Hadisler: 1

 

 

 

 

Hadisler:

 

1. [1:30, Hadîs No: 1][1]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Ameller niyetlere göredir. Kişi için ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Şu halde kimin hicreti Allah ve Resulü için ise o kimsenin hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünya­lık veya nikahlayacağı bir kadın için ise, onun da hicreti hicret ettiği o şeyedir. [2]

 

İnsanları değerlendirirken ifade ve hareketlerine, dışa akseden davranışları­na göre hüküm veririz. Çünkü kalblerini bilmemiz, o hareketi niçin ve ne maksat­la yaptığını tam kestirebilmemiz mümkün değildir. Cenab-ı Hak ise kullarının amellerini, davranış!annı değerlandirirken içte taşıdıkları niyet ve yapış maksat­larına bakar, öyle muamele eder. İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Ameller niyetlere göredir" buyururlarken yapılan işin içte taşınan niyet ve maksada göre değerlendirileceğini bildirmektedir. "Şüphesiz Allah sizin suretlerinize ve malları­nıza bakmaz. Ancak amellerinize ve kalblerinize bakar"[3] hadîsinde de aynı ger­çek anlatılır. Bu bakımdan belki bize göre çok iyi ve güzel görünebilen bir söz veya davranış,—iyi niyetle yapılmadığı, Allah rızası gözetilmediği, gösteriş ol­sun diye yapıldığı takdirde—Allah katında hiçbir mânâ ve değer ifade etmeyebi­lir.

Niyet niçin bu kadar önemlidir?

Çünkü niyet söz, hareket ve davranışların esasını, belkemiğini teşkil eder. Çağımızın büyük İsiârn âlimi, müceddidi Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır[4] Evet, niyet ölü hareketleri dirilten, canlı, ha-yatlı hale getiren, biri bin yapan bir ruhtur. Onun içindir ki sağlam ve temiz bir ni­yetle yapılan az amel, çok sevabı netice verir. Kısa bir ömür, Cennet gibi ebedî bir hayatı kazandırır.

Niyet, eşyanın içyüzünü, mahiyetini, aslını değiştirecek, sevabı günaha, gü­nahı sevaba dönüştürecek kadar büyük bir tesire sahiptir. Meselâ bir insan, ha­yır yapsa, eğer Allah için yapıyorsa bu hareketi sevaplı bir iş olur. Nefsi için "Ne kadar da cömert!" desinler diye yapıyorsa hayrı hayır olmaktan çıkar, günaha çevrilir, ameli iptal olur, geçersiz ha!e gelir. Bakara Sûresinin 264. âyetinde inan­madan, Allah rızası gözetilmeden, gösteriş maksadıyla, başa kakmak ve eziyet vermek niyetiyle yapılan hayır ve sadakaların boşa gideceği açıkça şöyle anla­tılır: "Ey îman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi, siz de sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet vermekle boşa çıkarmayın. O kimsenin hali, üzerinde bir par­ça toprak bulunan kaygan bir taşa benzer ki, şiddetli bir yağmur vurduğunda toprağı götürüp taşı çıplak bırakıverir. Öylelerinin Allah rızasını gözetmeksizin gösteriş için yaptıkları iyiliklerin hepsi ellerinden uçar gider; kazandıklarından dolayı hiçbir sevaba erişemezler. Allah o kâfirler güruhunu hayra ve doğru yola iletmez."

Kısaca ne olursa olsun, Allah İçin yapılmayan ibadetin Allah katında hiçbir değeri yoktur, sevap yerine günah kazandırır.

Niyette âdetleri ibadete dönüştürebilecek bir iksir de vardır. Günlük hayatta hergün yapageldiğimiz yeme, içme, yatma, kalkma, yürüme gibi mubah davra­nışlar, âdetler iyi bir niyetle ibadete dönüşür. Aslında sevabı da, günahı da ol­mayan bu davranışlar, Sünnet-i Seniyye esas alındığında, "Resûlullah nasıl ye­miş, nasıl içmiş, nasıl yatıp kalkmış; ben de öyle hareket etmeliyim" düşünce­siyle yapıldığında ibadete dönüşür ve insana sevap kazandırır.

Yine o niyetle insan yirmi dört saatini ibadete çevirme imkânı bulur, bütünü­nü de âhiretine mal edebilir. Eğer bir insan beş vakit farz namazını kılar, diğer mubah dünya işlerinde de helal dairede kalmayı ve Sünnete sarılmayı esas edi­nirse, uykusuna varıncaya kadar bütün gününü, böylece de bütün ömrünü iba­dete dönüştürmüş olur.

Yine bu niyet sebebiyledir ki Allah yolunda cihada çıkan bir er, başkalarının altmış senede kazanamadığı sevabı kazanır, beş dakikada şehidlik gibi yüksek bir makama erer. Herkesin sefahete, günaha daldığı, dini, îmanı son plâna attı­ğı, bütün duygularıyla dünyaya yöneldiği günümüzde de yüz şehid sevabını ka­zanmak mümkündür.

Çünkü Allah Resulü, "Kim ümmetimin bozulduğu bir zamanda sünnetime sa-rılırsa, yüz şehid sevabı kazanabilir"[5] buyurmuştur.

Hadiste niyeti dünya olanın dünyaya, niyeti kadın olanın kadına kavuşacağı­nın bildirilişi de niyetin, amellerin ruhu ve özü olduğunu açıkça göstermektedir. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bu hadîslerini şöyle bir hâdise üzerine söylemişti. Ümmü Kays (r.a.) isimli bir Sahabî kadına, birisi evlenme teklifinde bulundu. Fakat o, adama eğer Medine'ye hicret ederse evlenebileceğini söyledi. O da kabul etti. Ümm-ü Kays, hicretini Allah ve Resulü için yaparken kocası, evlenmek niyetiyle yapmıştı. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bahsi geçen hadîslerini söyle­diler: "Kim de dünya nimetleri veya bir kadınla evlenmek niyetiyle hicret etmiş ise, onun hicreti de o kadınadır."

Demek oluyor ki, ameller niyetlere göredir. [6]

 

2. [1:35, Hadîs No: 2]

Enes (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir:

Ben Cennet kapısına gelir, açılmasını isterim. Cennet bekçisi Hâ­zin, "Sen kimsin?" der. Ben, "Muhammed'im" derim. O şöyle der: "Senden önce hiç kimseye kapıyı açmamakla emrohındum."[7]

 

3. [1:43, Hadîs No: 6]

Ebû Mes'ud el-Bedrî (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Geçmiş peygamberlerin sözlerinden insanların en son kavradığı söz şudur:

"Utanmadıktan sonra istediğini yap."[8]

 

4. [1:44, Hadîs No: 7]

İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

İbrahim'in (a.s.) ateşe atıldığında en son sözü, "Hasbiyallahü ve ni'me'l-vekîl [Allah bana yeter; O, ne güzel vekildir" oldu.[9]

 

5. [1:49, Hadîs No: 10]

Ali (r.a.) rivayet ediyor ki:

Güzel konuşmanın tehlikesi insanlara karşı kibirlenme ve kendi­sinde olmayan şeyle övünmektir. Cesaretin tehlikesi zulüm ve haddi aşmaktır. İyilikseverliğin tehlikesi başa kakmaktır. Güzelliğin tehli­kesi böbürlenmektir. İbâdetin tehlikesi tembellik ve usanç duymak­tır. Konuşmanın tehlikesi yalan söylemektir. İlmin tehlikesi unut­maktır. Yumuşak huyluluğun tehlikesi kendinden beklenen metanet ve salâbeti göstermemektir. Asaletin tehlikesi soyu ile övünmektir. Cömertliğin tehlikesi israftır.[10]

 

İnsan Cenab-ı Hakkın antika bir sanat eseridir. Binbir çeşit duygu ve kabili­yetle donatılmıştır. Bu duygu ve kabiliyetler insanın saadetini olduğu gibi felake­tini de hazırlayabilecek güçtedir. Eğer insan onları istikâmetle kullanabilir, orta yolu, vasatı muhafaza edebilir ve aşırılıklardan sakınabilirse saadeti elde eder, aksi halde felâkete sürüklenir.

İşte Cenab-ı Hak gönderdiği dinler ile yaratılışça sınırlandırılmayan, bir ibre gibi aşırılıklar, geri ve ileri dereceler arasında zikzak çizen bu duygulara bir limit göstermiş, sınır çizmiş, "Şu çizgiyi aşmayın!" diye İlâhî talimatını vermiştir. Bü­tün mesele insanın iradesiyle duygularına sahip olup doğru yolda gitme gayreti içerisinde olmasıdır.

Hadis-i şerifte, temelde bazı güzel huylardan bahsedilmiş ve bunların ifrat ve tefritleri sonucu doğabilecek tehlikelerden söz edilmiştir. Biz bunların üzerinde ayrı ayrı durma yerine insanda en belirgin olan belli başlı üç duygu ve kabiliye­tin ifrat, tefrit ve vasatları, yani aşırı, geri ve orta dereceleri üzerinde durmak isti­yoruz.

Daima değişikliklere maruz ve felâketlere hedef olan insanın bedeninde mi­safir olan ruhun yaşayabilmesi için gerekli olan üç duygudan biri akıl, biri öfke, biri de şehvettir.

Asıl veriliş maksadı faydalıyı zararlıdan, iyiyi kötüden ayırmak olan akıl, eğer aşırılığa kayacak olursa cerbeze içerisine girer. Cerbeze; aklı, hakkı bâtıl, bâtılı hak, akı kara, karayı ak göstermek için kullanmaktır. Tefrit derecesi ise saflık ve bönlüktür. Böyle biri, kendisini ilgilendiren bir konu da olsa kayıtsız ka­lır, kafa yormaya yanaşmaz. Aktın vasat kullanımı ise hikmettir. Böyle bir akıl sahibi hakkı araştırır, bulduğunda ona uyar, bâtılı da tanımaya çalışır, tesbit et­tiğinde de ondan sakınır.

Öfke duygusunun aşırısı saldırganlıktır ki, maddî manevî hiçbirşeyden kork­mamak demektir. Bütün zorbalıklar, zulümler, istibdatlar, baskılar bundan kay­naklanır. Geri derecesi ise korkaklıktır. Böyle biri korkulmayacak şeylerden dahi korkar. Oysa Allah dilemedikçe insana hiçbir şeyin zararı dokunmaz. Öfkenin orta derecesi de şecaattir. Şecaat de şahsının veya dininin hak ve hukukunu ko­ruma konusunda arslan kesilme, canını dahi feda etmekten çekinmeme, kendi­sini ilgilendirmeyen ve karışmaması gereken şeylere kanşrnama, meşru olma­yan şeylere de girmeme demektir.

Bir şeye duyulan fazla arzu mânâsına gelen şehvetin ifratı fücurdur. Şehveti fücur seviyesinde olan bir insan, nefsin arzularına öylesine düşkündür ki namus ve ırzları çiğnemekten çekinmez. Tefriti ise helale de, harama da arzu duyma­maktır; şehvet duygusunun sönmesidir. Şehvetin arzu edilen vasat mertebesi ise iffettir ki helâle arzu duyup haramdan kaçınmak şeklinde kendini gösterir.

İşte, dinimiz olan İslâm, insanlan doğru yola çağırırken bu üç duygunun ifrat ve tefritten uzak hikmet, şecaat ve iffetten ibaret orta derecelerini emretmiş, günde en az kırk defa okuduğumuz Fatiha Sûresinde, "Bizi doğru yola ilet!" dua­sını yaptırmakla da bu yolda sebat göstermemizi istemiştir. Böylece fazilet ufku­nun yollarını açmış, dünyayı da Cennete döndürmeyi başarmıştır. Esasında in­sanlık tarih boyunca bütün hak dinlerin emir ve tavsiyeleri içerisinde bulunan doğru yolun temel taşları olan bu üç duyguyu yaşamakla, insanlığa saadet bu­ketleri armağan etmiştir. Bu fıtrî hakikate kulak vermeyenler ise insanlığa boğazda düğümlenen zakkum meyvelerini yedirmekten, dünyayı yaşanmaz hale getirmekten geri kalmamışlardır.

O hak dinler ki bu üç duyguyu yeşertmekle akıl dalında enbiyaları, evliyaları, sıddîkînleri, âdil idarecileri, melek gibi hükümdarları; öfkeyi kullanmada, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Salahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim gibi kahramanları; şehvet sahasında da Hz. Yusuf gibi iffet âbidesi insanlık yıldızlarını insanlığa en büyük örnekler olarak takdim etmişlerdir. Bu gerçeğe kulak asmayan insanlık ise, akıl dalında maddeci, tabiatçı gibi akılsız dinsizleri; öfke dalında Nemrud, Firavun, Şeddad gibi zâlimleri, şehvet hususun­da da enva-ı çeşit putlart, tanrıçaları, tanrılık dâvasında bulunan nice sapık ve sapıklıkları âlemin başına musallat etmekte tereddüt etmemişlerdir.

Bu üç duygunun ifrat ve tefritinin hayatı onduracak veya öldürecek seviyede güçlü sırlara sahip olduklarını dikkate aldığımızda yukardaki hadiste bahsi ge­çen huyların vasat, ifrat ve tefritlerinin de maddî ve manevî hayatımıza neler ka­zandırdığı veya kaybettirdiklerini anlamak zor olmayacaktır.[11]

 

6. [1:52, Hadîs No: 11]

İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle:

Dinin felâket kaynakları üçtür: (1) günah işleyen âlim, (2) zâlim idareci, (3) ibâdete gayretli câhil.[12]

 

Hadiste dine zarar veren şeylerden üçü sayılmaktadır. İlk bakışta günah iş­leyen âlimle zâlim idarecinin felâkete sebep oldukları anlaşilabildiği halde ibâde­te gayretli olmantn dine zarar vereceği pek anlaşılmamaktadır. Fakat mesele üzerinde biraz düşünüldüğünde ibâdete gayretli câhil birisinin dine zarar verdiği­ni anlamak güç olmaz. Böyle birisi ibâdete düşkündür, fakat neyi nasıl yapaca­ğını bilemez. Dine ters şeyleri dinin emri diye yapar, bunları savunur. Karşısın­daki kişi de dini bilmiyorsa, böylelerin dinden diye savunduğu yalan yanlış şeylerin, bid'atların İslâmiyetten olduğunu zanneder, "Böyle de olur rnu?" diye­rek İslâmiyete karşı cephe alır. Bu bakımdan, dini bilmediği halde ibâdete düş­kün olan câhil kimseler, din için büyük bir felâket kaynağı olmuş olurlar. Böylelerinin dine verdiği zararı önlemek, başlı başına bir iştir ve oldukça da zordur.[13]

 

7. [1:52, Hadîs No: 12]

İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyu­ruyor:

İlmin tehlikesi, unutmak; zayi edilmesi, ehil olmayana öğretmek­tir.[14]

 

8. [1:53, Hadîs No: 13.]

İbni Mes'ud (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet ediyor ki:

Bilerek faizi yiyen, yediren, ona kâtiplik eden, bilerek ona şahit­likte bulunan kimse, dövme yapan ve güzellik için yaptıranlar Kıya­met günü Muhammed'in dili ile lanete uğramışlardır.[15]

 

Yüce Rabbimiz pekçok hikmetten dolayı faizi haram kılmış ve bir âyet-i keri­mede, "Ey îman edenler! Faizi kat kat yemeyin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz"[16] buyurmuştur. Bir başka âyet-i kerime ise şu mealdedir:

"Faiz yiyen kimseler, Kıyamet Gününde kabirlerinden şeytan çarpmış kimse­nin kalkışı gibi kalkarlar[17]

Âyet-i kerimelerde faiz yeme açıkça haram kılınırken buna aracı olan diğer hususlar da dolaylı olarak yasaklanmıştır. Peygamberimiz (as.rn.) yukarıdaki hadîs-i şerifle, âyet-i kerimelerdeki özlü ifâdeyi açmış ve bilerek faizi yiyen, yediren, ona kâtiplik eden, şahitlikte bulunan kimselere lanet etmiştir. Faiz kurulu­şunda memur olarak çalışanlar her ne kadar faiz yemiyor ve yedirmiyorlarsa da; faizin muamelesini görmekte, hesap ve yazışmalarını yapmakta, idarî işlerini yürütmektedirler. Gerek müdürü, gerek memuru; hadiste ifâde edilen "kâtip" mefhumunun içine girmiş olmaktadır.

Hadiste lanet edilen bir başka kesim de "dövme" yaptıranlardır. Dövme, bili­nen şekliyle şöyle yapılıyor: İğne ve benzeri bir şeyle vücudun bir yeri kan aka­cak şekilde yaralanıyor. Sonra aynı yere iç yağı ve bazı maddeler konarak yar iyileştiriliyor.

Câhiliye devrinden beri Araplar vücutlarının çeşitli yerlerine dövme yapagel-mişlerdir. Günümüzde de Avrupa ve Amerika'da bazıları bunu bir "süs" olarak yaparken, memleketimizde de bâzı gençler onları taklid etmekte ve dövme yap­tırmaktadırlar.

İşte dövme vücuda bir eziyet ve Allah'ın yarattığını değiştirmek olduğundan, dinimiz dövme yapmayı haram kılmış. Peygamberimiz dövme yaptıranlara lanet etmiştir.[18]

 

9. [1:55, Hadîs No: 14]

Aişe (r.a.) rivayet ediyor ki:

Ben kulun yediği gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum.[19]

 

Peygamberlerin en önemli özelliklerinden biri, bizim gibi birer insan olmaları­dır. Gerçi onlar peygamberliklerini ispat için mucize gösterirler, ama onların her halleri mucize değildir. Eğer öyle olsaydı, insanlar itirazı basar, "Biz onlara ula-şamayız, onlar gibi olamayız" derlerdi. Onun içindir ki, peygamber, bizim gibi bir insanın taşıyabileceği bütün özelliklere sahiptir. Bir insan gibi yer, içer, kalkar, yatar, acı duyar, sevinç duyar. Mektûbafta (s. 96) belirtildiği gibi Resûl-ü Ekre-min (a.s.m.) her hâli, her tavrı doğruluğuna, peygamberliğine şahit olduğu hal­de, her hali ve her tavrının harikulade olması gerekmez. Çünkü Cenab-ı Hak onu beşer suretinde göndermiştir. Tâ ki dünya ve âhiret saadetlerini kazandır-cak iş ve hareketlerde rehber olsun, imam olsun, normalmişjer gibi görülen ya-ratıklardaki Allah'ın olağanüstü sanatını göstersin. Eğer fiil, işve davranışların­da bir insan gibi değil de hep harikulade olsaydı, her bakımdan insanlara önder olamaz, ders veremezdi. Ancak o, inatçı insanlara peygamberliğini ispatlamak gayesiyle ve ihtiyaç ânında arasıra mucize gösterirdi. Diğer zmanlarda Allah'ın tabiata koyduğu kanunlar çerçevesinde hareket eder, hasta olur, sıkıntı çeker, soğuğa, sıcağa katlanır, zırh giyer, "Sipere giriniz" emrini verirdi.

Resülullahın böyle davranmasının önemli bir sebebi de dünyanın bir imtihan salonu olmasıdır. Çünkü Resülullahın her hali olağanüstü olsaydı, Ebû Cehil gi­bi kömür ruhlu kişiler Ebû Bekir gibi elmas ruhlu kimselerle eşit seviyeye gelir, o mucizevî insan karşısında mecburen inanırlardı. Oysa Resülullahın şâir zaman­larda bir beşer gibi davranışıdır ki kâfirlerle münafıkların birbirlerinden ayrılma­larını netice vermiştir.

"Ben kulun yediği gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum" ifadesinden bu mânâlar çıkarılabileceği gibi ilk akla gelen, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ne kadar büyük bir tevazu sahibi olduğunu anlamak olmalıdır. Çünkü Resûl-ü Ekre-me (a.s.m.) bütün dünya hazinelerinin kapılan açılmış, dünyanın her türlü nime­ti önüne serilmiş, dağ ve taşların isterse altın ve gümüş yapılabileceği söylen­miş, hatta Süleyman Peygamber (a.s.) gibi kral bir peygamber olabileceği belirtilmiş, ama o kul bir peygamber olmayı tercih etmiştir. Dünyanın binbir çeşit nimetinden en geniş ölçüde istifade etmesi hem hakkı, hem de mümkünken o bunları elinin tersiyle itmiş, "Ben ancak bir kulum. Yerde yemek yer, sof giyer, deve sağar ve okşarım. Parmaklarıma bulaşan yemek artıklarını yer, kölelerin dahi davetine katılırım, Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir" buyurmuştur.

Benliğe, kendini beğenmeye, riyaya, israfa kaçmadan, şükrederek dünya ni­metlerinden elbetteki istifade etmeli. Ama yeri gelince tevazu ve mahviyet gös­termesini de bilmelidir. Resûl-ü Ekremin devesine baktığı, koyun sağdığı, ayak­kabısını tamir ettiği, elbiseninin söküğünü diktiği, küçük büyük, siyah beyaz, hür köle ayırd etmeden herkesle selâmlaştığı, hizmetçisiyle yemek yeyip ona yemek hazırladığı düşünüldüğünde, gurur ve kibiri kıracak bu tip davranışlara ne kadar önem verilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Birgün Hz. Âişe'ye Resûlullahın bu özellikleri duyurulduğunda Hz, Âişe, Peygamberimizin isteseydi dünyanın do­ğusuna batısına sahip olabileceğini, fakat bunları elinin tersiyle ittiğini belirtmiş, karnı doyuncaya kadar yemediğini, bundan dolayı da hiçbir zaman şikayetçi ol­madığını, yiyecek bulamadığında oruç tuttuğunu, çoğu zaman çektiği açlık se­bebiyle dayanamayarak ağladığını ve şu soruyu sorduğunu anlatır:

"Niye böyle davranıyorsun? Hiç olmazsa yetecek kadar birşeyler edinsey-din?"

Şu cevabı verir Kâinatın Efendisi (a.s.m.):

"Peygamber kardeşlerim benden daha çok eziyet çektiler. O halleriyle Rable-rine kavuşup yüksek mevkîler kazandılar. Ben dünyada refah içinde yaşayıp da âhirette onlardan daha aşağı mevkfde bulunmaktan haya ederim. Şurada birkaç günlük sıkıntı çekeyim ki ebedî hayatta mes'ûd olayım. Bütün maksat ve gayem, kardeşlerime ulaşabilmemdir."

Bu tevazu, bu anlayış ve bu bakış açısı sebebiyledir ki Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) nazarında dünya, çok şeyler kazanılıp edinilse bile gönül verilecek de­ğerde değildi. Böyle olmadığı için de ona sahip olmayanlara karşı üstünlük ölçü­sü, gurur ve kibir vesilesi de olamazdı. Makam, mevki, mülk, tek başlarına bü­yüklük ölçüsü olamazlardı. Bunlar ancak tevazuyla gerçek mânâ ve değerini bulabilirlerdi.

O halde Resûlullahın bütün kalbiyle inanıp yaşadığı bir hayatı beğenmeme, sahip olduğu fâni bir kısım imkânlar sebebiyle gurur ve kibire kalkma, elbetteki aklı başında olan bir insan için başvurulacak bir yol olamaz. Allah katında en üstün, dünya ve âhirette en şerefli insan o olduğuna göre, hangi hal ve şart içe­risinde bulunursa bulunsun bir Müslüman için o yüce insanı örnek edinmekten başka hangi çâre olabilir?[20]

 

10. [1:55, Hadîs No: 15]

Enes (r.a.) rivayet ediyor ki:

Her takva sahibi kimse, Muhammed'in Ehl-i Beytindendir.[21]

 

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hanımları, çocukları ve özellikle Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasarı, Hz. Hüseyin ve bunların nurlu neslinden gelenlere Ehl-i Beyt denir. Fakat Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bâzı hadislerinde, Hz. Selman gibi Sahabîlere "Sen benim Ehl-i Beytimdensin" diyerek, bu halkayı genişletmişlerdir. Bu hadislerinde de Ehl-i Beyt halkasını daha da genişletirken, Ehl-i Beyte ayrı­calık kazandıran özelliğe de dikkat çekmiştir, O özellik ise takvadır. Takva da Al­lah'tan lâyıkıyla korkmak, Ona hakkıyla kulluk etmek, emirlerini gönül hoşluğuy-la yerine getirmek ve haramlardan sakınmaktır. Böyle davrananlar manevî Ehl-i Beytten sayılır.[22]

 

11. [1:56, Hadîs No: 16]

Enes (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir:

Kur'ân ehli, ehlullahtır.[23]

 

12. [1:56, Hadîs No: 17]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle bu­yuruyor:

Kızlarını evlendirmek hususunda anneleriyle istişare ediniz.[24]

 

13. [1:56, Hadîs No: 18.]

Urs bin Ameyrete'den rivayetle:

Evlilikleri hakkında kadınların fikrini alınız. Dul, kendi arzusunu açıkça ifâde eder. Bakirenin izni ise susmasidır.[25]

 

Aile yuvasının sağlam temellere oturabilmesi, gerek evlilik öncesi, gerekse evlilik sonrası bâzı esaslara uymakla temin edilebilir. İşte bu esaslardan birisi de, kızın hiçbir tesir altında kalmadan, kendisini isteyen erkekle evlenmeye razı olmasıdır, Kız râzt olmadığı halde, annesinin veya babasının zorlamasıyla ger­çekleştirilen bir evlilik, uzun müddet devam etmez. Etse de, böyle bir evlilik ço­ğu zaman sıkıntı kaynağı olmaktan öteye geçmez. Hayat âdeta bir zindan olur. Bunun içindir ki, Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) evlilikte kadının rızâsının alın-masını tavsiye etmiş, dul bir kadının isteğini açıkça söylemesini, kızın da kabul ettiğini hiç olmazsa susmak suretiyle bildirmesini istemiştir. Bir hadislerinde de, babasının isteğiyle evlendirilen kızın, bu evliliği istemediği takdirde nikâhtan vaz geçme hakkının bulunduğunu ifâde etmiştir. İbni Büreyde'nin (r.a.) rivayet ettiği bu hadis şu mealdedir:

"Genç bir kız Peygamberimizin yanına geldi ve 'Babam benim sayemde alt tabakadan kurtulup mevkiini yükseltmek için beni erkek kardeşinin oğlu ile ev­lendirdi' diyerek, şikâyette bulundu. Peygamberimiz kızı yapılan evliliği kabul veya reddetme hususunda serbest bıraktı. Kız, 'Ben, babamın yaptığı evliliği kabul ediyorum. Fakat babaların böyle yapmaya haklan olmadığının kadınlar tarafından bilinmesini istedim' dedi."[26]

Bununla beraber, gençlerde akıldan çok hissiyatın hâkim olduğu da bilinen bir gerçektir. Gençler çoğu zaman ileriyi göremezler, düşünmeden hareket ederler. Bu itibarla bir baba veya anne kızının istediği erkekle onu evlendirme-yebilir. Çünkü hayat tecrübeleri vardır.

Ancak hiçbir sebep yokken, evliliğin engellenmesi de doğru değildir. Böyle davranıldığında iş daha tehlikeli boyutlara ulaşabilir.[27]

 

14-[1:59, Hadîs No: 20]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Duaların sonunda söylenen "Âmin!" mü'min kullarının dili üzerin­de Âlemlerin Rabbinin mührüdür.[28]

 

15. [1:60, Hadîs No: 21]

Knes (r.a.) rivayet ediyor ki: Ayete'l-Kürsî, Kur'ân'ın dörtte biridir.[29]

 

16-[1:61, Hadîs No: 23]

Muaz bin Enes'den rivayet ediliyor:

İzzet, güç ve kuvvet kazanmak için okunacak âyet şudur: "Ham-dolsun o Allah'a ki, evlât edinmekten münezzehtir, mülkünde ortağı bulunmaz ve hiçbir şeyden de âciz değildir ki yardımcıya ihtiyacı ol­sun. Hürmet ve tazim ile Onun yüceliğini an." (İsrâ Sûresi, 17/111.) [30]

 

17-[1:63, Hadîs No: 25]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz ver­diğinde sözünden döner. Kendisine emniyet edildiğinde hıyanet eder.[31]

 

18-[1:64, Hadîs No: 27]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Kur'ân'da iki âyet vardır ki, mü'minler için şifâdır ve Allah'ın^sev­diği şeylerdendir. O iki âyet Bakara Sûresinin son iki âyetidir [Âme-nerresûlü].[32]

 

19. [1:65, Hadîs No:28]

Harmele bin Abdullah bin Evs'den Resûlullahtan (a.s.m.) rivayet ediyor:

İyiliği yap, kötülükten sakın. Yanlarından kalktığında halkın se­nin hakkında söyleyeceklerinden hoşlanacağın şeyleri gözet ve yap. Yanlarından kalktığında halkın senin hakkında söyleyeceklerinden hoşlanmadığın şeylere dikkat et ve onları yapmaktan da sakın.[33]

 

20. [1:66, Hadîs No:29]

Behz bin Hakim 'den rivayet ediliyor:

Hanımına tenasül uzvuna olmak şartıyla istediğin şekilde yaklaş. Ona yediğinden yedir, giydiğinden giydir. Yüzüne karşı "Çirkinsin" deme ve dövme.[34]

 

Yahudiler, "Kadının tenasül uzvuna arka taraftan yaklaşılırsa, doğan çocuk şaşı olur" gibi asılsız şayialar yayıyorlardı. Bunun üzerine Bakara Sûresinin 223. âyeti nazil oldu.[35] Âyette şöyle buyuruluyordu:

"Kadınlarınız, sizin için evlât yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi varın."

Ayet-i kerimede kadının tenasül uzvu bir ekin tarlasına benzetilmiş ve bu ekin ekmenin, yani cinsî münâsebetin şekli ve usûlü sınırlandırılmamış, arzuya bırakılmıştır. İşte bu hadîste de bu yaklaşma şekli üzerinde durulmuştur.

Hadîsin ikinci kısminda Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadınların erkekler üzerindeki en mühim iki hakkını sayıyor. Bunlar, erkeğin hanımına kendi yedi­ğinden yedirmesi ve giydiğinden giydirmesidir. Dinimize göre kadın ne kadar zengin olursa olsun, yiyim ve giyimini temin etmek erkeğin üzerine farzdır. Er­kek kadının bu hakkını yerine getirdiğinde sevap kazanacağı gibi, ihmal ettiğin­de de günahkâr olur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bununla ilgili oiarak şöyle buyuruyor:

"Kişi kendi el emeğinden daha helâl bir rızık kazanmamıştır. Onun kendisi, âüesi, çocukları ve hizmetçisi için harcadığı mal birer sadakadır."[36]

"Kişinin geçimi üzerine farz olan kimseleri ihmal etmesi, günah olarak kendi­sine yeter."[37]

Hadiste dikkat çekilen bir diğer husus da, kadını kıracağı için erkeğin "Çir­kinsin" dememesi ve onu dövmemesidir. Çünkü aile yuvasının devamı, karı ko­ca arasındaki karşılıklı sevgi ile mümkündür. Kadına "Çirkinsin" demek, hele hele onu dövmek eşler arasındaki sevgiyi sarsar. Nazik bir yaratılışa sahip olan kadının kendisine hakaret eden ve döven erkeğe karşı sevgi beslemesi, onun isteklerini gönül rızasıyla yerine getirmesi düşünülemez. Bu ise ailedeki huzuru alt üst eder.

Nitekim günümüzde birçok aile yuvası, sırf dayak sebebiyle yıkılmaktadır. Kısacası dayak, aile hayatı ve huzurunda en mühim problemlerden birisidir.

İşte bugün yüzbinlerce kadının dert yandığı bu meseleyi, Peygamberimiz (as.rn.) bundan asırlarca önce halletmiştir. Kendisi hanımlarına kötü söz söyle­mediği, dövmediği gibi, Müslümanlara da hanımlarına şefkatle muamele etme­leri tavsiyesinde bulunmuş, hanımlarını döven erkeklerin "hayırlı erkekler" olma­dığına dikkat çekmiştir.

 

21. [1:67, Hadîs No: 31]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor ki: Davet edildiğinizde icabet edin.[38]

 

22. [1:71, Hadîs No: 39]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Allah mü'mine rızkını ancak ummadığı yerden vermek ister.

 

Rizık Allah'ın elindedir. Bütün canlılara rızkı veren Odur. Rızıksızlıktan ölen yoktur. Bir âyette, "Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah'a âit olmasın"[39] buyurularak bu gerçeğe dikkat çekilir.

Böyle olunca nzık için endişelenmeye, telaşlanmaya hiç gerek yoktur. Allah, küçücük bir mikrobun rızkını verdiği gibi bizim de rızkımızı verecektir.

Bu konuda bize düşen ise gayret göstermektir. Çünkü Allah herşeyi bir sebe­be bağlamıştır. Meselâ meyveler, sebzeler Allah'ın biz kullarına bir ikram ve ih­sanıdır. Şu var ki o ihsanlara erebiimek için ya onları bizzat yetiştirmeli, ya da çalışıp onları satın alabilecek parayı kazanmalıyız.

Bu inanca sahip olup gereğine göre hareket etmeye başlayınca Cenab-ı Hakkın rızkı kuilarına ummadıkları yerden ihsan ettiğini görmemek, hissetme­mek mümkün değildir. Şahsî hayatımızda dahi bunu hissedebiliriz. Yalnız bun­lar hep sebepler yoluyla gelir. İş arayanın beklenmedik bir anda iş bulması, aç olanın yiyeceğe kavuşması, dükkân kepeğini açana müşterilerin gelmesi bunun birer örneğidir. Kul beklemediği, ummadığı yerden bir vesileyle gelen rızık sa­yesinde o kadar mutlu olur ki, neşesinden nerdeyse yerinde duramaz. İhsanı yapanın Allah olduğunu bilip o duyguyla baktığında ise sevinci bir kat daha ar­tar. Kendisini asla unutmayan bir Rabbi olduğunu düşünüp, Ona sonsuz hamd ve senada bulunur.

 

23- [1:72, Hadîs No: 40]

îbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki:

Allah bid'atçının amelini bid'atmdan vaz geçinceye kadar kabul etmez.[40]

 

24. [1:73, Hadîs No:41]

Enes (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor:

Allah belâ ve musibetlerin mü'min kulunun bedeni üzerinde hâki­miyet kurmasına izin vermez. [41]

 

İslâmî ölçüler içerisinde hareket edildiğinde kul kolay kolay hastalanmaz, maddeten ve manen sağlıklı kalır. İbadetlerini günü gününe yapan; Ramazan orucunu tutan, beş vakit farz namazını kılan, verdiği zekâtla fakir fukarayı göze­ten, iyiliğin kurumlaşması, ayakta kaîması ve güçlenmesi için elinden gelen her türlü maddî ve manevî gayreti gösteren kimse üzerinde belâ ve musibetlerin hâ­kimiyet kurması söz konusu değildir.

Gerçi kişi tedbirsizliği yüzünden bir kısım musibetlere maruz kalabilir; hasta olabilir, sıkıntı ve zararlara uğrayabilir. Musibet onu yatağa düşürse, borca gömse de manen hâkimiyet Kuramaz.

Aslına bakılırsa tedbirli davranan, geçmişini geleceğini düşünen, yapacağı işin başını, sonunu hesap eden böyle durumlara nadiren düşer. Hatası yüzün­den düşse veya beklenmedik bir anda başına bir belâ ve musibtet gelse yine o musibet onda hâkimiyet kuramaz. Yani onu moralmen çökertemez, şevkini kıra-maz, ümitsizliğe, bedbinliğe itemez. O musibet ne kadar şiddetli olursa olsun, mü'min, Allah'ın izin ve müsaadesi dışında bir kuşun dahi kanadını oynatmadı­ğını bildiği için, onun Allah'tan geldiğini düşünür. "Güzelden gelen güzeldir" de­yip sabreder, asla isyan ve şikayete girmez. Onun dahi birçok hikmetleri olduğu­nu düşünüp sabırla musibetin üzerine yürür ve musibet ona hâkim olacağı yerde o musibete hâkim olur, ondan kurtulur. O musibeti maddeten yenemese de manen mağlup eder, çökertir, yıkımına müsaade etmez.

Kısaca söylemek gerekirse musibetleri sebep olabileceği inkarcılık, isyan­kârlık, bedbinlik, yıkılmışlık mü'mincle hâkimiyet kuramaz. îmanının güçlülüğü ölçüsünde mü'min bunlara boyun büktürür, söndürür.

 

25. [1:73, Hadîs No: 43]

İbni Ömer (r.a.) Resûlullahın (a,s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Kaba davranana yumuşaklıkla muamele ederek, vermeyene vere­rek şerefi Allah katında arayınız. [42]

 

26. [1:74, Hadîs No: 45]

Ebû Hümeyd es-Sâidî'den rivayet ediliyor:

Seni seven kimseye sen de ona olan sevgini bildir. Çünkü bu sev­giyi daha da sağlamlaştırır[43]

 

27.  [1:77 Hadis No: 50]

ibni Ömer (r.a,) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Yemeği sıcakken yemeyin. Çünkü sıcak yemeğin bereketi yoktur.[44]

 

28. [1:77, Hadîs No: 51]

Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor ki:

Size müjde veriyorum. Siz de sonra gelenlere müjde verin ki, Al­lah'tan başka ilâh olmadığına samimî olarak şahitlik eden kimse Cennete girecektir.[45]

 

29.   [1:78, Hadis No: 52]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Kıyamet günü Alllah'm ihsanından ve rahmetinden en fazla uzak olan, başkalarına yapmalarını söyledikleri şeyin tersini yapan kim­selerdir.[46]

 

30. [1:79, Hadîs No: 53]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'ın en hoşlanmadığı helâl, boşanmadır.[47]

.

Dinimizde evlilik teşvik edilmiş, evlilik müessesesine çok büyük ehemmiyet verilmiş ve müessesenin sağlam kurulabilmesi için evlilik öncesinde nelere dik­kat edilmesi hususunda ölçüler konulmuştur. Evlilik yuvası kurulduktan sonra da huzurlu bir şekilde devam etmesi için, eşlerin dikkat etmesi gereken hususlar üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Evlilik müessesesini bozabilecek her hareketten sakınılması istenmiştir. Hiçbir haklı sebep ve gerekçe yokken boşanma­yı Peygamber Efendimiz (as.m.) hiç hoş karşılamamış ve mü'minleri bundan şiddetle sakındırmıştır. Bununla ilgili bu hadisten başka daha birkaç hadis var­dır:

"Evleniniz, fakat meşru bir sebep yokken boşanmayınız. Çünkü Allah zevkle­rine düşkün erkek ve kadınları sevmez."[48]

"Hiçbir sebep yokken kocasından boşanmak isteyen kadın Cennetin koku­sunu alamaz.[49]

"Kadını kocası aleyhine kışkırtan bizden değildir.[50]

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde de boşanma sebebiyle Arş-ı Âlânın titreyeceğini bildirmiş, başka bir hadislerinde ise "Şöyle yaparsam hanı­mım benden boş olsun" şeklinde ancak münafık olanların yemin edeceğini bil­dirmiştir.[51]

Boşanma dinimizde istenilmeyen ve tavsiye edilmeyen birşey olmakla birlik­te, bazan zaruret haline gelebilir. Bunun için de istenilmemekle beraber helâl kı­lınmıştır. Çünkü karı kocanın hak ve vazifelerini yerine getirdiği huzurlu bir aile ocağı nasıl bir nevî Cennetten bir köşe ise, huzursuz ve geçimsiz bir aile ocağı da Cehennemden bir köşedir. Insanlan böyle bir ailede birlikte yaşamaya zorla­mak ise manasızdır. Zira zorla güzellik olmayacağı, zorlama ile evlilik bağının devam etmeyeceği herkesin bildiği bir gerçektir. Böyle olunca, boşamayı zorlaş­tırmak bir çözüm değildir, her iki tarafı da mağdur duruma düşürür. Günümüzde kadın olsun, erkek olsun boşanamadıklan için yeni bir aile yuvası kuramayan kişilerin sayısı bir hayli fazlalaşmıştır. Bu durum, sadece tarafların mağdur ol­masını netice vermemekte, aynı zamanda birçok kötü neticeleri de beraberinde getirmektedir. Meselâ, boşanamadığı için başka biriyle evlenemeyen kadın ve erkek, gayrimeşrû bir hayatın kucağına düşebilmektedir. Diğer taraftan, boşan­mayı zorlaştırmak, başka istenmeyen durumların ortaya çıkmasına da sebep olabilmektedir. Meselâ hanımından boşanmak isteyen ve boşanamayan erkek, daha kolay boşanmak için oha zina isnadında bulunabilmektedir. Ve hattâ bunu ispatlamak için bir komplo kurabilmektedir. Ki bunun misâllerini zaman zaman gazetelerden okuyoruz. Bu ise son derece çirkin bir davranıştır. Çünkü bu er­kek, zamanında hanımıyla birlikte tatil günler geçirmiş, aynı sıkıntıyı birlikte paylaşmıştır. Belki ondan çocukları olmuştur. Fakat anlaşamadığı eşinden bo-şanabilmek ve yeni bir yuva kurmak için "iftira" etmekten başka çâre bulama­maktadır. Öyleyse birlikte yaşamak istemeyen insanları kağıt üzerinde evli gös-

termeye gerek yoktur. En güzel yol, 'Ya güzellikle birlikte olmak, ya güzellikle ayrılmaktır." İşte bunun içindir ki, dînimiz boşanmayı kolaylaştırmış, artık birlik­te yaşamaları mümkün olmayan eşlere isterlerse yeni bir yuva kurma fırsatı ta­nımıştır. Bu ise hakkın ve adaletin tâ kendisidir.

 

31 -[1:79, Hadîs No: 54]

Muâz (r.a.) rivayet ediyor ki:

Allah'ın en çok buğzettiği yaratık îman edip sonra- küfre giren kimsedir. [52]

 

32. [1:80, Hadîs No: 55]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'ın en çok gazap ettiği kimse, düşmanlıkta aşırı gidendir.[53]

 

33. [1:80, Hadîs No: 56]

Âişe'den (r.a.) rivayetle:

Kullar içerisinde Allah'ın en çok buğzettiği kimse, kılık kıyafeti amelinden daha hayırlı olan kimsedir. Kılık kıyafeti peygamberlerin-ki gibi, ameli ise günahkar ve zâlimlerin amelidir.

 

Bir kısım değerlerin alt üst olduğu, manevî duyguların zayıfladığı toplumlar­da değer ölçülerinin de büyük ölçüde değiştiğini görürüz. Böyle toplumlarda in­sanı insan yapan inanç, ahlâk, fazilet gibi manevî değerler bir tarafa atılır. Bun­ların yerine para pul, makam mevki, kılık kıyafet ve şan şöhrete göre insanlara kıymet verilir. Meselâ kişinin kılık kıyafeti düzgünse itibar görür. Ama canavar ruhluymuş bu araştırılmaz bile.

Kılık kıyafetin düzgünlüğü, derli topluluğu elbetteki önemli ve gereklidir. Ama ondan daha gerekli olan gönül dünyası ve amelin düzgünlüğüdür. Bozuk davra-nışlı, kırıcı, yıkıcı, incitici insanlar ne kadar süslü kıyafetler içerisine girerlerse girsinler vicdan sahibi hiç kimseyi memnun edemezler. Hatta nefret kazanırlar. Böyle kimseler sadece insanların değil, Allah'ın da nefretini kazanır.

Bir de dinî kisveye bürünüp Peygamberlerin yolundaymış gibi görünerek dış görünüşüyle insanlara güven verdiği halde amel noktasında günahkâr ve zâlim kimselerin davranışları içerisine girenler vardır ki, bunlar doğrudan doğruya ha­diste anlatılan Allah'ın buğzettiği kimselerdir. Bunlar kılık kıyafetlerini, cübbeleri-ni, takkelerini istismar ederler, İslama gölge düşürürler. Bunlar düşmanlardan daha çok İslama zarar verirler.

Bu hadis bu tip istismarcılara dikkat etmemize işaret ettiği gibi bizzat istis­marcılara da büyük bir Fkaz mahiyeti taşımaktadır. Ya kılık kıyafetlerini davra­nışlarına uydurup insanları kandırmaktan kaçınacaklar, ya da kılık kıyafetlerine uygun bir ruh hali ve davranış sergileyeceklerdir. Aksi halde Allah'ın buğzundan kurtulmaları mümkün değildir.

 

34. [1:81, Hadîs No: 57]

Ibni Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki:

Allah en çok şu üç kişiye gazap eder:, (1) Mekke ve Medine'de gü­nah işleyene, (2) dinde Câhiliye âdetini yaşatmak isteyene, (3) bir kimsenin haksız yere kanını dökmeyi şiddetle arzulayana.[54]

 

35. [1:82, hadis No: 58]

 

Ebû'd-Derdâ'dan rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle ri­vayet etmiştir:

Siz ancak zayıflarınız hürmetine rızıklandırılıyor ve yardım görü­yorsunuz.[55]

 

Zayıflar, fakirler, garibanlar, kimsesizler, yetimler sevgiye, şefkate, ilgiye, yardıma en çok muhtaç olan kimselerdir. İnsandaki merhamet duygusunun veri­lişinin en önemli hikmetlerinden biri de. böyle kimseler üzerine eğilmek, prob­lemleriyle ilgilenmek, dertlerine derman olmaktır.

Birçok âyet ve hadis zayıflan övmekte, adetâ onları kâinatın manevî çekim gücü haline getirmektedir. Evet, o masum zayıf çocuklara Cenab-ı Hak anne babalarını hizmetkâr yapar. Yırtıcı kaplan elde ettiği rızkı kendi yemez, yavru­suna yedirir. Evdeki yaşlı ve zayıf anne ve babalar bolluk ve bereket vesilesi olur. Onlar hürmetine Cenab-ı Hak o aileye rahatlık, kolaylık bahşeder. Bilhassa aile reisi öylesine kolaylık görür ki, rızkının nereden ve nasıl geldiğinin bile far­kında otmaz.

O zayıflardan öyleleri vardır ki, Cenab-ı Hak onları azaplandırmaya haya et­mektedir. Meselâ rızası uğrunda saçını ağartmış ihtiyarlar bunlardandır.

Eli, ayağı tutmayan, dilsiz nice sakat kimseler, evlerinde bereket vesiles olurlar.

Bir işyerinde patron bir ölçüde zayıf sayılan işçiler sayesinde işlerini yürüte­bilmekte, kazanç sağlayabilmektedir. Cenab-ı Hak onlar vesilesiyle işverene rı-zı k ihsan etmektedir.

Madem ki Rabbimiz herkesten çok zayıflara önem vermekte, onlar sayesin­de rızıklanacağımızı, nzıklandığımızı bildirmektedir. Öyleyse hiçbir zayıf hor ve hakir görülmemeli, gereken sevgi ve hürmet gösterilmelidir.

 

36. [1:83, Hadîs No: 59]

Ebû'd-Derdâ (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

İhtiyacım ilgili yere ulaştıranı ayan kimsenin ihtiyacını ulaştırın. Kim bunu yaparsa, Allah Kıyamet günü ayaklarını Sırat köprüsünde sabit kılar.[56]

 

İnsanlar mal mülk, makam mevki, ilim kültür bakımından olduğu gibi güç ve kuvvet bakımından da farklıdırlar. Bazıları vardır girişkendir, medenî cesaret sahibidir; maksadını, dileğini güzel anlatır, sebeplere sarılır, işini sonuca ulaştı­rabilir. Bazıları da vardır ki yüzde yüz haklı oldukları haide, birçok bakımdan za­yıf düştükleri için haklarını savunamaz, ihtiyaçlarını gerekli makamlara ulaştıra-maz, haksız duruma dahi düşebilirler. İşte bu noktada güçlü, eli kalem tutan, ağzı laf yapan veya imkânı olan kimselerin devreye girip o masumun elinden tutmaları, ortadan engelleri kaldırmaları hem insanlık, hem de dinî bir görevdir. Böyle bir duruma aracı olmak sevinç olarak insana yeter. Bununla birlikte Ce-nab-ı Hak onlara büyük mükâfat da vaadetmiştir ki, bu kıldan ince kılınçtan kes­kin Sırat köprüsü üzerinde ayakları kaydırmadan gidebilmektir. Böylesine büyük bir mükâfat, herhalde mükâfatın ne demek olduğunu bilen insanlar için kaçırıl-maz bir fırsattır.

 

37. [1:84, Hadîs No: 62]

Ebû Karsafe'den rivayet ediliyor:

Kim bir cami yaparsa, Allah da onun için Cennette bir ev yapar. Caminin temizliğini yapmak ise, Cennet kadınlarının mehirleridir.[57]

 

38. [1:85 Hadîs No: 63]

Ebû Said'den rivayet ediliyor:

Su bardağını ağzından uzaklaştır, sonra nefes al.[58]

 

39. [1:86, Hadîs No: 64]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Ey Âdemoğlu, Rabbine itaat et ki, sana akıllı denilsin. Ona isyan etme ki, sana câhil denmesin.[59]

 

40.  [1:86, Hadîs No: 65]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Ey Âdemoğlu! Sana Wı gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun. Ey Âdemoğlu, ne aza kanaat ediyorsun; ne de çoğa doyuyorsun.[60]

 

41.[1:88, Hadis No: 68]

Câbir'den (r.a.) rivayetle

Ebû Bekir ve Ömer, peygamber ve resuller hâriç, gelmiş ve geçmiş bütün Cennet halkının yaşlılarının efendisidir.[61]

 

42- [1:89, Hadîs No: 69]

Câbir (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor:

Baş için kulak ve göz ne ise Ebû Bekir ve Ömer de benim için öyle­dir.[62]

 

43. [1:90, Hadîs No: 70]

Seleme bin Ekvâ (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:

Ebû Bekir, peygamberler müstesna insanların en hayırlısıdır.[63]

 

44. [1:90, Hadîs No: 71]

İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyürüyor:

mağarada can yoldasımdır. Ebû ir m kapısından başka mescide açılan bütün kapıları kapatın.[64]

 

45. [1:91, Hadîs No: 72]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor:

Ebû Bekir benden, ben de ondanım. Ebû Bekir benim dünyada ve âhirette kardeşimdir.[65]

 

46. [1:91, Hadîs No: 73]

Said bin Zeyd (r.a.) rivayet ediyor:

Ebû Bekir Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir. Ali Cennettedir. Talha bin Ubeydullah Cennettedir. Zübeyr bin Av-vam Cennettedir. Abdurrahman bin Avf Cennettedir. Sa'd bin Ebî Vakkas Cennettedir. Saîd bin Zeyd Cennettedir. Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennettedir[66]

 

47. [1:98, Hadîs No: 83]

Ebû Saîd (r.a.) rivayet ediyor ki:

Bana Cebrail geldi. "Rabbim ve Rabbin, 'Seni nasıl yücelttiğimi bi­liyor musun?' diye soruyor" dedi. Ben, "Allah daha iyi bilir" dedim, Cebrail şöyle dedi:

"Allah, 'Benim ismimin anıldığı her yerde senin ismini de anarak' buyuruyor."

 

Dikkat edilirse kelime-i şehadette Allah'ın !sminden hemen sonra Peygam­ber Efendimizin (a.s.m.) ismi geiir. Allah'a hamd ü senadan hemen sonra da Peygamber Efendimize (a.s.m.) salâtü selâm getiririz. Ezanda da aynı kelimeler hep tekrar edilmez mi?

Şüphesiz bu sebepsiz değildir. Herşeyden önce Allah, Kendi ismiyle birlikte Peygamberimizin ismini zikretmiş, bize de böyie davranmamızın yolunu açmıştır.

Allah'ın bizzat yücelttiği, emirlerinin ulaştırıcısı, rızasının göstericisi, saltana­tının dellalı bir peygamberi elbette biz de yüceltecek, ismini hürmet ve tazimle yâdedecek, salât ü selâm yetirmeyi bir görev bileceğiz.

Resûl-ü Ekrem (as.m.) niçin yüceltilmeye layık olmuştur?

Çünkü o kâinatın yaratıltşındaki maksadı en güzel biçimde ifade etmiş, Al­lah'ın varlık ve birliğini hem hâli, hem de diliyle anlatan en büyük delil olmuştur.

Öyle bir din ve kitapla gelmiştir ki, getirdiği dinin en küçük bir meselesi bile değiştirilmemiş ve çürütülememiştir, Zaman ihtiyarlamasına rağmen hiçbirinin hükmü geçmemiş, her asırda bütün tazeliğiyle kendini muhafaza etmiş, herşey yaşlandıkça o gençleşmiştir.

Öyle bir peygamberdir ki geçmiş peygamberler onu müjdelemiş ve onun ter­biyesi, irşadı ve dinine tâbi olan milyonlarca evliya onun dâvasını tasdik etmiş, bütün enbiyaya reis, evliyaya da önder olmuştur. Allah'ın habibi olan o yüce peygamber insanlığa dünya ve âhirette huzuru bulma ve mutlu olmanın, Ai-iah'ın sevgi ve rızasını kazanmanın yollarını göstermiştir.

Zâtında öyle bir yüce ahlâk, vazifesinde öyle bir üstün titizlik, dinini tebliğde öyle güzel bir karakter sergilemiştir ki, büyüklüğünü sadece dostları değil, düş­manları dahi kabul etmek zorunda kalmış, "en ahlâklı insan" demekten kendile­rini alamamışlardır.

Bütün güzel ahlâk ve olgunluklara sahip o büyük Peygamber kendiliğinden değil, Allah tarafından konuşturulmakta ve Onun nâmına konuşmaktadır. Kâinat Yaratıcısından ders airfıış ve ona göre anlatmıştır. Onun elinde zuhur eden bini aşkın mucîze kâinat Sahibinin nâmına konuştuğunun, Onun kelâmını tebliğ etti­ğinin ap açık bir delilidir. En büyük ve ebedf mucfzesi olan Kur'ân da göster­mektedir ki, O Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır. Vazifesini yürütürken gösterdiği ihlas, ciddiyet, samimiyet, fedakârlık ve feragat da Allah'ın kitabını tebliğ ettiğinin kesin bir delilidir. O insanlara ve cinlere öyle bir ders veriyor ki, asırlar onun ge­tirdiği nurla aydınlanıyor. Kalbler manevî esaretten, ruhlar zilletten kurtuluyor.

O öyle erişilmez bir zâttır ki, îmanıyla, ibadetiyle, ahlakıyla, faziletiyle insan­lık tarihinin en mümtaz ve erişilmez şahsiyeti olmuştur.

O kâinat ağacının hem en nurlu çekirdeği, hem en mükemmel meyvesidir. Sonsuz rahmetin timsali, Allah sevgisinin misali, Hakkın en münevver delili, ha­kikatin en parlak lambasıdır. Kâinatın sır küpünü o açmıştır. Yaratılış muamma­sını o çözmüştür. Kâinat kitabının mânâlarını en geniş ve ayrıntılı şekilde o izah etmiştir. Kainatın yaratılış sebebidir o. Kâinat Halikı ona bakmış, kâinatı yaratmıştır. Eğer onu fcad etmeseydi, kâinatı dahi îcad etmezdi, denilebilir. "Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım" kudsî hadîsi de bu gerçeğin bizzat Allah tara-fından ifadesinden başka birşey değildir.

Kısaca böyle bir zâtın gönderilmesi, ışığın güneşe gerekliliği derecesinde Al­lah'ı zât, isim, sıfat, emir ve yasaklarıyla tanıtmak için gereklidir, İşte bu ve bun­lara benzer özellikleri sebebiyledir ki, Allah, Resulünü yüceltmiş, onu Kendi is­miyle birlikte zikretmiş, zikrettirmiştir.

 

48. [1:100, Hadîs No; 87]

Zeyd bin Harise (r.a:) rivayet ediyor ki:

İlk vahyin indiği sıralarda Cebrail bana geldi, abdest ve namazı öğretti.[67]

 

49. [1:102, Hadîs No; 87]

Ali (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Cebrail gelerek bana şöyle dedi: “Ey Muhammed, istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin, istediğin kimseyi sev, sonunda ayrılacaksın; istediğin şeyi yap, sonunda karşılığını göreceksin. Şunu muhakkak bil ki, mü’minin şerefi gece ibadete kalkmasıdır, izzeti, Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip, insanlardan bir şey beklememesidir.” [68]

 

50. [1:103, Hadîs No; 90]

Ebu Musa (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Rabbimden bir elçi geldi. Ümmetimin yarısını cennete koymakla onlara şefaat etmem arasında beni serbest bıraktı. Ben şefaati tercih ettim. Şefaat ümmetimden Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimseler içindir.[69]

 

51. [1:104, Hadîs No; 91]

Ebu Talha (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Bana Rabbimin katından bir melek geldi ve şöyle dedi: Ümmetinden kim sana bir salavat getirirse Allah bundan dolayı ona on sevap yazar, on günahını siler, derecesini on kat yükseltir ve getirdiği salavatın aynısıyla karşılık verir.[70]

 

52. [1:105, Hadîs No; 93]

Huzeyfe (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Gökten daha önce hiç inmemiş olan bir melek geldi, selam verdi, sonra Hasan ve Hüseyin’in Cennet gençlerinin, Hz. Fatıma’nın da Cennet kadınlarının efendisi olduğunu müjdeledi. [71]

 

53. [1:105, Hadîs No; 93]

Enes (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Alimlere uyunuz. Çünkü onlar dünyanın kandilleri, ahiretin de lambalarıdır.[72]

 

54. [1:107, Hadîs No:95]

Zeyd es-Sillemi'den rivayet ediliyor:

Sizin için ölüm kesin olarak takdir edilmiştir; ya azap getirir, ya da saadet.[73]

 

Dünya . Ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. İster istemez İyi kötü herkes bu köprüden ge­çecektir. Çünkü Kâinatın Sahibi bu kânununu herşeyi içine alacak kadar şümul­lü tutmuştur. Allah'ın en sevdiği Habîbullah ve Kainatın Efendisi Hz. Mumam-med bile bu kânuna boyun bükmüştür.

Peki, Hz. Muhammed (as.m.) başta olmak üzere nice insanlığın ayı, güneşi, yıldızı olmuş insanları alıp götüren ölüm insanlıktan ne istiyor? Hani zâlimleri, canileri alsa, iyi diyeceğiz; ama nice muhterem, değerli, şerefli insanları alması­na nasıl tahammül edeceğiz veya bunu nasıl yorumlayacağız?

Bir defa ölümü rastgele, gelişigüzel, tesadüfert, kendiliğinden oluvermiş bir hadise olarak görmek yanlıştır. Hadiste ölümün Allah'ın takdirinde olduğu açık­ça bildirilmektedir. Kâinatta Allah'ın izni, müsaadesi, tasarruf ve takdiri dışında hangi hadise vardır ki, ölüm bunlardan biri olsun. Öyleyse hadiseye Allah'ın bir fiili olması açısından bakmak gerekir. Hiçbir işi mânâsız, gayesiz, boş, lüzum­suz ve zararlı olmayan Allah'ın bir tasarrufu ve takdirinden ibaret olan ölüm de birçok hikmetler taşımalıdır. Önemli bir hikmetini Rabbimiz bir âyetinde şöyle anlatmaktadır:

"Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı."[74]

Bir defa Onun yaratması olan hayat ne kadar güzelse, yine Onun bir fiili olan ölüm de o Ölçüde güzeldir. Çünkü Rahman, Rahîm, Hakim, Kerîm gibi nice mü­kemmel ismin sahibi olan sonsuz rahmet sahibi Allah'ın hiçbir çirkin, kötü ve za­rarlı fiili yoktur. Güzelden gelen güzel değil midir? O halde ölümün, sevimli ha­yatın sona ermesi, bütün zevk ve lezzetlerin bitmesi, çürüme, dağılma, toz toprak haline gelme gibi, çirkin görünen yüzüne bakıp "Çirkindir" hükmüne vara­mayız.

O halde ölüm de güzelse bu güzellik neresindedir?

Risale-i Nur Külliyatfnm bir çok yerinde gayet veciz ifadelerle anlatıldığı gibi ölüm bir hiçlik, yokluk; herşeyin bitip tükenmesi, yok olup gitme değildir. En aşa­ğı bir hayat tabakasında olan bir bitkinin ölümü dahi, hayattan daha mükemmel bir sanatı netice veriyor. Meselâ bir çekirdek toprak altında dağılıp parçalan­mak, kısacası ölmekle yok olmuyor, aksine daha mükemmel, daha güzel bir ha­yatı netice veriyor. Çıkan filiz büyüyüp zamanla binlerce meyve veren bir ağaç haline geliyor. Demek oluyor ki çekirdeğin ölümü, yeni ve daha üstün bir hayatın

başlangıcı oluyor. Yediğimiz, içtiğimiz meyve ve sebzeler de midemizde öldük­ten sonra bağırsaklar ve damarlar yoluyla hücrelerimize gidip canlanmıyorlar mı?

Peki en aşağı hayat tabakasında yer alan bir bitkinin ölümü böylesine harika bir hayatı netice veriyorsa, insan gibi üstün bir yaratığın ölümü nasıl yokluk ola­bilir? İnsan da kabir âleminde filiz ve âhirette de ebediyet ağacını netice vere­cektir.

Diyebiliriz ki ölüm hayatın binbir türlü meşakkat, güçlük ve sıkıntılarından bir kurtuluştur. Dar, sıkıntılı, ızdıraplı, gürültülü, sıkıcı, bilhassa ihtiyarlar için ağır­laşmış hayat şartlarından, zindana dönmüş dünyadan çıkıştır. Geniş, rahat, fe­rahtı, sevinçli ve saadetlerle dofu, baki bir hayata, Cenab-ı Hakkın rahmetine geçiştir.

Ölüm ebedî hayatın başlangıcıdır. Aslî vatanımız, Âdem babamızın memle­keti olan Cennete sevk oluştur.

İnsan bu dünyada bir misafirdir ve Allah'a kullukla mükelleftir. Vazifesini ifa sadedinde nice ıztıraplara göğüs germek zorunda kalır. Ama dünya hayatının geçiciliğini, birgün bütün bu çilelerin biteceğini, en küçük bir iyiliğinin dahi mükâ-fatsız kalmayacağını düşünür, tam bir sabırla dayanır. Dünyayı âhiretin bir bek­leme salonu gibi görür, güçlüklere göğüs gerer. Birgün ölüm gelir, onun için ter­his tezkeresi yerine geçer. Çünkü artık hayat vazifesi bitmiş, paydos verilmiş, mükâfat alma zamanı yaklaşmıştır.

Ölüm, ruhun beden evini terkedişi, ruhlar âlemine uçuşudur. Bedende misafi-reten bulunan ruh Berzah âlemi dediğimiz âleme gider. Yalnız kabirde olan be­deniyle de irtibat halindedir. Bedenin çürümesinin ise ruha hiçbir zararı yoktur. Tıpkı bu bir insanın elbisesinin toprağa gömülüp çürüdüğü halde kendisine bir-şey olmamasına benzer. Beden elbisesini Cenab-ı Hak, Kıyametten sonra yeni baştan inşa edecek, ruhu bedene göndermekle o bedeni yeniden canlandıra­caktır.                                                         ...

Ölüm bir yer değiştirme ve bir yayladan diğer bir yaylaya gitme gibi bir göç hadisesidir. Dünyadan başta Sevgili Peygamberimiz olmak üzere yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya baba, anne, dede, teyze, hala, kar­deş gibi kabir âlemine göç etmiş sayısız sevdiklerimize bir kavuşmadır. Demek ölüm bir ayrılık değil, bir kavuşmadır. Bu kavuşma hadisesini dinî meselelere orijinal yorumlar getirmekle tanınan çağımızın büyük âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Sözler isimli eserinde bir misalle şöyle anlatır:

"Meselâ şu karyede (yanî Barla'da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kal­mış. O dahi oraya gidecek? Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır; orayı dü­şünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip, güle-rek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler; bir kısmı mahvolmuşlar, bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Pe­rişan olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare adam ise, bütün onlara bedel y.alnız bir misafire ünsiyet edip [yakınlık duyup] teselli buimak ister. Onunla o eiîm âlâm-ı firakı [ayrılık acılarını] kapamak ister.

"Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Bu­rada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekcesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.[75]

Yine Bedîüzzaman görünüşte korkunç görülen öiümün bir yer değiştirme, dünyadan kabre geçiş ve dost ve sevgililere bir kavuşma olduğunu Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde şöyle bir misâlle anlatır:

"Eğer İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziya­retine gideceğim. Binâenaleyh, İncil'de 'Ahmed,' Tevrat'ta 'Ahyed,' Kur'ân'da 'Muhammed' ismiyle müsemmâ [isimlendirilen] iki cihanın güneşi kabrin arka ta­rafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat [kuşatılmış] olarak sakindir. On­ların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz. Geri kalmak hatadır.[76]

Ruhlara ürperti veren, dehşetli ölüm işte îman dürbünüyle böylesine sevimli ve cana yakın hale gelir. Onun içindir ki ölümün gerçek mahiyetini bilen büyük­ler ölümü sevmiş, gülerek karşılamışlardır.

Buraya kadar anlattığımız ölümün saadet getiren yönüdür. Yine hadisten an­laşıldığı gibi ölümün bir de azap getiren yönü vardır. "Kabir ya Cennet bahçele­rinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur"[77] hadisi de bunu anlatır. Kabir hayatı Kıyamete kadar sürer. İnsan, amelinin durumuna göre ya azap, ya da saadet görür.    .

Allah'a ve âhirete inanmayanlar için kabir bir azap çukurudur. İnançsızlar, ölümü yokluk olarak gördükleri için ölüm hem kendilerini, hem de bütün sevdik­lerini asan bir darağacı haline gelir, devamlı azap çektirir, idamlığın acısını tat­tırır.

Allah'a ve âhirete inandığı halde inancına zıt bir hayat sürenler için ise kabir bir haps-i münferide, yani tek kişilik bir hücreye dönüşür. Günahları ölçüsünde ızdırap çekerler.

Allah'a ve âhirete inanıp inandığı gibi ömür sürenler için ise kabir Cennet bahçesine açılan bir kapı olur. Öylesine mutlu bir hayat sürerler ki Kıyametin ne zaman geldiğinin bile farkına varmazlar.

 

55. [1:107, Hadîs No: 961

Enes (r.a.) Resûl-ü Ekremden (a.s.m.) rivayet ediyor:

Yetimlerin malını kendileri namına çalıştırın. Tâ ki zekât onu ye­mesin.[78]

 

Yüce Rabbimiz pekçok âyet-i kerimede yetimlere iyilik yapmayı, onlara ih­sanda bulunmayı emrediyor.[79] Şu âyet-i kerimede de yetimlerin mallarını koru­mayı emrediyor ve şöyle buyuruyor:

"Sana bir de yetimlerden soruyorlar. De ki: Onların durumunu düzeltmek, hi­maye altına alıp mallannı korumak hayırlıdır. Eğer onlarla karışır, bir arada ya­şarsanız, zâten onlar sizin kardeşlerin izdir. Allah ı&lah edenle ifsâd edeni birbi­rinden ayırır; kimin hangi niyetle yetim malına yaklaştığını bilir."[80]

Peygamberimizin de yetimleri himaye ile ilgili pekçok hadisleri vardır. Bu ha­dislerinde de yetim malını korumayı emrediyor.

İmam Şafiî gibi bâzı âiimlere göre bir yetime miras olarak kalan para, zekât düşecek miktardaysa, velîsi onun malından onun namına zekâtını verir. Bu du­rumda her yıl zekât verile verile yetimin malı gittikçe erir. İşte Peygamberimiz bu hadislerinde yetimleri görüp gözetenlere bir vazife yüklüyor. Zekâtın onların malını yiyip bitirmemesi için mallarını onlar namına çalıştırmalarını tavsiye edi­yor. Mala zekât düşüp düşmemesi de mühim değildir. Yetimin malt zekât düş­meyecek kadar az olsa da velî onun malını yetimin nâmına çalıştırabilir. Vela­yeti altındaki yetim yetişkin çağa geldiğinde, veli kârı İle birlikte maiını kendisine teslim eder. Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak da şöyle buyuruyor:

"Yetişkin çağa geldiklerinde yetimlere mallarını verin. Helâli harama değiş­meyin. Onların malını kendi malınıza katmak suretiyle de yemeyin. Şüphesiz o pek büyük bir günahtır." [81]

 

56. [1:108, Hadîs No: 97]

Ebû Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:

Kalbinin yumuşamasını ve ihtiyacına kavuşmayı ister misin? Öyle ise yetime merhamet et, başını okşa, yiyeceğinden ona yedir ki, kal­bin yumuşasm ve ihtiyacına kavuşasm.[82]

 

57. [1:109, Hadîs No: 98]

Ebû Hüreyre (r.a,) rivayet ediyor:

Allah İbrahim'i dost, Musa'yı sırdaş edindi. Beni de Habib edindi. Sonra şöyle buyurdu: 'İzzet ve büyüklüğüm hakkı için seni dostum ve sırdaşımdan üstün tuttum."[83]

 

58-[1:109, Hadîs No: 99]

Ali'den (r.a.) rivayetle:

Sirval edininiz. Çünkü, o elbisenin en iyi örtenidir. Dışarı çıktıkla­rında hanımlarınızı da onunla koruyunuz:[84].

 

Kadın olsun, erkek olsun Araplardan bazıları entarilerinin altına birşey giymi­yorlardı. Bu giyim şekli her ne kadar tesettürü temin ediyorsa da, açılma riskin­den emin değildi. İşte Peygamberimiz tesettürün sağlam bir şekilde temin edile­bilmesi için ayrıca sirval giyilmesini de tavsiye etmiştir. Sirval, entarinin altından giyilen şalvar tipinde, geniş ve rahat bir giysidir.

Hadiste tesettürün en sağlam şekilde yapılabilmesine dikkat çekilmektedir. İslâmın çerçevesini çizdiği tesettür şekline uyulduktan sonra örf ve âdete göre değişen çeşitli elbiseler giyilebilir, Nitekim günümüzde her Müslüman millet, kendi örf ve âdetine göre örtün m ektedir.

 

59- [1:112, Hadîs No: 103]

Ümmü Hâni (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet ediyor ki:

Koyun edinin. Çünkü o berekettir.[85]

 

60-[1:113, Hadîs No: 104]

Hüseyin bin Ali'den rivayet ediyor:

İyilik yapmak suretiyle fakirlerin yanında bir yatırımınız bulun­sun. Çünkü Kıyamet günü zenginlik sırası onlarındır.[86]

 

61- [1:114, Hadîs No: 106]

Enes (r.a) rivayet ediyor ki:                   ,

Şaşırtıcı derecede büyük iftiranın ne olduğunu biliyor musunuz? Aralarını bozmak için insanlar arasında söz taşımaktır.[87]

 

62. - [1:115, Hadîs No: 109]

Behz bin Hakîm rivayet ediyor:

Açıktan günah işleyenleri anlatmaktan niçin çekiniyorsunuz? İn­sanlar onları ne zaman tanıyacak? Onun vasıflarını anlatın ki, insan­lar onlardan sakınsınlar.[88]

 

Dini tabiriyle "fasık-ı mütecahir" denilen, fenalıktan sıkılmayan, aksine işledi­ği kötülükle iftihar eden, ballandıra ballandıra anlatan, yaptığı zulümden lezzet alan ve sıkılmadan açıktan işleyen kimseler bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan kimseler gibidir. Eğer bunlara karşı tedbir alınmazsa cemiyete bu pis hastalığın bulaşması kaçınılmaz olur. Böyle kimselerin kötülüklerinin diğer kimselere de bulaşmaması için bir nevi manevî karantina uygulanmalıdır. Bunlara karşı ilk tedbirin nasıl ofması gerektiğini anlatırken, Peygamberimiz (as.m.-) bunları teş­hir etmek gerektiğini, çekinilmemesini tavsiye ediyor. İnsanlar onları tanımalı ki şerlerinden uzak kalsın, sakınılsın.

Elbette ıslahı mümkünse güzellikle îkaz edilmeli, ama laftan, sözden anla­mayan cinsten iseler ve günahlarından pişmanlık duymayıp alenen işlemeye devam ediyorlarsa, diğer insanları onlardan kaçındırmak için şer ve kötülüklerini anlatmak gıybet olmaz, aksine Resûlullahın tavsiyesine uygun bir davranış olur. Tâ ki en önemli özelliklerinden biri "iyiliği emretme, kötülükten sakındırma" olan ümmet-i Muhammed, gerektiği gibi vazifesini yapmış olsun. Aksi halde Resûlul-lahın anlattığı gemi örneğinde olduğu gibi gemiyi delmeye çalışanlara göz yum­mak sadece gemiyi delenlerin değil, hepsinin birden helak olmasını netice verir. İyi olmak kurtarmaz, kötülüğe göz yummanın, ona karşı mücadele vermemenin sonucuna topyekün katlanılır.

 

63. [1:119, Hadîs No: 113]

Zeyd bin Seleme rivayet ediyor:

Bildiğini yaşamak suretiyle Allah'tan kork.[89]

 

İslâm okuma, öğrenme üzerine bina edilmiştir. Okuma öğrenmeden maksat da öğrendiklerini yaşamaya çalışmaktır. Uygulamaya dökülmeyen bilginin insa­na ne ölçüde faydası olabilir? Bir öğrenci bildiklerini yazılı kağıdına dökmezse başarılı olamaz. Bir mimar bilgilerini pratiğe dönüştürmezse ilminin faydasını göremez. Doktor doktorluğunun fonksiyonunu icra etmezse doktorluğu kuru bir unvandan öte gitmez. Din de böyledir. Herkes öğrenilmesi gereken bir kısım farz emirleri öğrenip yaşamazsa dinin mukaddesliğinin ona ne ölçüde faydası olabilir? Kur'ân'ın, bildiklerini yaşamayan insanlarla ilgili şiddetli îkazlan vardır. Bakara Sûresinin 44. âyetinde, "İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" buyurarak iyiliği bile emretmenin yetmediğini, herşeyden önce o ha­kikatleri yaşamak gerektiğini bildirir.

Resûiullahın da bildiklerini yaşama konusunda îkazlan vardır. Birgün Küba Mescidi önünde on kişilik bir grubun toplanıp ilim öğrendiklerini görmüş, "İstedi­ğiniz kadar ilim öğrenin! Vallahi, onlan uygulamadıkça hiçbir faydasını göre­mezsiniz" buyurmuştur. Öğrendiklerini yaşayanları da başka bir seferinde öv­müşlerdir. Birgün yanındakilere, "İnsanların en üstünü kimdir, biliyor musunuz?" diye sormuş, onlar susunca cevabını da kendisi vermiş. "İnsanların en üstünü, dinlerini iyice anlayıp bilerek yaşayanlardır" buyurmuşlardır. Resûlullah bu an-lattığt hususlara ise herkesten önce kendisi uymuş, önce yaşamış, sonra da an­latmıştır. Hûd Sûresinde bulunan "Emrolunduğun gibi dos doğru ol.[90] âyeti se­bebiyle "Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı" buyurmuş, bütün zorluğuna rağmen dos doğru olduğunu bildirmiştir.

İslâm yaşanmalıdır. Çünkü yaşanmayan hakikat kök salmayan ağaca ben­zer, meyve vermesi de güçtür. Yaşanmalıdır. Çünkü yaşanmayan hakikatler dış çevrede tesir icra edemez. 'Yanmayan yakamaz" kaidesi gereğince inandığı, benimsediği esasları şahsında yaşamayan kimseler savunduğu, fakat yaşama­dığı hakikatlere de saygısızlıkta bulunur, gölge olmuş olurlar.

Yaşanmalıdır. Çünkü ancak yaşanırsa dinin ter ü tazeliği, gençliği, yeniliği, faydalılığı ve güzelliği görünmüş olur. İnandığını yaşayan insan mıknatıs gibi cazibe sahibi olur, etrafında sevgiden bir hâle oluşturur. Başkalaıının mânevi hayatlarının kurtulmasına, iyiye, güzele, doğruya yönelmelerine vesile olur ve böylece hak kuvvet kazanır. Geçmiş dönemlerde İslâmın kısa zamanda dünya­ya yayılışının temelinde bu özellik vardı. Sahabe ezberlediği on âyeti yaşama­dıkça ikinci on âyeti ezberlemezdi. İslâmiyet onların hayatında sadece bilgi da­ğarcıklarında yer aian bir din değil, yaşanan din olmuştu. İslama ayna oldukları için de İslâmın güzelliklerini gösterebilmiş, yansıtabilmiş, kısa zamanda İslâmı dünyanın dört bir yanına ulaştırmışlardı. Bugün bu hakikate dünkünden yüz ke­re, bin kere daha muhtacız. Eğer İslâmı tam öğrenip uygulayabilsek, dünya bü­yük değişikliklere sahne olacaktır. Bedîüzzaman ne güzel söyler:

"Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-ı îmaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle iz­har etsek [îman hakikatlerinin mükemmelliklerini fiillerimizle göstersek,] şâir din­lerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki küre-i arzın bazı ktt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler."[91]

Bütün mesele İslamı elden geldiğince yaşayabilmektir. İşte bu hadisin ifadesiyle aynı zamanda Allah’tan korkmanın da ifadesidir. İslam’ı yaşamadığımız takdirde Allah’tan korkmada ne derece samimi olup olmadığımızı da düşünmemiz gerekir.

 

64. [1:119, Hadîs No: 114]

Tulayb bin Arefe rivayet ediyor:

Genişlik ânında da, sıkıntı ânında da Allah'tan kork.[92]

 

65 -[1:120, Hadîs No: 115]

Ebu Zer (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Kötülüğün peşinden iyilik yap ki, onu silsin. İnsanlarla da iyi geçin. [93]

 

66. [1:121, Hadîs No: 116]

Câbir bin Süleym rivayet ediyor:

Allah'tan kork! Hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birine ko­vandan su vermek, Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak bile olsa.

Yerde sürünecek kadar uzun elbise giymekten sakın, Çünkü bu ki­bir alâmetidir. Allah ise kibri sevmez.

Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme. [94]

 

Hadîste bazı hususlara özellikle dikkatimiz çekilmektedir. Allah'tan korkma, iyiliği küçümsememe, kibirlenmeme, ayıplayanı ayıplamama ve kimseye söv­meme.

Bunların hepsi de Allah korkusuna dayalı davranışlardır. Resûlullah (a.s.m.) başta Allah'tan korkmayı hatırlatarak bu tip davranışlardan uzak kalmaya davet etmiştir. Halk arasında yapılmaması gereken bir davranıştan sakındırırken "Al­lah'tan kork!" denmesi bunun halka mal olmasından ibarettir. Allah'tan korkma­yan insandan herşey beklenir. Allah korkusu ise hadisin ifadesiyle "Hikmetin ba­şıdır," her türlü iyiliğe götürücü ve kötülüğe set olucudur. Her türlü güzellik, iyilik ve fayda onun altındadır.

İnsan Allah'tan korkarsa artık hiçbir iyiliği küçümsemez. Su vermek gibi ucuz ve kolay, güler yüz göstermek gibi zahmetsiz bir davranış olsa bile. Burada Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) aynı zamanda insanları iyiliğe alıştırma eğitimi vermek­tedir. Küçük büyük iyiliğe koşmayı prensip edinen kimse, küçük ve basit bir iyilik karşısında "Bundan da ne çıkar" deyip kaçma yoluna girmeyecek, hangi iyilik olursa olsun âdeta yapabilmek için yarışa girecektir. Çünkü Allah'ın rızasının iyilikte olduğunu düşünecek, "Belki Allah razı olur" düşüncesiyle yapabildiğince iyilik yapacaktır. Sonra dünyada bulunuş sırnnın âhirete azık hazırlamak, yani sevap götürmek olduğunu düşününce "Ne kadar sevap kazanırsam kârdır" dü­şüncesine sahip olacaktır.

Allah korkusuna sahip olan kimse aynı zamanda kibire götürebilecek davra­nışlardan da sakınacaktır. Allah'ın kibreden ve büyüklenenleri sevmeme haki­kati onu düşündürecek, kibre düşmemek için gayret gösterecektir.

Ayıplayanı ayıplamama da yine Allah korsusuyla ilgili bir davranıştır. Allah korkusunu hayat pusulası yapmış bir kimse olumsuz bir davranışa muhatap ol­sa, hadiste belirtildiği gibi kendisine di! uzatılsa; yapmadığı, kendinde bulunma­yan bir kusurla ayıplansa, hadisteki öğüde uyarak sabredecek, onda bulunan bir kusurla dahi onu ayıplama yoluna girmeyecek, onu günahıyla, kendisini de se­vabıyla baş başa bırakacaktır. Birgün Hz. İsa Yahudiler tarafından alabildiğine ayıplanmış, kötülenmiş, fakat o yine de iyi sözlerle karşılık vermekten geri kal­mamıştı. Tahammül edemeyen Havarilerinin, "Bunca kötülüğe de karşılık ver­meyecek misiniz?" demeleri karşısında, "Herkes kendi kesesinden harcar. Be­nim kesemde iyi şeyler var" cevabını vermişti.

"Kötülüğe kötülük her kişinin kârı,

"Kötülüğe iyilik er kişinin kârı" beytinde de aynı gerçeğe dikkat çekilir.

Kötülüğe karşılık vermemek zor bir iştir. Ama Resûlullahı (a.s.m.) örnek edi­nen kimseler ona özenmeye çalışacak, bu zorun da üstesinden geleceklerdir. O zaman kötülüklerin önü alınmış olacaktır. Biri diğerine ağır sözler söylese, ku­surlarını sayıp dökse, öbürü ona mukabele etmediğinde yangın söner. Ama mukabeleye kalksa yangın körüklenir. Kur'ân'da da mukabelede bulunmamak, hatta iyilikle karşılık vermek konusunda birçok öğütler vardır. Bunlardan bir kıs­mı şöyledir:

"İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver; bir de ba­karsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir."[95]

"Rahman'ın o makbul kulları ki...... boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşı­laştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.[96]

"...Onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.[97]

Bu güzel ahlâka uygun hareket maddeten ve manen insana çok şey kazan­dırır.

 

67. [1:124, Hadîs No: 118]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki:

Haramlardan sakın ki, insanların en çok ibâdet edeni olasın. Al­lah'ın takdir ettiği rızka razı ol ki, insanların en zengini olasın. Kom­şuna iyilik et ki, olgun mü'min olasın. Kendin için istediğini başkala­rı için de iste ki, gerçek Müslüman olasın. Çok gülme; çünkü çok gülmek kalbi öldürür.[98]

 

68. [1:125, Hadîs No: 119]

Ali'den (r.a.) rivayetle:

Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o, ancak Allah'tan hakkını almasını ister. Muhakkak Allah hiçbir hakkını geri çevirmez.[99]

 

69. [1:125, Hadîs No: 1203

Sehl bin Hamaliye (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Dilsiz hayvanlara eziyetten sakının. Onlara güzel bir şekilde bi­nin. Besili iken kesip yiyin.[100]

 

70. [1:127, Hadîs No: 122]

Numan bin Beşîr (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:

Allah'tan korkun. Nasıl onların sizin hakkınızı gözetmelerini isti­yorsanız, siz de çocuklarınız arasında adaletli davranın.[101]

 

71. [1:127 Hadîs No: 123]

Enes'den (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuş­tur;

Allah'tan korkun ve birbirinizin arasını düzeltin. Çünkü Allah Ki-yâmet günü mü'minlerin arasını adaletiyle düzeltecektir.[102]

 

72. . [1:128, Hadîs No: 127]

yor:Enes (r.a.) rivayet ediyor ki, Resâl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru-":

Namazı şartlarına uygun bir şekilde kılmak konusunda Allah'tan korkun. Namazı şartlarına uygun bir şekilde kılmak konusunda Al­lah'tan korkun. Namazı şartlarına uygun bir şekilde kılmak konu­sunda Allah'tan korkun. Emriniz altındakilere iyi davranmak konu­sunda da Allah'tan korkun. Emriniz altındakilere iyi davranmak konusunda da Allan'tan korkun. Şu iki zayıfın hakkını gözetme hu­susunda Allah'tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. [103]

 

73- [1:129, Hadîs No:128]

Ebû Ümâme (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir:

Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekâtını gönül hoşluğu ile verin, idarecilerinize itaat edin ki, Rabbinizin Cennetine giresiniz.[104]

 

Peygamberimiz (as.m.) bu hadislerinde, Müslümanlara Allah'tan korkmaları­nı emrediyor. Ve emrin devamında gerçek takvanın nasıl olması gerektiğine dikkat çekiyor.

Kişi Allah'tan lâyıkıyla korkarsa, Onun 'Yap!" dediğini yapar, 'Yapma!" dedi­ğinden de sakınır. "Dinin direği" ve Kıyamet gününde hesabı verilecek ilk şey olan namazını dosdoğru kılar. İnsanı melekleştiren, Allah'ın rızâsını kazanma­ya, Cennete girmeye sebep olan Ramazan orucunu hakkıyla tutar. Malı kirden temizleyen, bereketlendiren, musibetlere karşı koruyacak olan zekât! da gönül hoşluğuyla verir. İdarecilerin Allah'ın dinine aykırı olmayan emirlerine itaat eder.

Peygamberimiz hadisin son kısmında da bunların neticesinde kazanılacak mükâfatın Cennet olduğunu müjdeliyor.

Bu sayılan özellikler takva sahibi kimsenin belli başlı vasıflarıdır. Yoksa tak­va sahibinin vasıfları sadece bunlardan ibaret değildir. Fakat bunlar takva bina­sının temel taşlarıdır. Takva binası bu temeller üzerine kurulur.

 

74-[1:130, Hadîs No: 129]

îbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s>m.) şöyle bu­yurmuştur:

Allah'tan korkun ve akrabalarınıza iyilik edin.[105]

 

75. [1:130, Hadîs No: 130]

Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor ki:

Bize göre sizin hainlikte en ileri gideniniz, ehli olmadığı halde biz­den iş isteyeninizdir.[106]

 

76- [1:130, Hadîs No: 131]

Ebû Ümâme'den (r.a.) rivayetle:

İdrar bulaşmasından sakınınız. Çünkü kabirde hesabı ilk sorula­cak şey budur.[107]

 

Yüce dinimiz temizliğe büyük ehemmiyet verir ve temizliği îmanın yarısı ve birçok ibâdetin temel şartı sayar. Bu bakımdan mü'minin en mühim vasıfların­dan birisi, temiz olmaktır, Çünkü temizlik Allah'ın sevgi ve rızasını kazanmanın en mühim yollarından birisidir. Bir âyet-i kerimede bununla ilgili olarak şöyle bu-yurulur:

"Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve temizlenenleri sever,"[108]

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) bir hadislerinde temizliği namazın anahta­rı saymıştır.[109]

Peygamberimiz yukarıdaki hadisleriyle de Müslümanları idrardan sakındır­mış, bundan sakınmayanların kabirde hesaba çekileceklerini bildirmiştir. Başka bir hadislerinde de idrardan sakınmamanın kabir azabına sebep olduğunu bil­dirmiştir.[110] Bunun sebebini şöyle izah edebiliriz:

İdrardan sakınmamak namazın bâtıl olmasına sebep olabilir. Şöyle ki: Tuva­letten çıktıktan hemen sonra abdest alındığında erkeklerden genelde akıntı ge­lir. Bu akıntı bir iki damla da olsa abdesti bozar. Buna dikkat etmeyen kişi bile­rek veya bilmeyerek abdestsiz namaz kılmış olur. Böyie bir namaz ise kabul edilmez.

Diğer taraftan, idrar pis bir maddedir. Gerek sıçrama, gerekse doğrudan elbi­seye veya vücuda namaza mâni olabilecek kadar bulaşırsa,kılınan namaz yine bâtıl olur. Şafiî mezhebine göre idrarın en küçük bir damlası bile namaza mâni­dir.

Her iki durumda da kişi namaz kılmamış sayılır. Gelen akıntıyla abdesti bo­zulduğunu veya üzerinde namaza mâni olacak miktarda sidik bulaştığını bile bi­le namaz kılan kimse, ayrıca günahkâr olur. Bu durumda da namaz kılmamış veya bile bile abdestsiz namaz kılmış olduğu için kabirde hesaba çekilir ve aza­ba uğratılır.

 

77. [1:131, Hadîs No: 132]

îbni Ömer (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Evlerinizde haram taş kullanmaktan sakının. Çünkü bu yıkılışın temelidir.[111]

 

78- [1:132, Hadîs No: 133]

îbni Abbas (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuş­tur:

İyice bildiklerinizin dışında benden söz nakletme konusunda Al­lah'tan korkun. Kim ki, bile bile benim söylemediğim bir sözü söyledi diye benim adıma yalan konuşursa Cehennemdeki yerine hazırlan­sın. Kim ki, Kur'ân hakkında kendi şahsî görüşüyle söz söylese Ce­hennemdeki yerine hazırlansın.[112]

 

79-[1:132, Hadîs No: 134]

Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöy­le buyuruyor:

Dünyadan sakınınız. Kadınlardan da sakınınız. Çünkü şeytan hü­cum etmek için dâima pusuda bekler. Şeytanın takva sahiplerini av­lamak için kadınlardan daha sağlam ağı yoktur..[113]

 

80- [1:134, Hadîs No: 136]

Câbir (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor;

Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm Kıyamet Gününde karanlık­lardır. Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etmiş, birbirlerinin kanını dökmeye, hak ve hukuklarını çiğnemeyi helâl görmeye sevk etmiştir.[114]

 

81 -[1:136 Hadîs No: 139]

Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor ki;

Lanete sebep olan üç şeyden sakınınız. Bunlar: Su başlarına, in­sanların gelip geçtiği yol üzerine ve dinlendikleri gölgelere büyük ab-dest yapmaktır.[115]

 

82. [1:137, Hadîs No: 141]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Aslandan sakındığınız gibi cüzzamlıdan sakınınız.[116]

 

83- [1:138, Hadis No: 142]

Abdullah bin Ca'fer rivayet ediyor:

Yırtıcı hayvandan sakındığınız gibi, cüzzamlıdan sakınınız. O bir vadiye indiğinde siz başka bir vadiye gidiniz.[117]

 

84. [1:138, Hadîs No: 144]

Adiyy bin Hatem (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

Cehennem ateşinden yarım hurmayla da olsa korununuz. Eğer onu bulamazsanız hoş bir sözle bunu yapınız.[118]

 

85.  [1:139, Hadis No: 145]

Abdullah bin Büsr rivayet ediyor ki:

Dünya'dan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Maruftan daha faz­la büyüleyicidir.[119]

 

86. [1:140 Hadîs No: 146]

Ibni Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Hamamdan sakının. Oraya giren örtünsün.[120]

 

87-[1:140, Hadîs No: 147]

Amr bin Avf rivayet ediyor:

Alimin hatasından sakının. Onun hatasından dönmesini bekleyin[121].

 

İlim sahibi olmayan pekçok insan, güvendikleri bir ilim sahibini taklit edegel-mişlerdir. Ki bu normaldir. Fakat kişi âlim de olsa. insan olması îcabı bilerek ve­ya bilmeyerek hatâ yapabilir. Bu hatâ bir hususta yanlış hüküm vermek olabile­ceği gibi, yanlış bir davranış da olabilir. Âlimin bilerek veya bilmeyerek yanlış bir hüküm vermesi veya yanlış bir davranışta bulunması, ümmet için son dere­ce tehlikelidir. Onun yanlış bir sözü veya davranışı pekçok insanı yanlış yola sevk eder. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadiste Müslümanları dikkatli olmaya çağırıyor ve âlim de olsa, hiç kimseyi körü körüne taklid etmemek gerektiği ika­zını yapryor. Sözlerini ve davranışlarını mihenge vurmak gerektiğine dikkat çe­kiyor. Bediüzzaman Hazretleri de hiçbir sözü, söyleyene hüsn-ü zan ederek he­men kabul etmemek gerektiğini söylüyor ve şöyle diyor:

"Her söylenen sözün kafbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde sakla-yıntz, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana red­dediniz, gönderiniz."[122]

Âlimin yanlışını taklid etmemek gerektiği ikazını yapan Peygamberimiz, ha­disin ikinci kısmında da, hatâ yaptı diye o âlimi hemen terk etmeyip, onun doğ­ru olan bilgilerinden yine istifade etmek gerektiğine dikkat çekiyor; hatasından dönmeyi beklemek gerektiğini ifâde ediyor. Âlimin ilminin er geç onu hatasından döndürebileceğine işaret ediyor.

 

88. [1:142, Hadîs No: 149]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle bu­yuruyor:

Mazlumun bedduasından sakının. Çünkü o kıvılcım gibi semâya yükselir.[123]

 

Hadiste geçen kıvılcım hız ifâde ediyor ve zulme uğrayan kimsenin duası­nın kıvılcım hızıyla semâya yükseldiğine dikkat çekiliyor ve böylelerinin bed­duasından sakınmak gerektiği îkaz ediliyor.

 

89. [1:142, Hadîs No: 150]

Enes (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir:

Kâfir de olsa mazlumun duasından sakının. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.[124]

 

90. [1:144, Hadîs No: 153]

İbni Amr'dan (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muştur:

Resûlullah (a.a.m.) (meclislerin baş köşesini kastederek) "Şu bo­ğazlama yerlerinden sakının" buyurdu.[125]

 

Yüce Rabbimiz pekçok âyet-i kerimede kibirli olanı ve böbürleneni sevmedi­ğini bildirmiştir. Bir âyet-i kerimede, 'Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin"[126] buyurmuştur. Yüce Rabbimiz başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurur:

"Gururlanıp insanlardan yüzünü çevirme; yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve övünenleri sevmez."[127]

Dinimiz sadece gurur ve kibiri çirkin görmekle kalmamış, insanı bunlara sevk edebilecek şeylerin önüne de set çekmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir hadisle­rinde, gurura kapıiabilecek insanları yüzlerine karşı övmemeyi istemiştir. Bura­da da kişiyi gurura sevk edeceği için, meclislerin baş köşesine göz dikip özellik­le oraya oturmamayı tavsiye etmiş ve bu davranışların kişinin manevî hayatını boğazlamak ve öldürmek demek olacağını bildirmiştir. Çünkü böyle yapan bir insan kendisini oradaki herkesten üstün görüyor demektir. Bu ise gerçek bir Müslümana yakışmayan bir halet-i ruhiyedir.

 

91. [1:146, Hadîs No: 156]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Namazda ilk safı tamamlayınız. Sonra ikincisini. Bir eksiklik ka­lırsa en son safta kalsın.[128]

 

92-[1:146, Hadîs No: 157]

Hâlid bin Velid'den (r.a.) rivayetle:

Abdestinizi tam alınız. Ateşte yanan topukların vay haline.[129]

 

93-[1:148, Hadîs No: 159]

Ali (r.a.) rivayet ediyor ki:

Sıratta en sağlam yürüyeniniz, Ehl-i Beytimi ve Ashabımı en çok sevenlerdir.[130]

 

94-[1:149, Hadîs No: 162]

Enes'den (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuş­tur:

İki kişi vardır ki, Kıyamet Günü Allah onlara rahmet nazarıyla bakmaz; akrabalarıyla ilgiyi kesen kimse ve kötü komşu.[131]

 

95. [1:149, Hadis No: 163]

Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:

İki kişi bir kişiden, üç kişi iki kişiden, dört kişi de üç kişiden daha hayırlıdır. O halde cemaate sarılınız. Çünkü Allah ümmetimi ancak hidâyet üzere bir araya toplar.[132]

 

96. [1:150, Hadîs No:165]

Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullah'tan (a.s.m.) rivayet ediyor: İnsanlarda iki huy vardır ki, kâfirlerin vasıflarındandır: Birisi, in­sanları nesebleri sebebiyle kötülemek, diğeri, Ölü üzerine bağırarak ağlamaktır.[133]

 

97. [1:151 Hadîs No: 166]

Mahmud bin Lebîd rivayet ediyor:

Âdemoğlunun hoşuna gitmeyen iki şey vardır. Birincisi ölüm. Oy­sa ölüm fitneden daha hayırlıdır. İkincisi, mal azlığıdır. Oysa az ma­lın hesabını yapmak daha kolaydır.[134]

 

98. [1:151, Hadîs No: 167]

Ebû Bekre (r.a.) rivayet ediyor ki:

İki şey vardır ki, Allah cezasını dünyada verir: Biri zulüm, diğeri anne babaya karşı gelmek.[135]

 

99. [1:151 Hadîs No: 168]

Câbir bin Abdullah'tan (r.a.) rivayetle:

Müslüman kardeşinize bolluk ve berekete kavuşması için d\ıâ ede­rek mükâfatlandırınız. Çünkü yemeği yenildiğinde, suyu içildiğinde bereketle duâ etmek ona mükâfat vermektir.[136]

 

100. [1:152 Hadîs no: 169]

Vahşi bin Harb (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.)şöy­le buyuruyor:

Yemeklerinizi birlikte yiyin ve Allah'ın ismini zikredin ki bereket­lensin.[137]

 

101- [1:153, Hadîs No: 171]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

İnsanı helak edici şu yedi şeyden sakının: (1) Allah'a ortak koş­mak, (2) sihir yapmak, (3) Allah'ın haram kıldığı bir cana haksız ye­re kıymak, (4) faiz yemek, (5) yetim malı yemek, (6) savaştan kaç­mak, (7) namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mü'min bir kadına zina iftirasında bulunmak.[138]

 

102. [1:154, Hadîs No: 172]

tbni Abbas'tan (r.a.):

İçkiden sakınınız. Çünkü o her kötülüğün anahtarıdır.[139]

 

103-[1:154, Hadîs No: 173]

Ebû Saîd'den (r.a.) rivayetle: Yüzlerden sakının. Oralara vurmayın.[140]

 

1O4- [1:154 Hadîs No: 174]

Ebû Umâme'den (r.a.):

Kibirlenmekten sakınınız. Çünkü kul kibirlenmeye devam ettikçe Allah onun hakkında şöyle buyurur:

"Kulumu zorbalar listesine yazın."[141]

 

1O5- [1:156, Hadîs No: 177]:

Büyük günahlardan sakının ve istikâmet üzere olun ki, müjdeye eresiniz.[142]

 

106-[1:157, Hadîs No: 179]

Abdullah bin Mugaffel rivayet ediyor: Sarhoşluk veren her şeyden sakınınız.[143]

 

107- [1:157, Hadîs No: 181]

Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:

Duâ ederken diz üstü oturun, sonra «Ey Rabbim, ey Rabbim,» deyin.[144]

 

108-[1:158, Hadîs No: 182]

Abdullah bin Ebî Ca'fer rivayet ediyor:[145]

 

109. [1:160, Hadîs No: 186]

tbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:[146]

 

110. [1:160, Hadîs No: 187]

Âişe'den (r.a.) rivayetle:

nafile namazlarmız evde. Evlerinizi kabirlere cevirme-[147]

 

Peygamberimiz zamanında Sahabîlerin pekçoğu bütün namazlarını camide cemaatle kılıyorlardı. Peygamberimiz onlardan sünnet namazların bir kısmını evlerinde kılmalarını istedi. Böylece Sahabîler farz namazları camide, sünnet namazları ise evlerinde kılmaya başladılar. Fakat günümüzde bu büyük ölçüde mümkün olamamaktadır. Çünkü kişi evinden çok uzak yerlerde namaz kılmak­ta, namazdan sonra çoğu zaman evine dönememektedir. Kişi evinde dünyevî meşgalelere dalıp unutma endişesiyle sünnet namazlarını camide kılsa bile, ev­lerini namazın feyiz ve bereketinden mahrum bırakmamalıdır. Hadisin ifadesiy­le "kabirlere" çevirmemelidir. Evlerinde efe varsa kaza namazı, yoksa nafile na­maz kılmalıdır.

Böyle yapılmakla çoluk, çocuk ve ev halkı da namaza teşvik edilmiş olur.

 

111- [1:161, Hadîs No: 188]

Nu'man bin Beşîr (r.a.) rivayet ediyor:

Haramla kendi aranıza helâlden bir engel koyunuz. Kim böyle davranırsa, ırzını ve dinini korumuş olur. Kim o engele yaklaşırsa, koruluğun kenarında otlayan hayvan gibi olur. Ki o hayvanın koru­luğa girmesi an meselesidir. Şüphesiz her hükümdarın bir koruluğu vardır, Yer yüzünde Allah'ın koruluğu da haram kıldığı şeylerdir.[148]

.

Helal dairesi geniştir. Herşeyin helali o kadar çok, o kadar boldur ki harama girmeye gerek de yoktur, ihtiyaç da. Ancak nefis bu geniş ve bol olan helallarla yetinmek istemez. Nerde bir haram ve zarar varsa ona meyletmek ister. Nefsin yapısında vardır bu. Nefis daima şüpheli ve haram şeyleri yapmak, onlara yö­nelmek ister. Nerde kötülük varsa onları arzu eder. Zehirli baldan farksız olan o menhus lezzetleri tatmak ister. Bir üzüm tanesi yemeye karşılık yüz tokat yiye­ceğini düşünmez bile.

Nefsin bu özelliği göz önüne alındığında onun önüne set germekten başka çare yoktur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bahsi geçen hadîslerinde bu gerçeği gayet net bir şekilde gözlerimizin önüne sermiştir. Koruluğun kenarında otlayan hayvanın nasıl koruluğa girmesi kaçınılmazsa, haramlara karşı helallarla-set germeyip kenarında, köşesinde dolaşan insanın da harama girmesi an mesele­si olur. Nefse taviz vere vere bir noktaya varan insan, artık nefsin zebunu olur, kendini haramın içerisinde buluverir. "Zinaya yaklaşmayın!"[149] âyetinde olduğu gi­bi zinaya götürücü, yaklaştırıcı sebeplerin, vasıtaların yasaklanmasında da ay­nı hikmet vardır. Önemli olan harama götürebilecek vasattan dahi uzak kalmak­tır.

Korulukların kenarına duvar örüldüğünde hayvanların oraya girmesi nasıl zorlaşırsa, haramlara karşı helallardan kurulan duvarlar da insanları haramlar­dan uzaklaştırır. Herşeyin helalinin bulunduğu, helal dairesinin alabildiğine ge­niş ve haram dairesinin ise diken ve mayınlarla dolu olduğu düşünülür ve ha­ram daire etrafında dolaşmaktan şiddetle kaçınılırsa nefse hâkim olmak kolay­laşır ve huzurlu bir hayat sürülür.

 

112- [1:162, Hadîs No: 190]

Ebû'd-Derda rivayet ediyor:

Allah'ı büyük tanıyıp dilinizle de bunu ifâde ediniz ki Allah da gü­nahlarınızı bağışlasın.[150]

 

113- [1:162, Hadîs No: 191]

Ebû Humeyd es-Sâidî rivayet ediyor:

Dünya için çalışmakta hırs göstermeyin. Çünkü herkes dünyada kendisi için ne takdir edilmişse ona kavuşur.[151]

 

114.  [1:163, Hadîs No: 192]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

İnsanların en açı ilim isteklisidir, en tok olanı da ona istek duynıayandır.[152]

 

115- [1:164, Hadîs No: 194][153]

İbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayetle:

Davete icabet edin, hediyeyi geri çevirmeyin ve Müslümanları dövmeyin.

 

Peygamberimiz her vesileyle Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve sevginin kuvvetlenmesine gayret göstermiştir. Onun selâm vermek, cemaatle namaz kıl­mak, hasta ziyaretinde bulunmak, cenazelerine katılmak, cenaze sahiplerine ta­ziyede bulunmak gibi tavsiyeleri bu gaye içindir. İşte bu hadislerinde de dâveti­ne gitmek, hediyesini kabul etmek ve dövmemek gibi, Müslümanlar arasında sevgiyi arttıracak üç mühim husus üzerinde duruyor. Hiç şüphesiz bir Müslüma-nın dâvetine katılmamak, hediyesini geri çevirmek ve Müslümanı dövmek sev­giyi giderir, soğukluğa ve düşmanlığa sebep alur. Müslümanlar arasındaki so­ğukluk ve düşmanlık ise, İslâm toplumunun birliğini temelden sarsan tehlikeli bir husustur.

Asrımızın İslâmî hizmet öncülerinden Bedîüzzaman'ın hediye kabul etme­mesinin yukarıdaki hadise ters düşen tarafı yoktur. Çünkü Bedîüzzaman herşe­yin maddeyle değerlendirildiği, menfaatin hükmettiği bir dönemde İslâmı temsil­cilik gibi ağır bir görevi üstlenmişti. Buna toz kondurmaması gerekiyordu. Hediye almamasının temelinde bu vardır. Bunun sebepleri özetle şöyle sırala­nabilir:

(1) Ehl-i dalâletin ilimle uğraşanları, "İlmi, çıkar sağlamada kullanıyorlar, ge­çimlerine vasıta yapıyorlar "diye msafsızcasına suçladıkları bir zamanda onlar fiilen tekzib edilmelidir.

(2) Hak ve hakikati yaymayı omuzlamış kimseler, Peygamberlere ittibâen, hizmetlerinin karşılığında ücret almamalıdırlar.

(3) Hediye Allah nâmına verilmeli, Ailah nâmına alınmalı. Verenin gafil olup kendi namına verdiği, gizli bir minnet ettiği; alanın da gafil olup hakiki nimet ve­ren Allah'ı unutarak aldığı bir anda nasıl hediye alınabilir?

(4) İnsanlardan mal alarak tevekkül, kanaat ve iktisad gibi tükenmez bir hazi­ne kapatılmamalıdır.

(5) Bir kısım tecrübelerle verilen hediyelerin rahatsızlık verdiği görülmüştür.

(6) Âhirete yönelik amellerin baki meyvelerini sadaka ve hediye alarak dün­yada fânî bir surette yemek akıl kârı değildir.

Detayı Mektûbâfta anlatılan[154]  bu önemli sebepler yüzündendir ki Bedîüzza-man hediye almamıştır.

 

116- [1:164 Hadîs No: 195]

Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:

Yatacağınız zaman kapılarınızı kapayınız, yemek kaplarınızın üzerini örtünüz, su kaplarınızın ağzını bağlayınız, yanan ateşi sön­dürünüz. Bunları yaparsanız size zararları dokunmasına Allah tara­fından izin verilmez.[155]

 

Bu hadîste tevekkülün en önemli basamaklarından biri olan sebeplere sanl-manın gerekliliğine dikkat çekilmektedir. Kapıyı açık bırakıp yatan insanın evine hırsız girerse önce kendisini suçlamalıdır. Üstü açık yemek kabına bir böcek düştüğünde kimseye kabah&t bulmamalıdır. Üstü açık su kabına mikropların üşüşmesi, haşeratın düşmesi kaçınılmaz olur. Yanan ateş söndürülüp yatılma-dığında yangın çıkma ihtimali kuvvetlidir. Bu tedbirleri almak tevekküldür. 'Tedbir bizden, takdir Allah'tandır" sözü her yerde olduğu gibi burada da geçerlidir. Bu tedbirleri alıp Allah'a sığınan kimseyi Allah çeşit çeşit tehlike ve zararlardan koruyacak, bunların yol bulup gelmesine fırsat vermeyecektir. Allah'ın emanı al­tında yatıp kalkmak isteyen kimse üzerine düşen tedbirleri almakla mükelleftir.

 

117. [1:164, Hadîs No: 196]

îbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'a en sevimli amel, vaktinde kılman namazdır. Sonra anne babaya iyilik, sonra da Allah yolunda cihad etmektir.[156]

 

118. [1:165, Hadîs No: 197]

Aişe'den (r.a.) rivayetle:

Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.[157]

 

119- [1:166, Hadîs No: 198]

Muâz (r.a.) rivayet ediyor:

Allah katında en sevimli ameî, ölünceye kadar dilin, Allah'ın zikri ile meşgul olmasıdır[158].

 

120- [1:166, Hadîs No: 199]

Hakem bin Ümeyr rivayet ediyor:

Allah'ın en sevdiği amel aç olan bir muhtaca yemek yedirmek ve­ya onun bir borcunu ödemek ya da onun bir sıkıntısını gidermektir[159].

 

121- [1:167, Hadîs No: 200]

îbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Farzları yerine getirdikten sonra, Allah'ın en çok sevdiği amel bir Müslümanı sevindirmektir.[160]

 

122. [1:167 Hadîs No: 201]

Ebû Cüheyfe rivayet ediyor:

Allah katında amellerin en sevimlisi dili muhafaza etmektir.[161]

 

123- [1:167, Hadîs No: 202]

Ebû Zer'den (r.a.) rivayetle:

Allah'ın ençok sevdiği amel, Allah için sevmek ve Allah için düş­manlık beslemektir.[162]

 

124. [1:168, Hadîs No: 203]

Üsâme (r.a.) rivayet ediyor:

Ehl-i Beytimden bana en sevgili olan Fâtıma'dır.[163]

 

125. [1:168, Hadîs No: 204]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Ehl-i Beytim içerisinde en çok sevdiğim Hasan ile Hüseyin'dir.[164]

 

126. [1:168, Hadîs No: 205]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

İnsanlardan en çok sevdiğim Âişe, erkeklerden de onun babasıdır. [165]

 

127. [1:168, Hadîs No: 206]

îbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Allah'ın en çok sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman'dır.[166]

 

128-[1:171, Hadîs No: 2103

Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'ın en çok sevdiği cihad, zâlim bir idareciye karşı hakkı söyle­mektir.[167]                                                                                   

 

129-[1:171, Hadîs No: 211]

Mesûr bin Mahreme ve Mervan birlikte rivayet ediyor: Benim en çok sevdiğim söz, en doğru olanıdır.[168]

 

130. .[1:171, Hadîs No: 2123

îbni Amr'dan (r.a.) rivayetle:

Allah'ın en çok sevdiği oruç, Davud'un (a.s.) orucudur. Ki, o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Allah'ın en çok sevdiği namaz da Davud'un (a.s.) namazıdır. Ki, gecenin ilk yarısında uyur, üçte birini ibâdetle geçirir, geride kalan altıda birinde de yine uyurdu.[169]

 

131- [1:172, Hadîs No: 2133

Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'a en sevimli olan yemek, başına çok kişinin oturduğu yemek­tir.[170]

 

132. [1:173, Hadîs No: 215]

Semûre bin Cündeb'den (r.a.) rivayetle:

Allah'ın en çok sevdiği sözler şu dört cümledir: "Sübhanallah [Al­lah'ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz,]" "Elhamdülillah [Ezel­den ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsus­tur,]" "Lâ ilahe illallah [Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur,] "Allahü ekber [Allah en büyüktür]." Bunlardan hangisini önce söylenirse fark etmez. [171]

 

133- [1:174, Hadîs No: 2173

Hasan-ı Basri rivayet ediyor:

Allah'ın en sevdiği kimseler, âdeta omm ev halkı hükmündeki mahlukâtına en çok faydası dokunanlardır.[172]

 

134- [1:174 Hadîs No: 218]

Üsâme bin Şerik rivayet ediyor:

Allah'ın en çok sevdiği kimse ahlâkı en güzel olandır.[173]

 

 



[1] Parantez içindeki numaralar Câmiü's-Sağîr'de esas alınan hadîs numaralarıdır.

[2] Buharı, îman: 41; Müslim, Imâre: 155; İbniMace, Zühd: 26.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/19.

[3] Müslim, Birr: 34; İbni Mâce, Zühd: 9.

[4] Mesnevî-i Nuriye, s. 61.

[5] Müntehabâtü Kenzi'İ-Ummâl, 1:100.

[6] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/19-21.

[7] Müslim, îman: 333; Müsned, 3: 136.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/21.

[8] Buhâri, Enbiya: 54; İbniMâce, Zühd: 17; Ebû Dâvud, Edeb: 6.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/21.

[9] Hatib’in Tarih’inden

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/22.

[10] Beyhaki’den.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/22

[11] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/22-24

[12] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevsi’nden.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/24

[13] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/24

[14] İbn Ebi Şeybe’den.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25

[15] Müslim, Musakât: 105; NeseS, Talak: 13, Zînet: 23,24.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25

[16] Âl-i Imran Sûresi, 130.

[17] Bakara Sûresi, 275.

[18] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25-26.

[19] Ebu Ya’la ve İbn Hibban’dan.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/26.

[20] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/26-28.

[21] Taberani’nin Evsat’ından.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/28.

[22] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/28.

[23] Hatib’in Tarihi’nden.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.

[24] Ebû Davud, Nikâh: 23; Müsned, 2:34.

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.

[25] Taberani’nin Kebir’inden

İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.

[26] İbni Mâce, Nikâh: 12.

[27] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29-30.

[28] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’i  veTaberani’nin  el-Kebir’inden

[29] Ebu'ş-Şeyh'in Seyab'ından.

[30] Müsned, 3/439.

[31] Buharı, İman: 24; Şehadat: 28, Vesaya: 8; Müslim, îman: 107; Ebû Davud, Sünnet 15; Timizi, İman: 14; Neseî, İman: 20; Müsned, 2/189, 198, 200.

[32] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[33] Beyhakî'nin  Şuabu’l-İman’ından.

[34] İbni Mâce, Nikâh, 23; Müsned, 53; Ebû Davud, Nikâh: 49.

[35] İbni Mâce, Nikâh: 23.

[36] ibni Mâce, Ticâret: 1

[37] Müslim, Zekât; 40.

[38] Buhan, Nikâh: 74; Müslim, Nikâh: 99,102,104; Tirmizî, Nikâh: 12; Müsned, 2:68,127.

[39] Hûd Sûresi, 6.

[40] İbni Mâce, Mukaddime: 7.

[41] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden

[42] İbni  Adiyy’in  El Kamil’inden.

[43] Taberani’nin Kebir’inden.

[44] Hakim’in  Müstedrek’i  ve  deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden

[45] Müsned, 4:402,411

[46] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[47] Hakim’in  Müstedrek’i  ve  Darimi’den

[48] Feyzü'i-Kadîr, 3:242.

[49] İbni Mâce, Talâk: 21.

[50] Ebû Dâvud, Talâk: 1.

[51] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 11:328.

[52] Hemmam’ın  el-Fevaid’inden

[53] Buharî, Ahkâm: 34.

[54] Buhari, Diyat.9..

[55] Buhârî, Cihad: 76; Timizi, Cihad: 24; Müsned, 5:198.

[56] Taberani’nin  Kebir’inden

[57] Taberani’nin  Kebir’inden

[58] Beyhaki’nin  Şuabü’l-İman’ından

[59] Ebu  Nuaym’ın  Hilye’sinden

[60] Beyhaki’nin  Şibü’l-İman’ı  ve  İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden.

[61] Tirmizî, Menâkıb: 16; İbniMâce, Mukaddime: 11; Müsrted, 1:80.

[62] Ebû Ya'la'dan

[63] Taberani,nin  Kebir’i  ve  İbni  Adiyy,in  el-Kamil,inden

[64] Abdullah bin Ahmed bin Hanbel'den.

[65] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[66] Timizi, Menâkib: 26

[67] Buhal, Vuzu; 7; Mösned, 1:268; 4:161.

[68] Beyhaki’nin Şuabu’l-İman ve Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden.

[69] Buhari, Tefsir, sure 9, 12, 13; Müslim, Fedailu’s-sahabe: 25; Münafikin: 4; Tirmizi, Kıyame: 13; İbn Mace, Zühd: 13.

[70] Müsned: 4/29.

[71] Tirmizi, Menakıb: 31.

[72] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[73] İbni  Ebi’d-Dünya  ve  Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından

[74] Mülk Suresi, 2.

[75] Sözler, s, 176-177.

[76] Mesnevi-Nuriye, s, 121, 122.

[77] Keşfü'İ-Hafâ, 2:90 (H. 1853.)

[78] Taberani’nin  Evsaf’ından.

[79] Bakara: 2/83, 177, 285.

[80] Bakara: 2/220.

[81] Nisa: 4/2.

[82] Taberani’nin  Kebir’inden.

[83] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[84] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’i  ve  Ukayli’nin  ez-Zuafa’sından.

[85] Taberani’nin  Kebir’i  ve  Hatib’in  Tarih’inden.

[86] Ebu  Nuaym’ın  Hilye’sinden

[87] Beha’nın  Edeb’i  ve   Beyhaki’nin   Sünen’inden.

[88] İbni  Ebi’d-Dünya; Beyhaki’nin   Sünen’i   Taberani’nin  Kebir’i  ve  Hatib’in  Tarih’inden.

[89] Tirmizi,  İlim:19.

[90] Hûd Sûresi, 112.

[91] Hutbe-i Şâmiye, s, 20.

[92] Ebu Kurretü’z-Zebidi’nin Sünen’inden.

[93] Tirmizi, Birr:55; Darimi, Rikak:47;  Müsned, 3:5;5:153.

[94] Müslim' , Birr: 144;Ebu  Davud, Libas:24;Tirmizi, Etime:30  ve  İbni  Hıbban’dan.

[95] Fussılet Sûresi, 34.

[96] Furkan Sûresi, 72.

[97] Teğabün Sûresi, 14.

[98] Tirmizî, Zühd: 2; Müsned, 2:310

[99] Hatib’in  Tarih’inden.

[100] Ebu  Davud,Cihad:44.

[101] Taberani’nin  Kebir’inden.

[102] Hakim’in  Müstedrek’i  ve  Ebu  Ya’la’nın  Müsned’inden

[103] Beyhaki’nin  Şibü’l-İman’ından.

[104] Tirmizî, Cuma: 80; Müsned, 5:251,262.

[105] İbni   Asakir’den

[106] Taberani’nin  Kebir’inden.

[107] Taberani’nin  Kebir’inden.

[108] Bakara Sûresi, 222.

[109] İbni Mâce, Taharet: 3; Tirmizî, Taharet: 3.

[110] İbni Mâce, Tahare: 26.

[111] Beyhaki’nin  Şibü’l-İman’ından.

[112] Tirmizi, Fiten: 70, Edep:13; Müsned, 1:65,70.

[113] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[114] Müslim, Birr: 56; Mösned, 2:2,136.

[115] Ebû Davud, Tahare: 14; Ibni Mâce, Tahare: 21

[116] Buhari’nin  Tarih’inden.

[117] İbni  Sad’ın  Tabakat’ından

[118] Buharı, Zekât: 10; Menâkıb: 25; Müslim, Zekât: 68; Neseî, Zekât 63; Darimî, Zekât: 24;    Mösned, 4:256,257.  

[119] Tirmizi’nin   Nevadir’inden.

[120] Taberani’nin  Kebir’i,  Hakim’in  Müstedrek’i,  ve   Beyhaki’nin   Şi’bü’l-İman’ından.

[121] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’i  ve  Beyhaki’nin  Sünen’inden.

[122] Münâzarât, s. 48, 49.

[123] Hakim’in  Müstedrek’inden

[124] Müsned, 1:233 ve Ebû Ya'Ia'dan 

[125] Taberani’nin  Kebir’i  ve  Beyhaki’nin  Sünen’inden

[126] İsrâ Sûresi, 37.

[127] Lokman Sûresi, 18.

[128] Ebû Davud, Salât: 93; Neseî, İmame: 3; Müsned, 3:132,215.

[129] İbni Mâce, Taharet: 53; Müsned, 3:205.

[130] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’i  ve  Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden

[131] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden

[132] Müsned, 5:145.

[133] Müslim, İman: 121 ve Müsned, 2:377,415.

[134] Müsned, 5:427; Said bin Mansur'un Sünen'inden.

[135] Buhari’nin  Tarih’i  ve  Taberani’nin  Kebir’inden.

[136] Ebû Davud, Et'ime: 54.

[137] Ebu  Davud,  Etime:14.

[138] Buharı, Vesâya: 23; Hudûd: 44, Tıb: 48; Müslim, İman; 144; Ebû Dâvud, Vesâya: 10.

[139] Hakim’in  Müstedrek’i  ve  Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[140] İbni  Adiyy’in  el  -Kamil’inden.

[141] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden.

[142] İbni  Cerir’in  Tefsir’i  ve  Ebu’l-Hattap’tan.

[143] Taberani’nin  Kebir’i  ve  Ahmet  İbni  Hanbel’in  Müsned’inden.

[144] Ebu  Avane  ve  Bağavi’den

[145] Said bin Mansur'un Sünen'inden.

[146] Darekutni’nin  Sünen’i  ve  Beyhaki’nin  Sünen’inden.

[147] Buhati, Salat: 52; Ezan: 81; Müslim, Misafirîn- 26" Nesel KıyâmOl-Leyl: 1; Taberânt, Sefer: 73; ibniMâce,

[148] Taberani’nin  Kebir’i  ve  İbni  Hıbban’ın  Sahih’inden.

[149] fsrâ Sûresi, 32.

[150] Müsned, 5:199,

[151] İbni Mâce, Ticâret 3.

[152] Ebu  Nuaym  ve  Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[153] Buharı, Ahkâm: 23; Nikâh: 71; Ebû Dâvud, Zekât: 38; Edeb: 108; Müsned, 1:404.

[154] Geniş bilgi için bkz: Mektûbat, s. 12-13.

[155] Buhârî, Eşribe: 22; Bedü'l-halk: 11; Müslim, Eşribe: 97; EbûDâvud, Edeb: 161; Timizi, Etime; 15, Edeb; 74;  Muvatta, Sıfat-in Neblyyi: 21.

[156] Buhari,Mevakiti’s-Salat:5,Cihad:1;Edeb:1;Tevhid:48;Müslim,İman:137,140;Ebu  Davud,Edeb:120;Tirmizi,Salat:13.

[157] Buhar!, İman: 33; Mösned, 6:124.

[158] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[159] Taberani’nin  Kebir’inden.

[160] Taberani’nin  Kebir’inden.

[161] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[162] Ebû Dâvud, Sünnet 2.

[163] Tirmizi  ve  Hakim’in  Müstedrek’inden.

[164] Tirmizi’den.

[165] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 8; İbni Mâce, Mukaddime 101; Tirmizi, Menakıb: 14.

[166] Buhari Edeb: 106; Müslim, Edeb: 2; İbni Mâce, Edeb: 30; Timizi, Edeb: 64; Dârimî, İsti'zâr, 20; Müsned, 2:24,128.

[167] .İbni  Mace,Fiten:20.

[168] Buharı, Vekâle: 7; Itk: 13; Hibe: 24; Hums: 15; Megazi, 54; EbûDâvud, Cihad: 121.

[169] Buharı, Teheccüd: 7; Savm: 59; Enbiya: 38; Müslim, Siyam: 182,186,189,192; Ebû Dâvud, Savm: 53.

[170] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ı,İbni  Hıbban’ın  Sünen’i  ve  Ebu  Yala’nın  Müsned’inden. 

[171] İbni Mâce, Edeb: 56; Müsned, 5:10,11, 20, 21.

[172] Abdullah’ın Zühd’ünden.

[173] Taberani’nin  Kebir’inden.