren bir nûr
olmasındandır.
Burada
ayrıca öğreniyoruz ki, selamlaşma en eski sünnetlerden biri, insanlığa Cenab-ı
Hakk'ın nimetlerinden ilkidir.
3-
Cenab-ı Hakk'a "el" izâfesi müteşâbihattandır. Selef bu hususta yorum
yapmamayı tercih etmiş ise de muteahhir ulemâ, Allah'ın zâtıyla ilgili bâzı
ifratkâr ve tefritkâr iddiaları bertaraf etmek için bazı te'villeri uygun
görmüştür. Buna göre, bu makamda Zât-ı İlâhiye'ye yedeyn'in (iki el)
izafesinden maksad cemâl ve celâl sıfatlarıdır. Cemâl, mutlak sağ'dır, her ne
kadar sağ, celâlde dahi varsa da. Bir diğer te'vile göre iki el ile
"kudret ve mülk", "nimet ve güzel eser" kastedilmiştir. Bir
başka açıklamaya göre bu çeşit teşbihlerde Ô"el"den maksad uzuv olan
el değil, sıfat olan el'dir. İki elin de sağ olması cûd ve keremin bolluğu,
sınırsız oluşudur vs. (27)
4-
Tîbî, Allah'ın sağ elinin açılması ve içerisinden Hz. Âdem ve evlatlarının
timsallerinin çıkmasını, "Hz. Âdem, âlem-i gaybtaki kendi ve evlatlarının
timsalini gördü" diye açıklar. Yine onun açıklamasına göre, bu vak'a
Misak'tan evvel cereyan etmiştir ve Hz. Âdem'in sağ elde görmüş oldukları
sâlihlerdir, hepsi imanları nisbetinde farklı nurlara sahiptir.
5-
Hz. Dâvud'un daha parlak bir nura sahip olması, onun en çok ağlayan peygamberlerden
olmasıyla îzah edilmiştir. Tîbî, peygamberlik, saltanat ve adaleti nefsinde
birleştirmesinden bir imtiyaz elde etmiş olabileceğini söylese de Aliyyül-Kârî
bunu mâkul bulamaz. "Hz. Süleyman da saltanat sahibi idi. Saltanat tek
başına ______________(27) Aliyyü'l-Kari, Mirkât'da yedeyn'le ilgili geniş
açıklama sunar.bir nur değil, bilakis zulmânî bir hicabtır" dedikten
sonra: "Bu sebeple Hz. Süleyman, cennete peygamberlerden beş yüz yıl sonra
girecek. Keza Abdurrahman İbnu Avf (radıyallâhu anh) da -saltanata benzeyen-
çok mala sahip olduğu için fakir Muhacirler'den beş yüz yıl sonra cennete
girecektir" der.
6-
Hz. Dâvud (aleyhisselam)'un kırk yıllık ömrünü Hz. Âdem'in az bularak
uzatılmasını taleb etmesi meselesine gelince: Aliyyü'l-Kârî, rivâyetlerin Hz.
Dâvud'a bidayetten kırk yıl ömür takdir edilmiş olmasına rağmen Hz. Âdem
(aleyhisselam)'in duası üzerine ömrünün artırıldığını, rivâyetin Hz. Âdem'in
duâsının kabul gördüğüne de bir delil olduğunu belirtir.
Buradan
hareketle, ömrün, bâzan muallak olduğunu, bu ömr-ü muallakın artabileceğini
söyleyen Aliyyü'l-Kârî bu meseleye âyetten ve hadisten delil kaydeder:
".Ömrü uzatılana çok ömür verilmesi, (kısaltılanın) ömründen eksiltilmesi
de hâriç olmamak üzere (hepsi bir kitapta yazılıdır. Bu Allah'a kolaydır"
(Fâtır 11). Hadisten de "sadakanın, ömrü uzatacağına" dair rivâyeti
hatırlatır.
7-
Hz. Âdem'in, "Ömrümden altmış yıl verdim" demesi, Allah nezdinde bir
duadır. Yani Hz. Dâvud'un ömrünün artırılması talebtir. Zîra, insanların ömrünü
artırma güç ve yetkisi kimseye verilmemiştir, bu Allah'a mahsus bir
keyfiyettir. Öyle ise Hz. Âdem'in "altmış yıl kendi ömrümden verdim"
demesi, onun ömrünün altmış yıl uzatılması için Cenab-ı Hakk'a yaptığı duayı
ifade eder.
8-
Hz. Âdem'e ölüm meleğinin gelişini, şârihler: "Dokuz yüz kırk yaşındayken,
imtihan için" diye tasrih ederler. Rivâyet, Hz. Âdem'in, ömrünü bin yıl
bilerek, yıl beyıl sayıp hesapladığını açık olarak belirtir. Daha altmış yıl
ömrü olduğunu hesaplarken ölüm meleğinin ziyâret etmesi Hz. Âdem (aleyhisselam)'i
biraz şaşırtmış olmalı ki: "Vaktinden önce geldin!" demiştir.
Rivâyet
Hz. Âdem'in, ömründen altmış yılı Hz. Dâvud'a vermiş olduğunu unuttuğunu, evlâd
babanın tinetinden olduğu için, zürriyetinin de önceden verdiği sözü unuttuğunu
belirtiyor. Hz. Âdem'in bu meseledeki inkârı, kasdî bir inkâr değildir.
Unutması, ona meşru bir özür olmaktadır. Hz. Âdem (aleyhisselam)'in
unutkanlığını tescîl eden şu âyet de var: "Andolsun biz bundan evvel
Âdem'e de vahy (ve emretmişiz)dir. Fakat unuttu o. Biz onda bir azim bulmadık"
(Tâ-Hâ 115). Ancak, bu âyette, Hz. Âdem'in yasak ağaçtan yememe emrini unuttuğu
kastedilmiştir.
9-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın son cümlesi, hukukun tesbîtinde
dâvaların yazılması, şâhidlerin
dinlenmesi meselesinin ehemmiyetine, eskiliğine parmak basmaktadır.[42]
ـ17ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
خُلِقَتِ
المََئِكَةُ
مِنْ نُورٍ،
وَخُلِقَ
الجَانُّ
مِنْ مَارِجٍ
مِنْ
نَارٍ)ـ1(،
وَخُلِقَ
آدَمُ مِمَّا
وُصِفَ لَكُمْ[.
أخرجه مسلم .
17. (1700)- Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Melekler nurdan yaratıldılar, cinler dumanlı bir alevden yaratıldılar.
Âdem de size vasfı yapılandan yaratıldı." [Müslim, Zühd 60, (2996).][43]
AÇIKLAMA:
Hadis-i
şerif, yaratılışla ilgili farklı âyetlerde gelen bazı açıklamaları topluca
ifâde etmektedir.
Dikkatimizi
çeken husus, ruhânî varlık olarak bildiğimiz cin ve meleğin daha yaratılışta
farklı asıllara dayanmasıdır. Melek nurdandır, cinler dumanlı alevdendir.
Bugün, ilim hâlâ nurun mâhiyetini kesin bir dille çözememiştir. Bir zamanlar
zann-ı gâlible ifâde edildiği gibi fizikî bir dalga mıdır, yoksa şimdilerde
zannedildiği üzere foton denen parçacıklar mıdır?
Keza
dumanlı alevle, nur arasında birleşme ve ayrılma noktaları nelerdir? Bunlar
henüz ilmen kesinlik kazanmamış hususlardır. Daha mükemmel bilgi sahibi
olduğumuz husûs, insanın fizikî aslı olan topraktır.
Diğer
taraftan melekler, şuur sahibi fakat nefsi olmayan varlıklardır. Hangi vazîfe
üzerine yaratılmışlarsa onu eda ederler, itaatsizlikleri mevzubahis olamaz.
Evlenmeleri, çoğalmaları yoktur. Cinlerde nefis vardır, dolayısıyla itaat ve
isyanları mevzubahistir. Evlenirler, çoğalırlar, onlar da insanlar gibi
ölürler. Melek de, cin de insanlara gözükmezler, latif, ruhânî varlıklardır. Cinlerle
görüşme, onlardan haber alma gibi meselelere daha önce temas ettiğimiz için
burada tekrar etmeyeceğiz. 844. hadise bakın).[44]
ـ18ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]َ وَاللّهِ
مَا قَالَ
النَّبىُّ #
لِعِيسَى
______________)ـ1(
مارج النار:
لهبها
المختلط
بسوادها.
أحْمَرُ،
وَلَكِنْ
قَالَ:
بَيْنَمَا
أنَا نَائِمٌ
رأيْتُنِى
أطُوفُ
بِالْبَيْتِ،
فإذَا رَجُلٌ
آدَمُ
سَبِطُ)ـ2(
الشَّعْرِ
يَهَادَى
بَيْنَ
رَجُلَيْنِ
يَنْطُفُ)ـ3(
رأسُهُ مَاءً،
أوْ
يَهْرَاقُ
مَاءَ.
فقُلْتُ: مَنْ
هَذَا؟
قالُوا: ابْنُ
مَرْيَمَ،
فَذَهَبْتُ
ألْتَفِتُ،
فإذَا رَجُلٌ
أحْمَرُ
جَسِيمٌ
جَعْدُ
الشعْرِ)ـ1(
أعْوَرُ عَيْنِهِ
الْيُمْنَى
كَأنَّ
عَيْنَهُ
عِنَبَةٌ
طَافِيَةٌ.
قُلْتُ: مَنْ
هذَا؟ قالُوا:
الدَّجَّالُ،
وَأقْرَبُ
النَّاسِ
بِهِ شَبَهَاً
ابْنُ
قَطَنٍ[.قال
الزهرى:
رَجُلٌ مِنْ خُزَاعةَ
هَلكَ في
الجَاهِلِيّةِ.
أخرجه الثثة،
ولم يخرج مسلم
قول الزهرى .
18. (1701)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Hayır, Allah'a kasem olsun Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Hz. İsa'nın kızıl çehreli olduğunu söylemedi. Ancak şunu söyledi:
"Ben bir keresinde uyumuştum. Rüyamda Beytullah'ı tavaf ediyordum. O
sırada düz saçlı, kumral benizli, başından su akar vaziyette iki kişiye dayanıp
ortalarında gitmekte olan birisini gördüm.
"Bu
kim?" dedim.
"Meryem'in
oğlu!" dediler.
Bunun
üzerine daha yakından görmek için ilerledim. Kızıl, iri, kıvırcık saçlı, sağ
gözü kör, gözü üzüm gibi pertlek bir adam daha vardı.
"Bu
kim?" dedim.
"Bu,
Deccâl!" dediler.
İnsanlardan
en çok ona benzeyeni İbnu Katan'dı."
Zührî
der ki: "İbnu Katan, câhiliye devrinde vefat eden Huzâalı bir
kimseydi." [Buhârî, Ta'bi 33, 11, Enbiya, 42, Libâs 68, Fiten 26, Müslim,
İmam 275, (169); Muvatta, Sıfatu'n-Nebi 2, (2, 920).][45]
______________)ـ1(
السبط من
الشعر:
المنبسط
المسترسل.)ـ2(
نطف راسه: أي
سال. )ـ3( الجعد
من الشعر
المعقد غير
المسترسل.
ـ19ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #:
عُرِضَ
عَلىَّ
ا‘نْبِيَاءُ
عَلَيْهِمُ
السََّمُ،
فإذَا مُوسى
عَلَيْهِ السََّمُ
ضَرْبٌ مِنَ
الرِّجَالِ)ـ2(
كَأنّهُ مِنْ
رِجَالِ
شَنُوءَةَ،
وََرَأيْتُ عيسى
ابْنَ
مَرْيَمَ
عَلَيْهِ
السََّمُ، فإذَا
أقْرَبُ مَنْ
رَأيْتُ بِهِ
شَبَهاً
عُرْوَةُ
بْنُ
مَسْعُودٍ،
وَرَأيْتُ
إبْرَاهِيمَ عَلَيْهِ
السََّمُ،
فإذَا
أقْرَبُ مَنْ
رأيْتُ بِهِ
شَبَهَا
صَاحِبُكُمْ،
يَعْنِى نَفْسَهُ،
وَرأيْتُ
جِبْرِيلَ
عَلَيْهِ السََّمُ،
فإذَا
أقْرَبُ مَنْ
رأيْتُ بِهِ
شَبَهاً
دِحْيَةُ ابْنُ
خِليفَةَ[.
أخرجه مسلم
والترمذى .
19. (1702)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana
geçmiş peygamberler (aleyhimusselam) arzedildiler. Hz. Musa zayıfca bir
erkekti. Sanki Şenûe kabilesinden (uzun boylu) birine benziyordu. Hz. İsa
(aleyhisselâm)'yı da gördüm, gördüklerim içinde ona en çok benzeyen Urve İbnu
Mes'ûd idi. Hz. İbrahim (aleyhisselâm)'i de gördüm, gördüklerim arasında ona en
çok benzeyen, arkadaşınızdı -yani kendisini kastediyor- Hz. Cebrail
(aleyhisselam)'i de gördüm. Gördüklerimden ona en ziyâde benzeyen Dıhye İbnu
Halîfe idi." [Müslim, İmam 271, (167); Menâkıb 27, (3651).][46]
AÇIKLAMA:
1-
Peygamberlerin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e arzı, iki yerde vâki
olmuş olabilir;
a.
İsra (Mirac) gecesi Mescid-i Aksa'da,
b.
Yine Mirac sırasında semâvatta.
Her
iki ihtimâli te'yid eden rivâyetler mevcuttur. Ulemâ umûmiyetle bunun Mîrac
gecesinde cereyan ettiğini benimser. Kadı İyaz "Peygamberleri vasfeden
rivâyetlerin çoğu, peygamberleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Mirac
gecesinde gördüğüne delâlet eder" der.
3-
Şenûe, Yemen taraflarında bir kabiledir, insanlarının uzun boylu olduğu
belirtilmektedir. Hz. Musa onlardan bir adama benzediğine göre, öncelikle uzun
boylu olmalıdır.______________)ـ1(
الضرب من
الرجال:
الحفيف اللحم
المستدق الممشوق.
4- Cebrail'in benzetildiği Dıhye
İbnu Halîfe, Ashab'tan yakışıklılığı ile meşhur olan bir zattır. Cebrail birkaç
kere onun sûretinde görünmüştür.
5-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. İbrâhim (aleyhisselam)'i de en ziyade
kendisine benzetmiştir.[47]
ـ20ـ وعن سمرة
بن جندب
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #: سَامٌ
أبُو
الْعَرَبِ، وَيَافِثٌ
أبُو
الرُّومِ،
وَحامٌ أبُو
الحَبَشِ[.
أخرجه
الترمذى .
20. (1703)- Semure İbnu Cündüb (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Sâm, Arapların babasıdır. Yâfes, Rumların babasıdır. Hâm Habeşîlerin
babasıdır." [Tirmizî, Tefsîr, Sâffât, (3229), Menâkıb, (3927).][48]
AÇIKLAMA:
1-
Sâm, Yâfes ve Hâm, Hz. Nuh (aleyhisselam)'un üç oğlunun adıdır. İbnu Asâkir'in
bir rivâyetinde Sâm'ın Arap, Fars, Rum, Mısır ve Şâm ehlinin babası; Yâfes'in
Hazreç ile Ye'cüc ve Me'cüc'ün babası, Hâm'ın da siyahîlerin babası olduğu
ifâde edilmiştir.
İbnu Cerîr’in söylediğine göre, rivâyet edilmiştir
ki: “Nuh (aleyhisselam), Sâm için dua ederek peygamberlerin onun soyundan
gelmesini, Yafes için dua ederek kralların onun soyundan gelmesini, Hâm’a da
beddua ederek renginin değişmesini, evlâdlarının köle olmasını dilemiş, ancak
sonradan Hâm’a acıyarak diğer iki kardeşinden merhamet görmesi için dua
etmiştir. Cd de yoktu.
Saîd
İbnu'l-Müseyyeb de şunu söylemiştir: "Hz. Nuh (aleyhisselam)' un çocukları
üçtür: Sâm, Yâfes, ve Hâm. Bunlardan her birinin çocukları da üçtür: Sâm'ın
çocukları: Arap, Fars ve Rûm'dur. Yâfes'in çocukları Türk, Sakâlibe (Slav) ve
Ye'cüc, Me'cüc'dür. Hâm'ın çocukları Kıbtîler (Mısır'ın yerli halkı),
Sudanlılar ve Berberîlerdir." Vehb İbnu Münebbih' ten de benzer bir
rivâyet yapılmıştır.[49]
ـ21ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قال رسول
اللّه #: إنَّ
زَكَرِيَّا
كانَ
نَجَّاراً[.
أخرجه مسلم.
21. (1704)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Zekeriyya (aleyhisselam) marangoz idi." [Müslim, Fedâil 169,
(2379).][50]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde: "En temiz kazanç kişinin eliyle
kazandığıdır"' buyurmuştur. Bir diğer hadis aynı mânayı daha da
vurgular: "Hiç kimse, eliyle
kazandığından daha hayırlı bir taam yememiştir. Allah'ın nebîsi Dâvud
(aleyhisselam), elinin emeğini yerdi."
Sadedinde
olduğumuz hadis, Hz. Zekeriyya (aleyhisselam)'nın elinin kazancını yediğini;
mesleğinin doğramacılık da denen marangozluk olduğunu belirtmektedir. Bu halde
çalışarak kazanç temini, peygamberlerin sünnetidir.
Bu
durumda dinimiz, kazanç için bedenen çalışmayı tecviz etmekle kalmıyor, ona
teşvik de ediyor. Bu maksadla büyük peygamberlerin fiilen çalışmak sûretiyle
kazanç temin ettiklerini örnek olarak gösteriyor. Resûlullah (aleyhissâlatu
vesselâm)'ın bir hadisini daha hatırlatmakta fayda var:
مَنْ
بَاتَ كََّ
مِنْ
عَمَلِهِ
بَاتَ
مَغْفُورًا
لَهُ
"Kim günlük çalışma
sebebiyle geceyi yorgun geçirmişse, Allah'ın mağfiretine ermiş olarak
sabahlar."
Şunu
da kaydedelim: Temel kazanç yolu üç kabul edilmiştir: Ziraat, zanaat, ticâret.
Ebu Hanife ticâretin efdal olduğunu söylemiştir. Mâverdî ziraatin efdal
olduğuna hükmetmiştir. Nevevî, elle yapılan ziraatin iki fazîleti (ziraat ve
elle çalışma fazîletleri) de birleştireceğini söyler.
Daha
fazla açıklama Kesb'le ilgili bölümde (5162-5202. hadisler) gelecek. [51]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/358-359.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/359-360.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/360.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/361.
[5] Bu rivâyette geçmese de başlıca açıklamalara dayanan âlimler, Arş'dan sonra Kürsî'nin yaratıldığını belirtirler. Şunu da belirtelim: Bir kısım hadîslere dayanan ulemâ, semâvat ve arzdan önce kalemin yaratıldığını belirtir. Öyleyse yaratılış sırayla şöyle olmuştur. Su, Arş, kalem, Kürsî, semâvat ve arz. (Allahu alem bi's-sevap).
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/361-362.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/362-364.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/364.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/364-365.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/365.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/365-266.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/366.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/366-367.
[14] Sınnak: Hayvan tırnağı demektir.
[15] Kelimenin aslı olan revâyâ, "su taşımada
kullanılan develer" demektir.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/368-369.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/369-372.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/372.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/372.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/373.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/373-374.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/374-377.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/377-380.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/380-382.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/383.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/383-384.
[27] Buradaki gün, bir başka âyette (Hacc 47) bizim bin
yılımıza denk olduğu belirtilen "İlahî gün" olmalıdır. (Allahu âlem)
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/384.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/385.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/385-386.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/386.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/386.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/387.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/387-388.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/388.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/388-390.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/390.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/390-391.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/392.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/392-393.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/393-394.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/395-397.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/397.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/397.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/398.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/399.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/399-400.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/400.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/400.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/400.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/401.