1. [1:30,
Hadîs No: 1][1]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Ameller niyetlere
göredir. Kişi için ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Şu halde kimin
hicreti Allah ve Resulü için ise o kimsenin hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin
de hicreti elde edeceği bir dünyalık veya nikahlayacağı bir kadın için ise,
onun da hicreti hicret ettiği o şeyedir. [2]
İnsanları
değerlendirirken ifade ve hareketlerine, dışa akseden davranışlarına göre
hüküm veririz. Çünkü kalblerini bilmemiz, o hareketi niçin ve ne maksatla
yaptığını tam kestirebilmemiz mümkün değildir. Cenab-ı Hak ise kullarının
amellerini, davranış!annı değerlandirirken içte taşıdıkları niyet ve yapış
maksatlarına bakar, öyle muamele eder. İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.)
"Ameller niyetlere göredir" buyururlarken yapılan işin içte taşınan
niyet ve maksada göre değerlendirileceğini bildirmektedir. "Şüphesiz Allah
sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak amellerinize ve kalblerinize
bakar"[3] hadîsinde de aynı gerçek
anlatılır. Bu bakımdan belki bize göre çok iyi ve güzel görünebilen bir söz
veya davranış,—iyi niyetle yapılmadığı, Allah rızası gözetilmediği, gösteriş olsun
diye yapıldığı takdirde—Allah katında hiçbir mânâ ve değer ifade etmeyebilir.
Niyet niçin bu kadar
önemlidir?
Çünkü niyet söz,
hareket ve davranışların esasını, belkemiğini teşkil eder. Çağımızın büyük
İsiârn âlimi, müceddidi Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Niyet bir ruhtur. O
ruhun ruhu da ihlâstır[4] Evet,
niyet ölü hareketleri dirilten, canlı, ha-yatlı hale getiren, biri bin yapan
bir ruhtur. Onun içindir ki sağlam ve temiz bir niyetle yapılan az amel, çok
sevabı netice verir. Kısa bir ömür, Cennet gibi ebedî bir hayatı kazandırır.
Niyet, eşyanın
içyüzünü, mahiyetini, aslını değiştirecek, sevabı günaha, günahı sevaba
dönüştürecek kadar büyük bir tesire sahiptir. Meselâ bir insan, hayır yapsa,
eğer Allah için yapıyorsa bu hareketi sevaplı bir iş olur. Nefsi için "Ne
kadar da cömert!" desinler diye yapıyorsa hayrı hayır olmaktan çıkar,
günaha çevrilir, ameli iptal olur, geçersiz ha!e gelir. Bakara Sûresinin 264.
âyetinde inanmadan, Allah rızası gözetilmeden, gösteriş maksadıyla, başa
kakmak ve eziyet vermek niyetiyle yapılan hayır ve sadakaların boşa gideceği
açıkça şöyle anlatılır: "Ey îman edenler! Allah'a ve âhiret gününe
inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi,
siz de sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet vermekle boşa çıkarmayın. O
kimsenin hali, üzerinde bir parça toprak bulunan kaygan bir taşa benzer ki,
şiddetli bir yağmur vurduğunda toprağı götürüp taşı çıplak bırakıverir.
Öylelerinin Allah rızasını gözetmeksizin gösteriş için yaptıkları iyiliklerin
hepsi ellerinden uçar gider; kazandıklarından dolayı hiçbir sevaba erişemezler.
Allah o kâfirler güruhunu hayra ve doğru yola iletmez."
Kısaca ne olursa
olsun, Allah İçin yapılmayan ibadetin Allah katında hiçbir değeri yoktur, sevap
yerine günah kazandırır.
Niyette âdetleri
ibadete dönüştürebilecek bir iksir de vardır. Günlük hayatta hergün
yapageldiğimiz yeme, içme, yatma, kalkma, yürüme gibi mubah davranışlar,
âdetler iyi bir niyetle ibadete dönüşür. Aslında sevabı da, günahı da olmayan
bu davranışlar, Sünnet-i Seniyye esas alındığında, "Resûlullah nasıl yemiş,
nasıl içmiş, nasıl yatıp kalkmış; ben de öyle hareket etmeliyim" düşüncesiyle
yapıldığında ibadete dönüşür ve insana sevap kazandırır.
Yine o niyetle insan
yirmi dört saatini ibadete çevirme imkânı bulur, bütününü de âhiretine mal
edebilir. Eğer bir insan beş vakit farz namazını kılar, diğer mubah dünya
işlerinde de helal dairede kalmayı ve Sünnete sarılmayı esas edinirse,
uykusuna varıncaya kadar bütün gününü, böylece de bütün ömrünü ibadete
dönüştürmüş olur.
Yine bu niyet
sebebiyledir ki Allah yolunda cihada çıkan bir er, başkalarının altmış senede
kazanamadığı sevabı kazanır, beş dakikada şehidlik gibi yüksek bir makama erer.
Herkesin sefahete, günaha daldığı, dini, îmanı son plâna attığı, bütün
duygularıyla dünyaya yöneldiği günümüzde de yüz şehid sevabını kazanmak
mümkündür.
Çünkü Allah Resulü,
"Kim ümmetimin bozulduğu bir zamanda sünnetime sa-rılırsa, yüz şehid
sevabı kazanabilir"[5]
buyurmuştur.
Hadiste niyeti dünya
olanın dünyaya, niyeti kadın olanın kadına kavuşacağının bildirilişi de
niyetin, amellerin ruhu ve özü olduğunu açıkça göstermektedir. Resûl-ü Ekrem
(a.s.m.) bu hadîslerini şöyle bir hâdise üzerine söylemişti. Ümmü Kays (r.a.)
isimli bir Sahabî kadına, birisi evlenme teklifinde bulundu. Fakat o, adama
eğer Medine'ye hicret ederse evlenebileceğini söyledi. O da kabul etti. Ümm-ü
Kays, hicretini Allah ve Resulü için yaparken kocası, evlenmek niyetiyle
yapmıştı. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bahsi geçen hadîslerini söylediler:
"Kim de dünya nimetleri veya bir kadınla evlenmek niyetiyle hicret etmiş
ise, onun hicreti de o kadınadır."
Demek oluyor ki,
ameller niyetlere göredir. [6]
2. [1:35, Hadîs
No: 2]
Enes (r.a.)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Ben Cennet kapısına
gelir, açılmasını isterim. Cennet bekçisi Hâzin, "Sen kimsin?" der.
Ben, "Muhammed'im" derim. O şöyle der: "Senden önce hiç kimseye
kapıyı açmamakla emrohındum."[7]
3. [1:43,
Hadîs No: 6]
Ebû Mes'ud el-Bedrî
(r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Geçmiş peygamberlerin
sözlerinden insanların en son kavradığı söz şudur:
"Utanmadıktan
sonra istediğini yap."[8]
4. [1:44,
Hadîs No: 7]
İbni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor:
İbrahim'in (a.s.)
ateşe atıldığında en son sözü, "Hasbiyallahü ve ni'me'l-vekîl [Allah bana
yeter; O, ne güzel vekildir" oldu.[9]
5. [1:49,
Hadîs No: 10]
Ali (r.a.) rivayet
ediyor ki:
Güzel konuşmanın
tehlikesi insanlara karşı kibirlenme ve kendisinde olmayan şeyle övünmektir.
Cesaretin tehlikesi zulüm ve haddi aşmaktır. İyilikseverliğin tehlikesi başa
kakmaktır. Güzelliğin tehlikesi böbürlenmektir. İbâdetin tehlikesi tembellik
ve usanç duymaktır. Konuşmanın tehlikesi yalan söylemektir. İlmin tehlikesi
unutmaktır. Yumuşak huyluluğun tehlikesi kendinden beklenen metanet ve
salâbeti göstermemektir. Asaletin tehlikesi soyu ile övünmektir. Cömertliğin
tehlikesi israftır.[10]
İnsan Cenab-ı Hakkın
antika bir sanat eseridir. Binbir çeşit duygu ve kabiliyetle donatılmıştır. Bu
duygu ve kabiliyetler insanın saadetini olduğu gibi felaketini de
hazırlayabilecek güçtedir. Eğer insan onları istikâmetle kullanabilir, orta
yolu, vasatı muhafaza edebilir ve aşırılıklardan sakınabilirse saadeti elde
eder, aksi halde felâkete sürüklenir.
İşte Cenab-ı Hak
gönderdiği dinler ile yaratılışça sınırlandırılmayan, bir ibre gibi
aşırılıklar, geri ve ileri dereceler arasında zikzak çizen bu duygulara bir
limit göstermiş, sınır çizmiş, "Şu çizgiyi aşmayın!" diye İlâhî
talimatını vermiştir. Bütün mesele insanın iradesiyle duygularına sahip olup
doğru yolda gitme gayreti içerisinde olmasıdır.
Hadis-i şerifte,
temelde bazı güzel huylardan bahsedilmiş ve bunların ifrat ve tefritleri sonucu
doğabilecek tehlikelerden söz edilmiştir. Biz bunların üzerinde ayrı ayrı durma
yerine insanda en belirgin olan belli başlı üç duygu ve kabiliyetin ifrat,
tefrit ve vasatları, yani aşırı, geri ve orta dereceleri üzerinde durmak istiyoruz.
Daima değişikliklere
maruz ve felâketlere hedef olan insanın bedeninde misafir olan ruhun
yaşayabilmesi için gerekli olan üç duygudan biri akıl, biri öfke, biri de
şehvettir.
Asıl veriliş maksadı
faydalıyı zararlıdan, iyiyi kötüden ayırmak olan akıl, eğer aşırılığa kayacak
olursa cerbeze içerisine girer. Cerbeze; aklı, hakkı bâtıl, bâtılı hak, akı
kara, karayı ak göstermek için kullanmaktır. Tefrit derecesi ise saflık ve
bönlüktür. Böyle biri, kendisini ilgilendiren bir konu da olsa kayıtsız kalır,
kafa yormaya yanaşmaz. Aktın vasat kullanımı ise hikmettir. Böyle bir akıl
sahibi hakkı araştırır, bulduğunda ona uyar, bâtılı da tanımaya çalışır, tesbit
ettiğinde de ondan sakınır.
Öfke duygusunun
aşırısı saldırganlıktır ki, maddî manevî hiçbirşeyden korkmamak demektir.
Bütün zorbalıklar, zulümler, istibdatlar, baskılar bundan kaynaklanır. Geri
derecesi ise korkaklıktır. Böyle biri korkulmayacak şeylerden dahi korkar. Oysa
Allah dilemedikçe insana hiçbir şeyin zararı dokunmaz. Öfkenin orta derecesi de
şecaattir. Şecaat de şahsının veya dininin hak ve hukukunu koruma konusunda
arslan kesilme, canını dahi feda etmekten çekinmeme, kendisini ilgilendirmeyen
ve karışmaması gereken şeylere kanşrnama, meşru olmayan şeylere de girmeme
demektir.
Bir şeye duyulan fazla
arzu mânâsına gelen şehvetin ifratı fücurdur. Şehveti fücur seviyesinde olan
bir insan, nefsin arzularına öylesine düşkündür ki namus ve ırzları çiğnemekten
çekinmez. Tefriti ise helale de, harama da arzu duymamaktır; şehvet duygusunun
sönmesidir. Şehvetin arzu edilen vasat mertebesi ise iffettir ki helâle arzu
duyup haramdan kaçınmak şeklinde kendini gösterir.
İşte, dinimiz olan
İslâm, insanlan doğru yola çağırırken bu üç duygunun ifrat ve tefritten uzak
hikmet, şecaat ve iffetten ibaret orta derecelerini emretmiş, günde en az kırk
defa okuduğumuz Fatiha Sûresinde, "Bizi doğru yola ilet!" duasını
yaptırmakla da bu yolda sebat göstermemizi istemiştir. Böylece fazilet ufkunun
yollarını açmış, dünyayı da Cennete döndürmeyi başarmıştır. Esasında insanlık
tarih boyunca bütün hak dinlerin emir ve tavsiyeleri içerisinde bulunan doğru
yolun temel taşları olan bu üç duyguyu yaşamakla, insanlığa saadet buketleri
armağan etmiştir. Bu fıtrî hakikate kulak vermeyenler ise insanlığa boğazda
düğümlenen zakkum meyvelerini yedirmekten, dünyayı yaşanmaz hale getirmekten
geri kalmamışlardır.
O hak dinler ki bu üç
duyguyu yeşertmekle akıl dalında enbiyaları, evliyaları, sıddîkînleri, âdil
idarecileri, melek gibi hükümdarları; öfkeyi kullanmada, Hz. Ömer, Hz. Hamza,
Hz. Ali, Salahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim gibi
kahramanları; şehvet sahasında da Hz. Yusuf gibi iffet âbidesi insanlık
yıldızlarını insanlığa en büyük örnekler olarak takdim etmişlerdir. Bu gerçeğe
kulak asmayan insanlık ise, akıl dalında maddeci, tabiatçı gibi akılsız
dinsizleri; öfke dalında Nemrud, Firavun, Şeddad gibi zâlimleri, şehvet hususunda
da enva-ı çeşit putlart, tanrıçaları, tanrılık dâvasında bulunan nice sapık ve
sapıklıkları âlemin başına musallat etmekte tereddüt etmemişlerdir.
Bu üç duygunun ifrat
ve tefritinin hayatı onduracak veya öldürecek seviyede güçlü sırlara sahip
olduklarını dikkate aldığımızda yukardaki hadiste bahsi geçen huyların vasat,
ifrat ve tefritlerinin de maddî ve manevî hayatımıza neler kazandırdığı veya
kaybettirdiklerini anlamak zor olmayacaktır.[11]
6. [1:52,
Hadîs No: 11]
İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayetle:
Dinin felâket
kaynakları üçtür: (1) günah işleyen âlim, (2) zâlim idareci, (3) ibâdete
gayretli câhil.[12]
Hadiste dine zarar
veren şeylerden üçü sayılmaktadır. İlk bakışta günah işleyen âlimle zâlim
idarecinin felâkete sebep oldukları anlaşilabildiği halde ibâdete gayretli
olmantn dine zarar vereceği pek anlaşılmamaktadır. Fakat mesele üzerinde biraz
düşünüldüğünde ibâdete gayretli câhil birisinin dine zarar verdiğini anlamak
güç olmaz. Böyle birisi ibâdete düşkündür, fakat neyi nasıl yapacağını
bilemez. Dine ters şeyleri dinin emri diye yapar, bunları savunur. Karşısındaki
kişi de dini bilmiyorsa, böylelerin dinden diye savunduğu yalan yanlış
şeylerin, bid'atların İslâmiyetten olduğunu zanneder, "Böyle de olur
rnu?" diyerek İslâmiyete karşı cephe alır. Bu bakımdan, dini bilmediği
halde ibâdete düşkün olan câhil kimseler, din için büyük bir felâket kaynağı
olmuş olurlar. Böylelerinin dine verdiği zararı önlemek, başlı başına bir iştir
ve oldukça da zordur.[13]
7. [1:52,
Hadîs No: 12]
İbni Mes'ud (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
İlmin tehlikesi,
unutmak; zayi edilmesi, ehil olmayana öğretmektir.[14]
8. [1:53,
Hadîs No: 13.]
İbni Mes'ud (r.a.)
Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet ediyor ki:
Bilerek faizi yiyen,
yediren, ona kâtiplik eden, bilerek ona şahitlikte bulunan kimse, dövme yapan
ve güzellik için yaptıranlar Kıyamet günü Muhammed'in dili ile lanete
uğramışlardır.[15]
Yüce Rabbimiz pekçok hikmetten
dolayı faizi haram kılmış ve bir âyet-i kerimede, "Ey îman edenler! Faizi
kat kat yemeyin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz"[16]
buyurmuştur. Bir başka âyet-i kerime ise şu mealdedir:
"Faiz yiyen
kimseler, Kıyamet Gününde kabirlerinden şeytan çarpmış kimsenin kalkışı gibi
kalkarlar[17]
Âyet-i kerimelerde
faiz yeme açıkça haram kılınırken buna aracı olan diğer hususlar da dolaylı
olarak yasaklanmıştır. Peygamberimiz (as.rn.) yukarıdaki hadîs-i şerifle,
âyet-i kerimelerdeki özlü ifâdeyi açmış ve bilerek faizi yiyen, yediren, ona
kâtiplik eden, şahitlikte bulunan kimselere lanet etmiştir. Faiz kuruluşunda
memur olarak çalışanlar her ne kadar faiz yemiyor ve yedirmiyorlarsa da; faizin
muamelesini görmekte, hesap ve yazışmalarını yapmakta, idarî işlerini
yürütmektedirler. Gerek müdürü, gerek memuru; hadiste ifâde edilen
"kâtip" mefhumunun içine girmiş olmaktadır.
Hadiste lanet edilen
bir başka kesim de "dövme" yaptıranlardır. Dövme, bilinen şekliyle
şöyle yapılıyor: İğne ve benzeri bir şeyle vücudun bir yeri kan akacak şekilde
yaralanıyor. Sonra aynı yere iç yağı ve bazı maddeler konarak yar iyileştiriliyor.
Câhiliye devrinden
beri Araplar vücutlarının çeşitli yerlerine dövme yapagel-mişlerdir. Günümüzde
de Avrupa ve Amerika'da bazıları bunu bir "süs" olarak yaparken,
memleketimizde de bâzı gençler onları taklid etmekte ve dövme yaptırmaktadırlar.
İşte dövme vücuda bir
eziyet ve Allah'ın yarattığını değiştirmek olduğundan, dinimiz dövme yapmayı
haram kılmış. Peygamberimiz dövme yaptıranlara lanet etmiştir.[18]
9. [1:55,
Hadîs No: 14]
Aişe (r.a.) rivayet
ediyor ki:
Ben kulun yediği gibi
yerim, kulun oturduğu gibi otururum.[19]
Peygamberlerin en
önemli özelliklerinden biri, bizim gibi birer insan olmalarıdır. Gerçi onlar
peygamberliklerini ispat için mucize gösterirler, ama onların her halleri
mucize değildir. Eğer öyle olsaydı, insanlar itirazı basar, "Biz onlara
ula-şamayız, onlar gibi olamayız" derlerdi. Onun içindir ki, peygamber,
bizim gibi bir insanın taşıyabileceği bütün özelliklere sahiptir. Bir insan
gibi yer, içer, kalkar, yatar, acı duyar, sevinç duyar. Mektûbafta (s. 96)
belirtildiği gibi Resûl-ü Ekre-min (a.s.m.) her hâli, her tavrı doğruluğuna,
peygamberliğine şahit olduğu halde, her hali ve her tavrının harikulade olması
gerekmez. Çünkü Cenab-ı Hak onu beşer suretinde göndermiştir. Tâ ki dünya ve
âhiret saadetlerini kazandır-cak iş ve hareketlerde rehber olsun, imam olsun,
normalmişjer gibi görülen ya-ratıklardaki Allah'ın olağanüstü sanatını
göstersin. Eğer fiil, işve davranışlarında bir insan gibi değil de hep
harikulade olsaydı, her bakımdan insanlara önder olamaz, ders veremezdi. Ancak
o, inatçı insanlara peygamberliğini ispatlamak gayesiyle ve ihtiyaç ânında arasıra
mucize gösterirdi. Diğer zmanlarda Allah'ın tabiata koyduğu kanunlar çerçevesinde
hareket eder, hasta olur, sıkıntı çeker, soğuğa, sıcağa katlanır, zırh giyer,
"Sipere giriniz" emrini verirdi.
Resülullahın böyle
davranmasının önemli bir sebebi de dünyanın bir imtihan salonu olmasıdır. Çünkü
Resülullahın her hali olağanüstü olsaydı, Ebû Cehil gibi kömür ruhlu kişiler
Ebû Bekir gibi elmas ruhlu kimselerle eşit seviyeye gelir, o mucizevî insan
karşısında mecburen inanırlardı. Oysa Resülullahın şâir zamanlarda bir beşer
gibi davranışıdır ki kâfirlerle münafıkların birbirlerinden ayrılmalarını
netice vermiştir.
"Ben kulun yediği
gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum" ifadesinden bu mânâlar
çıkarılabileceği gibi ilk akla gelen, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ne kadar
büyük bir tevazu sahibi olduğunu anlamak olmalıdır. Çünkü Resûl-ü Ekre-me
(a.s.m.) bütün dünya hazinelerinin kapılan açılmış, dünyanın her türlü nimeti
önüne serilmiş, dağ ve taşların isterse altın ve gümüş yapılabileceği söylenmiş,
hatta Süleyman Peygamber (a.s.) gibi kral bir peygamber olabileceği
belirtilmiş, ama o kul bir peygamber olmayı tercih etmiştir. Dünyanın binbir
çeşit nimetinden en geniş ölçüde istifade etmesi hem hakkı, hem de mümkünken o
bunları elinin tersiyle itmiş, "Ben ancak bir kulum. Yerde yemek yer, sof
giyer, deve sağar ve okşarım. Parmaklarıma bulaşan yemek artıklarını yer,
kölelerin dahi davetine katılırım, Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden
değildir" buyurmuştur.
Benliğe, kendini
beğenmeye, riyaya, israfa kaçmadan, şükrederek dünya nimetlerinden elbetteki
istifade etmeli. Ama yeri gelince tevazu ve mahviyet göstermesini de
bilmelidir. Resûl-ü Ekremin devesine baktığı, koyun sağdığı, ayakkabısını
tamir ettiği, elbiseninin söküğünü diktiği, küçük büyük, siyah beyaz, hür köle
ayırd etmeden herkesle selâmlaştığı, hizmetçisiyle yemek yeyip ona yemek
hazırladığı düşünüldüğünde, gurur ve kibiri kıracak bu tip davranışlara ne
kadar önem verilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Birgün Hz. Âişe'ye
Resûlullahın bu özellikleri duyurulduğunda Hz, Âişe, Peygamberimizin isteseydi
dünyanın doğusuna batısına sahip olabileceğini, fakat bunları elinin tersiyle
ittiğini belirtmiş, karnı doyuncaya kadar yemediğini, bundan dolayı da hiçbir
zaman şikayetçi olmadığını, yiyecek bulamadığında oruç tuttuğunu, çoğu zaman
çektiği açlık sebebiyle dayanamayarak ağladığını ve şu soruyu sorduğunu
anlatır:
"Niye böyle
davranıyorsun? Hiç olmazsa yetecek kadar birşeyler edinsey-din?"
Şu cevabı verir
Kâinatın Efendisi (a.s.m.):
"Peygamber
kardeşlerim benden daha çok eziyet çektiler. O halleriyle Rable-rine kavuşup
yüksek mevkîler kazandılar. Ben dünyada refah içinde yaşayıp da âhirette
onlardan daha aşağı mevkfde bulunmaktan haya ederim. Şurada birkaç günlük
sıkıntı çekeyim ki ebedî hayatta mes'ûd olayım. Bütün maksat ve gayem,
kardeşlerime ulaşabilmemdir."
Bu tevazu, bu anlayış
ve bu bakış açısı sebebiyledir ki Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) nazarında dünya, çok
şeyler kazanılıp edinilse bile gönül verilecek değerde değildi. Böyle olmadığı
için de ona sahip olmayanlara karşı üstünlük ölçüsü, gurur ve kibir vesilesi
de olamazdı. Makam, mevki, mülk, tek başlarına büyüklük ölçüsü olamazlardı.
Bunlar ancak tevazuyla gerçek mânâ ve değerini bulabilirlerdi.
O halde Resûlullahın
bütün kalbiyle inanıp yaşadığı bir hayatı beğenmeme, sahip olduğu fâni bir
kısım imkânlar sebebiyle gurur ve kibire kalkma, elbetteki aklı başında olan
bir insan için başvurulacak bir yol olamaz. Allah katında en üstün, dünya ve
âhirette en şerefli insan o olduğuna göre, hangi hal ve şart içerisinde
bulunursa bulunsun bir Müslüman için o yüce insanı örnek edinmekten başka hangi
çâre olabilir?[20]
10. [1:55,
Hadîs No: 15]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor ki:
Her takva sahibi
kimse, Muhammed'in Ehl-i Beytindendir.[21]
Peygamber Efendimizin
(a.s.m.) hanımları, çocukları ve özellikle Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasarı, Hz.
Hüseyin ve bunların nurlu neslinden gelenlere Ehl-i Beyt denir. Fakat Peygamber
Efendimiz (a.s.m.), bâzı hadislerinde, Hz. Selman gibi Sahabîlere "Sen
benim Ehl-i Beytimdensin" diyerek, bu halkayı genişletmişlerdir. Bu
hadislerinde de Ehl-i Beyt halkasını daha da genişletirken, Ehl-i Beyte ayrıcalık
kazandıran özelliğe de dikkat çekmiştir, O özellik ise takvadır. Takva da Allah'tan
lâyıkıyla korkmak, Ona hakkıyla kulluk etmek, emirlerini gönül hoşluğuy-la
yerine getirmek ve haramlardan sakınmaktır. Böyle davrananlar manevî Ehl-i
Beytten sayılır.[22]
11. [1:56,
Hadîs No: 16]
Enes (r.a.)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Kur'ân ehli,
ehlullahtır.[23]
12. [1:56,
Hadîs No: 17]
İbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Kızlarını evlendirmek
hususunda anneleriyle istişare ediniz.[24]
13. [1:56,
Hadîs No: 18.]
Urs bin Ameyrete'den
rivayetle:
Evlilikleri hakkında
kadınların fikrini alınız. Dul, kendi arzusunu açıkça ifâde eder. Bakirenin
izni ise susmasidır.[25]
Aile yuvasının sağlam
temellere oturabilmesi, gerek evlilik öncesi, gerekse evlilik sonrası bâzı
esaslara uymakla temin edilebilir. İşte bu esaslardan birisi de, kızın hiçbir
tesir altında kalmadan, kendisini isteyen erkekle evlenmeye razı olmasıdır, Kız
râzt olmadığı halde, annesinin veya babasının zorlamasıyla gerçekleştirilen
bir evlilik, uzun müddet devam etmez. Etse de, böyle bir evlilik çoğu zaman
sıkıntı kaynağı olmaktan öteye geçmez. Hayat âdeta bir zindan olur. Bunun
içindir ki, Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) evlilikte kadının rızâsının
alın-masını tavsiye etmiş, dul bir kadının isteğini açıkça söylemesini, kızın
da kabul ettiğini hiç olmazsa susmak suretiyle bildirmesini istemiştir. Bir
hadislerinde de, babasının isteğiyle evlendirilen kızın, bu evliliği istemediği
takdirde nikâhtan vaz geçme hakkının bulunduğunu ifâde etmiştir. İbni
Büreyde'nin (r.a.) rivayet ettiği bu hadis şu mealdedir:
"Genç bir kız
Peygamberimizin yanına geldi ve 'Babam benim sayemde alt tabakadan kurtulup
mevkiini yükseltmek için beni erkek kardeşinin oğlu ile evlendirdi' diyerek,
şikâyette bulundu. Peygamberimiz kızı yapılan evliliği kabul veya reddetme
hususunda serbest bıraktı. Kız, 'Ben, babamın yaptığı evliliği kabul ediyorum.
Fakat babaların böyle yapmaya haklan olmadığının kadınlar tarafından
bilinmesini istedim' dedi."[26]
Bununla beraber,
gençlerde akıldan çok hissiyatın hâkim olduğu da bilinen bir gerçektir. Gençler
çoğu zaman ileriyi göremezler, düşünmeden hareket ederler. Bu itibarla bir baba
veya anne kızının istediği erkekle onu evlendirme-yebilir. Çünkü hayat
tecrübeleri vardır.
Ancak hiçbir sebep
yokken, evliliğin engellenmesi de doğru değildir. Böyle davranıldığında iş daha
tehlikeli boyutlara ulaşabilir.[27]
14-[1:59,
Hadîs No: 20]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Duaların sonunda
söylenen "Âmin!" mü'min kullarının dili üzerinde Âlemlerin Rabbinin
mührüdür.[28]
15. [1:60,
Hadîs No: 21]
Knes (r.a.) rivayet
ediyor ki: Ayete'l-Kürsî, Kur'ân'ın dörtte biridir.[29]
16-[1:61,
Hadîs No: 23]
Muaz bin Enes'den
rivayet ediliyor:
İzzet, güç ve kuvvet
kazanmak için okunacak âyet şudur: "Ham-dolsun o Allah'a ki, evlât
edinmekten münezzehtir, mülkünde ortağı bulunmaz ve hiçbir şeyden de âciz
değildir ki yardımcıya ihtiyacı olsun. Hürmet ve tazim ile Onun yüceliğini
an." (İsrâ Sûresi, 17/111.) [30]
17-[1:63,
Hadîs No: 25]
Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivayetle:
Münafığın alâmeti
üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner. Kendisine
emniyet edildiğinde hıyanet eder.[31]
18-[1:64,
Hadîs No: 27]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet
ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Kur'ân'da iki âyet
vardır ki, mü'minler için şifâdır ve Allah'ın^sevdiği şeylerdendir. O iki âyet
Bakara Sûresinin son iki âyetidir [Âme-nerresûlü].[32]
19. [1:65,
Hadîs No:28]
Harmele bin Abdullah bin
Evs'den Resûlullahtan (a.s.m.) rivayet ediyor:
İyiliği yap,
kötülükten sakın. Yanlarından kalktığında halkın senin hakkında
söyleyeceklerinden hoşlanacağın şeyleri gözet ve yap. Yanlarından kalktığında
halkın senin hakkında söyleyeceklerinden hoşlanmadığın şeylere dikkat et ve
onları yapmaktan da sakın.[33]
20. [1:66,
Hadîs No:29]
Behz bin Hakim 'den
rivayet ediliyor:
Hanımına tenasül
uzvuna olmak şartıyla istediğin şekilde yaklaş. Ona yediğinden yedir,
giydiğinden giydir. Yüzüne karşı "Çirkinsin" deme ve dövme.[34]
Yahudiler,
"Kadının tenasül uzvuna arka taraftan yaklaşılırsa, doğan çocuk şaşı
olur" gibi asılsız şayialar yayıyorlardı. Bunun üzerine Bakara Sûresinin
223. âyeti nazil oldu.[35]
Âyette şöyle buyuruluyordu:
"Kadınlarınız,
sizin için evlât yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi
varın."
Ayet-i kerimede
kadının tenasül uzvu bir ekin tarlasına benzetilmiş ve bu ekin ekmenin, yani
cinsî münâsebetin şekli ve usûlü sınırlandırılmamış, arzuya bırakılmıştır. İşte
bu hadîste de bu yaklaşma şekli üzerinde durulmuştur.
Hadîsin ikinci
kısminda Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadınların erkekler üzerindeki en mühim
iki hakkını sayıyor. Bunlar, erkeğin hanımına kendi yediğinden yedirmesi ve
giydiğinden giydirmesidir. Dinimize göre kadın ne kadar zengin olursa olsun,
yiyim ve giyimini temin etmek erkeğin üzerine farzdır. Erkek kadının bu
hakkını yerine getirdiğinde sevap kazanacağı gibi, ihmal ettiğinde de günahkâr
olur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bununla ilgili oiarak şöyle buyuruyor:
"Kişi kendi el emeğinden
daha helâl bir rızık kazanmamıştır. Onun kendisi, âüesi, çocukları ve
hizmetçisi için harcadığı mal birer sadakadır."[36]
"Kişinin geçimi
üzerine farz olan kimseleri ihmal etmesi, günah olarak kendisine yeter."[37]
Hadiste dikkat çekilen
bir diğer husus da, kadını kıracağı için erkeğin "Çirkinsin"
dememesi ve onu dövmemesidir. Çünkü aile yuvasının devamı, karı koca
arasındaki karşılıklı sevgi ile mümkündür. Kadına "Çirkinsin" demek,
hele hele onu dövmek eşler arasındaki sevgiyi sarsar. Nazik bir yaratılışa
sahip olan kadının kendisine hakaret eden ve döven erkeğe karşı sevgi
beslemesi, onun isteklerini gönül rızasıyla yerine getirmesi düşünülemez. Bu
ise ailedeki huzuru alt üst eder.
Nitekim günümüzde
birçok aile yuvası, sırf dayak sebebiyle yıkılmaktadır. Kısacası dayak, aile
hayatı ve huzurunda en mühim problemlerden birisidir.
İşte bugün yüzbinlerce
kadının dert yandığı bu meseleyi, Peygamberimiz (as.rn.) bundan asırlarca önce
halletmiştir. Kendisi hanımlarına kötü söz söylemediği, dövmediği gibi, Müslümanlara
da hanımlarına şefkatle muamele etmeleri tavsiyesinde bulunmuş, hanımlarını
döven erkeklerin "hayırlı erkekler" olmadığına dikkat çekmiştir.
21. [1:67,
Hadîs No: 31]
îbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor ki: Davet edildiğinizde icabet edin.[38]
22. [1:71,
Hadîs No: 39]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Allah mü'mine rızkını
ancak ummadığı yerden vermek ister.
Rizık Allah'ın
elindedir. Bütün canlılara rızkı veren Odur. Rızıksızlıktan ölen yoktur. Bir
âyette, "Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını
vermek Allah'a âit olmasın"[39]
buyurularak bu gerçeğe dikkat çekilir.
Böyle olunca nzık için
endişelenmeye, telaşlanmaya hiç gerek yoktur. Allah, küçücük bir mikrobun
rızkını verdiği gibi bizim de rızkımızı verecektir.
Bu konuda bize düşen
ise gayret göstermektir. Çünkü Allah herşeyi bir sebebe bağlamıştır. Meselâ
meyveler, sebzeler Allah'ın biz kullarına bir ikram ve ihsanıdır. Şu var ki o
ihsanlara erebiimek için ya onları bizzat yetiştirmeli, ya da çalışıp onları
satın alabilecek parayı kazanmalıyız.
Bu inanca sahip olup
gereğine göre hareket etmeye başlayınca Cenab-ı Hakkın rızkı kuilarına
ummadıkları yerden ihsan ettiğini görmemek, hissetmemek mümkün değildir. Şahsî
hayatımızda dahi bunu hissedebiliriz. Yalnız bunlar hep sebepler yoluyla
gelir. İş arayanın beklenmedik bir anda iş bulması, aç olanın yiyeceğe
kavuşması, dükkân kepeğini açana müşterilerin gelmesi bunun birer örneğidir.
Kul beklemediği, ummadığı yerden bir vesileyle gelen rızık sayesinde o kadar
mutlu olur ki, neşesinden nerdeyse yerinde duramaz. İhsanı yapanın Allah
olduğunu bilip o duyguyla baktığında ise sevinci bir kat daha artar. Kendisini
asla unutmayan bir Rabbi olduğunu düşünüp, Ona sonsuz hamd ve senada bulunur.
23- [1:72,
Hadîs No: 40]
îbni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor ki:
Allah bid'atçının
amelini bid'atmdan vaz geçinceye kadar kabul etmez.[40]
24. [1:73,
Hadîs No:41]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Allah belâ ve
musibetlerin mü'min kulunun bedeni üzerinde hâkimiyet kurmasına izin vermez. [41]
İslâmî ölçüler
içerisinde hareket edildiğinde kul kolay kolay hastalanmaz, maddeten ve manen
sağlıklı kalır. İbadetlerini günü gününe yapan; Ramazan orucunu tutan, beş
vakit farz namazını kılan, verdiği zekâtla fakir fukarayı gözeten, iyiliğin
kurumlaşması, ayakta kaîması ve güçlenmesi için elinden gelen her türlü maddî
ve manevî gayreti gösteren kimse üzerinde belâ ve musibetlerin hâkimiyet
kurması söz konusu değildir.
Gerçi kişi tedbirsizliği
yüzünden bir kısım musibetlere maruz kalabilir; hasta olabilir, sıkıntı ve
zararlara uğrayabilir. Musibet onu yatağa düşürse, borca gömse de manen
hâkimiyet Kuramaz.
Aslına bakılırsa
tedbirli davranan, geçmişini geleceğini düşünen, yapacağı işin başını, sonunu
hesap eden böyle durumlara nadiren düşer. Hatası yüzünden düşse veya
beklenmedik bir anda başına bir belâ ve musibtet gelse yine o musibet onda
hâkimiyet kuramaz. Yani onu moralmen çökertemez, şevkini kıra-maz, ümitsizliğe,
bedbinliğe itemez. O musibet ne kadar şiddetli olursa olsun, mü'min, Allah'ın
izin ve müsaadesi dışında bir kuşun dahi kanadını oynatmadığını bildiği için,
onun Allah'tan geldiğini düşünür. "Güzelden gelen güzeldir" deyip
sabreder, asla isyan ve şikayete girmez. Onun dahi birçok hikmetleri olduğunu
düşünüp sabırla musibetin üzerine yürür ve musibet ona hâkim olacağı yerde o
musibete hâkim olur, ondan kurtulur. O musibeti maddeten yenemese de manen
mağlup eder, çökertir, yıkımına müsaade etmez.
Kısaca söylemek
gerekirse musibetleri sebep olabileceği inkarcılık, isyankârlık, bedbinlik,
yıkılmışlık mü'mincle hâkimiyet kuramaz. îmanının güçlülüğü ölçüsünde mü'min
bunlara boyun büktürür, söndürür.
25. [1:73,
Hadîs No: 43]
İbni Ömer (r.a.)
Resûlullahın (a,s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Kaba davranana
yumuşaklıkla muamele ederek, vermeyene vererek şerefi Allah katında arayınız. [42]
26. [1:74,
Hadîs No: 45]
Ebû Hümeyd
es-Sâidî'den rivayet ediliyor:
Seni seven kimseye sen
de ona olan sevgini bildir. Çünkü bu sevgiyi daha da sağlamlaştırır[43]
27. [1:77 Hadis No: 50]
ibni Ömer (r.a,)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Yemeği sıcakken
yemeyin. Çünkü sıcak yemeğin bereketi yoktur.[44]
28. [1:77,
Hadîs No: 51]
Ebû Mûsâ (r.a.)
rivayet ediyor ki:
Size müjde veriyorum.
Siz de sonra gelenlere müjde verin ki, Allah'tan başka ilâh olmadığına samimî
olarak şahitlik eden kimse Cennete girecektir.[45]
29. [1:78, Hadis No: 52]
Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivayetle:
Kıyamet günü Alllah'm
ihsanından ve rahmetinden en fazla uzak olan, başkalarına yapmalarını
söyledikleri şeyin tersini yapan kimselerdir.[46]
30. [1:79,
Hadîs No: 53]
îbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah'ın en
hoşlanmadığı helâl, boşanmadır.[47]
.
Dinimizde evlilik
teşvik edilmiş, evlilik müessesesine çok büyük ehemmiyet verilmiş ve
müessesenin sağlam kurulabilmesi için evlilik öncesinde nelere dikkat edilmesi
hususunda ölçüler konulmuştur. Evlilik yuvası kurulduktan sonra da huzurlu bir
şekilde devam etmesi için, eşlerin dikkat etmesi gereken hususlar üzerinde hassasiyetle
durulmuştur. Evlilik müessesesini bozabilecek her hareketten sakınılması
istenmiştir. Hiçbir haklı sebep ve gerekçe yokken boşanmayı Peygamber
Efendimiz (as.m.) hiç hoş karşılamamış ve mü'minleri bundan şiddetle
sakındırmıştır. Bununla ilgili bu hadisten başka daha birkaç hadis vardır:
"Evleniniz, fakat
meşru bir sebep yokken boşanmayınız. Çünkü Allah zevklerine düşkün erkek ve
kadınları sevmez."[48]
"Hiçbir sebep
yokken kocasından boşanmak isteyen kadın Cennetin kokusunu alamaz.[49]
"Kadını kocası aleyhine
kışkırtan bizden değildir.[50]
Peygamber Efendimiz
(a.s.m.), bir hadislerinde de boşanma sebebiyle Arş-ı Âlânın titreyeceğini
bildirmiş, başka bir hadislerinde ise "Şöyle yaparsam hanımım benden boş
olsun" şeklinde ancak münafık olanların yemin edeceğini bildirmiştir.[51]
Boşanma dinimizde
istenilmeyen ve tavsiye edilmeyen birşey olmakla birlikte, bazan zaruret
haline gelebilir. Bunun için de istenilmemekle beraber helâl kılınmıştır.
Çünkü karı kocanın hak ve vazifelerini yerine getirdiği huzurlu bir aile ocağı
nasıl bir nevî Cennetten bir köşe ise, huzursuz ve geçimsiz bir aile ocağı da
Cehennemden bir köşedir. Insanlan böyle bir ailede birlikte yaşamaya zorlamak
ise manasızdır. Zira zorla güzellik olmayacağı, zorlama ile evlilik bağının
devam etmeyeceği herkesin bildiği bir gerçektir. Böyle olunca, boşamayı zorlaştırmak
bir çözüm değildir, her iki tarafı da mağdur duruma düşürür. Günümüzde kadın
olsun, erkek olsun boşanamadıklan için yeni bir aile yuvası kuramayan kişilerin
sayısı bir hayli fazlalaşmıştır. Bu durum, sadece tarafların mağdur olmasını
netice vermemekte, aynı zamanda birçok kötü neticeleri de beraberinde
getirmektedir. Meselâ, boşanamadığı için başka biriyle evlenemeyen kadın ve
erkek, gayrimeşrû bir hayatın kucağına düşebilmektedir. Diğer taraftan, boşanmayı
zorlaştırmak, başka istenmeyen durumların ortaya çıkmasına da sebep
olabilmektedir. Meselâ hanımından boşanmak isteyen ve boşanamayan erkek, daha
kolay boşanmak için oha zina isnadında bulunabilmektedir. Ve hattâ bunu
ispatlamak için bir komplo kurabilmektedir. Ki bunun misâllerini zaman zaman
gazetelerden okuyoruz. Bu ise son derece çirkin bir davranıştır. Çünkü bu erkek,
zamanında hanımıyla birlikte tatil günler geçirmiş, aynı sıkıntıyı birlikte
paylaşmıştır. Belki ondan çocukları olmuştur. Fakat anlaşamadığı eşinden
bo-şanabilmek ve yeni bir yuva kurmak için "iftira" etmekten başka
çâre bulamamaktadır. Öyleyse birlikte yaşamak istemeyen insanları kağıt
üzerinde evli gös-
termeye gerek yoktur.
En güzel yol, 'Ya güzellikle birlikte olmak, ya güzellikle ayrılmaktır."
İşte bunun içindir ki, dînimiz boşanmayı kolaylaştırmış, artık birlikte
yaşamaları mümkün olmayan eşlere isterlerse yeni bir yuva kurma fırsatı tanımıştır.
Bu ise hakkın ve adaletin tâ kendisidir.
31 -[1:79,
Hadîs No: 54]
Muâz (r.a.) rivayet
ediyor ki:
Allah'ın en çok
buğzettiği yaratık îman edip sonra- küfre giren kimsedir. [52]
32. [1:80,
Hadîs No: 55]
Âişe (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah'ın en çok gazap
ettiği kimse, düşmanlıkta aşırı gidendir.[53]
33. [1:80,
Hadîs No: 56]
Âişe'den (r.a.)
rivayetle:
Kullar içerisinde
Allah'ın en çok buğzettiği kimse, kılık kıyafeti amelinden daha hayırlı olan
kimsedir. Kılık kıyafeti peygamberlerin-ki gibi, ameli ise günahkar ve
zâlimlerin amelidir.
Bir kısım değerlerin
alt üst olduğu, manevî duyguların zayıfladığı toplumlarda değer ölçülerinin de
büyük ölçüde değiştiğini görürüz. Böyle toplumlarda insanı insan yapan inanç,
ahlâk, fazilet gibi manevî değerler bir tarafa atılır. Bunların yerine para
pul, makam mevki, kılık kıyafet ve şan şöhrete göre insanlara kıymet verilir.
Meselâ kişinin kılık kıyafeti düzgünse itibar görür. Ama canavar ruhluymuş bu
araştırılmaz bile.
Kılık kıyafetin
düzgünlüğü, derli topluluğu elbetteki önemli ve gereklidir. Ama ondan daha
gerekli olan gönül dünyası ve amelin düzgünlüğüdür. Bozuk davra-nışlı, kırıcı,
yıkıcı, incitici insanlar ne kadar süslü kıyafetler içerisine girerlerse
girsinler vicdan sahibi hiç kimseyi memnun edemezler. Hatta nefret kazanırlar.
Böyle kimseler sadece insanların değil, Allah'ın da nefretini kazanır.
Bir de dinî kisveye
bürünüp Peygamberlerin yolundaymış gibi görünerek dış görünüşüyle insanlara
güven verdiği halde amel noktasında günahkâr ve zâlim kimselerin davranışları
içerisine girenler vardır ki, bunlar doğrudan doğruya hadiste anlatılan
Allah'ın buğzettiği kimselerdir. Bunlar kılık kıyafetlerini, cübbeleri-ni,
takkelerini istismar ederler, İslama gölge düşürürler. Bunlar düşmanlardan daha
çok İslama zarar verirler.
Bu hadis bu tip
istismarcılara dikkat etmemize işaret ettiği gibi bizzat istismarcılara da
büyük bir Fkaz mahiyeti taşımaktadır. Ya kılık kıyafetlerini davranışlarına
uydurup insanları kandırmaktan kaçınacaklar, ya da kılık kıyafetlerine uygun
bir ruh hali ve davranış sergileyeceklerdir. Aksi halde Allah'ın buğzundan
kurtulmaları mümkün değildir.
34. [1:81,
Hadîs No: 57]
Ibni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor ki:
Allah en çok şu üç
kişiye gazap eder:, (1) Mekke ve
Medine'de günah işleyene, (2) dinde
Câhiliye âdetini yaşatmak isteyene, (3)
bir kimsenin haksız yere kanını dökmeyi şiddetle arzulayana.[54]
35. [1:82,
hadis No: 58]
Ebû'd-Derdâ'dan
rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle rivayet etmiştir:
Siz ancak zayıflarınız
hürmetine rızıklandırılıyor ve yardım görüyorsunuz.[55]
Zayıflar, fakirler,
garibanlar, kimsesizler, yetimler sevgiye, şefkate, ilgiye, yardıma en çok
muhtaç olan kimselerdir. İnsandaki merhamet duygusunun verilişinin en önemli
hikmetlerinden biri de. böyle kimseler üzerine eğilmek, problemleriyle
ilgilenmek, dertlerine derman olmaktır.
Birçok âyet ve hadis
zayıflan övmekte, adetâ onları kâinatın manevî çekim gücü haline getirmektedir.
Evet, o masum zayıf çocuklara Cenab-ı Hak anne babalarını hizmetkâr yapar.
Yırtıcı kaplan elde ettiği rızkı kendi yemez, yavrusuna yedirir. Evdeki yaşlı
ve zayıf anne ve babalar bolluk ve bereket vesilesi olur. Onlar hürmetine
Cenab-ı Hak o aileye rahatlık, kolaylık bahşeder. Bilhassa aile reisi öylesine
kolaylık görür ki, rızkının nereden ve nasıl geldiğinin bile farkında otmaz.
O zayıflardan öyleleri
vardır ki, Cenab-ı Hak onları azaplandırmaya haya etmektedir. Meselâ rızası
uğrunda saçını ağartmış ihtiyarlar bunlardandır.
Eli, ayağı tutmayan,
dilsiz nice sakat kimseler, evlerinde bereket vesiles olurlar.
Bir işyerinde patron
bir ölçüde zayıf sayılan işçiler sayesinde işlerini yürütebilmekte, kazanç
sağlayabilmektedir. Cenab-ı Hak onlar vesilesiyle işverene rı-zı k ihsan
etmektedir.
Madem ki Rabbimiz
herkesten çok zayıflara önem vermekte, onlar sayesinde rızıklanacağımızı,
nzıklandığımızı bildirmektedir. Öyleyse hiçbir zayıf hor ve hakir görülmemeli,
gereken sevgi ve hürmet gösterilmelidir.
36. [1:83,
Hadîs No: 59]
Ebû'd-Derdâ (r.a.)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
İhtiyacım ilgili yere
ulaştıranı ayan kimsenin ihtiyacını ulaştırın. Kim bunu yaparsa, Allah Kıyamet
günü ayaklarını Sırat köprüsünde sabit kılar.[56]
İnsanlar mal mülk,
makam mevki, ilim kültür bakımından olduğu gibi güç ve kuvvet bakımından da
farklıdırlar. Bazıları vardır girişkendir, medenî cesaret sahibidir; maksadını,
dileğini güzel anlatır, sebeplere sarılır, işini sonuca ulaştırabilir.
Bazıları da vardır ki yüzde yüz haklı oldukları haide, birçok bakımdan zayıf
düştükleri için haklarını savunamaz, ihtiyaçlarını gerekli makamlara
ulaştıra-maz, haksız duruma dahi düşebilirler. İşte bu noktada güçlü, eli kalem
tutan, ağzı laf yapan veya imkânı olan kimselerin devreye girip o masumun
elinden tutmaları, ortadan engelleri kaldırmaları hem insanlık, hem de dinî bir
görevdir. Böyle bir duruma aracı olmak sevinç olarak insana yeter. Bununla
birlikte Ce-nab-ı Hak onlara büyük mükâfat da vaadetmiştir ki, bu kıldan ince
kılınçtan keskin Sırat köprüsü üzerinde ayakları kaydırmadan gidebilmektir.
Böylesine büyük bir mükâfat, herhalde mükâfatın ne demek olduğunu bilen
insanlar için kaçırıl-maz bir fırsattır.
37. [1:84,
Hadîs No: 62]
Ebû Karsafe'den
rivayet ediliyor:
Kim bir cami yaparsa,
Allah da onun için Cennette bir ev yapar. Caminin temizliğini yapmak ise,
Cennet kadınlarının mehirleridir.[57]
38. [1:85
Hadîs No: 63]
Ebû Said'den rivayet
ediliyor:
Su bardağını ağzından
uzaklaştır, sonra nefes al.[58]
39. [1:86,
Hadîs No: 64]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Ey Âdemoğlu, Rabbine
itaat et ki, sana akıllı denilsin. Ona isyan etme ki, sana câhil denmesin.[59]
40. [1:86, Hadîs No: 65]
îbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Ey Âdemoğlu! Sana Wı
gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun. Ey Âdemoğlu, ne aza
kanaat ediyorsun; ne de çoğa doyuyorsun.[60]
41.[1:88,
Hadis No: 68]
Câbir'den (r.a.) rivayetle
Ebû Bekir ve Ömer,
peygamber ve resuller hâriç, gelmiş ve geçmiş bütün Cennet halkının
yaşlılarının efendisidir.[61]
42- [1:89,
Hadîs No: 69]
Câbir (r.a.) rivayet
ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Baş için kulak ve göz
ne ise Ebû Bekir ve Ömer de benim için öyledir.[62]
43. [1:90,
Hadîs No: 70]
Seleme bin Ekvâ (r.a.)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Ebû Bekir,
peygamberler müstesna insanların en hayırlısıdır.[63]
44. [1:90,
Hadîs No: 71]
İbni Abbas (r.a.) rivayet
ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyürüyor:
mağarada can
yoldasımdır. Ebû ir m kapısından başka mescide açılan bütün kapıları kapatın.[64]
45. [1:91,
Hadîs No: 72]
Âişe (r.a.) rivayet
ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Ebû Bekir benden, ben
de ondanım. Ebû Bekir benim dünyada ve âhirette kardeşimdir.[65]
46. [1:91,
Hadîs No: 73]
Said bin Zeyd (r.a.)
rivayet ediyor:
Ebû Bekir Cennettedir.
Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir. Ali Cennettedir. Talha bin Ubeydullah
Cennettedir. Zübeyr bin Av-vam Cennettedir. Abdurrahman bin Avf Cennettedir.
Sa'd bin Ebî Vakkas Cennettedir. Saîd bin Zeyd Cennettedir. Ebû Ubeyde bin
Cerrah Cennettedir[66]
47. [1:98,
Hadîs No: 83]
Ebû Saîd (r.a.)
rivayet ediyor ki:
Bana Cebrail geldi.
"Rabbim ve Rabbin, 'Seni nasıl yücelttiğimi biliyor musun?' diye
soruyor" dedi. Ben, "Allah daha iyi bilir" dedim, Cebrail şöyle
dedi:
"Allah, 'Benim
ismimin anıldığı her yerde senin ismini de anarak' buyuruyor."
Dikkat edilirse
kelime-i şehadette Allah'ın !sminden hemen sonra Peygamber Efendimizin
(a.s.m.) ismi geiir. Allah'a hamd ü senadan hemen sonra da Peygamber Efendimize
(a.s.m.) salâtü selâm getiririz. Ezanda da aynı kelimeler hep tekrar edilmez
mi?
Şüphesiz bu sebepsiz
değildir. Herşeyden önce Allah, Kendi ismiyle birlikte Peygamberimizin ismini
zikretmiş, bize de böyie davranmamızın yolunu açmıştır.
Allah'ın bizzat
yücelttiği, emirlerinin ulaştırıcısı, rızasının göstericisi, saltanatının
dellalı bir peygamberi elbette biz de yüceltecek, ismini hürmet ve tazimle
yâdedecek, salât ü selâm yetirmeyi bir görev bileceğiz.
Resûl-ü Ekrem (as.m.)
niçin yüceltilmeye layık olmuştur?
Çünkü o kâinatın
yaratıltşındaki maksadı en güzel biçimde ifade etmiş, Allah'ın varlık ve
birliğini hem hâli, hem de diliyle anlatan en büyük delil olmuştur.
Öyle bir din ve
kitapla gelmiştir ki, getirdiği dinin en küçük bir meselesi bile
değiştirilmemiş ve çürütülememiştir, Zaman ihtiyarlamasına rağmen hiçbirinin
hükmü geçmemiş, her asırda bütün tazeliğiyle kendini muhafaza etmiş, herşey
yaşlandıkça o gençleşmiştir.
Öyle bir peygamberdir
ki geçmiş peygamberler onu müjdelemiş ve onun terbiyesi, irşadı ve dinine tâbi
olan milyonlarca evliya onun dâvasını tasdik etmiş, bütün enbiyaya reis,
evliyaya da önder olmuştur. Allah'ın habibi olan o yüce peygamber insanlığa
dünya ve âhirette huzuru bulma ve mutlu olmanın, Ai-iah'ın sevgi ve rızasını
kazanmanın yollarını göstermiştir.
Zâtında öyle bir yüce
ahlâk, vazifesinde öyle bir üstün titizlik, dinini tebliğde öyle güzel bir
karakter sergilemiştir ki, büyüklüğünü sadece dostları değil, düşmanları dahi
kabul etmek zorunda kalmış, "en ahlâklı insan" demekten kendilerini
alamamışlardır.
Bütün güzel ahlâk ve
olgunluklara sahip o büyük Peygamber kendiliğinden değil, Allah tarafından
konuşturulmakta ve Onun nâmına konuşmaktadır. Kâinat Yaratıcısından ders
airfıış ve ona göre anlatmıştır. Onun elinde zuhur eden bini aşkın mucîze
kâinat Sahibinin nâmına konuştuğunun, Onun kelâmını tebliğ ettiğinin ap açık
bir delilidir. En büyük ve ebedf mucfzesi olan Kur'ân da göstermektedir ki, O
Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır. Vazifesini yürütürken gösterdiği ihlas, ciddiyet,
samimiyet, fedakârlık ve feragat da Allah'ın kitabını tebliğ ettiğinin kesin
bir delilidir. O insanlara ve cinlere öyle bir ders veriyor ki, asırlar onun getirdiği
nurla aydınlanıyor. Kalbler manevî esaretten, ruhlar zilletten kurtuluyor.
O öyle erişilmez bir
zâttır ki, îmanıyla, ibadetiyle, ahlakıyla, faziletiyle insanlık tarihinin en
mümtaz ve erişilmez şahsiyeti olmuştur.
O kâinat ağacının hem
en nurlu çekirdeği, hem en mükemmel meyvesidir. Sonsuz rahmetin timsali, Allah
sevgisinin misali, Hakkın en münevver delili, hakikatin en parlak lambasıdır.
Kâinatın sır küpünü o açmıştır. Yaratılış muammasını o çözmüştür. Kâinat
kitabının mânâlarını en geniş ve ayrıntılı şekilde o izah etmiştir. Kainatın
yaratılış sebebidir o. Kâinat Halikı ona bakmış, kâinatı yaratmıştır. Eğer onu
fcad etmeseydi, kâinatı dahi îcad etmezdi, denilebilir. "Sen olmasaydın
kâinatı yaratmazdım" kudsî hadîsi de bu gerçeğin bizzat Allah tara-fından
ifadesinden başka birşey değildir.
Kısaca böyle bir zâtın
gönderilmesi, ışığın güneşe gerekliliği derecesinde Allah'ı zât, isim, sıfat,
emir ve yasaklarıyla tanıtmak için gereklidir, İşte bu ve bunlara benzer
özellikleri sebebiyledir ki, Allah, Resulünü yüceltmiş, onu Kendi ismiyle
birlikte zikretmiş, zikrettirmiştir.
48. [1:100,
Hadîs No; 87]
Zeyd bin Harise (r.a:)
rivayet ediyor ki:
İlk vahyin indiği
sıralarda Cebrail bana geldi, abdest ve namazı öğretti.[67]
49. [1:102,
Hadîs No; 87]
Ali (r.a.) rivayet
ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Cebrail gelerek bana
şöyle dedi: “Ey Muhammed, istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin, istediğin
kimseyi sev, sonunda ayrılacaksın; istediğin şeyi yap, sonunda karşılığını
göreceksin. Şunu muhakkak bil ki, mü’minin şerefi gece ibadete kalkmasıdır,
izzeti, Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip, insanlardan bir şey
beklememesidir.” [68]
50. [1:103,
Hadîs No; 90]
Ebu Musa (r.a.)
rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Rabbimden bir elçi
geldi. Ümmetimin yarısını cennete koymakla onlara şefaat etmem arasında beni
serbest bıraktı. Ben şefaati tercih ettim. Şefaat ümmetimden Allah’a hiçbir
şeyi ortak koşmadan ölen kimseler içindir.[69]
51. [1:104,
Hadîs No; 91]
Ebu Talha (r.a.)
rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Bana Rabbimin katından
bir melek geldi ve şöyle dedi: Ümmetinden kim sana bir salavat getirirse Allah
bundan dolayı ona on sevap yazar, on günahını siler, derecesini on kat
yükseltir ve getirdiği salavatın aynısıyla karşılık verir.[70]
52. [1:105,
Hadîs No; 93]
Huzeyfe (r.a.) rivayet
ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Gökten daha önce hiç
inmemiş olan bir melek geldi, selam
verdi, sonra Hasan ve Hüseyin’in Cennet gençlerinin, Hz. Fatıma’nın da Cennet
kadınlarının efendisi olduğunu müjdeledi.
[71]
53. [1:105,
Hadîs No; 93]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Alimlere uyunuz. Çünkü
onlar dünyanın kandilleri, ahiretin de lambalarıdır.[72]
54. [1:107,
Hadîs No:95]
Zeyd es-Sillemi'den
rivayet ediliyor:
Sizin için ölüm kesin
olarak takdir edilmiştir; ya azap getirir, ya da saadet.[73]
Dünya . Ölüm
kaçınılmaz bir gerçektir. İster istemez İyi kötü herkes bu köprüden geçecektir.
Çünkü Kâinatın Sahibi bu kânununu herşeyi içine alacak kadar şümullü
tutmuştur. Allah'ın en sevdiği Habîbullah ve Kainatın Efendisi Hz. Mumam-med
bile bu kânuna boyun bükmüştür.
Peki, Hz. Muhammed
(as.m.) başta olmak üzere nice insanlığın ayı, güneşi, yıldızı olmuş insanları
alıp götüren ölüm insanlıktan ne istiyor? Hani zâlimleri, canileri alsa, iyi
diyeceğiz; ama nice muhterem, değerli, şerefli insanları almasına nasıl
tahammül edeceğiz veya bunu nasıl yorumlayacağız?
Bir defa ölümü
rastgele, gelişigüzel, tesadüfert, kendiliğinden oluvermiş bir hadise olarak
görmek yanlıştır. Hadiste ölümün Allah'ın takdirinde olduğu açıkça
bildirilmektedir. Kâinatta Allah'ın izni, müsaadesi, tasarruf ve takdiri
dışında hangi hadise vardır ki, ölüm bunlardan biri olsun. Öyleyse hadiseye
Allah'ın bir fiili olması açısından bakmak gerekir. Hiçbir işi mânâsız,
gayesiz, boş, lüzumsuz ve zararlı olmayan Allah'ın bir tasarrufu ve
takdirinden ibaret olan ölüm de birçok hikmetler taşımalıdır. Önemli bir
hikmetini Rabbimiz bir âyetinde şöyle anlatmaktadır:
"Hanginiz daha
güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O
yarattı."[74]
Bir defa Onun
yaratması olan hayat ne kadar güzelse, yine Onun bir fiili olan ölüm de o
Ölçüde güzeldir. Çünkü Rahman, Rahîm, Hakim, Kerîm gibi nice mükemmel ismin
sahibi olan sonsuz rahmet sahibi Allah'ın hiçbir çirkin, kötü ve zararlı fiili
yoktur. Güzelden gelen güzel değil midir? O halde ölümün, sevimli hayatın sona
ermesi, bütün zevk ve lezzetlerin bitmesi, çürüme, dağılma, toz toprak haline
gelme gibi, çirkin görünen yüzüne bakıp "Çirkindir" hükmüne varamayız.
O halde ölüm de
güzelse bu güzellik neresindedir?
Risale-i Nur
Külliyatfnm bir çok yerinde gayet veciz ifadelerle anlatıldığı gibi ölüm bir
hiçlik, yokluk; herşeyin bitip tükenmesi, yok olup gitme değildir. En aşağı
bir hayat tabakasında olan bir bitkinin ölümü dahi, hayattan daha mükemmel bir
sanatı netice veriyor. Meselâ bir çekirdek toprak altında dağılıp parçalanmak,
kısacası ölmekle yok olmuyor, aksine daha mükemmel, daha güzel bir hayatı
netice veriyor. Çıkan filiz büyüyüp zamanla binlerce meyve veren bir ağaç
haline geliyor. Demek oluyor ki çekirdeğin ölümü, yeni ve daha üstün bir
hayatın
başlangıcı oluyor.
Yediğimiz, içtiğimiz meyve ve sebzeler de midemizde öldükten sonra bağırsaklar
ve damarlar yoluyla hücrelerimize gidip canlanmıyorlar mı?
Peki en aşağı hayat
tabakasında yer alan bir bitkinin ölümü böylesine harika bir hayatı netice
veriyorsa, insan gibi üstün bir yaratığın ölümü nasıl yokluk olabilir? İnsan
da kabir âleminde filiz ve âhirette de ebediyet ağacını netice verecektir.
Diyebiliriz ki ölüm
hayatın binbir türlü meşakkat, güçlük ve sıkıntılarından bir kurtuluştur. Dar,
sıkıntılı, ızdıraplı, gürültülü, sıkıcı, bilhassa ihtiyarlar için ağırlaşmış
hayat şartlarından, zindana dönmüş dünyadan çıkıştır. Geniş, rahat, ferahtı,
sevinçli ve saadetlerle dofu, baki bir hayata, Cenab-ı Hakkın rahmetine
geçiştir.
Ölüm ebedî hayatın
başlangıcıdır. Aslî vatanımız, Âdem babamızın memleketi olan Cennete sevk
oluştur.
İnsan bu dünyada bir
misafirdir ve Allah'a kullukla mükelleftir. Vazifesini ifa sadedinde nice
ıztıraplara göğüs germek zorunda kalır. Ama dünya hayatının geçiciliğini,
birgün bütün bu çilelerin biteceğini, en küçük bir iyiliğinin dahi mükâ-fatsız
kalmayacağını düşünür, tam bir sabırla dayanır. Dünyayı âhiretin bir bekleme
salonu gibi görür, güçlüklere göğüs gerer. Birgün ölüm gelir, onun için terhis
tezkeresi yerine geçer. Çünkü artık hayat vazifesi bitmiş, paydos verilmiş,
mükâfat alma zamanı yaklaşmıştır.
Ölüm, ruhun beden
evini terkedişi, ruhlar âlemine uçuşudur. Bedende misafi-reten bulunan ruh
Berzah âlemi dediğimiz âleme gider. Yalnız kabirde olan bedeniyle de irtibat
halindedir. Bedenin çürümesinin ise ruha hiçbir zararı yoktur. Tıpkı bu bir
insanın elbisesinin toprağa gömülüp çürüdüğü halde kendisine bir-şey olmamasına
benzer. Beden elbisesini Cenab-ı Hak, Kıyametten sonra yeni baştan inşa edecek,
ruhu bedene göndermekle o bedeni yeniden canlandıracaktır. ...
Ölüm bir yer
değiştirme ve bir yayladan diğer bir yaylaya gitme gibi bir göç hadisesidir.
Dünyadan başta Sevgili Peygamberimiz olmak üzere yüz yirmi dört bin peygamber,
yüz yirmi dört milyon evliya baba, anne, dede, teyze, hala, kardeş gibi kabir
âlemine göç etmiş sayısız sevdiklerimize bir kavuşmadır. Demek ölüm bir ayrılık
değil, bir kavuşmadır. Bu kavuşma hadisesini dinî meselelere orijinal yorumlar
getirmekle tanınan çağımızın büyük âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Sözler
isimli eserinde bir misalle şöyle anlatır:
"Meselâ şu
karyede (yanî Barla'da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı
İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi
oraya gidecek? Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır; orayı düşünür. Ahbaba
kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip, güle-rek gider.
İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler; bir kısmı
mahvolmuşlar, bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan
olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare adam ise, bütün onlara bedel y.alnız bir
misafire ünsiyet edip [yakınlık duyup] teselli buimak ister. Onunla o eiîm
âlâm-ı firakı [ayrılık acılarını] kapamak ister.
"Ey nefis! Başta
Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki
tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme.
Merdane kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekcesine ölümün yüzüne gül; bak ne
ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.[75]
Yine Bedîüzzaman görünüşte
korkunç görülen öiümün bir yer değiştirme, dünyadan kabre geçiş ve dost ve
sevgililere bir kavuşma olduğunu Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde şöyle bir
misâlle anlatır:
"Eğer İmam-ı
Rabbânî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir davet
vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim.
Binâenaleyh, İncil'de 'Ahmed,' Tevrat'ta 'Ahyed,' Kur'ân'da 'Muhammed' ismiyle
müsemmâ [isimlendirilen] iki cihanın güneşi kabrin arka tarafında milyonlarca
Farukî Ahmedler ile muhat [kuşatılmış] olarak sakindir. Onların ziyaretlerine
gitmek için niye acele etmiyoruz. Geri kalmak hatadır.[76]
Ruhlara ürperti veren,
dehşetli ölüm işte îman dürbünüyle böylesine sevimli ve cana yakın hale gelir.
Onun içindir ki ölümün gerçek mahiyetini bilen büyükler ölümü sevmiş, gülerek
karşılamışlardır.
Buraya kadar
anlattığımız ölümün saadet getiren yönüdür. Yine hadisten anlaşıldığı gibi
ölümün bir de azap getiren yönü vardır. "Kabir ya Cennet bahçelerinden
bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur"[77] hadisi
de bunu anlatır. Kabir hayatı Kıyamete kadar sürer. İnsan, amelinin durumuna
göre ya azap, ya da saadet görür. .
Allah'a ve âhirete
inanmayanlar için kabir bir azap çukurudur. İnançsızlar, ölümü yokluk olarak
gördükleri için ölüm hem kendilerini, hem de bütün sevdiklerini asan bir
darağacı haline gelir, devamlı azap çektirir, idamlığın acısını tattırır.
Allah'a ve âhirete
inandığı halde inancına zıt bir hayat sürenler için ise kabir bir haps-i
münferide, yani tek kişilik bir hücreye dönüşür. Günahları ölçüsünde ızdırap
çekerler.
Allah'a ve âhirete
inanıp inandığı gibi ömür sürenler için ise kabir Cennet bahçesine açılan bir
kapı olur. Öylesine mutlu bir hayat sürerler ki Kıyametin ne zaman geldiğinin
bile farkına varmazlar.
55. [1:107,
Hadîs No: 961
Enes (r.a.) Resûl-ü
Ekremden (a.s.m.) rivayet ediyor:
Yetimlerin malını
kendileri namına çalıştırın. Tâ ki zekât onu yemesin.[78]
Yüce Rabbimiz pekçok
âyet-i kerimede yetimlere iyilik yapmayı, onlara ihsanda bulunmayı emrediyor.[79] Şu
âyet-i kerimede de yetimlerin mallarını korumayı emrediyor ve şöyle buyuruyor:
"Sana bir de
yetimlerden soruyorlar. De ki: Onların durumunu düzeltmek, himaye altına alıp
mallannı korumak hayırlıdır. Eğer onlarla karışır, bir arada yaşarsanız, zâten
onlar sizin kardeşlerin izdir. Allah ı&lah edenle ifsâd edeni birbirinden
ayırır; kimin hangi niyetle yetim malına yaklaştığını bilir."[80]
Peygamberimizin de
yetimleri himaye ile ilgili pekçok hadisleri vardır. Bu hadislerinde de yetim
malını korumayı emrediyor.
İmam Şafiî gibi bâzı
âiimlere göre bir yetime miras olarak kalan para, zekât düşecek miktardaysa,
velîsi onun malından onun namına zekâtını verir. Bu durumda her yıl zekât
verile verile yetimin malı gittikçe erir. İşte Peygamberimiz bu hadislerinde
yetimleri görüp gözetenlere bir vazife yüklüyor. Zekâtın onların malını yiyip
bitirmemesi için mallarını onlar namına çalıştırmalarını tavsiye ediyor. Mala
zekât düşüp düşmemesi de mühim değildir. Yetimin malt zekât düşmeyecek kadar
az olsa da velî onun malını yetimin nâmına çalıştırabilir. Velayeti altındaki
yetim yetişkin çağa geldiğinde, veli kârı İle birlikte maiını kendisine teslim
eder. Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak da şöyle buyuruyor:
"Yetişkin çağa
geldiklerinde yetimlere mallarını verin. Helâli harama değişmeyin. Onların
malını kendi malınıza katmak suretiyle de yemeyin. Şüphesiz o pek büyük bir
günahtır." [81]
56. [1:108,
Hadîs No: 97]
Ebû Derdâ (r.a.)
rivayet ediyor:
Kalbinin yumuşamasını
ve ihtiyacına kavuşmayı ister misin? Öyle ise yetime merhamet et, başını okşa,
yiyeceğinden ona yedir ki, kalbin yumuşasm ve ihtiyacına kavuşasm.[82]
57. [1:109,
Hadîs No: 98]
Ebû Hüreyre (r.a,)
rivayet ediyor:
Allah İbrahim'i dost,
Musa'yı sırdaş edindi. Beni de Habib edindi. Sonra şöyle buyurdu: 'İzzet ve
büyüklüğüm hakkı için seni dostum ve sırdaşımdan üstün tuttum."[83]
58-[1:109,
Hadîs No: 99]
Ali'den (r.a.)
rivayetle:
Sirval edininiz.
Çünkü, o elbisenin en iyi örtenidir. Dışarı çıktıklarında hanımlarınızı da
onunla koruyunuz:[84].
Kadın olsun, erkek
olsun Araplardan bazıları entarilerinin altına birşey giymiyorlardı. Bu giyim
şekli her ne kadar tesettürü temin ediyorsa da, açılma riskinden emin değildi.
İşte Peygamberimiz tesettürün sağlam bir şekilde temin edilebilmesi için
ayrıca sirval giyilmesini de tavsiye etmiştir. Sirval, entarinin altından
giyilen şalvar tipinde, geniş ve rahat bir giysidir.
Hadiste tesettürün en
sağlam şekilde yapılabilmesine dikkat çekilmektedir. İslâmın çerçevesini
çizdiği tesettür şekline uyulduktan sonra örf ve âdete göre değişen çeşitli
elbiseler giyilebilir, Nitekim günümüzde her Müslüman millet, kendi örf ve
âdetine göre örtün m ektedir.
59- [1:112,
Hadîs No: 103]
Ümmü Hâni (r.a.)
Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet ediyor ki:
Koyun edinin. Çünkü o
berekettir.[85]
60-[1:113,
Hadîs No: 104]
Hüseyin bin Ali'den
rivayet ediyor:
İyilik yapmak
suretiyle fakirlerin yanında bir yatırımınız bulunsun. Çünkü Kıyamet günü
zenginlik sırası onlarındır.[86]
61- [1:114,
Hadîs No: 106]
Enes (r.a) rivayet
ediyor ki: ,
Şaşırtıcı derecede
büyük iftiranın ne olduğunu biliyor musunuz? Aralarını bozmak için insanlar
arasında söz taşımaktır.[87]
62. -
[1:115, Hadîs No: 109]
Behz bin Hakîm rivayet
ediyor:
Açıktan günah
işleyenleri anlatmaktan niçin çekiniyorsunuz? İnsanlar onları ne zaman
tanıyacak? Onun vasıflarını anlatın ki, insanlar onlardan sakınsınlar.[88]
Dini tabiriyle
"fasık-ı mütecahir" denilen, fenalıktan sıkılmayan, aksine işlediği
kötülükle iftihar eden, ballandıra ballandıra anlatan, yaptığı zulümden lezzet
alan ve sıkılmadan açıktan işleyen kimseler bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan
kimseler gibidir. Eğer bunlara karşı tedbir alınmazsa cemiyete bu pis
hastalığın bulaşması kaçınılmaz olur. Böyle kimselerin kötülüklerinin diğer
kimselere de bulaşmaması için bir nevi manevî karantina uygulanmalıdır. Bunlara
karşı ilk tedbirin nasıl ofması gerektiğini anlatırken, Peygamberimiz (as.m.-)
bunları teşhir etmek gerektiğini, çekinilmemesini tavsiye ediyor. İnsanlar
onları tanımalı ki şerlerinden uzak kalsın, sakınılsın.
Elbette ıslahı
mümkünse güzellikle îkaz edilmeli, ama laftan, sözden anlamayan cinsten iseler
ve günahlarından pişmanlık duymayıp alenen işlemeye devam ediyorlarsa, diğer
insanları onlardan kaçındırmak için şer ve kötülüklerini anlatmak gıybet olmaz,
aksine Resûlullahın tavsiyesine uygun bir davranış olur. Tâ ki en önemli
özelliklerinden biri "iyiliği emretme, kötülükten sakındırma" olan
ümmet-i Muhammed, gerektiği gibi vazifesini yapmış olsun. Aksi halde
Resûlul-lahın anlattığı gemi örneğinde olduğu gibi gemiyi delmeye çalışanlara
göz yummak sadece gemiyi delenlerin değil, hepsinin birden helak olmasını
netice verir. İyi olmak kurtarmaz, kötülüğe göz yummanın, ona karşı mücadele
vermemenin sonucuna topyekün katlanılır.
63. [1:119,
Hadîs No: 113]
Zeyd bin Seleme
rivayet ediyor:
Bildiğini yaşamak
suretiyle Allah'tan kork.[89]
İslâm okuma, öğrenme
üzerine bina edilmiştir. Okuma öğrenmeden maksat da öğrendiklerini yaşamaya
çalışmaktır. Uygulamaya dökülmeyen bilginin insana ne ölçüde faydası olabilir?
Bir öğrenci bildiklerini yazılı kağıdına dökmezse başarılı olamaz. Bir mimar
bilgilerini pratiğe dönüştürmezse ilminin faydasını göremez. Doktor
doktorluğunun fonksiyonunu icra etmezse doktorluğu kuru bir unvandan öte
gitmez. Din de böyledir. Herkes öğrenilmesi gereken bir kısım farz emirleri
öğrenip yaşamazsa dinin mukaddesliğinin ona ne ölçüde faydası olabilir?
Kur'ân'ın, bildiklerini yaşamayan insanlarla ilgili şiddetli îkazlan vardır.
Bakara Sûresinin 44. âyetinde, "İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur
musunuz?" buyurarak iyiliği bile emretmenin yetmediğini, herşeyden önce o
hakikatleri yaşamak gerektiğini bildirir.
Resûiullahın da
bildiklerini yaşama konusunda îkazlan vardır. Birgün Küba Mescidi önünde on
kişilik bir grubun toplanıp ilim öğrendiklerini görmüş, "İstediğiniz
kadar ilim öğrenin! Vallahi, onlan uygulamadıkça hiçbir faydasını göremezsiniz"
buyurmuştur. Öğrendiklerini yaşayanları da başka bir seferinde övmüşlerdir.
Birgün yanındakilere, "İnsanların en üstünü kimdir, biliyor musunuz?"
diye sormuş, onlar susunca cevabını da kendisi vermiş. "İnsanların en
üstünü, dinlerini iyice anlayıp bilerek yaşayanlardır" buyurmuşlardır.
Resûlullah bu an-lattığt hususlara ise herkesten önce kendisi uymuş, önce
yaşamış, sonra da anlatmıştır. Hûd Sûresinde bulunan "Emrolunduğun gibi
dos doğru ol.[90] âyeti sebebiyle
"Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı" buyurmuş, bütün zorluğuna rağmen dos
doğru olduğunu bildirmiştir.
İslâm yaşanmalıdır.
Çünkü yaşanmayan hakikat kök salmayan ağaca benzer, meyve vermesi de güçtür.
Yaşanmalıdır. Çünkü yaşanmayan hakikatler dış çevrede tesir icra edemez.
'Yanmayan yakamaz" kaidesi gereğince inandığı, benimsediği esasları
şahsında yaşamayan kimseler savunduğu, fakat yaşamadığı hakikatlere de
saygısızlıkta bulunur, gölge olmuş olurlar.
Yaşanmalıdır. Çünkü
ancak yaşanırsa dinin ter ü tazeliği, gençliği, yeniliği, faydalılığı ve
güzelliği görünmüş olur. İnandığını yaşayan insan mıknatıs gibi cazibe sahibi
olur, etrafında sevgiden bir hâle oluşturur. Başkalaıının mânevi hayatlarının
kurtulmasına, iyiye, güzele, doğruya yönelmelerine vesile olur ve böylece hak
kuvvet kazanır. Geçmiş dönemlerde İslâmın kısa zamanda dünyaya yayılışının
temelinde bu özellik vardı. Sahabe ezberlediği on âyeti yaşamadıkça ikinci on
âyeti ezberlemezdi. İslâmiyet onların hayatında sadece bilgi dağarcıklarında
yer aian bir din değil, yaşanan din olmuştu. İslama ayna oldukları için de
İslâmın güzelliklerini gösterebilmiş, yansıtabilmiş, kısa zamanda İslâmı
dünyanın dört bir yanına ulaştırmışlardı. Bugün bu hakikate dünkünden yüz kere,
bin kere daha muhtacız. Eğer İslâmı tam öğrenip uygulayabilsek, dünya büyük
değişikliklere sahne olacaktır. Bedîüzzaman ne güzel söyler:
"Eğer biz ahlâk-ı
İslâmiyenin ve hakâik-ı îmaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek [îman
hakikatlerinin mükemmelliklerini fiillerimizle göstersek,] şâir dinlerin
tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki küre-i arzın bazı
ktt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler."[91]
Bütün mesele İslamı
elden geldiğince yaşayabilmektir. İşte bu hadisin ifadesiyle aynı zamanda
Allah’tan korkmanın da ifadesidir. İslam’ı yaşamadığımız takdirde Allah’tan
korkmada ne derece samimi olup olmadığımızı da düşünmemiz gerekir.
64. [1:119,
Hadîs No: 114]
Tulayb bin Arefe
rivayet ediyor:
Genişlik ânında da,
sıkıntı ânında da Allah'tan kork.[92]
65 -[1:120,
Hadîs No: 115]
Ebu Zer (r.a.)
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Nerede olursan ol,
Allah’tan kork. Kötülüğün peşinden iyilik yap ki, onu silsin. İnsanlarla da iyi
geçin. [93]
66. [1:121,
Hadîs No: 116]
Câbir bin Süleym
rivayet ediyor:
Allah'tan kork! Hiçbir
iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birine kovandan su vermek, Müslüman
kardeşini güler yüzle karşılamak bile olsa.
Yerde sürünecek kadar
uzun elbise giymekten sakın, Çünkü bu kibir alâmetidir. Allah ise kibri
sevmez.
Biri sana dil uzatır
ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi
ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla
sövme. [94]
Hadîste bazı hususlara
özellikle dikkatimiz çekilmektedir. Allah'tan korkma, iyiliği küçümsememe,
kibirlenmeme, ayıplayanı ayıplamama ve kimseye sövmeme.
Bunların hepsi de
Allah korkusuna dayalı davranışlardır. Resûlullah (a.s.m.) başta Allah'tan
korkmayı hatırlatarak bu tip davranışlardan uzak kalmaya davet etmiştir. Halk
arasında yapılmaması gereken bir davranıştan sakındırırken "Allah'tan
kork!" denmesi bunun halka mal olmasından ibarettir. Allah'tan korkmayan
insandan herşey beklenir. Allah korkusu ise hadisin ifadesiyle "Hikmetin
başıdır," her türlü iyiliğe götürücü ve kötülüğe set olucudur. Her türlü
güzellik, iyilik ve fayda onun altındadır.
İnsan Allah'tan
korkarsa artık hiçbir iyiliği küçümsemez. Su vermek gibi ucuz ve kolay, güler
yüz göstermek gibi zahmetsiz bir davranış olsa bile. Burada Resûl-ü Ekrem
(a.s.m.) aynı zamanda insanları iyiliğe alıştırma eğitimi vermektedir. Küçük
büyük iyiliğe koşmayı prensip edinen kimse, küçük ve basit bir iyilik
karşısında "Bundan da ne çıkar" deyip kaçma yoluna girmeyecek, hangi
iyilik olursa olsun âdeta yapabilmek için yarışa girecektir. Çünkü Allah'ın
rızasının iyilikte olduğunu düşünecek, "Belki Allah razı olur"
düşüncesiyle yapabildiğince iyilik yapacaktır. Sonra dünyada bulunuş sırnnın
âhirete azık hazırlamak, yani sevap götürmek olduğunu düşününce "Ne kadar
sevap kazanırsam kârdır" düşüncesine sahip olacaktır.
Allah korkusuna sahip
olan kimse aynı zamanda kibire götürebilecek davranışlardan da sakınacaktır.
Allah'ın kibreden ve büyüklenenleri sevmeme hakikati onu düşündürecek, kibre
düşmemek için gayret gösterecektir.
Ayıplayanı ayıplamama
da yine Allah korsusuyla ilgili bir davranıştır. Allah korkusunu hayat pusulası
yapmış bir kimse olumsuz bir davranışa muhatap olsa, hadiste belirtildiği gibi
kendisine di! uzatılsa; yapmadığı, kendinde bulunmayan bir kusurla ayıplansa,
hadisteki öğüde uyarak sabredecek, onda bulunan bir kusurla dahi onu ayıplama
yoluna girmeyecek, onu günahıyla, kendisini de sevabıyla baş başa
bırakacaktır. Birgün Hz. İsa Yahudiler tarafından alabildiğine ayıplanmış,
kötülenmiş, fakat o yine de iyi sözlerle karşılık vermekten geri kalmamıştı.
Tahammül edemeyen Havarilerinin, "Bunca kötülüğe de karşılık vermeyecek
misiniz?" demeleri karşısında, "Herkes kendi kesesinden harcar. Benim
kesemde iyi şeyler var" cevabını vermişti.
"Kötülüğe kötülük
her kişinin kârı,
"Kötülüğe iyilik
er kişinin kârı" beytinde de aynı gerçeğe dikkat çekilir.
Kötülüğe karşılık
vermemek zor bir iştir. Ama Resûlullahı (a.s.m.) örnek edinen kimseler ona
özenmeye çalışacak, bu zorun da üstesinden geleceklerdir. O zaman kötülüklerin
önü alınmış olacaktır. Biri diğerine ağır sözler söylese, kusurlarını sayıp
dökse, öbürü ona mukabele etmediğinde yangın söner. Ama mukabeleye kalksa
yangın körüklenir. Kur'ân'da da mukabelede bulunmamak, hatta iyilikle karşılık
vermek konusunda birçok öğütler vardır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
"İyilikle kötülük
bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver; bir de bakarsın,
aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir."[95]
"Rahman'ın o
makbul kulları ki...... boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları
zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.[96]
"...Onları
affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı
ve çok merhamet edicidir.[97]
Bu güzel ahlâka uygun
hareket maddeten ve manen insana çok şey kazandırır.
67. [1:124,
Hadîs No: 118]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor ki:
Haramlardan sakın ki,
insanların en çok ibâdet edeni olasın. Allah'ın takdir ettiği rızka razı ol
ki, insanların en zengini olasın. Komşuna iyilik et ki, olgun mü'min olasın.
Kendin için istediğini başkaları için de iste ki, gerçek Müslüman olasın. Çok
gülme; çünkü çok gülmek kalbi öldürür.[98]
68. [1:125,
Hadîs No: 119]
Ali'den (r.a.) rivayetle:
Mazlumun bedduasından
sakın. Çünkü o, ancak Allah'tan hakkını almasını ister. Muhakkak Allah hiçbir
hakkını geri çevirmez.[99]
69. [1:125,
Hadîs No: 1203
Sehl bin Hamaliye
(r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Dilsiz hayvanlara
eziyetten sakının. Onlara güzel bir şekilde binin. Besili iken kesip yiyin.[100]
70. [1:127,
Hadîs No: 122]
Numan bin Beşîr (r.a.)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Allah'tan korkun.
Nasıl onların sizin hakkınızı gözetmelerini istiyorsanız, siz de çocuklarınız
arasında adaletli davranın.[101]
71. [1:127
Hadîs No: 123]
Enes'den (r.a.)
rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur;
Allah'tan korkun ve
birbirinizin arasını düzeltin. Çünkü Allah Ki-yâmet günü mü'minlerin arasını
adaletiyle düzeltecektir.[102]
72. .
[1:128, Hadîs No: 127]
yor:Enes (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resâl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru-":
Namazı şartlarına
uygun bir şekilde kılmak konusunda Allah'tan korkun. Namazı şartlarına uygun
bir şekilde kılmak konusunda Allah'tan korkun. Namazı şartlarına uygun bir
şekilde kılmak konusunda Allah'tan korkun. Emriniz altındakilere iyi davranmak
konusunda da Allah'tan korkun. Emriniz altındakilere iyi davranmak konusunda
da Allan'tan korkun. Şu iki zayıfın hakkını gözetme hususunda Allah'tan
korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. [103]
73- [1:129,
Hadîs No:128]
Ebû Ümâme (r.a.)
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Allah'tan korkun, beş
vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekâtını gönül
hoşluğu ile verin, idarecilerinize itaat edin ki, Rabbinizin Cennetine
giresiniz.[104]
Peygamberimiz (as.m.)
bu hadislerinde, Müslümanlara Allah'tan korkmalarını emrediyor. Ve emrin
devamında gerçek takvanın nasıl olması gerektiğine dikkat çekiyor.
Kişi Allah'tan
lâyıkıyla korkarsa, Onun 'Yap!" dediğini yapar, 'Yapma!" dediğinden
de sakınır. "Dinin direği" ve Kıyamet gününde hesabı verilecek ilk
şey olan namazını dosdoğru kılar. İnsanı melekleştiren, Allah'ın rızâsını
kazanmaya, Cennete girmeye sebep olan Ramazan orucunu hakkıyla tutar. Malı
kirden temizleyen, bereketlendiren, musibetlere karşı koruyacak olan zekât! da
gönül hoşluğuyla verir. İdarecilerin Allah'ın dinine aykırı olmayan emirlerine
itaat eder.
Peygamberimiz hadisin
son kısmında da bunların neticesinde kazanılacak mükâfatın Cennet olduğunu
müjdeliyor.
Bu sayılan özellikler
takva sahibi kimsenin belli başlı vasıflarıdır. Yoksa takva sahibinin
vasıfları sadece bunlardan ibaret değildir. Fakat bunlar takva binasının temel
taşlarıdır. Takva binası bu temeller üzerine kurulur.
74-[1:130,
Hadîs No: 129]
îbni Mes'ud'dan (r.a.)
rivayetle Peygamberimiz (a.s>m.) şöyle buyurmuştur:
Allah'tan korkun ve
akrabalarınıza iyilik edin.[105]
75. [1:130,
Hadîs No: 130]
Ebû Mûsâ (r.a.)
rivayet ediyor ki:
Bize göre sizin
hainlikte en ileri gideniniz, ehli olmadığı halde bizden iş isteyeninizdir.[106]
76- [1:130,
Hadîs No: 131]
Ebû Ümâme'den (r.a.)
rivayetle:
İdrar bulaşmasından
sakınınız. Çünkü kabirde hesabı ilk sorulacak şey budur.[107]
Yüce dinimiz temizliğe
büyük ehemmiyet verir ve temizliği îmanın yarısı ve birçok ibâdetin temel şartı
sayar. Bu bakımdan mü'minin en mühim vasıflarından birisi, temiz olmaktır,
Çünkü temizlik Allah'ın sevgi ve rızasını kazanmanın en mühim yollarından
birisidir. Bir âyet-i kerimede bununla ilgili olarak şöyle bu-yurulur:
"Muhakkak ki
Allah çok tevbe edenleri ve temizlenenleri sever,"[108]
Peygamber Efendimiz de
(a.s.m.) bir hadislerinde temizliği namazın anahtarı saymıştır.[109]
Peygamberimiz
yukarıdaki hadisleriyle de Müslümanları idrardan sakındırmış, bundan
sakınmayanların kabirde hesaba çekileceklerini bildirmiştir. Başka bir
hadislerinde de idrardan sakınmamanın kabir azabına sebep olduğunu bildirmiştir.[110]
Bunun sebebini şöyle izah edebiliriz:
İdrardan sakınmamak
namazın bâtıl olmasına sebep olabilir. Şöyle ki: Tuvaletten çıktıktan hemen
sonra abdest alındığında erkeklerden genelde akıntı gelir. Bu akıntı bir iki
damla da olsa abdesti bozar. Buna dikkat etmeyen kişi bilerek veya bilmeyerek
abdestsiz namaz kılmış olur. Böyie bir namaz ise kabul edilmez.
Diğer taraftan, idrar
pis bir maddedir. Gerek sıçrama, gerekse doğrudan elbiseye veya vücuda namaza
mâni olabilecek kadar bulaşırsa,kılınan namaz yine bâtıl olur. Şafiî mezhebine
göre idrarın en küçük bir damlası bile namaza mânidir.
Her iki durumda da
kişi namaz kılmamış sayılır. Gelen akıntıyla abdesti bozulduğunu veya üzerinde
namaza mâni olacak miktarda sidik bulaştığını bile bile namaz kılan kimse,
ayrıca günahkâr olur. Bu durumda da namaz kılmamış veya bile bile abdestsiz
namaz kılmış olduğu için kabirde hesaba çekilir ve azaba uğratılır.
77. [1:131,
Hadîs No: 132]
îbni Ömer (r.a.)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Evlerinizde haram taş
kullanmaktan sakının. Çünkü bu yıkılışın temelidir.[111]
78- [1:132,
Hadîs No: 133]
îbni Abbas (r.a.)
rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
İyice bildiklerinizin
dışında benden söz nakletme konusunda Allah'tan korkun. Kim ki, bile bile
benim söylemediğim bir sözü söyledi diye benim adıma yalan konuşursa
Cehennemdeki yerine hazırlansın. Kim ki, Kur'ân hakkında kendi şahsî görüşüyle
söz söylese Cehennemdeki yerine hazırlansın.[112]
79-[1:132,
Hadîs No: 134]
Muaz bin Cebel (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Dünyadan sakınınız.
Kadınlardan da sakınınız. Çünkü şeytan hücum etmek için dâima pusuda bekler.
Şeytanın takva sahiplerini avlamak için kadınlardan daha sağlam ağı yoktur..[113]
80- [1:134,
Hadîs No: 136]
Câbir (r.a.) rivayet
ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor;
Zulümden sakınınız.
Çünkü zulüm Kıyamet Gününde karanlıklardır. Cimrilikten sakınınız. Çünkü
cimrilik sizden öncekileri helak etmiş, birbirlerinin kanını dökmeye, hak ve
hukuklarını çiğnemeyi helâl görmeye sevk etmiştir.[114]
81 -[1:136
Hadîs No: 139]
Muaz bin Cebel (r.a.)
rivayet ediyor ki;
Lanete sebep olan üç
şeyden sakınınız. Bunlar: Su başlarına, insanların gelip geçtiği yol üzerine
ve dinlendikleri gölgelere büyük ab-dest yapmaktır.[115]
82. [1:137,
Hadîs No: 141]
Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivayetle:
Aslandan sakındığınız
gibi cüzzamlıdan sakınınız.[116]
83- [1:138,
Hadis No: 142]
Abdullah bin Ca'fer
rivayet ediyor:
Yırtıcı hayvandan
sakındığınız gibi, cüzzamlıdan sakınınız. O bir vadiye indiğinde siz başka bir
vadiye gidiniz.[117]
84. [1:138,
Hadîs No: 144]
Adiyy bin Hatem (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Cehennem ateşinden
yarım hurmayla da olsa korununuz. Eğer onu bulamazsanız hoş bir sözle bunu
yapınız.[118]
85. [1:139, Hadis No: 145]
Abdullah bin Büsr
rivayet ediyor ki:
Dünya'dan sakınınız.
Çünkü dünya Harut ve Maruftan daha fazla büyüleyicidir.[119]
86. [1:140
Hadîs No: 146]
Ibni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor: Hamamdan sakının. Oraya giren örtünsün.[120]
87-[1:140,
Hadîs No: 147]
Amr bin Avf rivayet
ediyor:
Alimin hatasından
sakının. Onun hatasından dönmesini bekleyin[121].
İlim sahibi olmayan
pekçok insan, güvendikleri bir ilim sahibini taklit edegel-mişlerdir. Ki bu
normaldir. Fakat kişi âlim de olsa. insan olması îcabı bilerek veya bilmeyerek
hatâ yapabilir. Bu hatâ bir hususta yanlış hüküm vermek olabileceği gibi,
yanlış bir davranış da olabilir. Âlimin bilerek veya bilmeyerek yanlış bir
hüküm vermesi veya yanlış bir davranışta bulunması, ümmet için son derece
tehlikelidir. Onun yanlış bir sözü veya davranışı pekçok insanı yanlış yola
sevk eder. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadiste Müslümanları dikkatli olmaya
çağırıyor ve âlim de olsa, hiç kimseyi körü körüne taklid etmemek gerektiği ikazını
yapryor. Sözlerini ve davranışlarını mihenge vurmak gerektiğine dikkat çekiyor.
Bediüzzaman Hazretleri de hiçbir sözü, söyleyene hüsn-ü zan ederek hemen kabul
etmemek gerektiğini söylüyor ve şöyle diyor:
"Her söylenen
sözün kafbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayâlin
elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde sakla-yıntz, bakır
çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz,
gönderiniz."[122]
Âlimin yanlışını
taklid etmemek gerektiği ikazını yapan Peygamberimiz, hadisin ikinci kısmında
da, hatâ yaptı diye o âlimi hemen terk etmeyip, onun doğru olan bilgilerinden
yine istifade etmek gerektiğine dikkat çekiyor; hatasından dönmeyi beklemek
gerektiğini ifâde ediyor. Âlimin ilminin er geç onu hatasından
döndürebileceğine işaret ediyor.
88. [1:142,
Hadîs No: 149]
îbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Mazlumun bedduasından
sakının. Çünkü o kıvılcım gibi semâya yükselir.[123]
Hadiste geçen kıvılcım
hız ifâde ediyor ve zulme uğrayan kimsenin duasının kıvılcım hızıyla semâya
yükseldiğine dikkat çekiliyor ve böylelerinin bedduasından sakınmak gerektiği
îkaz ediliyor.
89. [1:142,
Hadîs No: 150]
Enes (r.a.)
Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Kâfir de olsa mazlumun
duasından sakının. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.[124]
90. [1:144,
Hadîs No: 153]
İbni Amr'dan (r.a.)
rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
Resûlullah (a.a.m.)
(meclislerin baş köşesini kastederek) "Şu boğazlama yerlerinden
sakının" buyurdu.[125]
Yüce Rabbimiz pekçok
âyet-i kerimede kibirli olanı ve böbürleneni sevmediğini bildirmiştir. Bir
âyet-i kerimede, 'Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir,
ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin"[126] buyurmuştur.
Yüce Rabbimiz başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurur:
"Gururlanıp
insanlardan yüzünü çevirme; yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük
taslayan ve övünenleri sevmez."[127]
Dinimiz sadece gurur
ve kibiri çirkin görmekle kalmamış, insanı bunlara sevk edebilecek şeylerin
önüne de set çekmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir hadislerinde, gurura
kapıiabilecek insanları yüzlerine karşı övmemeyi istemiştir. Burada da kişiyi
gurura sevk edeceği için, meclislerin baş köşesine göz dikip özellikle oraya
oturmamayı tavsiye etmiş ve bu davranışların kişinin manevî hayatını boğazlamak
ve öldürmek demek olacağını bildirmiştir. Çünkü böyle yapan bir insan kendisini
oradaki herkesten üstün görüyor demektir. Bu ise gerçek bir Müslümana
yakışmayan bir halet-i ruhiyedir.
91. [1:146,
Hadîs No: 156]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Namazda ilk safı
tamamlayınız. Sonra ikincisini. Bir eksiklik kalırsa en son safta kalsın.[128]
92-[1:146,
Hadîs No: 157]
Hâlid bin Velid'den
(r.a.) rivayetle:
Abdestinizi tam
alınız. Ateşte yanan topukların vay haline.[129]
93-[1:148,
Hadîs No: 159]
Ali (r.a.) rivayet
ediyor ki:
Sıratta en sağlam
yürüyeniniz, Ehl-i Beytimi ve Ashabımı en çok sevenlerdir.[130]
94-[1:149,
Hadîs No: 162]
Enes'den (r.a.)
rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
İki kişi vardır ki,
Kıyamet Günü Allah onlara rahmet nazarıyla bakmaz; akrabalarıyla ilgiyi kesen
kimse ve kötü komşu.[131]
95. [1:149,
Hadis No: 163]
Ebû Zer (r.a.) rivayet
ediyor:
İki kişi bir kişiden,
üç kişi iki kişiden, dört kişi de üç kişiden daha hayırlıdır. O halde cemaate
sarılınız. Çünkü Allah ümmetimi ancak hidâyet üzere bir araya toplar.[132]
96. [1:150,
Hadîs No:165]
Ebû Hüreyre (r.a.)
Resûlullah'tan (a.s.m.) rivayet ediyor: İnsanlarda iki huy vardır ki,
kâfirlerin vasıflarındandır: Birisi, insanları nesebleri sebebiyle kötülemek,
diğeri, Ölü üzerine bağırarak ağlamaktır.[133]
97. [1:151
Hadîs No: 166]
Mahmud bin Lebîd
rivayet ediyor:
Âdemoğlunun hoşuna
gitmeyen iki şey vardır. Birincisi ölüm. Oysa ölüm fitneden daha hayırlıdır.
İkincisi, mal azlığıdır. Oysa az malın hesabını yapmak daha kolaydır.[134]
98. [1:151,
Hadîs No: 167]
Ebû Bekre (r.a.)
rivayet ediyor ki:
İki şey vardır ki,
Allah cezasını dünyada verir: Biri zulüm, diğeri anne babaya karşı gelmek.[135]
99. [1:151
Hadîs No: 168]
Câbir bin Abdullah'tan
(r.a.) rivayetle:
Müslüman kardeşinize
bolluk ve berekete kavuşması için d\ıâ ederek mükâfatlandırınız. Çünkü yemeği
yenildiğinde, suyu içildiğinde bereketle duâ etmek ona mükâfat vermektir.[136]
100. [1:152
Hadîs no: 169]
Vahşi bin Harb (r.a.)
rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.)şöyle buyuruyor:
Yemeklerinizi birlikte
yiyin ve Allah'ın ismini zikredin ki bereketlensin.[137]
101- [1:153,
Hadîs No: 171]
Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivayetle:
İnsanı helak edici şu
yedi şeyden sakının: (1) Allah'a ortak koşmak, (2) sihir yapmak, (3) Allah'ın
haram kıldığı bir cana haksız yere kıymak, (4) faiz yemek, (5) yetim malı
yemek, (6) savaştan kaçmak, (7) namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mü'min
bir kadına zina iftirasında bulunmak.[138]
102. [1:154,
Hadîs No: 172]
tbni Abbas'tan (r.a.):
İçkiden sakınınız.
Çünkü o her kötülüğün anahtarıdır.[139]
103-[1:154,
Hadîs No: 173]
Ebû Saîd'den (r.a.)
rivayetle: Yüzlerden sakının. Oralara vurmayın.[140]
1O4- [1:154
Hadîs No: 174]
Ebû Umâme'den (r.a.):
Kibirlenmekten
sakınınız. Çünkü kul kibirlenmeye devam ettikçe Allah onun hakkında şöyle
buyurur:
"Kulumu zorbalar
listesine yazın."[141]
1O5- [1:156,
Hadîs No: 177]:
Büyük günahlardan
sakının ve istikâmet üzere olun ki, müjdeye eresiniz.[142]
106-[1:157,
Hadîs No: 179]
Abdullah bin Mugaffel
rivayet ediyor: Sarhoşluk veren her şeyden sakınınız.[143]
107- [1:157,
Hadîs No: 181]
Sa'd (r.a.) rivayet
ediyor:
Duâ ederken diz üstü
oturun, sonra «Ey Rabbim, ey Rabbim,» deyin.[144]
108-[1:158,
Hadîs No: 182]
Abdullah bin Ebî
Ca'fer rivayet ediyor:[145]
109. [1:160,
Hadîs No: 186]
tbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:[146]
110. [1:160,
Hadîs No: 187]
Âişe'den (r.a.)
rivayetle:
nafile namazlarmız
evde. Evlerinizi kabirlere cevirme-[147]
Peygamberimiz
zamanında Sahabîlerin pekçoğu bütün namazlarını camide cemaatle kılıyorlardı.
Peygamberimiz onlardan sünnet namazların bir kısmını evlerinde kılmalarını
istedi. Böylece Sahabîler farz namazları camide, sünnet namazları ise evlerinde
kılmaya başladılar. Fakat günümüzde bu büyük ölçüde mümkün olamamaktadır. Çünkü
kişi evinden çok uzak yerlerde namaz kılmakta, namazdan sonra çoğu zaman evine
dönememektedir. Kişi evinde dünyevî meşgalelere dalıp unutma endişesiyle sünnet
namazlarını camide kılsa bile, evlerini namazın feyiz ve bereketinden mahrum
bırakmamalıdır. Hadisin ifadesiyle "kabirlere" çevirmemelidir.
Evlerinde efe varsa kaza namazı, yoksa nafile namaz kılmalıdır.
Böyle yapılmakla
çoluk, çocuk ve ev halkı da namaza teşvik edilmiş olur.
111- [1:161,
Hadîs No: 188]
Nu'man bin Beşîr
(r.a.) rivayet ediyor:
Haramla kendi aranıza
helâlden bir engel koyunuz. Kim böyle davranırsa, ırzını ve dinini korumuş
olur. Kim o engele yaklaşırsa, koruluğun kenarında otlayan hayvan gibi olur. Ki
o hayvanın koruluğa girmesi an meselesidir. Şüphesiz her hükümdarın bir
koruluğu vardır, Yer yüzünde Allah'ın koruluğu da haram kıldığı şeylerdir.[148]
.
Helal dairesi
geniştir. Herşeyin helali o kadar çok, o kadar boldur ki harama girmeye gerek
de yoktur, ihtiyaç da. Ancak nefis bu geniş ve bol olan helallarla yetinmek
istemez. Nerde bir haram ve zarar varsa ona meyletmek ister. Nefsin yapısında
vardır bu. Nefis daima şüpheli ve haram şeyleri yapmak, onlara yönelmek ister.
Nerde kötülük varsa onları arzu eder. Zehirli baldan farksız olan o menhus
lezzetleri tatmak ister. Bir üzüm tanesi yemeye karşılık yüz tokat yiyeceğini
düşünmez bile.
Nefsin bu özelliği göz
önüne alındığında onun önüne set germekten başka çare yoktur. Peygamber
Efendimiz (a.s.m.) bahsi geçen hadîslerinde bu gerçeği gayet net bir şekilde
gözlerimizin önüne sermiştir. Koruluğun kenarında otlayan hayvanın nasıl
koruluğa girmesi kaçınılmazsa, haramlara karşı helallarla-set germeyip
kenarında, köşesinde dolaşan insanın da harama girmesi an meselesi olur. Nefse
taviz vere vere bir noktaya varan insan, artık nefsin zebunu olur, kendini
haramın içerisinde buluverir. "Zinaya yaklaşmayın!"[149]
âyetinde olduğu gibi zinaya götürücü, yaklaştırıcı sebeplerin, vasıtaların
yasaklanmasında da aynı hikmet vardır. Önemli olan harama götürebilecek
vasattan dahi uzak kalmaktır.
Korulukların kenarına
duvar örüldüğünde hayvanların oraya girmesi nasıl zorlaşırsa, haramlara karşı
helallardan kurulan duvarlar da insanları haramlardan uzaklaştırır. Herşeyin
helalinin bulunduğu, helal dairesinin alabildiğine geniş ve haram dairesinin
ise diken ve mayınlarla dolu olduğu düşünülür ve haram daire etrafında
dolaşmaktan şiddetle kaçınılırsa nefse hâkim olmak kolaylaşır ve huzurlu bir
hayat sürülür.
112- [1:162,
Hadîs No: 190]
Ebû'd-Derda rivayet
ediyor:
Allah'ı büyük tanıyıp
dilinizle de bunu ifâde ediniz ki Allah da günahlarınızı bağışlasın.[150]
113- [1:162,
Hadîs No: 191]
Ebû Humeyd es-Sâidî
rivayet ediyor:
Dünya için çalışmakta
hırs göstermeyin. Çünkü herkes dünyada kendisi için ne takdir edilmişse ona
kavuşur.[151]
114. [1:163, Hadîs No: 192]
İbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
İnsanların en açı ilim
isteklisidir, en tok olanı da ona istek duynıayandır.[152]
115- [1:164,
Hadîs No: 194][153]
İbni Mes'ud'dan (r.a.)
rivayetle:
Davete icabet edin,
hediyeyi geri çevirmeyin ve Müslümanları dövmeyin.
Peygamberimiz her
vesileyle Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve sevginin kuvvetlenmesine gayret
göstermiştir. Onun selâm vermek, cemaatle namaz kılmak, hasta ziyaretinde
bulunmak, cenazelerine katılmak, cenaze sahiplerine taziyede bulunmak gibi
tavsiyeleri bu gaye içindir. İşte bu hadislerinde de dâvetine gitmek,
hediyesini kabul etmek ve dövmemek gibi, Müslümanlar arasında sevgiyi
arttıracak üç mühim husus üzerinde duruyor. Hiç şüphesiz bir Müslüma-nın
dâvetine katılmamak, hediyesini geri çevirmek ve Müslümanı dövmek sevgiyi
giderir, soğukluğa ve düşmanlığa sebep alur. Müslümanlar arasındaki soğukluk
ve düşmanlık ise, İslâm toplumunun birliğini temelden sarsan tehlikeli bir
husustur.
Asrımızın İslâmî
hizmet öncülerinden Bedîüzzaman'ın hediye kabul etmemesinin yukarıdaki hadise
ters düşen tarafı yoktur. Çünkü Bedîüzzaman herşeyin maddeyle
değerlendirildiği, menfaatin hükmettiği bir dönemde İslâmı temsilcilik gibi
ağır bir görevi üstlenmişti. Buna toz kondurmaması gerekiyordu. Hediye
almamasının temelinde bu vardır. Bunun sebepleri özetle şöyle sıralanabilir:
(1) Ehl-i
dalâletin ilimle uğraşanları, "İlmi, çıkar sağlamada kullanıyorlar, geçimlerine
vasıta yapıyorlar "diye msafsızcasına suçladıkları bir zamanda onlar
fiilen tekzib edilmelidir.
(2) Hak ve
hakikati yaymayı omuzlamış kimseler, Peygamberlere ittibâen, hizmetlerinin
karşılığında ücret almamalıdırlar.
(3) Hediye
Allah nâmına verilmeli, Ailah nâmına alınmalı. Verenin gafil olup kendi namına
verdiği, gizli bir minnet ettiği; alanın da gafil olup hakiki nimet veren
Allah'ı unutarak aldığı bir anda nasıl hediye alınabilir?
(4) İnsanlardan
mal alarak tevekkül, kanaat ve iktisad gibi tükenmez bir hazine
kapatılmamalıdır.
(5) Bir
kısım tecrübelerle verilen hediyelerin rahatsızlık verdiği görülmüştür.
(6) Âhirete
yönelik amellerin baki meyvelerini sadaka ve hediye alarak dünyada fânî bir
surette yemek akıl kârı değildir.
Detayı Mektûbâfta
anlatılan[154] bu önemli sebepler yüzündendir ki
Bedîüzza-man hediye almamıştır.
116- [1:164
Hadîs No: 195]
Ebû Ümâme (r.a.)
rivayet ediyor:
Yatacağınız zaman
kapılarınızı kapayınız, yemek kaplarınızın üzerini örtünüz, su kaplarınızın
ağzını bağlayınız, yanan ateşi söndürünüz. Bunları yaparsanız size zararları
dokunmasına Allah tarafından izin verilmez.[155]
Bu hadîste tevekkülün
en önemli basamaklarından biri olan sebeplere sanl-manın gerekliliğine dikkat
çekilmektedir. Kapıyı açık bırakıp yatan insanın evine hırsız girerse önce
kendisini suçlamalıdır. Üstü açık yemek kabına bir böcek düştüğünde kimseye
kabah&t bulmamalıdır. Üstü açık su kabına mikropların üşüşmesi, haşeratın
düşmesi kaçınılmaz olur. Yanan ateş söndürülüp yatılma-dığında yangın çıkma
ihtimali kuvvetlidir. Bu tedbirleri almak tevekküldür. 'Tedbir bizden, takdir
Allah'tandır" sözü her yerde olduğu gibi burada da geçerlidir. Bu
tedbirleri alıp Allah'a sığınan kimseyi Allah çeşit çeşit tehlike ve
zararlardan koruyacak, bunların yol bulup gelmesine fırsat vermeyecektir.
Allah'ın emanı altında yatıp kalkmak isteyen kimse üzerine düşen tedbirleri
almakla mükelleftir.
117. [1:164,
Hadîs No: 196]
îbni Mes'ud (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah'a en sevimli
amel, vaktinde kılman namazdır. Sonra anne babaya iyilik, sonra da Allah
yolunda cihad etmektir.[156]
118. [1:165,
Hadîs No: 197]
Aişe'den (r.a.)
rivayetle:
Allah katında
amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.[157]
119- [1:166,
Hadîs No: 198]
Muâz (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah katında en
sevimli ameî, ölünceye kadar dilin, Allah'ın zikri ile meşgul olmasıdır[158].
120- [1:166,
Hadîs No: 199]
Hakem bin Ümeyr
rivayet ediyor:
Allah'ın en sevdiği
amel aç olan bir muhtaca yemek yedirmek veya onun bir borcunu ödemek ya da
onun bir sıkıntısını gidermektir[159].
121- [1:167,
Hadîs No: 200]
îbni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor:
Farzları yerine
getirdikten sonra, Allah'ın en çok sevdiği amel bir Müslümanı sevindirmektir.[160]
122. [1:167
Hadîs No: 201]
Ebû Cüheyfe rivayet
ediyor:
Allah katında amellerin
en sevimlisi dili muhafaza etmektir.[161]
123- [1:167,
Hadîs No: 202]
Ebû Zer'den (r.a.)
rivayetle:
Allah'ın ençok sevdiği
amel, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık beslemektir.[162]
124. [1:168,
Hadîs No: 203]
Üsâme (r.a.) rivayet
ediyor:
Ehl-i Beytimden bana
en sevgili olan Fâtıma'dır.[163]
125. [1:168,
Hadîs No: 204]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Ehl-i Beytim
içerisinde en çok sevdiğim Hasan ile Hüseyin'dir.[164]
126. [1:168,
Hadîs No: 205]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
İnsanlardan en çok
sevdiğim Âişe, erkeklerden de onun babasıdır. [165]
127. [1:168,
Hadîs No: 206]
îbni Ömer'den (r.a.)
rivayetle:
Allah'ın en çok
sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman'dır.[166]
128-[1:171,
Hadîs No: 2103
Ebû Ümâme (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah'ın en çok
sevdiği cihad, zâlim bir idareciye karşı hakkı söylemektir.[167]
129-[1:171,
Hadîs No: 211]
Mesûr bin Mahreme ve
Mervan birlikte rivayet ediyor: Benim en çok sevdiğim söz, en doğru olanıdır.[168]
130. .[1:171,
Hadîs No: 2123
îbni Amr'dan (r.a.)
rivayetle:
Allah'ın en çok
sevdiği oruç, Davud'un (a.s.) orucudur. Ki, o bir gün oruç tutar, bir gün
tutmazdı. Allah'ın en çok sevdiği namaz da Davud'un (a.s.) namazıdır. Ki,
gecenin ilk yarısında uyur, üçte birini ibâdetle geçirir, geride kalan altıda
birinde de yine uyurdu.[169]
131- [1:172,
Hadîs No: 2133
Câbir bin Abdullah
(r.a.) rivayet ediyor:
Allah'a en sevimli
olan yemek, başına çok kişinin oturduğu yemektir.[170]
132. [1:173,
Hadîs No: 215]
Semûre bin Cündeb'den
(r.a.) rivayetle:
Allah'ın en çok
sevdiği sözler şu dört cümledir: "Sübhanallah [Allah'ı bütün noksan
sıfatlardan tenzih ederiz,]" "Elhamdülillah [Ezelden ebede her türlü
hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsustur,]" "Lâ ilahe
illallah [Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur,] "Allahü ekber [Allah en
büyüktür]." Bunlardan hangisini önce söylenirse fark etmez. [171]
133- [1:174,
Hadîs No: 2173
Hasan-ı Basri rivayet
ediyor:
Allah'ın en sevdiği
kimseler, âdeta omm ev halkı hükmündeki mahlukâtına en çok faydası dokunanlardır.[172]
134- [1:174
Hadîs No: 218]
Üsâme bin Şerik
rivayet ediyor:
Allah'ın en çok
sevdiği kimse ahlâkı en güzel olandır.[173]
[1] Parantez içindeki numaralar Câmiü's-Sağîr'de esas
alınan hadîs numaralarıdır.
[2] Buharı, îman: 41; Müslim, Imâre: 155; İbniMace, Zühd:
26.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni
Asya Neşriyat: 1/19.
[3] Müslim, Birr: 34; İbni Mâce, Zühd: 9.
[4] Mesnevî-i Nuriye, s. 61.
[5] Müntehabâtü Kenzi'İ-Ummâl, 1:100.
[6] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/19-21.
[7] Müslim, îman: 333; Müsned, 3: 136.
İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/21.
[8] Buhâri, Enbiya: 54; İbniMâce, Zühd: 17; Ebû Dâvud, Edeb:
6.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni
Asya Neşriyat: 1/21.
[9] Hatib’in Tarih’inden
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni
Asya Neşriyat: 1/22.
[10] Beyhaki’den.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni
Asya Neşriyat: 1/22
[11] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/22-24
[12] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevsi’nden.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni
Asya Neşriyat: 1/24
[13] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/24
[14] İbn Ebi Şeybe’den.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni
Asya Neşriyat: 1/25
[15] Müslim, Musakât: 105; NeseS, Talak: 13, Zînet: 23,24.
İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25
[16] Âl-i Imran Sûresi, 130.
[17] Bakara Sûresi, 275.
[18] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25-26.
[19] Ebu Ya’la ve İbn Hibban’dan.
İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/26.
[20] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/26-28.
[21] Taberani’nin Evsat’ından.
İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/28.
[22] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/28.
[23] Hatib’in Tarihi’nden.
İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.
[24] Ebû Davud, Nikâh: 23; Müsned, 2:34.
İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.
[25] Taberani’nin Kebir’inden
İmam Suyuti,
Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.
[26] İbni Mâce, Nikâh: 12.
[27] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve
Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29-30.
[28] İbni
Adiyy’in el-Kamil’i veTaberani’nin el-Kebir’inden
[29] Ebu'ş-Şeyh'in Seyab'ından.
[30] Müsned, 3/439.
[31] Buharı, İman: 24; Şehadat: 28, Vesaya: 8; Müslim,
îman: 107; Ebû Davud, Sünnet 15; Timizi, İman: 14; Neseî, İman: 20; Müsned,
2/189, 198, 200.
[32] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[33] Beyhakî'nin
Şuabu’l-İman’ından.
[34] İbni Mâce, Nikâh, 23; Müsned, 53; Ebû Davud, Nikâh:
49.
[35] İbni Mâce, Nikâh: 23.
[36] ibni Mâce, Ticâret: 1
[37] Müslim, Zekât; 40.
[38] Buhan, Nikâh: 74; Müslim, Nikâh: 99,102,104; Tirmizî,
Nikâh: 12; Müsned, 2:68,127.
[39] Hûd Sûresi, 6.
[40] İbni Mâce, Mukaddime: 7.
[41] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden
[42] İbni
Adiyy’in El Kamil’inden.
[43] Taberani’nin Kebir’inden.
[44] Hakim’in
Müstedrek’i ve deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden
[45] Müsned, 4:402,411
[46] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[47] Hakim’in
Müstedrek’i ve Darimi’den
[48] Feyzü'i-Kadîr, 3:242.
[49] İbni Mâce, Talâk: 21.
[50] Ebû Dâvud, Talâk: 1.
[51] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 11:328.
[52] Hemmam’ın
el-Fevaid’inden
[53] Buharî, Ahkâm: 34.
[54] Buhari, Diyat.9..
[55] Buhârî, Cihad: 76; Timizi, Cihad: 24; Müsned, 5:198.
[56] Taberani’nin
Kebir’inden
[57] Taberani’nin
Kebir’inden
[58] Beyhaki’nin
Şuabü’l-İman’ından
[59] Ebu
Nuaym’ın Hilye’sinden
[60] Beyhaki’nin
Şibü’l-İman’ı ve İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden.
[61] Tirmizî, Menâkıb: 16; İbniMâce, Mukaddime: 11;
Müsrted, 1:80.
[62] Ebû Ya'la'dan
[63] Taberani,nin
Kebir’i ve İbni
Adiyy,in el-Kamil,inden
[64] Abdullah bin Ahmed bin Hanbel'den.
[65] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[66] Timizi, Menâkib: 26
[67] Buhal, Vuzu; 7; Mösned, 1:268; 4:161.
[68] Beyhaki’nin Şuabu’l-İman ve Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden.
[69] Buhari, Tefsir, sure 9, 12, 13; Müslim,
Fedailu’s-sahabe: 25; Münafikin: 4; Tirmizi, Kıyame: 13; İbn Mace, Zühd: 13.
[70] Müsned: 4/29.
[71] Tirmizi, Menakıb: 31.
[72] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[73] İbni
Ebi’d-Dünya ve Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından
[74] Mülk Suresi, 2.
[75] Sözler, s, 176-177.
[76] Mesnevi-Nuriye, s, 121, 122.
[77] Keşfü'İ-Hafâ, 2:90 (H. 1853.)
[78] Taberani’nin
Evsaf’ından.
[79] Bakara: 2/83, 177, 285.
[80] Bakara: 2/220.
[81] Nisa: 4/2.
[82] Taberani’nin
Kebir’inden.
[83] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[84] İbni
Adiyy’in el-Kamil’i ve
Ukayli’nin ez-Zuafa’sından.
[85] Taberani’nin
Kebir’i ve Hatib’in
Tarih’inden.
[86] Ebu
Nuaym’ın Hilye’sinden
[87] Beha’nın
Edeb’i ve Beyhaki’nin
Sünen’inden.
[88] İbni
Ebi’d-Dünya; Beyhaki’nin
Sünen’i Taberani’nin Kebir’i
ve Hatib’in Tarih’inden.
[89] Tirmizi,
İlim:19.
[90] Hûd Sûresi, 112.
[91] Hutbe-i Şâmiye, s, 20.
[92] Ebu Kurretü’z-Zebidi’nin Sünen’inden.
[93] Tirmizi, Birr:55; Darimi, Rikak:47; Müsned, 3:5;5:153.
[94] Müslim' , Birr: 144;Ebu Davud, Libas:24;Tirmizi, Etime:30 ve
İbni Hıbban’dan.
[95] Fussılet Sûresi, 34.
[96] Furkan Sûresi, 72.
[97] Teğabün Sûresi, 14.
[98] Tirmizî, Zühd: 2; Müsned, 2:310
[99] Hatib’in
Tarih’inden.
[100] Ebu
Davud,Cihad:44.
[101] Taberani’nin
Kebir’inden.
[102] Hakim’in
Müstedrek’i ve Ebu
Ya’la’nın Müsned’inden
[103] Beyhaki’nin
Şibü’l-İman’ından.
[104] Tirmizî, Cuma: 80; Müsned, 5:251,262.
[105] İbni
Asakir’den
[106] Taberani’nin
Kebir’inden.
[107] Taberani’nin
Kebir’inden.
[108] Bakara Sûresi, 222.
[109] İbni Mâce, Taharet: 3; Tirmizî, Taharet: 3.
[110] İbni Mâce, Tahare: 26.
[111] Beyhaki’nin
Şibü’l-İman’ından.
[112] Tirmizi, Fiten: 70, Edep:13; Müsned, 1:65,70.
[113] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[114] Müslim, Birr: 56; Mösned, 2:2,136.
[115] Ebû Davud, Tahare: 14; Ibni Mâce, Tahare: 21
[116] Buhari’nin
Tarih’inden.
[117] İbni
Sad’ın Tabakat’ından
[118] Buharı, Zekât: 10; Menâkıb: 25; Müslim, Zekât: 68;
Neseî, Zekât 63; Darimî, Zekât: 24;
Mösned, 4:256,257.
[119] Tirmizi’nin
Nevadir’inden.
[120] Taberani’nin
Kebir’i, Hakim’in Müstedrek’i,
ve Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından.
[121] İbni
Adiyy’in el-Kamil’i ve
Beyhaki’nin Sünen’inden.
[122] Münâzarât, s. 48, 49.
[123] Hakim’in
Müstedrek’inden
[124] Müsned, 1:233 ve Ebû Ya'Ia'dan
[125] Taberani’nin
Kebir’i ve Beyhaki’nin
Sünen’inden
[126] İsrâ Sûresi, 37.
[127] Lokman Sûresi, 18.
[128] Ebû Davud, Salât: 93; Neseî, İmame: 3; Müsned,
3:132,215.
[129] İbni Mâce, Taharet: 53; Müsned, 3:205.
[130] İbni
Adiyy’in el-Kamil’i ve
Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden
[131] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden
[132] Müsned, 5:145.
[133] Müslim, İman: 121 ve Müsned, 2:377,415.
[134] Müsned, 5:427; Said bin Mansur'un Sünen'inden.
[135] Buhari’nin
Tarih’i ve Taberani’nin
Kebir’inden.
[136] Ebû Davud, Et'ime: 54.
[137] Ebu Davud, Etime:14.
[138] Buharı, Vesâya: 23; Hudûd: 44, Tıb: 48; Müslim, İman;
144; Ebû Dâvud, Vesâya: 10.
[139] Hakim’in
Müstedrek’i ve Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[140] İbni Adiyy’in el
-Kamil’inden.
[141] İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden.
[142] İbni
Cerir’in Tefsir’i ve
Ebu’l-Hattap’tan.
[143] Taberani’nin
Kebir’i ve Ahmet
İbni Hanbel’in Müsned’inden.
[144] Ebu Avane ve
Bağavi’den
[145] Said bin Mansur'un Sünen'inden.
[146] Darekutni’nin
Sünen’i ve Beyhaki’nin
Sünen’inden.
[147] Buhati, Salat: 52; Ezan: 81; Müslim, Misafirîn-
26" Nesel KıyâmOl-Leyl: 1; Taberânt, Sefer: 73; ibniMâce,
[148] Taberani’nin
Kebir’i ve İbni
Hıbban’ın Sahih’inden.
[149] fsrâ Sûresi, 32.
[150] Müsned, 5:199,
[151] İbni Mâce, Ticâret 3.
[152] Ebu Nuaym ve
Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[153] Buharı, Ahkâm: 23; Nikâh: 71; Ebû Dâvud, Zekât: 38;
Edeb: 108; Müsned, 1:404.
[154] Geniş bilgi için bkz: Mektûbat, s. 12-13.
[155] Buhârî, Eşribe: 22; Bedü'l-halk: 11; Müslim, Eşribe:
97; EbûDâvud, Edeb: 161; Timizi, Etime; 15, Edeb; 74; Muvatta, Sıfat-in Neblyyi: 21.
[156]
Buhari,Mevakiti’s-Salat:5,Cihad:1;Edeb:1;Tevhid:48;Müslim,İman:137,140;Ebu Davud,Edeb:120;Tirmizi,Salat:13.
[157] Buhar!, İman: 33; Mösned, 6:124.
[158] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[159] Taberani’nin
Kebir’inden.
[160] Taberani’nin
Kebir’inden.
[161] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[162] Ebû Dâvud, Sünnet 2.
[163] Tirmizi ve Hakim’in
Müstedrek’inden.
[164] Tirmizi’den.
[165] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 8; İbni Mâce, Mukaddime 101;
Tirmizi, Menakıb: 14.
[166] Buhari Edeb: 106; Müslim, Edeb: 2; İbni Mâce, Edeb:
30; Timizi, Edeb: 64; Dârimî, İsti'zâr, 20; Müsned, 2:24,128.
[167] .İbni
Mace,Fiten:20.
[168] Buharı, Vekâle: 7; Itk: 13; Hibe: 24; Hums: 15;
Megazi, 54; EbûDâvud, Cihad: 121.
[169] Buharı, Teheccüd: 7; Savm: 59; Enbiya: 38; Müslim,
Siyam: 182,186,189,192; Ebû Dâvud, Savm: 53.
[170] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ı,İbni
Hıbban’ın Sünen’i ve Ebu Yala’nın
Müsned’inden.
[171] İbni Mâce, Edeb: 56; Müsned, 5:10,11, 20, 21.
[172] Abdullah’ın Zühd’ünden.
[173] Taberani’nin
Kebir’inden.