1302. [2:464, Hadîs No: 2312]

Sehl bin Sa'd (r.a.) Resûl-ü Ekrem Efendimizin (a.s.m.) şöyle bu­yurduğunu rivayet ediyor:

Şüphesiz Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır. Oruç tutanlar Kıyamet Günü o kapıdan Cennete girecektir. Oradan onların dışında kimse girmez. "Oruçlular nerede?" diye seslenilir. Oruçlular kalkar o kapıdan girerler. Onlar girince kapı kapatılır, başka hiçkimse ora­dan girmez.[1]

 

1303. [2:464, Hadîs No: 2313]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöy­le buyurmuşlardır.

Cennette üzerinde zebercetten köşklerin bulunduğu yakuttan di­rekler vardır. Bu köşklerin kapıları açıktır. Parlak yıldızın ışık saçtı­ğı gibi ışık saçarlar. Buralarda Allah rızâsı için birbirini sevenler, Al­lah rızâsı için sohbet meclisi kuranlar ve Allah rızâsı için bir araya gelip yardıml aşanlar bulunacaklardır.[2]

 

1304. [2:465, Hadîs No: 2314]

Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Cennette dışarıdan içerisi, içeriden dışarısı görünen köşkler var­dır. Allah bu köşkleri yemek yediren, yumuşak söz söyleyen, oruca devam eden ve geceleyin insanlar uyurken kalkıp namaz kılanlar için hazırlamıştır.[3]

 

1305. [2:465, Hadîs No: 2315]

Ebû Saîd'den (r.a.) rivayetle:

Cennette yüz derece vardır. Bütün âlemler toplansa bir tanesi hepsini içine alır.[4]

 

1306. [2:466, Hadîs No: 2316]

Muâviye bin Hayde rivayet ediyor:

Cennette su denizi, bal denizi, süt denizi ve sarhoş etmeyen şarap denizi vardır. Daha sonra nehirler açılır.[5]

 

1307. [2:467, Hadîs No: 2319]

Sehl bin Sa'd'dan (r.a.) rivayetle:

Şüphesiz Cennette gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiç kim­senin hatırına gelmeyen nimetler vardır.[6]

 

1308. [2:468, Hadîs No: 2321]

Hz. Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

Cennette büyük bir köşk vardır. îsmi "Dârü'l-ferahtır [sevinç köş­kü]." Buraya ancak çocukları sevindirenler girer.[7]

 

1309. [2:469, Hadîs No: 2323]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Cennette "Duha" denilen bir kapı vardır. Kıyamet Günü olduğun­da bir nida edici şöyle seslenir: "Kuşluk namazına devam edenler ne­rede? İşte kapınız budur. Allah'ın rahmetiyle buradan girin."[8]

 

1310. [2:469, Hadîs No: 2324]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Cennette büyük bir köşk vardır, ismi cömertler köşküdür.[9]

 

1311. [2:473, Hadîs No: 2336]

Kişi malı, hanımı ve çocuğuyla imtihan edilir.[10]

 

Hayat bir imtihandır. İnsan bu dünyada herşeyiyle ve her yönden imtihan edilmektedir. Hadiste bu imtihan vesilelerinin en önemlilerinden bir kaçı sayıl­makta, kişinin malı, hanımı ve çocuğuna dikkat çekilmektedir.

Kişi nasıl malla imtihan edilmektedir?

Mal şükür maksadıyla verilir. Malın gerektirdiği sorumlulukları yerine getiren kimse ona şükretmiş olur. Eğer malının şükrünü yerine getirmiyor, zekâtını ver­miyor, israf ediyor, haram yerlerde harcıyor, hayır hasenat yapmıyorsa o kişi mal imtihanını kaybetmiş demektir.

Peki kişinin hanımı nasıl imtihan vesilesi olmaktadır?

Evin hanımı İslâm? ölçülere riâyet etmiyor, kocasına itaat etmemesi bir yana onu günahlara, haramlara sevk ediyor, israfa girmesine sebep oluyorsa kocası­nı maddeten ve manen tehlikeye sevk etmektedir. Günaha şevkte karısına ayak uyduran bir koca imtihanı kaybeder.

Bazı kadınlar görenek belâsı çevrelerinde gördüklerinin alınmasını isterler. İmkânları buna yetmeyen koca ise ya çalıp çırpar, ya da dilencilik eder. Bu onun için mânevi bir yıkımdır.

Çocuk da imtihan vesilesidir. Çocuklarına olan aşırı sevgilerinden anne ve baba onlara dokunmaz, kötü olan davranışlarına ses çıkarmazlarsa hem onları, hem de kendilerini zarara sokmuş olurlar. Eğer baba "Viran olası hanede evlad ü iyal var" düşüncesiyle geçim derdine düşer, helali haramı araştırmadan ha­ram yollara girerse imtihanı kaybeder. Oysa helal dairesinin geniş olduğunu dü­şünüp ona göre hareket eder ve ona göre bir geçim yolu ararsa imtihanı kaza­nır.

Kısaca söylemek gerekirse eğer mal, eş ve evlad kişiyi Allah yolundan alıko-yuyarsa hem bir fitne, hem de imtihanı kaybetmesine vesile olmuş olur. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) zamanında meydana gelen şu hadise bize bu konuda ışık tutar:

Mekke'de bazı kişiler Müslüman oimuş ve Medine'ye hicret eden Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) yanma gitmek istemişlerdi. Ancak eşleri ve çocukları buna en­gel olmak istemiş, hatta bir süre kalmalarını da sağlamışlardı. Buna rağmen Müslümanlar gittiler. Gördüler ki önceden gitmiş olan kardeşleri manen inkişaf etmiş, çok şeyler öğrenmişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Rab-bimiz şöyle buyuruyordu: "Ey îman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan si­ze düşman olup sizi ibadetten alıkoymak ve günaha sevk etmek isteyenler var­dır; onlardan sakının. Fakat onları affeder, kusurlarına bakmaz, bağışlarsanız, muhakkak ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

"Mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak bir imtihandır. Asıl büyük mükâfat ise Allah katındadır"[11] âyeti açıkça bu imtihanı nazarımıza vermektedir.

Diğer bir rivayete göre âyetler, Avf bin Malik hakkında nazil olmuştu. O sava­şa gitmek istemiş, fakat ailesi ve çocukları, ayrılığına dayanamayız deyip ağla­yıp sızfamışlardı. O da onları kırmamak maksadıyla cihada katılmamış, fakat hatası için de oldukça pişman olmuştu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler gön­derilerek eşlerin, çocukların insanı Allah yolundan alıkoymaması gerektiğine dikkat çekilmişti.

 

1312. [2:474, Hadîs No: 2340]

Huzeyfe'den (r.a.) rivayetle:

Namuslu kadına iftira atmak yüz senelik ameli mahveder.[12]

 

1313. [2:476, Hadîs No: 2345]

Said bin Zeyd (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz benim ağzımdan yalan konuşmak her hangi birisinin ağ­zından yalan konuşmaya benzemez. Kim benim ağzımdan bilerek ya­lan konuşursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.[13]

 

1314. [2:477, Hadîs No: 2349]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Allah'ın öyle kullan vardır ki, insanları ferasetleriyle tanırlar.

İnsan bazı konuları veya kişileri zaman zaman uzun bilgi ve tecrübeler sonu­cunda kavrar, onlar hakkında bilgi ve kanaat sahibi olur. Tabii bu kişiden kişiye göre değişir. Bazı insanlar ise bunu daha sür'atli yapar, hızla kavrarlar. İşte kişi ve olayları bir nevi önsezi veya manevî bir kuvvetle çabucak kavrama ve anla­ma bir feraset işidir. Feraset bir Allah vergisidir. îman inkişaf eîîikçe feraset de gelişir ve mü'min meseleleri ve hadiseleri çabuk anlar, yorumlar. Kolay kolay ya­nılma imkânı olmaz. Bir gün Hz. Osman'ın huzuruna bir adam gelmişti. Ona, "Gözünden günah tütüyor" deyince adam itiraf etti: "Gelirken bir kadına bakmış­tım." Bu Örnek de göstermektedir ki, mü'min ferasetiyle meseleleri çabucak kav­rar. Bir hadiste de, "Mü'minin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah'ın nuruyla ba­kar" buyurulmuştur.

Bu feraset âmî ve cahil de olsa her mü'minde bulunur. Öyle ki karşılaştığı hadisenin durumuna göre hoş karşılanacak, sevilecek birşeyse hoş görür, sem­pati duyar. Eğer zararlı ve kötü bir şeyse aklı anlamasa da kalbi soğuk görür, manen nefret eder.

 

1315. [2:478, Hadîs No: 2352]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'ın insanlara faydalı olmaları için Özellikle nimet verdiği top­luluklar vardır. Onlar bu nimetlerden verdikleri sürece Allah o nime­tini onlarda bırakır. Esirgedikleri zaman ise Allah onlardan alır, baş­kalarına verir.[14]

 

1316. [2:479, Hadîs No: 2355]

İbni Mes'ûd (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz Allah'ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Ümme­timden gelen selâmları bana ulaştırırlar.[15]

 

1317. [2:480, Hadîs No: 2358]

Enes'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muşlardır:

^ Allah'ın her namaz vaktinde şöyle seslenen bir meleği vardır: "Ey Ademoğulları! Kendi elinizle tutuşturduğunuz sizi yakacak olan ate­şi namazla söndürmek için kalkınız."[16]

 

1318. [2:481, Hadîs No: 2360]

ibniAbbas (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'ın Öyle bir meleği vardır ki, ona ''Yedi gök ve yeri tek bir lok­mada yut" dense yutabilir. Onun yaptığı teşbih şudur: "Sen her yerde noksan sıfatlardan münezzehsin"[17]

 

1319. [2:481, Hadîs No: 2361]

Üsâme bin Zeyd'den (r.a.) rivayetle:

Şüphesiz ki, Allah'ın aldığı da Onundur, verdiği de. Herşey Onun yanında herşey için belli bir ömür süresi tayin edilmiştir.[18]

 

1320. [2:483, Hadîs No: 2367]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz ki, Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Onları mânâlarım anlayıp inanarak ezberleyip okuyan Cennete girer. Bu isimler şun­lardır:

O kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır, Er-Rahman, Er-Rahim, El-Melik, El-Kuddûs, Es-Seîâm, El-Mü'min, El-Müheymin, El-Aziz, El-Cebbar, El-Mütekebbir, El-Hâlık, El-Bâri, El-Musavvir, El-Gaffar, El-Kahhar, El-Vehhab, Er-Rezzâk, El-Fettah, El-Alîm, El-Kâbıd, El-Bâsıd, El-Hâfıd, Er-Rafi', El-Muiz, El-Muzil, Es-Sem'i, El-Basîr, El-Hakem, El-Adl, El-Latif, El-Habîr, El-Halim, El-Azîm, El-Gafûr, Eş-Şekûr, El-Aliyy, El-Kebîr, El-Hafîz, El-Mukîd, El-Hasîb, El-Celîl, El-Kerîm, Er-Rakîb, El-Mucîb, El-Vâsi', El-Hakîm, El-Vedûd, El-Mecîd, El-Bâis, Eş-Şehîd, El-Hak, El-Vekîl, El-Kavî, EI-Metîn, El-Veliyy, El-Hamîd, El-Muhsî, El-Mübdi1, El-Muîd, El-Muh-yî, El-Mümît, El-Hayy, El-Kayyûm, El-Vâdd, El-Mâcid, El-Vâhid, Es-Samed, El-Kâdir, El-Muktedir, El-Mukaddim, El-Muahhir, El-Evvel, El-Âhir, Ez-Zâhir, El-Bâtm, El-Vâli, El-Müteâlî, El-Berr, Et-Tevvâb, El-Muntakim, El-Afuw, Er-Rauf, Mâliku 1-Mülk, Zü'1-Celâl-i

ve'1-îkram, El-Muksid, El-Câmi1, El-Ganî, El-Mugnî, El-Mani1, Ed-Dâr, Eri-Nâfi1, En-Nûr, El-Hâdi, El-Bedi', El-Bâkî, El-Vâris, Er-Râşid, Es-Sabûr:[19]

 

Bir âyet-i kerimede "En güzel isimler Allah'ındır. Allah'tan bu isimlerle isteyi­niz" Duyurulur.[20] Bu âyet, Cenâb-ı Hakkın birçok isimlerinin bulunduğuna işaret eder. Her birisi güzel ve yüce mânâlar ifâde eden bu isimlere, "En güzel isimler" mânâsına "Esmâü'l-Hüsnâ denir. Yukarıdaki hadiste bunlardan bâzıları sayıl­maktadır.

Cenâb-ı Hakkın isimlerinin tamamı kesin olarak bilinmemektedir. Bâzı âlim­ler Esmâü'l-Hüsnânın bin kadar olduğunu belirtirler. Nitekim Peygamberimiz Cevşenü't-Kebir isimli duasında Rabbine binbir isim ve sıfatıyla niyaz eder. Bâ­zı âlimler Rabbimizin güzel isimlerinin dört bini bulduğu kanaatindedirler. Bu isimlerin çoğunu sadece Cenabı Hak bilir. Bir kısmını melekler, bir kısmını me­leklerle birlikte peygamberler ve peygamberlerin bildirdiği kadarıyla da insanlar bilirler.

Peygamberimiz bâzı hadislerinde Esmâü'l-Hüsnânın faziletini sayar. İzahını yaptığımız hadis bunlardan birisidir. Hadisteki müjdede kastedilen, bu isimlen mânâ ve tecellîlerini düşünmeden ezberlemek değildir. Bu yüce ilâhî isimlerin içinde bulunan ve taşımış oldukları ulvî mânâları düşünüp, kâinat yüzündeki te­cellî ve akislerini tefekkür etmek gerekir. Meselâ kişi, Allah'ın Rezzâk, yani rızık verici olduğunu bilip düşünmeli, rızık için endişeye kapılmamalıdır. Rızkını he­lâlinden aramalı, tok gözlü olmalıdır. Cenâb-ı Hakkın sadece kendisine ve di­ğer insanlara değil, en küçük mikroptan file kadar, parmak kadar balıktan, ton­larca ağırlıktaki balinalara kadar, bir çiçekten .koca çınar ağaçlarına kadar milyarlarca canlının rızıklarını, hiç şaşırmadan, ihmâl etmeden, en güzel şekil­de ihsan ettiğini düşünüp tefekkür etmek, Rezzâk ismini okumanın bir yönüdür. Hadîste sayılan doksan dokuz ismin mânâları şöyledir:

1.  Allah: Her türlü eksiklik ve noksanlıklardan uzak, bütün kemâl sıfatlarını taşıyan, en güzel isim ve sıfatların sahibi ve yegâne hak mabûd.

2.  Er-Rahman: Şefkat ve merhametinin eserleriyle bütün kâinatı dolduran, Cennet bir cilvesi, ebedî saadet bir parıltısı, dünyadaki bütün rızık ve nimetler birer damlası olan, mü'min kâfir ayırd etmeksizin bu dünyada herkese nimetler veren.

3.  Er-Rahîm: Rahmeti herşeyi kuşatan, kâinattaki bütün nimet ve ihsanlar af ve rahmet, şefkat ve merhamet Kendi eseri olan ve âhirette mü'minlere sonsuz nimetler ihsan edecek olan.

4.  El-Melik: Ferşten Arşa, yerden göğe, atomlardan yıldızlara ve ezelden ebede kadar herbir varlığın sahibi ve idarecisi olan. Mülk ve saltanat en yüksek mertebesiyle sadece Kendisine âit olan.

5.  El-Kuddûs: Bütün noksanlıklardan uzak ve temiz; dalâlet ehlinin Kendisi hakkındaki her türlü asılsız düşüncelerinden uzak; kâinattaki bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan; kâinatı bütün varlıklarıyla temizleyen, güzelleştiren ve bütün yaratıkların tesbihatlan kudsi isimlerine bakan.

6.  Es-Selâm: Her türlü kusur, acizlik, noksanlık ve başkalarının kendisine kusur, noksan ve zarar vermesinden sonsuz derecede uzak ve emin bulunan. Yaratıklarına huzur ve emniyet bahşeden.

7.  El-Mü'min: Muhafaza ve himayesiyle her korkuyu gideren, her tehlike ve felâketten kurtuluş ve güven veren.

8.  El-Müheymin: Bütün yaratıkları her türlü hal, hareket ve davranışlarında görüp gözeten; herşey denetim ve koruyuculuğu altında bulunan.

9.  El-Azîz: İzzet, kudret ve bütün kudsî sıfatlarıyla acizlik ve kusurlardan uzak olan. Bütün varlıkları acizlik, zayıflık ve tezellül içerisinde Kendisine boyun eğdiren. Mutlak galip, karşı konulamayan güç sahibi.

10.  El-Cebbar: Sonsuz ve sınırsız büyüklük ve kudret sahibi olan; bütün varlıklar bütün yönleriyle doğrudan doğruya kudretine bakan ve emrine boyun eğen; hiçbir şey hiçbir cihetle mutlak kudretine karşı koyamayan.

11.  El-Mütekebbir: Yaratıkların bütün sıfatlarından sonsuz derecede yük­sek olan; varlıklar dünyasında büyüklüğünü gösteren; Kendini Zâtına lâyık sı­fatlarla tanıtan.

12.  El-Halık: Bütün yaratıkları takdirine uygun olarak gerekli şartlarla birlikte yaratan.

13.  El-Bâri: Her bir varlığı belli ve farklı suretleriyle modelsiz ve benzersiz yaratan.

14.  El-Musavvir: Herbir yaratığa titizlik ve maharetle sanatlı bir şekilde farklı suretler giydirerek sanatının güzellik ve mükemmellikleri gösteren.

15.  El-Gaffar: Sonsuz rahmet, fazi ve keremiyle kullarının günahlarını çokça bağışlayıp silen.

16.  El-Kahhar: Bütün varlıkları emir ve iradesi altında bulunduran. Hiçbir şey, hükmü altında zerrece haddinden tecâvüz edemeyen. Hiç kimse hükmün­den kaçıp kurtulamayan. İnsanlık âleminde devamlı celâl silleleriyle izzet ve azametini gösteren.

17.  El-Vehhab: Sayı ve hesaba sığmaz çeşit çeşit nimetleri, türlü türlü rah­met hediyelerini her varlığa lâyık olduğu şekilde, her an ve karşılıksız olarak ih­san eden.

16    El-Kahhar:         

18.  Er-Rezzâk: Herbir yaratığın rızıklarını ayrı ayrı, tam bir ölçü, intizam, rahmet ve hikmetle aksatmaksızın vakti vaktinde veren.

19.  El-Fettah: Basit basit maddelerden yarattığı sayısız ve mükemmel var­lıkların ve türlü türlü canlıların suretlerini ayrı ayrı, muntazam bir tarzda veren, her birisine lâyık ve farklı birer şekil giydiren.

20.  El-Alîm: Ezelden ebede herşeyi bütün yönleriyle, hiçbir şey hiçbir şekil­de hiçbir zaman ilminden gizlenemeyen.

21.  El-Kâbıd: Başta ruh, kalb ve nefisler olmak üzere bütün varlıkları bütün halleriyle kudret elinde tutan; maddî, manevî bütün darlık ve sıkıntılar sadece iradesiyle gerçekleşen. Dilediğinin maddî ve manevî rızkını daraltan, canlıların ruhlarını alan.

22.  El-Bâsıt: Bütün zaman, mekân ve varlıklarda, ilim, yaratma, cisim ve n-zık gibi her işteki genişlik, ferahlık ve bolluk yalnız Onun rahmet ve iradesiyle meydana gelen. Maddî ve manevî rızıkları çoğaltan.

23.  El-Hâfıd: İnançsızları ve emrine muhalefet edenleri alçaltan, zelil kılan.

24.  Er-Rafi': İnananları ve emrine itaat edenleri yükselten; maddî manevî her türlü rütbe irâdesinin elinde olan ve istediğini bu rütbelere yükselten.

25.  El-Muizz: Bütün izzet doğrudan doğruya irâdesine bağlı olan; dilediğini dilediği şekilde aziz kılan.

26.  El-Muzül: İzzet gibi zillet de bütünüyle irâdesine bakan; dilediğini müstehak olduğu şekilde zillete düşüren.

27.  Es-Semr: Ezelden ebede varlıkların bütün seslerini biri diğerine engel olmaksızın işiten; kâinattaki bütün ses ve işitmeler Onun herşeyi kuşatan işitme sıfatının tecellîleri olan.

28.  El-Basîr: Gizli ve açık herşeyi her haliyle çok iyi gören, sonsuz kudret ve hikmetiyle her canlıya lâyık gözü ve görme kabiliyetini ihsan eden.

29: El-Hakem: Varlıklar dünyasında ve haklı ile haksız arasında hiçbir ada­letsizliğe, yanlışlığa ve itiraza yer bırakmayacak şekilde hükmeden.

30: El-Adl: Zerreden kürelere kadar kâinatı bütün varlıklarıyla birlikte ölçü altına alıp dengeleyen; canlı cansız herşeye en güzel ve en uygun vaziyeti ve­ren; her varlığa lâyık olduğu ölçüde varlığını devam ettirme hakkı vermekle sonsuz adaletini gösteren; emrine itaat edenleri mükâfatlandırırken, haddini aşanları dizginleyen ve hak ettikleri cezayı veren; haşrin büyük mahkemesinde ise mutlak adaletini en geniş ve en mükemmel tarzda gösteren.

31. El-Latif: Varlıkiarı en nâzik incelikler ve nazenin güzellikler içinde yara­tan, herbir canlıya lütufkarlıkla ihsan ve ikramlarda bulunan; sonsuz ilmiyle eş­yanın bütün inceliklerine nüfuz eden.

32.  El-Habîr: Göklerde ve yerde, görünen ve görünmeyen âlemlerde en gizli sırtardan, en saklı şeylerden haberdar olan. İlminin dışında hiçbir şey bulunma­yan; her şeyin gizli açık, küçük büyük her halini bilen.

33.  El-Halîm: Günah ve isyanlarına rağmen kullarını hemen cezalandırma-yıp onlar için tevbe ve ümit kapılarını açık bırakan; onları sonsuz rahmet ve ke-remiyle nzıklandırmaya devam eden.

34.  El-Azîm: Bütün varlıkları her hallerinde kudret ve hâkimiyetiyle çekip çe-vjren, en küçük zerreden Arş-ı Azama kadar herşeyi sınırsız isim ve sıfatlarının tecellileriyle kuşatan.

35.  El-Gafûr: Sonsuz rahmetiyle dilediğinde küçük büyük bütün günahları bağışlayan

36.  Eş-Şekûr: Bütün kullarının bütün şükür ve sâlih amellerinden haberdar olan, şükredenlerin nimetlerini arttıran; en küçüğünü dahi zayi etmeksizin bütün iyiliklere bol bol sevaplar ihsan eden.

37.  El-Aliyy: Zât, sıfat ve isimleriyle her türlü kusur ve noksandan uzak, mümkün ve düşünülebilecek ve tasavvur edilebilecek her türlü derece ve merte­belerin üstünde olan.

38.  EI-Kebîr: Sınırsız isim ve sıfatlarıyla ilmimizi aşan sonsuz büyüklük sa­hibi olan.

39.  El-Hafîz: Bütün varlıkların her türlü davranış, hal ve hareketlerini kayde­den; milyonları aşan canlı türlerinin nesillerini, tohum ve nutfelerinde muhafaza edip devam ettiren; İnsanların bütün yaptıklarını sorgulama için inceden inceye dikkatle kaydeden; bütün varlıkları devamlı gözetimi altında tutan; onları heı türlü zarar ve kötülüklerden koruyan.

40.  El-Mukît: Herşeye gücü yeten, herşeyi lâyıkıyla gözeten, iyiyi iyiliğinden kötüyü de kötülüğünden derecesine göre hissedar eden; maddî ve manevî heı türlü rızkı veren.

41.  El-Hasîb: Bütün mevcudatın bütün amellerinin muhasebesini yapıp, neti cesini hıfz eden; sonsuz acizlik ve hadsiz düşmanlara karşı mahlukâtın imdadı na kudret ve rahmetiyle yetişen. Onlara her zaman, her ihtiyaçlarında kâfi bi vekil olan.

42.  El-Celîl: Bütün celâl sıfatlarıyla sıfatlanmış olan; en geniş dairelerde^ varlıkların türleri üzerinde icraat ve tecelliyatlarıyla rubûbiyetinin ihtişamını gös teren; birliğini ve yüce zâtına lâyık muhteşem sıfatlarını bildiren.

43.  EI-Kerîm: Bütün zîhayatları binler işteha. duygu, âlet ve organlarla dona tıp süsleyen; sonsuz rahmet hazinelerinin süslü ve tatlı nimetlerini karşılık bek lemeden önlerine seren. Sonsuz keremi, yarattığı bütün sanatlı mahlukât üze rindeki tezyinat ve bunların terbiyelerindeki dikkat ve titizlikle açıkça görünen.

44.  Er-Rakîb: Mahlukâtın hareket, davranış, hal ve işlerini devamlı kontrol ve gözetimi altında tutan, bunları kaydeden.

45.  El-Mucîb: Bütün varlıkların hal ve dil İle yardım istemelerine ve duaları­na tam bir hikmet, rahmet ve inayetle dâima cevap veren. Darda ve sıkıntıda olanların imdadına koşan.

46.  El-Vâsi': Kudret, rahmet, bağışlama, iş ve fiilleri, tecellî ve tasarrufları, sıfat ve isimlen, bütün varlıkları içine alacak kadar geniş olan. Kullarına bol bol nimetler veren.

47.  El-Hakîm: Herşeyi en kısa yoldan, en faydalı, en kolay ve en güze! bir şekilde yaratan. Boş iş yapmayan, herbir şeyde sayısız faydalar gözeten, ve bunu yaratıkları üzerinde tecellileriyle gösteren.

48.  El-Vedûd: Cemâlini, isimlerini ve bunların tecellîleri olan mahlukâtının güzelliklerini çok seven; rahmetinin güzel meyveleriyle söz ve fiilleriyle kendini yaratıklarına sevdiren.

49.  El-Mecîd: Zât ve sıfatı herşeyden yüce, şan ve şerefi herşeyin üstünde, lütuf ve keremiyle herşeyden üstün, her türlü yüceltmeye nihayet derecede lâyık olan.

50.  El-Bâis: Şuur sahibi yaratıklarına elçiler göndererek emir ve yasaklarını bildiren; sayısız insan, hayvan ve bitkileri hayat sahnesine çıkaran; haşirde bü­tün ölüleri tek bir emirle diriltip kabirlerinden çıkaran ve onları yüce huzurunda toplayan.

51.  Eş-Şehîd: Bütün varlıkları her an müşâhadesi altında bulunduran; varlık ve birliğine, elçilerinin ve kitaplarının hak olduğuna, konuşması, fiilleri ve eserle­riyle bizzat şahitlik eden.

52.  El-Hakk: Varlığı gerçek olan ve hiç değişmeyen, ibâdete lâyık ve her hakkın sahibi olan.

53.  El-Vekîl: Bütün varlıkları bütün halleriyle idare eden, bütün ihtiyaçlarını karşılayan, bütün hal ve davranışlarını bilen ve gözeten; kendisine tevekkül edenlerin herşeyine kâfi gelen.

54.  El-Kaviyy: Kuvveti bütün kâinata hâkim ve bütün eşyayı zapteden ve bütün varlıkları hükmü altına alan.

55.  El-Metîn: Herşeye tam bir teslimiyetle boyun eğdiren; hiçbir fiilinde hiçbir güçlükle karşılaşmayan; hiçbir varlık, vasıta ve cisim fiillerine hiçbir cihetle en­gel olmayan.

56.  El-Veliyy: Varlıkların bütün işlerini ve ihtiyaçlarını üzerine alan, bütün yardımlar ve muvaffakiyetler kendisinden gelen, Kendisine îman ile bağlananla­rı her zaman yardım, himaye ve yakın dostluğuyla koruyup gözeten.

57.  EI-Hamîd: Zâtındaki sonsuz kemalâtıyla her hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyık olan; ezelden ebede kâinattaki bütün nimet ve ihsanlar karşılı­ğında, hal ve dil iie her kimden her kim için yapılırsa yapılsın sayısız hamd, şü­kür ve övgüler yalnızca kendisine âit olan.

58.  El-Muhsî: İlmiyle maddî ve manevî bütün herşeyi kuşatan; ne zâtı ve ne de ilmi hiçbir şekilde ihata edilemeyen. Bildirdikleri dışında hiçbir şey bilineme­yen; dünyada kullarının küçük büyük bütün yaptıklarını bilen ve mahşerde sa­yıp dökecek olan.

59.  El-Mübdi': Kudret ve iradesiyle varlıklara ilk yaratılışlarında yoktan, hiç­ten vücut veren, onlara gerekli olan şeyleri de hiçten icad edip ellerine veren.

60.  El-Muîd: Ölmüş ve dağılmış sayısız canlıları her baharda ilk yaratılışla­rında olduğu gibi yeniden diriltip inşâ eden; gönderdiği rızıklarla varlıkların mevcudiyetini her an tazeleyen; mahşerde ise bu ismin azamî derecede tecellî-siyle bütün varlıkları oraya uygun bir tarzda yeniden yaratan.

61.  El-Muhyî: Cansız maddelerden canlı maddeler yaratan, hayatı veren ve onu rızıkla devam ettiren; hayat için gerekli olan şartları hazırlayan; bütün canlı­ları perdesiz, vasıtasız olarak kudretiyle ihya eden ve ölüleri dirilten; manen ölü kalpleri îmanla hayatlandıran; kışta ölen sayısız canlıları baharda yeniden diril­ten.

62.  El-Mümît: Ölümü veren, hayat vazifesinden terhis eden, kullarını fâni dünyadan baki âleme götüren, kulluğun külfetinden azâd eden.

63. El-Hayy: Sonsuz mükemmellikteki hayat Zâtının sıfatı olan; Zâtı bu sı­fattan ayrı düşünülemeyen; hayatı, daimî, ezelî ve ebedî olup ölme ve yok olma gibi arızalardan uzak bulunan; kâinattaki bütün hayat izleri ve canlı fertler üze­rinde taklid edilmez mühürleri bulunan.

64.  El-Kayyûm: Varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan, bizatihi varlıkta kaiabilen; fakat bütün eşya onun iradesi ve yaratmasıyla varlıklarını sürdüren ve vücutta kalan. Zerreler ordusundan yıldızlar ordusuna kadar bütün varlıkları hassas bir denge ve ölçü ile ayakta tutan ve önemli vazifelerde çalıştıran.

65.  El-Vâcid: istediği herşeyi bulabilen, elinden hiçbir şey kaçmayan, son­suz derecede varlıklı olan.

66.  El-Mâcid: Zâtı, sıfatlan ve isimleri, izzet ve azametin şan ve şerefin son mertebesinde bulunan.

67. El-Vâhid: Zât, sıfat ve isimlerinde bir olan, eşi bulunmayan; taklid edil­mez imzalarla bütün varlıklarda tevhidin mühürlerini nakşeden; bir bütün olarak kâinattan birliği görünen; birliğinin tecetlisiyle kâinatı bir fabrika gibi çalıştırıp varlıkları o fabrikanın çarkları ve bir vücudun azaları gibi birlik, dayanışma ve bütünlük içerisinde birbirinin yardımına koşturan.

68.  Es-Samed: Herşey her halinde kendisine muhtaç olan, kendisi ise hiçbir şeye muhtaç olmayan; bütün ihtiyaç ve dileklerde dergâhına başvurulan.

69.  El-Kâdir: Gücü herşeye yeten, kendisine hiçbir şey ağır gelmeyen; Zâ­tından ayrılmaz ve ezelî olan kudretine acizlik asla bulaşmayan.

70.  El-Muktedir: Sonsuz ve sınırsız kudretine bütün varlıkları itirazsız itaat ettiren.

71.  EI-Mukaddim: İstediğine, zaman ve mekân yönünden; maddî manevî yönden, şeref,ve rütbe bakımından öncelik veren.

72.  El-Muahhir: İstediğini zaman ve mekân yönünden; maddî manevî yön­den, şeref ve rütbe bakımından sona bırakan; herşeyi eceli gelinceye kadar er­teleyen; imtihan gereği genellikle kullarının cezasını hemen vermeyip âhiret gü­nüne bırakan.

73.  El-Evvel: Başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Onun ilim ve kudretine bağlı olan; herşeyin ilk hali ve aslı Onun ezelî ilminin düsturla-rıyla tanzim edilen.

74.  El-Âhir: Sonu olmayan, herşeyden sonra varlığı devam eden; bütün var­lıkların neticesi kendisine bakan ve Ona dönecek olan; herşeyin son noktası, nesli, geleceği ve neticesi Onun emir ve kudretiyle tanzim edilen.

75.  Ez-Zâhir: Varlık ve birliğinin delilleri herşeyde ap açık görünen; bütün varlıklar dış görünüşleriyle ve sanatlı yapılışlarıyla Onun kudret ve sanatına şa­hitlik eden.

76.  El-Bâtın: Herşeyin gerçek yüzüne vâkıf olan; herşeyin iç yüzü bilhassa canlıların vücut fabrikalarında işleyen binler mucizeli ve muntazam tezgâhlar ilim, kudret ve hikmetine şahitlik eden; şiddet-i zuhurundan, sınırsız büyüklü­ğünden ve zıddının olmayışından dolayı mahlukâtın gözünden gizlenen, ancak eserleriyle varlığını gösteren,

77.  El-Vâli: Herşeyin dizginini elinde tutan, her işi sadece kendi elinde; var­lıkları idare, hâkimiyet ve tasarrufu altında bulunduran.

78.  El-Müteâlî: Yüceliğinin sonu olmayan, her türlü noksanlıklardan uzak bu­lunan.

79.  El-Berr: Dilediği kullarına kesintisiz iyilik ve ihsanda bulunan; nimet ve­ren.

80. Eî-Tevvâb: İsyanından dönen kullarının tevbelerini her zaman kabul eden; sevdiği kulunun günahla bağlantısını kesen ve tevbeye muvaffak kılan.

81. El-Muntakim: Emir ve yasaklarına karşı gelenleri, helâl dairenin dışına taşanları cezalandıran; din düşmanlarına, hakkı alçaltmak için çalışanları er ve­ya geç, hatır ve hayale gelmez felâketlerle perişan eden.

82.  El-Afuvv: Günahları silen, çok affeden ve affetmeyi seven.

83.  Er-Raûf: Rahmet ve şefkatiyle herbir canlının üzerinde titreyen; en gizli ve en küçük ihtiyaçlarına cevap veren; son derece merhamet ve şefkat sahibi.

84. Mâlikü'l-Mülk: Kâinatın, canlı, cansız; küçük büyük içindekilerin ezelden ebede tek gerçek sahibi ve mutlak hâkimi.

85. Zü'l-Celâl-i ve'l-İkram: Sonsuz büyüklük, azamet ve yüceliğiyle beraber, canlı mahlukâtına ihsan ve ikramlanyla iltifat eden.

86.  El-Muksıt: Her fiil ve icraatında hak ve adaleti gözeten, adaletten ayrıl­mayan,

87.  El-Câmi': Zât, sıfat, isim ve fiillerinde her türlü kemâli toplayan; en büyük mahlukâtindaki hikmet ve sanat numunelerini en küçüğüne de yerleştiren. Eser ve fiillerinde zıtları bir arada kullanarak büyüklüğünü gösteren; haşirde bütün mahlukâtı yüce divanında toplayan.

88.  El-Ganî: Sonsuz zengin olan; hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiya­cı bulunmayan.

89. El-Muğnî: Bütün mevcudatın bütün ihtiyaçlarını tükenmez servet ve ha­zinelerinden karşılayan ve varlık sahibi her bir yaratığa servet ve zenginliği ih­san eden; kullarından dilediğini lütfü ile zengin kılan.

90. El-Mani': Varlıkları hadlerini aşmaktan ve saltanatına ortaklıktan men eden; zararlı ve tehlikeli sebepleri izni dışında yaratıklarına zarar vermekten alı­koyan; dilediğinden dilediği şeyi esirgeyen.

91. Ed-Dâr: Her türlü zarar elinde bulunan ve Onun izniyle var olan; bir hik­mete binâen zarar vermek istediği bir kimseden o zararı geri çevirecek Kendi­sinden başka hiç kimse bulunmayan.

92.  En-Nâfi': Bütün hayır ve menfaat elinde bulunan; Onun kudretiyle var olan ve hayır murad ettiği kimseden o hayrı geri çevirecek Kendisinden başka kimse bulunmayan.

93.  En-Nûr: Bütün kâinatı maddeten aydınlattığı gibi, kullarının hayat yolla­rını akıl nimetiyle, gönderdiği kitap ve peygamberlerle aydınlatan; mü'min kulla­rının kalplerini îman ile nurlandtran.

94. El-Hâdi: Her bir varlığı tam bir hikmetle yaratılış gayesine doğru ileten; dünyevî ve uhrevî her konuda bütün zarar ve menfaatleri gösterip doğru yola sevkeden; lâyık gördüğü kullarını hidâyete erdiren.

95. El-Bedi': Kâinatı hiçten, yoktan, taklitsiz, modelsiz ve benzersiz bir suret­te yaratan, onu binbir isminin sonsuz güzellikleriyle süsleyen

96.  El-Bâki: Zât, sıfat ve isimleriyle dâimi olan; her türlü yokluk ve fânilikten münezzeh bulunan; Kendisine ölüm arız olmayan.

97.  El-Vâris: Mülkün ezelî ve ebedî sahibi olan; Ondan başka herşey ölüm ve yokluğa mahkûm olan, yaratıklar öldükten sonra da varlığı devam eden ve herşey Kendisine dönecek olan.

98.  Er-Raşîd: Hiçkimseye danışma ihtiyact duymadan, bizzat, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan en güzel şekilde ayırıp kullarına da bunu gösteren; kâinatı bütün varlıklarıyla istikâmet üzere hikmetle, en kısa ve en kolay yola sevkeden.

99. Es-Sabûr: Bütün âsilere lâyık oldukları cezayı vermeye her an gücü yet­tiği halde onları cezalandırmada acele etmeyen; sabırsızlıkla henüz zamanı gelmeyen bir işi yapmaya   tevessü! etmeyen ve bütün sabırlıların sabrı onun yardım ve rahmetiyle var olan.

 

1321. [2:495, Hadîs No: 2371]

îbni Mes'ûd Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Allah'ın öyle kulları vardır ki, onları öldürülmekten korur, güzel ameller içerisinde ömürlerini uzatır. Rızıklarmı güzelce verir. Onları afiyetle yaşatır, ruhlarını yataklarında huzur içerisinde aldığı halde onlara şehitlerin makamını verir.[21]

 

1322. [2:498, Hadîs No: 2380]

Muhammed bin Abdullah bin Cahş (r.a.) rivayet ediyor:[22]

 

Hiç şüphesiz kadının yanında beyinin ayrı bir değeri vardır.

   Kadın, annesini, babasın;, çocuklarını, kardeşlerini ve diğer akrabalarını se­ver. Fakat kadının yanında beyinin ap ayrı bir yeri vardır. Sayılan akrabalarının da iyi olmasını arzu eder, onlara bir musibetin gelmemesini ister, ama beyi hak­kındaki hassasiyeti daha fazladır. Nitekim Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bu sözü söylemesine sebep olan hadisede de, bunu görüyoruz. Peygamber Efen­dimiz (a.s.m.) bu sözünü şu hâdise üzerine söylemişti:

   Peygamberimizin halasının kızı ve baldızı Hamne binti Cahş (r.a.), Mus'ab bin Ümeyr ile (r.a.) evliydi. Birlikte Mes'ûd bir hayat yaşıyorlardı. Bir müddet sonra, Hz. Mus'ab, Uhud Savaşına çıkan orduya katıldı. Yapılan savaşta çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Neticede de şehid edildi.

  Bu arada Medine'de İslâm ordusunun mağlup düştüğü ve Peygamberimizin şehid edildiği haberi yayılmıştı. Bunu duyan kadınlar cepheye koştular. Bunla­rın arasında Hz. Mus'ab'ın hanımı Hamne bint-i Cahş da (r.a.) vardı. Bu hanım­lar Peygamberimizin hayatta olduğu haberini alınca çok sevindiler.

Uhud Savaşında Hz. Hamne'nin dayısı Hz. Hamza, kardeşi Abdullah bin Cahş (r.a.) ve beyi Mus'ab bin Ümeyr (r.a.) şehid düşmüştü. Bu haberi ona Pey­gamber Efendimiz (a.s.m.) vermek istedi. Hamne'yi gördüğünde, "Ey Hamne, sabret ve Allah'tan sevabını bekle" buyurdu. Hamne, "Kimin için sabredeyim yâ Resûlallah?" diye sordu. Peygamber Efendimiz, "Dayın Hamza için" buyurdu. Hamne kadere teslim olmuş birisiydi. "Bizler Allah'ın kullarıyız ve Ona dönece­ğiz. Allah onu bağışlasın ve rahmet etsin. Onu şehidlik sevabıyla sevindirsin ve müjdelesin" dedi.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tekrar, "Ey Hamne, sabret ve Allah'tan seva­bını bekle" buyurdu. Hamne, "Kimin için sabredeyim yâ Resûlallah?" diye sordu. Peygamber Efendimiz, "Kardeşin için" buyurdu. Hamne metanet ve tevekkül içe­risinde "Bizler Allah'ın kullarıyız ve Ona döneceğiz. Allah onu bağışlasın ve rah­met etsin. Onu şehidlik sevabıyla sevindirsin ve müjdelesin" dedi.

Peygamberimiz yine "Ey Hamne, sabret ve Allah'tan sevabını bekle" buyur­du. Hamne, "Kimin için sabredeyim yâ Resûlallah?" diye sordu. Resûlullah (a.s.m.), "Mus'ab bin Ümeyr için" buyurdu. O âna kadar sabır ve metanetini hiç bozmayan Hamne (r.a.) birden değişti. Yetim kalan çocuklarını düşündü. "Vay benim başıma gelenlere!" diye ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamberi­miz şöyle buyurdu:

"Hiç şüphesiz kadının yanında beyinin ayrı bir değeri vardır. Hamne, dayısı­nın, kardeşinin ölümüne dayanabildi. Fakat kocasının vefatını duyunca metane­tini koruyamadı."

Hz. Hamne, kocası için aynı sabrı gösterememekle beraber, kadere itiraz da etmedi. Resûlullahın duâ ve tesellisiyle sakinleşti.

Evet, kadının yanında beyinin ayrı bir yeri vardır. Bu sebeple annesi, babası ve sair akrabaları için beyini incitmesi uygun olmaz. Fakat bu, onları incitsin de­mek değildir. Onları da incitmemelidir.

 

1323. [2:498, Hadîs No: 2382]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Şeytanın sürmesi, yalama şekeri ve enfiyesi vardır. Yalama şekeri yalan söyletmektir, enfiyesi öfkelendirmektir. Sürmesi de uykuyu sevdirmektir.[23]

 

1324. [2:499, Hadîs No: 2383]

Nu'man bin Beşir'den (r.a.) rivayetle:

Şeytanın süsleri ve tuzakları vardır. Süs ve tuzaklarından bir kıs­mı şunlardır: Allah'ın verdiği nimetlerle şımarmak, Allah'ın ihsan et­tiği şeylerle övünmek, Allah'ın kullarına karşı büyüklük taslamak, Allah'ın rızasını bırakıp nefsinin gayr-i meşru isteklerine uymak.[24]

 

1325. [2:500, Hadîs No: 2385]

îbniAmr (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz oruçlu için iftar vaktinde geri çevrilmeyen bir duâ hakkı vardır.[25]

 

1326. [2:500, Hadîs No: 2386]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Allah'ın nimetlerini yiyip şükreden için oruç tutup sabredenin se­vabı kadar sevap vardır.[26]

 

1327. [2:501, Hadîs No: 2387]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz kabrin sıkması vardır. Ondan kurtulan biri olsaydı, Sa'd bin Muaz kurtulurdu.[27]

 

Mü'min olsun, kâfir olsun kabir her ölüyü sıkar. Kâinatın Efendisi, Peygam­ber Efendimiz {a.s.m.) bu hadislerinde kabir sıkmasından hiçkimsenin kurtula­mayacağını, eğer bundan kurtulabilen birisi olsaydı, bunun Sa'd bin Muaz (r.a.) olacağını bildirmektedir.

Hz. Sa'd, Medineli Müslümanlar içerisinde Peygamber Efendimize (a.s.m.) en sevgili olma şerefini kazanan bahtiyar bir Sahabîdir. Bedir Savaşı ile ilgili isti­şarede yaptığı konuşma, Peygamber Efendimize (a.s.m.) bağlılığını göstermesi bakımından bir şaheserdir. Uhud ve Hendek savaşlarına da katılan Hz. Sa'd, Hendek Savaşından hemen sonra yapılan Benî Kurayza Savaşından sonra düşmanla yapılan müzekerelerde Yahudilerin teklifiyle hakem tayin edildi. Verdiği hükümle Peygamber Efendimizin (a.s.m.) takdirini kazandı. Biraz sonra da Hendek Savaşında aldığı yarası açıldı ve şehid oldu. Vefatı Peygamber Efendi­mizi (a.s.m.) çok üzdü, onun hakkında şöyle buyurdu:

"Sa'd'ın cenazesi üzerine Rahman'ın Arşı titremiştir," "Sa'd bin Muâz için da­ha önce yeryüzüne ayak basmamış yetmiş bin melek inmiştir."

Sa'd bin Muâz'tn (r.a.) cenazesi taşınırken münafıklar, "Ne de hafif bir cena­ze" diyerek afaya almışlardı. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bunu duyduğunda, "Onun cenazesini melekler taşıyordu" buyurdu.

İşte Sa'd bin Muâz (r.a.) böylesine faziletli birisiydi. Buna rağmen Peygam­ber Efendimiz (a.s.m.) kabrin onu dahi sıkacağını ifâde etmektedir. Fakat mü'-, mini sıkması şefkatli bir annenin sıkması gibidir. Hiçbir korku vermez. Kâfiri ise, şiddetle sıkar, kemiklerini birbirine geçirir.

 

1328. [2:501, Hadîs No: 2389]

Enes'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muşlardır.

Kalbler tıpkı demir gibi paslanır. Cilası ise istiğfardır.[28]

 

1329. [2:502, Hadîs No: 2391]

Vasile bin el-Hattab rivayet ediyor:

Müslümanın Müslüman kardeşini gördüğünde yer açması, onun hakkıdır.[29]

 

1330. [2:502, Hadîs No: 2393]

Ebû Saîd'den (r.a.) rivayetle:

Kıyamet Günü Muhacirler için üzerinde korkudan emin olarak oturacakları altından minberler vardır.[30]

 

1331. [2:504, Hadîs No: 2395]

İbni Abbas (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğu­nu rivayet ediyor:

İblisin şeytanlardan azgın bir kısım askerleri vardır. Onlara şöyle der: "Hacıların ve mücâhidlerin peşini bırakmayın. Onları Allah'ın yolundan saptırın."[31]

 

Şeytanın azılı askerleri ancak dinî bakımdan dişli, zorlu olan kimselere mu­sallat olur, onları yoldan çıkarmaya çalışırlar. Hacı manen büyük bir üniformayı omuzuna almış kişidir. Mücahid de Allah yolunda büyük zorlukları omuzlamış insandır. Hayatını ortaya koyup yola çıkmıştır.

İşte şeytan manen böylesine yüksek ve ilerde olan elamanlarla daha çok uğ­raşır. Onları yoldan saptırmaya, hatalar yaptırmaya çalışır.

Onlar yoldan sapar, hata yaparlarsa bu şeytanın hoşuna gider. Böylece şey­tan bir çok hedefine birden ulaşmış olur.

Çünkü hacı da, mücahjd de örnek insandır, lyilikleriyle, kötülükleriyle örnek alınırlar. Bütün hareketleri kılı kırk yararcasına kontrole tabi tutulur.

Eğer böyle kimselerin kötülükleri tenkide uğrarsa, bu kendileri için zararlı ol­makla kalmaz, çevresindekiler açısından da kaygı verici, moral bozucu ve şevk kırıcı olur.

Eğer hatalı halleriyle örnek alınırlarsa başkalarının yanlışa ve günaha gir­melerine vesile olmuş, ve veballerini yüklenmiş olurlar.

Onların hata ve kusurları şahıslarında da kalmaz; dine, temsil ettikleri dâva­ya, hizmete de yüklenir. Onun için dinî kisveye bürünen hacılar ve Allah için ci­hada çıkan mücahidler şeytanın tuzaklarına takılmamak, hizmetlerinin büyüklü­ğü ölçüsünde titiz davranmakla kendilerini vazifeli bilmelidirler.

 

1332. [2:504, Hadîs No: 2396]

İbni Abbas rivayet ediyor:

Cehennemde sadece öfkesini Allah'a isyanla dindiren kimselerin gireceği bir kapı vardır.[32]

 

1333. [2:504, Hadîs No: 2397]

îbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle:

Selâmı almak kadar, mektuba cevap vermek de bir vazifedir.[33]

 

1334. [2:505, Hadîs No: 2398]

Muhammed bin Mesleme (r.a.) rivayet ediyor:

Rabbinizin ömrünüz müddetince hiç eksik olmayan rahmet esinti­leri vardır. Size de dokunması için ona yönelin. Ki, bundan sonra ebediyyen bedbaht olmayasmız.[34]

 

1335. [2:505, Hadîs No: 2399]

Ebû Hümeyd es-Saidî'den rivayetle: Hak sahibinin konuşmaya hakkı vardır.[35]

 

Dinimiz, hakkı herşeyin üstünde tutar. Küçüğüne büyüğüne bakılmadan hak­kı hak sahibine vermeyi emreder. Adalet de zaten bu değil midir? Hak sahibinin de hakkını arama, konuşma, meramını dile getirme hakkı vardır. Onu hakkını aramaktan kimse alıkoyamaz. Hakkı mukaddes tanıyan İslâm, hakkın ortaya çıkması, sahibini bulması için hak sahibine alabildiğince geniş hak ve hürriyet tanır; sözlü ve yazılı olarak hakkını arayabilme kapılarını açar. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) zamanında geçen şu hâdise bunu ne kadar güzel anlatır:

Bir gün Resûlullaha bir bedevi geldi. Borç oiarak bir deve vermişti. Onu iste­yecekti. Ama öyle bir isteyişle istedi ki, herkes yadırgamıştı. Gayet haşindi çün­kü. Sert bir tavır takınmış, Sahabîler de bu saygısızlığı sebebiyle haddini bildir­mek istemişlerdi. Resûlullah (a.s.m.) müdahale edip, "Dokunmayın," dedi. "Her hak sahibinin alacağını istemeye hakkı vardır" buyurdular ve alacağının veril­mesini emrettiler. İstediği yaşta bir deve bulunmadığını, daha değerlisi bulundu­ğunu söylediklerinde de, "Bunu veriniz!" buyurdular. "Sizin en hayırlınız en gü­ze! şekilde borcunu ödeyeninizdir."[36]

Başka bir rivayette alacak vaktine bir gün kala bir Yahudi Resût-ü Ekreme gelmiş, "Ya Muhammed, alacağımı öde. Siz Abdülmuttalipoğullarının âdeti borçlarını zamanında ödemeyip uzatmaktır."

Bu hakaret dolu sözleri duyan Hz. Ömer hemen müdahele etmiş, "Ey pis Ya­hudi, vallahi, Resûlullahın evinde olmasaydın, gözünü patlatırdım" demişti.

Bunun üzerine söze karışan Peygamberimiz, Hz. Ömer'e döndü ve, "Ey Hafs'ın babası! Allah seni bağışlasın. Biz senden başka türlü davranmanı beklerdik. Sen bana, onun bendeki hakkını güzellikle ödememi isteyecek, ona çla, alacağını almada yardımcı olacak, hem de alacağını isterken nazikçe davran­masını isteyecektin."

Daha sonra Resûlullah, Yahudîye ödeme gününün yarın sabah dolacağını bildirmiş, sonra da Hz. Ömer'e borcunun, hem de fazlasıyla Ödenmesi talimatını vermiş, bu güzel muamele ve yumuşak huyluiuğu gören Yahudi, ailesiyle birlikte Müslüman olmuştu.

Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bu tavırlarıyla hak arama, hak alma konusunda nasıl davranılması gerektiğinin ölçüsünü vermektedir. Alacaklı meşru ve makul tarz­da, edeb dairesinde, nezaketle ve hukuk çerçevesinde alacağını istemelidir. Borçlu da alacaklının olumsuz davranışlarıyla karşılaşsa bile olgunluğu, hoşgö­rüyü elden bırakmamalı, gönlünü almalıdır. Aşırı bir tutumla karşılaşsa bile, "Vermiyorum" gibi inatçı bir tavra girmemelidir.

 

1336. [2:505, Hadîs No: 2400]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Kur'ân ehlinin Kur'ân'ı her hatmettiğinde kabul edilecek bir duası ve Cennette bir ağacı vardır. Ki, bir karga ihtiyarlayıncaya kadar uç­sa, o ağacın kökünden dallarına ulaşamaz.[37]

 

1337. [2:505, Hadîs No: 2402]

Câbir'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle bu­yurmuşlardır:

Kur'ân okuyanın kabul edilecek bir duası vardır, isterse o duayı dünya için yapar, isterse onu âhirete erteler, orada yapar.[38]

 

1338. [2:507, Hadîs No: 2405]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Her ümmeti bir emini vardır. Bu ümmetin emini de Ebu Ubeyde bin Cerrah'tır.

 

1339. [2:507, Hadîs No: 2406]

Cübeyr bin Nefir rivayet ediyor:

Her ümmetin bir hakîmi vardır. Bu ümmetin hâkimi de Ebu'd-Derdâ'dır.[39]

 

1340. [2:507, Hadîs No: 2407]

Ka'b binîyaz'dan (r.a.) rivayetle:

Her ümmet için bir imtihan vesilesi vardır. Bu ümmetin imtihanı mal iledir.[40]

 

1341. [2:508, Hadîs No: 2411]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Her dinin ahlakî bir özelliği vardır. Benim ümmetimin ahlâkî özel­liği hayadır.[41]

 

1342. [2:508, Hadîs No: 2412]

İbni Amr'dan (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

Her görevlinin vazifesinin son bulacağı bir gün vardır. Âdemoğlu-nun memuriyetinin sonu ise ölümdür. Öyle ise Allah'ın zikrine sarılı­nız. Çünkü bu âhirete âit işlerinizi kolaylaştıracak ve âhireti size sevdirecektir.[42]

 

1343. [2:509, Hadîs No: 2413]

İbni Ömer (r.a.) Resûl-ü Ekrem Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Her ağacın bir meyvesi vardır. Kalbin meyvesi de çocuktur.[43]

 

1344. [2:509, Hadîs No: 2415]

Damre bin Hubeyb'den rivayetle:

Herşeyin bir kapısı vardır, ibâdetin kapısı da oruçtur.[44]

 

1345. [2:510, Hadîs No: 2416]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Ahlâkı kötü olan kimse müstesna her şeyin tevbesi vardır. Çünkü o bir günahtan tevbe eder etmez daha kötüsünün içine düşer.[45]

                                                                

1346. [2:510, Hadîs No: 2417]

Ebud-Derdadan (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöy­le buyurmuşlardır:

Herşeyin bir hakikati vardır. Kul, başına gelen birşeyin mutlaka geleceğine, gelmeyen şeyin de gelmesine imkân olmadığını bilmedik­çe îmanın hakikatma erişemez.[46]

 

1347. [2:510, Hadîs No: 2418]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Herşeyin bir direği vardır. Bu dinin direği de din ilmidir. Şeytana karşı bir tek âlim, kendisini ibâdete vermiş bin kişiden daha güçlü­dür.[47]

 

1348. [2:511, Hadîs No: 2419]

İbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Herşeyin bir cilası vardır. Kalblerin cilası da Allah'ı anmaktır. Parçalanmcaya kadar kılmanla düşmana vurman dahil, Allah'ı zik­retmekten daha fazla Allah'ın azabından koruyan hiçbir şey yoktur.[48]

 

1349. [2:511, Hadîs No: 2420]

Sehl bin Sa'd (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor:

Herşeyin bir zirvesi vardır. Şüphesiz Kur'ân'ın zirvesi Bakara Süresidir. Kim geceleyin evinde onu okusa o eve üç gece şeytan gir­mez. Kim onu evinde gündüzleyin okusa, o eve üç gün şeytan girmez.[49]

 

1350. [2:512, Hadîs No: 2421]

İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle:

Herşeyin bir şerefi vardır. Oturuşların en şereflisi ise kıbleye yö­nelerek oturmaktır.[50]

 

1351. [2:513, Hadîs No: 2423]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Herşeyin bir kalbi vardır. Kur anın kalbi de Yâsîn Süresidir. Kim bu sûreyi okursa, Allah onun için Kur'ân'ı on defa okumuş kadar se­vap yazar.[51]

 

Hadîste geçen "Herşeyin bir kalbi vardır" ifâdesi, "Herşeyin bir özü vardır" mânâsındadır. Yâsîn Sûresine bu gözle baktığımızda, onun Kur'ân'ın bir hulâ­sası olduğunu görüyoruz. Kur'ânın bütün sûre ve âyetlerinin etrafında döndüğü dört temel esas vardır. Bunlar: Allah'ın varlık ve birliğinin İspatı, peygamberlik müessesinin ispatı ve Peygamberimizin peygamberliğinin hakkaniyeti, dünyada yapılanların hesabını vermek üzere öldükten sonra dirilme gerçeğinin zihinlere nakşedümesi ve insanları yalnızca Allah'a kul yaparak dünya hayatının nizam ve intizamının sağlanmasıdır. Bu dört esasa en etkili ifâdelerle Yâsîn Sûresinde yer verilmiştir.

Hadîsin ikinci kısmında ise bu sûreyi okuyanların Kufân'ı on defa okumuş gibi sevap kazanacağına dikkat çekilmiştir. Bu ve benzeri hadislerde geçen fazi­letler ilk bakışta mübalağa gibi görülebilir. Çünkü Kur*ânın içerisinde bu sûreler de yer almaktadır. Dolayısıyla bu sûreler kendilerinin de yer aldığı bütün Kur'ân'la mukayese edilmiş oluyor. Bediüzzaman, Sözler isimli eserinde bu me­seleyi Özetle şöyle izah ediyor:

Kur'ân'ın herbir harfinin bir sevabı vardır. Allah'ın bir ihsanı olarak o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş. Âyete'l-Kürsî harflerine yediyüz, Ihlâs Sûresi harflerine binbeşyüz, Berat Gecesinde ve makbul vakitler­de okunan âyetlere onbin, Kadir Gecesinde okunan âyetlere otuz bin sevap ve­rir. Bu haliyle Kur'ân-ı Kerim'in sevabı tartmaya gelmez. Belki gerçek sevabıyla bâzı sûrelerle tartılabilir.

Meselâ bin tane mısır ekilmiş bir tarla farzedelim. Bazı tanelerin yedi sünbül verdiğini farzetsek, her bir sünbülde de yüzer adet mısır tanesi bulunsa, bu du­rumda sünbül veren yedi tane, bütün tarlanın üçte ikisine denk gelir. Meselâ bir mısır tanesi de, on sünbül verse, her sünbülde ikiyüz tane bulunsa, bu durumda bir tek tane tarlaya ekilen tanelerin iki misli kadar olur. Bunu daha fazla devam ettirebiliriz.

İşte Kur'ân-t Hakîmi nûrânî, mukaddes semavî bir tarla olarak düşünüyoruz. Her bir harfi asıl sevabıyla birer tane hükmündedir. Diğer sûrelerin sünbülleri nazara alınmadığında, Yasin Süresinin harflerine verilen sevap, diğer sürelerin harflerine sünbülsüz olarak verilen sevabın on katına denk gelir.[52]

 

1352. [2:514, Hadîs No: 2426]

îbni Amr'dan (.a.) rivayetle:

Her işin bir gayret dönemi vardır. Her gayret döneminin de bir gevşeme devri vardır. Kimin gevşeme dönemi benim Sünnetim ölçü­sünde olursa, o hidâyete ermiştir. Kaminki böyle değilse helak olmuş­tur.[53]

 

Bu haöîs-i şerif insan psikolojisini en güze! şekilde ortaya koymaktadır. İn­san her zaman aynı olmayabilir. Saati saatine, dakikası dakikasına uymayabilir. İç âleminde bazan bahar havası hüküm sürer, bazan da kış fırtınaları eser. Ba­zan o kadar gayretli, şevkli olur ki, yorulmayacak, bıkmayacak, usanmayacak sanılır. Bazan da öyle bir sönüklük, donukluk içerisine girer ki, sanki böyle dav­ranan insan önceki insan değildir.

İnsanın bu halet-i ruhiyesi dikkate alınmadan onun hakkında teşhis koymak güç olur. İşte Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) insandaki bu değişikliği nazara alıp ona göre ölçü koymakta, şaşırmaması, yanılmaması için yol göstermektedir. O hal­de insan gevşeme döneminde hak ve adaletten, doğru yoldan ayrılma yerine Sünnet-i Seniyyeyi kendine rehber edinse şaşırmaz, doğru olanı yapmış olur. Aksi halde o gevşeklik nefse köle olma ve yoldan çıkmayı netice verirse o kim­seyi helak olmaktan kimse kurtaramaz.

Meseleyi bir örnekle açıklamak gerekirse, meselâ bir kimse kendini öylesine ibadete veriyor ki, aşırı denebilecek derecede gecesini, gündüzünü, namazla, oruçla geçiriyor. Veya olağanüstü denebilecek bir aşk ve şevkle hizmetlere ko­şuyor. Şu var ki aynı hızı bütün ömrü boyunca devam ettirmesi mümkün değil­dir. Zaman geliyor bir gevşeme dönemine giriyor. Eski aşkı, şevki, gayreti kalmı­yor. İşte böyle bir anda ona yakışan tefrite düşmeden, farzları terk etmeden, haramlara girmeden, çalışma grafiğini itidalde tutmak, Sünnetin çizdiği çerçeve­nin dışına taşımamaktır.

 

1353. [2:515, Hadîs No: 2431]

Ali (r.a.) rivayet ediyor:

Her peygamberin hâlis bir vezîr ye yardımcısı vardır. Benim hâlis vezirim ve yardımcım da Zübeyir bin Avvam'dır.[54]

 

1354. [2:516, Hadîs No: 2433]

îbni Mes'ûd'dan (r.a.) rivayetle:

Her peygamberin arkadaşları içerisinde hasları vardır. Benim Sa-habîlerim içerisindeki haslarım da Ebû Bekir ve Ömer'dir.[55]

 

1355. [2:517, Hadîs No: 2434]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Her peygamberin kabul edilecek bir duası vardır. Onlar bu duayı yaptılar ve kabul edildi. Ben ise duamı Kıyamet Günü ümmetime şe­faat olarak sakladım.[56]

 

1356. [2:519, Hadîs No: 2441]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Yeryüzünde âlimlerin durumu, karanlık gecelerde karada ve de­nizde kendisine bakılarak yol bulunan gökteki yıldızlara benzer. Yıl­dızlar kararınca yol arayan yolcuların kaybolması an meselesidir.[57]

 

1357. [2:519, Hadîs No: 2442]

Ebû Zer (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

içinizde Ehl-i Beytimin durumu Hz. Nuh'un gemisine benzer. O gemiye binen kurtulur, binmeyen helak olur.[58]

 

1358. [2:520, Hadîs No: 2443]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle Resûl-ü Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

Hediye verip de geri isteyen kimsenin durumu, doyuncaya kadar yedikten sonra kusan, sonra da dönüp kusmuğunu yiyen köpeğin du­rumuna benzer.[59]

 

1359. [2:520, Hadîs No: 2444]

Ukbe bin Âmir rivayet ediyor:

Kötülük yapıp sonra da iyilik yapmaya başlayan kimsenin duru­mu, dar bir zırh giyip boğulacak dereceye gelen adama benzer. Bu ki­şi bir iyilik yapınca zırhın bir halkası, bir iyilik daha yapınca diğer halkası çözülür. Nihayet zırh tamamen çözülerek yere düşer.[60]

 

1360. [2:521, Hadîs No: 2446]

Alâ bin Kesir'den rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle bu­yurmuşlardır;

Güzel huylar Allah katında bir hazine gibi korunmaktadır. Allah bir kulunu sevince, ona güzel bir huy ihsan eder.[61]

 

1361. [2:521, Hadîs No: 2448]

îbni Ömer (r.a.) Resûl-ü Ekrem Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyur­duğunu rivayet ediyor:

Hacerü'l-Esved ve Kabe'nin Rükn-ü Yemânî köşesine el sürmek günahları bol bol döker.[62]

 

1362. [2:522, Hadîs No: 2451]

Bilal bin Yahya el-Absî Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle bu­yurduğunu rivayet ediyor:

Allah'ın dünyada kula selâmet vermesi, yaptığı günahlarını ört-mesidir.[63]

 

1363. [2:523, Hadîs No: 2454]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Rızkın anahtarları Arşa yöneliktir. Allah insanların rızıklarını ih­tiyaçlarına göre indirir. İhtiyacı çoğalana çok verilir. Azalana az veri­lir.[64]

 

1364. [2:524, Hadîs No: 2455]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Kur'ân okuyan kimse için bir vekil melek tayin edilmiştir. Bu me­lek Kur'ân'dan bir bölüm okuduğu halde güzel telaffuz edemeyen okuyucunun bu hatâsını düzeltip Allah nezdine yükseltir.[65]

 

1365. [2:525, Hadîs No: 2458]

Büreyde (r.a.) rivayet ediyor:

Bâzı sözler sihir gibidir. Bâzı ilimler cehalettir. Bâzı şiirler de hik­mettir. Bâzı sözler de dinleyene bir yüktür.[66]

 

1366. [2:525, Hadîs No: 2459]

Talha bin Ubeydullah'tan (r.a.) rivayetle:

Kişinin sohbet toplantılarında aşağılarda oturmaya gönlünün râz: olması Allah için tevâzudandır.[67]

 

1367. [2:526, Hadîs No: 2461]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Günahlardan öyleleri vardır ki, ne namaz, ne oruç, ne hac ve ne de umre onlara kefîâret olur. Bunları ancak geçim yolunda çekilen sı­kıntı affettirir.[68]

 

1368. [2:526, Hadîs No: 2462]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Her canının çektiği şeyi yemen israftandır.[69]

 

1369. [2:527, Hadîs No: 2463]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Kişinin misafirini dış kapıya kadar uğurlaması Sünnettendir.[70]

 

1370. [2:528, Hadîs No: 2465]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

İnsanlardan öyleleri vardır ki, hayrın anahtarı, şerrin de kilitleri­dir. Öyleleri de vardır ki, şerrin anahtarları, hayrın kilitleridir. Al-iah'm ellerine hayrın anahtarını verdiği kimselere müjdeler olsun. Ellerine şerrin anahtarlarını verdiği kimselere de yazıklar olsun.[71]

 

1371. [2:528, Hadîs No: 2466]

İbni Mes'ûd (r.a.) rivayet ediyor:

İnsanların öyleleri vardır ki, Allah'ı hatırlamanın anahtarıdır. On­lar görüldükleri anda Allah hatırlanır.[72]

 

1372. [2:529, Hadîs No: 2468]

îbniAmr'dan (r.a.) rivayetle:

Şüphesiz içinizden bana en sevimli olan, ahlâkı en güzel olandır.[73]

 

1373. [2:529, Hadîs No: 2469]

Ebû Mûsâ (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğu­nu rivayet ediyor:

Saçı sakalı ağarmış Müslümana, Kur'ân okuyup hükümleri ile amel etmekte ifrat ve tefritten uzak duran kişilere ve adaletli idare­ciye saygı göstermek Allah'ı tazim etmekten sayılır.[74]

 

1374. [2:529, Hadîs No: 2470]

Enes'den (r.a.) rivayetle:                                              

Ümmetimin yaşlılarına saygı göstermek bana saygı göstermekten sayılır.[75]

 

1375. [2:529, Hadîs No: 2471]

Cündüb bin Abdullah rivayet ediyor:

Olgun müminin özelliklerinin bir kısmı şunlardır:

Dinde tavizsizlik, yumuşaklıkta tedbirlilik, îmanda kesinliğe ulaş­mak, ilimde aç gözlü olmak, yürekte şefkat, âlim olmakla birlikte yu­muşak huylu olmak, fakirlikte sabır, tamahkârlıktan sakınmak, he­lâl kazanç, istikâmet üzere iyilik, doğru yolda gayret, nefsânî istekle­rini dizginlemek, bitkin düşene merhamet.

Allah'ın mü'min kulu, kızdığına zulmetmez. Sevdiği kişi için güna­ha girmez. Kendisine emânet edilen şeyi zayi etmez. Hased etmez. Başkasının şerefini lekelemez. Sövüp saymaz. Şahidi bulunmasa da üzerindeki hakkı itiraf eder. Başkasına kötü lakap takmaz.

Namazda huşu sahibidir. Zekâtını acilen verir. Sarsıcı olaylarda metanetini kaybetmez. Bollukta çok şükreder. Sahip olduklarına ka­naat eder. Kendisine âit olmayan şeyi "Benimdir" diye iddia etmez. Başkalarının kusurlarını biriktirip intikam alma yoluna gitmez. Yap­mak istediği bir işe cimrilik mâni olmaz. Öğrenmek için insanlarla haşir neşir olur. Meseleleri kavramak için insanlarla konuşur. Zulüm ve haksızlık da görse Rahman olan Allah bizzat intikamım alıncaya kadar sabreder.[76]

 

1376. [2:532, Hadîs Ne: 2473]

Ebû Ruhm es-Sûmî'den rivayetle:                               "

Hırsızların en kötüsü, idareciye nüfuz edip yularım eline geçirerek onu istediği gibi konuşturan kimsedir. Hatâların en büyüğü, bir Müs-lümanın haksız yere malını almaktır.

Hasta ziyareti güzel işlerdendir. Ziyaretin tamamlanması da elini hastanın üzerine koyman ve hatırını sonnandır.

Aracı olmanın en üstünü, evlenmek isteyen iki kişinin evlenmeleri için aracı olmaktır.[77]

 

İdarecilere yaklaşıp dalkavukluk eden, onlardan menfaat uman insanlara ta­rihin her devrinde rastlanmıştır. Gerek söz ve gerekse davranışlarıyla kendini sevdirebilen böyle insanlar herşeyden önce hilekârdırlar. İdarecinin mizacını, psikolojisini çok iyi bilir, onun koltuğunun altına girmeyi başarır; yaldızlı laflarıy­la tesiri altına alırlar. Bir taraftan apanr, kesesine doldurur, sûistimallere girer; diğer taraftan da aynı sûistimallere idarecisini de ortak eder, âdeta gebe yapar. İpini eline geçirip istediği tarafa çeker, onu istediği gibi konuşturur, işte böyle kimseler hırsızların en kötüsüdür. Hırsızlıklarını ört bas ettirmesini çok iyi bilir, idareciyi de avukatı haline getirirler.

Ayrıca hadiste, Müslümanın malını haksız yere almanın hataların en büyü­ğü olduğuna dikkat çekilmektedir ki, bu davranış gerçekten büyük bir haksızlık­tır. Belki günler, belki yıllar süren bir emek sonucu kazandığı herhangi bir mal* alma ve vermemenin ne demek olduğunu yaşayanlar daha iyi bilir. Bir ömür tü­ketilip edinilen herhangi bir mal veya eşyayı hiçbir alın teri dökmeden, hak et­meden zimmete geçirmek, çalmak affedilir bir hata değildir. Böyle bir davranış hadiste hataların en büyüğü olarak zikredilmiştir.

Haksızlığın her türlüsüne karşı olan Resûi-ü Ekrem (a.s.m.) mü'minlerin böyle hatalara düşmemeleri için dikkatlerini çekmektedir.

 

1377. [2:532, Hadîs No: 2474]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Şunlar Kıyamet alâmetlerindendir: İlmin kaldırılması, cehaletin yaygınlaşması, zinanın açıktan işlenmesi, içkinin içilmesi, elli kadına bir tek erkek himaye ve nezâret edecek kadar erkeklerin ölüp kadın­ların kalması.[78]

 

1378. [2:533, Hadîs No: 2475]

Ebû Ümeyye el-Cümehî'den rivayetle:

Bid'at sahibi manen küçük insanların yanında ilim aramak, Kıya­met alâmetlerindendir.[79]

 

1379. [2:533, Hadîs No: 2476]

Seleme binti'l-Hur rivayet ediyor:

Kıyamet alâmetlerinden biri, cami ehlinin kendilerine namaz kıl­dıracak birini bulamadıkları için birbirlerini ileriye itmeleridir.[80]

 

1380. [2:533, Hadîs No: 2477]

Ebû Saîd'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

Kıyamet Günü Allah katında hıyanet edilen emânetlerin en bü­yüklerinden bir tanesi, erkeğin hanımı ile cinsî münâsebette bulun­duktan sonra, hanımının Sırrını yaymasıdır.[81]

 

1381. [2:534, Hadîs No: 2479]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Yalanların en büyüğü kişinin görmediği rüyayı gördüm demesidir.[82]

 

1382. [2:536, Hadîs No: 2482]

Abdullah bin Enîs'den (r.a.) rivayetle Resûl-ü Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

Büyük günahların en büyüklerinden bir kısmı şunlardır: Allah'a ortak koşmak, anne babaya sıkıntı vermek, yalan yere yemin etmek.[83]

 

1383. [2:536, Hadîs No: 2483]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Mü'minlerin îman bakımından en üstünlerinden bir tanesi de ah­lâkı en güzel olanı ve aile fertlerine en lütûfkâr davrananıdır.[84]

 

1384. [2:536, Hadîs No: 2484]

Ebû Ümâme'den rivayetle:

Ümmetimden öylesi vardır ki, çarşıya gider bir dinarın yarısıyla veya üçte biriyle bir gömlek alır, giyerken Allah'a hamd eder. Daha gömleği tam giymeden günahları affedilir.[85]

 

1385. [2:536, Hadîs No: 2485]

Ümmetimden öyle bir topluluk vardır ki, onlara ilk Müslümanla­rın sevabı kadar sevap verilir. Bunlar, dînin hoş karşılamadığı şeyle­ri çirkin görüp yadırgayan kimselerdir.[86]

 

1386. [2:537, Hadîs No: 2486]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor;

Kulun sözlerinde "inşaallah" demesi, îmanının mükemmelliğin­den di r.[87]

 

İnşaallah, Allah dilerse mânâsına gelir. Allah dilemezse karınca adımını ata­maz, kuş kanadını, insan dilini oynatamaz. Herşey Allah'ın izin ve müsaadesiy­le yürür. Kolumuzu hareket ettirmekten kafamızı çalıştırmamıza varıncaya ka­dar vücudumuza öyle bir sistem ve ahenk yerleştirilmiştir ki, Allah'ın sonsuz kudreti, emir ve izni olmaksızın bunların hiçbirinin fonksiyonunu icra etmesi mümkün değildir. Güneşin doğup batmasından, yağmurun yağması, rüzgarın esmesine varıncaya kadar kâinatta cereyan eden hadiseler de aynı izin ve mü­saadeyle yürür. Sirayette, "Allah dilemedikçe siz hiçbirşeyi dileyemezsiniz"[88] bu-yurulur ki, Allah'ın dilemesinin asıl olduğunu göstermektedir.

O halde herşeyin anahtarının Onun yanında, herşeyin dizgininin Onun elin­de olduğunu bilip İnşaallah" kelimesini dilimizden eksik etmememiz, ancak mü­kemmel bir îmanın eseri olabilir. Herşeyde Allah'ın kudretini, iradesini görmek ve ona göre hareket edebilmek herşeyden önce güçlü ve tahkîkî bir îmanın neti­cesidir. Burada Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) Yahudilere bir meselede "Yarın söyle­rim" dediği, "İnşaallah" demeyi unuttuğu için o gün gelince cevap veremediğini, Allah'ın ikazına muhatap olduğunu da düşünelim ve muhakkak söz vermemiz veya bir işi yapmamız gerektiğinde inşaallah diyelim.

 

1387. [2:538, Hadîs No: 2489]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöy­le buyurmuşlardır:

Kendisine okuma yazma öğretmesi, güzel isim koyması ve buluğ çağına erişince evlendirmesi, çocuğun babası üzerindeki hakların­dandır.[89]

 

1388. [2:538, Hadîs No: 2490]

Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Kişinin ömrünün uzun olup da, Allah'ın, her an ona Kendisine yö­nelmeyi nasip etmesi bahtiyarlığından dır.[90]

 

1389. [2:539, Hadîs No: 2493]

Ebû Said'den rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muşlardır:

Şunlar îmanın zayınığındandır:

Allah'ı kızdırmak pahasına insanları razı etmen, Allah'ın verdiği nzıktan dolayı insanları övmen, Allah'ın sana vermediği rızıktan do­layı insanları kötülemen.

Bir kimse ne kadar şiddetle isterse istesin, Allah'ın nasip etmediği şeyi sana getiremez. Hiç kimsenin hoşnutsuzluğu da Allah'ın sana verdiğini geri alamaz.

Allah, hikmet ve büyüklüğü ile huzur ve ferahı kadere rızâ ve kuv­vetli imana; kaygı ve üzüntüyü de şüpheye ve kaderine itiraz etmeye yerleştirmiştir.[91]

 

îman arttıkça kişi sadece büyük değil küçük günahlardan da kaçınmaya baş­lar. Çünkü günahlar maneviyat binasınt dinamitler durur. îmanı kuvvetli bir kim­se için en önemli mesele, günahlardan kaçınarak Allah'ın rızasını kazanmaktır. O artık Allah'ın rızasından başka birşey düşünmemek gibi yüksek bir dereceye gelir. Allah'ın rızasını esas alır, bu uğurda insanların küsmesine aldırmaz. Ama îman zayıfsa insanların rızası ön plâna geçer. Allah'ı Öfkelendirme pahasına in­sanları memnun etmeye bakar. Çünkü zarar ve menfaatin Allah'ın elinde oldu­ğunu gaflet sebebiyle düşünmez.

Yine îmanı zayıf olan insanların düştükleri hatalardan biri, insanların hoşuna gitsin, onlar memnun olsun diye Allah'a isyan mahiyetinde olan günahlara, ha­ramlara öylesine dalar ki, Allah'ın gazabını kazandığının farkında bile olmaz.

Allah'ın kızdığı hususlardan biri de gerçek rızık veren Allah'ı göremeyip va­sıtalara takılıp kalmak, onları aşırı derecede övüp göklere çıkarmaktır. Böyle bir kimsenin nazarı gerçek nimet verici Allah'ı göremediği için, bir insan kendisi­ne bir ihsan ve ikramda bulunsa onu göklere çıkarır, iyiliklerini öve öve bitire­mez. Birisi birşey vermediği zaman da ona göre ondan kötü insan yoktur. Oysa rızkı veren Allah'tır. İnsanlar ise birer aracı, birer tevziat memurudurlar. Allah fa­lan veya filan kişinin eliyle rızık vermeyi takdir etmişse, o nzık muhakkak gelir bizi bulur. Ama takdir etmemişse vermedi diye bazı kimseleri kınamanın mânâ­sı yoktur. Sözieföe bu konuda şöyle bir örnek verilir: Bir padişahtan hediye geti­ren bir adamın ayağına kapanıp hediyeyi gönderen padişahı tanımamak ne ka­dar büyük bir aptallıksa, görünürdeki sebepleri tanıyıp gerçekten nimet veren Allah'ı tanımamak ise ondan bin kere daha büyük bir aptallıktır. Ve gerçekten bu Allah'ın gazabına vesile olacak çapta bir davranıştır.

Hadîste dikkat çekilen bir husus da herkesin nasibinde, kısmetinde olan bir şeye ulaşacağı hususudur. Kâinatta zerreden küreye kadar herşey, Allah'ın izni ve takdiriyle hareket etmektedir. Allah ne dilemişse, ne takdir etmişse o olur, va­sıtalar, sebepler bize onu getirir. Onun içindir ki bir insanın gerek kendisi ve ge­rekse başkaları için bir kısım şeyleri şiddetle istemiş olması, eğer Allah takdir etmemişse gelmesi için yeterli olmaz. Eğer Allah takdir etmişse, insanlar hoşlan-masa da, kıskansalar da o kişiyi bulur, onu kimse engelleyemez. Verdiği, ihsan ettiği birşeyi de kimse geri alamaz. Bir defa buna bütün gönlümüzle inanmalıyız. Sonra da yapılması gereken birşey varsa sebeplere sarılıp neticeyi Allah'tan is­temeliyiz. Çünkü biz rızkın gelip gelmeyeceğini bilemiyoruz. Belki falan veya fi­lan vasıtalarla bize ulaşacak. O vasıtalara başvurmak da vazifemizdir.

Hadîste dikkat çekilen hususlardan biri de, huzur ve sevincin kuvvetli îmana ve kadere rızaya bağlanmasıdır. Yukardaki hususlarla da alakası olan bu haki-kata bütün gönlüyle inanan insanın hayata küsmesi, hadiseler karşısında ümit­sizliğe düşmesi, yıkılması mümkün değildir. Çünkü o güçlü îmanı ve kadere rı­za ve teslimiyeti sayesinde moral bozucu, yıpratıcı, üzücü olaylarla karşılaştı­ğında Rabbıne yönelir, "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" deyip sabır ve tahammül eder. Musibetler sebebiyle gam yemez, nimetlerle karşılaştığında da sabır içinde şükreder.

Ama, bu gerçeği gönlüne yerleştirememiş, herşeyin dizgininin Allah'ın elinde olduğunu tam kavrayamamış, Onun hikmeti ve büyüklüğü gereği herşeyi en gü­zel şekilde yarattığını, herşeyde sayısız hikmet ve gayeler gözettiğini tam his-sedememiş, aksine herşeyden şüphe eder bir pozisyona girmiş, kadere itiraz et­meye başlamış bir kimsenin bu huzuru duyması mümkün değildir. Dünyasını kendi eliyle karartmıştır. En ufacık baş ağrıtıcı bir durumla karşılaştığında ru­hen yıkılma ve streslere girmekten kurtulamaz. Korkutucu bir hadise yoksa bile, olur olmaz şeylerden kaygı ve endişe duymaya başlar, hayatını zindana çevirir. Kadere inanan kederden kurtulurken, ona itiraz eden başını duvardan duvara vurur. Kırık elle intikam almaya kalkan kimse, diğer elinin de kırılmasına sebep olduğu gibi kadere itiraz eden kimse de ızdırabını arttırmış olur.

 

1390. [2:540, Hadîs No: 2494]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'ın öyle kulları vardır ki, "Şu şöyle olacak" diye yemin etse, Allah onu yalancı çıkarmaz.[92]

 

1391. [2:540, Hadîs No: 2496]

Huzeyfe'den (r.a.) rivayetle:

Eski peygamberlerin sözlerinden insanlara ulaşan sözlerden biri de şudur: "Utanmadıktan sonra dilediğini yap."[93]

 

1392. [2:541, Hadîs No: 2498]

Câbir (r.a.) rivayet ediyor:

Bildiklerini, bilmediklerini öğrenerek arttırman, takvanın kay-naklarmdandır. Bildiklerini arttırmaman, bildiklerini de azaltman demektir. Kişiyi ancak bildiklerinden faydalanmaması öğrenmeye karşı isteksiz kılar.[94]

 

1393. [2:542, Hadîs No: 2499]

Hâni bin Yezid'den rivayetle:

Bol bol selâm vermek ve güzel söz söylemek Allah'ın günahları ba­ğışlamasını gerektiren şeylerdendir.[95]

 

1394. [2:542, Hadîs No: 2500]

Uz. Hasan rivayet ediyor:

Müslüman kardeşini sevindirmen, Allah'ın bağışlamasını gerekti­ren şeylerdendir.[96]

 

1395. [2:542, Hadîs No: 2501]

İbrahim en-Nehâî'den rivayetle:

Allah'ın kuluna olan bir nimeti de çocuğunu kendisine benzetmesidir.[97]

 

1396. [2:543, Hadîs No: 2503]

Aişe (r.a.) rivayet ediyor:

Kadının istenmesinin kolay olması, mehrinin kolay ödenebilir ol­ması ve kolay çocuk yapması onun bereketli oluşundandır.[98]

 

1397. |2:545, Hadîs No: 2510]

İbni Mes'ûd'dan (r.aj rivayetle:

Şu altın ve gümüş sizden öncekileri helak etmiştir. Sizi de helak edecektir.[99]

 

1398. [2:545, Hadîs No: 2411]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz bu ilim din ilmidir. Öyle ise dininizi kimden öğrendiğini­ze iyi bakın. [100]                                                                                    

 

1399. [2:546, Hadîs No: 2413]

îbni Mes'ûd'dan (r.a.) rivayetle:

Şüphesiz şu Kur'ân Allah'ın ziyafet sofrasıdır. Gücünüz yettiğince Onun sofrasından alın.[101]

 

Yeryüzünü maddî organlarımız için bir nimet sofrası haline getiren Rabbi-miz, Kur'ân'ı da manevî âlemimiz için bir nimet sofrası yapmıştır. Evet, Kur'ân Allah'ın kullarına verdiği eşsiz bir ziyafet sofrasıdır. O sofradan ruh ve kalbimizi doyurmak, herbiri birer manevî ilaç olan gıdaları almak için can atmak, her imanlı insanın vazgeçemeyeceği bir husustur. "Gücünüzün yettiğince o sofra­dan alın" buyuran Peygamberimiz (a.s.m.), bu güzel ziyafetten gerektiği gibi fay­dalanmamızı tavsiye buyuruyorlar.

O haide Kur'ân'ı dilimizden hiç düşürmememiz gerekiyor. Fırsat buldukça, gelirken giderken ezbere bildiğimiz âyetleri, sûreleri okumak görevimiz olmalı­dır. Mümkünse hergün sabah veya akşam onu okumaya vakit ayırabilmeliyiz. Aynı zamanda onun tefsirlerine müracaat ederek, Rabbimizin bu ziyafet sofra-sıyla bize neler ikram ettiğinin farkına varabilmeli, mânâsını içimize nüfuz ettirip anlayarak okumaya çalışmalıyız. Bilinmelidir ki Kur'ân anlaşılıp tatbik edilsin di­ye gönderilmiştir. Anlayarak okumaya çalıştığımızda o ziyafet sofrasından ala­cağımız lezzet o ölçüde büyük olacaktır.

Bir dünya büyüğünün ziyafetine katılabilmek için can atan insanların, âlemle­rin Rabbi olan Allah'ın manevî Kur'ân ziyafetine nasıl büyük bir gayret ve doy­maz bir arzu ve^istekle yönelmesi gerektiğini anlamak zor olmasa gerek.

 

1400. [2:546, Hadîs No: 2514]

Hâkim bin Hizam rivayet ediyor:

Şu mal caziptir, tatlıdır. Kim onu hak ederek alırsa kendisi için mübarek kılınır. Kim de onu aç gözlülükle elde ederse bereketim gör­mez. Bu kişi yiyip de doymayan kişiye benzer. Veren el alan elden üstündür.[102]

 

1401. [2:552, Hadîs No: 2531]

Cerir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:

Allah yaratılışım güzel yapmış. Öyle ise sen de ahlâkını güzelleştir.[103]

 

1402. [2:553, Hadîs No: 2533]

Ebu'd-Derdadan (r.a.) rivayetle:

Siz Kıyamet Gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın ismiyle çağrılacaksınız. Öyle ise kendinize güzel isim koyunuz.[104]

 

1403. |2:553, Hadîs No: 2535]

Halid bin Urfata rivayet ediyor:

Benden sonra Ehl-i Beytimle imtihan olunacaksınız.[105]

 

1404. [2:554, Hadîs No: 2438]

Ebû Hüreyre'den (r,a.) rivayetle:

Şüphesiz siz idareciliğe karşı hırs göstereceksiniz. Halbuki idare­cilik Kıyamet Gününde pişmanlık ve hasret sebebi olacaktır. O, dün­yada ne güzel süt anne, ölüm sonrası için ise ne kötü sütten kesen­dir.[106]

 

1405. [2:556, Hadîs No: 2542]

Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor:

Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, sizden biri emrolunanm on­da birini terk etse helak olur. Sonra öyle bir zaman gelecek ki, onlar­dan birisi kendisine emredilenin onda birini yapsa kurtulur.[107]

 

1406. [2:556, Hadîs No: 2543]

Ebû Zerden (r.a.) rivayetle:

Siz Allah'ın huzuruna Allah'tan gelenden, yâni Kur'ân'dan daha üstün bir şeyle varamazsınız.[108]

 

1407. [2:557, Hadîs No: 2544]

Câbir (r.a.) Resûl-ü Ekrem Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğu­nu rivayet ediyor:

Siz bugün sağlam bir din üzeresiniz. Ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı öğüneceğim. Öyle ise benden sonra gerisin geri din­den dönmeyiniz.[109]

 

1408. [2:557, Hadîs No: 2545]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöy­le buyurmuşlardır:

Siz mallarınızla bütün insanları memnun edemezsiniz. Öyle ise güleryüzlülügünüz ve güzel huyunuzla onları memnun edin.[110]

 

1409. [2:558, Hadîs No: 2548]

Muâviye (r.a.) rivayet ediyor:

Ameller dolu kaplar gibidir. Altı güzel olduğu zaman üstü de güzel olur. Altı bozuk olduğu zaman üstü de bozuk olur.[111]

 

1410. [2:559, Hadîs No: 2550]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Ümit, ümmetime Allah'ın bir rahmetidir. Eğer ümit olmasaydı, hiçbir anne çocuğunu emzirmez. Hiçbir ağaç diken de dikmezdi.[112]

 

İnsan harika bir yaratıktır. Heyecan, sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi en­teresan duygularla yoğrulmuştur. Ondaki bu güzel duygulardan biri de ümiddir.

İşte hadis-i şerifte ümid duygusuna dikkat çekilmekte, bunun Allah'ın bir rah­meti olduğu üzerinde durulmakta ve bir iki de örnek verilmektedir.

Bu duygu birşeyler umarak, hedefleyerek yaşamaktır. İnsan bu ümidle ya­şar. Bu duyguyla hayata bağlanır. İşlerine yönelir, şevkle sarılır.

İnsanın ümidi olmazsa yıkılır, karamsarlık ve kötümserlik içerisinde boğulup gider. Hayatın tadını alamaz.

Çiçek açan bitkilerde bu ümid vardır. Hayvanların koşuşmasında bu duygu vardır.

Annenin çocuğunu şefkatle bağrına basması, emzirmesinde de aynı duygu  vardır.

O şevk ve ümit olmasaydı insan zevkle çalışamaz, istikbale güvenle baka-maz, içinden hiçbir iş yapmak gelmezdi.

Eğer Allah, rahmetiyle bu hissi içimize koymasaydı, hayatın tadını, zevkini alamaz, hiçbir işe iştiyakla yönelemez, bıkkın, isteksiz, âdeta ölü hale gelirdik.

Böyle bir duyguyu kalbimize yerleştirdiği için Rabbimize hamdolsun.

 

1411. [2:560, Hadîs No: 2552]

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Yemin, ya bozmayı veya pişmanlığı netice verir.[113]

 

Bu hadis yemin konusunda dikkatli olmayı nazara verir. Çünkü olur olmaz şeylere yemin etmeyi alışkanlık haline getiren insan güç durumlara düşer. Ba-zan geleceğe yönelik öyle yanlış bir yeminde bulunur ki, bu bir yaptırımı gerekti­rebilir. Bozsa keffaret ödemek zorunda kalır. Keffaret ödemese günahkâr olur. Ödese pişman olabilir. Aleyhine ise bozmadığı takdirde de pişmanlık duyabilir. Her ikisi de insanın aleyhinedir. Ne yeminini bozup keffaret ödemek zorunda kalmalı ve ne de yapamayacağı birşey için yemin edip de bozamayıp, "Niçin ye­min ettim" diye pişmanlık duymalıdır.

 

1412. [ 2:561, Hadîs No: 2555]

Ali'den (r.a.) rivayetle: İtaat meşru dairede olur.[114]

 

1413. [ 2:562, Hadîs No: 2560]

Enes (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet ediyor:

Kadın erkeğin benzeridir.[115]

 

Kadın herşeyden önce insan olduğu için erkeğin benzeridir. El, ayak, göz ku­lak gibi birçok uzuvda ona benzer. Birçok his ve duygu yönüyle de erkekle or­taktır. Sevgide, şefkatte, heyecanda, korkuda, ümidde aynı duyguları paylaşır­lar. Hatta kadın erkeğe o kadar yakındır ki, bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerini tamamlarlar. Birbirlerine ünsiyet eder, yakınlık duyar, ısınır; neşe ve kederlerini paylaşır, maddeten ve manen birbirlerine destek olurlar. Tarihin bazı safhaların­da kadının horlandığı, insan dahi kabul edilmediği veya birçok haklardan mah­rum bırakıldığı düşünülünce, kadına bu bakış açısını getiren İslâm dininin ne kadar makul bir yaklaşım koyduğunu anlamak zor olmaz. Madem ki kadınla er­kek böylesine birbirine benzer varlıklardır. O halde kadının da erkek gibi kendi­ne mahsus bir kısım hak ve hürriyetlere sahip olduğunu kabul etmek gerekir.

 

1414. [2:563, Hadîs No: 2564]

Sevbân'dan (r.a.j rivayetle:

Ben ümmetim için ancak yoldan saptırıcı liderlerden korkuyorum. Günahları bağışlanan kimseler ancak rahata ermiştir.[116]

 

1415.  [2:564, Hadîs No: 2566]

Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:

Ben de ancak bir insanım. Siz bir dâvayı halletmek için" bana ge­lirsiniz. Bâzınız bâzınızdan delilini daha güzel bir ifâde ile getirebi­lir. Ben de işittiğime uygun hüküm veririm. Ben kime bir Müslümanın hakkını vermekle hükmetmiş sem, bilsin ki, bu ancak ateşten bir parçadır. Dilerse alsın, dilerse bıraksın.[117]

 

1416. [2:565, Hadîs No: 2567]

Mcıhmud bin Lebld'den rivayetle:

Ben ancak bir insanım. Göz yaşarır, kalb ürperir. Fakat biz Rabbi-mizin hoşnut olmadığı birşeyi söylemeyiz. Vallahi ey İbrahim, biz se­nin vefatından dolayı üzgünüz.[118]

 

1417. [2:569, Hadîs No: 2577]

Ebu'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:

İlim ancak kendini zorlamakla öğrenilir. Hilim de ancak gayretle elde edilir. Kim hayrı araştırırsa ona verilir. Kim de serden sakınırsa ondan korunur.[119]

 

1418. [2:570, Hadîs No: 2580]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Ben sizin babanız yerindeyim. Biriniz tuvalete gittiğinde kıbleye karşı yönelmesin, sırtını da kıbleye dönmesin ve sağ eliyle temizlen­mesin.[120]

 

Peygamberler, ümmetlerinin manen babası yerindedir. Nasıl bir baba çocu­ğuna öğretilmesi gereken şeyleri öğretmek durumundaysa, peygamberler de, ümmetlerine öğretmeleri gereken herşeyi öğretirler. Peygamberimizin bu hadis­lerinde öğüdüne böyle bir ifâde ile başlaması çok dikkat çekicidir. Bizlere güzel bir eğitim metodu vermektedir. Genelde insan bir büyüğünün böyle konulardaki öğütlerinden utanır, sıkılganlık hisseder. Bu da verilen öğütten istifade etmesi­ne engel olur. İşte Peygamberimiz bu hadisin baş tarafındaki ifadesiyle bu mah­zuru ortadan kaldırmayı ve öğüdünü ondan sonra vermeyi hedeflemiştir.

Peygamberimiz, hadisin devamında ümmetine tuvalet adâbıyla ilgili iki husu­su ders vermektedir. Bunlar da gerek sırtını, gerekse önünü kıbleye dönmemek ve sağ el ile taharetlenmemektir. Bununla beraber, tuvaletin yapılış şekli kıbleye karşı ise, artık bu bir zarurettir. Kıbleye karşı dönülmüş olmasında bir mahzu.' yoktur. Fakat eğer kişinin satın aldığı evde tuvalet yapılırken bu hususa dikkat edilmemişse, ve ev sahibi bunu değiştirebilecek imkâna sahipse, yönünü değiş­tirmesi daha iyi olur.

 

1419. [2:571, Hadîs No: 2581]

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Ben ancak bir kulum, kullar gibi yer, kullar gibi içerim.[121]

 

1420. [2:571, Hadîs No: 2582]

Muâviye'den (r.a.) rivayetle:

Ben sadece tebliğ ediciyim. Hidâyet veren Allah'tır. Ben sadece taksim edenim, veren Allah'tır.[122]

 

1421. [2:572, Hadîs No: 2583]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Ben size ihsan edilmiş bir rahmetim.[123]

 

1422. [2:572, Hadîs No: 2584]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.[124]

 

1423. [2:573, Hadîs No: 2585]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Ben rahmet olarak gönderildim, azab olarak değil.[125]

 

1424. [2:573, Hadîs No: 2586]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Siz kolaylaştırıcı olarak gönderilmişsiniz. Zorlaştırıcı olarak gön­derilmemişsiniz.[126]

 

1425. [2:573, Hadîs No: 2587]

Hz. Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Ben tebliğci olarak gönderildim, zorlaştırıcı olarak değil.[127]

 

1426. [2:573, Hadîs No: 2588]

Abdullah bin Ebî Rebîa'dan (r.a.) rivayetle:       

Borcun karşılığı teşekkür etmek ve söz verilen vakitte vermektir.[128]

 

1427. [2:574, Hadîs No: 2590]

Sehl bin Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:

İzin isteme, evin içindekilerini izinsiz görmemek içindir[129]

 

Hadîste isti'zanla ilgili bir adaba dikkat çekilmiştir. İsti'zan, bir başkasının evi­ne veya odasına girerken kişinin izin istemesidir. Araplar Câhiliyye devrinde bir başkasının haremgâhına izinsiz bir şekilde, âdeta baskın yaparcasına girerler­di. Fıtrata uymayan, çirkin olan her şeyi değiştiren Yüce dinimiz, o devrin bütün çirkinlikleri gibi, bunu da yasakladı, haram kıldı. Hayatın her safhasını tanzim etti, edebin en ince ayrıntılarını öğretti. İşte dinimizden öğrendiğimiz binlerce edepten birisi de başkalarının evine girerken izin isteme nezâketidir. Dinimize göre kapı açık da olsa yabancı birisinin evine girmeden önce izin almak gerekir.

İzin almadan içeri girmek haramdır. Bu husus âyet-i kerime ile sabittir. İzin iste­me ile ilgili âyetin inmesine sebep olan hadise şudur:

Ensardan bir kadın Peygamberimize gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, ben bazı zamanlar evimde açık bir halde bulunuyorum ki, o halde iken ne babamın, ne oğlumun hiç kimsenin beni görmesini istemem. Halbuki ben bu halde iken ai­lemden birisi yanıma çıka gelir. Ben ne yapayım?" diye sordu. Bunun üzerine şu iki âyet nazil oldu:[130]

"Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, sahiplerinden izin alıp onlara selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki, güzel­ce düşünüp öğüt alırsınız.

"Orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilmedikçe oraya girmeyin, 'Dönün' denirse geri dönün; bu sizin için daha nezih bir harekettir. Yaptıklarınızı Allah hakkıyla görür.[131]

Bu âyetler nazil olunca, Şama pekçok ticâret seferi yapan Hz. Ebû Bekir Peygamberimize gelerek, "Yâ Resûlallah, Şam yolunda bâzı hanlar ve kervan­saraylar var. Buralar kimsenin daimî meskeni olmayıp yol uğraklarıdır. Buralara girmek için de izin almak gerekir mi?" diye sordu.

Onun bu suâli üzerine aynı sûrenin bir sonraki âyetiyle bu husus şöyle açık­landı:

"Meskûn olmayıp umumun kullanımına açtk binalara girmenizde size bir gü­nah yoktur."

İzin istemenin âdaplarını da Peygamberimizden öğreniyoruz.

Peygamberimiz Sa'd bin Ubâde'yi (r.a.) ziyarete gitmişti. Geldiğini bildirmek için selâm verdi, fakat içeriden bir cevap alamadı. Tekrar selâm verdi, yine bir cevap duymadı. Üçüncü defa selâm verdi, bu defa da cevap alamayınca döndü. Hz. Sa'd Resûlullahın uzaklaştığını görünce hemen koştu ve "Annem babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Selâmını işitiyor ve cevap veriyordum. Fakat bi­ze verdiğin selâmların sayısını arttırmak için cevabımı size işittirmiyordum. Sonra Peygamberimizi evine davet etti, uzun müddet Resûlullahla sohbet etti.[132]

3u hadîsten izin isteme ile ilgili iki hususu öğreniyoruz. Birincisi, selâm ver­mek, aynı zamanda iz!n istemektir. Veya önce selâm verip sonra izin istenilmeli-dir. Nitekim bir defasında Sahabîlerden birisi "Girebilir miyim?" demişti. Pey­gamber Efendimiz de ondan "Selâmü'n-aleyküm, girebilir miyim?" demesini istemişti.[133] Günümüzde kapıyı tıklatmak, öksürmek eksik de olsa bir çeşit izin isteme sayılır. En azından içeridekilerin toparlanmalarına, kendilerine çeki düzen vermelerine sebep olur. Fakat kapıya vurmak veya öksürmek izin verilmek de­mek değildir. Kapıya vurduktan veya öksürdükten sonra izin verilmeden girilmemelidir.

Hadîsten öğrendiğimiz ikinci âdâb, üçüncü defada da izin verilmediğinde dö­nüp gitmektir.

Bir yere girmek için izin isterken, dikkat edilecek ikinci husus, kapının karşı­sında durmamak, kapı açılır açılmaz, içeriyi gözetlememektir. Bir defasında Peygamber Efendimizi (a.s.m.) ziyarete gelen Ebû Saîd el- Hudrî (r.a.), kapıya karşı durarak izin istemişti. Peygamberimiz (a.s.m.), izin isterken kapıya karşı değil, sağ veya sol tarafa durması gerektiğini ikaz etti.[134] İzahını yaptığımız ha­diste de izin istemenin evin içindekileri İzinsiz görmemek için olduğuna dikkat çekmektedir.

izin isteme ile ilgili üzerinde duracağımız son bir âdab da içeriden kim o?" diye sorulduğunda izin isteyenin "Ben" diye cevap vermeyip ismini söylemesidir. Hz. Câbir bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor:

"Bir defasında Resûlullahı (a.s.m.) ziyarete gitmiştim. Kapıyı çaldım, Resûl-i Ekrem, "Kim o?" diye sordu. "Ben" cevabını verdim. Peygamberimiz (a.s.m.) bu cevabımdan hoşlanmayarak "Ben, ben" diye iğneli bir ifâdeyle beni tenkid etti.[135] Bununla "Ben, ben deme. Câbir de" buyurmuş oluyordu.

İzin istemek sadece yabancılara mahsus bir davranış değildir. Bir ailede ço­cukların da anne ve babalarının bulundukları odaya girerken izin istemeleri dini­mizin âdâblanndandır. Bu konuyla ilgili âyet meâlleriyle konuyu bitirelim:

"Ey îman edenler! Köle ve cariyeleriniz ve sizden olup da henüz buluğ çağı­na ermemiş çocuklarınız, yanınıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesin­ler: Sabah namazı öncesi, öğle vakti elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazı sonrası, sizin için üç mahrem vakittir. Bu vakitlerin haricinde yanınıza izinsiz girmelerinde ne size, ne de onlara bir günah yoktur; çünkü onlar sizin ya­nınıza sık sık girmek zorunda kalırlar, siz de birbirinizi sık sık dolaşırsınız. Âyetlerini Allah size böyle açıklıyor. Allah herşeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır.

"Çocuklarınız bulûğ çağına erdiklerinde, kendilerinden önceki büyüklerin izin istemeleri gibi, bu üç vaktin dışında da yanınıza girmek için izin istesinler. Âyetlerini Allah size böyle açıklıyor. Allah herşeyi hakkıyla bilen, her İşi hikmetle yapandır."[136]

 

1428. [2:574, Hadîs No: 2592]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:                        

Allah'ın iyi kimselere "ebrar" ismini vermesinin sebebi onların ba­balarına, annelerine ve çocuklarına iyilik yapmaları sebebiyledir. Anne ve babanın senin üzerinde hakkı olduğu gibi, çocuğunun da se­nin üzerinde hakkı vardır.[137]

 

Ebrar "iyiler" mânâsına gelir. Hadîste Allah'ın bir kısım kimseleri bu isimle anmasının sebebi açıkça anlatılmaktadır. Böyle kimseler anne, baba ve çocuk­larına karşı İyi davranan insanlardır. Çünkü bunlar anne babanın değerini çok iyi bilmektedirler. Allah, onlara "Öf" bile denilmemesini emretmiştir. Onlarda bu­na uyarlar. Onlara şefkat kanatların! gerer, sevgi ve hürmette kusur etmez, gö­nüllerini kazanır, hayırlı dualarını alırlar. Onlar evlatlarına karşı da iyi davranır­lar. Şefkat ve merhametle eğilirler. Maddî ve manevî tehlikelerden korurlar. Onları terbiyeli, ahlâklı, görgülü yetiştirir; sevgi, saygıyı, insanlığı öğretirler.

İyi kimselerin anne, baba ve çocuklarına karşı iyi davrandıklarını söyleyen Resûl-ü Ekrem (a.s.m.), anne babanın da, çocukların da bir kısım hakları oldu­ğunu bildirmektedir. Anne babanın hakkı evladından sevgi, saygı ve iyilik bekle­meleri, yardımlarına koşmalarıdır. Çocuğun da hakkı güzel bir isim verilmesi; dinine, inancına bağlı, ahlâklı, dürüst olarak yetiştirilmesi, bir meslek sahibi ol­malarının sağlanması, evlenme çağına geldiğinde evlendirmesidir.

 

1429. [3:2, Hadîs No: 2596]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

Ramazan ayına bu ismin verilmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.[138]

 

Ramazan, rahmet ayıdır, mağfiret ve bağışlanma ayıdır. Bu ayda Cenâb-ı Allah mü'min kullarını affeder. Peygamberimizin bir hadislerinde, Ramazan ayı­nın bir önceki Ramazan'dan bu yana işlenen günahlara keffâret olacağı İfâde edilir.[139]

Bu hadislerinde de bu ayda tuttukları oruç sayesinde, Allah'ın kullarının gü­nahlarını yakıp yok ettiği için sözü geçen aya Ramazan ismini verdiğini belirt­miştir. Peygamberimiz Ramazan kelimesinin sözlük mânâsından hareketle oruç ayının bu özelliğine dikkat çekmiştir. Nitekim âlimler, başka mânâlarla birlikte bu kelimenin şu mânâya da geldiğini ifâde ederler:

Arapçada "ramaz" kelimesi diğer mânâları yanında güneşin hararetinden taşların şiddetli olarak kızması mânâsına da gelir. Ramazan da, bu fiilin masta­rı olarak kızgın yerde yalın ayak yürüyerek yanmak demektir. Oruç ayına bu is­min verilmesinin bir sebebi de, Ramazan'ın oruç hararetiyle günahları yakması­dır.

 

1430. [3:2, Hadîs No: 2597]

Enes (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.nı.) şöyle buyurduklarını rivayet ediyor:

Şaban ayına bu ismin verilmesi sebebi, bol hayırlar onda oruç tu­tan kimse Cennete girinceye kadar dallanıp budaklandığı içindir.[140]

 

Hicri ayların 8. ve mübarek üç ayların ikincisi olan Şaban'ın kelime mânâsı, çokça dallanıp budaklanarak büyüyüp gelişen demektir. Şaban ayının bu ismi almasının sebebi, hadiste de ifâde edildiği gibi, bu ayda oruç tutan kimse için hayırlar o kadar bollaşır ki tıpkı bu hayır Cennete girinceye kadar dallanıp bu­daklanan bir ağacı andırır.

Bu ayda oruç tutmanın fazileti ile ilgili daha pekçok hadis vardır. Meselâ bunlardan birkaçının meali şöyledir:

"Şaban Benim ayımdır," "Şaban günahları temizleyendir."[141]

Bir defasında, "Ya Resûlailah, Ramazan'dan başka fazileti ençok olan oruç ayı hangi aydır?" diye sordular.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Ramazan'ı tazim için Şaban'da tutulan oruç­tur" cevabını verdi.[142]

Server-i Kâinat Resûl-ü Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Ramazan'dan sonra en fazla Şaban ayı içerisinde oruç tutarlardı.

 

1431. [3:3, Hadîs No: 2599]

Abdurrahman bin Ezher'den (r.a.) rivayetle:

Ateşli hastalığa yakalanıp titrediğinde mü'minin durumu ateşe gi­rip kiri, pası giden, geriye tertemiz olarak kalan demirin durumu gi­bidir.[143]

 

1432. [3:3, Hadîs No: 26001

tbni Ömer (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdukla­rını rivayet ediyor:

Kur'ân'ı ezberleyenin durumu, bağlı deve sahibinin durumu gibi­dir. Eğer ona göz kulak olursa, onu yerinde durdurmuş olur. İpini çözerse gider.[144]

 

1433. [3:4, Hadîs No: 2601]

Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle bu­yurduğunu rivayet ediyor:

Dindar ve güzel ahlâklı bir sohbet arkadaşının durumu ile kötü bir sohbet arkadaşının durumu, misk taşıyanla körük çeken adamın durumu gibidir. Miski taşıyan ya sana hediye eder ya ondan satın alırsın veya onun güzel kokusundan istifade edersin. Körük çeken ise ya elbisem yakar veya ondan üzerine pis bir koku siner.[145]

 

Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bu hadislerinde iyi ve kötü arkadaşın özelliklerini bi­ze veciz bir şekilde anlatmaktadır.

Dindar ve güzel ahlâklı kimse örnek bir kimsedir. Arkadaşına daima iyi şey­ler telkin eder, iyi yola sevkeder, dünya ve âhiret saadetinin yollarını gösterir. Kısaca iyi arkadaşa takılan, sonunda bir oh çeker.

Kötü arkadaşa gelince, o da körükçüye benzetilmektedir. Nasıl körükçünün yanında kalanın üzerine pis kokular siniyor veya sıçrayan bir kıvflcımla elbisesi dahi tutuşabiliyorsa, kötü arkadaş da insanın maddî ve manevî hayatı için bir tehlike unsuru olur. Atalarımız, "Üzüm üzüme baka baka kararır" diyerek kişinin beraber olduğu kimselerden bir kısım özellikler, huylar kapacağını bildirmişler­dir. İyi arkadaştan iyi şeyler öğrenen kimse, kötü arkadaştan da kötü şeyler ka­par. Kötü arkadaş, âdeta bulaşıcı hastalık taşıyan mikrobu andırır. Ona kötü şeyler bulaştırır. Ahlâkını, hatta inancını dahi bozabilir. Sefahete, dalâlete atar. Meyhanelere, sefalethalere, kumarhanelere iter. Dünya hayatını zindana çevir­mekle kalmaz, âhiret hayatını da mahveder. Cehenneme sürükler. Arkadaşları sebebiyle Cehenneme yuvarlanan insanların pişmanlık dolu ifadeleri Kur'ân'da anlatılır: "Keşke," denilir, 'lalanı arkadaş edinmeseydim. O beni hak yoldan sap­tırdı, Allah yolundan alıkoydu, günahlara götürdü."[146]

 

1434. [3:4, Hadîs No: 2604]

ibniAmr (r.a.) rivayet ediyor:

Sizden önceki ümmetler ancak kendilerine gönderilen kitap hak­kında ayrılığa düştükleri için helak oldular.[147]

 

1435. [3:5, Hadîs No: 2606]

tbni Mes'ûd'dan (r.a.) rivayetle:

îki önemli şey vardır: söz ve yol. En güzel söz, Allah'ın kelâmıdır. En güzel yol Muhammed'in yoludur. Dinde sonradan uydurulan şeylerden sakının. İşlerin en kötüsü dinde olmayıp da sonradan uyduru­lan şeylerdir. Her uydurulan şey bid'a, her bid'a ise sapıklıktır.

Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp da kalbleriniz katılaş­masın. Dikkat ediniz! Gelmesi kesin olan herşey yakındır. Uzak olan sadece gelmeyecek olandır.

Dikkat ediniz! Kötü kimse daha annesinin karnında iken belirle-nirfilerde iradesiyle kötülüğe gideceğini Allah sonsuz ilmiyle bilip öy­le yazar.] Bahtiyar kimse başkasından ibret alandır.

Dikkat ediniz! Mü'mini öldürmek kafirlerin, mü'mine sövmek fâ-sıkların vasfıdır. Bir mü'minin kardeşini üç günden fazla konuşma­yarak terketmesi helâl değildir.

Dikkat ediniz! Yalandan sakının. Çünkü ciddi de olsa, şaka yollu da olsa yalan söylemek caiz değildir. Kişi küçük çocuğuna söz verip de sonra onu yerine getirmemezlik etmesin. Çünkü yalan kötülüğe, kötülük de Cehenneme götürür. Doğruluk ise iyiliğe, iyilik de Cenne­te götürür. Doğru söyleyen kimseye "Doğru söyledi, hayır işledi" de­nir. Yalancı için de. "Yalan söyledi, günahkâr oldu" denir.

Dikkat ediniz! Kul yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında ya­lancı olarak yazılır.[148]

 

1436. [3:7, Hadîs No: 2607]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekileceklerdir.[149]

 

1437. [3:7, Hadîs No: 2609]

îbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Allah, insanoğluna ancak korktuğu kimseleri musallat eder. Eğer insanoğlu Allah'tan başkasından korkmazsa hiç kimseyi ona musal­lat etmez, insanoğlu, ümit bağladığı kimseye havale edilir. Eğer Al­lah'tan başkasına ümit bağlamazsa, Allah da onun işini kendi üzeri­ne alır, başkasına havale etmez.[150]

 

1438. [3:7, Hadîs No: 2610]

îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Cennete ancak onu ümit edenler girer, Cehennemden de ancak on­dan korkanlar uzaklaştırılır. Allah ancak merhamet edenlere merha­met eder.[151]

 

1439. [3:10, Hadîs No: 2618]

Hz. Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Dünyada, ancak âhiretten nasibi olmayan kimse ipek giyer.[152]

 

Hadîste her ne kadar umumî bir ifâde kullanılmışsa da, yasaklama sadece erkekler içindir. İpek giymek kadınlar için helâldir. Nitekim Hz. Ali'nin rivayet etti­ği bir hadislerinde Peygamberimiz sol eline ipek kumaş, sağ eline bir parça altın alıp bunları yukarı kaldırarak, "Şu iki şey ümmetimin erkeklerine haram, kadınla­rına ise helâldir" buyurmuşlardır.[153]

İzahını yaptığımız hadiste ipek giyen kimsenin âhiretten nasibi olmayacağı­nın ifâde edilmesi, haramlığını inkâr eden veya Peygamberimizin yasağını hafi­fe alan kimseler içindir.

Dünyada Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak ipek giymeyen kimselerin âhi-rette Cennete lâyık ipekler giyeceklerini de burada hatırlatalım.

 

1440. [3:11, Hadîs No: 2620]

Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.) rivayet ediyor:

Allah bu ümmete ancak zayıfların duaları, namazları ve ihlâsları sayesinde yardım ediyor.[154]

 

1441. [3:11, Hadîs No: 2621]

el-Eğizze 'l-Müzenî 'den rivayetle: Şüphesiz ben günde yüz defa Rabbimden bağışlanmamı dilerim.[155]

 

1442. [3:12, Hadîs No: 2622]

Ebû Hüreyre rivayet ediyor:

Şüphesiz Allah kendisinden birşey istemeyene gazab eder.[156]

 

1443. [3:12, Hadîs No: 2624]

Hz. Âişe'den (r.a.) rivayetle:

Ben cinnî ve insî şeytanları Hz. Ömer'den kaçarken görüyorum.[157]

 

1444. [3:13, Hadîs No: 2627]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz ben lanet edici olarak değil, ancak rahmet olarak gönde­rildim.[158]

 

1445. [3:13, Hadîs No: 2628]

îbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Şüphesiz ben şaka yaparım, fakat şaka yaparken doğru olandan başkasını söylemem.[159]

 

İnsan her zaman ciddî olamaz. Bâzı zamanlar şaka da yapmalıdır. Çünkü yüce Allah, insanın fıtratına gülmeyi, eğlenmeyi de koymuştur. Fakat şaka yap­mak demek, gayr-i meşru, yalan yanlış şeyler yapmak ve söylemek demek de­ğildir, işte insanlığa örnek olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz, bu hususta da ümmetine en güzel ölçüyü veriyor. Sözle şaka yaparken dahi doğruyu söyle­diğini ifâde ederek, ümmetinden de böyle olmalarını istiyor. Şu iki hadise Pey­gamberimizin şakasına güzei bir örnektir:

Dadısı Ümmü Eymen (r.a.) birgün Peygamberimizin huzuruna geldi ve "Ba­na bir binek temin ediniz" diye ricada bulundu. Peygamberimiz "Sana binek ola­rak bir deve yavrusu vereceğim" buyurdu. Ümmü Eymen, Resûlullahın ifâdesin-deki inceliği anlayamadı. "Ey Allah'ın Resulü, yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki" dedi. Peygamberimiz sözünü tekrarladı. "Seni ancak bir devenin yavrusuna bindireceğim" buyurdu.[160]

Evet, Peygamberimiz şaka yaparken dahi hakikati söylüyordu. Her deve, bir başka deveden doğması hasebiyle "deve yavrusu" değil miydi?

Bir defasında da yaşiı bir kadın Peygamberimize gelerek "Duâ et de Cenne­te gireyim" ricasında bulunmuştu. Peygamberimiz, 'Yaşlı kadınlar Cennete gir­meyecek" buyurdu. Kadın üzüldü, ağlamaya başladı. Peygamberimiz "Yaşlı ka­dınlar yaşlı olarak Cennete girmeyecekler" buyurarak onu teselli etti[161]

 

1446. [3:14, Hadîs No: 2631]

Zeyd bin Sabit (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz, ben sizin için yerime iki şey bırakıyorum. Allah'ın kitabı ki, gök ve yer arasında uzatılmış bir iptir. Ve ailem olan Ehl-i Bey­tim. Bu ikisi Kevser Havuzunun başına varıncaya kadar birbirlerin­den ayrılmazlar.[162]

 

1447. [3:16, Hadîs No: 2636]

Ümeyme bint-i Rukeyka'dan rivayetle: Şüphesiz, ben kadınlarla tokalaşmam.[163]

 

1448. [3:17, Hadîs No: 2637]

Ebû Saîd (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz, ben insanların kalbini yarıp bakmakla ve göğüslerini açmakla emrolunmadım.[164]

 

1449. [3:17, Hadîs No: 2640]

Enes'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muşlardır:

Şüphesiz, ben namaza dururum, namazı uzatmak isterken bir ço­cuğun ağladığını işitip annesinin bundan duyduğu şiddetli üzüntüyü bildiğimden namazımı kısa keserim.[165]

 

1450. [3:18, Hadîs No: 2642]

Nu'man bin Beşir (r.a.) rivayet ediyor: Ben zulme şahitlik yapmam.[166]

 

Bu hadîsin baş tarafı vardır. Müslirrtöe geçtiği şekliyle hadîsin tamamı şöyle­dir:

Amre binti Revâha, Beşir'den malının bir kısmını kendisinden doğan oğluna bağışlamasını istedi. Beşir, bu kadının isteğini bir sene geciktirdi. Bir sene son­ra, kadının isteğini yerine getirmeye karar verdi. Kadın, "Oğluma yaptığın bu hi­beye Resûiullah şahitlik etmedikçe buna inanmam" dedi. Bunun Üzerine Beşir, oğlu Nu'man'ın elinden tutarak Resûlullaha gitti. "Bu çocuğun annesi, oğluna yaptığım bir bağış için sent şahit göstermemi çok arzu ediyor" dedi. Peygambe­rimiz, "Ey Beşir, senin bundan başka çocuğun var mı?" diye sordu. Beşir, "Evet, var" cevabını verdi. Resûiullah (a.s.m.), "Onların her birine bu çocuğa yaptığın gibi birşeyler bağışladın mı?" diye sordu. Beşir, "Hayır, bağışlamadım" dedi. Bunun üzerine adalet güneşi Resûiullah (a.s.m.} şöyle buyurdu:

"Öyle ise beni bu işe şahit tutma. Çünkü ben bir adaletsizliğe şahitlik et­mem."[167]

Bu hadis, mü'mine, çocukları arasında âdil davranmayı emretmektedir. Baş­ka bir hadislerinde Peygamberimiz öpmeye varıncaya kadar çocuklar arasında adaletli davranmayı tavsiye eder. Çocuklar arasında adaletli davranmak çok mühimdir. Aksi durum çocukların anne ve babalarına karşı çıkmalarına, onlara karşı vazifelerini ihmal etmelerine sebep olur. Cemiyet hayatında bu Peygam­ber ölçüsünü nazara almamanın menfi tesirlerini görüyoruz.

Bu hadisten alınacak bir başka ders de, bir mü'minin, hakkın ortaya çıkması hususunda göstereceği tavra ışık tutmasıdır.

 

1451. [3:18, Hadîs No: 2643]

îbni Nâfi'den (r.a.) rivayetle:

Ben âdilim. Ancak adaletle şahitlik ederim.[168]

 

1452. [3:19, Hadîs No: 2645]

Câbir bin Semûre (r.a.) rivayet ediyor:

Şüphesiz, ben Mekke'de bir taş tanıyorum ki, bana peygamberlik verilmeden önce bana selâm veriyordu.[169]

 

1453. [3:20, Hadîs No: 2649]

Ümmü Seleme'den (r.a.) rivayetle:

Ben evinden eteklerini sürüye sürüye çıkıp kocasından yakınan kadına öfkelenirim.[170]

 

1454. [3:20, Hadîs No: 2650]

Hüseyin bin Dahdah rivayet ediyor:

Ben akrabalık bağlarım kesmek için gönderilmedim.[171]

 

Akrabalık haklarını gözetmek, yüce dinimizin emirlerindendir. Bununla ilgili pekçok âyet ve hadis vardır. Meselâ bu âyetlerden birisi şu mealdedir:

"Allah adaleti, iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı, akrabaya ikram etme­yi emreder; fuhşiyatı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar."[172]

Akrabaltk hakları ile ilgili bir hadis de şu mealdedir:

"Rahim [akrabalık] kelimesi, Allah'ın Rahman isminden gelir. Allah da, 'Kim akraba haklarını yerine getirirse, Ben de o kimseye iyilik ve lütufla davranırım. Kim bunu yapmazsa, Ben de ona iyilik ve lütufta bulunmam' buyurmuştur."[173]

İşte Peygamberimiz, İzahını yaptığımız hadislerinde de kendisinin akrabalık bağlarını kesmek için gönderilmediğine dikkat çekmektedir. Bu hadisin söylen­mesine sebep kısaca şuydu:

Ebû Talha isimli genç Müslüman olmuştu. Peygamberimiz onun teslimiyetini ölçmek için gidip babasını öldürüp öldürmeyeceğini sordu. Genç hemen ayağa kalktı, bu emri yerine getirmek için evlerinin yolunu tuttu. Peygamberimiz onun bu itaatinden dolayı memnun olmuştu. Çağırdı ve "Ben, akrabalık bağını kes­mek için gönderilmedim" buyurdu.

 

1455. [3:20, Hadîs No: 2651]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Ben şu iki zayıfın hakkını yemeyi size haram kılıyorum: yetim ve kadın.[174]

 

1456. [3:21, Hadîs No: 2652]

Abdurrahman bin Semüre Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını rivayet ediyor:

Ben akşam rüyada hayret verici birşey gördüm. Ümmetimden bir adam gördüm ki, azap melekleri etrafını sarmıştı. O anda almış oldu­ğu abdest geldi ve onu kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, kendisi için kabir azabı hazır­lanmıştı. Namazı geldi ve onu kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, şeytanlar etrafını kuşatmıştı. Yaptığı zikirler geldi ve onu onlardan kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, susuzluktan dili dışarıya sark­mış soluyordu. Tuttuğu Ramazan orucu geldi ve ona su ikram etti.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, önü karanlık, arkası karanlık, sağı karanlık, solu karanlık, üstü karanlık, altı karanlıktı. Yaptığı hac ve umresi geldi, onu bu karanlıklardan çıkardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, ölüm meleği ruhunu almak için gelmişti. Anne ve babasına yaptığı iyilikler geldi, meleğin o anda ruhunu almasına mani oldu.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, mü'minlerle konuştuğu halde, onlar kendisiyle konuşmuyorlardı. Akrabalarıyla olan iyi ilişkileri geldi ve onlara hitaben "Bu akrabalarına iyilik ederdi" dedi. Bunun üzerine onlar da o zâtla konuştular. O da onlara karıştı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, peygamberler halka halka ol­muşlardı. Hangi halkanın yanma varsa kovuluyordu. O anda cünüp-lükten gusletmesi geldi, ellerinden tutarak yanıma oturttu.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cehennemin hararetini elleriy­le yüzünden uzaklaştırmaya çalışıyordu. O anda verdiği sadakalar geldi, üzerine gölge, yüzüne karşı perde oldu.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, azap zebanileri yanma gelmiş­ti. O anda iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırması geldi ve onu bu halden kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cehennem uçurumundan düş­müştü. Dünyada iken Allah korkusundan döktüğü göz yaşlan geldi ve onu ateşten kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, amel defteri sol tarafından ve­rilmişti. Allah korkusu geldi ve amel defterini alıp sağ eline verdi.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, terazisinin iyilik kefesi hafif gelmişti. Küçük yaşta ölen çocukları geldi ve terazisini ağırlaştırdı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cehennemin tam kıyısında bekliyordu. Allah korkusundan kalbinin ürpermesi geldi, onu bu hal­den kurtardı.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, yaş hurma dalının sallanması gibi titriyordu. Allah'a olan hüsn-ü zannı geldi ve titremesini dindir­di.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Sırat Köprüsünde sürünerek ve emekliyerek yol almaya çalışıyordu. Bana getirdiği salavatlar gel­di, elinden tutarak ayağa kaldırdı. Böylece Sıratı geçti.

Ümmetimden bir adam gördüm ki, Cennet kapılarına kadar geldi, fakat kapılar yüzüne kapandı. Getirdiği kelime-i şehadetler geldi, elinden tutarak Cennete girdirdi.[175]

 

1457. [3:27, Hadîs No: 26563

Âişe'den (r.a.) rivayetle:

Âhirette bana kavuşmak istiyorsan dünyadan bir atlı yolcuya ye­tecek kadar azıkla yetin. Zenginlerle oturup kalkmaktan sakın. Yamamadıkça bir elbiseyi eski diye bırakma.[176]

 

Resûf-ü Ekrem (a.s.m.) her ne kadar bu hadisi Hz. Ayşe'ye bir öğüt olarak söylüyorsa da bundan her Müslümanin alacağı çok dersler vardır.

Hadisi iyi anlayabilmek için önce atlı yolcuya yetecek kadar rızık tabiri üze­rinde durmak gerekir. Atlı yolcu nasıl atında taşıyabileceği kadar rızıkla yola çı­kıyor, kendisini geri bırakacak, ayak bağı olabilecek fazlalıklara mümkün oldu­ğunca yer vermiyorsa, âhiret yolculuğunda kendini bir atlı yolcu gibi gören kimse de öncelikle kendine yetecek kadar nzrk peşinde olmalıdır. Hayat yolcu­luğunda gerekli olan rızkı elde etmek, e! âleme muhtaç olmayacak derecede birşeyler kazanmak şarttır. Fazlasına ise âhirete tasarruf noktasında bakılmalı; hayra, iyiliğe kullanılabilecekse o ölçüde itibar etmelidir. Eğer o kazandıklarımız ebedî saadetimize ayak bağı oluyorsa o faydalı değil, zararlıdır. Eğer kazandık­larımız bizi âhirette kurtarabilecek cinsten değilse yine zararlıdır. Bu gerçeği Bediüzzaman Hazretleri ne kadar veciz anlatır: "Âhirette seni kurtaracak bir ese­rin olmadığı takdirde fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme."

Şunu da hemen belirtmek gerekir ki, bu hadise dayanarak "Dünyaya çalış­mayacaksın. El etek çekeceksin, terkedeceksin" şeklinde bir anlayışa da kapıl­mamak gerekir. İnsan çalışıp çabalayacak, az veya çok kazanacak. Az kazan­dığında şikâyete, isyana girmeyecek. Çok kazandığında da yukardaki ölçü içerisinde davranacaktır.

Bu hadisin aynı zamanda fedâkârlığıda en üst sınırını çizdiğini görüyoruz. Bu dünya için çalışılmayacak, kazanılmayacak, mal mülk edinilmeyecek demek değil, aksine çokça çalışılıp kazanılıp fazlası Allah yolunda sarfedilecek demek­tir.

Eğer zengin imkânlarına rağmen, bu hadisin çizdiği çerçeve içerisinde kendi­ni bir kısım aşırı zevk ve lezzetlerden uzak tutabiliyor, imkânlarıyla îmana, Kur'ân'a hizmet edebiliyor, zekât ve sadaka konusunda hassasiyet gösterebiliyorsa, o da Peygamberimize kavuşur. Asr-ı Saadette servetini, imkânlarını hak­kın hizmetine sunan nice Sahabî, buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Böyle zenginlerde elbeiteki Resûlullaha kavuşacaklardır.

Hadiste ayrıca zenginlerle oturup kalkmaktan sakındırma vardır. Çünkü on­lar seviyesinde imkânları olmayan kişi onların yanında ezilip büzülebilir, minnet altında kalıp aşağılık duygusuna kapılabilir, kuf köle olabilir. Veya kıskançlık duygusuna girebilir. Veyahut onlara ayak uydurabilmek için imkânlarını aşarak lüks ve israfa kaçabilir. Bunu karşılamak için de ya büyük sıkıntılar içinde kalır, ya da gayr-i meşru kazanç yollarına tevessül eder. Her ikisinin de sonu pişman­lık ve hüsrandır. Zenginlerle içli dışlı olan kimseleri daha başka tehlikeler de bekler. Eğer zengin, manevî noktada zayıf biriyse, onunla oturup kalkan kişi ah­lâkî bakımdan da çok şeyler kaybedebilir. Bütün bütün dünyaya dalıp âhiretini unutabilir. Ondan elde ettiği maddî kazançlar yanında kaybettikleri kat kat fazla olur. Kısacası manen fakir olan zenginlerle düşüp kalkmanın birçok zararları vardır.

Hadiste "Yamamadıkça bir elbiseyi eski diye bırakmama" tavsiyesi yapıl­maktadır. Bu tavsiyede dünyaya değer vermemeye, nefsi söndürmeye, tevazu-ya teşvik vardır. Yamalı elbise, insanın gurur ve kibirini kırar. Sonra Müslüman­ların büyük çoğunluğu o zaman açtı, fakirdi. Herkesin yamalı elbise giydiği bir zamanda yeni elbiselerle gezmek başkalarının duygularını tırmalar; rahatsızlık­larına sebep olur. Onlarla yakın bir bağ kurmak güçleşir. Gerçi bazı Sahabîlerin güzel ve yeni elbiseler giyebilecek imkânları vardı. Ancak halktan biriymiş gibi yaşıyorlar, farklı bir yaşayış içerisine girmiyorlardı.

Bu ve benzeri hadis-i şerifler, Sahabîler üzerinde ânında mâkes buluyordu. Meselâ Hz. Ömer'in elbisesinde nerdeyse yama yapılmamış yer yoktu. Yine biz­zat bu hadise muhatap olan Hz. Âişe bir gün elbisesini yamarken Kusayr bin Ubeyd gelmiş, görüşmek istemiş, Ayşe validemiz de, "Şimdi biraz bekle, elbise­mi dikeyim de öyle konuşuruz" demişti. Kuseyr, "Ey mü'minlerin annesi! Şimdi çıkıp senin bu hareketini halka söylesem sana cimri diyecekler" deyince Hz. Ay­şe şu cevabı verdi:

"Oğlum akıllı ol! Eskimiş elbiseleri giymeyen kimse yeni elbiseyi giymeye hak kazanamaz."[177]

Bugün belki gelişen şartlar içerisinde yamalı elbise yadırganabilir. Bu konu­da örfe uyma tercih edilmeli, eğer örfte yamalı elbise yadırganmıyorsa yamalı dahi giyilebilmelidir. Günümüzde halkın ekseriyeti yamalı elbise giymemektedir. Ancak modası geçti diye israfa kaçacak derecede lüks harcamalara, giyim ku­şam edinmeye de girilmemelidir. Elbise eskimeden üst üste yığma, yıllarca san­dıkta elbise saklama gibi bir yol seçilmemelidir.

 

1458. [3:28, Hadîs No: 2657]

Abdurrahman bin Ebî Kurad rivayet ediyor:

Ben Allah ve Resulünün sizi sevmesini istiyorum. Öyle ise siz de size emânet edileni sahibine veriniz, konuştuğunuz zaman doğru söy­leyiniz. Komşularınıza karşı güzel davranınız.[178]

 

1459. [3:28, Hadîs No: 26581

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Ben senin kalbinin yumuşak olmasını istiyorum. Öyle ise yoksula yedir ve yetimin başını okşa.[179]

 

1460. [3:28, Hadîs No: 2659]

Ebû'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:

Elinizden geldiğince çok istiğfar edin. Çünkü Allah katında kurtu­luşunuza bundan daha iyi vesîle olacak ve Allah'ın bundan daha çok sevdiği birşey yoktur.[180]

 

1461. [3:29, Hadîs No: 2664]

Mersed el-Ganavî'den rivayetle:

Eğer namazınızın kabul edilmesini istiyorsanız, âlimleriniz size imam olsun. Çünkü onlar sizinle Rabbiniz arasında ely-ılerinizdir.[181]

 

1462. [3:29, Hadîs No: 2665]

Muâz bin Cebel (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyur­duğunu rivayet ediyor:

Arzu ederseniz Allah'ın Kıyamet günü mü'minlere ilk söyleyeceği söz ile mü'minlerin Allah'a ilk söyleyeceği sözü size haber vereyim. Allah mü'minlere, "Bana kavuşmayı arzu eder miydiniz?" buyurur. Onlar, "Evet, ey Rabbimiz" diye cevap verirler. Allah, "Niçin?" diye 3orar. Onlar, "Affını ve bağışlamanı ümit ederdik" derler. Allah "Ben af ve bağışlamamı size vacip kıldım" buyurur.[182]

 

1463. [3:30, Hadîs No: 2666]

Avf bin Mâlik'den rivayetle:

Arzu ederseniz size idareciliğin ne olduğunu haber vereyim. Baş­langıcı kınanma, ortası pişmanlık, sonu ise Kıyamet Gününün azabı­dır. Ancak adaletli davrananlar bunun dışındadır.[183]

 

1464. [3:30, Hadîs No: 2668]

Enes rivayet ediyor:

Birinizin elinde bir fidan olduğu sırada Kıyamet kopacak olsa, onu dikmeye gücü yeterse diksin.[184]

 

1465. [3:31, Hadîs No: 2669]

Ka'b binAcre (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor:

Kişi küçük çocuklanmn rızkını temin için çalışmaya çıkarsa, Al­lah yolundadır. Yaşlı anne ve babasının bakımı için çıkarsa, Allah yolundadır. Nefsini harama karşı korumak için çıkarsa, Allah yolun­dadır. Yok eğer gösteriş ve başkalarına karşı öğünmek için çalışma­ya çıkarsa şeytan yolundadır.[185]

 

1466. [3:34, Hadîs No: 2676]

Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:

Eğer nafile oruç tutacak olursan ayın on üçü, on dördü ve on be­şinde tutmaya bak.[186]

 

1467. [3:35, Hadîs No: 2677]

El-Ferrâsî'den rivayetle:

Birşeyi mutlaka istemen gerekiyorsa, salih kimselerden iste.[187]

 

1468. [3:35, Hadîs No: 2678]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

Eğer bir günah işlemişsen Allah'tan bağışlanmam dile ve Ona tev-be et. Şüphesiz günahtan tevbe, kalbin pişmanlığı ve dilin Allah'tan bağışlanma dilemesidir.[188]

 

1469. [3:38, Hadîs No: 2683]

Berâ bin Âzib (r.a.) rivayet ediyor:

Ben peygamberim, bunda hiçbir yalan yok. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum.[189]

 

1470. [3:39, Hadîs No: 2686]

Amr bin Cebele'nin kölesinden rivayetle:

Ben ümmî, doğru ve tertemiz peygamberim. Bütün esef ve yazık­lar beni yalanlayan ve benden yüz çevirene olsun. Hayır, beni barın­dıran, bana yardım eden, sözümü tasdik eden ve benimle beraber ci­hat eden kimselere olsun.[190]

 

1471. [3:40, Hadîs No: 2689]

Encs (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet ediyor:

insanlar dırıltılecekleri zaman en evvel ben kabrimden çıkacağım. Rablenmn huzuruna geldiklerinde sözcüleri ben olacağım. Ümitleri­ni kestiklerinde müjdeleri ben olacağım. O gün hamd sancağı benim elimde olacaktır. Ben Rabbim katında Ademoğullarmm en değerlisi-yım. Bunları övünmek için söylemiyorum.[191]

 

1472. [3:42, Hadîs No: 2693]

Ebû Said'den (r.a.) rivayetle Resûlullah Efendimiz (a.s.m.) şöyle b uy ur muşlar dır:

Ben Kıyamet Günü Ademoğull arının efendisiyim. Bunda hiçbir övünme yok. Hamd Sancağı elimde olacaktır. Bunda hiçbir övünme yok. Ne Adem, ne de onun dışındaki hiçbir peygamber yoktur ki, san­cağımın altında olmasın. îlk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edile­cek olan benim. Bunda da hiçbir övünme yok.[192]

 

1473. [3:43, Hadîs No: 2695]

Enes (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet ediyor:

Ben Araplardan, Süheyb Rumlardan, Selman İranlılardan, Bilâl Habeşlilerden ilk Müslüman olanlarız.[193]

 

1474. [3:44, Hadîs No: 2698]

Enes'den (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdukla­rını rivayet etmiştir:

Cennet kapısını ilk defa ben çalacağım. Kulaklar, o kapı halkala­rının kanatlara değerken çıkardığı sesten daha güzel bir ses duyma­mıştır.[194]

 

1475. [3:46, Hadîs No: 2703]

Übâde bin Sâmit Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Ben Hz. ibrahim'in duâsıyım. Beni en son müjdeleyen Hz. isa'dır.[195]

 

1476. [3:46, Hadîs No: 2705]

îbni Abbas (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduk­larını rivayet ediyor:

Ben ilmin şehriyim. Ali ise ilmin kapısıdır. Kim ilim öğrenmeV is­tiyorsa ilmin kapısına gelsin.[196]

 

1477. [3:47, Hadis No: 2706]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Peygamberler, baba bir kardeştirler; anaları ayrı, dinleri birdir.[197]

 

1478. [3:49, Hadis No: 2710]

Sehl bin Sa'd (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor:

Ben ve yetimin bakımını üzerine alan kişi Cennette [şehadet ve orta parmağını bitiştirerek] şu iki parmak gibiyiz.[198]

 

 1479. [3:49, Hadis No: 2712]

Câbir (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet ediyor:

Sen de, malın da babanınsınız.[199]

 

Bu hadîsin tamamı, ibni Mâce'öe geçtiği şekliyle şöyledir:

Bir defasında Sahabîlerden birisi Peygamberimize gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, babam malımın hepsini yiyip bitirdi" diye şikâyette bulundu. Peygambe­rimiz ona, "Sen babanın kazancısın, senin matın da ona helâldir" buyurdu. Son­ra sözlerine şöyle devam etti:

"Şüphe yok ki, evlâdınız sizin en helâl kazancınızdandır. Bunun için onların kazancından yiyiniz."[200]

Evlâdın, babanın kazancı olması, mecazidir. Ondan bir parça olduğunu ifâ­de eder.

Şevkânî'ye göre, bu hadis, babanın çocuğun malına ortak olduğuna işaret eder. Böyle olunca bir baba evladının malını ondan izin almadan da yiyebilir. Kendi malından tasarruf ettiği gibi, ondan da tasarruf edebilir. Fakat israf ede­mez ve gayr-i meşru yollara harcayamaz.

Âlimlerin ekseriyetine göre, zengin olan çocuğun fakir olan anne ve babası­na bakması farzdır.

İmam Şafiî'ye göre ise, baba fakir ve çalışamaz durumda oiursa, nafakası oğlu üzerine farz olur. Şayet babanın malı varsa veya çalışabilecek kadar sıh-hatliyse, geçimi oğlunun üzerine farz değildir.

Ibnü'l-Hümam da, "Evladınız sizin kazancınızdır" ifâdesini izah ederken, bu­nun "Çocuğun malı babasının malıdır" şeklinde anlaşılmaması gerektiğine dik­kat çeker. Delil olarak da, kişi öldüğünde eğer çocukları varsa, malının altıda bi­risinin babasına miras olarak geçtiğini, eğer çocuğun malının mülkiyet hakkı babanın olsaydı kişi vefat ettiğinde malının tamamının babasına verilmesinin gerekeceğine dikkat çekmiştir.

Bu hadisle İlgili Hattâbî'nin görüşleri ise şöyledir:

"Adamın maksadı şu olabilir: 'Benim malım az, çocuğum da var. Böyle iken babam benden nafaka istiyor. Eğer babamın istediği nafakayı verirsem, malım tükenir.'

"Resûlullah {a.s.m.) onun mazeretini kabul etmeyerek, 'Sen babanın kazan­cısın, malın da ona helâldir' buyurmuştur. Resülullahın bu sözünün mânâsı şu­dur: 'Baban kendi malı gibi senin malından da ihtiyacı nisbetinde alır. Senin malın olmadığında çalışarak mal kazanabilirsen, çalışıp babanın nafakasını ödemen vaciptir.

"Bu hadiste babanın bir ihtiyacı yok iken ve nafakadan ayrı olarak evlâdının malını elinden alıp, dilediği gibi kullanma mânâsı kastedilmemiştir. Bu hadisten, evlâdının malını nafakadan başka şeylere harcayıp tüketme ve yok etme mâ­nâsını çıkarıp, bu şekilde hüküm vermiş bir İlim adamını da bilmiyorum."

Buna göre evlâdın işi ve evi her ne kadar ayrı olsa da, ihtiyaç durumunda annesinin ve babasının geçimini temin etmekle vazifelidir. Anne ve baba, zen­gin olan evladının malından geçimini temin edecek kadar alabilir. Fakat evladın malının mülkiyeti kendisine aittir. Babası onu israf edemez, sefahette de kulla­namaz.

Burada şu hususu da belirtelim: Eğer baba ile oğul aynı işte çalışıyorlarsa, aralarında bir ortaklık da yoksa, kazanılan servet babanındır. Çünkü örfe göre oğul babasının yardımcısı durumundadır, bu durumda evlâdın büyük veya kü­çük olması hükmü değiştirmez. Şayet evli ve çoluk çocuk sahibiyse, bana onun ve çocuklarının geçimini temin edebilecek miktarda bir ücret vermelidir.

Baba ile oğul, şayet bir ortaklık akdi çerçevesinde çalışıyorlarsa, kazancı bu akde göre aralarında paylaşırlar.

 

1480. [3:51, Hadis No: 2716]

Râşid bin Sa'd'dan rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

Ramazan ajanda ailenize yaptığınız harcamayı arttırm. Çünkü Ramazan'da yapılan harcama Allah yolunda yapılan harcama gibi­dir.[201]

 

1481. [3:52, Hadis No: 2718]

îbniAbbas (r.a.) rivayet ediyor:

Musibet ve sıkıntının geçmesini sabırla beklemek ibâdettir.[202]

 

1482. [3:52, Hadis No: 2721]

İbni Mes'üd (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduk­larını rivayet etmiştir:

imanın son sınırı haramdan titizlikle sakınmaktır. Kim Allah'ın verdiği rızka kanaat ederse Cennete girer. Kim de ciddî olarak Cen­neti isterse Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından korkmaz.[203]

 

1483. [3:53, Hadîs No: 27221

Ebû Miısâ (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğu­nu rivayet ediyor:

Allah ümmetim için bana iki güvence indirdi: Biri "Sen içlerinde olduğun halde Allah onlara azap edecek değildir." Diğeri, "Onlar Al­lah'tan bağışlama diledikleri halde Allah onlara azap verecek değil­dir" [204] cümleleridir. Ben vefat,edince aralarında Kı­yamete kadar ikinci güvence olan istiğfarı bıraktım.[205]

 

1484. [3:53, Hadîs No: 2723]

Katâde bin Nu'man'dan (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

Allah Cebrail'i, bana gönderdiği suretlerin en güzelinde indirdi. Cebrail şöyle dedi: "Ey Muhammed, yüce Allah sana selâm söylüyor ve şöyle buyuruyor:

"Ben dünyaya dostlarım için acı, bulanık, dar ve sıkıntılı olmasını vahyettim. Tâ ki, Bana kavuşmayı özlesinler. Ben dünyayı dostlarım için bir zindan, düşmanlarım için de bir Cennet olarak yarattım.[206]

 

Dilimizde dolaşan güze! bir söz vardır: "Dünyada rahatlık yoktur" diye. Çün­kü dünya hayatı acılarla, üzüntülerle, sıkıntılarla doludur. Bilhassa mü'minin ba­şından belâlar eksik olmaz. Bunun sebebi mü'minin manen olgunlaşıp Cennete lâyık hale gelmesidir. Cenab-ı Hak sevgili kullarına çeşitli musibetler verir; onla­rı sabra, tahammüle davet ederek manen yükselmelerini sağlar. Bu konuda Lem'alaföa şöyle denilir: "Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder [olgunlaşır], vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak [monoton] istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz [sırf hayır] olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan [bütün bütün şer olan] ade­me yakındır ve ona gider."[207]

Sabır ve tahammül gösterildiğinde mü'min kullarının günahlarını silen, onla ra manevî makam ve mertebeler ihsan eden Cenab-ı Hak, işte böyle dünya ha­yatını belâ ve felaketlerle donatmıştır. Çile ve ıztırap eksik olmaz insanın haya­tında. Bazan dünya yıkılacak olur. insan o kadar daralır, bunalır ki nerdeyse çıldıracak dereceye gelir. Ama mü'min bütün bu hallerde huzurundan pek bir-şey kaybetmez. Çünkü o zahmette rahatı bulmuş insandır. Herşeyin Allah'ın iz­ni ve müsaadesiyle olduğuna inanır ve Ondan gelen herşeyi sabır ve taham­mülle karşılar.

işte musibetlerin verilmesinin hikmeti onlarla dünyanın aldatıcı cazibesini kı­rıp nazarları Allah'a yöneltmek içindir. Böylece Cenab-ı Hak, sevgili kullarını, dostlarını dünyadan küstürüp ebedî cemaline kavuşmayı özlettirir. Dünyanın öyle sıkıntılı halleri vardır ki, meselâ Bedîüzzaman'ın belirttiği gibi, "İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fena ve zevalin damga­sını ve acı mânâsını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâkl matlûbu arattırıyor."[208]

Allah'ın bu sevgili kulları, Cennet ve cemalullah gibi o kadar büyük nimetlerle karşılaşırlar ki, dünya hayatı bunun yanında zindan gibi kalır.

Allah'ın düşmanları için dünyanın Cennet hâline gelmesi de âhiretlerine nis-betledir. Yani âhiretîe öyle azap çekeceklerdir ki, dünya onun yanında bir Cen­net gibi kalacaktır. Yoksa kâfir dünyada da bir nevi Cehennem hayatı yaşamak­tadır. Görünüşte şatafatlı, parlak bir hayat geçirmektedir, fakat içi ıztırap ve sıkıntılarla doludur. Çünkü inançsız insan, ölümü yokluk olarak görür. Her an darağacında asılacakmışcasına korku ve endişe içerisinde kalır. Lezzetleri bü­tün bütün kaçar. Hiçbirşeyden gerçek mânâda bir lezzet alamaz.

İnanan insan ise, dünyayı âhiretin bir bekleme salonu şeklinde görür. Dün­yası ne kadar sıkıntılı ve ıztıraplı da olsa, gideceği yerde rahat edeceği düşün­cesiyle sabreder, şükreder. Mü'minin dünyası âhiretine nisbeten zindan şeklin­dedir. Yoksa mü'min dünyada da bir nevi Cennet hayatı yaşamaktadır. Bedenen zindanda bile olsa ruhen bahçelerde, saraylardadır. Çünkü mü'min acı tatlı herşeyin Allah'tan geldiğini bilir, Yunus'un diliyle "Narın da hoş, nurun da hoş" der, Allah'tan gelen herşeyi hoş karşılar, tahammül eder, sabreder.

 

1485. [3:56, Hadîs No: 2732]

Ukbe bin Âmir (r.a.) rivâye ediyor:

Bana benzeri asla görülmemiş bâzı âyetler indirildi. Bunlar: Felâk ve Nâs sûreleridir.[209]

 

1486. [3:57, Hadîs No: 2733]

Ömer'den (r.a.) rivayetle:

Bana on âyet indi ki, kim hakkını vererek onları okursa Cennete girer: Bu, Mü'minûn Sûresinin ilk on âyetidir.[210]

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Ashabıyla sohbet ederken, birden vahiy hali belirdi. Bir saat o hal üzere kaldı. Vahiy hali gittikten sonra, "Bana on âyet indi ki, kim hakkını vererek onları okursa Cennete girer" buyurdular ve bunun Mü'­minûn Sûresinin ilk on âyeti olduğunu ifâde etti ve okudu.

Hadiste yer alan "hakkını vererek" okumaktan maksat, "hükmünü yerine ge­tirerek, yaşayarak" demektir. Mü'minün Sûresinin ilk on âyetine bakıldığında, bu sözün ne kadar yerinde olduğu daha da iyi anlaşılır. Bahsi geçen âyetler meâlen şöyledir:

"Mü'minler kurtuluşa ermiş, umduklarına kavuşmuşlardır. Onlar namazlarını Allah'tan korkarak, hürmet ve tevazu içinde ve tâdil-i erkân ile kılarlar. Onlar dünya ve âhiretlerine taydaşı dokunmayan herşeyden yüz çevirirler. Onlar nail oldukları her türlü nimetin zekâtını aksatmadan verirler. Onlar namuslarını ko­rurlar. Ancak hanımlarına ve cariyelerine karşı müstesna—bunlarla olan yakın­lıklarından dolayı kınanmazlar. Kim helâl sınırını aşarak bundan ötesine geç­mek isterse, işte öyleleri haddini aşmış olanlardır. O mü'minler ki, Allah'a ve kullarına karşı olan emânet ve mesuliyetlerini yerine getirirler ve sözlerinde du­rurlar. Onlar namazlarını devamlı olarak, vaktinde ve şartlarına riâyet ederek kılarlar. İşte onlar [Firdevs Cennetine] vâris olanların tâ kendisidir."

Burada dikkat çekilen amelleri işleyen kimse, kuvvetli bir imana sahip de­mektir. Böyle bir imana sahip olan kimsenin, Allah'ın diğer emir ve yasaklarına da uyacağı ise kesindir. Allah'ın böyle bir kulunu Cennetine koymaması için de zahirî hiçbir sebep yoktur.

 

1487. [3:57, Hadîs No: 2735]

Âişe (r.a.) rivayet ediyor:

insanlara lâyık oldukları değeri veriniz.[211]

 

İnsan şeretli, üstün bir yaratıktır. Cenab-ı Hak diğer yaratıklara vermediği birçok özelliği ona ihsan etmiştir. Bitkiler, hayvanlar, Ay, Güneş, atmosfer hep insana hizmet edip durur. Allah'ın bu kadar değer verip yarattığı insana, şanına lâyık tarzda hürmet ve ilgi göstermek gerekir,

Herşeyden önce insana insan olduğu için değer vermelidir. Sonra ilmi, mad­dî ve manevî makamı sebebiyle onlara ayrıca değer vermek gerekir. Âlimler, maneviyat büyükleri daha çok hürmete lâyıktırlar. Makam ve mevki sahibi kim­selere makamları gereği hürmet gösterilir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Bir kavmin reisi geldiği zaman hürmet gösteriniz" buyurmuş ve bizzat kabile reisleri­ne özel bir değer vermiştir, Bir cemaatin büyüğü, bir topluluğun reisi durumunda olan kimselere duyulan hürmet, sadece onunla değil çevresiyle de dostluk bağ­larını kuvvetlendirir.

Eğer bir insan gerçekten hürmete lâyık meziyet ve faziletlere sahipse ona değer verilmeli, ilgi gösterilmeli, hürmet edilmelidir. İster makam sahibi olsun, ister olmasın bu değişmez. Yalnız bu değer verme, haddi de aşmamatıdir. Lâyık olduğundan daha fazla bir değer verilmemelidir.

insanlara lâyık oldukları değeri vermemek, onları hiçe saymak; büyük bir saygısızlıktır. Değer vermeyene değer verilmez.

 

1488. [3:58, Hadîs No: 2738]

Enes'den (r.a.) rivayetle:

İster zâlim, ister mazlum olsun din kardeşine yardım et. "Maz­lumken tamam da, zâlim iken ona nasıl yardım edeyim?" diye sorul­du. Resûlullah şöyle cevap verdi:

Onun zulmüne engel olursun. İşte böyle yapman, kendisine yar­dım etmektir[212].

 

1489. [3:59, Hadîs No: 2740]

Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:

Düşün, sen ne kırmızı tenli, ne de siyah tenliden daha üstün de­ğilsin. Ancak takvan ile üstün gelebilirsin.[213]

 

1490. [3:59, Hadîs No: 2742]

Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Nimet konu»undu ktndinisd«n aıagıda olana bikımi, yukarıda olana bakmıymıg, Böylt yapmanız Allah'ın üiirtnlidukt nimetlerini küçümsamemeniss açılından duha uygundur.[214]

 

1491. [3:60, Hadîs No: 2744]

tbni Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:

Kocanla olan davranışına dikkat et. Çünkü o senin cennetin veya cehennemindir.[215]

 

1492. [3:61, Hadîs No: 2746]

Ebü Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:

Ver, ey Bilâl! Arş'm sahibinin seni fakir düşürmesinden korkma.[216]

 

1493. [3:61, Hadîs No: 2747]

Esma binti Ebû Bekir (r.a.) rivayet ediyor:

Allah yolunda ver. Verirken ince hesaplama. Yoksa Allah da sana inceden inceye hesaplayarak verir. İhtiyaç fazlası malı esirgeme. Yoksa Allah da senden esirger.[217]

 

1494. [3:63, Hadis No; 275I3]

Çoğu sarhoşluk"veren şeyin, azından da sizi nehyederim.[218]

 

Sarhoşluk veren içkilerin maddeten ve manen ne gibi zararlara sebep oldu­ğu iadece ilmen bilinen bir gerçek değil, yaşanan ve şahit olunan hadiselerden' illr. Nice ocaklar içki yüzünden sönmektedir. Birçok kaza ve felâketlerin kayna­ğında o vardır. Kavgalar, gürültüler, ölüm ve öldürme gibi hadiselerin birçoğundit İçki bulunur. Ya hastahane, ya tımarhane, ya hapishane, ya da mezaristan* d« noktalanan bir felakettir içki.

Höyle bir içkinin sadece çoğunun değil, azının da haföm olduğunu bildiriyor Mnygamberimiz (a.s.m.). Çoğu sarhoş ediyorsa, azı da haramdır. Onun İçindir Ki. "Bu az birşey. Bundan ne çıkar" denilmemelidir. Böyle diyen, zamanla orii alışır, kendini çoğunun içerisinde bulur. Bu bakımdan azından kaçınan, çoğu­nun sebep olabileceği tehlikelerden de korunmuş olur. İlk adımlar çok önemli-diı Mühim olan bu ilk adımı atmamaktır. Öyle ilk adımlar vardır ki kötü sonla noktalanır. Resûlullah, içkinin azını yasaklamakla ilerde sebep olabilecek tehll-Kelori, daha başından önlemeyi hedeflemiştir.

 

1495. [ 3:63, Hadîs No: 2755]

Muûviye (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu. rivayet ediyor:

Her türlü gerçek dışı sözü söylemekten sizi nehyediyorum.[219]

 

Dinimizde hassasiyetle üzerinde durulan hususlardan birisi de, doğru söyle­mek; yalandan kaçınmakdır. Peygamberimiz bu hadislerinde ümmetini her türlü gorçek dışı, yalan sözden nehyetmiştir.

Unutmamak gerekir ki, yalan söylemek münafıkların sıfatıdır. Peygamber Elendimiz (a.s.m.) bir başka hadislerinde, konuştuğunda yalan söyleyen kimse­nin münafık sıfatı taşıdığını bildirmiştir.[220] Bir başka hadislerinde ise "Sana inanan bir kırdffine yılın «yitmenden dahi büyük bir hıyân«l yoMur"[221] buyura­rak meselenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir,

Bedlüzzimın Hazretleri ât, "Herşeyden evvel bİ2e lâzım elin nedir?" şeklin-deki bir suâl», "Doflruluk" ctvıbmı vermiştir. "Başka?" denilince do "Yalan söy-lomemek" demiştir, "Neden?" denilince İse şöyle karşılık vermiştir: "Küfrün mâ­hiyeti yalandır. İmânın mâhiyeti sıdktır. Şu burhan [delil] kâli değil midir ki, haya­tımızın bekası îmânın ve sıdkın ve tesânüdün devamıyladır."[222]

 

1496. [ 3:64, Hadîs No: 2759]

Şahsiyet sahibi kimselerin hatâlarını affetmeyi ganimet biliniz.[223]

 

Herkes hata işleyebilir. Bazıları bile bile hata yapar. Bazıları farkında olma­dan Bazıları hatalarında ısrar eder, pişmanlık duymazlar. Bazıları ise hata işle-n« de hatalarından dönebilme, pişmanlık gösterebilme faziletini gösterirler. Şah-üiyotll kimseler, ne yaptığını, ne yapacağını bilen, sözü sohbeti dinlenir, olgun lııısîinlardır. Böyle kimseler şeref ve itibarlarını düşünür, toz kondurmak iste-ııı«/, dolayısıyla bilerek kolay kolay hata yapmazlar. Hata yaptıklarında da onu (Jıı/ttltmo yollarını ararlar. İşte böylesine onurlu, şahsiyetli kimselerin hataları büyütülmemeli, afla karşılanmalıdır. Çünkü böyle kimselerin öyle faziletleri var­dır ki, hataları bunlar yanında çok ufak kalır. O halde o faziletleri hürmetine bir­kaç kusurunu affedebilmeliyiz. Böyle davranış, onların sevgisini kazanmaya ve-lllt olur, biz de sevap kazanırız. Katı davranır, affetme yoluna gitmezsek en izından onları üzmüş olur, hatta nahoş durumların ortaya çıkmasına sebep ola­bilir; atfetme sevabından da mahrum kalmış oluruz. Hadis onları affetmeyi bir fıriit bilmemizi öğütlemektedir. Bu, affeden kişi için büyük bir kadirşinaslıktır.

 

1497. [ 3:64, Hadîs No: 2760]

Sftf« (r.a.J rivâyvt mllytm

la'd bin Mua&'ın alümündin dolayı Rahman olan Allah'ın Arşı ttUandı.[224]

 

1498. [ 3:64, Hadîs No: 2761]     -

Enes'den (r.a) rivayetle:

Bid'at ehli yaratıkların ve mahlûkatm en kötüleridir.[225]

 

1499. [ 3:65, Hadis No: 2763]

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:

Cennet ehli kılsızdırlar, sakalsızdırlar, siyah kirpiklidirler. Genç­likleri bitmez tükenmez, elbiseleri eskimez.[226]

 

 



[1] Ibni Mâce, Siyam: 1.

[2] Beyhakı nın Şı bu l-lmanından.

[3] Müsned, 5:543.

[4] Tirmizî, Cennet: 4; Müsned, 3:29.

[5] Tirmizî, Cennet: 27; Müsned, 5:5.

[6] Taberânînin KeöıVinden.

[7] bni Adiyyln s/-Kâm#inden.

[8] Taberânf nin Evsafından.

[9] Taberânrnin Evsafından.

[10] Taberânînİn Kett/inden.

[11] Teğabün Sûreei, 14, 15.

[12] Taberânrnin Kebiri ve Hâkim'in MüstedreKinĞen.

[13] Buharİ, İlim: 38; Cenâiz: 33; Müslim, Zühd: 72; Ebû Davud, ilim: 4; Timizi, Filen: 70; İlim: 8,13; IbniMâce,

Mukaddime: 4.

 

[14] Taberânrnİn Keb¥\ ve Ebû Nuaym'ın Hrfye'sinden.

[15] Hâkim'in MüstedreK'ı ve İbni Hıbban'ın Sa/ritf inden.

[16] Taberânrnin Kab/finden.

[17] Taberânînİn Kebirinden.

[18] Buharı, Cenâiz, 33; Merzâ: 9; Eyman: 9; Tevhîd, 2, 25; Müslim, Cenâiz; 53; Müsned, 5:204,206,207.

[19] Tirmizi, Daavât: 83.

[20] A'raf Sûresi, 180.

 

[21] TaberânFnin Kebîfl ve Ebû Nuaym'ın Hy/ye'sinden.

[22] IbniMâce, Cenâiz:53.

[23] BeyhakVnin #'faü7-/marfından.

[24] !bni Asâkifâen,

[25] ibniMâce, Siyam: 48

[26] Hâkim'in Mûstedrek'möm.

[27] Müsned, 6:55,98.

[28] Ibni Adiy/in el-Kâmit'möm.

[29] Beyhaki'nin Şi'bû'l-lmart möan.

[30] Bezzazdan.

[31] Taberânînin Kebirinden.

[32] İbni Ebi'd-Dünyetdan.

[33] Deylemrnin Müsnedü'l-Firdevgirvien.

[34] Taberânrnin Kabf/indan.

[35] Buharı, İstikraz: 4; Vekâle: 6; Müslim, Müsakât: 120; Müsned, 4:268,416, 456.

[36] Tecrid-i Sarih Tere, 7:90 (H. 1039.)

[37] Hatib'in fan/finden.

[38] îbni Mürdeveyhıten.

[39] ibniAsakiföen.

[40] Tirmizİ, Zûhd: 26; Müsned, 4:160.

[41] IbniMâce, Zühd: 17; Taberânî, Hüsnü'!-Hulk: 9.

[42] Bağavtden.

[43] Bezzatdan.

[44] İbni Mübârek'in Zühdünden.

[45] Hatib'in far/frinden.

[46] Ebö Davud, Sünnet: 16.     '

[47] Hatibin Tarifi] ve BeyhakVnin Ş/'fc>ü7-/marfından.

[48] Beyhaki'nin Şi'bü'l-îmartmdan,

[49] Ebû Ya'la'nın Müsnedı, Taberâni'nin Kebİfi ve BeyhakVnin Şi'bü'Nmari möan.

[50] Taberânrnin Kebtt\ ve Hâkim'in MösfedreA'inden.

[51] Tirmizî, Sevabü'l-Kurân; 7; Dirimi, Fezailü'l-Kur'ân: 21.

[52] Sözler, s. 321.

[53] Beyhakî'nin $/'bü7-f/narfından.

[54] Buharı, Cihad: 40,41,135; Fezâilö's-Sahabe: 13; Meğazî: 29; Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 48.

[55] TaberânTnin Kefe/finden.

[56] ibniMâce, Zühd: 37; Buharı, Tevhid: 31; Müslim, İman: 334, 345; Tirmizî, Daavat: 130; Darimî, Siyer: 28,

Rikak: 85; Taberâni, Messü'l-Kufân: 26.

[57] Müsned, 3:157.

[58] Hâkim'in Müstedreklnden.

[59] Ebû Davud, Büyü1:81; Tirmizî, Vila: 7; Neseî, Hibe: 2,4; ibniMâce, Hibe: 5; Müsned, 1:234.

[60] Taberânînin Kebirinden.

[61] Hakİnttien.

[62] Ateşe/, Hacc: 134; Müsned, 2:11.

[63] Ebû Nuaym'ın Mar/fösinden.

[64] Darekutnînin Efradından.

[65] Rafiî'nin Tarihinden.

[66] Ebû Davud, Edeb: 87.

[67] Taberârtfnin Evsaf ı ve Beyhaki'nİn Şi'bû'l-îmarf \ndan

[68] IbniAsakirve Ebû Nuaym'ın Hf/ye'sinden.

[69] IbniMâce, Et'ıme:51

[70] Ibni Mâce, Et'ıme: 55.

[71] IbniMâce, Mukaddime: 19.

[72] Taberânrnin /Cebf/'inden.

[73] Buharı, Fezâilû'l-Kur'ân: 27; Menakıb: 23; Tirmizî, Birr: 71; Müsned, 4:193,194.

[74] EbüDavud, Edeb:20.

[75] Hatib'in Tariflinden.

[76] Ha/r/m'den.

[77] Taberânînin Kebîrinden.

[78] Müslim, İlim: 9; Timizi, Fıten: 34; IbniMâce, Fiten: 25.

[79] Taberânînin Kebîrinden.

[80] Mûsned, 6:381; Ebû Davud, Salât: 59.

[81] Müslim, Nikâh: 123; Ebû Davud, Edeb: 32; Müsned, 3:69.

[82] Buharı, Tabir: 45; Müsned, 2:96,119.

[83] Buharî, Edeb: 6; İman: 16; Diyat: 2; Istitabe: 1; Tirmizî, Tefsir-i Sûre: 4;

Nesei, Tahrim: 3; Kasâme: 48.

[84] IbniMâce, Nikâh; 50; Tirmizî, îman: 6.

[85] Taberânfrıin /Cebi/inden.

[86] Müsned, 4:62;

[87] Taberânİ'nin Evsafından.

[88] İnsan Sûresi, 30.

[89] Ibnünneccaı'dan.

[90] Hâkim'in MöstedreKlnden.

[91] Ebû Nuaym'ın Hılye'si ve Beyhaki'nİn Şi'bü'l-îmarimâan.

[92] Buhari, Sulh: 8; Cihad: 12; Müslim, Kasame: 24; Timizi, Cehennem: 13.

[93] Buharı, Enbiya: 54; Edeb: 78; Ebû Davud, Edeb: 6; Ibni Mâce, Zühd: 17; Taberânî, Sefer; 46. Müsned,

4:121,122,273.

[94] Halib'in Tariflinden.

[95] Taberânînin Kebirinden.

[96] Taberânfnin Kebîfinden.

[97] Şirazî'nin Arab'ından.

[98] Müsned, 6:19,77.

[99] Taberanî'nin Kebiri ve Beyhaki'nin Şi'bü't-lmartmdan.

[100] S/cz/den.

[101] Hâkİm'in MüstedrekindBn.

[102] Buharı, Hums: 19; Cihad: 37; Vesâyâ: 9; Dârimi, Zekât: 20; Müsned, 4:93, 98.

[103] Müslim, Zekât: ,61.168; Noseİ, Zekât: 95,97.98; Taberânİ, Sadaka: 13; Müsned, 1:200, 201, 290.

[104] Ebû Davud, Edeb: 61; Dârimi İstizan: 59.

[105] Taberânfnin Kebirinden,

[106] Buharı, Ahkâm: 7; Neseî, Be/a: 39; Kudat: 56; Müsned, 2:448.

[107] Tirmizî, Fiten: 79.

[108] Ahmed bin Hanbel'in Zühdünden.

[109] Neseî, Nikâh: 11; Ibni Mâce, Nikâh; 8; Müsned, 3:158, 245,254; 4:349, 351.

[110] Bezzar, Ebû Nuaym'ın H//ye'sinden.

[111] IbniMâce, Zühd: 20; Müsnsd, 4:94.

[112] Hatib'İn fanfinden.

 

[113] IbniMâce, Keffarat:5.

[114] Buharı, Buyu1: 79; Müslim, Müsakât: 101,102,104.

[115] Ebû Davud, Taharet: 94; Tırmizi, Tahare: 82; Ebû Davud, Vudû: 76; Müsned, 6:256.

[116] Buharı, Ahkâm: 4; Âhad: 1; Megazî: 59; Müslim, Imare: 39, 40; Ebû Davud, Cihad: 87; Neseî, Beya: 34.

[117] Buharl Şehadât: 27; Ahkâm: 20; Hıyel: 10; Müslim, Akdıye: 4,7; Dârimî, Mukaddime: 20.

[118] Buharî, Cenâiz: 43; Müslim, Fezâil: 62; IbniMâce, Cenâiz: 53; Müsned, 3:237,250.

[119] Dârekutnî'nin Efradı ve Hatibin Tar/tfinden.

[120] Buharı, Vuzu'; 11; Neseî, Tahare: 20; Müsned, 5:416, 421.

[121] Ibni Adiyyln el-Kâmit inden.

[122] Taberânînin Kebirinden.

[123] Ibni Sad'ın TabakkU ve Hâkim'in Müsîedrek'mden.

[124] Buharîm Edeb'i, Hâkim'in Müstedrek'ı ve BeyhakVnin Ş/'bü'/-/marfından.

[125] Buharî'nin Tariflinden.

[126] Buharı, Vüzu': 58; Edeb: 80; Sbü Davud, Tahare: 136; Tirmizî, Tahare: 112; Ateşe», Tahare: 44.

[127] Müslim, Talak: 29; Tirmizî, Tefsîr-i Sûre: 66; Müsned, 3:328.

[128] Neseî, Büyü': 97; IbniMâce, Sadakat: 16; Müsned, 4:35,36.

[129] Buhar!, bfzan: 11; Müslim, Edeb: 41; Tirmizî, Isti'zan: 17; Müsned, 5:330,335.

[130] Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azim, 3:291.

[131] Nur Sûresi, 27, 28.

[132] Tefsîrû'l-Kur'âni'l-Azîm, 3:290; Üsdü'l-Gâbe, 2:283.

[133] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 12:167.

[134] A.g.e., 12:169.

[135] Tecrİd-i Sarih Tercümesi, 12:324.

[136] Nur Sûresi, 58, 59.

[137] Taberânfnin Keft/Vinden.

[138] Muhammedbin Mansuf dan.

[139] Müslim, Tahare: 16.

[140] Râfirnin fanft'inden

[141] Keşfü'l-Hafâ, 2:9.

[142] Tirmizî, Zekât: 28.

[143] Taberânfnin Kebiri ve Hâkim'in MüstedreKMen

[144] Buharı, Fezâilül-Kur'ân: 23, Müslim, Müsafirîn: 226; IbniMâce, Edeb: 52; Ateşe/, Iftitah: 37; Taberânî, Kuran: 6; Mösned, 2:17,23.

[145] Buhar!, Zebâih: 31; Büyü': 38; Müslim, Birr: 146; Ebû Davud, Edeb: 16; Müsned, 4:404,405, 408

[146] Furkan Sûresi, 29.

[147] Müslim, İlim: 2

[148] IbniMâce, Mukaddime: 7/46.

[149] Buharı, Savm: 6; Büyü': 49; Müslim, Fiten: 8; Tırmizî, Fiten: 10; Zühd: 26; Müsned, 2:392,6:105.

[150] Hak iim'den

[151] Beyhakî'nih Şfbv'l-fmâtfmâan

[152] Buharı, Cuma: 7; îdeyn: 1; Büyü1:40; Hibe: 27,29; Cihad: 177; Müslim, Libas: 6-10; Ebû Davud, Salât: 213;

Neşet, îdeyn: 5; Zînet: 83, 85, 90; Müsned, 1: 46, 49; 2:20.

[153] IbniMâce, Libas: 19.

[154] Tirmizî, Cihad: 24; Müsned, 5:198.

[155] Müslim, Zikir: 41; Ebû Davud, Vitir: 26.

[156] Tirmizî, Daavat: 24

[157] Buharı, Merzâ: 3,13,16; Müslim, Birr: 45; Dârimî, Rikak: 57; Mösned, 1:381,441,455.

[158] Müslim, Birr: 87.

[159] Taberânî'nin Ksb/Vİnden

[160] Tabakât, 8:224.

[161] Hayatü's-Sahabe Tere, 3:178.

[162] Tirmizİ, Menâkıb: 31; Mösned, 3:14,17,26,59; 5:182.

[163] A/esef, Bey'a: 18; fbniMâce,Cihad: 43; Taberânî,Bey*a:2; Müsned, 6:357,404,459.

[164] Buharı, Megâzi: 61; Müslim, Zekât: 144; Müsned, 3:4,

[165] Bubari, Ezan: 65; Müslim, Salât: 191; Müsned, 3:109

[166] Müslim, Hibat: 14-16; Neseî, Nahl: 1; Müsned, 4:268,270,273,276.

[167] Müslim, Hibât: 13-19.

[168] İbni Nafi’den.

[169] Müslim, Tİrmizive MûsnedĞen.

[170] Taberârrfnin Keb/lr'inden.

[171] Taberârrînin Kefe/Zinden.

[172] Nahl Sûresi, 90.

[173] Buhâri, Edeb: 13; Tirmizî, Birr: 16.

[174] Hâkim'in MüstedreK'ı ve Beyhaki'nin Şi'bü'l4mart\r\dan.

[175] TaberânîTıin Kebîf'ınâen.

[176] Timizî, Ubas: 38.

[177] Hayatü's-Sahabe, 2:472.

[178] Taberânfnin Keö/Ti'nden.

[179] Taberânînin Kebît'ı ve Beyhaki'nin Şi'bü'i-îmarfmöan.

[180] Hakînföen.

[181] Taberânfnin Kebîrinden

[182] Mösned, 5:238.

[183] Taberânrnin KetoVinden.

[184] Müsned,3:184,191.

[185] Taberânî'nin Kebirinden

[186] Neseî, Siyam: 84,83.

[187] Neseî, Zekât: 84.

[188] Beyhakt'nin, Şi'bü'i-lmariıodan.

[189] Buharı, Cihad: 52,61,97,167; Megazİ: 54; Müslim: Cihad: 78,80; Timizi, Cihad; 15; Müsned, 4:280,281.

[190] IbniSa'd'ın Tabaka:1 ırıcan.

[191] Tİrmkî, Menakıb: 1; Dârimî, Mukaddime: 8.

[192] Müslim, Fezâil: 3; Ebû Davud, Sünnet: 13; Tirmizî, Menakıb: 1; IbniMâce, Zühd: 37; MüsnedZ 540; 3:2. 1473.

[193] Hâkim'in MöstedreKinden.

[194] Ibnünneccafdan.

[195] Ibni Asafdfden.

[196] İbni Adiyyin el-Kâmit\, Taberânî'nin Keö/Yi ve Hâkim'in MüstedreK'ınden.

[197] Buharı, Bedü'l-Halk: 64.; Enbiya: 68.

[198] Buhari, Talaı: 25; Edeb: 24; Müslim, Zühd: 42; Ebû Davud, Edeb: 123; Timizi Bir: 14; Taberânî, Şiir: 5;

Müsned, 2:375

[199] IbniMâce, Ticârât: 64; Müsned, 2:179,204,214.

[200] İbni Mâca, Ticârât: 65.

[201] bni Ebi'd-Dünyâdan.

[202] Kazâîdon.

[203] Darekutnî'nin Efrarfından

[204] [Enfal Sûresi, 32.]

[205] Timizi Tefsir-i Sûre; 4, 8

[206] Beyhaki'nin Şi'bü'l-İmariından.

[207] Lem'alar, s. 9.

[208] Sözler, s. 187.

[209] Ebû Davud, Edeb: 98; A/ese/, lstiâzer-1.

[210] Tirmizî, Tefsir-i Sûre: 23.

[211] Müslim ve Ebu Davuddau.

[212] Buharı, İkrah: 7; Müsned, 3:99.

[213] Müsned, 5:158.

[214] Müslim, Zühd: 9; Tirmizi, Kıyım»: 81; Ubu: 31; hnl Mâca, Zühd: 9.

[215] TaberânFnin Kebîrinden.

[216] Bezzarve Taberânînin Kebîrinden.

[217] Buharı, Zekât: 22; Hibe: 15; Müslim, Zekât: 88,89; Müsned. 6:139,160,345,346,353,354.

[218] Ebû Davud, Eşribe: 5; Timizi Eşribe: 3; Nesei, Eşribe: 25; Ibni MAce, Eşrlbo: 10.

[219] Taberânrnin Keb/Yinden,

[220] Müslim, İmân: 106.

[221] Ebû Davud, Edeb: 71.

[222] Münâzarât.s. 103,104.

[223] Ebû Bekir el Merziban'ın Kitabü'l-Mürûetinden.

[224] Buhari, M*nakıbü'l-Er>aAr: 12; Müslim, Fezallü's-Sahabe, 123,125; Tırrnızi, Menakıb: 50; Ibni Mice,

      Mukaddeme: 11; Müsned, 3:234; 296; 4:352.

[225] Ebû Nuaym'ın Hı/yt'sindtn,

[226] Tirmizî, Cennet: 8,12; Dârimî, Rikak: 104; Müsned, 2:295,343;5:232,240,