CAMİÜ’S-SAĞİR.. 1

Takdim.. 1

Giriş. 2

 

 

 

 

 

CAMİÜ’S-SAĞİR

 

Takdim

 

Bir Müslüman için hayatta en önemli mesele, Allah'ın sevgisini ve rı­zâsını kazanmaktır, Müslüman, hayatını bu çerçevede düzenler; yaptı­ğını veya yapmadığını bu düşünce içerisinde yapar.

Allah'ın sevgisini ve rızâsın^kazanmanın yolu ise Resûlullahı örnek edinmekten geçer. Bu gerçeğe Âl-i îmran Sûresinin 31. âyetinde dikkat çekilerek, "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merha­met edicidir" buyurulmaktadır.

Allah Resulüne uymak için ise, onu çok iyi tanımak, hayatını, sünne­tini, hadîslerini çok iyi bilmek gerekir. Resûlullahın söz ve davranışları­nı anlatan sünneti ve hadîs-i şerifleri bu bakımdan büyük bir mânâ ifade eder.

Resûlullahı (a.s.m.) iyi tanımadan mükemmel bir insanlık sergilemek ve iyi bir İslâmî hayat yaşamak da mümkün değildir.

Resûlullahın (a.s.m.) hadîslerini ihtiva eden başta Kütüb-ü Sitte ol­mak üzere birçok hadîs kitapları yazılmıştır. İslâm âlimleri canhıraş bir gayretle şehir şehir dolaşmış, Resûlullahın hadîslerini bir araya topla­mış, ümmet-i Muhammed'in istifadesine sunmuşlardır.

Elinizdeki hadis kitabı ise Resûlullahı yetmiş defa uyanıkken gören büyük İslâm âlimi Celaleddin Suyutî tarafından derlenen Câmiü's-Sağîr'in meşhur şerhlerinden birisi olan Feyzü'l-Kadîr esas alınarak tercüme ve şerh edilmiştir. Bu haliyle eser yaklaşık 5000 kadar hadîs-i şerifi ihtiva etmektedir. Üç cildlik bu eserde, bilhassa günümüz meşele­rine bakan hususlardaki hadîslere şerhler yapılmıştır. Ayrıca îman, ah­lâk, fazilet ve sosyal hayatla ilgili hadîslere daha çok yer verilmiştir.

Ümit ediyoruz ki, her Müslümanin evinde başucu kitabı olabilecek ahiyetteki bu eseri okudukça düşünecek, düşündükçe duygulanacak, niden hayatınıza bir yön ve şekil verme ihtiyacını duyacak, Müslü-an ve Resûlullaha ümmet olmanın hazzını yaşayacaksınız.

Yeni Asya Neşriyat olarak bu eseri yayınlamakla büyük bir boşluğu ldurduğumuza inanıyoruz.

Yeni Asya Neşriyatı[1]

 

Giriş

 

Yaşlı dünyamız insanları misafir etmeye başladığından bu yana birçok inkılâplara, değişikliklere sahne oldu. Ruh dünyası kararan, nereden gelip nereye gittiğini unutan, fıtratına yakışmayan bir yaşayış içine gi­ren, karanlıklara gömülen insanlık, kendini birçok kereler izdırap cen­deresinde buldu. Ondan kurtulabilmek için dünyasında inkılâp yapa­cak, ellerinden tutup huzur ve saadete çıkaracak yol göstericileri arayıp durdu. İşte Allah tarafından gönderilen yüz bini aşkın peygamber, bu ihtiyaca bir cevaptan ibarettir.

Altıncı yüzyıl ise bu ihtiyacı fazlasıyla duymaya başladı. Çünkü in­sanlığın ekseriyeti yoldan çıkmış, ruhsuzlaşmış, gâyesizlik ve başıboşlu­ğun sersemliğiyle ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Tüyleri ürperten, vicdanları sızlatan, kalplere kan ağlatan nice davranışlar normal hâdi­seler sırasına girmişti. Manzara şairin, "Buhran içindeydi, bugünden de beterdi,/ Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;/ Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi" dediği kadar korkunçtu. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, hiçyere kabilelere baskınlar düzenlenip insanlar öldürülü­yor, esirler de köleleştiriliyordu. Kölenin ise hayat hakkı yoktu. Sahibi satabilir, öldürebilir, kimse de hesap sormazdı. Kumar, içki, faiz; her türlü ahlâksızlık alabildiğine yaygınlaşmış, normal, hatta övülen hâdi­seler haline gelmişti. Daha kötüsü, insanlar yerleri, gökleri ve kendileri­ni yaratan Yüce Allah'ı unutmuş, cansız taş ve tahta parçalarından yap­tıkları putlardan medet umacak  kadar kendilerini  kaybetmişlerdi.

Sapık inanç ve âdetlere körü körüne bağlanmışlardı. Böylesine bataklı­ğa gömülmüş, düşüncesiz ve duygusuz hale gelmiş, akıl ve vicdandan yoksunlaşmış insanlık iç ve dış dünyâlarını aydınlatacak, doğru yolu gösterecek, inançsızlığın ve kötülüklerin verdiği bunalımlardan kurtara­cak bir rehberi bütün halleriyle dört gözle bekliyordu.

Cenâb-ı Hak, insanları fazla bekletmedi. Resûl-ü Ekremini (a.s.m.) gönderdi. O, her türlü engele rağmen, bütün gücüyle hakikatleri anlata­cak, insanları çirkef hayattan kurtarmaya çalışacaktı. İşi zordu şüphe­siz. İnsanların sadece birkaç alışkanlık ve âdetini değil, tepeden tırnağa bütün huylarını değiştirecek, bütün duygu ve kabiliyetlerini geliştirip inkişaf ettirecekti. Halbuki, tarihte en büyük dâhiler bile ancak bir veya birkaç hissi, istidadı veya seciyeyi—o da ancak birkaç kişi veya küçük bir grup insanda—geliştirebilmiş ve harekete getirebilmiştir. Vazifesi, gerçekten ağırdı. Çünkü dünya, kurulduğundan bu yana böylesine hiç bozulmamıştı. O bozuk ve vahşi insanları sadece o günün dünyasının değil, bütün çağların en medeni insanları haline getirecekti. İnsanları korku, tehdit ve hilelerle yanıltmak, yönlendirmek mümkündü. Ama te­siri uzun sürmez, geçici ve sathî olurdu. Bu hem onun yaratılışına, hem de vazife anlayışına zıttı.

O, kalblerin derinliklerine nüfuz edecek, akıllara hitap edecek, en in­ce hisleri heyecana getirecek, kabiliyetleri filizlendirecek, kötü huyları söküp atacak, ruh ve nefislerini terbiye edecek, eğitecekti.

İşte Allah Resulü bu çetin görevle baş bacaydı. Allah'a dayanıp, gü­vendi, "Bismillah" dedi, yola çıktı. Sonunda, Rabbi onu muvaffak kıldı. Işık tuttu, yol gösterdi. Faydası, zararı olmayan putların ilâh olamaya­cağını, âlemlerin Yaratıcısının bir olduğunu ilân etti. Kalblere ve akılla­ra tevhid inancını nakşetti. İnsanlığı yüzyıllardır merak ve dehşete dü­şüren "Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorularının cevabını en ikna edici bir şekilde verdi. Ruhlar âleminden geldiğimizi, ebedî âlemin yolcusu olduğumuzu, dünyada imtihan için bulunduğumu­zu anlattı. Onun getirdiği nur ile insan hiçlikten kurtuldu, gerçek değe­rini buldu, yaratıkların efendisi, yeryüzünün halifesi oldu. Herşey onun getirdiği hakikatle aydınlandı, mânâ kazandı. Lüzumsuz, cansız, ruhsuz ve ölü sanılan kâinat birdenbire canlandı. Birbirine düşman yaratıklar dost ve kardeş oldu. Ayrılık ve yokluğun sillesini yiyen canlılar rahat bir nefes aldı. Kâinat bir matemhâne olmaktan kurtuldu, zikirhâneye dön­dü. Herbir yaratık vazifeli birer memur oldu. Böylece kâinatın çok ma­nâlı, sanatlı, İlâhî bir eser olduğu anlaşıldı.

Kâinat aradığını bulmuştu. İnsanlık sevgilisine kavuşmuştu. Onun için de, onu gönül tahtına oturttu.

O yüce Resul, engin şefkatiyle bu dünyada mesut bir hayatın nasıl yaşanabileceğinin, bu kısacık dünya hayatında nasıl ebedî bir hayat ka­zanılabileceğinin yollarını gösterdi. Herşeyden önce yaşayışıyla da bunu sergiledi. Her dakikasını, her saniyesini "Emrolunduğun gibi dos doğru ol" (Hûd Sûresi, 112.) İlâhî emri gereğince, istikâmet üzere geçirdi; bir an için olsun doğru yoldan ayrılmadı, ifrat ve tefrite düşmedi. Kur'ân ahlâkına büründü, emrettiklerini harfîyyen yaşadı, yasakladıklarından kaçındı. Hz. Aişe, "Onun ahlâkı Kur'ân'dır" buyururken bu gerçeği dile getirmişti. Bunun için de Kur'ân'm, "Şüphesiz sen en güzel ahlâk üze­rindesin" (Kalem Sûresi, 4.) iltifatına mazhar olmuştu. Çünkü ona en güzel hasletleri Allah vermiş, onu insanlığa örnek ve model yapmış, o güzel hasletlerin başkalarında da görünmesini istemiş ve şöyle buyur­muştur: "And olsun ki, Resûlullahda sizin için, Allah'a ve Âhiret gününe kavuşmayı ümit edenler ve Allah'ı çokça ananlar için en güzel örnekler vardır." (Ahzab Sûresi, 21.) Başka bir âyetinde de, "Peygamber size neyi getirdiyse alınız, neyi yasaklamışsa ondan sakınınız" (Haşir Sûresi, 7.) ferman etmiştir.

Rabbimiz, Kur'ân'ın gösterdiği ahlâk esaslarını en güzel bir şekilde yaşayan, o ahlâk üzerine yaratılan, Allah'a olan îmanı, ibâdeti, bağlılığı, şükrü, ciddiyet ve kararlılığıyla, dostlarının sevgisini, düşmanlarının takdirini kazanan o büyük insanı, meşhur ve mümtaz zatı örnek edin­memizi emrediyor. "O kendiliğinden konuşmaz. Ancak vahyedileni söy­ler" (Necm Sûresi, 3, 4) buyurmak suretiyle de, onu dinlemenin, emirle­rine uymanın ne derece gerekli olduğuna dikkat çekiyor. Biz de ona uymak, yolundan gitmekle mükellefiz. İnsanın dünyaya gönderiliş gayelerinin en önemlilerinden birisinin Allah'ı sevmek olduğu düşünü­lürse, yine ona uymanın gerektiğini anlarız. Çünkü Allah'ı sevmenin yo­lu Resûlullaha tâbi olmaktan geçer. Allah'ı sevmek, Onun razı olacağı işleri yapmak demektir. Onun razı olduğu işleri ise en güzel bir şekilde Resûlullah göstermiştir. O halde Allah adına sevilmeye, tâbi olunmaya en lâyık olan da odur. Nitekim, "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...." mealindeki Âl-i İmran Sûresinin 31. âyeti bi­ze şu mesajı vermektedir:

"Eğer Allah'ı seviyorsanız, Resûlullahı da seveceksiniz. Eğer Allah'ı seviyorsanız, elbette Onun sevdiği tarzı yapacaksınız. Onun sevdiği tarz ise; Onun sevdiği zâta benzemektir. Ona benzemek, bütün söz ve davra­nışlarında ona uymak demektir. Ne zaman ki, ona uyarsınız, işte o za­man Allah sizi sever. Eğer ona benzemez, uymaya çalışmazsanız, Al­lah'a gerçek sevginiz yok demektir."

Görüldüğü gibi, Allah sevgisi Resûîullaha (a.s.m.) uymaktan geçiyor. Cenâb-ı Hakka îman eden elbette Ona itaat edecektir. Ona itaat yolları­nın en makbulü, en doğrusu ve en kısası Resûlullahın (a.s.m.) yaşadığı, takip ettiği ve gösterdiği yoldur.

Resûlullahın yoluna, yaşayışına Sünnet diyoruz. Sünnet-i Senİyye de­nilince onun sözleri, davranışları ve başkalarının yapıp da onun hoş kar­şıladığı şeyler hatıra gelir. Resûlullahın (a.s.m.) sözlerine kavli, davra­nışlarına fiilî, diğerlerine de takriri Sünnet denir. Sünnetin yazılı şekli de hadistir. Her ikisi hemen hemen eş mânâda kullanılırlar.

Bu mânâda Sünnet, îslâmın ana kaynaklarından biridir. Vahye daya­nır ve Kur'ân'daıı sonra ilk sırayı alır. Resûlullahın Veda Hutbesindeki, "Sîze iki şey bırakıyorum. Onlara sim sıkı sarıldıkça yolunuzu şaşırmaz­sınız. Bunlardan biri Allah'ın kitabı Kur'ân'i Kerim, diğeri de Sünnetim-dir"[2] ifadelerinde de bu gerçek anlatılmıştır.

Peygamberimiz bir hadislerinde de şöyle buyurmuşlardır: "Bana Kur'ân ve bir o kadarı daha [Sünnet] verildi. Yakında karnı tok, koltu­ğuna kurulmuş birisi, 'Size Kur'ân yeter. Onda neyi helal bulursanız, onu helâl kabul ediniz. Onda neyi haram bulursanız onu da haram bili­niz' diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah Resulünün haram kıldığı da Al­lah'ın haram kıldığı gibidir."[3]

O halde, Sünneti Kur'ân'Ia birlikte ele almalı, ona Kur'ân kadar muhtaç olduğumuzu unutmamalıyız. Kur'ân hem Rabbimize, hem de di­ğer insanlara karşı bize vazifelerimizi anlatmakta; inanç, ibadet, ahlâk, fert, aile, toplum ve millet hayatıyla ilgili her hususa yer vermektedir. Şu var ki, bunları bir bütün ve esaslar halinde vermiş, zaman zaman kı­sa ve derin ifâdeler kullanmıştır. İşte Sünnet, o kısaca belirtilen derin, gizli, mecaz ve kinayeli olarak anlatılan mânâları açıklığa kavuştur­makta ve yorumlamaktadır. Onun içindir ki, Kur'ân'ı ilk açıklayan mü-fessir, Resûlullahtır (a.s.m.). Peygamberlik vazifelerinden biri de zâten budur. Örnek vermek gerekirse Kur'ân'da kısaca anlatılan beş vakit na­maz, oruç ve zekât gibi ibâdetlerdeki ayrıntıları bize Resûlullah (a.s.m.) açıklamıştır. Sahabîler Kur'ân'da açık bir hüküm bulamadıklarında ve­ya anlaşılması güç bir meseleyle karşılaştıklarında Peygamberimize ge­lir, sorup öğrenirlerdi. Meselâ bir gün oruçlu bir Şahabı unutarak yiyip içmiş,   orucunun  bozulup  bozulmadığını   öğrenmek  için  Resûîullaha (a.s.m.) gelmişti. O da, "Bir kimse oruçluyken unutup da yer içerse, oru­cunu tutmaya devam etsin, tamamlasın. Çünkü ona Allah yedirmiş ve İçirmiştir" buyurarak, orucunun bozulmayacağını bildirmiştir. Bunun gibi namaz vakitlerinin ne zaman başlayacağı, nasıl kılınacakları, na­mazı bozan şeylerin neler olduğu gibi hususlara açıklık getiren, teferru­atıyla gösteren, "Benden gördüğünüz gibi namaz kılın" buyuran ve biz­zat gösteren Peygamberimiz (a.s.m.) olmuştur. Yine Kur'ân, bir âyetinde içkinin haram olduğunu bildirmiş, fakat teferruatına girmemiştir. Resûlullah (a.s.m.) ise, "Çoğu sarhoş eden şeyin, azı da haramdır," "Her arhoş edici şey haramdır" gibi hadisleriyle bu meseleyi açık açık izah etmişlerdir. Bu ve bunlara benzer farz, helâl, haram gibi birçok mesele vardır ki, Peygamberimiz (a.s.m.) tarafından belirlenmiş, izaha kavuştu­rulmuştur

O halde, birşeyi Resûlullah (a.s.m.) söylüyor, emrediyor veya yasaklı­yorsa onun doğru, gerçek ve hak olduğu ve uyulması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Çünkü o bütün bunları Allah'tan almakta, Onun vah-yiyle kavramakta, ona göre bildirmekte ve hareket etmektedir.

Hüküm bakımından Sünnetin kısımları vardır. Bir kısmı vardır ki uyulması mecburîdir, terk edilmez. Beş vakit namaz kılmak ve Rama-zan'da oruç tutmak gibi. Şeâir olarak ifâde edilen tslâmın işaret ve sem­bolü olmuş Sünnetler ise umumî hukuk gibi cemiyete âit ibadetlerdir. Şahsî farzlardan daha üstündürler. Riya söz konusu olmaz. Mutlaka ya­pılmalıdır—Ezân-ı Muhammedi gibi. Bir kısım Sünnetler de vardır ki nafile cinsindendir. Bunlar ibâdet ve âdâb olmak üzere iki kısma ayrılır­lar, ibâdetle ilgili olanlara beş vakit namazın sünnetleri misâl olarak verilebilir. Bunların yapılmasında büyük sevap vardır. Âdabla ilgili Sünnetlere misâl olarak da suyu üç yudumda içmek; uyurken abdestli ve sağ tarafına yatmak verilebilir. Âdap denilen bu sünnetlere uyma­mak, onların nurundan ve sevabından uzak kalmak ve hakiki edepten istifade etmemek demektir. İnsan yaşayabilmek için yiyip içecek, alış veriş yapacak, yürüyecek, gezecek, yatıp kalkacaktır. Bu günlük âdet ve hareketleri Resûlullahın (a.s.m.) âdâb ve Sünnetine uygun olarak yaptı­ğı takdirde değer kazanacak, sevaba dönüşecektir. Meselâ, yemekten önce ve sonra ellerini yıkayan kimse bu hareketini, Sünnet olduğunu düşünerek yaparsa, hareketini ibâdete dönüştürür. O halde "Sünnet-i Seniyyeye ittibayı [uymayı] kendine âdet eden, âdâtını [âdetlerini] ibâ­dete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevapdar yapabilir. " [4] Evet, Sünnet-i Seniyyeye uyan kimse fani ömür daki­kalarını bakîleştirir, sonsuz saadeti kazanır.

Sünnet, her türlü güzellik, iyilik ve mükemmelliğin madeni ve men-bâıdır. O bir ışıktır, iksirdir. "Sünnet nur isteyenlere kâfidir. Hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur."[5]

Sünnetin hiçbir meselesi yoktur ki, birçok hikmetleri ve faydaları bu­lunmasın. O aklın, ruhun, kalbin, sosyal yara ve hastalıkların ilâcıdır. Hakikat ışığıdır, hayat kaynağıdır.

"Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hatta küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli bir pusula gibi hadsiz zararlı, zulü-matlı yollar içinde birer düğme hükmünde"dir.[6]

Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın "[7] Çünkü Resûlullahı (a.s.m.) Allah terbiye etmiş, en güzel bir biçimde eğitmiş, edebin en güzelini ihsan et­miş, bütününü onda toplamıştır. Onun Sünnetine uymayan kimse edebi terk etmiş olur. Edebi terk eden de Cenâb-i Hakkın lütfundan mahrum kalmış olur ve büyük zarar eder.

Sünnet-i Seniyyeye uymanın önemi büyüktür ve kuvvetli bir imânın ifadesidir. Bilhassa İslama ters düşen âdet ve geleneklerin ortalığı kap­ladığı, insanların yoldan çıktığı günümüzde Sünnete uymak daha büyük bir önem taşır ve kuvvetli biri îmanı gerektirir. İnsanı Allah'ın sevdiği bir kul haline getirir. Peygamberimiz Sünnete uyanları, "Kim ümmeti­min bozulduğu bir zamanda Sünnetime sarılırsa ona yüz şehid sevabı verilir" buyurarak müjdelemiştir. Elbette böyle bir zamanda Sünnet-i Seniyyenin küçük bir meselesini yapma arzu ve iştiyakında olmak, bu­nu başarabilmek bu mükâfata mazhar olmak demektir. Sünnet-i Seniy­yenin bütünü yapılamasa da, onları yapabilme şevki içerisine girmek, en azından onlara taraftar olmak, lüzumuna, faydalılığına inanmak îmanın gereğidir. Neticesi ise büyük kâr ve saadettir. Eğer Sünnet-i Se­niyyeye uymayan kimse tembelliğinden dolayı uymuyorsa, büyük zarar içindedir. Küçümserse büyük bir suç işlemiş olur. Onu yalanlayıcı sözler söylemek, tutum ve davranışlar içerisine girmek, tenkide kalkmak ise büyük bir sapıklıktır. Hayatının her saniyesinde bizim dünya ve âhiret saadetimiz için çırpınan o Yüee Resulün Sünnetinden yüz çevirmekten daha akılsızca bir davranış olur mu? Batılılardan Shebol'un, varlığıyla iftihar ettiği, "Onun getirdiği hakikatlere iki bin sene sonra bile ulaşa-bilsek, en mutlu insanlar olacağız" dediği, Bernard Shaw'un da, "Hz. Muhammed insanlığın kurtancısıdır. Kurtarıcılık nâmı ona verilmeli­dir" diye haykırdığı günümüzde, onun Sünnetine sırt çevirmek kadar büyük bir fecaat düşünülebilir mi? Onun varlığı, kâinatın var olmasına sebep oldu. O dinlenildiği, örnek alındığı, yolundan gidildiği sürece de kâinat ayakta kalacak ve insanlar ebedî saadete erebileceklerdir. Onun dinlenilmemesi demek, kâinatın harap olması demektir. Ne mutlu onun Sünnet-i Seniyyesine uyma azmi ve gayreti içinde olanlara.

Sünnet-i Seniyyeyle ilgili bu girişten sonra biraz da hadislerin bize kadar gelişinden ve ve bununla ilgili bir kısım teknik bilgilerden bahse­delim.

Müslüman olarak Peygamberimizi gören, sohbetinde bulunan ve Müslüman olarak vefat eden kimselere Sahabî- denir Sahabîyi görenler Tabiin, onları görenler ise Tebe-i Tabiîn diye isimlendirilir.

Hadisleri Resûlullahtan nakleden kimselere ise râvi denir. Rivayet ettikleri hadiste de sened ve metin olmak üzere iki kısım bulunur. Se-ned, hadisteki ravîlere yani "Falan adamdan, o filandan... o da Resûlullahtan (a.s.m.) rivayet ederek bana dedi ki" diye nakledilen kı­sımdır. Ravîlerin zincirleme olarak Resûlullaha dayad irdi klan kısım da metin adını alır.

Hadis âlimleri senede daha çok dikkat etmişlerdir. Çünkü metin se­nedin kuvvetliliği Ölçüsünde kuvvet kazanmaktadır. Ravîlerin güvenilir, sözüne inanılır, hiçbir konuda yalan söylemeyen kimselerden olması aranır, rivayet ettikleri hadisler buna göre ya alınır veya terkedilir. Se­ned ve isnad ilmi Müslümanlara has ehemmiyetli bir Özelliktir.

Eğer hadis Resûlullaha (a.s.m.) varıncaya kadar şüphe ve tereddüt­ten uzak, doğru ve güvenilir kimseler tarafından rivayet ediliyorsa, bu hadis "sahih hadis" adını alır. Doğruluk, adalet ve güvenilirlik açısından sağlam olduğu halde, râvilerden biri hafızaca zayıfsa bu hadise, "hasen hadis" denir. Bu özellikleri taşımayan hadisler ise "zayıf hadis'lerdir. Zayıf hadis, kesin olarak hadis değil demek değildir. Aslında sağlam ve doğru da olabilir. Hadis olmadığı halde "Resûlullah böyle söyledi" diye ortaya atılan sözlere de "mevzu hadis" denir. Mevzu hadis her ne kadar Reaûlullaha (a.s.m.) âit değilse de mânâ itibariyle doğru olabilir. Bu tip sözler bazan uydurma olduğu halde, bazan de bir büyüğe ait hikmetli bir söz olabilmektedir.

Âlimler, sahih ve hasen hadislerle amel ederler. Zayıf hadisler ise Hanefılere göre, bilhassa amellerin faziletleri konusunda amel edilebile­cek hadislerdir. Hatta başka bir hadis bulunmadığında ahkâma ait me­selelerde bile onlarla amel edilebilir.

"Bu hadis tevatüren veya mütevatir yolla gelmiştir" şeklindeki ifâde­lerin mânâsı ise, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir cema­atin naklettikleri hadis mânâsına gelmektedir. Sahabîler, Resûlullahtan (a.s.m.) gördüklerini, işittiklerini öğrenmiş, hareketlerini aynen uygula­ma yoluna gitmiş, Tabiin de onlardan aynen alıp sonrakilere nakletmişlerdi. Birçok haber ve hadis bize bu yolla gelmiştir.

Hadisin bize kadar gelişinde ilk halkayı Sahabîler teşkil eder. Bu dö­nemde hadisler genellikle ezberlenmiş, az bir kısmı da yazılmıştır. Onla­rı ezbere yönelten çok önemli bir sebep, Resûlullahm (a.s.m.) Abdullah bin Amr bin As gibi birkaç Şahabı dışında yazılmasına müsaade etme-raesiydi. Kur'ân ile karıştırılabüir endişesiyle Resûlullah (a.s.m.) genel­de hadislerin yazılmasını yasaklamıştı. Bu ise Sahabîleri ezbere yönelt­mişti. Harika bir zekâ ve hafızaya sahip hadis rivayet eden Sahabîlerin bütün meselesi, Resûlullahm hadislerini hafızalarına nakşetmekti. Resûlullahm (a.s.m.) harfleri dahi sayılabilecek derecede ağır ve tane ta­ne konuşması, çoğu kere de anlaşılabilmesi için tekrarlaması, onların işini kolaylaştırmıştı. Öte yandan İslâm öncesi Araplar içerisinde oku­ma ve yazma bilenlerin sayısı çok azdı. Bu sebeple bütün tarihî bilgileri, soylarını hâfizaianyla muhafaza ediyorlardı. Bu da onların hafızasını son derece kuvvetlendirmişti. Bu kabiliyetlerinden hadislerin naklinde de istifade ettiler.

Hayatını Resûlullahm (a.s.m.) hadislerini öğrenmeye adayan Sahabî­ler az değildi. Meselâ bunlardan birisi Resûlullahm hususî duası sayesin­de unutma nedir bilmeyen Ebû Hüreyre (r.a.) idi. 800'den fazla râvî, sade­ce ondan 5354 hadis rivayet etmişlerdir. İlim öğrenme ve öğretmenin farz olduğunu bilen ve hadis öğrenmeyi Kur'ân'dan sonra ilimlerin başında gören Sahabîler, Peygamberimizin (a.s.m.) sözlerini öğrenebilmek ve on­ları başkalarına öğretebilmek için gıpta ve takdire layık hareketler sergi­lemişlerdi. Meselâ Hz. Ömer, Ensârdan komşusu Ümeyye bin Zeyd'le nö­betleşe birer gün Resûlullaha gelir ve sonra da öğrendiklerini birbirlerine naklederlerdi. Bu onlar için en büyük vazife şeref ve zevk kaynağıydı. Sa­habîlerin, Resûlullahm vefatından sonra da bir hadisi güvenilir bir kim­seden dinleyebilmek için kilometrelerce yol katettikleri olurdu. Ebu Ey-yübi'l-Ensarî (r.a.) bir hadisi, Resûlullahtan (a.s.m.) dinlemiş olan Hz. Ukbe'den (r.a.) bizzat dinleyebilmek için Medine'den kalkıp Mısır'a kadar gitmişti. Cabir bin Abdullah'ın da böyle bir hadis öğrenebilmek için Şam'a kadar gittiğini biliyoruz. Bu, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn dönemlerinde de devam etti. Şa'bi'ye, "Bunca ilmi nasıl elde ettin?" diye sorduklarında, "Diyar diyar dolaşmak, güvercin gibi sabretmek, karga gibi erken dav­ranmak sayesinde" cevabını vermişti. Buhârî (H. 194-256) Buhara'dan, Rey, Basra, Şam, Mekke, Medine ve Mısır'a kadar uzanan 16 sene süren uzun yolcuğunda 300 binden fazla hadis ezberlemiş, tekrarlarla yaklaşık 7000 küsur hadis hu\unanSahih-i Buhârî isimli eserini 600 bin hadis içe­risinden en kuvvetli rivayetleri seçerek meydana getirmişti.

Gerek Sahabî ve gerekse sonrakileri hadis öğrenme ve öğretmeye sevk eden vine Resûlulle.hm (a.s.m.) hadisleri olmuştur. Hakikatlerin yaygınlaşmasını hedef alan Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Burada bu­lunanlar bulunmayanlara duyduklarını anlatsınlar. Olabilir ki, burada bulunan, sözümü daha iyi anlayan birine nakletmiş olur", "Allah benim sözümü iyice öğrendikten sonra başkalarına aynen nakledenin yüzünü ağartsın" hadisleriyle ümmetine yol göstermişti. Bunun içindir ki, Ebû Zer (r.a.), "Kılıcı boynuma dayayıp keseceklerini söyleseler, Resûlullaha (a.s.m.) ait birşey biliyorsam, kılıç başımı kesinceye kadar onu söyleme­ye çalışırım" demiştir. O dönemlerde insanın değeri Resûlullahm (a.s.m.) hadislerini öğrendiği ve öğrettiği ölçüde artardı. Bu büyük bir mazhariyetti.

Sahabe ve onları takip edenlerin dikkat ettikleri çok önemli bir husus da, hadisleri rivayet etmedeki titizlikleriydi. Resûlullahm (a.s.m.), "Kim bile bile benim söylemediğim bir şeyi söyledi derse, Cehennemdeki yeri­ne hazırlansın" şeklindeki hadisleri kalbinde zerre kadar îmanı olanı tit­retecek derecede şiddetliydi. Hele îman bütün zerrelerine kadar işlemiş olan ve doğruluk uğrunda canlarını veren Sahabiler için daha çok dik­kat çekici ve titreticiydi. Hz. Ali (r.a.), "Resûlullahtan (a.s.m.) yalan yere bir hadis rivayet etmektense, gökten yere düşüp param parça olmayı tercih ederim" demiştir. Yılandan, akrepten kaçar gibi yalandan ve hele Resûlullaha (a.s.m.) yalan isnad etmekten kaçan Sahabe, duydukları hadisleri tahkik etmeyi de ihmal etmemişlerdi. Hz. Ömer, bir gün bir hadis rivayet eden bir Sahabîye, "Bunu Resûlullahtan (a.s.m.) duyduğu­na dâir bir şahidin var mı?" diye sormuş, "Yoksa vay başına geleceğe!" diye de tehdit etmiştir. Bir başka gün de şöyle bir hadise olmuştu. Ebû Musa el-Eş'âri (r.a.), Hz. Ömer'in üç defa kapısını çalmış, selâm vermiş, cevap verilmeyince de ayrılıp gitmişti. Geciktiği için kızıp gittiğini zan­neden Hz. Ömer, bir adam gönderip çağırtmış, sebebini sormuştu. O da, "Resûlullahm (a.s.m.), 'Biriniz üç defa selâm verip izin isteyip de cevap alamazsa geri dönsün' buyurduğunu işittim" diye cevap vermişti. Hz. Ömer, "Ya bu söylediğini isbatlarsın, ya da sana ne yapacağımı ben bili­rim" demişti. Rengi kaçan Ebû Musa (r.a.) Sahabîlerin sohbet ettiği yere gidip, içlerinde bu hadisi Resûlullahtan (a.s.m.) işiten olup olmadığını sormuş^ onlar da, "Evet, işittik" demişler ve içlerinden birini Ebû Mu­sa'yla (r.a.) Hz. Ömer'e (r.a.) göndermişlerdi. Şahidi dinleyen Hz. Ömer (r.a.), "Ben seni yalan söylüyorsun diye itham etmek istemedim. Önüne gelen kimseler Resûlullahm (a.s.m.) söylemediklerini söylemelerinden korktuğum için böyle davrandım" demişti. Bu derece hassas olan Hz. Ömer (r.a.) başka bir gün de Ebû Hüreyre'yi (r.a.) çağırıp, "Sen falanın evinde bizimle beraber miydin?" diye sormuş, o da "Evet. Hatta o gün Resûlullah (a.s.m.), 'Kim bile bile bana yalan isnad ederse Cehennemdeki yerine hazırlansın' buyurmuştu" demişti. Bunun üzerine Hz. Ömsr (r.a.), "Öyleyse, git, dilediğin kadar hadis rivayet et" diye karşılık ver­mişti.

Resûlullaha (a.s.m.) âit herşey önemlidir. Küçüğüne, büyüğüne bakıl­maz. Bunun şuurunda olan Sahabe, ona ait herşeyi hassasiyetle aktar­maya çalışmış, kendinden hiçbir şey katmamıştır. Zaten o günün atmos­ferinde herşey Allah ve Resulünün rızasını araştırma etrafında dönerdi. Allah'ın gazabını gerektirecek her türlü davranıştan şiddetle kaçındırdı. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) Resûlullahtan (a.s.m.) bir hadis rivayet etti­ğinde kendisini bir titreme alır, terlemeye başlar, heyecanlanır, gözleri yaşla dolardı. Rivayeti bitirdiğinde de, "Resûlullah böyle veya buna ben­zer, buna yakın söyledi" demeden duramazdı.

Sahabiler bu derece titiz davrandıklarına göre, acaba hadis rivayet edenler bu hadisleri Resûlullahın (a.s.m.) ağzından duydukları gibi ay­nen kelimesi kelimesine mi rivayet etmişlerdir? Herşeyden önce Sahabi­ler hadisleri mümkün olduğu kadar ezberlemişlerdi. Tabiî ki, herkes için harfi harfine ezberlemek mümkün değildi. Onun için bazı Sahabiler Resûlullaha (a.s.m.) gelmiş, hadisleri aynen rivayet etmede güçlük çek­tiklerini belirtmişlerdi. Resûlullah (a.s.m.) onları rahatlattı ve, "Mânâyı bozmadığınız, haramı helâl, helâli haram saymadığınız müddetçe hadisi mânâ olarak rivayet etmenizde bir sakınca yoktur" buyurmuştu. Bunun içindir ki, hadisleri mânâyı bozmamak, değiştirmemek şartıyla başka dillere çevirmek de caiz görülmüştür.

Böylesine hassas ve Resûlullaha (a.s.m.) bağlı Sahabe hakkında Al­lah, Kur'ân'ında övücü âyetlere yer vermiştir. Bunlardan birisi şu meal­dedir: "İslâm'da önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzellikle takip edenler, örnek alanlara gelince; Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdır. Ailah onlara, içinde ebedî olarak kalmak üzere, altın­dan ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluş­tur." (Tevbe Sûresi, 100.)

Resul-ü Ekrem de (a.s.m.), "Ne mutlu beni görüp imân edene! Ne mutlu beni görüp îmân edene!" buyurmuş, Sahabîlere dil uzatılmaması­nı, şanlarına gölge düşüren sözler söylenmemesini emretmiş, "En hayır­lı asrın kendi asrı olduğunu" bildirmiştir. Onları kötülemeyi yasakla­yan, sevmeyi emreden birçok hadis vardır. Kur'ân ve hadisin övgüsüne mazhar olan Sahabiler hakkında Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaatin görüşü itti­fakla, "Onların âdil, güvenilir ve doğru" oldukları şeklindedir. Hatib-i Bağdadî, "Sahabe doğrudur, âdildir" der ve şu cümleleri eklemeyi de ih­mal etmez: "Çünkü onların temizliğini, dürüstlüğünü Allah bildirmiştir.

Resûlullahın (a.s.m) Ashabından birisine kimin kem gözle baktığını gö­rürsen, bil ki o zındıktır. Çünkü Kur'ân, Peygamber ve Peygamberin (a.s.m.) getirdikleri haktır. Bunları bize tebliğ edenler ise Sahabîlerdir."

Râvînm dürüstlüğü Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn dönemlerinde de aran­mış, hadis ilminin en vazgeçilmez meselesi arasında yerini almıştır. Her hadis rivayet edenden hadis alınmamış, güvenilirlik yanında daha baş­ka özellikler de aranmıştır. Meselâ Tabiînden olan İmam-ı Malik, hadis rivayet eden yetmiş kişiyle görüştüğünü, fakat hiçbirinden hadis alma­dığını kaydeder.

"Güvenilmez miydiler?" denilmesi üzerine de, "Hayır, hepsi de hazine dahi teslim edilebilecek kadar güvenilir insanlardı. Ama bunların hiç bi­rinden hadis almadım. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Ama Ibn-i Şihab-ı Zührî memlekete gelince ondan hadis öğrenebilmek için kapısına koşar, üst üste yığılırdık."

Aynı titizlik, aynı hassasiyet, aynı duygu sonraki devirlerde de de­vam etti ve hadisler toplanarak kitaplar haline getirildi.

İlk hadisi toplayan kişi, Zührî (ölümü H. 124) oldu. İkinci Hicrî asır­da birçok hadis toplayanlara rastlandı. Bunların içerisinde İmam-ı Mâ­lik, Muvatta isimli eseriyle ilk sırayı almıştır. Hicrî ikinci yüzyıldan son­ra ise hadis toplamada farklı yol ve metodlara girildi. Daha önceleri hadislerle Sahabî sözleri aynı kitaplarda bir arada bulundurulurken, bu dönemde birbirlerinden ayrıldı. Müsned adı verilen hadis kitapları der­lendi. Müsnedlerde Sahabi rivayetleri alfabetik veya daha başka bir tarzda ele almıyordu. Meselâ, Ebû Hüreyre (r.a.) ve İbni Abbas (r.a.) gi­bi Sahabilerin rivayet ettikleri hadisler bir araya toplanmıştı. Bu dalda en derli toplu eseri Ahmed bin Hanbel verdi. Müsned'inde 40 bin hadise yer vermiş ve bunları. 750 bin hadis içerisinden seçmiştir. Kendisinin bir milyon hadisi ezbere bildiği rivayet edilir. Bu dönemde daha birçok ünlü hadis âlimleri yetişti. Sahih birçok hadis kitapları kaleme alındı. Buhârî (H. 194-256) ve Müslim'in (H. 204-261) Sahihleri bu dönemde ortaya çık­tı ve Sahiheyn adıyla anıldı. Buhârî'de tekrarsiz 4000, tekrarlı 7275, Müslim'in Sahiti'mde ise tekrarlar dışında 3033 hadis kaydedilmiştir. Her iki hadis kitabında da yer alan hadisler "müttefekun aleyh" adıyla zikredilirler. Bu iki sahih hadis kitaplarına, çağdaşları hadis âlimlerin­den Ebû Dâvud (H. 202-275), Tirmizî (H. 209-279), Neseî (H. 216-304) ve İbni Mâce'nin (H. 209-273) sünenlerinde topladıkları hadisler, hadis­lerin en sahihleriydi. Bunlar Buhârî ve Müslim'in sahihlerinden sonra yer alır ve Buhari ve Müslim'le birlikte "Kütûb-ü Sitte" yani "Altı Kitap" adıyla anılırlar. Bu altı kitaba, Muvatta, Müsned ve Dârîmi'nin Sünerii de katılmış, hepsi birden "Kütüb-ü Tis'a" yani "Dokuz Kitap"   olarak isimlendirilmiştir.

Hicrî dördüncü asra kadar daha birçok ünlü hadis kitapları ortaya çıkmıştır. Bu asırdan itibaren de ilk kaynak vasfını taşıyan bütün eser­lerden seçme, bablı, fasıllı ve alfabetik hadis kitapları hazırlanmıştır. İş­te bizim tercümesini yaptığımız Câmiü 's-Sağir de bu hadis kitapların­dan alfabetik olanlarından birisidir.

Câmiü's-Sağîr'in musannifi, Celâleddin es-Suyutfdir. Bu zât, İslâm âlimlerinin büyükîerindendir. Hadisteki derin ilmi sebebiyle, "Şeyhü'l-hadis" ismiyle bilinir. Uyanıkken yetmiş küsur defa Peygamberimizi gördüğü ve rivayet ettiği hadislerin doğruluk derecesini ona sorduğu ifa­de edilir.

Suyûtî, 849'de (m. 1445) Mısır'ın Suyût şehrinde doğmuş, 911'de (m. 1505) yine orada vefat etmiştir. Herbiri çok kıymetli beşyüz kadar eseri vardır. Celâlüddin Muhammed'in başlayıp İsrâ Sûresine kadar getirdi­ği, fakat vefat ettiğinde yarım kalan tefsirini tamamlamıştır. Meşhur Celâleyn Tefsiri işte bu tefsirdir. Suyûtî'nin Târihü'l-Hulefâsı meşhur­dur.

Camiü's-Sağîr'in çeşitli şerhleri yapılmıştır. Bu şerhlerden en mute­ber olanlarından bîri Münâvi tarafından yapılan Feyzü 'l-Kadîr'dir.

Kitap 10031 adet hadisi ihtiva etmektedir. Kitapta tasnif gereği bir­çok tekrarlar bulunmaktadır. Biz bu tekrarları mümkün mertebe asga­riye indirdik. Ayrıca kitapta yer alan her hadisi değil, bilhassa günümü­ze bakan hadisleri aldık.

Her hadisin sonunda hadisin yer aldığı kitap isimleri şifreler halinde belirtilmiştir. Meselâ Buharı "Ha," Müslim "Mim," Tirmizî "Te" ile veril­miştir. Biz bu hadisleri kaynaklarını sadece şifreler halinde vermekle yetinmeyip ayrıca Kütüb-ü Tis'a'da olanları kitabın tertibine göre kitap ve bab ya da cilt ve sayfa numarasını belirterek verdik. Böylece aldığı­mız hadislerin büyük çapta tahkikini de yaparak ayrı bir orijinallik ka­zandırdık.

Bu çalışmamızda Câmiü's-Sağîr'm Feyzü'l-Kadir isimli şerhiyle bir­likte olan 6 ciltlik tarihsiz olan Beyrut baskısını esas aldık. Çalışmamı­zın hayırlara vesile olmasını Cenab-ı haktan temenni ediyoruz.[8]

 


 



[1] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/5-6.

[2] Muvatta, Kader: 3.

[3] Mişkâtü'l-Mesâbih, 1:57; Ebû Dâvud, Sün-ne: 5.

[4] Lem'alar, s. 48.

[5] Lem'atar, s. 54.

[6] Lem'alar, s. 48.

[7] Lem'alar, s, 51.

[8] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/7-18.