135-[1:174, Hadîs No: 2193

Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Allah'a en sevimli eviniz, içinde ikram gören bir yetimin bulundu­ğu evdir.[1]

 

136- [1:175, Hadîs No: 221]

İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

Sizin Allah'a en sevimli olanınız, az yiyip içen ve bedence hafif ola­nı nızdır.[2]

 

En büyük nimetlerden biri olan sağlık, ağız tadıyla hayat sürebilmenin en önemli unsurlarından biridir. Bunda dengeli ve ölçülü yiyip içmenin önemi elbetteki büyüktür.

Sağlığı tahrip eden sebeplerin ilk sıralarında ise çok yemek, aşırı ve denge­siz beslenme gelmektedir. Böyle davranmak herşeyden önce sorumluluk getirir. Çünkü bunda vücud emanetini gerektiği gibi koruyamamak, tehlikeye atmak söz konusudur. Hadiste bildirildiğine göre vücudumuzun da bizim üzerimizde hakkı olduğuna göre ona karşı vazifemiz onu gerektiği gibi korumak, tehlikelere maruz bırakmamaktır. Aksi halde "Kendi kendinizi tehlikeye atmayınız"[3]  âyetindeki îka-za girmekten kurtulamayız.

Fazla beslenme sonucu ortaya çıkan şişmanlık her organa gerektiğinden fazla yük yüklemek, dolayısıyla onlara eziyet etmek, onları yormak demektir. 70 kiloluk bir vücuda hizmet etmesi gereken bir kalbin 80 kiloluk bir vücuda hizmet etme mecburiyetinde kalışını düşünün. Aslında bu başta kalb olmak üzere bir­çok organa zulmetmek demektir.

İş bununla kalmamakta; şişmanlık, yüksek tansiyon, kalb, damar, böbrek, solunum, sindirim, kemik, eklem hastalıklarından tut, ânî ölümlere varıncaya ka­dar birçok rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Sağlık kitaplarında bunlar bir bir an­latı.

Kur'ân-ı Hakim, bu durumlara düşmememiz için ikazda bulunmakta, 'Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz"[4]buyurmaktadır. İslâm âlimleri bu âyeti sağfık açı­sından o kadar önemli görürler ki "Tıbbın yarısı işte budur!" derler.

Peygamberimizin, âdemoğlunun doldurduğu kapların en kötüsünün mide ol­duğunu bildirişi oldukça manâlıdır. Yeme içmede takip edilmesi gereken usûlü de şöyle belirtmişlerdir: "Âdemoğluna belini doğrultacak kadar yemek yeterlidir. Eğer yemek istiyorsa midesini üçe ayırsın. Bir kısmını yemekle, bir kısmını da suyla doldursun. Üçte birini de boş bıraksın." Gelişen ilim bu hadîste tavsiye edilen usûlün insan hayatı için son derece faydalı olduğunu kabullenmekte, böyle davranmanın birçok hastalığa engel olduğunu belirtmektedir. Bu hususta diğer bir ölçü de iyice acıkmadan yemek yememe, yerken de daha iştah varken kalkmadır. Resûlullah zamanında Arabistan'a İran'dan bir doktor gelmiş, hasta­ları tedavi etmek istemişti. Ne var ki aradan günler geçtiği halde hiçbir hasta gel­memişti. Kendisine iş çıkmayacağını anlayınca Peygamberimize gelmiş, gitmek için izin istemişti. Fakat merak ettiği bir sorusu vardı. Sahabe ne yapıyordu da hasta olmuyordu? Peygamberimize sormadan edemedi. Şu cevabı verdi Pey­gamberimiz: "Benim Ashabım iyice acıkmadan yemek yemezler. Yedikleri za­man da tıka basa değil, daha iştahtan varken kalkarlar." İranlı doktor heyecan­landı ve şöyle dedi: "İşte sağlığın şartı budur!"

İbni Sina da sağlıklı yaşamada, yeme içmede ölçülü olmanın önemli rolünü şöyle anlatır:

"Tıp ilmini iki satırda topluyorum. Sözün güzelliği kısalığtndadır. Yediğin va­kit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, ye­mek üstüne yemek yemektir."

Sağlığı korumanın manevî hayata yönelik faydaları da vardır. Manevî haya­tın devamı, çokça ibadet edebilmek, şevk ve zevkle manevî hizmetlere yönete­bilmek için de sağlık çok önemlidir. Sağlık tehlikeye düştü mü, bu hizmetler de büyük ölçüde aksayacakta. Hasta insan îcabında yerinden kalkamazken, genç ve dinç bir kimse zevk ve şevkle kendini ibadete verebilecektir. "Kuvvetli mü'min zayıf mü'minden hayırlıdır" hadîsinin mânâlarından biri de "Sağlıklı mü'min, sağlığı bozuk mü'mine göre daha hayırlıdır" şeklindedir.

Çok yiyip içme manevî hayatın zedelenmesine ele sebep olabilir. Çünkü böyle bir insan, manevî hayatı sarsabilen helali, haramı araştırma titizliğini de yitirebilir. Hele maneviyatı zayıfsa imkânları yetmediğinde kolaylıkla haramlara girebilir.

Bu kısa izahtan sonra Allah'a en sevimli olan insanın az yiyip içen ve beden­ce hafif olan insan olarak belirtilmiş olmasının hikmet ve önemi herhalde daha iyi anlaşılmış olacaktır.

 

137- [1:176 Hadîs No: 222]

Yezid bin Üseyd rivayet ediyor:

Kendin için istediğini insanlar için de iste.[5]

 

138- [1:176, Hadîs No: 223]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Sevdiğini Ölçülü sev; bir gün gelir sevmediğin biri olabilir. Sevme­diğini de ölçülü olarak sevme; bir gün gelir dostun olabilir.[6]

 

139- [1:177, Hadîs No: 224]

İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle:

Size verdiği nimetlerin çokluğu sebebiyle Allah'ı sevin. Allah uğru­na sevgi sebebiyle beni sevin. Ben kendilerini sevdiğim için de Ehl-i Beytimi sevin.[7]

 

140- [1:178, Hadîs No: 225]

İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Şu üç şey sebebiyle Arapları sevin:

1. Ben Arap olduğum için.

2. Kur'ân Arapça olduğu için.

3. Cennette Arapça konuşulacağı için.[8]

 

Peygamberimizin Araplar içinden gönderilmesi, Kur'ân'ın Arapça oluşu ve Cennette Arapça konuşulmasının şüphesiz birçok hikmetleri vardır. Resûlullah o günün dünyasının en bozuk bir bölgesinde gönderilmiş, onların anlayacağı bir dille onlara hitap etmiş, edebiyatın ilerlediği bir dönemde aynı zamanda edebî bir mucize olan Kuranla peygamberliğini ispat etmeye çalışmıştı. İlk muhatap­ları Arap olan bir topluma gönderilen bir kitabın Arapça gönderilmesi kadar tabii ne olabilir? Arapça, harflerinin yeniliği, tamamlığı; kelimelerinin îtidalli otuşu ve zenginliği; çekim ve kelime türetimindeki asalet, ahenk ve çeşitlilik, kinaye ve mecazlarındaki güzellik, edat ve takılarındaki düzgünlük, faydatılık, çekimlerin-deki incelik gibi birçok husus itibariyle mevcut diller içerisinde maksadı ifade et­me açısından en güçlü olanıdır. Arapçanın çok geniş ve şümûliü, az cümleyle çok mânâ ifade edilebilen zengin bir dil oluşu, asırlar sonra anlaşılabilecek mâ­nâ ve hakikatleri de içerisine almasını sağlamıştır. Hz. Ali'nin "Sadece Fatiha Sûresi için yetmiş deve yükü tefsir yazarım" demesi Kur'ân'ın nasıl engin ve zengin bir okyanus olduğunu göstermektedir. Her İşinde nice hikmetler yaratan Cenab-ı Hak, Kur'ân'ı Arapça göndermek suretiyle her asrın insanına bu derin mânâları bulmaya sevk etmiş, Yusuf Sûresinin ikinci âyetinde "İyice anlayasmız diye, Biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" buyurmuştur.

Peygamberimizin, kendisinin Arap, Kur'ân'ın ve Cennet lisanının Arapça olu­şunu açıkça bildirerek Arapları sevmeyi tavsiye etmesinde ise şüphesiz mühim incelikler ve sırlar vardır. İslâmiyet Türklükle olduğu gibi Araplıkla da aynîleş-mistir. Türk denince İslâmiyet hatıra geldiği gibi Arap denilince de İslâmiyet ha­tıra gelmektedir. Resûlullaha gönülden bağlanmış, dâvasına canla başla sarıl­mış Sahabe genellikle Araptı. İslâmın temelini onlar atmışlardı. Kur'ân'a en büyük hizmeti onlar yapmışlardı. Kur'ân'ı en İyi anlayıp uygulayan onlardı.

Resûlullahın "Ben Arabım" buyurusunu düşünürken bu kudsî hakikatleri de göz önünde bulundurmak gerekir. Zaman zaman, bilhassa çağımızda Araplar aleyhine yürütülen karalama ve kötüleme kampanyalarının İslâm birliği ve kar­deşliğini nasıl yaraladığı, bölünme ve parçalanmalara vesile olduğu bütün ıztı-raplanyla yaşanmıştır. Âlet olunmaması, böyle bir duruma düşülmemesi gerek­tiğini Resûlullah mucizevî bir tarzda beyan buyurmuşlardır. Irkçılığı öne sürüp İslâm dünyasını parçalamayı hedef alan ve Müslümanları birbirine düşüren ve Arap düşmanlığını körükleyen İslâm düşmanlarının bu oyunlarını nazara alma­yıp şuursuzca tavırlar takınmak büyük bir felâkettir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "sinek ısırmasın diye müthiş yılanlara kendini kaptırmak" nevinden bir divanelik­tir. Büyük ejderhalar hükmündeki Avrupa'nın doymak bilmeyen hırslarına, açtık­ları pençelerine ehemmiyet vermemek, belki onlara manen yardım etmek de­mektir. Irkçılık fikriyle Şark vilayetlerindeki vatandaşlara ve güneydeki dindaşla­ra düşmanlık besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve tehlikeleri de beraberinde getirir. Bunun yanlışlığını ise Bediüzzaman şöyle dile getirir; "O Cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Ce-nubtan gelen Kur'ân nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur."

Bediüzzaman onlara düşmanlığın insanı nasıl bir tehlikeli sonuca götürdü­ğünü de şöyle anlatır:

"İşte o dindaşlara adavet [düşmanlık] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviyye ve hayat-ı uhreviyeyyesine bir nevi adavettir. Hamiyyet nâmına ha­yat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; hamiyet değil hamakattır [aptallıktır]. [9]

Bütün mesele îman kardeşliği potasında eriyebilmek, dünyanın neresinde olursa olsun bütün Müslümanlara karşı kardeşçe duygular besleyebilmektir.

 

141. [1:179 Hadîs No: 227]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Fakirleri sevin ve onlarla oturup kalkın. Kendi kusurunu bilmen, seni başkalarının kusurunu araştırmaktan alıkoysun.[10]

 

İmtihan dünyası gereği Cenab-ı Hak, bazı kullarını zengin, bazılarını da fa­kir yaratmıştır. Herkesin rızkı takdir edilmiş, kısmeti belirlenmiştir. Bazıları çalı­şır, çabalar zengin olur; bazıları da çalışmasına rağmen fakir kalır.

Böyle olunca zenginlik böbürlenme ve büyüklenme vesilesi olamayacağı gibi fakirlik de üzülme ve ezilme vasıtası olamaz. Zengin, imkânlarını Allah'ın bir ih­sanı bilip, bir şükran ifadesi olarak fakirleri gözetmek, ellerinden tutmakla mükel­leftir.

Hadîste fakirleri sevme, onlarla oturup kalkma emredilmiştir ki, bunun birçok faydaları vardır. Herşeyden önce fakirlerle oturan kimse gururunu, kibirini kır­makta, tevazu ve şefkat kanatlarını açmaktadır. Tevazu âbidesi olan Resûlulla­hın en güzel âdetlerinden biri de fakirlerle oturup kalkmasıydı. Hatta bu davra­nışlarını gurur ve kibirden yanlarına yanaşılmayan müşrikler bir türlü hazmede-miyorlardı. Birgün Selman-ı Farisî, Ebû Zer gibi fakir mü'minlerle sohbet etmek­te olan Resûlullahın yanına gelen müşrikler, 'Ya Muhammedi" dediler. "Ne zaman senin yanma gelsek, bu fakir kimseleri buluyoruz. Biz Mudar kabilesinin eşrafıyız. Bunları yanından uzak tut ki, sana îman edelim. Biz bunlarla bir arada bulunmaktan ar duyuyoruz, nefsimize yediremiyoruz. Şayet biz îman edersek, her kabile iman eder."

her kabile iman eaer.

Oysa Cenab-ı Allah, Resulüne nasıl davranacağını indirdiği âyetiyle şöyle bildirmişti: "Ey Muhammedi Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam Ona iba­det edenlerle sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı zinetine kapılıp gözünü Ashabından ayırma."[11]

Bunun üzerine Resûlullah Selman'la Ebû Zer'i buldu, haklarında âyetin indi­rildiğini bildirdikten sonra şu müjdeyi verdi:

"Sizinle beraber sabretmeyi emretmeden canımı almayan Allah'a hamd ve senalar olsun. Şunu bilin ki, ben yaşadığım müddetçe aranızda yaşayacağım. Öldüğüm zaman aranızda öleceğim."[12]

Hz. Nuh'a da o günün müşrikleri aynı şeyleri söylemişlerdi: "Ey Nuh, başın­dan o fakirler topluluğunu kov! Biz onlarla beraber bulunmayı, bir zütl telakki edi­yoruz. Onları kovarsan biz de îman ederiz."

Hz. Nuh ise onlara şu cevabı vermişti: "Ben onları asla kovamam. Onlar âhi-rete ve Allah'a inanan kimselerdir. Allah'a îman edenlerin ise, şanı çok yücedir. Rableri onlara âhirette nice nice nimetler hazırlamıştır. Halbuki sizler, üstünlü­ğü, geçici mal ve mevkilerde anyorsunuz. Ne îman edenlerin kadrini ve ne de onları âhirette bekleyen nîmetleri biliyorsunuz. Allah'a ve âhirete inanmadığınız halde, böyle bir teklifte bulunmanızın mânâsı nedir? Böylesine kıymetli ve aziz olan mü'minleri sizin hatırınız İçin yanımdan kovarsam, beni Allah'ın azabından kim kurtarır? Şunu iyi bilin ki, sizlerin hepinizi, şu halinizle onların bir tekine bile tercih etmem."[13]

Fakirlerle beraber olan onların durumlarını, acı hal ve tztıraplarını daha ya­kından hissetme fırsatı bulur. Vicdanen harekete geçip yardımlarına koşar.

Sonra zengin, o imkân ve nimetlere bir ölçüde fakirler sayesinde ulaştığının şuurunda da olmalıdır. "Zayıflarınız sayesinde nzıklanırsınız" hadîsi o zayıf ve fakirlere şükran borcumuz olduğunu da göstermektedir.

Öte yandan fakir haldeki birçok işçi, memur kimseler sayesindedir ki, zengin­lerin çarkı dönmektedir. Onların çalışmaması demek, çarkın durması demektir. Öyleyse durumu iyi olmayan hiçbir kimse hor ve hakir görülmemelidir.

Fakir ve yoksullarla bir arada bulunmak onların hayırlı dualarını almaya da vesiledir. Bu dualar vesilesiyle Cenab-ı Hak zenginlerin işlerini kolaylaştırır.

Bu davranış aynı zamanda içtimaî kaynaşmayı ve kenetleşmeyi de sağlar. Toplum yekvücut haline gelmiş olur. Böyle toplumlarda alt-üst kavgası, zengin-fakir çatışması da olmaz. Zenginler fakirlere şefkat ve sevgiyle eğilirlerken, fa­kirler de onların iyilikleri için duacı olurlar.

Hadisin ikinci cümlesi de her Müslüman için bir ölçü olacak mahiyettedir. İn­san kendini kusurlu bilip ve kendi kusurlarıyla meşgul olup onları düzeltmeye çalışsa başkalarının kusurlarını görmeye, onlarla meşgul olmaya fırsat dahi bu­lamaz. Biz herkesten önce kendimizden mes'ûl olduğumuza göre bize başkala­rının kusurları değil, kendi kusurlarımız sorulacaktır.

Kişinin kendi kusurlarıyla uğraşması aynı zamanda tekâmülünün de esasını teşkil eder. Başkalarının kusurlarını sayıp dökmekten başka iş bilmeyen kimse­ler kendilerini yetiştirme, olgunlaştırma fırsatı da bulamazlar.

Kendi kusurunu bilen insan, o kusurunun ezikliği içerisine bürünür, başkaları­nın kusurlarıyla uğraşmanın uygun olmayacağını düşünür ve o kusurlardan kur­tulmaya çalışır.

 

142- [1:180, Hadîs No: 229]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Mü'minin yitik malı olan ilmi elde ettiğinizde, onu kaybolmaktan koruyunuz.[14]

 

143- [1:182, Hadîs No: 234]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Sizi çok çok övenlerin yüzüne toprak saçın.[15]

 

Birinden birşey istediğinde karşısındaki kimseyi çok çok öven, dalkavukluğu kendisine meslek ve geçim vasıtası yapan, överken sözlerine yalan karıştıran kimseler vardır. İşte, Peygamberimiz böylelerini hoş karşılamıyor. Hadîste ge­çen "toprak saçma" ifâdesi, "birşey vermemekten" kinayedir. Buna göre hadîsin mânâsı, "Yalan sözlerle çok överek sizden birşey isteyen kimseye birşey verme­yin, onu boş çevirin" demek olur. Zaten Peygamberimiz (as.m.) başka bir hadîs­lerinde de "Birşey isterken söze karşıdakini överek başlamayın" buyurmuşlardır.

 

144- [1:186, Hadîs No: 243]

Sevbân (r.a.) rivayet ediyor:

Mü'minin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar ve Onun muvaffak kılmasıyla konuşur.[16]

 

Bütün güzellik ve faziletlerin kaynağı olan îmanın mü'mine kazandırdığı en önemli özelliklerden birisi de ferasettir. Mü'min ferasetlidir, basiretlidir, keskin görüşlüdür, hadiseleri iyi değerlendirir, sonucu baştan görür. îmanın kuvvetliiiği ölçüsünde bu özellik mü'minde inkişaf eder. Âdeta insanların kalblerini okurca­sına bir inkişaf kaydeder mü'min. Öylesine bir anlayış ve şuura erer ki jylyi kötü­yü, hileyi hud'ayı bir çırpıda kestirir, meseleyi hemen kavrar. Kolay kolay hük­münde yanıJmaz. Mü'minin bu özelliğini bilen münafık ve kâfirler, hareketlerinde dikkatli olmak, adımlarını ihtiyatla atmak zorunda kalır, hile ve desiselerinin su yüzüne çıkacağını, aldatma ve düzenbazlıklarının keşfedileceğini düşünür, dik­katli davranırlar.

Mü'minin bu anlayış ve keskin görüşlülüğü, Allah'ın nuruyla bakmasından dolayıdır. Bu nura hiçbir güç dayanamaz. Fikrî bir atmosferde de yine mü'minin ortaya koyduğu deliller ve ispatladığı meseleler karşısında muarızlar iki kelâm edemez, susmak zorunda kalırlar. Çünkü mü'minin dayanağı kuvvetlidir. Kur'ân'ın akla ve mantığa dayalı esaslarını kendine esas edindiği içindir ki, kim­se onun sırtını yere getiremez, mağlup edemez.

 

145- [1:187, Hadîs No: 245]

Ebû'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:

Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Maruftan daha fazla büyüleyicidir[17].

 

Hârut ve Mârut Hz. Süleyman zamanında insanlara sihir öğretmekle görevli iki melekti. İmtihan için gönderilmişlerdi. İsteyen herkese bu ilmi öğreteceklerdi. Ne var ki, insanlar bu ilmi şerre âlet etmeyeceklerdi. Bu iki melek sihrin şerrin­den korunmak ve onu şerre kullanmamak şartıyla insanlara bu ilmi öğretiyorlar­dı. Ellerindeki sanat cazipti, büyüleyiciydi.

Peygamberimiz (as.m.) insanları dünyanın şerrinden sakındırmak için Hârut ve Mârufu misâl vermekte, dünyanın onlardan daha büyüleyici olduğunu bildir­mektedir.

Evet, dünyanın zevkleri, eğlenceleri caziptir. Nefsin hoşuna gider. İnsanı o kadar büyüler, sersemleştirir ve sarhoşlaştırır ki, insan ölmeyecekmişcesine on­lara sarılır. Ayıldığında bakar ki ömrü bitmiş, elinde zevk ve eğlence namına birşey kalmamış, günahları ise boynuna yüklenmiş.

Hadîslerde dünyayı sevmenin her kötülüğün başı olarak gösterilmesi, yukar­da geçtiği gibi ondan sakınmanın tavsiye edilmesi, işte dünyanın sefahete, oyun ve eğlencelere, gayr-i meşru keyiflere bakan bu yönüdür. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle dünyanın zevk ve eğlenceleri zehirli balı andınr. Tadım­lıktır. Ağza beş dakika tad verir, ama saatlerce kann sancısı çektirir. Gayr-i meşru zevklerin nerede başlayıp nerede biteceği belli olmaz. Hastahanelerde mi, hapishanelerde mi veya kabristanlarda mı noktalanır, bilinmez. Bir saat zevk uğruna, saatlerce, günlerce, yıllarca ıztırap çekmenin akılla, mantıkla bağdaşır yanı yoktur. Artık o zevk, zevk olmaktan çıkar. Hiçbirşey olmasa bile ayrılık acı­sı, ona kavuşmanın lezzetini hiçe indirir.

Ama insan dünyanın bu fânî ve nefse hitap eden yönünden yüzünü çevirip âhirete bakan yönlerine yönelse, o zaman dünya, gerçek mânâda değer kazanır ve ebedî saadete bir atlama basamağı olur.

Evet, dünyanın diğer ikinci yüzü, âhiretin tarlası hükmünde olan yüzüdür. Bu yönüyle dünyaya ne kadar çok çalışılsa yeridir. İyi amel tohumlarını eken insan­lar öbür tarafta iyi neticeler alırlar.

Dünyanın üçüncü bir yüzü ise, Cenab-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnasına bakan yü­züdür. Bu yönüyle dünya Esmâ-i Hüsnaya bir aynadır. Neye bakılırsa bakılsın, Cenab-[ Hakkın isimlerinin birer nakşı, sanatı olduğunu anlamak zor olmaz. Herbir eşyada görünen güzellikler Cemîl isminden, binbir faydayla yaratılışları Hakim isminden, ince bir plânın eseri oluşları Mukaddir isminden, harika suret­leri Musavvir isminden kaynaklanmaktadır. Bir ilmin eseri oluşları, Alîm ismini, bir kudretin neticesi oluşları Kadir ismini; bir iradenin sonucu oluşları da Mürîd ismini göstermektedir. O hatde Cenab-ı Hakkın güzel isimlerine birer ayna olan yaratıkları bu yönleriyle sevmek, takdir etmek, Allah'ın eşsiz büyüklüğünü ve kudretini görmek,mânâsına geldiğinden faydalıdır. Bu yönüyle de dünya ne ka­dar sevilirse sevilsin yeridir.

 

146- [1:188, Hadîs No: 247]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Nefsin gizli desisesinden sakının. Âlim etrafında insanların otur­masını ister.[18]

 

Manevî makam yükseldikçe nefis ve şeytanın hile ve tuzakları da o ölçüde artar. Nefis ve şeytan ilim yolunda olan ve hakka hizmet edenlerle daha çok uğ­raşır. Onun içindir ki birçok badirelerden geçen âlim her adtm başı önüne çıka­bilecek manevî tuzaklardan sakınmakla baş başadır. Bu tuzaklardan biri de et­rafına kendini dinleyecek kalabalıkların toplanmasıdır.

Bunda ne gibi mahzurlar olabilir? Eğer nefis bunlardan hoşlanıyor ve âlimi havalara sokuyor, üstünlük kompleksine kaptırıyor, "Bakın, ben ne kadar büyük ve değerli bir âlimim ki herkes beni dinliyor, etrafımda halkalanıyor" dedirtiyorsa, işte o zaman tehlike çanları çalıyor demektir. Nefis artık âlimin o kadar içine iş­ler ki ne kadar çok insan dinlerse o kadar çok hoşlandırır, az insan dinlediğinde de hayai kırıklığına uğratır.

Nefsin bu desisesinden kurtulmanın yegâne çâresi ihlasa sarılmaktır. Az ve­ya çok ne kadar insan dinlerse dinlesin bunları ne büyüklük, ne de küçüklük me­selesi edinmemektir. "Benim vazifem hizmettir, anlatmaktır. Az veya çok ne ka­dar insan dinlerse dinlesin, kabul etsinler veya etmesinler, bunlar beni ilgilen­dirmez. Dinletmek, kabul ettirmek Allah'a aittir. Benim vazifem ise sadece anlat­maktır. Gerisine karışmam" diyebilmektir. Bu duygu ve düşünce yerleştiğinde ne kadar büyük kalabalıklar dinlerse dinlesin artık âlim böbürlenmez. Dinleyen­leri azaldığında da üzülmez. Aşk ve şevkle hizmetini yürütür, sonucu Allah'a bı­rakır ve mükâfatını Ondan bekler,

 

147-[1:189, Hadîs No: 250]

Ali'den (r.a.) rivayetle:

Zulümden sakınınız. Çünkü zulmün cezasından daha süratli gelen hiçbir ceza yoktur.[19]

 

148. [1:190, Hadîs No: 251]

Ali bin Hüseyin bin Ali rivayet ediyor: Ziraat yapınız. Çünkü o mübarektir.[20]

 

Tabiî nzık vasıtası üçtür: Sanat, ziraat ve ticaret. Hadîslerinde ziraatçılığı tavsiye eden Resûlullah bu üç yoldan birisi olan ziraatçılığın mübarek bir mes­lek olduğuna dikkatleri çekiyor. Bu mesleği hor ve hakir görüp ziraatçılığa ya­naşmayan insanlara verilebilecek en güzel cevaplardan biri bu olmalıdır. Rızkın en büyük kaynaklarından biri şüphesiz topraktır. En büyük geçim vasıtalarından birisi de bu değil midir? Birçok ülkede nüfusun çoğunluğunun toprakla uğraşma­sı ziraatçılığın insanların hayatındaki yeri ve önemini gösterir. Kalkınmış ülkele­rin bile tarım ürünlerine muhtaç oiuşu ziraatın her devirde geçerliliğini koruduğu­nun delilidir.

Resûlullahın diğer bir çok önemli meslek yanında özellikle ziraatçılığa teşvik edişi, hatta başka bir hadîslerinde "Dünya öküzle balık üzerinde duruyor" buyu­rurlarken de içtimaî hayatta, geçim vasıtaları arasında Öküzü sembol olarak gösterirken de ziraatçılığın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Birgün eli nasırlaş­mış bir çiftçinin elini okşayarak, "İşte AHah ve Resulünün sevdiği el" buyurusu da herkesçe bilinen hakikatlerdendir. Resûlullahın ziraatçılığı teşvik eden daha birçok hadîsleri vardır. Bunlardan biri şöyledir: "Herhangi bir Müslüman bir ağaç diker veya ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya hayvan yerse, muhakkak ki onun için sadaka olur[21]

Hz. Âdem gibi insanlığın atası olan bir Peygamberin yeryüzünde ilk defa çift­çilik yapan insan oluşu, peygamber mesleği olan çiftçiliğe bir teşvik mânâsı taşı­mıyor mu?

Koca süper devletlerin bile toprak ürünleri ithal etmek zorunda kaldığı bir za­manda toprağı gerektiği gibi değerlendirebilmek ve bunun yollarını aramak, kal­kınmanın önemli unsurlarından biri olduğu kadar dinimizin de bizden istediği önemli davranışlardan biridir.

 

149, [1:190, Hadîs No: 252]

îbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:

En güzel Kur'ân okuyan insan, okurken Allah'tan korktuğunu an­ladığın kimsedir.[22]

 

150. - [1:191, Hadîs No: 254]

Ebû Saîd (r.a.) rivayet ediyor:

İdareci olduğunuzda iyilikle muamele edin. İdareniz altındakile­rin kusurlarını affedin.[23]

 

151- [1:191, Hadîs No: 255]

Âişe'den (r.a.) rivayetle:

Allah'ın nimetlerine gereken saygıyı gösterin ve günah işleyerek onu elinizden kaçırmayın. Çünkü bir topluluğun elinden kaçan nimet nadiren geri gelir.[24]

 

Nimet denilince insanın yiyip içtiği, giyip kuşandığı, tek kelimeyle faydalandı­ğı şeyler hatırımıza gelir. Allah yer ve göklerin nimetlerini biz kulları için hazırla­mış, önümüze sermiştir. Bunlardan âzami ölçüde faydalanmak, çare ve vasıta­larını bulmak da bize düşmektedir.

Yalnız Rabbimiz bu nimetlere saygı duymamız şartını da getirmiştir. Nimete saygı duymak demek sadece dille "Allah'a hamdolsun, şükürler olsun" demek­ten ibaret değil, nimetleri yerli yerinde ve en güzel şekilde kullanmak demektir. Bunun da yolu helal dairede kalmak, haramı helali ayırmak, israfa girmemek, ik­tisat ve kanaat etmek, kısacası şükretmekten geçer. Şükür nimetin devamını sağlamakla kalmaz, artmasına da vesile olur. Nimete saygı göstermemek, nânkörlük etmek, o nimetleri günaha âlet etmek İse nimetin elden kaçmasına vesile olur. Bir âyette, "Siz şükreder, îman ederseniz, Allah size niye azap etsin?"[25]  buyururken, diğer bir âyette de, "Eğer siz şükrederseniz andolsun ki, nimetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz azabım çetin olur[26]  buyurulmaktadır. Nime­te saygı duymayanlar nimeti sadece ellerinden kaçırmakla kalmaz, şiddetli bir azaba da duçar olurlar.

Eğer bu nimet kişiyi değil de toplumu alâkadar ediyorsa, ekseriyetin o nime­tin değerini bilmemesi, nimetin elden kaçmasını netice vermekle kalmaz, sıkıntı ve ıztırapları da beraberinde getirir. Kişi ve toplum olarak yaşadığımız birçok hâdise bu gerçeğin birer tefsiri mâhiyetinde değil midir?

 

152- [1:192 Hadîs No: 256]

Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor:

Namazda saflarınızı düzgün tutunuz.

 

Cemaatle namaz kılarken safları düzgün ve sık tutmak cemaatle namazda aranan mühim hususlardan birisidir. Safların tertibi, birinci ve onu takip eden saflarda namaz kılmanın fazileti ve sevabı hakkında pekçok hadîs vardır. Pey­gamberimiz bir çok hadîslerinde mü'minleri bu hususta ikaz etmiştir. Yukarıdaki hadîsten başka daha pekçok hadislerinde Peygamberimiz düzgün saf tutmanın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Meselâ şu hadîslerinde birinci safın faziletini na­zara veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Allah birinci safı dolduranlara rahmet eder; melekler de onlar için duâ eder­ler. Safları doldurmak için atılan bir adımdan Allah rızâsına daha yakın başka bir adım yoktur."[27]

Safların tertibine son derece ehemmiyet veren Peygamberimiz, safları bir mızrak gibi düzeltmeden namaza başlamazlardı. Hz. Ömer safları düzeltmesi için hususî birini görevli tâyin etmişti. O da Resûtullah gibi saflar tam olarak dü­zeltilmeden namaza başlamazdı. Hz. Osman ve Hz. Ali de namaza başlamadan önce safları bizzat düzeltirlerdi.

 

153- [1:192 Hadîs No: 257]

Seki bin Hamaliye rivayet ediyor:

Güzelce giyinip kuşanınız; kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Tâ ki in­sanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi görünesiniz.[28]

 

Siyah bir zemin üzerindeki beyaz bir nokta hemen dikkati çeker. Mü'min de işte o beyaz nokta gibi îman ve ahlakıyla olduğu gibi, giyim ve kuşamıyla da di­ğer insanlardan farklı olduğunu göstermekle mükelleftir. Sahip olduğu îman, iba­det ve güzel ahlâk onu âdeta melekleştirirken, pırıl pırıl, ter temiz kıyafetlere bü-rünüşü de ona olgunluk, ağırlık ve güzellik kazandırır.

Niçin mü'min siyah üzerindeki beyaz gibi olmalıdır?

Mü'minin mühim bir vazifesi Esmâ-i Hüsnâya aynalık yapmaktır. Zerreyi, kü­reyi, çiçeği, sineği, kelebeği, bebeği, kısacası herşeyi plânlı, programlı, düzenli ve sanatlı yaratan Allah, tabiatta sergilediği renk ve ahenk cümbüşüne insanın da uyum sağlamasını istemektedir. Diğer yaratrklar bir noktada buna mecburen ayak uydururlarken, insan iradesiyte, şuuruyla katılacaktır. O halde tertiplilik, dü­zenlilik, kılık kıyafetteki düzgünlük Cenab-i Hakkın kâinatta tecelli etmekte olan Musavvir, Mukaddir, Cemîl, Mücemmîl gibi isimlerine bir ayna, bir mazhar ve te-celligâh olmaktan ibarettir.

Güzel ve düzgün giyinme insanın kibire, gurura kaptırmasına sebep olmaz. O niyetle olmadfkça kibir ve gurur olmaz. Peygamberimiz (a.s.m.) birgün "Kal­binde zerre kadar kibir bulunan kişi Cennete giremez" buyurduğunda, "İnsan el­bisesinin, ayakkabısının güzel olmasını sever" demişler, Resûlullah da şöyle buyurmuşlardı:

"Allah Cemîldir, güzelliği sever. Kibir hakkı beğenmemek, şımarmak ve in­sanları küçümsemektir."[29]

O halde insan hakkı beğenmeme, kılık kıyafetle şımarma, çalım satma, in­sanlara tepeden bakma gibi bir duruma girmediği sürece Cemîl ismine mazhar olacaktır.

Elbette güzel, tertipli ve derli toplu giyinmenin kibirle alâkası olamaz.Tehlike, herşeyi kılık kıyafette arama şaşkınlığına düşme, onu üstünlük ölçüsü gibi görme, insana gerçek değer veren üstünlüklere, manevî değer ve faziletlere yan bakma, elbiseyle büyüklenme ve gururlanmaya kalkmadır. Allah Resulü, "Allah, kibirli kibirli elbisesini çekip duran kişinin yüzüne bakmaz. O elbise ister helal-dan, isterse haramdan temin edilmiş olsun"[30]  buyurarak yanlış ve tehlikeli olan giyinmenin büyüklük vasıtası yapılan giyim ve kuşam olduğunu açıkça belirt­mişlerdir.

Tehlike kılık kıyafetle gösterişe kaymaktır. Sırf insanlara gösteriş olsun diye, şöhret sevdasıyla güzel giyinen kimse kendini Allah'a değil, insanlara beğendir­meyi düşünme sevdasındadır. Kulu Allah beğenmedikten sonra insanlar beğen­miş kaç para eder? Sonra Allah, insanların'kalbine beğenme duygusunu koyma-sa atlastan, ipekten elbiseler de giyse yine beğenmezler. İbni Ömer'in rivayet etti­ği bir hadîs de şöhret için elbise giyenlerin kulaklarını çınlatacak ehemmiyettedir. Hadîse göre böyle bir kimseye, Cenab-ı Hak, Kıyamet Gününde şöhretelbisesi yerine zillet elbisesi giydirecek, sonra da o elbiseyi ateşle alevlendirecektir.[31]

Demek ki kibire, riyaya, şöhrete, küfran-ı nimete kaçmadığı sürece güzel, te­miz ve düzenli giyinmenin dinimizin açık tavsiye ve emirleri arasında olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Cuma, bayram ve cemaat namazlarına katılırken temiz ve düzenli elbiseler giymenin tavsiye edilişini bunlar arasında saymak ge­rekir.

Ayrıca güzel giyinmek, "Allah verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde gör­mek ister" hadîs-i şerifinde anlatılan hakikate de uygun hareket etmek demektir. Mü'min imkânları ölçüsünde giydiği temiz ve düzgün kıyafetlerle Allah'ın nimet­lerine şükretmenin işaretini de taşımış olur.

Bilhassa öze değil kabuğa, ruh yerine şekle, kalbi bir tarafa atıp görünüşe, fazilet yerine kıyafete önem verildiği günümüzde İslâmı temsilde manen görevli olan her mü'minin dilleri ve halleriyle olduğu kadar, kılık kıyafetleriyle de çekici bir platformda olmalarının birçok faydaları vardır. Perişan kıyafetli bir kimse, is­terse içinde hazineler taşısın, antipati uyandırmak ve sahip olduğu hakikatlere gölge düşürmekle baş başa kalabilir. İslâmı bütün berraklığıyla sunabilmek için bu hususu da göz önünde bulundurmak gerekir.

 

154- [1:193, Hadîs No: 258]

îbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle;

Seslerinizi Kur'ânla süsleyiniz.[32]

 

.Bu hadîs mü'minleri güzel bir noktaya yöneltmektedir. Gerçek ses güzelliği ancak Kur'ân'la süslenebildiği ölçüde mümkün olur, Kur1 ân âlemlerin Rabbi olan Allah'ın kelâmıdır. Nasıl büyüklerin sözleriyle sözlerimiz değer kazanıyorsa ilâ­hî kelâmı serpiştirilen ve onunla pekiştirilen sözler o ölçüde kıymet kazanırlar. Şâirin, "Ben sözlerimle Kur'ân'ı övemedim. Kur'ân benim sözlerimi övdü, güzel-leştirdi" dediği gibi sözlerimiz ona dayandığı, ondan kaynaklandığı, ona yer ver­diği, ondan bahsettiği ölçüde daha çok değer ve mânâ kazanırlar.

Hadisten Kur'ân okuyarak seslerimizi renklendirmenin yanısıra şarkı, türkü ve hoş olmayan sözler söyleme yerine Kur'ân okuyarak sesleri güzelleştirmenin en önemli yollarından biri olduğunu da çıkarıyoruz. Öyle Kur'ân okuyucuları vardır ki güzel sesleriyle ruhları büyüler, nefisleri etki altına alırlar.

 

155. [1:194 Hadîs No: 263]

Sa 'sa' el-Müeâşiî rivayet ediyor:

îki çenenin ve iki bacağının arasmdakini koru.[33]

 

156- [1:196, Hadîs No: 265]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Baba dostunu gözet; onunla ilişkiyi kesme ki, Allah, nurunu sön­dürmesin[34].

 

157- [1:197, Hadîs No: 267]

îyaz el-Ensârî rivayet ediyor:

Ashabım ve akrabalarım hususunda hakkımı gözetin. Kim onİar ısusunda hakkımı gözetirse, Allah dünyada ve âhirette onu gözetir, im bunu yapmazsa, Allah ondan yüz çevirir. Allah kimden yüz çevi-rse yakasından tutması yakındır.[35]

 

158- [1:198, Hadîs No: 269]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Bıyıklarınızı kısaltın, sakalınızı uzatın. Yahudilere benzemeyin.[36]

 

159. [1:201, Hadîs No: 276]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Kadınları, eğer denk iseler istedikleri ile evlendirin.[37]

 

160- [1:201, Hadîs No: 277]

Ebû Derdâ'dan (r.a.) rivayetle:

Ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: (1) âlimin hatâsı, (2) münâfıkın Kur'ân'i âlet ederek mücâdeleye kalkması, (3) kaderin in­kâr edilmesi.[38]

 

161- [1:202, Hadîs No: 278]

El- Hakim rivayet ediyor:

Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum:

1. Heva ve heveslerinin kendilerini şaşırtması.

2. Mide düşkünlüğü ve şehevânî isteklerine uymaları.

3. Hakikati bilip öğrendikten sonra gaflete düşmeleri.[39]

 

162- [1:203, Hadîs No: 279]

Ebû Mihcen es-Sekaft rivayet ediyor:

Benden sonra ümmetim hakkında şu üç şeyden korkuyorum:

1. İdarecilerin zulme sapmaları.

2. Yıldızların tesirine inanmaları.

3. Kaderi inkar etmeleri.[40]

 

163. [1:204, Hadîs No: 281]

Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Cebrail bana Hüseyin'in Fırat kenarında şehid edileceğini haber verdi.

 

Hz. Hüseyin Peygamberimizin torunu, Hz. Ali ve Hz. Fâttma'nın oğludur. Peygamberimizin mübarek nesli Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den devam etmiştir. Peygamberimiz bu hadîslerinde Cebrail'in haber vermesiyle bir mû'cize olarak Hz. Hüseyin'in Fırat kenarında şehid edileceğini bildiriyor. Cebrail'in bunu Pey­gamberimize haber vermesi şöyle olmuştu:

Birgün Cebrail (a.s.) Peygamberimizin yanına gelmişti. Peygamberimiz o sı­rada Ümmü Seleme validemizin yanındaydı. Ümmü Seleme'ye (r.a.), "Kapıyı üzerimizden kapat, içeriye kimseyi atma" buyurdu. Onlar içerdeykeri Hz. Hüse­yin geldi, içeriye girmek istedi. Hz. Ümmü Seleme onu içeriye koymak isteme-diyse de Hüseyin (r.a.) bir fırsatını bulup içeriye daldı ve Resûlullahın kucağına oturdu. Peygamberimiz sevgili torununu öptü, sevdi. Cebrail (a.s.), "Hüseyin'i çok mu seviyorsun?" diye sordu. Peygamberimiz, "Evet, çok seviyorum" buyur­du. Cebrail (a.s.), "İyi ama ümmetin onu şehid edecek" dedi. Peygamberimiz, "Demek onu mü'minler öldürecek?" diye hayretini bildirdi, Cebrail (as.) "Evet" dedi ve oradan ayrılarak kısa bir müddet içerisinde Kerbelâ'dan getirdiği kırmızı ve ıslak bir avuç toprakla geri döndü. Bunun üzerine Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Cebrail'in getirdiği toprağı da saklaması için Ümmü Se­leme'ye verdi.[41]

Gerçekten de, Peygamberimizin "Reyhanım" dediği Hz. Hüseyin Hicretin 61. yılında Kerbelâ'da Yezid'in askerleri tarafından hunharca şehid edildi.

 

164. [1:206, Hadîs No: 282]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Bana öyle bir ağaçtan haber verin ki, Müslümana benzesin. Yap­rakları hiç dökülmesin ve her an meyve verip dursun. îşte o, hurma ağacıdır.[42]

 

165   [1:209, Hadîs No: 288]

Beyhakî rivayet ediyor: Ümmetimin ihtilafı rahmettir.[43]

 

İhtilaf; anlaşmazlık, uyuşmazlık, farklılık, başka başka olma mânâlarına ge­lir. Peki herşeycle birliği, beraberliği, kardeşliği, dayanışmayı emreden dinimiz burada ihtilafa nasıl müsaade etmekte, hatta bunu "rahmet" olarak vasıflandır­maktadır?

Görünüşe bakarak hareket edenler ya hadîsi inkâra kalkar veya ihtilaflarına fetva çıkarabilirler. Oysa hadisi bir sarraf gibi ölçen müdakkik islâm âlimleri bur-daki ihtilafı, hakta olmak şartıyla farklı farklı düşünme ve görüşlere sahip olma mânâsında anlamakta ve bunu İslâmın akla verdiği önemin delillerinden birisi olarak saymaktadırlar. Bu ihtilaf, Sünnet-i Seniyye dairesi içerisinde kalmak, bid'atlara dalmamak şartıyla ortaya çıkan birçok hak mezhebin de kaynağını teşkil etmektedir.

Evet, mezheplerdeki farklılıklar birer rahmetten ibarettir. Çünkü herbir mez­hep imamı, âyet ve hadîslerdeki muhtemel ve hak mânâlardan birini yakalamış, içtihadını ona göre yapmıştır. Nasıl aynı suyun kimi hastaya göre tıbben fayda­lı, kimi hastaya göre de zararlı olması akla uygunsa, mezheplerdeki farklı, hatta birbirine ters gibi gözüken içtihadlar da gayet yerindedir.

İslama hizmet maksadıyla ortaya çıkan bütün hak cemaatleri, kalbi inkişaf ettirmeyi ve Sünnet-i Seniyyeyi esas alan bütün hak tarîkatları da aynı çerçeve içerisinde değerlendirebiliriz. Bu ihtilaflar müsbet dairede kaldığı ve birbirlerinin hizmetine mâni olmaya çalışmadıktan, düşmancasına tavırlar içerisine girme­dikleri müddetçe faydalıdır. Mektubafta belirtildiği gibi herbir meslek ve grup kendi mesleğinin muhabbeti uğruna başkalarının tahrip ve iptaline çaJışmamalı-dır. Bir taraftan kendi mesleğinin tamir ve revacına çalışırken, diğer taraftan da başkalarının ikmal ve ıslahına gayret göstermelidir. Tâ ki müsbet dairede kala­bilsin. Garazkârâne, düşmancasına birbirlerinin tahribine çalıştıkları zaman ise menfî bir ihtilaf sergilemiş olurlar. Birbirleriyle boğuştukları için müsbet hareket edemezler. Bu ise hadisin nazarında reddolunmuştur.

Hak ve hakikat namına olan fikirlerin çarpışması da maksat ve esasta birleş­mekle birlikte metodda ihtilaf eder. Böyle bir fikir çarpışması sonunda hakikat bütün yönleriyle ortaya çıkmış, hakka ve hakikate hizmet edilmiş olur. Fakat ta-rafgirâne ve garazkârâne firavunlaşmış nefis hesabına, kendini beğenme ve şöhrete düşküncesine yapılan fikirlerin çarpışmasından ise hakikat kıvılcımları değil, aksine fitne ateşleri çıkar. Çünkü maksatta ittifak gerekirken, böylelerinın fikirlerinin yeryüzünde dahi birleşme noktası bulunmaz. Hak namına olmadığı için, sonsuz derece ifratla gider. Tamiri mümkün olmayan bölünmelere sebep olur.[44]

 

166. [1:212, Hadîs No: 289]

Ali'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muştur:

İdarecinin hediye alması haramdır. Hâkimin rüşvet alması da kü­fürdür.[45]

 

Bir memlekette huzurun, sulhun devam edebilmesi için o memlekette adale­tin hükmetmesi şarttır. Adaletin bulunduğu yerde zayıflar ezilmez; hak ve hu-kuklannı koruyabilir, çiğnenmişse haklarını alabilirler. Güçlü de hak ve hukuku çiğneme cesareti gösteremez. Gösterse bile cezasını bulur. Bu durumu bilen di­ğer güçlüler koiay kolay haksızlık yapma cür'eti gösteremezler, işte Hz. Ömer, adaletin bu ve buna benzer faydaları içindir ki, "Adalet mülkün temelidir" demiş­tir.

Adaletin ayakta kalabilmesi için ise idarecilerle hâkimlerin tarafsızlıkların! yi-tirmemeleri gerekir. İdarecinin hediye alması tarafsızlığını yitirmesine vesîle olur. Bu da haksızlıklara götürür. Sonuçta zâlimler keyif sürer, mazlumlar inler; cemiyetin tadı kaçar.

İdareci de, hâkim de hediye, rüşvet gibi çıkar sağlayacak şeylerden uzak kalmalıdırlar ki, suçlu en yakınları da olsa, güçlü kuvvetli de olsalar hak ile hük­medebilsinler. Böylece adalet tecelli edebilsin. Hâkimin rüşvet alması demek haksız tarafa meyletmesi, taraftar olması demektir ki, adaletin sarsılmasını, ayaklar altına alınmasını netice verir. Hadiste bu "küfür" olarak nitelendirilmiştir. Buradaki küfür, inanç noktasından küfür değil, büyük nankörlük, küfran-ı nimet­te bulunmak, nimeti hiçe saymak demektir. O hareket helâl kabul edilmedikçe küfre girilmiş olmaz.

 

167.  [1:213, Hadîs No: 291]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Kader hakkında bilir bilmez konuşmak, ümmetimin âhirzaman-daki kötülerine bırakıldı.[46]

 

Olacak herşeyin olmadan önce tâ ezelde Allah tarafından bilinip yazılması hâdisesine kader denir. Kıyamete kadar olacak her şey kader ile takdir edilmiş­tir. Bu, Allah'ın sonsuz ilminin eseridir.

Allah kuluna bir cüz'î irade vermiş, iyi ve kötü yolları göstermiş, sonucuna katlanmak şartıyla istediğini seçebileceğini bildirmiştir. Kuf iyi ve kötü neyi ister­se Allah onu yaratır.

Meselenin özünü bilmeyenler, "Allah benim kaderime ne yazmışsa o olur" deyip işledikleri kötülüklerden ötürü kaderi suçlamaya kalkarlar. Allah, 'Yapma­yın" dediği birşeyi kulunun kaderine yazmışsa, kul istediği için yazıyor. O halde suçlu kader değil, o suçu işleyen kimsedir.

Kaderin önceden bilinmiş olması kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Bilmek de­ğil, yapmak suçtur. Sonra Allah yazmış olduğu için biz yapmıyoruz. Biz yapaca­ğımız için—Allah geçmişi ve geleceği bilen sonsuz ilmiyle görmüş, bilmiş ve— yazmıştır.

Kaderin bir de ıztırarî kısmı vardır ki bu tamamen bizim irademizin dışında gerçekleşmektedir. Boyumuz, rengimiz, falan anne ve babadan meydana gel­memiz gibi hususları bunlar arasında sayabiliriz. Bunlarda bizim irademizin mü­dahalesi yoktur. Herşeyi plânlayıp düzenleyip yaratan Allah'tır. Ve bu yaratışın­da da sayısız hikmetler vardır. İnsana düşen ise bu hikmetleri görmek, göreme­se bile "Bunda da Allah'ın birçok hikmetleri vardır" deyip rıza göstermektir. "Ni­çin şöyle olmamışım; böyle yaratılsaydım?" gibi sözler kadere itiraz etmek de­mektir.

Yine irademiz dışında başımıza gelen bir kısım belâ ve musibetler vardır ki; bunları da sabır, teslimiyet ve olgunlukla karşılamak, "Mevla görelim neyler, neylerse güze! eyler" demek kadere îmanın gereğidir. Böyle davranmayıp da "Bu belâ da beni nereden buldu?" diyerek isyana girmek, belâ vereni göreme­mek büyük bir gaflettir. Böyle davransa da insanın eline hiçbirşey geçmez. Çün­kü kadere itiraz eden rahmetten mahrum kalır, başını örse vurur kırar

Kısaca böyle bakılması gereken kader konusunda ne yazık ki, yukarıda da misâllerini verdiğimiz gibi, önüne gelen herkes, bilir bilmez, ileri geri konuşabil­mektedir. Oysa bu da bir ihtisas işidir. Ev yaptırırken mühendisi, hastalık ânın­da doktoru, hem de mütehassısını arayan insan îmanla ilgili hassas bir mesele­de niçin bilen birisine sormaz?

İşte Peygamberimiz (as.m.) işi ehlinden sormayıp gerçeğini öğrenmeyip bu konuda ileri geri söz eden kimselerin ümmetinin âhirzamandaki kötüleri olduğu­nu bildirmektedir.

 

168. [1:214, Hadîs No: 294]

Âmir bin Rebiâ'dan (r.a.) rivayetle:

Uhrevî ticârette en çok zarar eden kimse, dünyevî âmellerine ılaşmak için kendisini yiyip bitiren, arzularına kavuşma konusunda ;aman kendisine yardım etmeyen, azıksız olarak dünyadan ayrılan 'e elinde kendisine mazeret olabilecek hiçbir delil bulunmadığı bir ıalde Allah'ın huzuruna çıkarılan kimsedir.[47]

 

169- [1:215 Hadîs No: 295]

Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor;

Ümmetim hakkında en çok şu hususlardan korkuyorum: Şişman­lık, uykuya düşkünlük, tembellik ve îman zayıflığı.[48]

 

170- [1:216, Hadîs No: 298]

Muaz b. Cebel (r.a.) rivayet ediyor:

Dininde ihlâslı ol ki, az bir amel bile sana kâfi gelsin.[49]

 

171-[1:217, Hadîs No: 299]

Dahhak bin Kays rivayet ediyor:

Yaptığınız amelleri sırf Allah rızâsı için işleyiniz. Çünkü Allah sa­dece kendisi için yapılan amelleri kabul eder.[50]

 

172. [1:218, Hadîs No: 300]

Ebû'd-Derdâ'dan (r.a.) rivayetle:

Allah'a ihlasla ibâdet ediniz. Beş vakit namazınızı kılın. Gönül hoşluğu ile malınızın zekâtını verin. Ramazan orucunuzu tutun. Harcınızı yapın ki, Rabbinizin Cennetine giresiniz.[51]

 

Hadîste ihlasla yapılan ibadetin önemi üzerinde durulmaktadır. Bilindiği gibi ibadet Allah'ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmaktır. Beş vakit namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler ise ibadetin ilk sıralarında yer alırlar. Hadiste özellikle bunların zikredilmiş olması, bunların ibadetler arasında ne kadar bü­yük bir yer tuttuğunu göstermektedir.

Kıldığı namazı, tuttuğu orucu, verdiği zekâtı, yaptığı haccı sırf Allah emretti­ği için yapan, başka hiçbir menfaat gözetmeyen insan, ihlasla ibadet yapmış demektir ki bunun mükâfatı Cennettir. Aksi halde menfaat kaygısı ve gösteriş düşüncesiyle yapılan ibadetler, ne kadar çok olursa olsun makbul değildir ve in­sanı Cehenneme gitmekten kurtaramaz.

 

173- [1:219, Hadîs No: 302]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Benden sonra Ehl-i Beytimin hakkını gözetiniz[52].

 

174- [1:221, Hadîs No: 304]

Ebû Zer'den (r.a.) rivayetle:

Emrinizin altındaki hizmetçileriniz kardeşlerinizdir. Onları emri­niz altına veren Allah'tır. Öyle ise kimin emri altında bir kardeşi varsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Gücünün yet­mediğini kendisine yüklemesin; bunu yaptığı takdirde ona yardımcı olsun.[53]

 

175- [1:221, Hadîs No: 305]

Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, ağzı iyi laf yapan mü­nafıktır[54].

 

176- [1:222, Hadîs No: 306]

Câbir'den (r.a.) rivayetle:

Ümmetim hakkında ençok korktuğum şey nefsin isteklerine uy­mak ve ölümsüzlük hayâlidir.[55]

 

177- [1:223, Hadîs No: 308]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Sana birşey emânet edene emânetini ver. Sana hıyanet edene hı­yanet etme.[56]

 

Bahsi geçen hadîs gibi, Resûlullahın birçok altın sözleri vardır ki, insanı ide­al insanlık ufkuna, faziletin zirvesine yöneltmektedir. Resûlullaha uymayı hayat gayesi edinmiş insanlar bunu bir hedef olarak görür, davranışlarını ona göre ayarlamaya çalışırlar. Sûreten medenî, fakat dinde lâkayd olanlarla manen in­sanlıktan uzaklaşmış insanlar huzursuzluktan kurtuluş reçetelerini de Resûlulla-hin bu ve buna benzer tavsiyelerinde bulabilirler. Gerçekten binbir türlü sıkıntı­lar içerisinde kıvranan, ruhen bunalan, büyük bir manevî açlık içerisinde olan in­sanlığın can ü gönülden arzuladığı insanlık modelini Resûlullahın emir ve tavsi­yelerinde görmemek mümkün değildir.

İşte Resûlullah bu öğütlerinde bize güvenenin güvenini sûistimal etmememi­zi, birşey emanet edenin de emanetini gereği gibi koruyup zamanı geldiğinde iade etmemizi emrediyor. Hadisteki fazilete teşvik bu kadarla da kalmıyor, hıya­net edene dahi hiyanette bulunmamayı içine alıyor. Bunu yapabilmek her ne kadar zor ise de mü'min bunu yapmakla mükelleftir. Çünkü rnü'min olmanın ge­reği budur.

Herkes bilmelidir ki mü'min her haliyle güvenilir İnsandır, kendisine hıyanet edilse bile hıyanet etmeyen insandır. Öyle olmalıdır. Kalbine iyiliği, doğruluğu, fazileti nakşetmiş, ruhuna her türlü güzel huyu yerleştirmiş mü'minin hayatında elbette hıyanetin yeri olamaz. Resûlullahın emri de budur.

Hıyanet edenin büyük bir günah işlediği açıktır. Eğer "O hıyanet etti. Bunu karşılıksız bırakmayacağım" deyip hıyanete kalkmak, ateşe körükle gitmekten farksızdır. Bir günah da hıyanetle kendisi işlemiş olur. Oysa hıyanete hiyânetle karşılık vermeyen günaha girmemekte, muhatabı günahıyla baş başa bırak­maktadır. Bu tarz hareketler kötülüklerin kökünü kazımanın da en kestirme yol­larından biridir. Muhatabı pişmanlığa da yöneltebilir.

 

17 8. [1:224, Hadîs No: 309]

İbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayetle:

Allah'ın sana emrettiği farzları işle ki, insanların ençok ibâdet edenlerinden olasın. Sana yasakladığı haramlardan sakın ki, insan­ların en takvâlılarından olasın. Senin için takdir ettiği kısmetine râ-zi ol ki, insanların en zenginlerinden olasın.[57]

 

179- [1:224, Hadîs No: 310]

İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:

Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.[58]

 

180- [1:225, Hadîs No: 311]

Ali'den (r.a.) rivayetle:

Çocuklarınızı şu üç haslet üzere terbiye ediniz: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehl-i Beytinin sevgisi ve Kur'ân okumak. Çünkü Kur1 ân okuyanlar, Allah'ın Arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı Kıyamet Gününde, peygamberler ve asfıyalarla beraber Arşın gölgesinde bulunacaklardır.[59]

 

181- [1:226, Hadîs No: 313]

Osman Bin Affan (r.a.) rivayet ediyor:

Alırken, satarken, borcunu öderken ve borcunu isterken yumuşak davranan kişiyi Allah Cennetine koysun.[60]

 

182. [1:226, Hadîs No: 313]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Gücünüz yettiği müddetçe Müslümanlara suç kesin olarak sabit-leşmedikçe ceza vermemeye çalışın. Müslüman için en küçük bir çı­kış yolu bulduğunuzda onu serbest bırakınız. Çünkü idarecinin affet­mede yanılması, ceza vermede yanılmasından daha hayırlıdır.[61]

 

183- [1:228, Hadîs No: 316]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Allah'a duanızın kabul edileceğine kesinlikle inanmış olarak duâ edin. Şunu da bilin ki, Allah kendisinden gafil ve başka işlerle meş­gul bir kalbin duasını kabul etmez.[62]

 

184. [1:229, Hadîs No: 318]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:       ....

Ölülerinizi salih kimselerin arasına gömün. Çünkü tıpkı dirinin kötü komşudan sıkıntı çektiği gibi ölü de kötü komşudan sıkıntı çe­ker.[63]

 

185. [1:232, Hadîs No: 323]

Ebû Saîd'den (r.a.) rivayetle:

Cehennemliklerin en az azap görenine ateşten iki ayakkabı giydi­rilir. Ayakkabıların sıcağından beyni kaynar.[64]

 

186. [1:232, Hadîs No: 324]

Ebû Saîd (r.a.) rivayet ediyor:

Cennetliklerin en aşağı derecesinde olanına seksen bin hizmetçi, yetmiş iki huri verilir ve kendisi için inci, zeberced ve yakuttan Câbi-ye ve Sana arası genişliğinde bir çadır kurulur.[65]

 

187- [1:234 Hadîs No: 327]

Sehl bin Hüneyf rivayet ediyor:

Sohbet toplantılarının hakkını Allah'ı çok çok zikrederek, yolunu kaybedenlere yol göstererek ve harama bakmayarak ödeyiniz.[66]

 

188. [1:234 Hadîs No: 328]

îbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Azimeti uygulayın. Ruhsatı da kabul edin. İnsanların ayıp ve ku­surlarıyla uğraşmayın ki, şerlerinden emin kalasınız;[67].

 

İslâmın en önemli özelliklerinden biri de kolaylık dini oluşudur. Bütün emir ve yasaklarında bunu görmek mümkündür. Bu hadîslerinde de âlemlere rahmet olarak gönderilen Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (as.m.) bu konuda bize bir ölçü vermektedir.

Hadîste geçen azimet, takva olanı seçme, dinî vazifeleri hiçbir özür ileri sür­meden usûlüne uygun şekilde, mükemmel bir tarzda yapma mânâsına gelmek­tedir. Ruhsat ise bu husustaki izin ve müsaadedir. Meselâ Ramazan'da yolcu­lukta oruç tutmak azîmet, sonra tutmak üzere yemek ise ruhsattır. Bunlar gibi daha birçok örnekler vardır ki, dinimizde ibadetlerin bir azîmet, bir de ruhsat yö­nü olduğunu göstermektedir.

İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) mümkün olduğunca azîmeti uygulamaya çalışmamızı, yeri ve zamanı gelince de ruhsata uymamızı öğütlemektedir. Azî-mete uymak şüphe yok ki kuvvetli bir îmanın, takva üzere davranmanın netice­sidir. Ama bazan şartlar öyle gerektirir ki, ruhsata da uymak icap edebilir. O za­man da uyulmalıdır.

Şahsımız için azîmete uyma gayreti içinde olabiliriz. Ama başkalannı azime­te zorlama yoluna gitmemeliyiz. Azîmetfe birlikte ruhsatı da göstermeliyiz. Hatta bazan azîmet yerine ruhsatı göstermek daha yerinde bir hareket olabilir. Bilhas­sa dirîe yeni ısınma ve bağlanma yolunda olan kimselere ruhsatlar gösterilmeli­dir ki, ürküp kaçmasınlar.

Hadîsin ikinci bölümünde bir ahlâkî esasa dikkat çekilmiş, insanların ayıp ve kusurlarıyla uğraşmama öğütlenmiş, uğraşıldığında serlerine maruz kalabilece­ğimize dikkat çekilmiştir. Zaten başkalarının kusur ve hatalarıyla uğraşmak, on­ları kurcalamak, dile dolamak olgun bir mü'mine yakışacak bir davranış değildir. Neticesini düşünmeyip dedikoduya başvurmak, önüne gelene başkalarının hata ve kusurlarını sayıp dökmek ancak îman zayıflığının ürünü olabilir. Böyle kim­seler karşt tarafın kötülüğüne de ister istemez hedef olmakta, tatsız hâdiselerin çıkmasına sebep olabilmektedirler. Aleyhinde konuşulduğunu duyan kimse nef­sine hâkim olamayan y/eya anlatılanları hazmedeyen bir tipse yapılanlar karşı­lıksız bırakmayacaktır. En azından kötü söz ve kırıcı davranışlarla karşılık ve­recektir. Bunların hiçbirisi arzu edilecek davranışlar değildir. Resûl-ü Ekrem (as.rn.) mü'minin değerini düşürecek durumlara düşmemesi için bu hadislerin­de gerekli îkazları yapmıştır.

Mü'mine yaraşan kusur ve hataları sayıp dökmek değil, usûlüne uygun ola­rak ıslahı için çalışmaktır.

 

189[1:235 Hadîs No: 330]

Vâlid Ebu'l-Ahvaz rivayet ediyor:

Allah sana bir mal verdiğinde Allah'ın sana olan nimet ve keremi­nin izleri sende görülsün.[68]

 

Allah âhiret nimetlerini olduğu gibi dünya nimetlerini de rnü'min kulları için hazırlamıştır. Mü'min, imkânları ölçüsünde bunlardan istifade edecektir. Bol im­kanlara sahip olup da fakircesine bir tavır ve yaşayış sergilemek dince istenen bir davranış değildir. Bolluk israf etmeyi gerektirmediği gibi, meşru dairede on­lardan istifade etmeye de engel değildir. Şükretmek ve harama girmemek şartıy­la yeme, içme, giyme gibi konularda o nimetlerin eserini üzerimizde gösterebil­meliyiz. Allah'ın bizden istediği budur.

Bir vaazında fakir kılıklı birisini gören İmam-ı Azam adamın haline acımış, topluluk dağılırken onu bir kenara çekip cebinden çıkardığı bir parayı uzatıp, "Şunu al da kendine bir elbise diktirirsin" demiş. Parayı reddeden adam, "Ey imam, ben zenginim. Şu kadar malım mülküm var. Sağolun ihtiyacım yok" de­yince, İmam-ı Azam Peygamberimizin bu hadisini hatırlatarak, Allah'ın verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek istediğini belirtmiştir.

Mal nimeti herşeyden önce şükrü gerektirir. Bu da zekât, sadaka ve hayırlar­la gerçekleşir. Çünkü her nimetin şükrü kendi cinsinden ve Allah'ın belirttiği şe-kiide kullanmakla olur. Buna göre kulun meşru dairede güzel ve tertipli giyinme­si, Allah'ın nimet ve kereminin izlerini üzerinde sergilemesi de bir şükürdür ve Allah'ın hoşlandığı davranışlardandır. Bu aynı zamanda ihtiyaç sahiplerinin kendisine ihtiyaçlarını arzetme cesaretini de verir. Aksi halde ihtiyaç sahibi kim­se onu derdine derman olacak makamda görmez ve ihtiyacını arzedemez.

Bununla birlikte kişi gurur ve kibire de girmemeli, sahip olduğu herşeyi Al­lah'tan bilerek şükretmelidir. Nasıl maharetli ve cömert bir terzi bir elbiseyi biz­zat dikip hediye olarak birisine giydirse, ona "Ne kadar güzelleştin" denilse, "Ha­yır, ne güzelliği, güzellik bunun neresinde?" dese bu bir nankörlük olur. Aksine, "Benim gibi güzel var mı?" dese gurura girmiş olur. "Evet ben güzelleştim. Ama bu güzellik benim eserim değil, bana elbiseyi diken, giydiren terziden geliyor" dese hem teşekkür etmiş, tahdis-i nimette bulunmuş, hem de tevazuyla şükrü birleştirmiş olur. Bunun gibi Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin izleri üzerimizde görülmeli. Bunları ne inkâr etme yoluna gitmeli, ne de onlarla gurur ve kibire kapıl-malıyız. Hepsini Allah'tan bilmeli, şükretmeli, tahdis-i nimette bulunmalıyız.

 

190- [1:235 Hadîs No: 332]

Yezid bin Zuâme ed-Dabbi rivayet ediyor:

Biri diğeri ile dostluk kurduğunda ismini, kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü bu sevgiyi daha çok artırır.[69]

 

191- [1:237, Hadîs No: 336]

Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Biriniz iki Müslüman arasında hüküm verme imtihanına tabi tu­tulduğunda öfkeli iken karar vermesin. Bakışta, oturmada ve işaret etmede onlara karşı eşit davransın.[70]

 

Yüce Rabbimiz İslâmı inançta, ahlâkta, sosyal hayatta gerçek adaleti temin etmek için indirmiştir. Kur'ân-ı Kerim'inde, devamlı olarak adaletli olmayı, adale­tin temin ve tesisini emreder. Kur'ân'ın dört ana esasından birisi adalettir. Diğer üç esas ise Allah'ın birliği inancı, peygamberlik müessesesi ve öldükten sonra dirilmedir. Kur'ân-ı Kerimde adaletle ilgili olarak şöyle buyurulur:

"Allah adaleti, iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı emreder; fuhşiyatı, kö­tülüğü ve azgınlığı yasaklar. Allah düşünüp ibret almanız için size böyle öğütler verir.[71]

Adaleti emreden dinimiz, adalete gölge düşürecek, adaletin tecellîsine olum­suz yönde tesir edecek hususları ise yasaklamıştır. Meselâ bunlardan birisi, şâhitliğin doğru yapılması, yalan şahitlikten kaçınılmasıdır. Yüce Rabbimiz anne­mizin, babamızın, akrabamızın, hatta şahsımızın aleyhine dahi olsa adalet üze­re olmayı, Allah için şahitlik etmeyi emreder.[72]

İşte Peygamberimiz de yukarıdaki hadislerinde adaletin tecellisine menfi yönden tesir edeceğinden kendisinden hüküm vermesi istenilen kimselerin öfke­li iken hüküm vermemelerini; bakışta, oturmada, ses tonunda ve işarette dâvâ­lıyla davacıya eşit davranmalarını istemektedir. Dâvâlı rütbece büyük biri, hattâ devlet başkanı da olsa, hâkimin onunla dâvâcı arasında eşit davranması gere­kir. İslâm târihi bunun güzel örnekleriyle doludur. Burada bunlardan sadece bir tanesini misâl olarak verelim:

Her nasılsa halife Hz. Ömer'le büyük Sahabîlerden Übey bin Ka'b (r.a.) ara­sında bir anlaşmazlık çıkmıştı. Meseleyi kendi aralarında halledemeyince, Zeyd bin Sâbit'i (r.a.) hakem seçip ona gittiler, "Aramızda meseleyi halletmen için sa­na geldik" dediler.

Hz. Zeyd bir minder serdi, Halifeyi yanına oturtmak istedi, "Ey Mü'minlerin Emiri, şöyle buyurun" dedi.

Hz. Ömer hiddetlendi. Oraya bir dâvanın halli için gitmişti. Hâkim ise kendisini yakınına davet ediyordu. Bunu bir tarafgirlik olarak değerlendirdi ve şöyle dedi:

"Bu, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben dâvâlımla be­raber oturmak istiyorum."

Hz. Ömer dâvâcı değil, dâvâlıydı. Aleyhindeki iddiayı da kabul etmiyordu. Dolayısıyla yemin etmesi gerekiyordu. Dâvâcı Übey (r.a) ondan yemin etmesini istedi.

Hz. Zeyd, Hz. Ömer'in mevkiini nazara alarak Hz. Übey'e, "Hz. Ömer'i yemin­den affet. Halifenin dışında başka birisi için böyle bir teklifte bulunmam" diye ri­cada bulundu.

Hz. Ömer yine hiddetlendi. Hz. Übey'in teklifi üzerine yemin ettikten sonra şöyle dedi:

"Ömer ile herhangi bir Müslüman arasında eşit muamele yapmadıkça Zeyd'e dâva götürülmemelidir."

 

192. [1:239 Hadîs No: 340]

İbni Mes'ûd (r.a.) rivayet ediyor:

Biriniz ailesine yaklaştığında örtünsün. Vahşî eşeklerin soyunuk-luğu gibi soyunmasın.[73]

 

193- [1:240, Hadîs No: 343]

Aişe'den (r.a.) rivayetle:

Üzerimden beni Allah'a yaklaştırmayacak bir gün geçerse o günde benim için bereket yok demektir.[74]

 

194. [1:241 Hadîs No: 344]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Birinize hizmetçisi yemeğini getirdiğinde o yemeği hazırlama zah­metini ve dumanını o çekmiştir. Öyle ise yanma yemeğe oturtsun. Şayet oturtmayacaksa hiç olmazsa ondan bir iki lokma versin.[75]

 

195- [1:241 Hadîs No: 345]

İbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Size bir topluluğun büyüğü geldiğinde ona ikram edin.[76]

 

196- [1:243, Hadîs No: 346]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Biri sizi ziyarete geldiğinde ona ikram edin.[77]

 

İnsanî özelliklerden biri de misafirle, ziyaretçiyle ilgilenmektir. İster tanıdık ol­sun, ister tanımadık olsun ziyaret etme lûtfunda bulunup gelen kişiye gereken değeri göstermek, onunla ilgilenmek, imkânı ölçüsünde ikramda bulunmak her-şeyden önce bir görgü kâidesidir, fazilettir, olgunluğun ifadesidir. Bunu Resûlullahın bir tavsiyesi olarak yapmak ise aynı zamanda sünnete uyma mâ­nâsı taşır ki, o insanî hareketi ibadete dönüştürür, sevaplı hale getirir.

Kendisine değer verilen, hali hatın sorulan, ilgilenilen, ikramda bulunulan zi­yaretçinin ziyaret ettiği kişiye karşı muhabbeti artar, ona daha sıkı bağlanır. De­ğer verilmediği zehabına kapılan kimse ise onunla ilgili meselelere de lâkayd kalabilir. Birbirleriyle sıkı irtibat halinde bulunmaları gereken Kur'ân hizmetkâr­ları için ise bu prensip daha büyük bir önem taşır.

 

197- [1:243 Hadîs No: 347]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Size ahlâkı ve dindarlığını beğendiğiniz biri kız istemeye geldiğin­de onu evlendirin. Bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bozgunculuk çıkar.[78]

 

Dinimizde, nikâh emredilmiş ayrıca nikâhın kolaylaştırılması istenmiştir. Peygamberimiz bununla ilgili olarak bir hadislerinde nikâh karşılığında ödenen mehrin az olmasını kadının hayırlılığından saymış,[79]  başka bir hadislerinde de nikâhın hayırlısının kolayı ve külfetsizi olduğunu bildirmiştir[80]

Peygamber Efendimiz (as.m.) devrindeki tatbikata baktığımızda da bu hu­susun göz önünde bulundurulduğunu görürüz. Gençlerin gayr-i meşru yollara düşmemeleri için nikâhı kolaylaştırmış, hiç parası olmayan Sahabîleri yuva sa­hibi yapmıştır.[81]  Yukarıdaki hadislerinde de Peygamberimiz (as.m.) Müslüman­lara kendilerinden kız isteyen dindar kimselere kızlannı vermelerini tavsiye et­miş, böylece evliliğin kolaylaştırılmasını istemiştir.

Çünkü, evlilik müessesesinin kuruluşu zoıiaştınlır, bekârlık ve sefahat haya­tı yaygınlaşırsa, fitne ve fesat çıkar, ahlâksızlık kol gezer. Bu ise cemiyet haya­tını alt üst eder. Bunun içindir ki, cemiyeti yıkmak isteyenler, bilhassa Müslü­man ülkelerde nikâh yolunu kapatmak için fuhşu yaygınlaştırmakta işe başlarlar. Bediüzzaman Hazretlerinin bununla ilgili şu sözleri çok manidardır:

"Bu zamanda zındıka dalâleti, İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmâ-renin [kötülüğe sevkeden nefis] planıyla, şeytanın kumandasına verilen fırkalar­dan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuşhâne yolu­nu genişlettirmeye çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalp ve ruhları­nı kebâir [büyük günah] iıe yaralı yortar."[82]

Öyle ise geçinebilecek asgarî gelire sahip dindar kimseler, kendilerinden kız­lannı istediklerinde kız velileri fakirliklerine ve mevkiilerine bakmaksızın onlan evlendirm elidirler.

 

198. [1:244, Hadîs No: 350]

îbni Mes'ûdfr.a.) rivayet ediyor:

Komşun seni "İyi" diye överse sen iyisin, "Kötü" diye yererse, sen kötüsün.[83]                                                                                

 

199. - [1:244, Hadîs No: 351]

İki kişi aynı anda seni davet ederse kapısı en yakın olanın daveti­ni kabul et. Çünkü o, daha yakın komşudur. [84]

 

200. [1:245, Hadîs No: 352]

İbni Abbos'tan (r.a.) rivayetle;

Alim ile âbid [çok ibâdet eden] Sırat köprüsünde bir araya geldik­lerinde âbide, "Cennete gir ve yaptığın ibâdetler sayesinde nimetle­rinden istifade et" denilir, Âlime de, "Burada bekle ve istediğin kim­se için şefaat et. Çünkü sen kime şefaat edersen kabul edilir" denir. Bunun üzerine âlim, peygamberler gibi şefaat makamına geçer.[85]

 

201 - [1:245, Hadîs No: 353]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir kulunu severse ona musibet verir ki, duâ ve niyazını işit­in.[86]

 

202. . [1:246, Hadîs No: 355]

Katade bin Nu'man'dan (r.a.) rivayetle:

Allah bir kulunu severse, hastanıza su vermediğiniz gibi, dünya­nın haram lezzetine karşı ona perhiz tutturur.[87]

 

Kul, İhlasla hareket ettiği zaman Allah'ın rızasını kazanır. Rızasını kazanan kullarına da Allah'ın birçok lütuf ve ihsanları vardır. Bunlardan biri de onu ha­ramlardan korumasıdır. Nasıl hasta hastalığı îcabı suya ihtiyaç duymaz, böyle kimseler de harama karşı soğuk davranır, nefret eder, Allah'ın yardım ve inaye-tiyle korunmuş olurlar.

Allah'ın sevdiği kullarına böyle bir nimet vermesi imtihan sırrına ters düş­mez. Aksine lâyık hale geldikleri için nimeti âdeta celbederler.

Aslına bakılırsa haram hiç de aklı başında olan insanın iltifat edeceği bir hu­sus değildir.

Haramlardan uzak kalmayı alışkanlık haline getiren kişi Allah'ın sevgisini ka­zanmış olur. O sevginin verdiği lezzet, haramlardaki lezzete tenezzül ettirmaye-cek büyüklük ve yüceliktedrr.

Sonra haramlardaki lezzet tercih edilebilecek Özellikte de değildir. Ona ka­vuşmanın verdiği birkaç dakika veya saatlik lezzet peşinden gelen saatlerce, günlerce hatta yıllarca sürecek acı ve ızdırap yanında çok küçük kalır. Akıl için ona yönelmeye hiçbir gerekçe kalmaz.

Meselâ insan akıl yerine hislerini dinleyip onlara mağlup olup sefahete dalar, içki içer, kumar oynar, kendine hâkim otamayı p ya kavga eder, ya adam öldürür, ya bir kaza yapar, hayatı yıllar süren ızdıraplı bir hapis, çileli bir hastahane ha­yatı veya mezaristanda noktalanır. Tatlı hayatını acı ve acınacak hale çevirir.

Veya kendini haram bir sevgiye kaptıran kişi ya kıskançlık, ya ayrılık ya da mukabele görmeme elemi gibi birçok elemlerle karşı karşıya kalır. Lezzetinden çok acılar tadar. Ömrünü sûistimal ettiği için ya hastahanelere, ya taşkınlıklarla hapishanelere düşer. Kalbi ve ruhu gerçek gıdasını bulamadığı için sıkıntılar içinde boğularak kendini ya meyhaneye, ya sefahet yuvalanna atar, ya da rne-zaristanı boylar. Allah'ın verdiği emanete hıyanet etme ise işin daha başka bir yönüdür.

Evet, şükrü yorine getirilmeyen, iffet ve namus ve itaat içerisinde geçirilme­yen, gayr-ı meşru dairede harcanan bir ömür, sıkıntı ve ıztıraplaria doludur. Gö­rünüşte belki kısa ve geçici bir zevk verir. Tıpkı zehirli bir bal gibi. Başta biraz lezzet tattırır, fakat peşinden gelen o zevk ve lezzetten çok daha fazla acılar, üzüntüler, kederler hayatı zindana döndürür. Çünkü insanda aktl olduğu için geçmişini de, geleceğini de düşünmek zorundadır. Her iki taraftan da elemler ve lezzetler alabilir. Hayvan ise böyle mi? O ne geçmişini, ne geleceğini düşünebi-

lir. Ne geçmişten acılar, ne de gelecekten endişeler, korkular hisseder. Lezzetini tam alır. İnsan ise böyle değildir. Geçmişte başından öyle acıklı hadiseler geç­miştir ki onları düşündükçe zevkleri kaçar, geleceği ise nice endişelerle doludur, sayısız dertleri ve sıkıntıları vardır. Onun için o anki lezzeti bile bütün bütün ka­çar. Hayattan zevk ve lezzet alma noktasında bir hayvana dahi yetişemez.

Eğer îman hayata hayat olsa, meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle yetinilse o zaman geçmiş de, gelecek de îman nuruyla aydınlanır, ruh ve kalb mânevi zevklerle dolar.

Evet, hayatın gerçek zevk ve lezzeti helal dairededir. Sonra helal dairesi ge­niştir, keyfe kafidir.

Bu gerçekler göz önüne alındığında harama girme ihtiyacı kalmayacaktır. Böyle oiunca da Allah'ın sevgili kulu olmamak için hiçbir sebep yoktur. Artık kul harama ihtiyaç duymaz, ondan nefret eder hale gelir.

 

203- [1:246, Hadîs No: 356]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir kulunu sevdiğinde onun sevgisini meleklerin kalbine kor. Bir kuluna da buğz ederse nefretini meleklerin kalbine kor. Son­ra sevgisini de, nefretini de insanların kalblerine atar.[88]

 

204. [1:247, Hadîs No: 358]

Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:

Biriniz din kardeşini sevdiğinde bunu kendisine bildirsin.[89]

 

205. [1:248, Hadîs No: 360]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Biriniz Rabbiyle konuşmak istiyorsa Kur'ân okusun.[90]

 

Bir dünya veya bir maneviyat büyüğüyle görüşmek, sohbetinde bulunabilmek için nice masraf ve sıkıntılara katlanıp ziyaretlerine gittiğimiz az olmamıştır. On-iarla bir arada bulunmak, tatlı sohbetlerine katılmak bize unutulmaz dakikalar ya­şatmış, o zevkli anları ömrümüz boyunca unutamamış, hatırlayıp durmuşuzdur.

Bir Hz. Ömer'in, bir Hz. Ali'nin, bir Resûl-ü Ekremİn sohbetinde bulunabilsey-dik, aşk ve şevkle koşmaz, yollarına bütün varlığımızı feda etmez miydik?

Peki ya Ailah ile sohbet etme, Onunla konuşabilme, mukaddes kelâmını din-leyebilme imkânımız olsaydı canla başla, herşeyi bırakıp ona koşmaz mıydık? Bu uğurda herşeyimizi feda etmez miydik?

Yukardaki hadis-i şerif her mü'minin can ü gönülden arzuladığı, fakat yolları­nı bir türlü bulamadığı bu imkânın çok önemli bir yolunu göstermektedir. Hadis­te belirtildiğine göre, Yüce Rabbimizin kudsî kelâmı Kur'ân-ı Kerîmi okumak Ce-nâb-ı Hakla bir nevi konuşmak, sohbet etmek mânâsına gelmektedir.

Allah'ı bilen, herşeyini borçlu olduğu yüce Rabbinin kelâmını zevkle ve şevk­le okumak için elinden gelen gayreti sarfetmekten çekinmeyecek, Onun kelâmı­nı ezberleme, huşu ve tefekkürle okuma, tefsirlerini inceleyerek anlamaya çalış­mayı vazgeçilmez bir vazife olarak görecektir.

O halde Kur'ân okurken, sanki Allah'la sohbet ediyormuşuz gibi bir edeb ta­kınmak, Rabbimizin ne buyurduğunu anlamaya gayret etmek ve uygulamaya çalışmak gerekir.

 

206- [1:248, Hadîs No: 361]

Muaz (r.a.) rivayet ediyor:

Bir kişi ile dostluk kurduğunuzda, onunla münakaşa etmeyin, bir­birinize kötülük yapmayın. Onu başkasına sormayın. Çünkü ona düşman olan birisine rast gelebilirsiniz. O da onda olmayan birşeyi söyler de aranızı bozar.[91]

 

207- [1:248, Hadîs No: 362]

Ka'b (r.â.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet ediyor:

Kişinin Allah katındaki derecesini öğrenmek istiyorsanız, bulun­duğu topluluktan kalktığında veya öldükten sonra arkasından yapı­lan övgülere bakınız.

 

İyi insanlar altın ve elmas gibidirler. Değerleri herkesçe bilinir. Öyle güzel huylara sahiptirler ki bu huylar sebebiyle herkes onları sever. Onlar gönüllerde taht kurar, etraflarında sevgi halesi meydana getirirler.

Böyle insanlar bir toplulukta bulunmayadursunlar orada hemen Cennet hava­sı eser. Etrafları sarılır, ilgi ve alâkayla dinlenirler. Anlattıkları, yaşadıkları akıl­larda, kalblerde yer eder, dillere destan olur. Ve bunlar o topluluktan ayrıldıkla­rında arkalanndan övgüyle anılırlar. Onların ölümleri de böyledir. Sanki âlem yıkılmıştır. Nerdeyse cenazelerine katılmayan kalmaz. Arkalanndan rahmet gibi övgüler yağar.

İşte Kâinatın Efendisi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) dini bütünüyle yaşa­yan, yaşamaya çalışan bu tip insanları överken onlara bunca ilgi gösterilmesi­nin sebebinin Ailah katındaki derecelerinin yüksekliği olduğunu anlatır. Allah sevdiği kullarının sevgisini de insanların kalbine koyar. İnsanlar o ölçüde sevgi gösterirler.

Evet, Allah'ın sevgili kullan hep böyledir. Onlar söz ve davranışlarıyla daima sevilir ve övgüyle anılırlar. Tabii ki bütün bunlar İslâmf duyguların hâkim olduğu toplumda geçerlidir. Yoksa ehl-i dünyadan birisi de bulunduğu toplumda kendisi gibi insanlarca beğenilip takdir görebilir. Bu bahsimizden hariçtir.

 

208. [1:249 Hadîs No: 364]

Übâde bin Sâmit (r.a.) Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Kişi namazı güzel kıldığında, rükû ve secdelerini tam olarak yeri­ne getirdiğinde namaz kendisine, "Benim hakkımı gözettiğin gibi Al­lah da seni korusun" der ve yükseltilir. Namazı güzel kılmadığında, rükû ve secdelerini tam olarak yerine getirmediğinde ise namaz ken­disine "Benim hakkımı gözetmediğin gibi, Allah da seni gözetmesin" der. Sonra eski elbisenin durulduğu gibi dürülür ve onun yüzüne fır­latılır.[92]

 

209- [1:250, Hadîs No: 366]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Müezzin ezan okumaya başladığında Allah rahmet elini başı üze­rine koyar. Bu hal ezanı bitirinceye kadar devam eder. Günahları se­sinin ulaştığı yere kadar doldursa dahi, affedilir. Ezanı bitirince Al­lah şöyle buyurur:

"Kulum doğru söylüyor. Gerçeğe şahitlik ettin. Müjdeİer sana.[93]

 

210- [1:251 Hadîs No: 367]

Nevfel bin Muâviye rivayet ediyor:

Geceleyin yatağına uzandığında "Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn" sûresini oku. Sonra birşey konuşmadan uyu. Şüphesiz bu şirkten kurtuluştur.[94]

 

211  [1:253, Hadîs No: 372]

Câbir (r.a.) rivayet ediyor;

Malının zekâtını verdiğinde gelecek kötülükleri gidermiş olursun.[95]

 

212- [1:253, Hadîs No: 373]

Enes'den (r.a,) rivayetle:

Bir köy veya şehirde ezan okunduğunda, Allah o gün orayı azabın­dan emin kılar. [96]

 

Zulümler, isyanlar, azgınlık ve taşkınlıklar belâ ve musibetleri davet ettiği gi­bi hayırlar, ibâdetler, dualar da belâ ve musibetlere set olurlar. İşte bu setlerin en önemlilerinden biri de ezandır. Evet, İslâmiyetin bir şeâiri olan ezan musibet­lere karşı bir kalkandır. Cenab-ı Hak bir köy veya şehire musibet vereceği zaman ezan sesine bakar, o musibeti vermekten vazgeçer. (234 nolu hadise ve izahına da bakınız.)

 

213. [1:253, Hadîs No: 374]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Müezzin Cuma ezanı okuduğunda herhangi bir iş yapmak haram olur.[97]

 

.Her dinin mukaddes saydığı, hürmet gösterdiği bâzı günler vardır. Meselâ Yahudilerin günü Cumartesi, Hıristiyanlarınki ise Pazar'dır. Bizim haftalık bay­ramımız da Cuma günüdür. Peygamberimiz bir hadislerinde mü'minlerin bir ara­ya gelerek İlâhî dergâha yöneldikleri bu mübarek günün nûrâniyetini şöyle ifâde buyurur:

"Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma günüdür."[98]  Bir başka hadis de şu meâfdedir:

"Cuma günü Allah indinde günlerin efendisi ve büyüğüdür. Allah indinde Kur­ban ve Ramazan bayramlarından daha faziletlidir."[99]

Allah'ın feyiz ve rahmetinin dünyayı kuşattığı Cuma saatinde melekler de yeryüzüne inerler. Mü'minlerin duâ ve zikirlerine katılırlar.

İşte İlâhî rahmetin coştuğu böyle bir günde kullarının daha da feyizlenmeleri için Yüce Rabbimiz bu günde Cuma namazını farz kılmıştır. Mü'minlere ezan okunduğunda alış-verişi bırakıp camiye koşmalarını emrederek şöyle buyur­muştur:

"Ey îman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğunda alış-verişi bı­rakın ve Allah'ın zikrine koşun. Eğer bilseniz bu sizin için daha hayırlıdır"[100]

Âyet-i kerimede de açıkça ifâde edildiği gibi, ezan okunduktan sonra alış­veriş yapmamak hususundaki yasak hükmü açıktır. Dünya işleri ile meşgul ol­mayı bırakmak, cami içerisinde okunan ezandan sonra başlayıp iki rekât farz namazı kılıncaya kadar devam eder.

 

214. [1:254, Hadîs No: 375]

Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir kulu hakkında hayır dilediğinde, onu salih kimselere iyi­lik ve ihsan yapmaya sevk eder. Allah bir kul hakkında şer dilediğin­de de kötü ve fâsık kimselere iyilik ve ihsan yapmaya sevk eder.[101]

 

215- [1:254, Hadîs No: 376]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir kul hakkında hayır dilerse gönlünü zengin kılar ve kalbi­ne Allah korkusu koyar. Allah bir kul hakkında şer dilerse aç gözlü kılar. [102]

 

216. [1:255, Hadîs No: 377]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Allah bir kimse hakkında hayır dilerse, onu dinde bilgi sahibi kı­lar, dünyaya değer verdirmez ve kusurlarını kendisine gösterir.[103]

.

217. [1:256, Hadîs No: 379]

Abdullah bin înebe Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor:

Allah bir kul hakkında hayır dilediğinde onu tatlı kılar. Peygam­berimize "Nedir tatlı kılmak ya Resûlallah?" denildiğinde, Peygambe­rimiz şöyle buyurdu:

"Allah ölmeden önce ona salih amel işleme kapısını açar, sonra o hal üzere ruhunu alır.[104]

 

218- [1:257, Hadîs No: 383]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir kul hakkında hayır dilerse, ona insanların ihtiyaçlarını gördürür. [105]

 

219- [1:257, Hadîs No: 384]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Allah bir kulu hakkında hayır dilerse rüyasında hatâ ve kusurla­rından dolayı îkaz eder.[106]

 

220- [1:258, Hadîs No: 385]

Enes rivayet ediyor:

Allah bir kul hakkında hayır dilerse, cezasını dünyada iken verir. Bir kul hakkında şer dilerse, cezasını âhirete erteler. Tâ ki Kıyamet­te hepsini tam olarak çektirsin.[107]

 

221. [1:258, Hadîs No: 386]

îbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayetle:

Allah bir kulu hakkında hayır dilediğinde onu dinde ince anlayış sahibi kılar ve doğru yolu kendisine ilham eder.[108]

 

222. [1:259, Hadîs No: 387]

Ebû Zer (r.a,) rivayet ediyor:

Allah bir kulu hakkında hayır dilerse, kalbinin kilitlerini açar ve ona kuvvetli îmanla doğruluk kor. Gittiği yolu kalbine iyice kavratır. Kalbini temiz, dilini doğru, huyunu istikameti! kılar.[109]

 

223. [1:260, Hadîs No: 388]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir ev halkı hakkında hayır dilerse onları dinde bilgi sahibi kılar. Küçüklerini büyüklerine saygılı yapar. Hayatlarında yumuşak­lık, harcamalarında iktisat nasib eder. Tevbe etmek için kusurlarını kendilerine gösterir. Hayır dilemezse onları kendi haline terkeder.[110]

 

224. [1:261, Hadîs No: 389]

îbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Allah bir topluluk hakkında hayır dilerse, âlimlerini çoğaltır, câ­hillerini azaltır. Öyle ki, âlim konuştuğunda kendisini destekleyen pek çok kimse bulur. Câhil konuştuğunda ise sözü bastırılır.

Allah bir topluluk hakkında şer dilerse, câhillerini çoğaltır, âlimle­rini azaltır. Öyle ki, câhil konuşursa kendisini destekleyen birçok kimse bulur. Alim konuşursa sözü bastırılır.[111]

 

Bir topluluk düşünün âlimlerle dolu. Herkes ne yaptığını, ne konuşacağını, söz ve davranışlarının ne mânâya geldiğini çok İyi biliyor. Birbirlerine büyük bir anlayış içerisinde bakıyorlar. Kârın, zararın çok iyi farkındalar. Karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü içerisindeler. Daima iyi şeyler konuşuyor, iyiye yöneliyor, iyi şeylerin plânlarını yapıyor, maddeten ve manen yükselişin yollannı arıyorlar. Dört bir yanı huzur sarmış.

İlmin hâkim olduğu bir toplumun kısa bir tasviri bu. Âlimi çok olan böyle top­lumlarda âlim konuştuğunda sözleri dinlenir, kabul ve destek görür. Cahillere îti-bar yoktur. Susmak zorunda kalır, konuştuklarında da sözleri bastırılır, yani sözlerine değer verilmez.

İşte Allah'ın hayır dilediği toplum böyle bir toplumdur. Allah'ın şer dilediği toplumda ise cahiller çoğunlukta, âlimler azınlıktadır. Ca­hillerin hâkim olduğu, en değerli varlıklar olan âlimlerin hiçbir kıymet-i harbiyele-rinin olmadığı, susturuldukları böyle bir toplumun nasıl anarşi dolu, huzursuz, sıkıntılı olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Âlimi susan, cahili konuşan, cahil­leri desteklenen böyle bir toplulukta ileri bir adım atmak da mümkün değildir. Yerinde sayan .insanlar açlığın, sefaletin, ızdırabın, sıkıntının cenderesi altında ezilir de ezilirler. Daha Cehenneme girmeden Cehennem hayatı yaşarlar.

İnancı kuvvetli toplulukların böyle bir duruma düşmeleri mümkün değildir.

İşte bir toplum inanç, niyet ve davranışlarıyla Allah'ın istediği şekilde yaşa­maya gayret gösterirse Allah'ın sevgisini kazanmış olur. Mühim olan bu liyakati kazanabilmektir. Bu liyakat kazanılınca da yukarda ifadeye çalıştığımız huzur dolu atmosfer meydana gelir.

 

225.  [1:261 Hadîs No: 390]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir millet hakkında hayır dilerse fertlerinin ömrünü uzatır ve şükretmeyi onlara ilham eder.[112]

 

226- [1:262, Hadîs No: 391]

Mihran'dan (r.a.) rivayetle:

Allah bir millet hakkında hayır dilerse akıllı ve yumuşak huylula­rını idareci yapar. Aralarında âlimler hüküm verir. Cömertlerine de mal verir.

Allah bir millet hakkında şer dilerse, kötülerini idareci yapar. Aralarında câhiller hüküm verir. Cimrilerine de mal verir.[113]

 

227. [1:262 Hadîs No: 392]

Ubâde bin Sâmit'ten (r.a.) rivayetle:

Allah bir topluluk hakkında bereket dilerse onlara cömertlik ve tok gözlülük nasib eder. Bir topluluk hakkında da nimetini kesmeyi dilerse onlara hiyanet kapısını açar.[114]

 

228. [1:263, Hadîs No: 393]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir ev halkı hakkında hayır dilerse, onları yumuşak huylu kılar.[115]

 

229. [1:263 Hadîs No: 394]

Âişe'den (r.a.) rivayetle:

Allah kulları hakkında hayır dilerse yaşayışlarında onlara yumuşak huyluluk nasip eder. Onlar hakkında şer dilerse yaşayışlarında kaba ve sert bir tabiat verir.[116]

 

230. [1:263, Hadîs No: 395]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Allah ümmetimden biri için hayır dilerse, kalbine Ashabımın sev­gisini kor.[117]

.

231. [1:264 Hadîs No: 396]

Âipe (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir idareci için hayır dilerse ona dürüst bir yardımcı verir. Birşey unuttuğunda kendisine hatırlatır. Hatırladığında kendisine yardım eder. Bunun dışında birşey dilerse, ona kötü bir yardımcı verir. Bir şey unuttuğunda hatırlatmaz. Hatırladığında yardımcı olmaz.[118]

 

232- [1:265, Hadîs No: 399]

Ali'den (r.a.) rivayetle:

Allah bir millet hakkında kötülük dilerse, idarelerini israfcı ve zevkine düşkün kimselere havale eder.[119]

 

233- [1:265, Hadîs No: 400]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir topluluğa azap vermek istediğinde o azap bütün fertleri­ne isabet eder. Sonra da o amellerine göre diriltilirler.[120]

 

Allah müstehak hale gelmedikçe hiçbir topluluğa azap vermez. Eğer çoğun­luk o belâ ve musibete lâyık hale gelmişlerse hepsine birden musibet verir. Dep­rem, sel baskınları, savaş, yangın, açlık v.s. gibi musibetler ancak çoğunluğun o belâyı hak etmiş olduklarında gelir. Geldiği zaman da sadece zalimleri içerisi­ne almaz, masumları da yakar. "Öyle bir musibetten sakının ki geldiği zaman içinizden sadece zalimlere isabet etmez"[121]  âyetinde bu gerçeğe dikkat çekilir.

Böyle musibetler kötülüklerin yaygınlaştığı, normalmiş gibi yapılmaya baş­landığı, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma vazifesini üstlenmiş kimselerin de seslerinin kısıldığı zamanlarda gelir.

Bu arada suçsuz, günahsız, masum kişiler de aynı belâya maruz kalırlar. Zalimler, suçlular, günahkârlarla birlikte aynı musibeti paylaşırlar. Fakat Mah­şerde herkes niyetine göre muamele görür. Bir hadis-i şerifte, bu hususta bir ör­nek verilerek şöyle denilir: "Bir ordu, savaşmak maksadıyla Kabe'ye doğru yü­rür. Çıplak bir yere geldiklerinde kumandanlarından son neferlerine kadar yerin dibine geçirilirler. Âişe Validemiz (r.a) derki: 'Ben, 'Ya Resûlallah, neden hepsi yerin dibine geçiyor? Bunların içinde, ticaret maksadıyla katılanlar olabileceği gibi, onlarla aynı maksadı gütmedikleri halde, yolda katılanlar da bulanabilir' de­dim.' Resûl-ü Ekrem (as.rn.), "Bunların hepsi yerin dibine geçirilir. Ancak Kıya­met Günü niyetlerine göre hasredilip muamele görürler' buyurdu"[122]  denilir.

Hadisten de anlaşılacağı gibi umumî musibetlerde suçlular cezalandırılırlar­ken, suçsuzlar da aynı musibete birlikte uğrarlar. Ama bu onlar için gerçekte bir ceza değildir. Onlar için o musibet bir ceza olmaktan çıkar. Niyetlerine göre diril­tilirler. Sözler'de belirtildiği gibi, o esnada telef olan malları sadaka hükmüne ge­çer. Ölmüşlerse bir nevi şehitlik kazanmış olurlar,[123]

Eğer böyle belâlarda sadece zalimler, suçlu ve günahkârlar cezalandırılıp suçsuz ve günahsızlar sağlam bırakılsalardı, o zaman iyi kötü, inanan, inanma­yan herkes gerçeği görecek, inanma zorunda kalacak, bir nevi iyiliğe zorlanmış olacaklardı. Oysa imtihanın usûlü, akla kapı açılması, herkesin her hareketinde serbest olması, tercihlerinde zorlama olmamasıdır. Tâ ki iyilerle kötüler seçil­miş, ortaya çıkmış, kazananlarla kaybedenler belli olmuş olsun. Bu hususta Sözieföe şöyle denilir:

"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve müca-hede ile Ebû Bekir'ler, âlâ-yı illiyyfne [yücelerin yücesine] çıksınlar ve Ebû Cehil­ler, esfel-i sâfilîne [aşağıların en aşağısı] girsinler. Eğer masumlar, böyle musi­betlerde sağlam kalsaydılar, Ebû Cehii'ler, aynen Ebû Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."

 

234- [1:265, Hadîs No: 401]

Enes (r.aj rivayet ediyor:

Allah bir topluluğa dînî ve dünyevî musibet vermek istediğinde, cami ve mescidlerine bakar ve azabı geri çevirir.[124]

 

Zulümler, isyanlar, azgınlık ve taşkınlıklar belâ ve musibetleri davet ettiği gi­bi hayırlar, ibadetler, dualar da belâ ve musibetlere set olurlar. İşte bu setlerin en önemlilerinden biri de ibadet ve dua ocaklan olan camilerdir,

Evet, camiler musibetlere karşı birer paratonerdir. Cenab-ı Hak bir musibet vereceği zaman o camilere, camilerde ibadet eden temiz kalbli, samimi mümin­lere bakar, o musibeti vermekten vazgeçer. Cami ve mescidler maddeten ve manen ne derece imar edilirlerse, bu o ölçüde musibetlerden uzak kalacağımız.n alameti olur. Çünkü buna yönelik hareketler o toplumda dinî hayatın canl.lı-ğ.nın işaretidir. AHah, uğrunda didinen, çırpınan, gayret gösteren kullan bulun-duğu sürece umumî musibet vermez.

 

235- [1:266, Hadîs No: 402]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir beldeyi helak etmek istediğinde, orada zinanın açıkça iş­lenmesine fırsat verir.[125]

 

236- [1:267 Hadîs No: 404]

Ebû İzze rivayet ediyor:

Allah bir kulunun ruhunu bir yerde almak istediğinde onun için orada bir ihtiyaç meydana getirir.[126]

 

Herkesin ölüm vakti ve nerede öleceği bellidir. Umulmadık anda ve yerde gelen ecel, bazan bizde şok tesiri meydana getirir. Halbuki herşey kader ile tak­dir edilmiştir. Bizim bilemediğimiz nice hikmetler sebebiyle Allah kulunun canını beklenmedik bir anda ve yerde alıverir. Halk arasında "Ecel çeker" şeklinde kul­lanılan cümle de bu hakikatin avamca ifadesinden başka birşey değildir. Kişi bir iş münasebetiyle o yere gider, eceli geldiği için de oluverir.

Rivayete göre Hz, Azrail bir gün Hz. Süleyman'ın huzuruna çıkmış, yanında oturmakta olan adama öyle ters ve acı bir halde bakmış ki adamın korkusundan benzi sararmış. Azrail Aleyhisselam gittikten sonra da Hz. Süleyman'a yalvar­mış: "N'olur, rüzgara emir ver de beni Hindistan'a götürsün" demiş.

Hz. Süleyman adamın dileğini yerine getirmiş. Günler sonra Azrail Aleyhis-selamla karşılaştığında, o adama niçin ters ters baktığını sormuş. O da, "Ben onun kısa bir süre sonra Hindistan'da canını almak üzere Rabbimden emir al­mıştım. Burda görünce şaşırdım. İster istemez 'Bu adam burda ne geziyor?' di­ye düşündüm."[127]

Hz. Süleyman da olanları anlatınca meselenin içyüzü anlaşılmış. Herkes için aynı durum söz konusudur. Evet, Allah bir kulunun canını her­hangi bir yerde almayı takdir etmişse bir sebep yaratır, bir iş çıkarır, o kişi oraya gider ve eceli geldiği için de ölür. Böyle anlarda geride kalanlara düşen kadere rıza gösterip sabretmektir.

 

237. [1:267, Hadîs No: 406]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Allah kader ve kazasını gerçekleştirmek istediğinde onlar hakkın­da kader ve kazası yerini buluncaya kadar akıl sahiplerinin akılları­nı alır. Hükmü gerçekleşince geri iade eder. Onlar da pişmanlık du­yarlar.[128]

 

Bazan alabildiğine zeki, akıllı, sözünü, işini bilir kimselerin başlarına birkısım felâketlerin geldiğini görür veya işitiriz, Bu felaket ilk bakışta irade dahilinde olan ve gelişine engel olunabilecek bir felakettir. Onun için hayret eder, "Böyle akıllı insanlar bu hale nasıl düşerler?" demekten kendimizi alamayız.

Göz göre göre musibet gelip çatmıştır. Akıllar durmuş, gözler görmez olmuş­tur. Kader konuşmuş, cüzT irade susmuş, "Kader geldiği zaman gören göz gör­mez olur" kaidesi hükmünü icra etmiştir. Tıpkı Hz. Yakup'un verdiği cevapta ol­duğu gibi. Ona "Sen kilometrelerce uzaklıktaki Mısır'dan gelen oğlunun gömleğinin kokusunu aldığın halde yambaşındaki Ken'an kuyusundaki oğlunu nasıl görmedin?" demişlerdi. O, "Bizim halimiz şimşeklere benzer. Bazan olur şimşek çakar gibi her taraf aydınlanır, göremediğimiz şey kalmaz. Bazan da ayağımızın ucunu göremeyiz."

Demek kader ve kaza hükmünü gerçekleştirmek istediğinde âdeta akılları alıyor, gözleri kör ediyor, rryjsibet rahatlıkla yol bulup geliyor. Sonra da insanları bir pişmanlıktır sanyor.

Kader hükmünü icra etmesine edecektir, ama bize düşen vazife böylesi bir musibete müstehak hale gelmemek için tedbirli olmak olmalıdır. Geldiği zaman da, "Ah, vah" etmemeli, "Şöyle olmasaydı, böyle olmazdı" gibisinden ileri geri konuşmamalı, teslimiyet ve sabırla göğüslemen, kendimizi koyvermemeli, daha sonra gelebilecek musibetlere karşı uyanık olmalıyız. Ayrıca bu musibette bizim cüz'î irademizin katkısı var mı, ona ne ölçüde müstehak olduk veya manevî bir mükâfat mı bizi bekliyor; hikmetleri nelerdir bunları da düşünmek, gereken ders­leri almak da bize düşer.

Bu konuda en güzel örneği Sahabe sergilemiş, çalışmış, çabalamış, musibe­te karşı amelleriyle set germeye gayret etmiş, musibet geldiğinde de sabırla üs­tesinden gelmesini bilmiş, maddeten ve manen yükselmişlerdir.

 

238. [1:268, Hadîs No: 407]

Ebû Said (r.a.) rivayet ediyor:

Allah birşeyi yaratmak istediğinde hiçbir şey ona mani olmaz.[129]

 

239. [1:268, Hadîs No: 408]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bir millet için kıtlık vermeyi istediğinde semâdan bir nida edici şöyle bağırır: "Ey mideler genişleyin. Ey gözler doymayın. Ey bereket kalk."[130]

 

240. [1:269, Hadîs No: 411]

İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

Biriniz mülkünü satmak istediğinde önce komşusuna teklif etsin.[131]

 

241. [1:269 Hadîs No: 412]

Ebû Hüreyre (r.a.) Resûl-ü Ekrem 'in (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet ediyor:

Biriniz yolculuğa çıkmak istediğinde Müslüman kardeşlerine uğ­rayıp selâm versin. Çünkü onlar dualarıyla onun yaptığı hayır duaya kuvvet verirler.[132]

 

242. [1:270, Hadîs No: 414]

Abdullah bin Mesver Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyur­duğunu rivayet ediyor:

Sen bir iş yapmak istediğinde o işin neticesini iyi düşün. Hayır ise. yap, şer ise vaz geç.[133]

 

243. [1:271, Hadîs No: 415]

Târik bin Abdullah rivayet ediyor:

Tükürmek istediğinde sağına tükürme. Fakat insan veya eşya yoksa soluna tükür. Boş değilse ayağının altına tükür.

 

Sünnet-i Seniyye edeptir. Her meselesinde bir nur, bir edeb ve bir hikmet vardır. İşte yukarıdaki hadiste de bu edeb ölçüsünü görüyoruz. Gelişi güzel tü­kürmek insanları tiksindireceğinden İslâm edebine uygun bir davranış değildir. Peygamberimiz burada sağa tükürmemeyi istemektedir. Şayet tükürmek zarurî ise ve kimse yoksa sola tükürmeyi, rahatsız olacak birileri varsa, eğilerek aya­ğın altına tükürmeyi ve üzerini örtmeyi istemektedir. 1400 sene önce ortaya ko­nan bu ölçü, günümüz insanlarının da son derece muhtaç olduğu bir görgü kâidesidir. Hattâ günümüzde tükürme zarureti oiduğunda varsa çöp tenekeleri­ne, yoksa kağıt mendillere tükürüp çöp tenekesine atmak daha güzeldir.

 

244. [1:271, Hadîs No: 417]

Bir işi yapmak istediğinde teennî ile hareket et ki, Allah o işte sa­na bir çıkış yolu göstersin.[134]

 

245. [1:272, Hadîs No: 419]

îbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle:

Başkasının kusurlarım anlatmak istediğinde hemen kendi kusur­larını hatırla.[135]

 

Dikensiz gül, kusursuz insan olmaz. Başkalarının olabileceği gibi kendimizin de birçok kusurumuz vardır. Fakat her nedense insan kendi hata ve kusurlarını görmek istemez. Başkalarının kusurlarını sayıp dökmekten lezzet alır. Bu hal hiç şüphesiz nefisten kaynaklanmaktadır.

Böyle bir anda yapılması gerekeni Peygamberimiz yukardaki hadislerinde çok güzel anlatmıştır. Kendisinde aynı kusurların, hatta daha fazlasının bulun­duğunu gören bir insan hangi yüzle başkalarının kusurlarını sayıp dökme cesa­reti gösterebilecektir? Kendi gözündeki merteği gören, başkalarının gözündeki çöple uğraşmaz.

 

246- [1:273, Hadîs No: 420]

Bir kötülük yaptığında arkasından hemen bir iyilik yap[136].

 

Yanılma, şaşma, hata ve günah insan oimanm tabiî bir sonucudur. "Beşer şaşar, Beşir şaşmaz" atasözünde de ifade edildiği gibi şaşmayan, yanılmayan bir Allah'tır.

Ancak bundan "Madem ki şaşmak özelliğimiz; öyfeyso istediğimiz günahı iş­leyebiliriz" şeklinde bir mantık çarpikiıği da çikarHrnamalıdır. Bu bile bile güna­ha davetiye olur. Günaha girmeme konusunda alabildiğine titiz davranmak, imti­hanın en önemli  İnsanlık hali bir hata ve günah işlediğimizde de o noktada ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur. Hemen pişmanlık duymalı, telafiye çalışma  

İşte hadts-i şerifte bu îşmanlîk ve telafinin en güzel yolu gösteriliyor "Kötü­lüğün hemen poşinden iyilik yapmak." Başka bir rivayette 'Tâ ki o kötüğü silsin" ilavesi de yer almaktadır. Bu gerçek bir âyet-i kerimede de şöyie bildirilmektedir: "Muhakkak iyilikler kötülükleri giderir. Bu, güzelce düşünenler için bir öğüttür"[137]

Demek ki kötülüğün peşinden iyilik yapmanın en önemli sırlarından biri o kö-tüîüğü silip süpürmek, âdeta zehre karşı panzehir kullanmak demektir. Böylece insan hem günahlarını affettirme yolunu bulacak, hem de kötülüğü alışkanlık haline getirmekten kurtulmuş olacaktır. Aksi halde insan kötülük işlediğinde bir ızdirap duymaz, peşinden bir daha, bir daha kötülük işleyecek olursa o kötülük­ler zamanla yığılır ve insan o kötülük denizinde boğuluverir. Bu ise insan için büyük bir manevî felâkettir.

 

247- [1:273, Hadîs No: 421]

Îbni Mes'ûd (r.a.) rivayet ediyor:

Biriniz bir işçi tuttuğunda vereceği ücreti kendisine bildirsin.[138]

 

Dinimize göre taraflar arasında yapılan bir akdin geçerli sayılabilmesi için üzerinde akit yapılan unsurların belirlenmesi gerekir. Belirsiz birşey üzerinde akid yapmak caiz değildir. İşçi çalıştırmak da bir akit olduğundan, Peygamberi­miz bu hadislerinde çalıştırılmak üzere tutulan işçinin ücretinin belirtilmesini is­temektedir. İşçinin ücretini belirlemek aynı zamanda İş bitiminde taraflar arasın­da niza çıkmamasını da önleyeceğinden son derece mühimdir. Ücret önceden konuşulursa, işçi razı olursa çalışır, olmazsa çalışmaz. İş bittiğinde de önceden konuşulan ücreti aldığında itiraz etme hakkı kalmaz. Gerek alışverişlerde, ge­rekse işçi çalıştırmalarda ücret önceden konuşulmadığında bâzı tatsız hadise­lerin çıkmasına şahit olmamız da, bu hususun ehemmiyetini göstermektedir.

 

248. [1:273 Hadîs No: 422]

Ebû Musa'dan (r.a.) rivayetle:

Bir yere girmek için birinize üç defa izin istediği halde izin veril­mezse geri dönsün.[139]

 

249-1:275, Hadîs No: 425

Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Kendisiyle Müslüman kardeşi tarafından istişare edilen kimse ona bildiği faydalı şeyi söyleyerek yol göstersin.[140]

 

Yüce Rabbimiz bir âyet-i kerimede, "Onların aralarındaki işleri istişare iledir"[141]  buyurarak istişareyi mü'minlerin vasıflan arasında saymış, başka bir âyet-i keri­mede ise "İşlerinde onlarla istişare et"[142]  buyurarak Peygamberimizden Ashabıyla istişare etmesini istemiştir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz, hakkında vahiy ol­mayan meselelerde Ashabıyla İstişare etmiş, çoğunluğun görüşüne göre hare­ket etmiştir. Pekçok hadislerinde de ümmetini istişare yapmaya teşvik etmiş, bir hadislerinde "İstişare eden asla pişman olmaz"[143] buyurmuş, bir hadislerinde de "İstişare yapmaya muhtaç olmayan hiç kimse yoktur"[144] buyurarak meşveretin önemine dikkat çekmiştir. Peygamberimiz buradaki hadislerinde de kendisiyle bir meselede istişare edilen kimsenin yapması gereken hususa dikkat çekmiştir. O da istişare edilen husus hakkında faydalt ve doğru bildiği neyse onu din kar­deşinden esirgememesidir. Böylece istişare eden kimseye yol göstermesi bir va­zife olarak yüklenmektedir. Hadiste dikkat çekilen düstur ihmal edildiğinde bir Müslümanın zarara düşmesi söz konusu olabilir.

 

 



[1] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[2] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden

[3] Bakara Sûresi, 195.

[4].A'raf Sûresi, 31.

[5] Hakim’in  Müstedrek’i,  Taberani’nin  Kebir’i  Ebu  Yala’nın  Müsned  ve  Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından

[6] Tirmizî, Birr: 60.

[7] Tirmizi,Menakıb:31.

[8] Taberani’nin  Kebir’i  Hakim’in  Müstedrek’i  ve  Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

 

[9] Mektûbat, s. 352.

[10] Hakim’in   Müstedrek’inden.

[11] Kehf Sûresi, 28.

[12] Tefsiru't-Kurtubt, 10:390.

[13] Şuarâ Sûresi, 111-113.

[14] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[15] Müslim, Zühd: 68,69; EM Oâvud, Edeb: 9; Tırmizİ, Zühd: 55; İbnİMâce, Edeb: 36.

[16] İbni Cerir’den.

[17] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[18] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[19] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden.

[20] Ebu  Davud’un  Merasif’inden.

[21] Müslim, Müsakât; 12.

[22] Hatib’in  Tarih’i  ve  Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[23] Haraiti’nin  Mekarimü’l-Ahlak’ından.

[24] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’i  ve  Ebu  Ya’la’nın  Müsned’inden.

[25] Nisa Sûresi, 147.

[26] İbrahim Sûresi, 7.

[27] Ebû Dâvud, Salât: 45.

[28] Hakim’in  Müstedrek’inden.

[29] Kenzü'l-Ummal, 3:528.

[30] Kenzü'i-Ummal, 3:536.

[31] İbni Mâce, Libas: 24; Ebû Davud, Libas; 4.

[32] Taberani’nin  Kebir’inden.

[33] Ebu  Ya’la’dan.

[34] Buhari’nin  Edeb’inden,Taberani’nin  Evsat  ve  Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[35] Taberani’nin  Kebir’inden.

[36] Tahavi’den.

[37] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden

[38] Taberani’nin  Kebir’inden.

[39] Hakim,  Ebu  Nuaym  ve  İbni  Mende’den.

[40] İbni  Asakir’den.

[41] Müstedrek, 3:177; Usdû'l-Gâbe, 2:22.

[42] Buhari,  Edeb:89.

[43] Beyhaki’nin  er-Risaletü’l-Eş’ariyye’den.

[44] Mektûbat, s. 292.

[45] Müsned’den.

[46] Taberani’nin  Evsf’ı  ve  Hakim’in  Müstedrek’inden.

[47] İbni  Neccar’ın  Tarih’inden.

[48] Darekutni’nin  Sünen’inden.

[49] Hakim’in  Müstedrek’inden.

[50] Darekutni’nin  Sünen’inden.

[51] Taberânî'nin Kebîrinden.

[52] Taberani’nin  Evsaf’ından.

[53] Buharı, îman: 22, Itk. 15; Müslim, îman: 40.

[54] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden.

[55] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden.

[56] Ebû Dâvud, Büyü: 79; Tirmizî, Büyü: 37; Deylemt, Büyü: 57; Müsned, 3:414.

[57] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden.

[58] İbnü’s-Süm’ani’nin,  Edebü’l-İmla’sından.

[59] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[60] Ebû Dâvud, Salât: 114; Tımizî, Hudud: 2

[61] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’inden.

[62] Timizi Daavât: 65; Mûsned, 2:77

[63] Ebu  Nuaym’ın  Hilye’sinden.

[64] Müslim, İman: 361,362; Müsned, 1590-291.

[65] Timizi Cennet: 23; Mûsned, 3:76.

[66] Taberani’nin  Kebir’inden.

[67] Hatibin Tabiinden.

[68] Darimî, Libas: 14; Tırmizl, Edeb: 54.

[69] Timizî, Zühd: 54.

[70] Ebû Ya'ISâan.

[71] Nahl Suresi, 90.

[72] Nisa Sûresi, 135.

[73] İbni Mâce, Nikah: 28

[74] Taberani’nin  Evsaf’ı,İbni  Adiyy’in  el-Kamil’i  ve  Ebu  Nuaym’ın  Hilye’sinden.

[75] Buharî, Hk: 18; Erime: 55; İbniMice, Etime: 19; Mûsned, 1:446; 2:259.

[76] İbni  Mace,Edeb:19.

[77] İbni  Mace’den.

[78] Tırmizî, Nikâh: 3. fbnîMâce, Nikâh: 46.

[79] Kenzü'l-Ummal, 16:297.

[80] Feyzü'i-Kadîr, 3:482.

[81] Müslim, Nikâh: 76.

[82] Gençlik Rehberi, s. 23.

[83] İbni  Asakir’den.

[84] Ebû Dâvud, Etime: 9; Müsnad, 5:408

[85] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[86] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[87] Tirmizi,Tıp:1.

[88] Ebû Nuaym'in Hıfyefsinüen.

[89] EböDavud, Edeb: 113.

[90] Hatib’in  Tarih’i, Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[91] Ebu  Nuaym’ın  Hilye’sinden.

[92] Tayalisi’den.

[93] Hakim’in  Müstedrek’i  ve  Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[94] Ebû Davud, Edeb; 101; Tirmizİ, Daavat: 14,25,116; İbniMâce, Dua: 15; Deylemî Fezâilö'l-Kur'ârr. 23.

[95] Hakim’in  Müstedrek’inden.

[96] Taberani’nin  Sağir’inden.

[97] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[98] bni Mâce, İkâme: 79.

[99] Buharı, Cuma: 4; Müslim, Cuma: 10.

[100] CumaSûresl.9.

[101] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[102] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[103] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[104] Mûsned, 4200

[105] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[106] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[107] Timizi, Zühd: 57.

[108] Bezzar’dan

[109] Ebu'ş-Şeyh'in Serabından.

[110] Darekutni’nin  Sünen’inden.

[111] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[112] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[113] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[114] Taberani’nin  Kebir’inden.

[115] Müsned, 6:71,104,105.

[116] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından

[117] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[118] Ebû Davud, Imare; 4; Neseî, Bey'a: 33; Müsned, 6:70.

[119] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[120] Buharl Fiten: 19; Müslim, Cennet: 84; Müsned, 2:40,110,136.

[121] Enfal Sûresi, 25.

[122] Buharı, Hac: 49; Müslim, Fiten: 8; İbni Mâce, Fiten: 30.

[123] Sözler, s. 158,

[124] İbni  Adiyy’in  el-Kamil’i  ve  Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[125] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[126] Taberani’nin  Kebir’i  ve  Ebû Nuaym'in  Hilye’sinden.

[127] Musannef, 13/205-206.

[128] Deylemi’nin  Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[129] Müslim, Nikâh: 132; Timiz!, Nikâh; 39; Mûsned, 3:49,59,93

[130] İbni Neccar’ın Tarih’i ve Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.

[131] Ebu Ya’la ve İbni Adiyy’in el-Kamil’inden.

[132] Taberani’nin  Evsat’ından.

[133] İbni Mübârekln Zühdünden.

[134] Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[135] Rafii’nin  Tarih-i  Kazvin’den.

[136] Hakim’in  Müstedrek’i  ve  .Beyhaki’nin  Şi’bü’l-İman’ından.

[137] Hûd Sûresi, 114.

[138] Darekutni’nin  Efrad’ından.

[139] Buharî, İstizan; 13; Müslim, Adab: 32,34,35,37,37; EM Davud, Edeb: 127,130

[140] İbniMâce, Edeb:37.

[141] Şûra Sûresi, 38,

[142] Al-i İmran Suresi, 159.

[143] Ramuzu-I-Ehâdis, 2:499.

[144] Feyzü't-Kadîr, 4:2.