135-[1:174,
Hadîs No: 2193
Ömer'den (r.a.)
rivayetle:
Allah'a en sevimli
eviniz, içinde ikram gören bir yetimin bulunduğu evdir.[1]
136- [1:175,
Hadîs No: 221]
İbni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor:
Sizin Allah'a en
sevimli olanınız, az yiyip içen ve bedence hafif olanı nızdır.[2]
En büyük nimetlerden
biri olan sağlık, ağız tadıyla hayat sürebilmenin en önemli unsurlarından
biridir. Bunda dengeli ve ölçülü yiyip içmenin önemi elbetteki büyüktür.
Sağlığı tahrip eden
sebeplerin ilk sıralarında ise çok yemek, aşırı ve dengesiz beslenme
gelmektedir. Böyle davranmak herşeyden önce sorumluluk getirir. Çünkü bunda
vücud emanetini gerektiği gibi koruyamamak, tehlikeye atmak söz konusudur.
Hadiste bildirildiğine göre vücudumuzun da bizim üzerimizde hakkı olduğuna göre
ona karşı vazifemiz onu gerektiği gibi korumak, tehlikelere maruz
bırakmamaktır. Aksi halde "Kendi kendinizi tehlikeye atmayınız"[3] âyetindeki îka-za girmekten kurtulamayız.
Fazla beslenme sonucu
ortaya çıkan şişmanlık her organa gerektiğinden fazla yük yüklemek, dolayısıyla
onlara eziyet etmek, onları yormak demektir. 70 kiloluk bir vücuda hizmet
etmesi gereken bir kalbin 80 kiloluk bir vücuda hizmet etme mecburiyetinde
kalışını düşünün. Aslında bu başta kalb olmak üzere birçok organa zulmetmek
demektir.
İş bununla kalmamakta;
şişmanlık, yüksek tansiyon, kalb, damar, böbrek, solunum, sindirim, kemik,
eklem hastalıklarından tut, ânî ölümlere varıncaya kadar birçok
rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Sağlık kitaplarında bunlar bir bir anlatı.
Kur'ân-ı Hakim, bu
durumlara düşmememiz için ikazda bulunmakta, 'Yiyiniz, içiniz, fakat israf
etmeyiniz"[4]buyurmaktadır. İslâm
âlimleri bu âyeti sağfık açısından o kadar önemli görürler ki "Tıbbın
yarısı işte budur!" derler.
Peygamberimizin,
âdemoğlunun doldurduğu kapların en kötüsünün mide olduğunu bildirişi oldukça
manâlıdır. Yeme içmede takip edilmesi gereken usûlü de şöyle belirtmişlerdir:
"Âdemoğluna belini doğrultacak kadar yemek yeterlidir. Eğer yemek
istiyorsa midesini üçe ayırsın. Bir kısmını yemekle, bir kısmını da suyla
doldursun. Üçte birini de boş bıraksın." Gelişen ilim bu hadîste tavsiye
edilen usûlün insan hayatı için son derece faydalı olduğunu kabullenmekte,
böyle davranmanın birçok hastalığa engel olduğunu belirtmektedir. Bu hususta
diğer bir ölçü de iyice acıkmadan yemek yememe, yerken de daha iştah varken
kalkmadır. Resûlullah zamanında Arabistan'a İran'dan bir doktor gelmiş, hastaları
tedavi etmek istemişti. Ne var ki aradan günler geçtiği halde hiçbir hasta gelmemişti.
Kendisine iş çıkmayacağını anlayınca Peygamberimize gelmiş, gitmek için izin
istemişti. Fakat merak ettiği bir sorusu vardı. Sahabe ne yapıyordu da hasta olmuyordu?
Peygamberimize sormadan edemedi. Şu cevabı verdi Peygamberimiz: "Benim
Ashabım iyice acıkmadan yemek yemezler. Yedikleri zaman da tıka basa değil,
daha iştahtan varken kalkarlar." İranlı doktor heyecanlandı ve şöyle
dedi: "İşte sağlığın şartı budur!"
İbni Sina da sağlıklı
yaşamada, yeme içmede ölçülü olmanın önemli rolünü şöyle anlatır:
"Tıp ilmini iki
satırda topluyorum. Sözün güzelliği kısalığtndadır. Yediğin vakit az ye.
Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani kolayca
hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne
yemek yemektir."
Sağlığı korumanın
manevî hayata yönelik faydaları da vardır. Manevî hayatın devamı, çokça ibadet
edebilmek, şevk ve zevkle manevî hizmetlere yönetebilmek için de sağlık çok
önemlidir. Sağlık tehlikeye düştü mü, bu hizmetler de büyük ölçüde aksayacakta.
Hasta insan îcabında yerinden kalkamazken, genç ve dinç bir kimse zevk ve
şevkle kendini ibadete verebilecektir. "Kuvvetli mü'min zayıf mü'minden hayırlıdır"
hadîsinin mânâlarından biri de "Sağlıklı mü'min, sağlığı bozuk mü'mine
göre daha hayırlıdır" şeklindedir.
Çok yiyip içme manevî
hayatın zedelenmesine ele sebep olabilir. Çünkü böyle bir insan, manevî hayatı
sarsabilen helali, haramı araştırma titizliğini de yitirebilir. Hele maneviyatı
zayıfsa imkânları yetmediğinde kolaylıkla haramlara girebilir.
Bu kısa izahtan sonra
Allah'a en sevimli olan insanın az yiyip içen ve bedence hafif olan insan
olarak belirtilmiş olmasının hikmet ve önemi herhalde daha iyi anlaşılmış
olacaktır.
137- [1:176
Hadîs No: 222]
Yezid bin Üseyd
rivayet ediyor:
Kendin için istediğini
insanlar için de iste.[5]
138- [1:176,
Hadîs No: 223]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Sevdiğini Ölçülü sev;
bir gün gelir sevmediğin biri olabilir. Sevmediğini de ölçülü olarak sevme;
bir gün gelir dostun olabilir.[6]
139- [1:177,
Hadîs No: 224]
İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayetle:
Size verdiği
nimetlerin çokluğu sebebiyle Allah'ı sevin. Allah uğruna sevgi sebebiyle beni
sevin. Ben kendilerini sevdiğim için de Ehl-i Beytimi sevin.[7]
140- [1:178,
Hadîs No: 225]
İbni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor: Şu üç şey sebebiyle Arapları sevin:
1. Ben Arap
olduğum için.
2. Kur'ân
Arapça olduğu için.
3. Cennette
Arapça konuşulacağı için.[8]
Peygamberimizin
Araplar içinden gönderilmesi, Kur'ân'ın Arapça oluşu ve Cennette Arapça
konuşulmasının şüphesiz birçok hikmetleri vardır. Resûlullah o günün dünyasının
en bozuk bir bölgesinde gönderilmiş, onların anlayacağı bir dille onlara hitap
etmiş, edebiyatın ilerlediği bir dönemde aynı zamanda edebî bir mucize olan
Kuranla peygamberliğini ispat etmeye çalışmıştı. İlk muhatapları Arap olan bir
topluma gönderilen bir kitabın Arapça gönderilmesi kadar tabii ne olabilir?
Arapça, harflerinin yeniliği, tamamlığı; kelimelerinin îtidalli otuşu ve
zenginliği; çekim ve kelime türetimindeki asalet, ahenk ve çeşitlilik, kinaye
ve mecazlarındaki güzellik, edat ve takılarındaki düzgünlük, faydatılık,
çekimlerin-deki incelik gibi birçok husus itibariyle mevcut diller içerisinde
maksadı ifade etme açısından en güçlü olanıdır. Arapçanın çok geniş ve
şümûliü, az cümleyle çok mânâ ifade edilebilen zengin bir dil oluşu, asırlar
sonra anlaşılabilecek mânâ ve hakikatleri de içerisine almasını sağlamıştır.
Hz. Ali'nin "Sadece Fatiha Sûresi için yetmiş deve yükü tefsir
yazarım" demesi Kur'ân'ın nasıl engin ve zengin bir okyanus olduğunu
göstermektedir. Her İşinde nice hikmetler yaratan Cenab-ı Hak, Kur'ân'ı Arapça
göndermek suretiyle her asrın insanına bu derin mânâları bulmaya sevk etmiş,
Yusuf Sûresinin ikinci âyetinde "İyice anlayasmız diye, Biz onu Arapça bir
Kur'ân olarak indirdik" buyurmuştur.
Peygamberimizin,
kendisinin Arap, Kur'ân'ın ve Cennet lisanının Arapça oluşunu açıkça
bildirerek Arapları sevmeyi tavsiye etmesinde ise şüphesiz mühim incelikler ve
sırlar vardır. İslâmiyet Türklükle olduğu gibi Araplıkla da aynîleş-mistir.
Türk denince İslâmiyet hatıra geldiği gibi Arap denilince de İslâmiyet hatıra
gelmektedir. Resûlullaha gönülden bağlanmış, dâvasına canla başla sarılmış
Sahabe genellikle Araptı. İslâmın temelini onlar atmışlardı. Kur'ân'a en büyük
hizmeti onlar yapmışlardı. Kur'ân'ı en İyi anlayıp uygulayan onlardı.
Resûlullahın "Ben
Arabım" buyurusunu düşünürken bu kudsî hakikatleri de göz önünde
bulundurmak gerekir. Zaman zaman, bilhassa çağımızda Araplar aleyhine yürütülen
karalama ve kötüleme kampanyalarının İslâm birliği ve kardeşliğini nasıl
yaraladığı, bölünme ve parçalanmalara vesile olduğu bütün ıztı-raplanyla
yaşanmıştır. Âlet olunmaması, böyle bir duruma düşülmemesi gerektiğini Resûlullah
mucizevî bir tarzda beyan buyurmuşlardır. Irkçılığı öne sürüp İslâm dünyasını
parçalamayı hedef alan ve Müslümanları birbirine düşüren ve Arap düşmanlığını
körükleyen İslâm düşmanlarının bu oyunlarını nazara almayıp şuursuzca tavırlar
takınmak büyük bir felâkettir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "sinek ısırmasın
diye müthiş yılanlara kendini kaptırmak" nevinden bir divaneliktir. Büyük
ejderhalar hükmündeki Avrupa'nın doymak bilmeyen hırslarına, açtıkları
pençelerine ehemmiyet vermemek, belki onlara manen yardım etmek demektir.
Irkçılık fikriyle Şark vilayetlerindeki vatandaşlara ve güneydeki dindaşlara
düşmanlık besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve tehlikeleri de
beraberinde getirir. Bunun yanlışlığını ise Bediüzzaman şöyle dile getirir;
"O Cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe
alınsın. Ce-nubtan gelen Kur'ân nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde
vardır ve her yerde bulunur."
Bediüzzaman onlara
düşmanlığın insanı nasıl bir tehlikeli sonuca götürdüğünü de şöyle anlatır:
"İşte o
dindaşlara adavet [düşmanlık] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur.
İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı
dünyeviyye ve hayat-ı uhreviyeyyesine bir nevi adavettir. Hamiyyet nâmına hayat-ı
içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek;
hamiyet değil hamakattır [aptallıktır]. [9]
Bütün mesele îman
kardeşliği potasında eriyebilmek, dünyanın neresinde olursa olsun bütün
Müslümanlara karşı kardeşçe duygular besleyebilmektir.
141. [1:179
Hadîs No: 227]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Fakirleri sevin ve
onlarla oturup kalkın. Kendi kusurunu bilmen, seni başkalarının kusurunu
araştırmaktan alıkoysun.[10]
İmtihan dünyası gereği
Cenab-ı Hak, bazı kullarını zengin, bazılarını da fakir yaratmıştır. Herkesin
rızkı takdir edilmiş, kısmeti belirlenmiştir. Bazıları çalışır, çabalar zengin
olur; bazıları da çalışmasına rağmen fakir kalır.
Böyle olunca zenginlik
böbürlenme ve büyüklenme vesilesi olamayacağı gibi fakirlik de üzülme ve ezilme
vasıtası olamaz. Zengin, imkânlarını Allah'ın bir ihsanı bilip, bir şükran
ifadesi olarak fakirleri gözetmek, ellerinden tutmakla mükelleftir.
Hadîste fakirleri
sevme, onlarla oturup kalkma emredilmiştir ki, bunun birçok faydaları vardır.
Herşeyden önce fakirlerle oturan kimse gururunu, kibirini kırmakta, tevazu ve
şefkat kanatlarını açmaktadır. Tevazu âbidesi olan Resûlullahın en güzel
âdetlerinden biri de fakirlerle oturup kalkmasıydı. Hatta bu davranışlarını
gurur ve kibirden yanlarına yanaşılmayan müşrikler bir türlü
hazmede-miyorlardı. Birgün Selman-ı Farisî, Ebû Zer gibi fakir mü'minlerle
sohbet etmekte olan Resûlullahın yanına gelen müşrikler, 'Ya Muhammedi"
dediler. "Ne zaman senin yanma gelsek, bu fakir kimseleri buluyoruz. Biz
Mudar kabilesinin eşrafıyız. Bunları yanından uzak tut ki, sana îman edelim.
Biz bunlarla bir arada bulunmaktan ar duyuyoruz, nefsimize yediremiyoruz. Şayet
biz îman edersek, her kabile iman eder."
her kabile iman eaer.
Oysa Cenab-ı Allah,
Resulüne nasıl davranacağını indirdiği âyetiyle şöyle bildirmişti: "Ey
Muhammedi Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam Ona ibadet edenlerle
sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı zinetine kapılıp gözünü Ashabından
ayırma."[11]
Bunun üzerine
Resûlullah Selman'la Ebû Zer'i buldu, haklarında âyetin indirildiğini
bildirdikten sonra şu müjdeyi verdi:
"Sizinle beraber
sabretmeyi emretmeden canımı almayan Allah'a hamd ve senalar olsun. Şunu bilin
ki, ben yaşadığım müddetçe aranızda yaşayacağım. Öldüğüm zaman aranızda öleceğim."[12]
Hz. Nuh'a da o günün
müşrikleri aynı şeyleri söylemişlerdi: "Ey Nuh, başından o fakirler
topluluğunu kov! Biz onlarla beraber bulunmayı, bir zütl telakki ediyoruz.
Onları kovarsan biz de îman ederiz."
Hz. Nuh ise onlara şu
cevabı vermişti: "Ben onları asla kovamam. Onlar âhi-rete ve Allah'a
inanan kimselerdir. Allah'a îman edenlerin ise, şanı çok yücedir. Rableri
onlara âhirette nice nice nimetler hazırlamıştır. Halbuki sizler, üstünlüğü,
geçici mal ve mevkilerde anyorsunuz. Ne îman edenlerin kadrini ve ne de onları
âhirette bekleyen nîmetleri biliyorsunuz. Allah'a ve âhirete inanmadığınız
halde, böyle bir teklifte bulunmanızın mânâsı nedir? Böylesine kıymetli ve aziz
olan mü'minleri sizin hatırınız İçin yanımdan kovarsam, beni Allah'ın azabından
kim kurtarır? Şunu iyi bilin ki, sizlerin hepinizi, şu halinizle onların bir
tekine bile tercih etmem."[13]
Fakirlerle beraber
olan onların durumlarını, acı hal ve tztıraplarını daha yakından hissetme
fırsatı bulur. Vicdanen harekete geçip yardımlarına koşar.
Sonra zengin, o imkân
ve nimetlere bir ölçüde fakirler sayesinde ulaştığının şuurunda da olmalıdır.
"Zayıflarınız sayesinde nzıklanırsınız" hadîsi o zayıf ve fakirlere
şükran borcumuz olduğunu da göstermektedir.
Öte yandan fakir
haldeki birçok işçi, memur kimseler sayesindedir ki, zenginlerin çarkı
dönmektedir. Onların çalışmaması demek, çarkın durması demektir. Öyleyse durumu
iyi olmayan hiçbir kimse hor ve hakir görülmemelidir.
Fakir ve yoksullarla
bir arada bulunmak onların hayırlı dualarını almaya da vesiledir. Bu dualar
vesilesiyle Cenab-ı Hak zenginlerin işlerini kolaylaştırır.
Bu davranış aynı
zamanda içtimaî kaynaşmayı ve kenetleşmeyi de sağlar. Toplum yekvücut haline
gelmiş olur. Böyle toplumlarda alt-üst kavgası, zengin-fakir çatışması da
olmaz. Zenginler fakirlere şefkat ve sevgiyle eğilirlerken, fakirler de
onların iyilikleri için duacı olurlar.
Hadisin ikinci cümlesi
de her Müslüman için bir ölçü olacak mahiyettedir. İnsan kendini kusurlu bilip
ve kendi kusurlarıyla meşgul olup onları düzeltmeye çalışsa başkalarının
kusurlarını görmeye, onlarla meşgul olmaya fırsat dahi bulamaz. Biz herkesten
önce kendimizden mes'ûl olduğumuza göre bize başkalarının kusurları değil,
kendi kusurlarımız sorulacaktır.
Kişinin kendi
kusurlarıyla uğraşması aynı zamanda tekâmülünün de esasını teşkil eder.
Başkalarının kusurlarını sayıp dökmekten başka iş bilmeyen kimseler
kendilerini yetiştirme, olgunlaştırma fırsatı da bulamazlar.
Kendi kusurunu bilen
insan, o kusurunun ezikliği içerisine bürünür, başkalarının kusurlarıyla
uğraşmanın uygun olmayacağını düşünür ve o kusurlardan kurtulmaya çalışır.
142- [1:180,
Hadîs No: 229]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Mü'minin yitik malı
olan ilmi elde ettiğinizde, onu kaybolmaktan koruyunuz.[14]
143- [1:182,
Hadîs No: 234]
îbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Sizi çok çok övenlerin
yüzüne toprak saçın.[15]
Birinden birşey
istediğinde karşısındaki kimseyi çok çok öven, dalkavukluğu kendisine meslek ve
geçim vasıtası yapan, överken sözlerine yalan karıştıran kimseler vardır. İşte,
Peygamberimiz böylelerini hoş karşılamıyor. Hadîste geçen "toprak
saçma" ifâdesi, "birşey vermemekten" kinayedir. Buna göre
hadîsin mânâsı, "Yalan sözlerle çok överek sizden birşey isteyen kimseye
birşey vermeyin, onu boş çevirin" demek olur. Zaten Peygamberimiz (as.m.)
başka bir hadîslerinde de "Birşey isterken söze karşıdakini överek
başlamayın" buyurmuşlardır.
144- [1:186,
Hadîs No: 243]
Sevbân (r.a.) rivayet
ediyor:
Mü'minin ferasetinden
sakınınız. Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar ve Onun muvaffak kılmasıyla konuşur.[16]
Bütün güzellik ve
faziletlerin kaynağı olan îmanın mü'mine kazandırdığı en önemli özelliklerden
birisi de ferasettir. Mü'min ferasetlidir, basiretlidir, keskin görüşlüdür,
hadiseleri iyi değerlendirir, sonucu baştan görür. îmanın kuvvetliiiği ölçüsünde
bu özellik mü'minde inkişaf eder. Âdeta insanların kalblerini okurcasına bir
inkişaf kaydeder mü'min. Öylesine bir anlayış ve şuura erer ki jylyi kötüyü,
hileyi hud'ayı bir çırpıda kestirir, meseleyi hemen kavrar. Kolay kolay hükmünde
yanıJmaz. Mü'minin bu özelliğini bilen münafık ve kâfirler, hareketlerinde
dikkatli olmak, adımlarını ihtiyatla atmak zorunda kalır, hile ve desiselerinin
su yüzüne çıkacağını, aldatma ve düzenbazlıklarının keşfedileceğini düşünür,
dikkatli davranırlar.
Mü'minin bu anlayış ve
keskin görüşlülüğü, Allah'ın nuruyla bakmasından dolayıdır. Bu nura hiçbir güç
dayanamaz. Fikrî bir atmosferde de yine mü'minin ortaya koyduğu deliller ve
ispatladığı meseleler karşısında muarızlar iki kelâm edemez, susmak zorunda
kalırlar. Çünkü mü'minin dayanağı kuvvetlidir. Kur'ân'ın akla ve mantığa dayalı
esaslarını kendine esas edindiği içindir ki, kimse onun sırtını yere
getiremez, mağlup edemez.
145- [1:187,
Hadîs No: 245]
Ebû'd-Derdâ (r.a.)
rivayet ediyor:
Dünyadan sakınınız.
Çünkü dünya Harut ve Maruftan daha fazla büyüleyicidir[17].
Hârut ve Mârut Hz.
Süleyman zamanında insanlara sihir öğretmekle görevli iki melekti. İmtihan için
gönderilmişlerdi. İsteyen herkese bu ilmi öğreteceklerdi. Ne var ki, insanlar
bu ilmi şerre âlet etmeyeceklerdi. Bu iki melek sihrin şerrinden korunmak ve
onu şerre kullanmamak şartıyla insanlara bu ilmi öğretiyorlardı. Ellerindeki
sanat cazipti, büyüleyiciydi.
Peygamberimiz (as.m.)
insanları dünyanın şerrinden sakındırmak için Hârut ve Mârufu misâl vermekte,
dünyanın onlardan daha büyüleyici olduğunu bildirmektedir.
Evet, dünyanın
zevkleri, eğlenceleri caziptir. Nefsin hoşuna gider. İnsanı o kadar büyüler,
sersemleştirir ve sarhoşlaştırır ki, insan ölmeyecekmişcesine onlara sarılır.
Ayıldığında bakar ki ömrü bitmiş, elinde zevk ve eğlence namına birşey
kalmamış, günahları ise boynuna yüklenmiş.
Hadîslerde dünyayı
sevmenin her kötülüğün başı olarak gösterilmesi, yukarda geçtiği gibi ondan
sakınmanın tavsiye edilmesi, işte dünyanın sefahete, oyun ve eğlencelere,
gayr-i meşru keyiflere bakan bu yönüdür. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle
dünyanın zevk ve eğlenceleri zehirli balı andınr. Tadımlıktır. Ağza beş dakika
tad verir, ama saatlerce kann sancısı çektirir. Gayr-i meşru zevklerin nerede
başlayıp nerede biteceği belli olmaz. Hastahanelerde mi, hapishanelerde mi veya
kabristanlarda mı noktalanır, bilinmez. Bir saat zevk uğruna, saatlerce,
günlerce, yıllarca ıztırap çekmenin akılla, mantıkla bağdaşır yanı yoktur.
Artık o zevk, zevk olmaktan çıkar. Hiçbirşey olmasa bile ayrılık acısı, ona
kavuşmanın lezzetini hiçe indirir.
Ama insan dünyanın bu
fânî ve nefse hitap eden yönünden yüzünü çevirip âhirete bakan yönlerine
yönelse, o zaman dünya, gerçek mânâda değer kazanır ve ebedî saadete bir atlama
basamağı olur.
Evet, dünyanın diğer
ikinci yüzü, âhiretin tarlası hükmünde olan yüzüdür. Bu yönüyle dünyaya ne
kadar çok çalışılsa yeridir. İyi amel tohumlarını eken insanlar öbür tarafta
iyi neticeler alırlar.
Dünyanın üçüncü bir
yüzü ise, Cenab-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnasına bakan yüzüdür. Bu yönüyle dünya
Esmâ-i Hüsnaya bir aynadır. Neye bakılırsa bakılsın, Cenab-[ Hakkın isimlerinin
birer nakşı, sanatı olduğunu anlamak zor olmaz. Herbir eşyada görünen
güzellikler Cemîl isminden, binbir faydayla yaratılışları Hakim isminden, ince
bir plânın eseri oluşları Mukaddir isminden, harika suretleri Musavvir
isminden kaynaklanmaktadır. Bir ilmin eseri oluşları, Alîm ismini, bir kudretin
neticesi oluşları Kadir ismini; bir iradenin sonucu oluşları da Mürîd ismini
göstermektedir. O hatde Cenab-ı Hakkın güzel isimlerine birer ayna olan
yaratıkları bu yönleriyle sevmek, takdir etmek, Allah'ın eşsiz büyüklüğünü ve
kudretini görmek,mânâsına geldiğinden faydalıdır. Bu yönüyle de dünya ne kadar
sevilirse sevilsin yeridir.
146- [1:188,
Hadîs No: 247]
Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivayetle:
Nefsin gizli
desisesinden sakının. Âlim etrafında insanların oturmasını ister.[18]
Manevî makam
yükseldikçe nefis ve şeytanın hile ve tuzakları da o ölçüde artar. Nefis ve
şeytan ilim yolunda olan ve hakka hizmet edenlerle daha çok uğraşır. Onun
içindir ki birçok badirelerden geçen âlim her adtm başı önüne çıkabilecek
manevî tuzaklardan sakınmakla baş başadır. Bu tuzaklardan biri de etrafına
kendini dinleyecek kalabalıkların toplanmasıdır.
Bunda ne gibi mahzurlar
olabilir? Eğer nefis bunlardan hoşlanıyor ve âlimi havalara sokuyor, üstünlük
kompleksine kaptırıyor, "Bakın, ben ne kadar büyük ve değerli bir âlimim
ki herkes beni dinliyor, etrafımda halkalanıyor" dedirtiyorsa, işte o
zaman tehlike çanları çalıyor demektir. Nefis artık âlimin o kadar içine işler
ki ne kadar çok insan dinlerse o kadar çok hoşlandırır, az insan dinlediğinde
de hayai kırıklığına uğratır.
Nefsin bu desisesinden
kurtulmanın yegâne çâresi ihlasa sarılmaktır. Az veya çok ne kadar insan
dinlerse dinlesin bunları ne büyüklük, ne de küçüklük meselesi edinmemektir.
"Benim vazifem hizmettir, anlatmaktır. Az veya çok ne kadar insan
dinlerse dinlesin, kabul etsinler veya etmesinler, bunlar beni ilgilendirmez.
Dinletmek, kabul ettirmek Allah'a aittir. Benim vazifem ise sadece anlatmaktır.
Gerisine karışmam" diyebilmektir. Bu duygu ve düşünce yerleştiğinde ne
kadar büyük kalabalıklar dinlerse dinlesin artık âlim böbürlenmez. Dinleyenleri
azaldığında da üzülmez. Aşk ve şevkle hizmetini yürütür, sonucu Allah'a bırakır
ve mükâfatını Ondan bekler,
147-[1:189,
Hadîs No: 250]
Ali'den (r.a.)
rivayetle:
Zulümden sakınınız.
Çünkü zulmün cezasından daha süratli gelen hiçbir ceza yoktur.[19]
148. [1:190,
Hadîs No: 251]
Ali bin Hüseyin bin
Ali rivayet ediyor: Ziraat yapınız. Çünkü o mübarektir.[20]
Tabiî nzık vasıtası
üçtür: Sanat, ziraat ve ticaret. Hadîslerinde ziraatçılığı tavsiye eden
Resûlullah bu üç yoldan birisi olan ziraatçılığın mübarek bir meslek olduğuna
dikkatleri çekiyor. Bu mesleği hor ve hakir görüp ziraatçılığa yanaşmayan
insanlara verilebilecek en güzel cevaplardan biri bu olmalıdır. Rızkın en büyük
kaynaklarından biri şüphesiz topraktır. En büyük geçim vasıtalarından birisi de
bu değil midir? Birçok ülkede nüfusun çoğunluğunun toprakla uğraşması
ziraatçılığın insanların hayatındaki yeri ve önemini gösterir. Kalkınmış ülkelerin
bile tarım ürünlerine muhtaç oiuşu ziraatın her devirde geçerliliğini koruduğunun
delilidir.
Resûlullahın diğer bir
çok önemli meslek yanında özellikle ziraatçılığa teşvik edişi, hatta başka bir
hadîslerinde "Dünya öküzle balık üzerinde duruyor" buyururlarken de
içtimaî hayatta, geçim vasıtaları arasında Öküzü sembol olarak gösterirken de
ziraatçılığın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Birgün eli nasırlaşmış bir çiftçinin
elini okşayarak, "İşte AHah ve Resulünün sevdiği el" buyurusu da
herkesçe bilinen hakikatlerdendir. Resûlullahın ziraatçılığı teşvik eden daha
birçok hadîsleri vardır. Bunlardan biri şöyledir: "Herhangi bir Müslüman
bir ağaç diker veya ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya hayvan yerse,
muhakkak ki onun için sadaka olur[21]
Hz. Âdem gibi
insanlığın atası olan bir Peygamberin yeryüzünde ilk defa çiftçilik yapan
insan oluşu, peygamber mesleği olan çiftçiliğe bir teşvik mânâsı taşımıyor mu?
Koca süper devletlerin
bile toprak ürünleri ithal etmek zorunda kaldığı bir zamanda toprağı gerektiği
gibi değerlendirebilmek ve bunun yollarını aramak, kalkınmanın önemli
unsurlarından biri olduğu kadar dinimizin de bizden istediği önemli
davranışlardan biridir.
149, [1:190,
Hadîs No: 252]
îbni Abbas (r.a.)
rivayet ediyor:
En güzel Kur'ân okuyan
insan, okurken Allah'tan korktuğunu anladığın kimsedir.[22]
150. -
[1:191, Hadîs No: 254]
Ebû Saîd (r.a.)
rivayet ediyor:
İdareci olduğunuzda
iyilikle muamele edin. İdareniz altındakilerin kusurlarını affedin.[23]
151- [1:191,
Hadîs No: 255]
Âişe'den (r.a.)
rivayetle:
Allah'ın nimetlerine
gereken saygıyı gösterin ve günah işleyerek onu elinizden kaçırmayın. Çünkü bir
topluluğun elinden kaçan nimet nadiren geri gelir.[24]
Nimet denilince
insanın yiyip içtiği, giyip kuşandığı, tek kelimeyle faydalandığı şeyler
hatırımıza gelir. Allah yer ve göklerin nimetlerini biz kulları için hazırlamış,
önümüze sermiştir. Bunlardan âzami ölçüde faydalanmak, çare ve vasıtalarını
bulmak da bize düşmektedir.
Yalnız Rabbimiz bu
nimetlere saygı duymamız şartını da getirmiştir. Nimete saygı duymak demek
sadece dille "Allah'a hamdolsun, şükürler olsun" demekten ibaret
değil, nimetleri yerli yerinde ve en güzel şekilde kullanmak demektir. Bunun da
yolu helal dairede kalmak, haramı helali ayırmak, israfa girmemek, iktisat ve
kanaat etmek, kısacası şükretmekten geçer. Şükür nimetin devamını sağlamakla
kalmaz, artmasına da vesile olur. Nimete saygı göstermemek, nânkörlük etmek, o
nimetleri günaha âlet etmek İse nimetin elden kaçmasına vesile olur. Bir
âyette, "Siz şükreder, îman ederseniz, Allah size niye azap etsin?"[25] buyururken, diğer bir âyette de, "Eğer
siz şükrederseniz andolsun ki, nimetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz
azabım çetin olur[26] buyurulmaktadır. Nimete saygı duymayanlar
nimeti sadece ellerinden kaçırmakla kalmaz, şiddetli bir azaba da duçar
olurlar.
Eğer bu nimet kişiyi
değil de toplumu alâkadar ediyorsa, ekseriyetin o nimetin değerini bilmemesi,
nimetin elden kaçmasını netice vermekle kalmaz, sıkıntı ve ıztırapları da
beraberinde getirir. Kişi ve toplum olarak yaşadığımız birçok hâdise bu
gerçeğin birer tefsiri mâhiyetinde değil midir?
152- [1:192
Hadîs No: 256]
Ebû Hüreyre (r.a.)
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Namazda saflarınızı
düzgün tutunuz.
Cemaatle namaz
kılarken safları düzgün ve sık tutmak cemaatle namazda aranan mühim hususlardan
birisidir. Safların tertibi, birinci ve onu takip eden saflarda namaz kılmanın
fazileti ve sevabı hakkında pekçok hadîs vardır. Peygamberimiz bir çok
hadîslerinde mü'minleri bu hususta ikaz etmiştir. Yukarıdaki hadîsten başka
daha pekçok hadislerinde Peygamberimiz düzgün saf tutmanın ehemmiyetine dikkat
çekmiştir. Meselâ şu hadîslerinde birinci safın faziletini nazara veriyor ve
şöyle buyuruyor:
"Allah birinci
safı dolduranlara rahmet eder; melekler de onlar için duâ ederler. Safları
doldurmak için atılan bir adımdan Allah rızâsına daha yakın başka bir adım
yoktur."[27]
Safların tertibine son
derece ehemmiyet veren Peygamberimiz, safları bir mızrak gibi düzeltmeden
namaza başlamazlardı. Hz. Ömer safları düzeltmesi için hususî birini görevli
tâyin etmişti. O da Resûtullah gibi saflar tam olarak düzeltilmeden namaza
başlamazdı. Hz. Osman ve Hz. Ali de namaza başlamadan önce safları bizzat
düzeltirlerdi.
153- [1:192
Hadîs No: 257]
Seki bin Hamaliye
rivayet ediyor:
Güzelce giyinip
kuşanınız; kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Tâ ki insanlar arasında siyah
üzerindeki beyaz gibi görünesiniz.[28]
Siyah bir zemin üzerindeki
beyaz bir nokta hemen dikkati çeker. Mü'min de işte o beyaz nokta gibi îman ve
ahlakıyla olduğu gibi, giyim ve kuşamıyla da diğer insanlardan farklı olduğunu
göstermekle mükelleftir. Sahip olduğu îman, ibadet ve güzel ahlâk onu âdeta
melekleştirirken, pırıl pırıl, ter temiz kıyafetlere bü-rünüşü de ona olgunluk,
ağırlık ve güzellik kazandırır.
Niçin mü'min siyah
üzerindeki beyaz gibi olmalıdır?
Mü'minin mühim bir
vazifesi Esmâ-i Hüsnâya aynalık yapmaktır. Zerreyi, küreyi, çiçeği, sineği,
kelebeği, bebeği, kısacası herşeyi plânlı, programlı, düzenli ve sanatlı
yaratan Allah, tabiatta sergilediği renk ve ahenk cümbüşüne insanın da uyum
sağlamasını istemektedir. Diğer yaratrklar bir noktada buna mecburen ayak
uydururlarken, insan iradesiyte, şuuruyla katılacaktır. O halde tertiplilik, düzenlilik,
kılık kıyafetteki düzgünlük Cenab-i Hakkın kâinatta tecelli etmekte olan
Musavvir, Mukaddir, Cemîl, Mücemmîl gibi isimlerine bir ayna, bir mazhar ve
te-celligâh olmaktan ibarettir.
Güzel ve düzgün
giyinme insanın kibire, gurura kaptırmasına sebep olmaz. O niyetle olmadfkça
kibir ve gurur olmaz. Peygamberimiz (a.s.m.) birgün "Kalbinde zerre kadar
kibir bulunan kişi Cennete giremez" buyurduğunda, "İnsan elbisesinin,
ayakkabısının güzel olmasını sever" demişler, Resûlullah da şöyle
buyurmuşlardı:
"Allah Cemîldir,
güzelliği sever. Kibir hakkı beğenmemek, şımarmak ve insanları
küçümsemektir."[29]
O halde insan hakkı
beğenmeme, kılık kıyafetle şımarma, çalım satma, insanlara tepeden bakma gibi
bir duruma girmediği sürece Cemîl ismine mazhar olacaktır.
Elbette güzel,
tertipli ve derli toplu giyinmenin kibirle alâkası olamaz.Tehlike, herşeyi
kılık kıyafette arama şaşkınlığına düşme, onu üstünlük ölçüsü gibi görme,
insana gerçek değer veren üstünlüklere, manevî değer ve faziletlere yan bakma,
elbiseyle büyüklenme ve gururlanmaya kalkmadır. Allah Resulü, "Allah,
kibirli kibirli elbisesini çekip duran kişinin yüzüne bakmaz. O elbise ister
helal-dan, isterse haramdan temin edilmiş olsun"[30] buyurarak yanlış ve tehlikeli olan giyinmenin
büyüklük vasıtası yapılan giyim ve kuşam olduğunu açıkça belirtmişlerdir.
Tehlike kılık
kıyafetle gösterişe kaymaktır. Sırf insanlara gösteriş olsun diye, şöhret
sevdasıyla güzel giyinen kimse kendini Allah'a değil, insanlara beğendirmeyi
düşünme sevdasındadır. Kulu Allah beğenmedikten sonra insanlar beğenmiş kaç
para eder? Sonra Allah, insanların'kalbine beğenme duygusunu koyma-sa atlastan,
ipekten elbiseler de giyse yine beğenmezler. İbni Ömer'in rivayet ettiği bir
hadîs de şöhret için elbise giyenlerin kulaklarını çınlatacak ehemmiyettedir.
Hadîse göre böyle bir kimseye, Cenab-ı Hak, Kıyamet Gününde şöhretelbisesi
yerine zillet elbisesi giydirecek, sonra da o elbiseyi ateşle
alevlendirecektir.[31]
Demek ki kibire,
riyaya, şöhrete, küfran-ı nimete kaçmadığı sürece güzel, temiz ve düzenli
giyinmenin dinimizin açık tavsiye ve emirleri arasında olduğu gözden uzak
tutulmamalıdır. Cuma, bayram ve cemaat namazlarına katılırken temiz ve düzenli
elbiseler giymenin tavsiye edilişini bunlar arasında saymak gerekir.
Ayrıca güzel giyinmek,
"Allah verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister"
hadîs-i şerifinde anlatılan hakikate de uygun hareket etmek demektir. Mü'min
imkânları ölçüsünde giydiği temiz ve düzgün kıyafetlerle Allah'ın nimetlerine şükretmenin
işaretini de taşımış olur.
Bilhassa öze değil
kabuğa, ruh yerine şekle, kalbi bir tarafa atıp görünüşe, fazilet yerine
kıyafete önem verildiği günümüzde İslâmı temsilde manen görevli olan her
mü'minin dilleri ve halleriyle olduğu kadar, kılık kıyafetleriyle de çekici bir
platformda olmalarının birçok faydaları vardır. Perişan kıyafetli bir kimse, isterse
içinde hazineler taşısın, antipati uyandırmak ve sahip olduğu hakikatlere gölge
düşürmekle baş başa kalabilir. İslâmı bütün berraklığıyla sunabilmek için bu
hususu da göz önünde bulundurmak gerekir.
154- [1:193,
Hadîs No: 258]
îbni Abbas'tan (r.a.)
rivayetle;
Seslerinizi Kur'ânla
süsleyiniz.[32]
.Bu hadîs mü'minleri
güzel bir noktaya yöneltmektedir. Gerçek ses güzelliği ancak Kur'ân'la
süslenebildiği ölçüde mümkün olur, Kur1 ân âlemlerin Rabbi olan Allah'ın
kelâmıdır. Nasıl büyüklerin sözleriyle sözlerimiz değer kazanıyorsa ilâhî
kelâmı serpiştirilen ve onunla pekiştirilen sözler o ölçüde kıymet kazanırlar.
Şâirin, "Ben sözlerimle Kur'ân'ı övemedim. Kur'ân benim sözlerimi övdü,
güzel-leştirdi" dediği gibi sözlerimiz ona dayandığı, ondan kaynaklandığı,
ona yer verdiği, ondan bahsettiği ölçüde daha çok değer ve mânâ kazanırlar.
Hadisten Kur'ân
okuyarak seslerimizi renklendirmenin yanısıra şarkı, türkü ve hoş olmayan
sözler söyleme yerine Kur'ân okuyarak sesleri güzelleştirmenin en önemli
yollarından biri olduğunu da çıkarıyoruz. Öyle Kur'ân okuyucuları vardır ki
güzel sesleriyle ruhları büyüler, nefisleri etki altına alırlar.
155. [1:194
Hadîs No: 263]
Sa 'sa' el-Müeâşiî
rivayet ediyor:
îki çenenin ve iki
bacağının arasmdakini koru.[33]
156- [1:196,
Hadîs No: 265]
İbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Baba dostunu gözet;
onunla ilişkiyi kesme ki, Allah, nurunu söndürmesin[34].
157- [1:197,
Hadîs No: 267]
îyaz el-Ensârî rivayet
ediyor:
Ashabım ve akrabalarım
hususunda hakkımı gözetin. Kim onİar ısusunda hakkımı gözetirse, Allah dünyada
ve âhirette onu gözetir, im bunu yapmazsa, Allah ondan yüz çevirir. Allah
kimden yüz çevi-rse yakasından tutması yakındır.[35]
158- [1:198,
Hadîs No: 269]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Bıyıklarınızı
kısaltın, sakalınızı uzatın. Yahudilere benzemeyin.[36]
159. [1:201,
Hadîs No: 276]
İbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Kadınları, eğer denk
iseler istedikleri ile evlendirin.[37]
160- [1:201,
Hadîs No: 277]
Ebû Derdâ'dan (r.a.)
rivayetle:
Ümmetim hakkında üç
şeyden korkuyorum: (1) âlimin
hatâsı, (2) münâfıkın Kur'ân'i âlet
ederek mücâdeleye kalkması, (3) kaderin
inkâr edilmesi.[38]
161- [1:202,
Hadîs No: 278]
El- Hakim rivayet
ediyor:
Benden sonra ümmetim
hakkında üç şeyden korkuyorum:
1. Heva ve
heveslerinin kendilerini şaşırtması.
2. Mide
düşkünlüğü ve şehevânî isteklerine uymaları.
3. Hakikati
bilip öğrendikten sonra gaflete düşmeleri.[39]
162- [1:203,
Hadîs No: 279]
Ebû Mihcen es-Sekaft
rivayet ediyor:
Benden sonra ümmetim
hakkında şu üç şeyden korkuyorum:
1.
İdarecilerin zulme sapmaları.
2.
Yıldızların tesirine inanmaları.
3. Kaderi
inkar etmeleri.[40]
163. [1:204,
Hadîs No: 281]
Ali (r.a.) rivayet
ediyor:
Cebrail bana
Hüseyin'in Fırat kenarında şehid edileceğini haber verdi.
Hz. Hüseyin
Peygamberimizin torunu, Hz. Ali ve Hz. Fâttma'nın oğludur. Peygamberimizin
mübarek nesli Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den devam etmiştir. Peygamberimiz bu
hadîslerinde Cebrail'in haber vermesiyle bir mû'cize olarak Hz. Hüseyin'in
Fırat kenarında şehid edileceğini bildiriyor. Cebrail'in bunu Peygamberimize
haber vermesi şöyle olmuştu:
Birgün Cebrail (a.s.)
Peygamberimizin yanına gelmişti. Peygamberimiz o sırada Ümmü Seleme
validemizin yanındaydı. Ümmü Seleme'ye (r.a.), "Kapıyı üzerimizden kapat,
içeriye kimseyi atma" buyurdu. Onlar içerdeykeri Hz. Hüseyin geldi,
içeriye girmek istedi. Hz. Ümmü Seleme onu içeriye koymak isteme-diyse de
Hüseyin (r.a.) bir fırsatını bulup içeriye daldı ve Resûlullahın kucağına
oturdu. Peygamberimiz sevgili torununu öptü, sevdi. Cebrail (a.s.),
"Hüseyin'i çok mu seviyorsun?" diye sordu. Peygamberimiz, "Evet,
çok seviyorum" buyurdu. Cebrail (a.s.), "İyi ama ümmetin onu şehid
edecek" dedi. Peygamberimiz, "Demek onu mü'minler öldürecek?"
diye hayretini bildirdi, Cebrail (as.) "Evet" dedi ve oradan
ayrılarak kısa bir müddet içerisinde Kerbelâ'dan getirdiği kırmızı ve ıslak bir
avuç toprakla geri döndü. Bunun üzerine Peygamberimizin mübarek gözlerinden
yaşlar aktı. Cebrail'in getirdiği toprağı da saklaması için Ümmü Seleme'ye
verdi.[41]
Gerçekten de,
Peygamberimizin "Reyhanım" dediği Hz. Hüseyin Hicretin 61. yılında
Kerbelâ'da Yezid'in askerleri tarafından hunharca şehid edildi.
164. [1:206,
Hadîs No: 282]
İbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Bana öyle bir ağaçtan
haber verin ki, Müslümana benzesin. Yaprakları hiç dökülmesin ve her an meyve
verip dursun. îşte o, hurma ağacıdır.[42]
165 [1:209, Hadîs
No: 288]
Beyhakî rivayet
ediyor: Ümmetimin ihtilafı rahmettir.[43]
İhtilaf; anlaşmazlık,
uyuşmazlık, farklılık, başka başka olma mânâlarına gelir. Peki herşeycle
birliği, beraberliği, kardeşliği, dayanışmayı emreden dinimiz burada ihtilafa
nasıl müsaade etmekte, hatta bunu "rahmet" olarak vasıflandırmaktadır?
Görünüşe bakarak
hareket edenler ya hadîsi inkâra kalkar veya ihtilaflarına fetva
çıkarabilirler. Oysa hadisi bir sarraf gibi ölçen müdakkik islâm âlimleri
bur-daki ihtilafı, hakta olmak şartıyla farklı farklı düşünme ve görüşlere
sahip olma mânâsında anlamakta ve bunu İslâmın akla verdiği önemin delillerinden
birisi olarak saymaktadırlar. Bu ihtilaf, Sünnet-i Seniyye dairesi içerisinde
kalmak, bid'atlara dalmamak şartıyla ortaya çıkan birçok hak mezhebin de
kaynağını teşkil etmektedir.
Evet, mezheplerdeki
farklılıklar birer rahmetten ibarettir. Çünkü herbir mezhep imamı, âyet ve
hadîslerdeki muhtemel ve hak mânâlardan birini yakalamış, içtihadını ona göre
yapmıştır. Nasıl aynı suyun kimi hastaya göre tıbben faydalı, kimi hastaya
göre de zararlı olması akla uygunsa, mezheplerdeki farklı, hatta birbirine ters
gibi gözüken içtihadlar da gayet yerindedir.
İslama hizmet
maksadıyla ortaya çıkan bütün hak cemaatleri, kalbi inkişaf ettirmeyi ve
Sünnet-i Seniyyeyi esas alan bütün hak tarîkatları da aynı çerçeve içerisinde
değerlendirebiliriz. Bu ihtilaflar müsbet dairede kaldığı ve birbirlerinin
hizmetine mâni olmaya çalışmadıktan, düşmancasına tavırlar içerisine girmedikleri
müddetçe faydalıdır. Mektubafta belirtildiği gibi herbir meslek ve grup kendi
mesleğinin muhabbeti uğruna başkalarının tahrip ve iptaline çaJışmamalı-dır.
Bir taraftan kendi mesleğinin tamir ve revacına çalışırken, diğer taraftan da
başkalarının ikmal ve ıslahına gayret göstermelidir. Tâ ki müsbet dairede kalabilsin.
Garazkârâne, düşmancasına birbirlerinin tahribine çalıştıkları zaman ise menfî
bir ihtilaf sergilemiş olurlar. Birbirleriyle boğuştukları için müsbet hareket
edemezler. Bu ise hadisin nazarında reddolunmuştur.
Hak ve hakikat namına
olan fikirlerin çarpışması da maksat ve esasta birleşmekle birlikte metodda
ihtilaf eder. Böyle bir fikir çarpışması sonunda hakikat bütün yönleriyle
ortaya çıkmış, hakka ve hakikate hizmet edilmiş olur. Fakat ta-rafgirâne ve
garazkârâne firavunlaşmış nefis hesabına, kendini beğenme ve şöhrete
düşküncesine yapılan fikirlerin çarpışmasından ise hakikat kıvılcımları değil,
aksine fitne ateşleri çıkar. Çünkü maksatta ittifak gerekirken, böylelerinın
fikirlerinin yeryüzünde dahi birleşme noktası bulunmaz. Hak namına olmadığı
için, sonsuz derece ifratla gider. Tamiri mümkün olmayan bölünmelere sebep olur.[44]
166. [1:212,
Hadîs No: 289]
Ali'den (r.a.)
rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
İdarecinin hediye
alması haramdır. Hâkimin rüşvet alması da küfürdür.[45]
Bir memlekette
huzurun, sulhun devam edebilmesi için o memlekette adaletin hükmetmesi
şarttır. Adaletin bulunduğu yerde zayıflar ezilmez; hak ve hu-kuklannı
koruyabilir, çiğnenmişse haklarını alabilirler. Güçlü de hak ve hukuku çiğneme
cesareti gösteremez. Gösterse bile cezasını bulur. Bu durumu bilen diğer
güçlüler koiay kolay haksızlık yapma cür'eti gösteremezler, işte Hz. Ömer,
adaletin bu ve buna benzer faydaları içindir ki, "Adalet mülkün
temelidir" demiştir.
Adaletin ayakta
kalabilmesi için ise idarecilerle hâkimlerin tarafsızlıkların! yi-tirmemeleri
gerekir. İdarecinin hediye alması tarafsızlığını yitirmesine vesîle olur. Bu da
haksızlıklara götürür. Sonuçta zâlimler keyif sürer, mazlumlar inler; cemiyetin
tadı kaçar.
İdareci de, hâkim de
hediye, rüşvet gibi çıkar sağlayacak şeylerden uzak kalmalıdırlar ki, suçlu en
yakınları da olsa, güçlü kuvvetli de olsalar hak ile hükmedebilsinler. Böylece
adalet tecelli edebilsin. Hâkimin rüşvet alması demek haksız tarafa meyletmesi,
taraftar olması demektir ki, adaletin sarsılmasını, ayaklar altına alınmasını
netice verir. Hadiste bu "küfür" olarak nitelendirilmiştir. Buradaki
küfür, inanç noktasından küfür değil, büyük nankörlük, küfran-ı nimette
bulunmak, nimeti hiçe saymak demektir. O hareket helâl kabul edilmedikçe küfre
girilmiş olmaz.
167. [1:213, Hadîs No: 291]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Kader hakkında bilir
bilmez konuşmak, ümmetimin âhirzaman-daki kötülerine bırakıldı.[46]
Olacak herşeyin
olmadan önce tâ ezelde Allah tarafından bilinip yazılması hâdisesine kader
denir. Kıyamete kadar olacak her şey kader ile takdir edilmiştir. Bu, Allah'ın
sonsuz ilminin eseridir.
Allah kuluna bir cüz'î
irade vermiş, iyi ve kötü yolları göstermiş, sonucuna katlanmak şartıyla
istediğini seçebileceğini bildirmiştir. Kuf iyi ve kötü neyi isterse Allah onu
yaratır.
Meselenin özünü
bilmeyenler, "Allah benim kaderime ne yazmışsa o olur" deyip
işledikleri kötülüklerden ötürü kaderi suçlamaya kalkarlar. Allah, 'Yapmayın"
dediği birşeyi kulunun kaderine yazmışsa, kul istediği için yazıyor. O halde
suçlu kader değil, o suçu işleyen kimsedir.
Kaderin önceden
bilinmiş olması kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Bilmek değil, yapmak suçtur.
Sonra Allah yazmış olduğu için biz yapmıyoruz. Biz yapacağımız için—Allah
geçmişi ve geleceği bilen sonsuz ilmiyle görmüş, bilmiş ve— yazmıştır.
Kaderin bir de ıztırarî
kısmı vardır ki bu tamamen bizim irademizin dışında gerçekleşmektedir. Boyumuz,
rengimiz, falan anne ve babadan meydana gelmemiz gibi hususları bunlar
arasında sayabiliriz. Bunlarda bizim irademizin müdahalesi yoktur. Herşeyi
plânlayıp düzenleyip yaratan Allah'tır. Ve bu yaratışında da sayısız hikmetler
vardır. İnsana düşen ise bu hikmetleri görmek, göremese bile "Bunda da
Allah'ın birçok hikmetleri vardır" deyip rıza göstermektir. "Niçin
şöyle olmamışım; böyle yaratılsaydım?" gibi sözler kadere itiraz etmek demektir.
Yine irademiz dışında
başımıza gelen bir kısım belâ ve musibetler vardır ki; bunları da sabır,
teslimiyet ve olgunlukla karşılamak, "Mevla görelim neyler, neylerse güze!
eyler" demek kadere îmanın gereğidir. Böyle davranmayıp da "Bu belâ
da beni nereden buldu?" diyerek isyana girmek, belâ vereni görememek
büyük bir gaflettir. Böyle davransa da insanın eline hiçbirşey geçmez. Çünkü
kadere itiraz eden rahmetten mahrum kalır, başını örse vurur kırar
Kısaca böyle bakılması
gereken kader konusunda ne yazık ki, yukarıda da misâllerini verdiğimiz gibi,
önüne gelen herkes, bilir bilmez, ileri geri konuşabilmektedir. Oysa bu da bir
ihtisas işidir. Ev yaptırırken mühendisi, hastalık ânında doktoru, hem de
mütehassısını arayan insan îmanla ilgili hassas bir meselede niçin bilen
birisine sormaz?
İşte Peygamberimiz
(as.m.) işi ehlinden sormayıp gerçeğini öğrenmeyip bu konuda ileri geri söz
eden kimselerin ümmetinin âhirzamandaki kötüleri olduğunu bildirmektedir.
168. [1:214,
Hadîs No: 294]
Âmir bin Rebiâ'dan
(r.a.) rivayetle:
Uhrevî ticârette en
çok zarar eden kimse, dünyevî âmellerine ılaşmak için kendisini yiyip bitiren,
arzularına kavuşma konusunda ;aman kendisine yardım etmeyen, azıksız olarak
dünyadan ayrılan 'e elinde kendisine mazeret olabilecek hiçbir delil
bulunmadığı bir ıalde Allah'ın huzuruna çıkarılan kimsedir.[47]
169- [1:215
Hadîs No: 295]
Câbir bin Abdullah
(r.a.) rivayet ediyor;
Ümmetim hakkında en
çok şu hususlardan korkuyorum: Şişmanlık, uykuya düşkünlük, tembellik ve îman
zayıflığı.[48]
170- [1:216,
Hadîs No: 298]
Muaz b. Cebel (r.a.) rivayet
ediyor:
Dininde ihlâslı ol ki,
az bir amel bile sana kâfi gelsin.[49]
171-[1:217,
Hadîs No: 299]
Dahhak bin Kays
rivayet ediyor:
Yaptığınız amelleri
sırf Allah rızâsı için işleyiniz. Çünkü Allah sadece kendisi için yapılan
amelleri kabul eder.[50]
172. [1:218,
Hadîs No: 300]
Ebû'd-Derdâ'dan (r.a.)
rivayetle:
Allah'a ihlasla ibâdet
ediniz. Beş vakit namazınızı kılın. Gönül hoşluğu ile malınızın zekâtını verin.
Ramazan orucunuzu tutun. Harcınızı yapın ki, Rabbinizin Cennetine giresiniz.[51]
Hadîste ihlasla
yapılan ibadetin önemi üzerinde durulmaktadır. Bilindiği gibi ibadet Allah'ın
emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmaktır. Beş vakit namaz, oruç, zekât, hac
gibi ibadetler ise ibadetin ilk sıralarında yer alırlar. Hadiste özellikle
bunların zikredilmiş olması, bunların ibadetler arasında ne kadar büyük bir
yer tuttuğunu göstermektedir.
Kıldığı namazı,
tuttuğu orucu, verdiği zekâtı, yaptığı haccı sırf Allah emrettiği için yapan,
başka hiçbir menfaat gözetmeyen insan, ihlasla ibadet yapmış demektir ki bunun
mükâfatı Cennettir. Aksi halde menfaat kaygısı ve gösteriş düşüncesiyle yapılan
ibadetler, ne kadar çok olursa olsun makbul değildir ve insanı Cehenneme
gitmekten kurtaramaz.
173- [1:219,
Hadîs No: 302]
îbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Benden sonra Ehl-i
Beytimin hakkını gözetiniz[52].
174- [1:221,
Hadîs No: 304]
Ebû Zer'den (r.a.)
rivayetle:
Emrinizin altındaki
hizmetçileriniz kardeşlerinizdir. Onları emriniz altına veren Allah'tır. Öyle
ise kimin emri altında bir kardeşi varsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden
giydirsin. Gücünün yetmediğini kendisine yüklemesin; bunu yaptığı takdirde ona
yardımcı olsun.[53]
175- [1:221,
Hadîs No: 305]
Ömer (r.a.) rivayet
ediyor:
Ümmetim hakkında en
çok korktuğum şey, ağzı iyi laf yapan münafıktır[54].
176- [1:222,
Hadîs No: 306]
Câbir'den (r.a.)
rivayetle:
Ümmetim hakkında ençok
korktuğum şey nefsin isteklerine uymak ve ölümsüzlük hayâlidir.[55]
177- [1:223,
Hadîs No: 308]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Sana birşey emânet
edene emânetini ver. Sana hıyanet edene hıyanet etme.[56]
Bahsi geçen hadîs
gibi, Resûlullahın birçok altın sözleri vardır ki, insanı ideal insanlık
ufkuna, faziletin zirvesine yöneltmektedir. Resûlullaha uymayı hayat gayesi
edinmiş insanlar bunu bir hedef olarak görür, davranışlarını ona göre
ayarlamaya çalışırlar. Sûreten medenî, fakat dinde lâkayd olanlarla manen insanlıktan
uzaklaşmış insanlar huzursuzluktan kurtuluş reçetelerini de Resûlulla-hin bu ve
buna benzer tavsiyelerinde bulabilirler. Gerçekten binbir türlü sıkıntılar
içerisinde kıvranan, ruhen bunalan, büyük bir manevî açlık içerisinde olan insanlığın
can ü gönülden arzuladığı insanlık modelini Resûlullahın emir ve tavsiyelerinde
görmemek mümkün değildir.
İşte Resûlullah bu öğütlerinde
bize güvenenin güvenini sûistimal etmememizi, birşey emanet edenin de
emanetini gereği gibi koruyup zamanı geldiğinde iade etmemizi emrediyor.
Hadisteki fazilete teşvik bu kadarla da kalmıyor, hıyanet edene dahi hiyanette
bulunmamayı içine alıyor. Bunu yapabilmek her ne kadar zor ise de mü'min bunu
yapmakla mükelleftir. Çünkü rnü'min olmanın gereği budur.
Herkes bilmelidir ki
mü'min her haliyle güvenilir İnsandır, kendisine hıyanet edilse bile hıyanet
etmeyen insandır. Öyle olmalıdır. Kalbine iyiliği, doğruluğu, fazileti
nakşetmiş, ruhuna her türlü güzel huyu yerleştirmiş mü'minin hayatında elbette
hıyanetin yeri olamaz. Resûlullahın emri de budur.
Hıyanet edenin büyük
bir günah işlediği açıktır. Eğer "O hıyanet etti. Bunu karşılıksız
bırakmayacağım" deyip hıyanete kalkmak, ateşe körükle gitmekten
farksızdır. Bir günah da hıyanetle kendisi işlemiş olur. Oysa hıyanete
hiyânetle karşılık vermeyen günaha girmemekte, muhatabı günahıyla baş başa
bırakmaktadır. Bu tarz hareketler kötülüklerin kökünü kazımanın da en kestirme
yollarından biridir. Muhatabı pişmanlığa da yöneltebilir.
17 8.
[1:224, Hadîs No: 309]
İbni Mes'ud'dan (r.a.)
rivayetle:
Allah'ın sana
emrettiği farzları işle ki, insanların ençok ibâdet edenlerinden olasın. Sana
yasakladığı haramlardan sakın ki, insanların en takvâlılarından olasın. Senin
için takdir ettiği kısmetine râ-zi ol ki, insanların en zenginlerinden olasın.[57]
179- [1:224,
Hadîs No: 310]
İbni Mes'ud (r.a.)
rivayet ediyor:
Beni Rabbim terbiye
etti ve terbiyemi güzel yaptı.[58]
180- [1:225,
Hadîs No: 311]
Ali'den (r.a.)
rivayetle:
Çocuklarınızı şu üç
haslet üzere terbiye ediniz: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehl-i Beytinin
sevgisi ve Kur'ân okumak. Çünkü Kur1 ân okuyanlar, Allah'ın Arşının gölgesinden
başka hiçbir gölgenin bulunmadığı Kıyamet Gününde, peygamberler ve asfıyalarla
beraber Arşın gölgesinde bulunacaklardır.[59]
181- [1:226,
Hadîs No: 313]
Osman Bin Affan (r.a.)
rivayet ediyor:
Alırken, satarken,
borcunu öderken ve borcunu isterken yumuşak davranan kişiyi Allah Cennetine
koysun.[60]
182. [1:226,
Hadîs No: 313]
Âişe (r.a.) rivayet
ediyor:
Gücünüz yettiği
müddetçe Müslümanlara suç kesin olarak sabit-leşmedikçe ceza vermemeye çalışın.
Müslüman için en küçük bir çıkış yolu bulduğunuzda onu serbest bırakınız.
Çünkü idarecinin affetmede yanılması, ceza vermede yanılmasından daha
hayırlıdır.[61]
183- [1:228,
Hadîs No: 316]
Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivayetle:
Allah'a duanızın kabul
edileceğine kesinlikle inanmış olarak duâ edin. Şunu da bilin ki, Allah
kendisinden gafil ve başka işlerle meşgul bir kalbin duasını kabul etmez.[62]
184. [1:229,
Hadîs No: 318]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor: ....
Ölülerinizi salih
kimselerin arasına gömün. Çünkü tıpkı dirinin kötü komşudan sıkıntı çektiği
gibi ölü de kötü komşudan sıkıntı çeker.[63]
185. [1:232,
Hadîs No: 323]
Ebû Saîd'den (r.a.)
rivayetle:
Cehennemliklerin en az
azap görenine ateşten iki ayakkabı giydirilir. Ayakkabıların sıcağından beyni
kaynar.[64]
186. [1:232,
Hadîs No: 324]
Ebû Saîd (r.a.)
rivayet ediyor:
Cennetliklerin en aşağı
derecesinde olanına seksen bin hizmetçi, yetmiş iki huri verilir ve kendisi
için inci, zeberced ve yakuttan Câbi-ye ve Sana arası genişliğinde bir çadır
kurulur.[65]
187- [1:234
Hadîs No: 327]
Sehl bin Hüneyf
rivayet ediyor:
Sohbet toplantılarının
hakkını Allah'ı çok çok zikrederek, yolunu kaybedenlere yol göstererek ve
harama bakmayarak ödeyiniz.[66]
188. [1:234
Hadîs No: 328]
îbni Ömer'den (r.a.)
rivayetle:
Azimeti uygulayın.
Ruhsatı da kabul edin. İnsanların ayıp ve kusurlarıyla uğraşmayın ki, şerlerinden
emin kalasınız;[67].
İslâmın en önemli
özelliklerinden biri de kolaylık dini oluşudur. Bütün emir ve yasaklarında bunu
görmek mümkündür. Bu hadîslerinde de âlemlere rahmet olarak gönderilen Kâinatın
Efendisi Peygamber Efendimiz (as.m.) bu konuda bize bir ölçü vermektedir.
Hadîste geçen azimet,
takva olanı seçme, dinî vazifeleri hiçbir özür ileri sürmeden usûlüne uygun
şekilde, mükemmel bir tarzda yapma mânâsına gelmektedir. Ruhsat ise bu
husustaki izin ve müsaadedir. Meselâ Ramazan'da yolculukta oruç tutmak azîmet,
sonra tutmak üzere yemek ise ruhsattır. Bunlar gibi daha birçok örnekler vardır
ki, dinimizde ibadetlerin bir azîmet, bir de ruhsat yönü olduğunu
göstermektedir.
İşte Peygamber
Efendimiz (a.s.m.) mümkün olduğunca azîmeti uygulamaya çalışmamızı, yeri ve
zamanı gelince de ruhsata uymamızı öğütlemektedir. Azî-mete uymak şüphe yok ki
kuvvetli bir îmanın, takva üzere davranmanın neticesidir. Ama bazan şartlar
öyle gerektirir ki, ruhsata da uymak icap edebilir. O zaman da uyulmalıdır.
Şahsımız için azîmete
uyma gayreti içinde olabiliriz. Ama başkalannı azimete zorlama yoluna
gitmemeliyiz. Azîmetfe birlikte ruhsatı da göstermeliyiz. Hatta bazan azîmet
yerine ruhsatı göstermek daha yerinde bir hareket olabilir. Bilhassa dirîe
yeni ısınma ve bağlanma yolunda olan kimselere ruhsatlar gösterilmelidir ki,
ürküp kaçmasınlar.
Hadîsin ikinci
bölümünde bir ahlâkî esasa dikkat çekilmiş, insanların ayıp ve kusurlarıyla
uğraşmama öğütlenmiş, uğraşıldığında serlerine maruz kalabileceğimize dikkat
çekilmiştir. Zaten başkalarının kusur ve hatalarıyla uğraşmak, onları
kurcalamak, dile dolamak olgun bir mü'mine yakışacak bir davranış değildir.
Neticesini düşünmeyip dedikoduya başvurmak, önüne gelene başkalarının hata ve
kusurlarını sayıp dökmek ancak îman zayıflığının ürünü olabilir. Böyle kimseler
karşt tarafın kötülüğüne de ister istemez hedef olmakta, tatsız hâdiselerin
çıkmasına sebep olabilmektedirler. Aleyhinde konuşulduğunu duyan kimse nefsine
hâkim olamayan y/eya anlatılanları hazmedeyen bir tipse yapılanlar karşılıksız
bırakmayacaktır. En azından kötü söz ve kırıcı davranışlarla karşılık verecektir.
Bunların hiçbirisi arzu edilecek davranışlar değildir. Resûl-ü Ekrem (as.rn.)
mü'minin değerini düşürecek durumlara düşmemesi için bu hadislerinde gerekli
îkazları yapmıştır.
Mü'mine yaraşan kusur
ve hataları sayıp dökmek değil, usûlüne uygun olarak ıslahı için çalışmaktır.
189[1:235
Hadîs No: 330]
Vâlid Ebu'l-Ahvaz
rivayet ediyor:
Allah sana bir mal
verdiğinde Allah'ın sana olan nimet ve kereminin izleri sende görülsün.[68]
Allah âhiret
nimetlerini olduğu gibi dünya nimetlerini de rnü'min kulları için
hazırlamıştır. Mü'min, imkânları ölçüsünde bunlardan istifade edecektir. Bol imkanlara
sahip olup da fakircesine bir tavır ve yaşayış sergilemek dince istenen bir
davranış değildir. Bolluk israf etmeyi gerektirmediği gibi, meşru dairede onlardan
istifade etmeye de engel değildir. Şükretmek ve harama girmemek şartıyla yeme,
içme, giyme gibi konularda o nimetlerin eserini üzerimizde gösterebilmeliyiz.
Allah'ın bizden istediği budur.
Bir vaazında fakir
kılıklı birisini gören İmam-ı Azam adamın haline acımış, topluluk dağılırken
onu bir kenara çekip cebinden çıkardığı bir parayı uzatıp, "Şunu al da
kendine bir elbise diktirirsin" demiş. Parayı reddeden adam, "Ey
imam, ben zenginim. Şu kadar malım mülküm var. Sağolun ihtiyacım yok" deyince,
İmam-ı Azam Peygamberimizin bu hadisini hatırlatarak, Allah'ın verdiği nimetin
eserini kulunun üzerinde görmek istediğini belirtmiştir.
Mal nimeti herşeyden
önce şükrü gerektirir. Bu da zekât, sadaka ve hayırlarla gerçekleşir. Çünkü
her nimetin şükrü kendi cinsinden ve Allah'ın belirttiği şe-kiide kullanmakla
olur. Buna göre kulun meşru dairede güzel ve tertipli giyinmesi, Allah'ın
nimet ve kereminin izlerini üzerinde sergilemesi de bir şükürdür ve Allah'ın
hoşlandığı davranışlardandır. Bu aynı zamanda ihtiyaç sahiplerinin kendisine
ihtiyaçlarını arzetme cesaretini de verir. Aksi halde ihtiyaç sahibi kimse onu
derdine derman olacak makamda görmez ve ihtiyacını arzedemez.
Bununla birlikte kişi
gurur ve kibire de girmemeli, sahip olduğu herşeyi Allah'tan bilerek
şükretmelidir. Nasıl maharetli ve cömert bir terzi bir elbiseyi bizzat dikip
hediye olarak birisine giydirse, ona "Ne kadar güzelleştin" denilse,
"Hayır, ne güzelliği, güzellik bunun neresinde?" dese bu bir
nankörlük olur. Aksine, "Benim gibi güzel var mı?" dese gurura girmiş
olur. "Evet ben güzelleştim. Ama bu güzellik benim eserim değil, bana
elbiseyi diken, giydiren terziden geliyor" dese hem teşekkür etmiş, tahdis-i
nimette bulunmuş, hem de tevazuyla şükrü birleştirmiş olur. Bunun gibi Allah'ın
ihsan ettiği nimetlerin izleri üzerimizde görülmeli. Bunları ne inkâr etme
yoluna gitmeli, ne de onlarla gurur ve kibire kapıl-malıyız. Hepsini Allah'tan
bilmeli, şükretmeli, tahdis-i nimette bulunmalıyız.
190- [1:235
Hadîs No: 332]
Yezid bin Zuâme
ed-Dabbi rivayet ediyor:
Biri diğeri ile
dostluk kurduğunda ismini, kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü bu sevgiyi daha çok
artırır.[69]
191- [1:237,
Hadîs No: 336]
Ümmü Seleme (r.a.)
rivayet ediyor:
Biriniz iki Müslüman
arasında hüküm verme imtihanına tabi tutulduğunda öfkeli iken karar vermesin.
Bakışta, oturmada ve işaret etmede onlara karşı eşit davransın.[70]
Yüce Rabbimiz İslâmı
inançta, ahlâkta, sosyal hayatta gerçek adaleti temin etmek için indirmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'inde, devamlı olarak adaletli olmayı, adaletin temin ve
tesisini emreder. Kur'ân'ın dört ana esasından birisi adalettir. Diğer üç esas
ise Allah'ın birliği inancı, peygamberlik müessesesi ve öldükten sonra dirilmedir.
Kur'ân-ı Kerimde adaletle ilgili olarak şöyle buyurulur:
"Allah adaleti,
iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı emreder; fuhşiyatı, kötülüğü ve
azgınlığı yasaklar. Allah düşünüp ibret almanız için size böyle öğütler verir.[71]
Adaleti emreden
dinimiz, adalete gölge düşürecek, adaletin tecellîsine olumsuz yönde tesir
edecek hususları ise yasaklamıştır. Meselâ bunlardan birisi, şâhitliğin doğru
yapılması, yalan şahitlikten kaçınılmasıdır. Yüce Rabbimiz annemizin,
babamızın, akrabamızın, hatta şahsımızın aleyhine dahi olsa adalet üzere
olmayı, Allah için şahitlik etmeyi emreder.[72]
İşte Peygamberimiz de
yukarıdaki hadislerinde adaletin tecellisine menfi yönden tesir edeceğinden
kendisinden hüküm vermesi istenilen kimselerin öfkeli iken hüküm vermemelerini;
bakışta, oturmada, ses tonunda ve işarette dâvâlıyla davacıya eşit
davranmalarını istemektedir. Dâvâlı rütbece büyük biri, hattâ devlet başkanı da
olsa, hâkimin onunla dâvâcı arasında eşit davranması gerekir. İslâm târihi
bunun güzel örnekleriyle doludur. Burada bunlardan sadece bir tanesini misâl
olarak verelim:
Her nasılsa halife Hz.
Ömer'le büyük Sahabîlerden Übey bin Ka'b (r.a.) arasında bir anlaşmazlık
çıkmıştı. Meseleyi kendi aralarında halledemeyince, Zeyd bin Sâbit'i (r.a.)
hakem seçip ona gittiler, "Aramızda meseleyi halletmen için sana
geldik" dediler.
Hz. Zeyd bir minder
serdi, Halifeyi yanına oturtmak istedi, "Ey Mü'minlerin Emiri, şöyle
buyurun" dedi.
Hz. Ömer hiddetlendi.
Oraya bir dâvanın halli için gitmişti. Hâkim ise kendisini yakınına davet
ediyordu. Bunu bir tarafgirlik olarak değerlendirdi ve şöyle dedi:
"Bu, şimdi
vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben dâvâlımla beraber oturmak
istiyorum."
Hz. Ömer dâvâcı değil,
dâvâlıydı. Aleyhindeki iddiayı da kabul etmiyordu. Dolayısıyla yemin etmesi
gerekiyordu. Dâvâcı Übey (r.a) ondan yemin etmesini istedi.
Hz. Zeyd, Hz. Ömer'in
mevkiini nazara alarak Hz. Übey'e, "Hz. Ömer'i yeminden affet. Halifenin
dışında başka birisi için böyle bir teklifte bulunmam" diye ricada
bulundu.
Hz. Ömer yine
hiddetlendi. Hz. Übey'in teklifi üzerine yemin ettikten sonra şöyle dedi:
"Ömer ile
herhangi bir Müslüman arasında eşit muamele yapmadıkça Zeyd'e dâva
götürülmemelidir."
192. [1:239
Hadîs No: 340]
İbni Mes'ûd (r.a.)
rivayet ediyor:
Biriniz ailesine
yaklaştığında örtünsün. Vahşî eşeklerin soyunuk-luğu gibi soyunmasın.[73]
193- [1:240,
Hadîs No: 343]
Aişe'den (r.a.)
rivayetle:
Üzerimden beni Allah'a
yaklaştırmayacak bir gün geçerse o günde benim için bereket yok demektir.[74]
194. [1:241
Hadîs No: 344]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Birinize hizmetçisi
yemeğini getirdiğinde o yemeği hazırlama zahmetini ve dumanını o çekmiştir.
Öyle ise yanma yemeğe oturtsun. Şayet oturtmayacaksa hiç olmazsa ondan bir iki
lokma versin.[75]
195- [1:241
Hadîs No: 345]
İbni Ömer'den (r.a.)
rivayetle:
Size bir topluluğun
büyüğü geldiğinde ona ikram edin.[76]
196- [1:243,
Hadîs No: 346]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Biri sizi ziyarete
geldiğinde ona ikram edin.[77]
İnsanî özelliklerden
biri de misafirle, ziyaretçiyle ilgilenmektir. İster tanıdık olsun, ister
tanımadık olsun ziyaret etme lûtfunda bulunup gelen kişiye gereken değeri
göstermek, onunla ilgilenmek, imkânı ölçüsünde ikramda bulunmak her-şeyden önce
bir görgü kâidesidir, fazilettir, olgunluğun ifadesidir. Bunu Resûlullahın bir
tavsiyesi olarak yapmak ise aynı zamanda sünnete uyma mânâsı taşır ki, o
insanî hareketi ibadete dönüştürür, sevaplı hale getirir.
Kendisine değer
verilen, hali hatın sorulan, ilgilenilen, ikramda bulunulan ziyaretçinin
ziyaret ettiği kişiye karşı muhabbeti artar, ona daha sıkı bağlanır. Değer
verilmediği zehabına kapılan kimse ise onunla ilgili meselelere de lâkayd
kalabilir. Birbirleriyle sıkı irtibat halinde bulunmaları gereken Kur'ân
hizmetkârları için ise bu prensip daha büyük bir önem taşır.
197- [1:243
Hadîs No: 347]
Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivayetle:
Size ahlâkı ve
dindarlığını beğendiğiniz biri kız istemeye geldiğinde onu evlendirin. Bunu
yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bozgunculuk çıkar.[78]
Dinimizde, nikâh
emredilmiş ayrıca nikâhın kolaylaştırılması istenmiştir. Peygamberimiz bununla
ilgili olarak bir hadislerinde nikâh karşılığında ödenen mehrin az olmasını
kadının hayırlılığından saymış,[79] başka bir hadislerinde de nikâhın
hayırlısının kolayı ve külfetsizi olduğunu bildirmiştir[80]
Peygamber Efendimiz
(as.m.) devrindeki tatbikata baktığımızda da bu hususun göz önünde
bulundurulduğunu görürüz. Gençlerin gayr-i meşru yollara düşmemeleri için
nikâhı kolaylaştırmış, hiç parası olmayan Sahabîleri yuva sahibi yapmıştır.[81] Yukarıdaki hadislerinde de Peygamberimiz
(as.m.) Müslümanlara kendilerinden kız isteyen dindar kimselere kızlannı
vermelerini tavsiye etmiş, böylece evliliğin kolaylaştırılmasını istemiştir.
Çünkü, evlilik
müessesesinin kuruluşu zoıiaştınlır, bekârlık ve sefahat hayatı yaygınlaşırsa,
fitne ve fesat çıkar, ahlâksızlık kol gezer. Bu ise cemiyet hayatını alt üst
eder. Bunun içindir ki, cemiyeti yıkmak isteyenler, bilhassa Müslüman
ülkelerde nikâh yolunu kapatmak için fuhşu yaygınlaştırmakta işe başlarlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin bununla ilgili şu sözleri çok manidardır:
"Bu zamanda
zındıka dalâleti, İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmâ-renin [kötülüğe
sevkeden nefis] planıyla, şeytanın kumandasına verilen fırkalardan en
dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla
ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuşhâne yolunu
genişlettirmeye çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalp ve
ruhlarını kebâir [büyük günah] iıe yaralı yortar."[82]
Öyle ise geçinebilecek
asgarî gelire sahip dindar kimseler, kendilerinden kızlannı istediklerinde kız
velileri fakirliklerine ve mevkiilerine bakmaksızın onlan evlendirm elidirler.
198. [1:244,
Hadîs No: 350]
îbni Mes'ûdfr.a.)
rivayet ediyor:
Komşun seni
"İyi" diye överse sen iyisin, "Kötü" diye yererse, sen
kötüsün.[83]
199. -
[1:244, Hadîs No: 351]
İki kişi aynı anda
seni davet ederse kapısı en yakın olanın davetini kabul et. Çünkü o, daha
yakın komşudur. [84]
200. [1:245,
Hadîs No: 352]
İbni Abbos'tan (r.a.)
rivayetle;
Alim ile âbid [çok
ibâdet eden] Sırat köprüsünde bir araya geldiklerinde âbide, "Cennete gir
ve yaptığın ibâdetler sayesinde nimetlerinden istifade et" denilir, Âlime
de, "Burada bekle ve istediğin kimse için şefaat et. Çünkü sen kime
şefaat edersen kabul edilir" denir. Bunun üzerine âlim, peygamberler gibi
şefaat makamına geçer.[85]
201 -
[1:245, Hadîs No: 353]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah bir kulunu
severse ona musibet verir ki, duâ ve niyazını işitin.[86]
202. .
[1:246, Hadîs No: 355]
Katade bin Nu'man'dan
(r.a.) rivayetle:
Allah bir kulunu
severse, hastanıza su vermediğiniz gibi, dünyanın haram lezzetine karşı ona
perhiz tutturur.[87]
Kul, İhlasla hareket
ettiği zaman Allah'ın rızasını kazanır. Rızasını kazanan kullarına da Allah'ın
birçok lütuf ve ihsanları vardır. Bunlardan biri de onu haramlardan
korumasıdır. Nasıl hasta hastalığı îcabı suya ihtiyaç duymaz, böyle kimseler de
harama karşı soğuk davranır, nefret eder, Allah'ın yardım ve inaye-tiyle
korunmuş olurlar.
Allah'ın sevdiği
kullarına böyle bir nimet vermesi imtihan sırrına ters düşmez. Aksine lâyık
hale geldikleri için nimeti âdeta celbederler.
Aslına bakılırsa haram
hiç de aklı başında olan insanın iltifat edeceği bir husus değildir.
Haramlardan uzak
kalmayı alışkanlık haline getiren kişi Allah'ın sevgisini kazanmış olur. O
sevginin verdiği lezzet, haramlardaki lezzete tenezzül ettirmaye-cek büyüklük
ve yüceliktedrr.
Sonra haramlardaki
lezzet tercih edilebilecek Özellikte de değildir. Ona kavuşmanın verdiği
birkaç dakika veya saatlik lezzet peşinden gelen saatlerce, günlerce hatta
yıllarca sürecek acı ve ızdırap yanında çok küçük kalır. Akıl için ona
yönelmeye hiçbir gerekçe kalmaz.
Meselâ insan akıl
yerine hislerini dinleyip onlara mağlup olup sefahete dalar, içki içer, kumar
oynar, kendine hâkim otamayı p ya kavga eder, ya adam öldürür, ya bir kaza
yapar, hayatı yıllar süren ızdıraplı bir hapis, çileli bir hastahane hayatı
veya mezaristanda noktalanır. Tatlı hayatını acı ve acınacak hale çevirir.
Veya kendini haram bir
sevgiye kaptıran kişi ya kıskançlık, ya ayrılık ya da mukabele görmeme elemi
gibi birçok elemlerle karşı karşıya kalır. Lezzetinden çok acılar tadar. Ömrünü
sûistimal ettiği için ya hastahanelere, ya taşkınlıklarla hapishanelere düşer.
Kalbi ve ruhu gerçek gıdasını bulamadığı için sıkıntılar içinde boğularak
kendini ya meyhaneye, ya sefahet yuvalanna atar, ya da rne-zaristanı boylar.
Allah'ın verdiği emanete hıyanet etme ise işin daha başka bir yönüdür.
Evet, şükrü yorine
getirilmeyen, iffet ve namus ve itaat içerisinde geçirilmeyen, gayr-ı meşru
dairede harcanan bir ömür, sıkıntı ve ıztıraplaria doludur. Görünüşte belki
kısa ve geçici bir zevk verir. Tıpkı zehirli bir bal gibi. Başta biraz lezzet
tattırır, fakat peşinden gelen o zevk ve lezzetten çok daha fazla acılar,
üzüntüler, kederler hayatı zindana döndürür. Çünkü insanda aktl olduğu için
geçmişini de, geleceğini de düşünmek zorundadır. Her iki taraftan da elemler ve
lezzetler alabilir. Hayvan ise böyle mi? O ne geçmişini, ne geleceğini
düşünebi-
lir. Ne geçmişten
acılar, ne de gelecekten endişeler, korkular hisseder. Lezzetini tam alır.
İnsan ise böyle değildir. Geçmişte başından öyle acıklı hadiseler geçmiştir ki
onları düşündükçe zevkleri kaçar, geleceği ise nice endişelerle doludur,
sayısız dertleri ve sıkıntıları vardır. Onun için o anki lezzeti bile bütün
bütün kaçar. Hayattan zevk ve lezzet alma noktasında bir hayvana dahi
yetişemez.
Eğer îman hayata hayat
olsa, meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle yetinilse o zaman geçmiş de, gelecek
de îman nuruyla aydınlanır, ruh ve kalb mânevi zevklerle dolar.
Evet, hayatın gerçek
zevk ve lezzeti helal dairededir. Sonra helal dairesi geniştir, keyfe kafidir.
Bu gerçekler göz önüne
alındığında harama girme ihtiyacı kalmayacaktır. Böyle oiunca da Allah'ın
sevgili kulu olmamak için hiçbir sebep yoktur. Artık kul harama ihtiyaç duymaz,
ondan nefret eder hale gelir.
203- [1:246,
Hadîs No: 356]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah bir kulunu sevdiğinde
onun sevgisini meleklerin kalbine kor. Bir kuluna da buğz ederse nefretini
meleklerin kalbine kor. Sonra sevgisini de, nefretini de insanların kalblerine
atar.[88]
204. [1:247,
Hadîs No: 358]
Ebû Zer (r.a.) rivayet
ediyor:
Biriniz din kardeşini
sevdiğinde bunu kendisine bildirsin.[89]
205. [1:248,
Hadîs No: 360]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Biriniz Rabbiyle
konuşmak istiyorsa Kur'ân okusun.[90]
Bir dünya veya bir
maneviyat büyüğüyle görüşmek, sohbetinde bulunabilmek için nice masraf ve
sıkıntılara katlanıp ziyaretlerine gittiğimiz az olmamıştır. On-iarla bir arada
bulunmak, tatlı sohbetlerine katılmak bize unutulmaz dakikalar yaşatmış, o
zevkli anları ömrümüz boyunca unutamamış, hatırlayıp durmuşuzdur.
Bir Hz. Ömer'in, bir
Hz. Ali'nin, bir Resûl-ü Ekremİn sohbetinde bulunabilsey-dik, aşk ve şevkle
koşmaz, yollarına bütün varlığımızı feda etmez miydik?
Peki ya Ailah ile
sohbet etme, Onunla konuşabilme, mukaddes kelâmını din-leyebilme imkânımız
olsaydı canla başla, herşeyi bırakıp ona koşmaz mıydık? Bu uğurda herşeyimizi
feda etmez miydik?
Yukardaki hadis-i
şerif her mü'minin can ü gönülden arzuladığı, fakat yollarını bir türlü
bulamadığı bu imkânın çok önemli bir yolunu göstermektedir. Hadiste
belirtildiğine göre, Yüce Rabbimizin kudsî kelâmı Kur'ân-ı Kerîmi okumak
Ce-nâb-ı Hakla bir nevi konuşmak, sohbet etmek mânâsına gelmektedir.
Allah'ı bilen,
herşeyini borçlu olduğu yüce Rabbinin kelâmını zevkle ve şevkle okumak için
elinden gelen gayreti sarfetmekten çekinmeyecek, Onun kelâmını ezberleme, huşu
ve tefekkürle okuma, tefsirlerini inceleyerek anlamaya çalışmayı vazgeçilmez
bir vazife olarak görecektir.
O halde Kur'ân
okurken, sanki Allah'la sohbet ediyormuşuz gibi bir edeb takınmak, Rabbimizin
ne buyurduğunu anlamaya gayret etmek ve uygulamaya çalışmak gerekir.
206- [1:248,
Hadîs No: 361]
Muaz (r.a.) rivayet
ediyor:
Bir kişi ile dostluk
kurduğunuzda, onunla münakaşa etmeyin, birbirinize kötülük yapmayın. Onu
başkasına sormayın. Çünkü ona düşman olan birisine rast gelebilirsiniz. O da
onda olmayan birşeyi söyler de aranızı bozar.[91]
207- [1:248,
Hadîs No: 362]
Ka'b (r.â.) Peygamber
Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Kişinin Allah
katındaki derecesini öğrenmek istiyorsanız, bulunduğu topluluktan kalktığında
veya öldükten sonra arkasından yapılan övgülere bakınız.
İyi insanlar altın ve
elmas gibidirler. Değerleri herkesçe bilinir. Öyle güzel huylara sahiptirler ki
bu huylar sebebiyle herkes onları sever. Onlar gönüllerde taht kurar,
etraflarında sevgi halesi meydana getirirler.
Böyle insanlar bir
toplulukta bulunmayadursunlar orada hemen Cennet havası eser. Etrafları
sarılır, ilgi ve alâkayla dinlenirler. Anlattıkları, yaşadıkları akıllarda,
kalblerde yer eder, dillere destan olur. Ve bunlar o topluluktan ayrıldıklarında
arkalanndan övgüyle anılırlar. Onların ölümleri de böyledir. Sanki âlem
yıkılmıştır. Nerdeyse cenazelerine katılmayan kalmaz. Arkalanndan rahmet gibi
övgüler yağar.
İşte Kâinatın
Efendisi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) dini bütünüyle yaşayan, yaşamaya
çalışan bu tip insanları överken onlara bunca ilgi gösterilmesinin sebebinin
Ailah katındaki derecelerinin yüksekliği olduğunu anlatır. Allah sevdiği
kullarının sevgisini de insanların kalbine koyar. İnsanlar o ölçüde sevgi
gösterirler.
Evet, Allah'ın sevgili
kullan hep böyledir. Onlar söz ve davranışlarıyla daima sevilir ve övgüyle
anılırlar. Tabii ki bütün bunlar İslâmf duyguların hâkim olduğu toplumda
geçerlidir. Yoksa ehl-i dünyadan birisi de bulunduğu toplumda kendisi gibi
insanlarca beğenilip takdir görebilir. Bu bahsimizden hariçtir.
208. [1:249
Hadîs No: 364]
Übâde bin Sâmit (r.a.)
Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Kişi namazı güzel
kıldığında, rükû ve secdelerini tam olarak yerine getirdiğinde namaz
kendisine, "Benim hakkımı gözettiğin gibi Allah da seni korusun" der
ve yükseltilir. Namazı güzel kılmadığında, rükû ve secdelerini tam olarak
yerine getirmediğinde ise namaz kendisine "Benim hakkımı gözetmediğin
gibi, Allah da seni gözetmesin" der. Sonra eski elbisenin durulduğu gibi
dürülür ve onun yüzüne fırlatılır.[92]
209- [1:250,
Hadîs No: 366]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Müezzin ezan okumaya
başladığında Allah rahmet elini başı üzerine koyar. Bu hal ezanı bitirinceye
kadar devam eder. Günahları sesinin ulaştığı yere kadar doldursa dahi, affedilir.
Ezanı bitirince Allah şöyle buyurur:
"Kulum doğru
söylüyor. Gerçeğe şahitlik ettin. Müjdeİer sana.[93]
210- [1:251
Hadîs No: 367]
Nevfel bin Muâviye
rivayet ediyor:
Geceleyin yatağına
uzandığında "Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn" sûresini oku. Sonra birşey
konuşmadan uyu. Şüphesiz bu şirkten kurtuluştur.[94]
211 [1:253, Hadîs No: 372]
Câbir (r.a.) rivayet
ediyor;
Malının zekâtını
verdiğinde gelecek kötülükleri gidermiş olursun.[95]
212- [1:253,
Hadîs No: 373]
Enes'den (r.a,)
rivayetle:
Bir köy veya şehirde ezan
okunduğunda, Allah o gün orayı azabından emin kılar. [96]
Zulümler, isyanlar,
azgınlık ve taşkınlıklar belâ ve musibetleri davet ettiği gibi hayırlar,
ibâdetler, dualar da belâ ve musibetlere set olurlar. İşte bu setlerin en
önemlilerinden biri de ezandır. Evet, İslâmiyetin bir şeâiri olan ezan musibetlere
karşı bir kalkandır. Cenab-ı Hak bir köy veya şehire musibet vereceği zaman
ezan sesine bakar, o musibeti vermekten vazgeçer. (234 nolu hadise ve izahına
da bakınız.)
213. [1:253,
Hadîs No: 374]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Müezzin Cuma ezanı
okuduğunda herhangi bir iş yapmak haram olur.[97]
.Her dinin mukaddes
saydığı, hürmet gösterdiği bâzı günler vardır. Meselâ Yahudilerin günü
Cumartesi, Hıristiyanlarınki ise Pazar'dır. Bizim haftalık bayramımız da Cuma
günüdür. Peygamberimiz bir hadislerinde mü'minlerin bir araya gelerek İlâhî
dergâha yöneldikleri bu mübarek günün nûrâniyetini şöyle ifâde buyurur:
"Üzerine güneşin
doğduğu en hayırlı gün Cuma günüdür."[98] Bir başka hadis de şu meâfdedir:
"Cuma günü Allah
indinde günlerin efendisi ve büyüğüdür. Allah indinde Kurban ve Ramazan
bayramlarından daha faziletlidir."[99]
Allah'ın feyiz ve
rahmetinin dünyayı kuşattığı Cuma saatinde melekler de yeryüzüne inerler.
Mü'minlerin duâ ve zikirlerine katılırlar.
İşte İlâhî rahmetin
coştuğu böyle bir günde kullarının daha da feyizlenmeleri için Yüce Rabbimiz bu
günde Cuma namazını farz kılmıştır. Mü'minlere ezan okunduğunda alış-verişi
bırakıp camiye koşmalarını emrederek şöyle buyurmuştur:
"Ey îman edenler!
Cuma günü namaz için ezan okunduğunda alış-verişi bırakın ve Allah'ın zikrine
koşun. Eğer bilseniz bu sizin için daha hayırlıdır"[100]
Âyet-i kerimede de
açıkça ifâde edildiği gibi, ezan okunduktan sonra alışveriş yapmamak
hususundaki yasak hükmü açıktır. Dünya işleri ile meşgul olmayı bırakmak, cami
içerisinde okunan ezandan sonra başlayıp iki rekât farz namazı kılıncaya kadar
devam eder.
214. [1:254,
Hadîs No: 375]
Câbir (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah bir kulu
hakkında hayır dilediğinde, onu salih kimselere iyilik ve ihsan yapmaya sevk
eder. Allah bir kul hakkında şer dilediğinde de kötü ve fâsık kimselere iyilik
ve ihsan yapmaya sevk eder.[101]
215- [1:254,
Hadîs No: 376]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah bir kul hakkında
hayır dilerse gönlünü zengin kılar ve kalbine Allah korkusu koyar. Allah bir
kul hakkında şer dilerse aç gözlü kılar. [102]
216. [1:255,
Hadîs No: 377]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Allah bir kimse
hakkında hayır dilerse, onu dinde bilgi sahibi kılar, dünyaya değer verdirmez
ve kusurlarını kendisine gösterir.[103]
.
217. [1:256,
Hadîs No: 379]
Abdullah bin înebe
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Allah bir kul hakkında
hayır dilediğinde onu tatlı kılar. Peygamberimize "Nedir tatlı kılmak ya
Resûlallah?" denildiğinde, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Allah ölmeden
önce ona salih amel işleme kapısını açar, sonra o hal üzere ruhunu alır.[104]
218- [1:257,
Hadîs No: 383]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah bir kul hakkında
hayır dilerse, ona insanların ihtiyaçlarını gördürür. [105]
219- [1:257,
Hadîs No: 384]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Allah bir kulu
hakkında hayır dilerse rüyasında hatâ ve kusurlarından dolayı îkaz eder.[106]
220- [1:258,
Hadîs No: 385]
Enes rivayet ediyor:
Allah bir kul hakkında
hayır dilerse, cezasını dünyada iken verir. Bir kul hakkında şer dilerse,
cezasını âhirete erteler. Tâ ki Kıyamette hepsini tam olarak çektirsin.[107]
221. [1:258,
Hadîs No: 386]
îbni Mes'ud'dan (r.a.)
rivayetle:
Allah bir kulu
hakkında hayır dilediğinde onu dinde ince anlayış sahibi kılar ve doğru yolu
kendisine ilham eder.[108]
222. [1:259,
Hadîs No: 387]
Ebû Zer (r.a,) rivayet
ediyor:
Allah bir kulu
hakkında hayır dilerse, kalbinin kilitlerini açar ve ona kuvvetli îmanla
doğruluk kor. Gittiği yolu kalbine iyice kavratır. Kalbini temiz, dilini doğru,
huyunu istikameti! kılar.[109]
223. [1:260,
Hadîs No: 388]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah bir ev halkı
hakkında hayır dilerse onları dinde bilgi sahibi kılar. Küçüklerini büyüklerine
saygılı yapar. Hayatlarında yumuşaklık, harcamalarında iktisat nasib eder.
Tevbe etmek için kusurlarını kendilerine gösterir. Hayır dilemezse onları kendi
haline terkeder.[110]
224. [1:261,
Hadîs No: 389]
îbni Ömer'den (r.a.)
rivayetle:
Allah bir topluluk
hakkında hayır dilerse, âlimlerini çoğaltır, câhillerini azaltır. Öyle ki, âlim
konuştuğunda kendisini destekleyen pek çok kimse bulur. Câhil konuştuğunda ise
sözü bastırılır.
Allah bir topluluk
hakkında şer dilerse, câhillerini çoğaltır, âlimlerini azaltır. Öyle ki, câhil
konuşursa kendisini destekleyen birçok kimse bulur. Alim konuşursa sözü
bastırılır.[111]
Bir topluluk düşünün
âlimlerle dolu. Herkes ne yaptığını, ne konuşacağını, söz ve davranışlarının ne
mânâya geldiğini çok İyi biliyor. Birbirlerine büyük bir anlayış içerisinde
bakıyorlar. Kârın, zararın çok iyi farkındalar. Karşılıklı sevgi, saygı,
hoşgörü içerisindeler. Daima iyi şeyler konuşuyor, iyiye yöneliyor, iyi
şeylerin plânlarını yapıyor, maddeten ve manen yükselişin yollannı arıyorlar.
Dört bir yanı huzur sarmış.
İlmin hâkim olduğu bir
toplumun kısa bir tasviri bu. Âlimi çok olan böyle toplumlarda âlim
konuştuğunda sözleri dinlenir, kabul ve destek görür. Cahillere îti-bar yoktur.
Susmak zorunda kalır, konuştuklarında da sözleri bastırılır, yani sözlerine
değer verilmez.
İşte Allah'ın hayır
dilediği toplum böyle bir toplumdur. Allah'ın şer dilediği toplumda ise
cahiller çoğunlukta, âlimler azınlıktadır. Cahillerin hâkim olduğu, en değerli
varlıklar olan âlimlerin hiçbir kıymet-i harbiyele-rinin olmadığı,
susturuldukları böyle bir toplumun nasıl anarşi dolu, huzursuz, sıkıntılı
olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Âlimi susan, cahili konuşan, cahilleri
desteklenen böyle bir toplulukta ileri bir adım atmak da mümkün değildir.
Yerinde sayan .insanlar açlığın, sefaletin, ızdırabın, sıkıntının cenderesi
altında ezilir de ezilirler. Daha Cehenneme girmeden Cehennem hayatı yaşarlar.
İnancı kuvvetli
toplulukların böyle bir duruma düşmeleri mümkün değildir.
İşte bir toplum inanç,
niyet ve davranışlarıyla Allah'ın istediği şekilde yaşamaya gayret gösterirse
Allah'ın sevgisini kazanmış olur. Mühim olan bu liyakati kazanabilmektir. Bu
liyakat kazanılınca da yukarda ifadeye çalıştığımız huzur dolu atmosfer meydana
gelir.
225. [1:261 Hadîs No: 390]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah bir millet
hakkında hayır dilerse fertlerinin ömrünü uzatır ve şükretmeyi onlara ilham
eder.[112]
226- [1:262,
Hadîs No: 391]
Mihran'dan (r.a.)
rivayetle:
Allah bir millet
hakkında hayır dilerse akıllı ve yumuşak huylularını idareci yapar. Aralarında
âlimler hüküm verir. Cömertlerine de mal verir.
Allah bir millet
hakkında şer dilerse, kötülerini idareci yapar. Aralarında câhiller hüküm
verir. Cimrilerine de mal verir.[113]
227. [1:262
Hadîs No: 392]
Ubâde bin Sâmit'ten
(r.a.) rivayetle:
Allah bir topluluk
hakkında bereket dilerse onlara cömertlik ve tok gözlülük nasib eder. Bir
topluluk hakkında da nimetini kesmeyi dilerse onlara hiyanet kapısını açar.[114]
228. [1:263,
Hadîs No: 393]
Âişe (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah bir ev halkı
hakkında hayır dilerse, onları yumuşak huylu kılar.[115]
229. [1:263
Hadîs No: 394]
Âişe'den (r.a.)
rivayetle:
Allah kulları hakkında
hayır dilerse yaşayışlarında onlara yumuşak huyluluk nasip eder. Onlar hakkında
şer dilerse yaşayışlarında kaba ve sert bir tabiat verir.[116]
230. [1:263,
Hadîs No: 395]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah ümmetimden biri
için hayır dilerse, kalbine Ashabımın sevgisini kor.[117]
.
231. [1:264
Hadîs No: 396]
Âipe (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah bir idareci için
hayır dilerse ona dürüst bir yardımcı verir. Birşey unuttuğunda kendisine
hatırlatır. Hatırladığında kendisine yardım eder. Bunun dışında birşey dilerse,
ona kötü bir yardımcı verir. Bir şey unuttuğunda hatırlatmaz. Hatırladığında
yardımcı olmaz.[118]
232- [1:265,
Hadîs No: 399]
Ali'den (r.a.)
rivayetle:
Allah bir millet
hakkında kötülük dilerse, idarelerini israfcı ve zevkine düşkün kimselere
havale eder.[119]
233- [1:265,
Hadîs No: 400]
îbni Ömer (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah bir topluluğa
azap vermek istediğinde o azap bütün fertlerine isabet eder. Sonra da o
amellerine göre diriltilirler.[120]
Allah müstehak hale gelmedikçe
hiçbir topluluğa azap vermez. Eğer çoğunluk o belâ ve musibete lâyık hale
gelmişlerse hepsine birden musibet verir. Deprem, sel baskınları, savaş,
yangın, açlık v.s. gibi musibetler ancak çoğunluğun o belâyı hak etmiş
olduklarında gelir. Geldiği zaman da sadece zalimleri içerisine almaz,
masumları da yakar. "Öyle bir musibetten sakının ki geldiği zaman
içinizden sadece zalimlere isabet etmez"[121] âyetinde bu gerçeğe dikkat çekilir.
Böyle musibetler
kötülüklerin yaygınlaştığı, normalmiş gibi yapılmaya başlandığı, iyiliği
emretme, kötülükten sakındırma vazifesini üstlenmiş kimselerin de seslerinin
kısıldığı zamanlarda gelir.
Bu arada suçsuz,
günahsız, masum kişiler de aynı belâya maruz kalırlar. Zalimler, suçlular,
günahkârlarla birlikte aynı musibeti paylaşırlar. Fakat Mahşerde herkes
niyetine göre muamele görür. Bir hadis-i şerifte, bu hususta bir örnek
verilerek şöyle denilir: "Bir ordu, savaşmak maksadıyla Kabe'ye doğru yürür.
Çıplak bir yere geldiklerinde kumandanlarından son neferlerine kadar yerin
dibine geçirilirler. Âişe Validemiz (r.a) derki: 'Ben, 'Ya Resûlallah, neden
hepsi yerin dibine geçiyor? Bunların içinde, ticaret maksadıyla katılanlar
olabileceği gibi, onlarla aynı maksadı gütmedikleri halde, yolda katılanlar da
bulanabilir' dedim.' Resûl-ü Ekrem (as.rn.), "Bunların hepsi yerin dibine
geçirilir. Ancak Kıyamet Günü niyetlerine göre hasredilip muamele görürler'
buyurdu"[122] denilir.
Hadisten de
anlaşılacağı gibi umumî musibetlerde suçlular cezalandırılırlarken, suçsuzlar
da aynı musibete birlikte uğrarlar. Ama bu onlar için gerçekte bir ceza
değildir. Onlar için o musibet bir ceza olmaktan çıkar. Niyetlerine göre diriltilirler.
Sözler'de belirtildiği gibi, o esnada telef olan malları sadaka hükmüne geçer.
Ölmüşlerse bir nevi şehitlik kazanmış olurlar,[123]
Eğer böyle belâlarda
sadece zalimler, suçlu ve günahkârlar cezalandırılıp suçsuz ve günahsızlar
sağlam bırakılsalardı, o zaman iyi kötü, inanan, inanmayan herkes gerçeği
görecek, inanma zorunda kalacak, bir nevi iyiliğe zorlanmış olacaklardı. Oysa
imtihanın usûlü, akla kapı açılması, herkesin her hareketinde serbest olması,
tercihlerinde zorlama olmamasıdır. Tâ ki iyilerle kötüler seçilmiş, ortaya
çıkmış, kazananlarla kaybedenler belli olmuş olsun. Bu hususta Sözieföe şöyle
denilir:
"Bu dünya bir
meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve
teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve müca-hede
ile Ebû Bekir'ler, âlâ-yı illiyyfne [yücelerin yücesine] çıksınlar ve Ebû Cehiller,
esfel-i sâfilîne [aşağıların en aşağısı] girsinler. Eğer masumlar, böyle musibetlerde
sağlam kalsaydılar, Ebû Cehii'ler, aynen Ebû Bekir'ler gibi teslim olup,
mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif
bozulacaktı."
234- [1:265,
Hadîs No: 401]
Enes (r.aj rivayet
ediyor:
Allah bir topluluğa
dînî ve dünyevî musibet vermek istediğinde, cami ve mescidlerine bakar ve azabı
geri çevirir.[124]
Zulümler, isyanlar,
azgınlık ve taşkınlıklar belâ ve musibetleri davet ettiği gibi hayırlar,
ibadetler, dualar da belâ ve musibetlere set olurlar. İşte bu setlerin en
önemlilerinden biri de ibadet ve dua ocaklan olan camilerdir,
Evet, camiler
musibetlere karşı birer paratonerdir. Cenab-ı Hak bir musibet vereceği zaman o
camilere, camilerde ibadet eden temiz kalbli, samimi müminlere bakar, o
musibeti vermekten vazgeçer. Cami ve mescidler maddeten ve manen ne derece imar
edilirlerse, bu o ölçüde musibetlerden uzak kalacağımız.n alameti olur. Çünkü
buna yönelik hareketler o toplumda dinî hayatın canl.lı-ğ.nın işaretidir. AHah,
uğrunda didinen, çırpınan, gayret gösteren kullan bulun-duğu sürece umumî
musibet vermez.
235- [1:266,
Hadîs No: 402]
Ebû Hüreyre (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah bir beldeyi
helak etmek istediğinde, orada zinanın açıkça işlenmesine fırsat verir.[125]
236- [1:267
Hadîs No: 404]
Ebû İzze rivayet
ediyor:
Allah bir kulunun
ruhunu bir yerde almak istediğinde onun için orada bir ihtiyaç meydana getirir.[126]
Herkesin ölüm vakti ve
nerede öleceği bellidir. Umulmadık anda ve yerde gelen ecel, bazan bizde şok
tesiri meydana getirir. Halbuki herşey kader ile takdir edilmiştir. Bizim
bilemediğimiz nice hikmetler sebebiyle Allah kulunun canını beklenmedik bir
anda ve yerde alıverir. Halk arasında "Ecel çeker" şeklinde kullanılan
cümle de bu hakikatin avamca ifadesinden başka birşey değildir. Kişi bir iş
münasebetiyle o yere gider, eceli geldiği için de oluverir.
Rivayete göre Hz,
Azrail bir gün Hz. Süleyman'ın huzuruna çıkmış, yanında oturmakta olan adama
öyle ters ve acı bir halde bakmış ki adamın korkusundan benzi sararmış. Azrail
Aleyhisselam gittikten sonra da Hz. Süleyman'a yalvarmış: "N'olur,
rüzgara emir ver de beni Hindistan'a götürsün" demiş.
Hz. Süleyman adamın
dileğini yerine getirmiş. Günler sonra Azrail Aleyhis-selamla karşılaştığında,
o adama niçin ters ters baktığını sormuş. O da, "Ben onun kısa bir süre
sonra Hindistan'da canını almak üzere Rabbimden emir almıştım. Burda görünce
şaşırdım. İster istemez 'Bu adam burda ne geziyor?' diye düşündüm."[127]
Hz. Süleyman da
olanları anlatınca meselenin içyüzü anlaşılmış. Herkes için aynı durum söz
konusudur. Evet, Allah bir kulunun canını herhangi bir yerde almayı takdir
etmişse bir sebep yaratır, bir iş çıkarır, o kişi oraya gider ve eceli geldiği
için de ölür. Böyle anlarda geride kalanlara düşen kadere rıza gösterip
sabretmektir.
237. [1:267,
Hadîs No: 406]
Enes'den (r.a.)
rivayetle:
Allah kader ve
kazasını gerçekleştirmek istediğinde onlar hakkında kader ve kazası yerini
buluncaya kadar akıl sahiplerinin akıllarını alır. Hükmü gerçekleşince geri iade
eder. Onlar da pişmanlık duyarlar.[128]
Bazan alabildiğine
zeki, akıllı, sözünü, işini bilir kimselerin başlarına birkısım felâketlerin
geldiğini görür veya işitiriz, Bu felaket ilk bakışta irade dahilinde olan ve
gelişine engel olunabilecek bir felakettir. Onun için hayret eder, "Böyle
akıllı insanlar bu hale nasıl düşerler?" demekten kendimizi alamayız.
Göz göre göre musibet
gelip çatmıştır. Akıllar durmuş, gözler görmez olmuştur. Kader konuşmuş, cüzT
irade susmuş, "Kader geldiği zaman gören göz görmez olur" kaidesi
hükmünü icra etmiştir. Tıpkı Hz. Yakup'un verdiği cevapta olduğu gibi. Ona
"Sen kilometrelerce uzaklıktaki Mısır'dan gelen oğlunun gömleğinin
kokusunu aldığın halde yambaşındaki Ken'an kuyusundaki oğlunu nasıl
görmedin?" demişlerdi. O, "Bizim halimiz şimşeklere benzer. Bazan
olur şimşek çakar gibi her taraf aydınlanır, göremediğimiz şey kalmaz. Bazan da
ayağımızın ucunu göremeyiz."
Demek kader ve kaza
hükmünü gerçekleştirmek istediğinde âdeta akılları alıyor, gözleri kör ediyor,
rryjsibet rahatlıkla yol bulup geliyor. Sonra da insanları bir pişmanlıktır
sanyor.
Kader hükmünü icra
etmesine edecektir, ama bize düşen vazife böylesi bir musibete müstehak hale
gelmemek için tedbirli olmak olmalıdır. Geldiği zaman da, "Ah, vah"
etmemeli, "Şöyle olmasaydı, böyle olmazdı" gibisinden ileri geri
konuşmamalı, teslimiyet ve sabırla göğüslemen, kendimizi koyvermemeli, daha
sonra gelebilecek musibetlere karşı uyanık olmalıyız. Ayrıca bu musibette bizim
cüz'î irademizin katkısı var mı, ona ne ölçüde müstehak olduk veya manevî bir
mükâfat mı bizi bekliyor; hikmetleri nelerdir bunları da düşünmek, gereken dersleri
almak da bize düşer.
Bu konuda en güzel
örneği Sahabe sergilemiş, çalışmış, çabalamış, musibete karşı amelleriyle set
germeye gayret etmiş, musibet geldiğinde de sabırla üstesinden gelmesini
bilmiş, maddeten ve manen yükselmişlerdir.
238. [1:268,
Hadîs No: 407]
Ebû Said (r.a.)
rivayet ediyor:
Allah birşeyi yaratmak
istediğinde hiçbir şey ona mani olmaz.[129]
239. [1:268,
Hadîs No: 408]
Enes (r.a.) rivayet
ediyor:
Allah bir millet için
kıtlık vermeyi istediğinde semâdan bir nida edici şöyle bağırır: "Ey
mideler genişleyin. Ey gözler doymayın. Ey bereket kalk."[130]
240. [1:269,
Hadîs No: 411]
İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
Biriniz mülkünü satmak
istediğinde önce komşusuna teklif etsin.[131]
241. [1:269
Hadîs No: 412]
Ebû Hüreyre (r.a.)
Resûl-ü Ekrem 'in (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Biriniz yolculuğa
çıkmak istediğinde Müslüman kardeşlerine uğrayıp selâm versin. Çünkü onlar
dualarıyla onun yaptığı hayır duaya kuvvet verirler.[132]
242. [1:270,
Hadîs No: 414]
Abdullah bin Mesver
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Sen bir iş yapmak
istediğinde o işin neticesini iyi düşün. Hayır ise. yap, şer ise vaz geç.[133]
243. [1:271,
Hadîs No: 415]
Târik bin Abdullah
rivayet ediyor:
Tükürmek istediğinde
sağına tükürme. Fakat insan veya eşya yoksa soluna tükür. Boş değilse ayağının
altına tükür.
Sünnet-i Seniyye
edeptir. Her meselesinde bir nur, bir edeb ve bir hikmet vardır. İşte
yukarıdaki hadiste de bu edeb ölçüsünü görüyoruz. Gelişi güzel tükürmek
insanları tiksindireceğinden İslâm edebine uygun bir davranış değildir.
Peygamberimiz burada sağa tükürmemeyi istemektedir. Şayet tükürmek zarurî ise
ve kimse yoksa sola tükürmeyi, rahatsız olacak birileri varsa, eğilerek ayağın
altına tükürmeyi ve üzerini örtmeyi istemektedir. 1400 sene önce ortaya konan
bu ölçü, günümüz insanlarının da son derece muhtaç olduğu bir görgü kâidesidir.
Hattâ günümüzde tükürme zarureti oiduğunda varsa çöp tenekelerine, yoksa kağıt
mendillere tükürüp çöp tenekesine atmak daha güzeldir.
244. [1:271,
Hadîs No: 417]
Bir işi yapmak
istediğinde teennî ile hareket et ki, Allah o işte sana bir çıkış yolu
göstersin.[134]
245. [1:272,
Hadîs No: 419]
îbni Abbas'tan (r.a.)
rivayetle:
Başkasının kusurlarım
anlatmak istediğinde hemen kendi kusurlarını hatırla.[135]
Dikensiz gül, kusursuz
insan olmaz. Başkalarının olabileceği gibi kendimizin de birçok kusurumuz
vardır. Fakat her nedense insan kendi hata ve kusurlarını görmek istemez.
Başkalarının kusurlarını sayıp dökmekten lezzet alır. Bu hal hiç şüphesiz
nefisten kaynaklanmaktadır.
Böyle bir anda
yapılması gerekeni Peygamberimiz yukardaki hadislerinde çok güzel anlatmıştır.
Kendisinde aynı kusurların, hatta daha fazlasının bulunduğunu gören bir insan
hangi yüzle başkalarının kusurlarını sayıp dökme cesareti gösterebilecektir?
Kendi gözündeki merteği gören, başkalarının gözündeki çöple uğraşmaz.
246- [1:273,
Hadîs No: 420]
Bir kötülük yaptığında
arkasından hemen bir iyilik yap[136].
Yanılma, şaşma, hata
ve günah insan oimanm tabiî bir sonucudur. "Beşer şaşar, Beşir
şaşmaz" atasözünde de ifade edildiği gibi şaşmayan, yanılmayan bir
Allah'tır.
Ancak bundan
"Madem ki şaşmak özelliğimiz; öyfeyso istediğimiz günahı işleyebiliriz"
şeklinde bir mantık çarpikiıği da çikarHrnamalıdır. Bu bile bile günaha
davetiye olur. Günaha girmeme konusunda alabildiğine titiz davranmak, imtihanın
en önemli İnsanlık hali bir hata ve
günah işlediğimizde de o noktada ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur. Hemen
pişmanlık duymalı, telafiye çalışma
İşte hadts-i şerifte
bu îşmanlîk ve telafinin en güzel yolu gösteriliyor "Kötülüğün hemen
poşinden iyilik yapmak." Başka bir rivayette 'Tâ ki o kötüğü silsin" ilavesi
de yer almaktadır. Bu gerçek bir âyet-i kerimede de şöyie bildirilmektedir:
"Muhakkak iyilikler kötülükleri giderir. Bu, güzelce düşünenler için bir
öğüttür"[137]
Demek ki kötülüğün
peşinden iyilik yapmanın en önemli sırlarından biri o kö-tüîüğü silip süpürmek,
âdeta zehre karşı panzehir kullanmak demektir. Böylece insan hem günahlarını
affettirme yolunu bulacak, hem de kötülüğü alışkanlık haline getirmekten
kurtulmuş olacaktır. Aksi halde insan kötülük işlediğinde bir ızdirap duymaz,
peşinden bir daha, bir daha kötülük işleyecek olursa o kötülükler zamanla
yığılır ve insan o kötülük denizinde boğuluverir. Bu ise insan için büyük bir
manevî felâkettir.
247- [1:273,
Hadîs No: 421]
Îbni Mes'ûd (r.a.)
rivayet ediyor:
Biriniz bir işçi
tuttuğunda vereceği ücreti kendisine bildirsin.[138]
Dinimize göre taraflar
arasında yapılan bir akdin geçerli sayılabilmesi için üzerinde akit yapılan
unsurların belirlenmesi gerekir. Belirsiz birşey üzerinde akid yapmak caiz
değildir. İşçi çalıştırmak da bir akit olduğundan, Peygamberimiz bu
hadislerinde çalıştırılmak üzere tutulan işçinin ücretinin belirtilmesini istemektedir.
İşçinin ücretini belirlemek aynı zamanda İş bitiminde taraflar arasında niza
çıkmamasını da önleyeceğinden son derece mühimdir. Ücret önceden konuşulursa,
işçi razı olursa çalışır, olmazsa çalışmaz. İş bittiğinde de önceden konuşulan
ücreti aldığında itiraz etme hakkı kalmaz. Gerek alışverişlerde, gerekse işçi
çalıştırmalarda ücret önceden konuşulmadığında bâzı tatsız hadiselerin
çıkmasına şahit olmamız da, bu hususun ehemmiyetini göstermektedir.
248. [1:273
Hadîs No: 422]
Ebû Musa'dan (r.a.)
rivayetle:
Bir yere girmek için
birinize üç defa izin istediği halde izin verilmezse geri dönsün.[139]
249-1:275,
Hadîs No: 425
Câbir (r.a.) rivayet
ediyor:
Kendisiyle Müslüman
kardeşi tarafından istişare edilen kimse ona bildiği faydalı şeyi söyleyerek
yol göstersin.[140]
Yüce Rabbimiz bir
âyet-i kerimede, "Onların aralarındaki işleri istişare iledir"[141] buyurarak istişareyi mü'minlerin vasıflan
arasında saymış, başka bir âyet-i kerimede ise "İşlerinde onlarla
istişare et"[142] buyurarak Peygamberimizden Ashabıyla istişare
etmesini istemiştir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz, hakkında vahiy olmayan
meselelerde Ashabıyla İstişare etmiş, çoğunluğun görüşüne göre hareket etmiştir.
Pekçok hadislerinde de ümmetini istişare yapmaya teşvik etmiş, bir hadislerinde
"İstişare eden asla pişman olmaz"[143]
buyurmuş, bir hadislerinde de "İstişare yapmaya muhtaç olmayan hiç kimse
yoktur"[144] buyurarak meşveretin
önemine dikkat çekmiştir. Peygamberimiz buradaki hadislerinde de kendisiyle bir
meselede istişare edilen kimsenin yapması gereken hususa dikkat çekmiştir. O da
istişare edilen husus hakkında faydalt ve doğru bildiği neyse onu din kardeşinden
esirgememesidir. Böylece istişare eden kimseye yol göstermesi bir vazife
olarak yüklenmektedir. Hadiste dikkat çekilen düstur ihmal edildiğinde bir
Müslümanın zarara düşmesi söz konusu olabilir.
[1] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[2] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden
[3] Bakara Sûresi, 195.
[4].A'raf Sûresi, 31.
[5] Hakim’in
Müstedrek’i, Taberani’nin Kebir’i
Ebu Yala’nın Müsned
ve Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından
[6] Tirmizî, Birr: 60.
[7] Tirmizi,Menakıb:31.
[8] Taberani’nin
Kebir’i Hakim’in Müstedrek’i
ve Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından.
[9] Mektûbat, s. 352.
[10] Hakim’in
Müstedrek’inden.
[11] Kehf Sûresi, 28.
[12] Tefsiru't-Kurtubt, 10:390.
[13] Şuarâ Sûresi, 111-113.
[14] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[15] Müslim, Zühd: 68,69; EM Oâvud, Edeb: 9; Tırmizİ, Zühd:
55; İbnİMâce, Edeb: 36.
[16] İbni Cerir’den.
[17] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[18] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[19] İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden.
[20] Ebu
Davud’un Merasif’inden.
[21] Müslim, Müsakât; 12.
[22] Hatib’in
Tarih’i ve Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[23] Haraiti’nin
Mekarimü’l-Ahlak’ından.
[24] İbni
Adiyy’in el-Kamil’i ve
Ebu Ya’la’nın Müsned’inden.
[25] Nisa Sûresi, 147.
[26] İbrahim Sûresi, 7.
[27] Ebû Dâvud, Salât: 45.
[28] Hakim’in
Müstedrek’inden.
[29] Kenzü'l-Ummal, 3:528.
[30] Kenzü'i-Ummal, 3:536.
[31] İbni Mâce, Libas: 24; Ebû Davud, Libas; 4.
[32] Taberani’nin
Kebir’inden.
[33] Ebu Ya’la’dan.
[34] Buhari’nin
Edeb’inden,Taberani’nin
Evsat ve Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[35] Taberani’nin
Kebir’inden.
[36] Tahavi’den.
[37] İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden
[38] Taberani’nin
Kebir’inden.
[39] Hakim, Ebu Nuaym
ve İbni Mende’den.
[40] İbni
Asakir’den.
[41] Müstedrek, 3:177; Usdû'l-Gâbe, 2:22.
[42] Buhari,
Edeb:89.
[43] Beyhaki’nin
er-Risaletü’l-Eş’ariyye’den.
[44] Mektûbat, s. 292.
[45] Müsned’den.
[46] Taberani’nin
Evsf’ı ve Hakim’in
Müstedrek’inden.
[47] İbni
Neccar’ın Tarih’inden.
[48] Darekutni’nin
Sünen’inden.
[49] Hakim’in
Müstedrek’inden.
[50] Darekutni’nin
Sünen’inden.
[51] Taberânî'nin Kebîrinden.
[52] Taberani’nin Evsaf’ından.
[53] Buharı, îman: 22, Itk. 15; Müslim, îman: 40.
[54] İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden.
[55] İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden.
[56] Ebû Dâvud, Büyü: 79; Tirmizî, Büyü: 37; Deylemt, Büyü:
57; Müsned, 3:414.
[57] İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden.
[58] İbnü’s-Süm’ani’nin,
Edebü’l-İmla’sından.
[59] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[60] Ebû Dâvud, Salât: 114; Tımizî, Hudud: 2
[61] İbni
Adiyy’in el-Kamil’inden.
[62] Timizi Daavât: 65; Mûsned, 2:77
[63] Ebu
Nuaym’ın Hilye’sinden.
[64] Müslim, İman: 361,362; Müsned, 1590-291.
[65] Timizi Cennet: 23; Mûsned, 3:76.
[66] Taberani’nin
Kebir’inden.
[67] Hatibin Tabiinden.
[68] Darimî, Libas: 14; Tırmizl, Edeb: 54.
[69] Timizî, Zühd: 54.
[70] Ebû Ya'ISâan.
[71] Nahl Suresi, 90.
[72] Nisa Sûresi, 135.
[73] İbni Mâce, Nikah: 28
[74] Taberani’nin
Evsaf’ı,İbni Adiyy’in el-Kamil’i
ve Ebu Nuaym’ın
Hilye’sinden.
[75] Buharî, Hk: 18; Erime: 55; İbniMice, Etime: 19;
Mûsned, 1:446; 2:259.
[76] İbni
Mace,Edeb:19.
[77] İbni Mace’den.
[78] Tırmizî, Nikâh: 3. fbnîMâce, Nikâh: 46.
[79] Kenzü'l-Ummal, 16:297.
[80] Feyzü'i-Kadîr, 3:482.
[81] Müslim, Nikâh: 76.
[82] Gençlik Rehberi, s. 23.
[83] İbni
Asakir’den.
[84] Ebû Dâvud, Etime: 9; Müsnad, 5:408
[85] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[86] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[87] Tirmizi,Tıp:1.
[88] Ebû Nuaym'in Hıfyefsinüen.
[89] EböDavud, Edeb: 113.
[90] Hatib’in Tarih’i,
Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[91] Ebu
Nuaym’ın Hilye’sinden.
[92] Tayalisi’den.
[93] Hakim’in
Müstedrek’i ve Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[94] Ebû Davud, Edeb; 101; Tirmizİ, Daavat: 14,25,116;
İbniMâce, Dua: 15; Deylemî Fezâilö'l-Kur'ârr. 23.
[95] Hakim’in
Müstedrek’inden.
[96] Taberani’nin
Sağir’inden.
[97] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[98] bni Mâce, İkâme: 79.
[99] Buharı, Cuma: 4; Müslim, Cuma: 10.
[100] CumaSûresl.9.
[101] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[102] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[103] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[104] Mûsned, 4200
[105] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[106] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[107] Timizi, Zühd: 57.
[108] Bezzar’dan
[109] Ebu'ş-Şeyh'in Serabından.
[110] Darekutni’nin
Sünen’inden.
[111] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[112] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[113] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[114] Taberani’nin
Kebir’inden.
[115] Müsned, 6:71,104,105.
[116] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından
[117] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[118] Ebû Davud, Imare; 4; Neseî, Bey'a: 33; Müsned, 6:70.
[119] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[120] Buharl Fiten: 19; Müslim, Cennet: 84; Müsned,
2:40,110,136.
[121] Enfal Sûresi, 25.
[122] Buharı, Hac: 49; Müslim, Fiten: 8; İbni Mâce, Fiten:
30.
[123] Sözler, s. 158,
[124] İbni
Adiyy’in el-Kamil’i ve
Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[125] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[126] Taberani’nin
Kebir’i ve Ebû Nuaym'in
Hilye’sinden.
[127] Musannef, 13/205-206.
[128] Deylemi’nin
Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[129] Müslim, Nikâh: 132; Timiz!, Nikâh; 39; Mûsned,
3:49,59,93
[130] İbni Neccar’ın Tarih’i ve Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[131] Ebu Ya’la ve İbni Adiyy’in el-Kamil’inden.
[132] Taberani’nin
Evsat’ından.
[133] İbni Mübârekln Zühdünden.
[134] Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[135] Rafii’nin
Tarih-i Kazvin’den.
[136] Hakim’in
Müstedrek’i ve .Beyhaki’nin
Şi’bü’l-İman’ından.
[137] Hûd Sûresi, 114.
[138] Darekutni’nin
Efrad’ından.
[139] Buharî, İstizan; 13; Müslim, Adab: 32,34,35,37,37; EM
Davud, Edeb: 127,130
[140] İbniMâce, Edeb:37.
[141] Şûra Sûresi, 38,
[142] Al-i İmran Suresi, 159.
[143] Ramuzu-I-Ehâdis, 2:499.
[144] Feyzü't-Kadîr, 4:2.