Cidâl
ve Mirâ, sözle yapılan mühâsama ve munâzaradır.
Cidâl,
lügat olarak جدل kökünden gelir. Bu ise, sağlam olmak, sert olmak, ipi
sağlam bükmek, örgüyü sağlam kılmak gibi mânalara gelir. Bu asıldan olmak üzere
cedel, husumeti şiddetli olmak, cidâl ve şiddetli husumet etmek mânasına gelir.
Arapça'da cedel, cidâl, mirâ muhasama gibi kelimelerle ifade edilen aynı mânayı
dilimizde münâzara, münâkaşa, tartışma,
çekişme, cedelleşme gibi kelimelerle ifade ederiz, cedel ve muhasama
kelimelerinin de kullanıldığı olur.[1]
Bu
kök, mâna esas olmak üzere, muhalif tarafın fikirlerini çürütüp kendi
fikirlerini benimsetmek üzere geliştirilen ilme ilm-i cedel denmiştir.
Kendisine has prensipleri, kaideleri vardır. Cedel ilmi mantık, fıkıh, hitâb,
münazara gibi muhtelif dinî ve gayr-ı dinî ilimlerle teması olan bir ilimdir.
Asıl maksadı, karşı tarafı çürütüp kendi fikrini benimsetme melekesinin
tahsilidir. İlmî, amelî hayatta pratik faydaları vardır. İbnu Haldun,
Mukaddime'de cedel'i: "Fıkhî mezhepler arasında olsun başka muhalif
gruplar arasında olsun cereyan eden münâzara âdabını bilmektir" diye târif
eder. Fıkıh mezheplerinden herbirinin, kendi görüşünün haklılığını, muhalif
tarafın görüşündeki isabetsizliği ortaya koymak için gösterdiği gayret de bir
nevi cedel sayılmıştır. Fukahanın geliştirdiği cedel daha ziyade şer'î
delilleri esas alır. Bu hususu ilk sistemleştiren Hanefî fakihlerinden
Fahru'l-İslâm Bezdevî merhum (V. 482/1089) olmuştur. Bunun cedeli daha ziyade
nas, icmâ, istidlal gibi edille-i şer'iyyeye dayanır.
Bu
mevzuda isim yapan diğer bir şahsiyet Rüknüddin el-Âmidî'dir (V. 515/1121).
Âmidî, her ilimizde geçerli umumî münazara prensipleri üzerinde durmuştur.
el-İrşâd fi İlmi'l-Cedel adlı eseri kendinden sonra gelen Nesefî vs.
birçoklarına çığır olacaktır. Ancak şunu da belirtelim ki, bu sâhada ilk eseri,
fukahadan Ebu Bekr Muhammed İbnu Ali el-Kaffâl'ın (v. 336/947) verdiği kabul
edilir.
Cedel,
doğruyanlış, hakbatıl demeden kendi fikrini benimsetmeye, karşı tarafı
çürütmeye yönelik bir gayeyi esas alınca, inceleme mevzuu yapıp temas ettiği
bir kısım meseleler, prensipler (muğalata, safsata vs.), bâzı alimleri rahatsız
etmiş ve bu ilimle herkesin rastgele meşguliyetini uygun görmemişlerdir. Hatta
şöyle diyenler bile olmuştur:"
Sakın
ha şu cedel denen şeyle uğraşmayın. Bu, selef büyüklerinde yoktur. Onların
inkırazından ve dâr-ı ukbaya irtihallerinden sonra zuhur etmiş zamâne
fantezisidir, fıkıhtan uzaklaştırır, boş
şeylerle meşgul ederek ömrün zayi olmasına
sebep olur, ruhlarda vahşet ve adâvet uyandırmaktan başka bir işe de
yaramaz. Bu bir kıyamet alâmetidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hadislerinde böyle haber verilmiştir
vs..."
Bu
çeşit uyarılara sıkca rastlanır.
Ancak
şunu belirtmek gerek: İslâm âlimleri, menfi fikirlerin benimsetilmesinde
kullanılan bir kısım kaide ve prensipleri hakkın müdâfaası ve tebliği için
kullanma gereğine inanarak ilm-i cedel mevzuunda gâfil kalmamışlardır. Hatta
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan: وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتِى
هِىَ اَحْسَنُ "Ey
Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, ONLARLA EN
GÜZEL ŞEKİLDE TARTIŞ..." (Nahl 125) âyetini de kendilerine delil yaparak
doğrunun, gerçeğin ve hakkın izhârı için, bu ilmi geliştirmişlerdir.
Günümüz
sol dünyasının diyalektik adı altında büyük bir itina ile üzerinde durduğu
cedel mevzuunda en azından dinin tebliğini
gâye edinen insanların bîgâne kalmaması gerekir. Zamanımızda
geliştirilen psikoloji, propaganda, reklâm gibi konuların da, artık cedelin
-geniş tutulması gereken- meşguliyet sahası içerisinde mütâlaası şarttır. Bazı
hadislerde cedele müteallik olarak gelen bir kısım kötüleme ve yasaklamaların, zamanı öldürmeye veya dinî teslimiyeti kırmaya müncer cidâl ve
meşguliyetlerle te'vili şarttır.[2]
اَللَّهُمَّ
اَرِنَا
الْحَقَّ
حَقّاً
وَارْزُقْنَا
اِتِّبَاعَهُ
وَاَرِنَا الْبَاطِلَ
بَاطًِ
وَارْزُقْنَا
اِجْتِنَابَهُ
ـ1ـ عن أبى
أمامة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
مَا ضَلَّ
قَوْمٌ
بَعْدَ هُدَى
كانُوا
عَلَيْهِ إَّ
أُوتُوا
الجَدَلَ. ثُمَّ
تََ:
مَاضَرَبُوهُ
لَكَ إَّ
جَدًَ بَلْ
هُمْ قَوْمٌ
خَصِمُون[.
أخرجه
الترمذى وصححه.
1. (1156)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir
kavm, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle
olmuştur."
[Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bunu söyledikten sonra, delil olarak] şu âyeti okudu:
"Onlar: "Bizim tanrımız mı yoksa O mu daha iyidir?" dediler.
Sana böyle söylemeleri, sırf tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz
münakaşacı bir millettir" (Zuhruf 58). [Tirmizî, Tefsir, Zuhruf, (3250);
İbnu Mâce, Mukaddime 7.][3]
AÇIKLAMA:
Hadis,
kendilerine gelen hidayetle istikamet üzere gitmeye başlayan milletler sonradan
sapıttı ise, bu sapmanın, peygamberin getirmiş olduğu dinî ta'limat (emirler,
yasaklar; iyikötü, hayırşer şeklindeki değer hükümleri gaybî ihbârât vs.) hakkında yersiz
münâkaşalara girmelerinden, aleyhte deliller getirmeye kalkmalarından hasıl
olduğunu belirtmektedir.
Din,
mü'minlerden öncelikle teslimiyet ister. İslâm dini de öyle. Esâsen Müslüman,
lügat olarak teslim olmuş demektir.
Ayet-i
kerimenin, peygamberlerle bâtıl yolda münakaşaya giren, öğrenmek ve ikna olmak
için değil, inad ve inkâr gayesiyle mucizeler taleb eden kavimleri sözkonusu
ettiği belirtilmiştir. Mamafih Kur'ân hakkında yürütülen inâd ve münakaşanın
maksûd olduğu, bunun da, herkesin kendi şahsî görüşlerini veya şeyhlerinin
fikirlerini öne çıkarmak ve üstün kılmak için Kur'ân'ın bazı âyetlerini diğer
bazılarıyla karşılaştırmak suretiyle
tahrik edilip, hakkın ortaya çıkmasının asla düşünülmediği hadiste, işte bu
çeşit tartışmanın kötülenip tahrim edildiği, hakkın izharı gibi faydalı bir
maksadla yapılacak münazaranın yasaklanmasının sözkonusu olmayacağı hatta
böylesi münâzaranın "farz-ı kifâye" olduğu belirtilmiştir.[4]
ـ2ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #: مَنْ
تَرَكَ
المِرَاءَ وَهُوَ
مُبْطِلٌ
بُنِىَ لَهُ
بَيْتٌ في
رَبَضِ
الجَنَّةِ،
وَمَنْ
تَرَكَهُ
وَهُوَ مُحِقٌّ
بُنِىَ لَهُ
بَيْتٌ في
وَسَطِهَا،
وَمَنْ
حَسَّنَ
خُلُقَهُ
بُنِىَ لَهُ
في أعَْهَا[.
أخرجه
الترمذى .
»رَبَضُ
الجَنَّةِ«
مشبهِ
بِرَبَضِ
المدينة، وهو
ما حولها من
العمارة .
2. (1157)- Yine Ebu Ümâme (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim
haksız olduğu bir münakaşayı terkederse kendisine cennetin kenarında bir ev
kurulur. Haklı olduğu bir münâkaşayı terkedene
de cennetin ortasında bir ev kurulur.Kim de ahlakını güzel kılarsa
cennetin yüce yerinde bir ev kurulur." [Tirmizî, Birr 58, (1994); Ebu
Dâvud, Edeb 8, (4800); İbnu Mâce, Mukaddime 7, (51); Nesâî, Edeb (6, 21).][5]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyeti, müellif, Tirmizî'ye nisbet ederse de Ebu Ümâme rivayeti Ebu
Dâvud'da yer almaktadır. Tirmizî'deki rivayet Ebu Ümame' nin değil Hz. Enes
(radıyallahu anh)'indir. Ayrıca mânada fark olmasa da lâfızlarda bazı
değişiklik mevzubahistir. Nesâî'deki rivayet Fadâle İbnu Ubeyd'dendir ve mânaca
buna yakındır.
2-
Hadis metninde geçen رَبَض (rabad),
bir şehrin surlarının dışında yer alan evlere denir. Kelimesi kelimesine
yapılacak bir tercüme "...cennetin dışında" veya
"banliyösünde" şeklinde olmalı idi. Ancak, âlimler bununla bir teşbih
yapıldığını, maksadın da dış taraf (veya "kenar") olduğunu belirtir.
Zîra Aliyyü'l-Kârî'nin Mirkâd'da açıkladığı üzere, itikadımızca cennetin
dışında, cehennemden başka bir ikamet yeri mevcut değildir. Sadece Mûtezile'nin
"el-Menziletü Beyne'l-Menzileteyn" inancı vardır. Ehl-i Sünnet,
hiçbir şer'î delile dayanmadıkları için Mûtezile'yi bu görüşünden dolayı
reddeder. Öyleyse, hadisin devamından da anlaşılacağı üzere, bundan murad
cennetin gözde olmayan, geri planda kalan yeridir, kıyı, kenar kelimeleriyle de
ifade edilebilir.
Şu
halde, mü'min şânına, imanına hiç
yakışmayan bâtıl bir iddiaya girer de bunu bir noktada bırakırsa Cenab-ı Hakk
lütfuyla buna bir mükâfaatta bulunuyor.
Haklı
olduğu bir meselede iddialaşma ve münazarayı bırakan, öncekinden daha büyük bir
sevap alıyor. Bu sevap kendisine mükâfaat olarak cennetin ortasında bir ev
verilmesi şeklinde ifade edilmiştir.
Böylece,
haklı bile olunsa münâkaşanın terkinde hayır olduğu ifade edilmiştir.[6]
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
المِِرَاءُ
في الْقُرآنِ
كُفرٌ[. أخرجه
أبو داود .
3. (1158)- Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular: "Kur'an hakkında münâkaşa küfürdür" [Ebu Davud, Sünnet 5,
(4603).][7]
AÇIKLAMA:
Buradaki
münakaşadan maksad Kur'an'ın kelamullah olduğu hususunda şekke düşmektir. Bazı âlimler, buradaki
münakaşadan maksadın Kur'an kadim mi, hadis mi? diye yapılacak münakaşa ile
müteşâbih âyetleri üzerine yapılacak münakaşa olduğunu söylemişlerdir. Bu
münakaşalar en azından bir kısım hakikatlerin inkarına ve dolayısıyla onların
örtülmesine müncer olacağından Resûlullah böyle bir ameli "küfür"
olarak tavsif buyurmuştur. Ehl-i bid'anın fikirleri dışında, haramhelâl gibi
ahkâmın ortaya çıkması, gâmız mânaların izhârı, ondaki hayat düsturlarının
keşfi gibi müsbet maksadlara mebni münâkaşa ve incelemelerin, tefsir
faaliyetlerinin -ehliyetli kimselerce yapılması şartıyla- müstahsen olduğu izah
gerektirmeyen bir husustur. Kur'ân'la ilgili bu çeşit mübâhaseler Sahâbe
devrinden beri olagelmiştir.
Tîbî
der ki: "Hadiste yasaklanan münâkaşadan maksad Kur'an-ı Kerim'in bazı
âyetlerini, diğer bazı âyetleriyle
tekzibe kalkışmaktır. (Bu durumda böylesi kötü niyetlilerin tahribini önlemek
için) Kur'an-ı Kerim'deki birbirine muhalif gibi gözüken âyetleri, selef
akidesine muvafık gelecek şekilde te'lif etmek maksadıyla gayret göstermek
gerekir. Te'lif edilemeyecek âyetlerle karşılaşılacak olursa (münakaşaya
girmeyip, "bundan murad ne ise Allah bilir" diyerek) Allah'a
tevekkül etmelidir."[8]
ـ4ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّه #: إنَّ
أبْغَضَ
الرِّجَالِ
إلى اللّهِ
تَعالى ا‘لدُّ
الخَصِمُ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا
داود.»ا‘لَدُّ«
الشديد
الخصومة.
»والخَصِمُ«
الذى يخْصِمُ إخوانه
ويُحاجُّهم.
4. (1159)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah'ın en ziyade buğzettiği erkek, şiddetli düşmanlık yapan
hasımdır." [Buharî, Ahkâm 34, Mezâlim 15, Tefsir, Bakara 37; Müslim, İlm
5, (2668); Tirmizî, Tefsir, Bakara, (2980); Nesâî, Kadât 33, (8, 247, 248).][9]
ـ5ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]خَرَجَ
رسولُ اللّه #
وَنَحْنُ
نَتَنَازَعُ في
الْقَدَرِ
فَغَضَبَ
حَتَّى
كَأنَّمَا فُقِئَ
في وَجْهِهِ
حَبُّ
الرُّمَانِ
مِنْ حُمْرَةِ
الْغَضَبِ.
فقَالَ:
أبِهذَا
أمِرْتُمْ؟
أمْ بِهذَا
أُرْسِلْتُ
إلَيْكُمْ؟
إنَّمَا أهْلَكَ
مَنْ كاَنَ
قَبْلَكُمْ
كَثْرَة التَّنَازُعِ
في أمْرِ
دِينِهِمْ
وَاخْتَِفُهُمْ
عَلى
أنْبِيَائِهِمْ[.زاد
في رواية:
عَزَمْتُ
عَلَيْكُمْ
أنْ َ
تَنَازَعُوا
فِيهِ. أخرجه
الترمذى .
5. (1160)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Biz kader hususunda münâkaşa ederken Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) çıkageldi. Öylesine kızdı ki, öfkenin hâsıl ettiği
kızıllıktan, yüzünde sanki nar taneleri
ortaya çıkmıştı. Bize şöyle çıkıştı:
"Bununla
mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim. Bilin ki, sizden
öncekileri, dinî meselelerdeki münâkaşalarının çokluğu ve peygamberleri
hakkında düştükleri ihtilâfları helâk etmiştir."
Bir
rivayette şu ziyade mevcuttur: "Kader hususunda münâkaşa etmemeniz için
yemin verdim." [Tirmizî, Kader 1, (2134); İbnu Mâce, Mukaddime 10, (85).][10]
AÇIKLAMA:
İslâm
dininin en ziyade münâkaşaya açık olan prensibi kaderdir. Kader, kulun -hayır
ve şer- bütün fiillerini Allah'ın
yarattığına, insanları yaratmadan önce ne yapacaklarını Levh-i Mahfuz'da
yazdığına, herşeyin, Allah'ın kazası, kaderi, irâde ve meşîeti ile meydana
geldiğine iman ve taata razı olup bunlara mukabil sevap vaadettiğine, küfür ve
masiyete râzı olmayıp bunlara karşı da ceza vaadettiğine inanmaktır.
Bu
inanç ilk bakışta mütenakız gibi görülür ve bazı halli zor sorular getirir.
Şöyle ki:
1-
Her şeyi Allah önceden yazdı ise, kul yaptığı amellerde mecburdur, bu durumda
fiillerinden sorumlu olmaması gerekir.
2-
Allah râzı olmadığı şeyi niye yaratır?
3-
Yazılan şey meydana geleceğine göre çalışmanın
ne kıymeti var? Böyle bir inanç insanı tembelliğe atmaz mı? vs.
Sorular
daha da çoğalabilir. Bunlara ilmî, kesin cevap da bulmak zordur. Üstelik insan
fıtratı, tabiatı gereği, kader bahsi geçince bu sorları sorma ihtiyacı duyar ve
ilgisiz kalamaz.
Biz
burada teferruata girmeyeceğiz. Çünkü kaderle ilgili müstakil bir bölüm
gelecektir (4830-4846'ncı hadisler). Burada
iki noktaya temas edeceğiz:
1-
Kader, İslâm'ın Allah inancının bir parçasıdır. Kaderi reddetmek veya tereddütle karşılamak, Allah inancını
haleldâr eden bir durum getirir. Meselâ soralım:
Allah
her şeyi ezelden bilmemiş olabilir mi?
Allah
her şeyin miktarını önceden takdir etmemiş olabilir mi? Yani hâdisat, kâinatın
ahvâli tesadüflere bağlı olarak mı cereyan etmektedir?
Cevabımız
"Evet!"se kader var demektir, "Hayır"sa Allah inancımız
sakat demektir.
2-
Kader Allah inancımızı ilgilendirdiğine göre gaybî umûra girer, gayb sâdece
tasdik edilir, mahiyetini kavramakla ne
mükellefiz, ne de kâdiriz. Gayba iman mü'minin ana vasıflarından
biridir.
3-
Kul olarak biz, Allah'a karşı, bize bildirilen vazifelerden sorumluyuz. Bu
vazifeler nelerdir, açıkca belirtilmiştir. Emirler, yasaklar, mübahlar vs. Öyle
ise, kul olarak sorumlu olduğumuz vazifelere dikkat etmeli; ne dereceye kadar
yaptık, neleri yapmadık, niçin yapmadık, eksikleri nasıl telâfi ederiz,
mükemmele nasıl ulaşırız?... gibi.
Durum
böyle olunca, Allah söz konusu olduğu zaman "inandım!" deyip
geçilecek kader meselesiyle -vazife kılınmadığı halde- uğraşmak,
halledemiyeceğimiz yükün altına kendimizi atmak, ama öbür tarafta iktidarımız
dâhilinde olan ve yapmakla da mükellef olduğumuz vazifeleri bırakmak, herhalde
sağlıklı olmayan
marazî bir durum
olsa gerektir ki bu da mü'minlik, kulluk edebiyle hiç bağdaşmaz. İşte bu
sebeple olacak ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kader üzerine münâkaşa
edenlere kızmış ve: "Sizi bu konuda münâkaşa etmemeye mecbur ediyorum
(veya yemin veriyorum)" demiştir.
Şu
halde, bu mevzuda en sağlıklı yol "inandım" deyip, imanın getirdiği
vazifeleri yapma hususunda gayret sarfetmektir. Öyle ise kaderle uğraşmak
"emredileni terkedip, emredilmeyen şeyle meşgul olmak" veya hesabı
olan işi bırakıp, hesabı olmayan işe girişmek ve böylece sorumluluğu
katlamaktır.
Ve,
şimdiye kadar hiç kimse, kader hususunda Kur'an'ın bildirdiği çizginin dışında
tatminkâr bir çözüm getiremediğine göre şimdiden sonra da getiremeyecektir.[11]
ـ6ـ وعن ابن
المسيب قال:
]بَيْنَمَا
رَسُولُ اللّه
# جَالِسٌ في
أصْحَابِهِ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُم
وَقَعَ
رَجُلٌ
بِأبِى
بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
فآذَاهُ
فَصَمَتَ
عَنْهُ أبُو
بَكْرٍ،
ثُمَّ آذَاهُ
الثَّانِيَةَ
فَصَمَتَ عَنْهُ
ثُمَّ آذَاهُ
الثَّالِثَةَ
فَانْتَصَرَ
أبُو بَكْرٍ رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
فقَامَ رسولُ
اللّه #.
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ
أوَجِدْتَ
عَلىَّ
يَارسُولَ
اللّهِ؟ قالَ
َ؛ وَلكِنْ
نَزَلَ
مَلَكٌ مِنَ
السَّمَاءِ
يُكَذِّبُهُ
بِمَا قَالَ
لَكَ. فَلمَّا
انْتَصَرْتَ
ذَهَبَ
المَلَكُ
وَقَعَدَ
الشّيْطَانُ
فَلَمْ أكُنْ
‘جْلِسَ إذَا
قَعَدَ
الشَّيْطَانُ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (1161)- İbnu'l-Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ashâbının (radıyallahu anhüm) arasında otururken, bir adam Hz. Ebu
Bekir'e hakaretâmiz sözler sarfederek cefa verdi. Ancak Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh) adama karşı sükût
etti. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. O yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de eziyet
verince Hz. Ebu Bekir (adama hak ettiği cevabı vererek) intikamını aldı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hemen kalktı. Hz. Ebu Bekir:
"Ey
Allah'ın Resûlü, yoksa bana darıldınız mı?" diye sordu.
"Hayır"
dedi. "Ancak semadan bir melek inmiş, sana söylediklerini tekzib ediyordu.
Sen intikamını alınca melek gitti, şeytan oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben
orada duramam." [Ebu Dâvud, Edeb, 49 (4896, 4897).][12]
AÇIKLAMA:
Hz.
Ebu Bekir (radıyallahu anh), bidâyette
havassın yolu olan azimeti ihtiyar ederek, kendisine yapılan hakarete cevap
vermiyor. Ancak üçüncü sefer hakarete
mâruz kalınca dayanamayıp mukâbele ederek intikamını alıyor. Ayet-i kerimede Cenâb-ı
Hakk: "Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim
affeder ve barışırsa, onun ecri Allah'a aittir" (Şurâ 40) buyurur, Keza:
"Eğer ceza vermek isterseniz size
yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz and olsun ki bu, sabredenler için daha iyidir"
(Nahl 126) buyurulmuştur. Şu halde, Cenab-ı Hakk, yapılan kötülüğe misliyle
mukabele etmeye izin veriyor, ancak sabrın daha hayırlı olacağını belirtiyor.
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) başlangıçta -havas mertebesinde olanlara has
olan- azimet tarikini, yani sabrı ihtiyar etmekle daha hayırlı bir davranışta
idi. Cevab vererek intikam alınca, daha hayırlıyı bırakarak avam tabakası için
câiz olan bir davranışa yer verdiği için Resûlullah'ın aksülamelinde
(reaksiyon) ifadesini bulan bir kayba maruz kalmıştır. Öyle anlaşılıyor ki,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir'den sıddıkiyet mertebesine
muvafık mükemmel davranışın devamını arzu etmekte idi.
Azimet
yolu, avama da açıktır. Büyüklerin yoluna sülûk, küçüklere de büyüklük kazandırır.[13]
ـ7ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما أنَّهُ
قال: ]َتُمَار
أخَاكَ فإنَّ
المِرَاءَ َ تُفْهَمُ
حِكْمَتُهُ،
وََ تُؤمَنُ
غَائِلَتُهُ،
وََ تَعِدٌ
وَعْداً
فَتُخْلِفهُ[.
أخرجه رزين .
7. (1162)- İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) hazretleri şöyle buyurmuştur: "Kardeşinle münâkaşa etme, zîra
münâkaşanın hikmeti anlaşılmaz, sıkıntısı eksik olmaz, tutamayacağın bir vaadde
de bulunma." Rezîn ilavesidir.[14]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/267.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/267-268.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/269.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/269.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/270.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/270.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/271.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/271.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/272.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/272.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/272-274.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/274-275.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/275.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/275.