1. Hicret Ve Bâdiye (Çöl)De Yerleşim
4. Cihadın (Kıyamete Kadar) Devam Edeceği
5. Allah Yolunda Savaşmanın Sevabı
6. (İbâdet Maksadıyla) Seyahat Etmek Yasaklanmıştır
7. Allah Yolunda Savaştıktan Sonra Yurda Dönmenin Fazileti
9. Deniz Araçlarına Binerek Savaşa Gitmek
10. Kâfir Öldüren Kimsenin Üstünlüğü
11. Savaşa Giden Mücahidlerin Hanımları Savaşa Gitmeyen Erkeklere
Haramdır
12. Ganimetsiz Olarak Dönen Bir Seriyye(Nin Fazileti)
13. Allah Yolunda Yapılan Zikrin Sevabının ,Kat Kat Olacağı
14. (Allah Yolunda) Savaşırken Hayatını Kaybedenler
16. Azız Ve Celıl Olan Allah Yolunda Nöbet Tutmanın Fazileti
17. Allah Yolunda Savaşa Çıkmayı Bırakmanın Kerâhati
19. Bir Mazeretten Dolayı Harbe Katılmama İzni
22. Kendinizi "Kendi Ellerinizle Tehlikeye Atmayın!" Âyet-İ
Kerimesi
24. Dünyalık Elde Etmek Ümidiyle Savaşan Kimse
Allah'ın Dinini Yaymak İçin Savaşan Kimse
26. Şehid (Yetmiş Kişiye) Şefaat Edebilecektir
27. Şehidin Kabrinde Görülen Nur
28. Savaşa Gitmesi Gereken Bir Kimsenin Kendi Yerine Ücretle Başka Birini
Göndermesi
29. Savaşa Çıkan Gazilerin Savaş İçin Yardım Almaları Caizdir
30. Hizmetinin Ücretini Alıv.Ak Üzere Savaşan Kimse
31. Anne Ve Babası Razı Olmadığı Halde Savaşa Çıkan Kimse
33. Zâlim Bir Yönetici Emrinde Harbetmek
34. İnsan Başkasının Hayvanına Binerek Savaşa Gidebilir
35. Hem Kazanmak Hem De Ganimet Elde Etmek İçin Savaşan Kimse
36. (Allah Rızası İçin) Kendini Feda Eden Kimse
37. Müslüman Olup Da Allah Yolunda Savaşırken (Hiç Namaz Kılmadan Ve Oruç
Tutmadan) Öldürülen Kimse
38. Kendi Silah(nın Kendine Dönmesi) İle Ölen Kimse
39. Düşmanla Karşılaşınca Dua Etmek
40. Yüce Allah'dan Şehidlik Dileyen Kimse
41. Atların Yele Ve Kuyruklarını Kesmenin Kerâhati
42. Atların Hangi Rengi Daha Çok Sevilir?
Atın Dişisine De "Feres" Denilebilir Mi?
44. Hayvanlara Karşı Yerine Getirilmesi Emredilen Görevler
Yolculukta Bir Yerde Konaklamak
45. Atların Boynuna Yay İpi (Kiriş) Takmak
Atlara İyi Bakmak, Onları Harbe Hazır Bulundurmak Ve Onların Kaba
Etlerini Kaşağılamak
46. Hayvanların Boynuna Çan Takmak
47. Dışkı Yiyen Hayvana Binmek
48. İnsan, Sahip Olduğu Hayvanlara Özel İsimler Verebilir
49. Harbe Çıkılacağı Zaman "Ey Süvariler, Allah'ın Atlarına
Bininiz" Diye Nida Etmek
50. Hayvanlara Lanet Etmek Yasaklanmıştır
51. Hayvanları Birbirine Kışkırtmak Ve Aralarını Kızıştırmak
52. Hayvanları Dağlayarak Damgalamak
Hayvanların Yüzünü Ateşle Damgalamak Ve Yüzlerine Vurmak Yasaktır
53. Eşekleri Kısraklara Çekmenin Keraheti
54. Bir Hayvana Üç Kişinin Binmesi
55. Hayvan Üzerinde Binili Olarak Beklemek
57. Yolculukta Hızlı Yürümek Ve Geceleyin Yol Üzerinde Konaklamaktan
Sakınmak
58. Hayvan Sahibi Hayvanının Ön Tarafına Binmeye Başkalarından Daha
Layıktır
59. Harpte Hayvanların Topukları Üzerinde Bulunan Sinirleri Kesmenin
Hükmü
60. Yarışta Kazanan Kimse İçin Ortaya Ödül Koymak
61. Yayalar Arasında Düzenlenen Koşular
62. Muhallil (Denilen) Yarışmacı Hakkında
65. Ok İle Mescide Girmenin Hükmü
66. Kınından Sıyrılmış Halde Îken Kılıcın Alınıp Verilmesi Yasaktır
67. İki Parmak Arasında Gön Kesmek Yasaktır
72. Kişi Yolculuğa Çıktığı Zaman Nasıl Dua Eder?
73. Mücâhîdleri Uğurlarken Yapılacak Dua
74. İnsan (Bir Hayvana Veya Araca) Bindiği Zaman Nasıl Dua Eder?
75. Bir Yerde Konaklayan Kimse Hangi Duayı Okur?
76. Akşam ile Yatsı Arasında Yolculuk Yapmanın Kerahati
77. Hangî Gün Yolculuğa Çıkmak Müstehabdır
78. Erken Yola Çıkmanın Fazileti
79. Kişinin Yalnız Başına Yolculuk Yapması
80. Yolculuğa Çıkan Bir Topluluk İçlerinden Birini Başkan Seçer
81. Bir Kimsenin Yanında Bulunan Bir Mushafla Birlikte Düşman Ülkesine
Yolculuk Yapması
Ordu, Arkadaşlar Ve Müfrezelerde Müstehab Olan Şeyler
82. (Harbden Önce) Müşrikleri (İslama) Çağırmak
83. (Savaşta) Düşmanın Yurtlarını Yakmak
86. Bir Kimse Herhangi Bir Sağmal Hayvanı Sahibinin İzni Olmadan Sağamaz
Diyenlerin Delili
87. (Allah'a, Rasûlüne Ve Ulü'l-Emre) İtaat Etmek
88. Yolculukta Askerin Toplanması Ve Yayılması İle İlgili Emirler
89. Düşmanla Karşılaşmayı Temenni Etmek Hoş Değildir
90. Düşmanla Karşılaşınca Nasıl Dua Edilir?
91. Savaştan Önce Müşrikleri İslama Davet Etmek
94. Artçı Birlikleri Bulundurmanın Gereği
95. Müşriklerle Niçin Savaşılır?
Secdeye Sığınan Bir Kimseyi Öldürmek Yasaktır
Cihâd, gayret sarfetmek,
son derece fazla çalışmak demektir. Terim olarak, Allah yolunda savaşmaya
"cihad" denilir.
Hanefi ulemasına göre,
bir ıstılah olarak cihad, "kâfirleri hak din olan İslama çağırmak, kabul
etmeyenlere karşı malla canla savaşmak demektir. Sözü geçen ulemaya göre
cihadın bu şekilde anlaşılması şu âyet-i kerimelere dayanır.[1] "Gerek
hafif, gerek ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve
canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır."[2] "Allah müminlerden mallarını
ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda
savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine bir borçtur. Gerek
Tevratta, gerek İncil'de, gerek Kur'an'da (Allah, kendi yolunda çarpışanlara
cennet vereceğini va'detmiştir) Allah'dan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?"[3]
Şafiî ulemasına göre
ise Cihad "İslamın muzaffer olması için kafirlerle savaşmak"
demektir.[4]
Görülüyor ki Hanefi ulemasının cihad tarifi ile Şâfiîlerin tarifi arasında
netice itibariyle bir fark yoktur. Diğer mezhep imamlarının tarifleri de Hanefi
ve Şafiî ulemasının tarifine yakındır.[5]
Bu manada cihad
müslümanlara farz-ı kifayedir. Fakat seferberlik halinde farz-ı ayn olur,
dolayısıyla bütün müslümanların savaşa katılması gerekir.
Cihad, kitap, sünnet
ve icma ile sabittir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'a ve âhirete
inanmayanlarla harbediniz..."[6],
"Müşriklerin sizinle toptan har-bettiklerı gibi siz de onlarla
harbedin."[7] buyurulmuştur. Cihad,
çocuk, kadın, kör ve kötürümlere farz değildir. Fakat bir İslam ülkesine düşman
hücum ettiği zaman bütün müslümanlara düşmanı püskürtmek farz olur.
Müslümanların cihad
sahasına atılmaları için şu üç şartın bulunması gerekir:
1. Düşman,
İslama girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.
2. Müslümanlarla
düşman arasında bir antlaşma bulunmamalıdır.
3. Müslümanlarda
cihad için gerekli güç bulunmalıdır. Bu durumlar
bir araya geldiğinde
cihadın farziyeti gerçekleşir.
Cihad harble olacağı
gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "Mü'minler ancak ve ancak o kimselerdir ki Allah ve Rasûlüne iman
ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda mallan ve canları ile cihad
ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır."[8] Hz.
Peygamber ise; "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle
cihad ediniz."[9]; "Allah benden evvel
hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, o ümmet içinde kendisine yardımcı
olan havarilere, tesis ettiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve
emirlerine İtaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil
takip eder, yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli
ile fiilen mücâdele eden mü'mindir, kalbi ile mücâhede eden mümindir. Bunun dışında
kalanların hardal tanesi kadar da olsa îmanları yoktur"[10];
"Şüphesiz ki mü'min kılıcı ve dili ile cihad eder."[11]
buyurmuştur.
Müslüman, kendi
nefsiyle de cihad eden kimsedir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın
karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük
seferinden dönerken ashabına dönerek şöyle buyurmuştur: "Küçük cihaddan
büyük cihada dönüyoruz."[12] Bu
hadisinde Hz. Peygamber en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini
"Küçük cihad" olarak vasıflandırırken nefse karşı verilecek mücâdeleyi
"büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. "Hakiki mücâhid nefsine
karşı cihad açan kimsedir"[13]
hadisi de aynı manayı ifade etmektedir.[14]
2477. ...Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, bir bedevi, Peygamber
(s.a.)'e hicreti sormuş da Peygamber (s.a.);
"Yazık sana,
hicret zor iştir. Senin develerin var mı?" buyurmuş. (O kimse de)
Evet diye cevap
vermiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);
“Peki onların zekatını
veriyor musun?" buyurmuş. (O şahıs da);
Evet diye karşılık
vermiş. (Rasülü Ekrem de).
"Sen şehirlerden
uzakta (Allah'ın emirlerini yerine getirmeye) çalış. Allah senin amelin(in
sevabın)dan hiçbir şeyi zayi etmeyecektir." buyurmuştur.[15]
Metinde geçen; kelimesi
eksiltmek, noksanlaştırmak, zayi etmek, manâlarına gelen "vetr" kökünden
gelmektedir. Nitekim bu kelime, "O sizin amellerinizi zayi
etmeyecektir."[16]
mealindeki ayeti kerimede de bu manaları ifade etmektedir.
Veyh kelimesi acıma ve
şefkat bildirir.kelimesi ise, azab ve gazâb ifâde eder.
Bihâr kelimesi, köyler
ve şehirler mânâsına gelir. Metinde geçen kelimesiyle, halk kitlelerinin
yaşadığı yerleşim merkezlerinden uzak, ıssız dağbaşları kasdedilmiştir.
Hicret, küfür
ülkesinden, îslâm ülkesine göç etmek demektir.[17]
1. Küfür
diyarından İslam diyarına göç etmek niyetinde olduğu halde buna muvaffak
olamayan bir kimse hicret sevabına nail olur.
2. Hicret
ancak gücü yeten kimselere düşen bir vecîbedir. Gücü ve imkânı olmayan kimseler
hicret edemediklerinden dolayı mes'ul değillerdir.[18]
2478.
...Mikdam b. Şureyh'ın babası (Şureyh)'den; demiştir ki: Ben Âişe (r.anha)'ya
kırlara geziye çıkmayı sordum. (Şöyle) Cevap verdi; Rasûlullah (s.a.) şu
kırlardaki sel yataklarına geziye çıkardı. Bir defasında kır gezisine çıkmak
istedi de bana (binilmesi) yasak olan bir zekat devesi verip;
"Ey Âişe! (Buna)
yumuşak davran. Şüphesiz ki, yumuşak davranmak hangi işte bulunursa, mutlaka
onu süsler. Bjrşeyden de alınırsa kesinlikle onu lekeler" buyurdu.[19]
Hz. Peygamber bazan
şehirden uzaklaşarak kırlara, bayırlara çıkar oralarda kendini dinleme imkanı
bulur, kırların temiz havasını teneffüs eder, Cenab-ı Hakkın kudretinin
eserlerini görüp derin düşüncelere dalar, bu tabii güzelliklerin tadını
çıkarırdı.
Hz. Âişe'nin
ifadesinden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber bir gün yine böyle bir geziye
çıkarken, Hz. Âişe'yi de beraberinde götürmek istemiş ve bu maksatla ona zekat
develerinden bir deve verip yolculuk esnasında bu deveye iyi muamele etmesini,
sert ve katı davranmamasını tavsiye etmişti.
Peygamber (s.a.)'in,
Hz. Âişe'ye deveye merhametli davranmasını hatırlatmasının sebebi şudur: Zekat
develerine binmek yasak olduğu için o develer binilmeye alışkın olmazlardı.
Dolayısıyla kendilerine ilk defa binil-diği zaman bazı huysuzluklar
gösterirlerdi. Bu sebeple Hz. Âişe'ye, üzerine hiç binilmemiş olan bir deveye
yumuşak davranmasını hatırlatmak lüzumunu hüssetti.
Burada, "zekat
develerine binmek yasak olduğu halde Hz. Peygamber nasıl olur da Hz. Âişe'ye
bir zekat devesi verir?" diye akla bir soru gelebilir.
Bezlu'l-Mechûd yazarı
Şeyh Halil Ahmed bu soruya şöyle cevap veriyor:
"Aslında zekat
develerine binmek yasaktır. Fakat bu deveyi Hz. Peygamber daha önce zekat
olarak Hz. Âişe'ye vermişti ve o deve Hz. Âişe'nin Özel malı olduğu için zekat
devesi olmaktan çıkmıştı. Hz. Âişe'nin malı olduğu halde zekat develerinin
içinde bulunuyordu." Bu hadis 4808 numarada tekrar edilmiştir.[20]
1. Hz.
Peygamberin hanımlarının zekat almaları ve zekat mallarını kullanmaları
caizdir.
2. Yumuşaklık
Övülmüş, sertlik ise yerilmiştir.[21]
2479.
...Muaviye (b. Ebi Süfyan)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'ı; 'tevbe (vakti)
sona ermedikçe hicret (vakti) de sona ermez. Güneş battığı yerden doğmadıkça da
tevbe sona ermez" buyururken işittim.[22]
Küfür ülkesinden İslam
ülkesine göç etmek, müslüman-lar için kıyamete kadar devam edecek olan dinî bir
görevdir. Hadis-i şerifte hicretin, Allah'a dönmek ve O'na iman etmek manalarına
gelen tevbenin sona erdiği vakte kadar; tevbenin de; güneşin, batıdan
doğuncaya kadar devam edeceğinden bahsedilmesi bunu ifade eder. Metinde geçen
"tevbe (vakti) sona ermez" anlamına gelen cümlede "...Ama
Rabbinin bazı (kıyamet) alametleri geldiği gün daha Önce inanmamış ya da
imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması bir fayda
sağlamaz."[23] âyet-i kerimesine bir
işaret vardır. Nitekim bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:
"...Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Güneş batıdan doğup
da insanlar onu görünce hepsi iman ederler. Fakat daha önce iman etmemiş
olanlara o günkü imanları asla fayda vermez."[24]
Hadis ulemasından
Hattâbî'nin beyânına göre, İslam'ın ilk yıllarında Allah yolunda hicret mendup
idi. Allah Teâiâ ve tekaddes hazretleri; "Allah yolunda hicret eden
kimse, yeryüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bulur,''[25] buyurarak
müslümanları Allah yolunda hicrete teşvik etti. Mekke müşriklerinin
müslümanlara yaptıkları zulüm son haddine erişince, cenab-ı Hak bu ayet-i kerimeyi
indirerek onları hicrete teşvik etti ve hicret eden kimselere genişlik ve bol
rızık va'detti. Nihayet Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince müsİümanların
bulundukları yerlerden Hz. Peygamberin bulunduğu Medine'ye göç etmeleri,
dinlerini peygamberlerinden öğrenip gerektiğinde müsİümanların safına
katılarak onlara yardımcı olmaları farz kılındı. Daha sonra Mekke fethedilip
de, Allah'ın emirlerini yerine getirmeye müsait bir ülke haline gelince artık
hicretin farziyyeti sona erip men-dupluğa dönüştü. Yani Mekke'nin fethinden
sonra müslümanlar için hicret farz olmaktan çıkıp mendup ve müstehab oldu. Bu
hadis-i şerifte kıyamete kadar devam edeceğinden bahsedilen hicretten maksat,
mendub olan hicrettir. Meseleyi bu şekilde ele alınca bu hadis-i şerifle bir
numara/sonra gelecek olan "Fetihden sonra hicret yoktur" anlamındaki
hadisin arasını uzlaştırmak mümkün olur. Bir başka ifadeyle, fetihten sonra
yürürlükten kalkan, hicretin farziyyetidir.Kıyamete kadar devam edecek olan
ise, mendub iyy etidir.
Esasen bu iki
hadisten, mevzumuzu teşkil eden Muaviye hadisinin senedi tenkid edilmiştir. Bir
numara sonra gelecek olan hadis ise, sahih ve muttasıl bir senetle rivayet
olunmuştur.[26]
İbn Hacer
el-Askalâni'ye göre ise, hicret iki türlüdür: Biri korku diyarından güven
diyarına hicret; diğeri küfür diyarından İslam diyarına hicrettir. Mekke'den
Habeşistan'a hicret ve Allah'ın Rasûlünün hicretinden önce Medine'ye göç,
birinci tür hicret idi. Hz. Peygamber'in Medine'ye yerleşmesinden sonra
Medine'ye hicret ise, ikinci tür hicrettendir. Ama Mekke fethedildikten sonra
Mekke'den hicret kalkmıştır. Küfür diyarından hicret ise, devam etmektedir.
Abdullah b. Ömer'in de belirttiği üzere dünyada küfür diyarı var olup
kâfirlerle savaş sürdükçe küfür diyarından hicret de devam edecektir. Nitekim
Allah'ın elçisi (s.a.); "Düşmanla çar-pışıldığı sürece hicret devam
eder."[27] buyurmuştur. Bu hadise
göre hicretin farz olduğu küfür diyarı, savaşın sürdüğü, müslümamn baskı ve
zulüm altında tutulup dinini açığa vuramadığı ülkedir. Fakat müslümanların dînî
vecibelerini yapabildikleri İslam ülkeleriyle barış veya ittifak antlaşması
yapmış memleketlerden hicret etmek farz değildir. Çünkü oralarda insan, dinini
izhardan ve dininin gereklerim yerine getirmekten korkmaz .Bugün en geniş anlamıyla
özgürlüğün bulunduğu, herkesin inancında tamamen serbest olduğu Avrupa ve
Amerika'dan hicret etmek farz değildir. Ama durum değişir, bu ülkeler
müslümanlarla savaşa girer ve buralarda yaşayan müslümanlar da onların
ordularıyla beraber müslümanlara karşı savaşa zorlanırlarsa o zaman oralardan İslâm
diyarına hicret etmek farz olur.[28]
1. Hicret
kıyamete kadar devam edecektir.
2. Kıyamete
kadar tevbe kapısı açıktır.
3. Güneşin
batıdan doğması kıyamet alâmetlerindendir.[29]
2480. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasûlıülah (s.a.) Fetih (yani) Mekke'nin fethi
günü (şöyle) buyurdu; "(Artık) hicret yoktur. Fakat cihad ve niyet
vardır. (Devlet idarecileri tarafından) toptan cihada çağırıldığınızda cihada
çıkınız."[30]
Bir numara önceki
hadis-i şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi, Mekke fethedildikten sonra,
orası İslârn ülkesi haline geldiğinden ve insanlar kitleler halinde Allah'ın
dinine girmeye başladığından dolayı Mekke'den Medine'ye hicret etmenin
farziyyeti kalkmış ve hicretin yerini cihad ile cihad için niyyet almıştır.
Binaenaleyh Allah yolunda cihad maksadıyla bulunduğu yeri terketmek, kıyamete
kadar meşru kalacaktır.
Hafız îbn Hacer'in
beyânına göre, islâmın ilk yıllarında hicretin farz kılınışının hikmeti
Mekke'de bulunan müstumanların oradaki kâfirlerin akıl almaz zulümlerine maruz
kalmalarıdır. Mekke kafirleri oradaki müs-İümanları dinlerinden döndürmek için
akla hayale gelmedik işkenceler uygulamaya başlayınca Allah Teâlâ zulme
uğrayan bu müslümanlar hakkında şu ayet-i kerimeyi indirmiştir:
"Kendilerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: Ne işte
îdiniz? dediler. (Bunlar): Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük, diye cevap
verdiler. Melekler dediler ki: Peki Allah'ın yeri geniş değil miydi, ki onda
göç edip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gideydiniz? İşte onların durağı
cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası."[31]
Bu hüküm, küfür
diyarında kalıp da orada dinini korumaktan ümidini kesen fakat hicret etmeye
gücü yeten kimseler için kıyamete kadar geçerlidir. Bu duruma düştüğü ve
hicrete de gücü yettiği halde hicret etmeyen kimseler hakkında Allah'ın Rasûlü
şöyle buyurmuştur;
"-Müslüman
olduktan sonra (Allaha) ortak koşan bir müşrik kafirlerden ayrılıp
müslömanlara katılmadıkça Allah onun hiçbir amelini kabnl etmei."[32]
"Ben müşrikler
arasında yerleşip kalan kimselerden beriyim."[33]
Bu mevzuda
İbnü'l-A'râbî şunları söylüyor: "Hicret, küfür diyarından tslam
memleketine göç etmektir. Rasûlulİah (s.a.) zamanında hicret farz idi. Hicretin
farziyyeti, hayatı tehlikede olanlar için ondan sonra da devam etmiştir. Esasen
durdurulan hicret, Peygamber (s.a.) nerede olursa olsun, onun yanma gitmek için
yapılan hicrettir."
Metinde geçen
"fakat cihad ve niyet vardır" manasına gelen cümle hakkında et-Tıybî
(-743) ile diğer bazı ulema şunları söylemiştir:
"Bu istidrak,
kendinden sonraki hükmün kendinden evvelki hükme muhalif olmasını iktiza eder.
Mana şudur: Vatanından ayrılıp Medine'ye gitmekten ibaret olan hicret bitmiş,
yerini cihad sebebi ile memleketinden ayrılmaya bırakmıştır. Binaenaleyh cihad
sebebi ile hicret bakidir. Küfür diyarından kurtulmak, okumak için gurbete
çıkmak, fitneden kaçmak gibi halisane bir niyyetle yapılan hicret de öyledir.
Bunların hepsinde niyyet mu'teberdir."
İmam Nevevî diyor ki:
"Mânâ; hicretin sona ermesi ile inkıta'a uğrayan hayrı, cihad ve iyi
niyetle elde etmek mümkündür; demektir." İslam devletlerinin zayıflaması
veya müslümanların gayr-i müslim devletlerin idaresine geçmeleri neticesinde
hicret olayı hicretten sonra da günümüze kadar devam edegelmiştir. Gayr-i
müslim idaresinde kalan müslüman halk çeşitli zuîüm ve işkencelerle zorla
hristiyanlaştırılmaya veya dinsizleştiril-meye maruz kaldıkça, bunlar zaman
zaman İslâmî ülkelere hicret etmek için çare aramışlardır. Nitekim Endülüs ve
Sicilya ile Dobruca, Macaristan, Kuzey Sırbistan ve Kuzey Bosna (Miladi 9-12.
asırlarda) bunun en bariz misalleri olmuşlardır.[34]
1. Mekke'nin
fethinden sonra müslümanlardan (Medine ye) hicret etme mükellefiyeti
kaldırılmıştır.
2. Cihad
kıyamete kadar devam edecektir.
3. Cihad
etmek, ilim tahsil etmek, fitneden kurtulmak gibi iyi niyetlerle memleketini
terkeden bir kimse de hicret sevabına nail olur.
4. Mekke
kıyamete kadar İslam ülkesi olarak kalacaktır.
5. Allah
yolunda yürüyerek, manevi âlemlerde terakki etmek isteyen bir kimseden, önce
nefsinin bütün alışkanlıklarım terketmesi, manevi fütuhat gerçekleşinceye
kadar buna devam etmesi istenir. Eğer fetih müyesser olmazsa o zaman Allah
rızasını kazanmak niyetiyle nefsine ve şeytana karşı cihad etmesi emredilir.[35]
2481.
...Âmir dedi ki; etrafında bir topluluk varken Abdullah b. Amr (r.a.)'a bir
adam gelip yanına oturdu ve;
Bana Rasûîullah
(s.a.)'den işittiğin bir şey söyle. dedi. Bunun üzerine (Abdullah şöyle) dedi:
Ben Rasûlullah (s.a.)'i
(şöyle) buyururken işittim; "Gerçek müs-lüman, müslümanların (onun),
elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Gerçek muhacir de Allah'ın
yasakladığı şeylerden uzak kalan kimsedir."[36]
Bilindiği gibi mutlak
lafız, kemaline masruf olduğundan, metinde geçen "el-müslim"
kelimesiyle kâmil müs-lümanlar kasdedilmiştir. Yoksa "müslümanların
elinden ve dilinden emin olmadığı kimseler müslüman değildir" demek
istenmemiştir. Bazı ilim adamları ise, "o zaman, elinden ve dilinden
müslümanların emin olduğu kimselerin hepsinin kâmil müslüman olması
icabeder" diyerek bu görüşe itiraz etmişlerse de onlara; "buradaki
kâmil müslimden maksat, müslümanların elinden ve dilinden emin olmaları
yanında, İslâmın diğer emirlerini de yerine getiren ve yasaklarından kaçınan
müslüman kasdedilmiştir" diye cevap verilmiştir.
Gerçekten Araplar,
"Alim Zeyd'dir", "mal devedir" dedikleri zaman;
"Kâmil âlim Zeyddir", "en iyi mal devedir" demek isterler.
Hadis ulemasının ileri gelenlerinden el-Hattâbî bu cümleye, "Müslümanların
en faziletlisi Allah'ın hukuku ile kulların hukukunu hakkıyla edâ eden
kimsedir" diye mânâ vererek bütün bu incelikleri belirtmek istemiştir.
Bazılarına göre ise,
bu cümle ile bir kimsenin müslümanlığının alâmetleri kasdedilmiştir. Nasıl ki
"konuşunca yalan söylemek, verdiği sözden dönmek, emânete hıyanet
etmek" bir münafığı tanımaya yarayan alâmetlerse[37]
müslümanların bir kimsenin elinden ve dilinden emin olmaları da o kimsenin
müslüman olduğunun alâmetidir.
Ayrıca bu cümle ile
müslümanları Allah'ın emirlerini hakkıyla yerine getirmeye teşvik manası da
kasdedilmiş olabilir. Çünkü kulların hakkına riâyet eden ve onları incitmeyen
bir kimsenin Allah'ın hakkına öncelikle riâyet etmesinden daha tabii birşey
olamaz. Binaenaleyh, bu hadiste müslümanların hakk ve hukukuna riâyete teşvik
edilmekle, ondan daha önemli olan Allah'ın hukukunun öncelikle yerine
getirilmesi gerektiği vurgulanmak istenmiş olabilir.
Metinde geçen
"müslümanlar" kelimesiyle müslüman erkeklerle birlikte tağlib yoluyla
bütün müslüman kadınlar ve müslümanların idaresinde yaşayan bütün zımmîler
kasdedilmiştir. Bu bakımdan kâmil bir müslüman eliyle ve diliyle müslüman
erkekleri incetmediği gibi müslüman kadınları ve zımmileri de incitmez.
însanyı bütün duygu ve düşüncelerine tercüman olması itibariyle hadisi şerifte
insanın organları içerisinden özellikle "dil" zikredildiği gibi
bütün işlerin yapılmasında kendisine en çok ihtiyaç duyulması bakımından da el
zikredilmiştir.
Alkame'nin beyânına
göre zâhirr ve batmî olmak Üzere iki türlü hicret vardır.
Zahiri hicret bir
kimsenin dinini muhafaza için küfür diyarından müslüman diyarına göç
etmesidir.
Batınî hicret ise,
nefsi emmâresini ve şeytanın emir ve teşviklerini terkedip Allah'ın emirlerine
sarılmaktır. Fahr-i kainat efendimiz, vatanını terkederek bir islam Ülkesine
göçetmek isteyen kimselere, hicretin sadece yurt değiştirmekten ibaret
olmadığını, aslında hicretin dini bir mânâ ifâde ettiğini ve Allah'ın
emirlerine sarılmanın önemli bir görev olduğunu hatırlatmak maksadıyla bu
hadis-i şerifte, "Gerçek muhacir Allah'ın yasakladığı şeylerden uzak
kalan kimsedir" buyururken, aynı zamanda Mekke'nin fethinden sonra
hicretin sona ermesiyle hicrete fırsat bulamayan kimseleri de teselli
etmiştir. Çünkü hicretin asıl manası, Allah'ın yasaklarından uzak kalmakla
gerçekleşir.[38]
1. Müslümanları
incitmek yasaklanmıştır.
2. Kamu müslümanlar
olduğu gibi noksan müslümanlar da olabilir. Bu hadis, "Müslümanın noksanı
olmaz" diyen mürcie mezhebi taraftarları aleyhine bir delildir.
3. Günahları
terketmek, nehyedilenlerden kaçınmak teşvik edilmiştir.[39]
2482. ...Abdullah
b. Amr (r.a.)'dan; demiştir ki: RasûluÜah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim:
(Medine'ye)
"Hicret (edildik)ten sonra (Şam'a da) hicret olacaktır. (Hz.) İbrahim'in
hicret yeri (olan Şam), yer yüzü sakinlerinin en hayırlı olanlarını (kendi
içerisine) alacak, dünya(mn Şam'ın dışında kalan kısımların)da, dünyanın en
şerli halkı kalacaktır. (Sonra) onları da kendi toprakları (dışarı) atacaktır.
Allah onlardan hoşlanmayacak da (oradan oraya) atacak (sonra) maymunlar ve
domuzlarla birlikte kendilerini ateş saracaktır."[40]
Yeryüzünde Allah'a
kulluk iyice azalıp da yerini isyan ve tuğyana terkettiği, fitne ve fesadın kol
gezmeye başlayıp, İslam ülkelerini kafirler istila ettiği zaman, müslüman
kuvvetlen Şam'a hâkim olup orada îslam düşmanlarına galebe çalacak ve Deccali
öldürmeye muvaffak olacaklardır.
İşte o fitne dönemleri
geldiği zaman Şam, müslümanların en emniyetli bir sığmağı haline gelecek
müslümanlar orada dinlerini ve imanlarını muhafaza imkanı bulacaklardır.
Yeryüzünün en şerli insanları ise, bulundukları yerlerde yaşamaya devam
edeceklerdir. Fitne ve fesadı önemsemeyerek Şam'a göç etmek lüzumunu
hissetmeyeni müslümanlar, bütün hasletlerini kaybedip son derece rezîl ve
sefil bir duruma düşerek memleketlerini terketmek zorunda kalacaklar ve daha-
Önce müslümanlarla birlikte Şam'a hicret etmemeleri nedeniyle Allah onlardan
hoşlanmadığı için Şam'a göç edip oraya sığınmalarına da imkan vermeyecektir.
Neticede onları domuz ve maymun tabiatlı kafirlerle birlikte fitne ateşi kasıp
kavuracaktır.
Bezl'ül-Mechûd yazarı
Halil Ahmed'in beyânına göre, Medine'nin faziletiyle ilgili hadis-i şerifler
kıyamete kadar bütün zamanlar için geçerlidir. Mevzurnuzu teşkil eden ve Şam'ın
müslümanların'en emin sığınağı haline geleceğini ifade eden hadis ise, belli
bir dönemle (yani Mehdi'nin çıktığı dönemle) ilgilidir. Doğrusunu Allah bilir.[41]
2483. ...İbn
Havâle'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
(İslam âleminde,
İslâmî meselelerde) durum sizin (İslâm kelimesi etrafında toplanma yahutta
İslama tâbi olma hususunda bölük pörçük olan) ordular haline geleceğiniz bir
şekle dönüşecektir. (Ordulardan) Bir ordu Şam'da, bir ordu Yemenide bir ordu da
Irak'ta bulunacaktır." (Ben);
Ey Allah'ın Rasûlü,
eğer ben bu (zama)na yetişecek olursam (bunlardan hangisine katılayım? Şimdi
bunlardan birini) benim için tercih ediver! (dedim).
"Sana gereken
Şam'a gitmendir. Çünkü Şam Allah'ın (kendi mülkü) olan yeryüzünden tercih
ettiği (bir ülke)dir. Kullarından tercih ettiğini de orada
toplayacaktır." Eğer, (Şam'a gitmekten) çeki-nirseniz size, Yemen (e
gitmeniz) gerekir. (Oraya giderseniz ,oradaki) havuzlarınızdan içiniz.
Gerçekten Allah bana Şam ve Şam halkı hakkında teminat verdi." buyurdu.[42]
İslam âlemi, fitne ve
fesadın kol gezdiği, bütün müslümanların, İslam adına ortaya çıktıkları halde
İslamı uygulamada ve onu yaşamada muhtelif fırka ve kamplara ayrıldıkları bir
ortam haline gelecektir. Fitne ve fesadın böylesine kol gezdiği ve müslümanları
paramparça ettiği bir ortamda halk üç büyük bölgede kurulan üç ayrı ordu
etrafında toplanacaktır.
İşte müslümanlar
arasındaki ayrılıkların bu dereceye geldiği bir sırada Şam kıtası gerçek
müslümanların karargahı haline gelecek, Allah'ın gerçek kulları oraya hicret
ederek İslam ordusuyla bütünleşecekler ve imanlarını koruyacaklardır. Allah
Teâlâ ve tekaddes hazretleri Şam ve Şam'a sığınanları bu şekilde koruyacağını
Rasûlüne va'dederek O'na bu hususta teminat vermiştir.
Maamafih bu babta
geçen hadislerin zayıf olduğu da söylenmiştir.[43]
2484. ...İmran
b. Husayn'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Her asırda)
ümmetimden bir topluluk kendilerine düşmanlık edenlere karşı üstünlük
sağlayarak hak uğrunda savaşmaya devam edeceklerdir. Nihayet onların en
sonuncusu (olan topluluk) da Mesih deccali öldürecektir."[44]
Yeryüzünde kıyamete
kadar cihad devam edecektir. Bir yerde başlatılan bir cihad sona erince başka
bir yerde yeni bir cihad başlayacaktır.
Kendilerine düşmanlık
eden kimselerin güç ve kuvvetinden çekinmeden bu cihadı yürüten mücâhidler
cihadlarına devam ettikleri sürece Allah'ın lütuf ve yardımına mazhar olarak,
İslam düşmanlarına karşı her zaman zaferden zafere koşacaklardır. Bu hadis-i
şerif, Allah yolunda savaşan mücahidierin erişecekleri zaferlerin kıyamete
kadar devam edeceğini müjdelemektedir. "Allah yolunda cihad yapacak olan
bu cemaatin elde edecekleri zaferler, kâfirleri susturucu hüccetler ile hak ve,
hakikati isbat edici kati delil ve burhanlardan ibarettir", diyen hadis
ulemasına göre, sözkonusu cemaattan maksat İslam âlimleridir.
Allah'ın va'dettiği bu
zaferi silahların desteğinde ve harb sahalarında elde edilen muvaffakiyetlerle
açıklayanlara göre ise, sözü geçen bahtiyar cemaatten maksat, Allah yolunda
çarpışan gazilerdir.
Hadis ilminin mümtaz
simalarından İmam Buhârî'ye göre bu cemaatta^ maksat İslam âlimleridir. İmam
Ahmed b. Hanbel ise, "Bunlar hadis âfT&ıleri değilse, kimler olacağını
ben de bilmiyorum" demiştir. Kadı İyâz'a göre, Ahmed b. Hanbel, bu
sözüyle, "Anılan cemaatten maksadın, hadis ulemasının yolunda giden ehl-i
sünnet ve'1-cemaat olması gerektiğim" ifade etmek istemiştir.
İmam Suyûti de;
"bu cemaatten maksat müctehidlerdir. Çünkü mukallide âlim denilemez"
diyerek bahis mevzu olan cemaatin gerçek ilim adamları olduğunu ve içtihadın
kapısının kıyamete kadar açık olduğunu ve dolayısıyla içtihada ehil olan
kimselerin kıyamete kadar mevcud olacağını vurgulamıştır.
Şafiî ulemasından İmam
Nevevî ise, bu mevzudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor: "İhtimal ki bu
topluluk mü'minler arasına yayılmıştır. Bazıları cengaver yiğitler, bir
takımları fıkıh ve hadis uleması kimisi de bu ümmetin irşad görevini üstlenmiş
emri bi'1-ma'ruf yapan tasavvuf erbabı-dır. Hepsinin bir yerde olması gerekmez.
Aksine ümmet-i Muhammed arasına yayılarak ayrı ayrı mevzilerde görevlerini
yaparak zafere doğru adım adım ilerlerler.
Günümüzde Cihâd
dünyanın birçok bölgesinde kendini göstermektedir. Bu, konumuzu teşkil eden
hadisi şerifte olduğu gibi mü'minlerin belli bir bölgede toplanıp topyekûn
cihadı başlatmaları şeklinde olmasa bile, yeryüzünün birçok bölgesinde küçük
gruplar halinde küfre karşı hareketler olarak
mevcuttur. Yani Cihâd sürekliliğini korumaktadır.
Ulemadan bir kısmı
Şam'ı ve Şam halkını Öven bir önceki hadise ve benzerlerine bakarak, Allah
yolunda savaşıp kafirlere karşı üstün zaferler kazanacak olan bu cemaatin, şam
halkı olacağını söylemişlerse de Bezlü'l-Mechûd yazan Halil Ahmed, bu
topluluğun Şam cihetinden gelecek olan bir topluluk olacağını söylemenin daha
isabetli olacağını, meseleye bu şekilde yaklaşınca, Şam cihetinde bulunan ve
tarihte Allah yolunda cihadın en güzel örneklerini veren müslüman Türk halkının
da bu hadisin şümulü içerisine girmiş olacağını ifâde etmektedir. Müslim'in
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, "Garp ehli kıyamet kopuncaya kadar
h&kka yardıma devam edecektir."[45]
buyurularak bu cemaatin çevresi, daha da geniş tutulmuştur. Metinde kendilerinden,
"En sonuncu topluluk" diye bahsedilen ve Mesih Deccali öldürecekleri
ifade buyrulan topluluktan maksat, Hz. Mehdi ile İsa (a.s.) ve onların
tâbileridir.
Mesih Deccal kendi
emrindeki şer kuvvetleriyle, içlerinde Mehdi aley-hisselamın da bulunduğu
müslüman kuvvetleri muhasara ettiği bir sırada İsa (a.s.) Şam'ın doğusunda
bulunan ak minarenin yanına inecek ve Deccali Lüdd kapısında öldürecektir.[46]
İsa aleyhisselam
hayatta kaldığı sürece kafirlerden eser kalmaz. Ancak İsa (a.s.)'ın vefatından
sonra yine inkarcılar çoğalır. İşte ortalıkta küfrün tekrar canlanıp
kuvvetlendiği bir sırada Cenab-ı hak misk kokusu gibi bir rüzgar gönderecek,
teması ipeğin teması gibi olacak ama kalbinde bir tahıl tanesi ağırlığı kadar
imanı olan hiçbir kimesyi bırakmayıp öldürecek, sonra insanların kötüleri
kalacak kıyamet de onların üzerine kopacaktır.[47]
Mesih hem İsa hem de
deccalin sıfatıdır. İsa (a.s.)'a niçin mesih denildiği ulema arasında
ihtilaflıdır. Vahidi'nin nakline göre, Ebu Ubeyd ile Leys bu kelimenen esas
itibariyle İbranice de mesiha şeklinde telaffuz edildiğini Arapların onu biraz
değiştirerek Mesih şeklinde telaffuz ettiklerini, nitekim Musa kelimesinin
ibranice aslının Musa yahut Mişâ olup arapların Musa şeklinde telaffuz
ettiklerini söylemişlerdir. Bu taktirde kelime müştak değil camid bir isimdir.
Fakat yine Vahidi'nin beyanına göre ekseri ulema bu kelimenin müştak olduğuna
kaildirler.
Cumhurun kavli de
budur. Fakat hangi kelimeden müştak olduğu ihtilaflıdır. İbn Abbas (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre, Mesih'den müştaktır. Çünkü İsa (a.s.) hangi hastaya
dokunsa, o hasta iyileşirdi.
İbnu'l-A'râbî ile
diğer bazı ulemaya göre Mesih, Sıddık demektir. Bazıları Hz. İsa'nın ayaklan
dümdüz olup çukurları bulunmadığı için kendisine Mesih denildiğini, diğer bazıları
Zekeriyya (Aleyhisselam) ona eliyle dokunduğu için kendisine bu isim
verildiğini söylemişlerdir. Yeryüzünde Mesh ettiği yani seyahatta bulunduğu
için Mesih denildiğini iddia edenler bulunduğu gibi, doğarken vücudu yağla
kaplı bulunduğu için kendisine bu isim verildiğini söyleyenler de vardır.
Aynî, Hz, İsa'ya niçin
mesih denildiği hususunda yirmi üç görüş bulunduğunu ve bunları bir eserinde
topladığını bildiriyor. Kamus sahibi bu görüşleri elliye çıkarmıştır. Rağıp
Müfredal'inda şöyle demektedir: "Mesh, aslında bir şey üzerine elini
sürmek ve bir şeyden eseri gidermektir."
Deccal'a Mesih
denilmesi bazılarına göre gözü silik yani dümdüz olduğu içindir. Diğer
bazılarına göre; gözü kör olduğu için mesih denilmiş-ıir. Zira bir gözü kör
olanlara mesih derler. "Deccal çıktığı zaman yeryüzünü dolaşacağı için
ona bu isim verilmiştir" diyenler bulunduğu gibi daha başka sebepler
gösterenler de olmuştur. Aynî, Deccal'a Mesih denilmesi hususunda beş, Deccal
denilmesi hususunda on görüş bulunduğunu ve bunları "Zeynü'l-Mecâlis"
namındaki kitabında birer birer saydığını söyler.
Kaadı İyâz diyor ki:
"İsa (a.s.) hakkında kullanılan Mesih kelimesinin Mesih şeklinde
okunacağı hususunda ravilerden hiç birinin hilafı yoktur. Fakat bu kelimenin
Deccal hakkında ne şekilde okunacağı ihtilaflıdır. Ekseri ulemaya göre İsa
(a.s.) hakkında nasıl okunursa Deccal hakkında da öyle okunur. Lafız itibarı
ile aralarında fark yoktur. Yalnız İsa (a.s.), Mesih-i hidayet, Deccal ise
Mesih-i delalettir. Bazı raviler bu kelimeyi Deccal hakkında "Missih"
şeklinde rivayet etmişlerdir. Bu takdirde kelime nok-ıalı ha ile yazılır.
Birtakımları da Misih şeklinde rivayet etmişlerdir."[48]
2485. ...Ebu
Said (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.);
Mü'minlerin iman
yönünden hangisi daha olgundur? diyı sorulmuş da;
"Allah yolunda
malı ve canı ile cihad eden kimse ve kuytulardan bir kuytuya çekilip de Âllaha
ibâdet eden ve kendi şerrinden Halkı azade kılan kimsedir" karşılığını
vermiş.[49]
Bu hadis-i şerif genel
olarak, "Allah yolunda malı ve canı ile savaşan bir kimsenin mü'minlerin
en hayırlısı" olduğunu ifade etmektedir. Ancak ulema ve sıddıkların
fazileti ile ilgili hadis-i şerifler bu hadisi tahsis etmiştir. Bu bakımdan
ulema ve sıddıklar, Allah yolunda malı ve canı ile savaşan kimselerden daha
faziletlidirler. Şi'b: İki dağ arasındaki vadidir. Ancak burada sadece bu mana
k!asdcdilmiş değildir. Burada kasdedilen, tenha ve insanlardan uzak yerdir.
Vadiler ekseriyyetle insandan hali olduğu için Şi'b kelimesi misal olarak
zikredilmiştir.
Bu hadis tenhada
yalnız başına yaşamayı insanlar arasına karışmaktan evlâ gören ulemânın bir
delilidir. Ancak mesele ihtilaflıdır. Alimlerin çoğunluğuna göre fitneden emin
olmak şartıyla insanların içinde olmak efdaldir. Bazı taifeler uzletin yani
tenhada ayrı yaşamanın daha faziletli olduğuna kaildirler. Cumhur-ı ulema
bunlara cevap vermiş; "bu hadis fitne ve harb zamanlarına hamledilmiştir.
Yahut' insanlarla iyi geçinemeyen kimse hakkındadır" demişlerdir.[50]
Nitekim,
"İnsanların arasına katılıp da onların eziyetlerine katlanan bir mü'minin
ecri, insanların arasına katılmayıp onların eziyetine katlanmaktan uzak kalan
bir müminden daha fazladır"[51]
mealindeki hadis-i şerif de Cumhur-ı ulemanın bu görüşünü desteklemektedir.
Hz. Peygamberin
mektebinde yetişmiş olanların ve onların izinden giden selef-i salihîn her
fırsatta insanların arasına karışarak onların eziyetlerine katlanmışlar,
eziyetten kurtulmak için uzleti tercih etmemişlerdir.
Bu mevzuda Tirmizinin
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir; "Size ashabımı, sonra
onların peşinden gelenleri ve sonra bunların peşinden gelenleri tavsiye
ederim. Daha sonra yalan yayılacaktır. Hatta kişiye (yalan yere) yemin ettiği
için yemin verdirilmeyecek ve şahide (yalan yere) şehâdet ettiği için şahidlik
yaptırılmayacaktır. Dikkat! Bir erkek bir kadınla başbaşa kalmasın, aksi halde
üçüncüleri behamahal şeytandır. Ce-maat](îslam topluluğundan
ayrılmayın.Tefrikadan önemle sakının! Çünkü şeytan, yalnız kalanla beraberdir
ve (birlik olan) iki kişiden daha uzaktır. Her kim, cennetin mu'tena yerini
istiyorsa cemaattan ayrılmasın! Her kim, iyiliği sevindiriyor ve kötülüğü üzüyorsa
işte o kimse mü'mindir".[52]
2486. ...Ebû
Ümâme'den rivayet olunduğuna göre, bir adam; Ey Allah'ın Rasûlü, bana seyahat
etmek için izin ver demiş de Peygamber (s.a.);
"Ümmetimin
seyahati yüce Allah'ın yolunda cihad etmektir." buyurmuştur.[53]
Siyahat, Süyûh, seyhan, şeyh kelimeleri, nefsin arzulannı terk ve ibadet maksadıyla
yerleşim merkezlerinden uzaklaşarak seyyah olup mecnun gibi çöllere düşmektir.
İsa (a.s.) da, yeryüzünde çok gezip dolaştığı için kendisine mesih ismi
verilmiştir.[54]
Hz. İsa'nın dininde
büyük şehirlerden kaçarak dağ başlannda manastırlar inşa edip oralarda
ibâdetle vakit geçirmek çok makbul, çok sevaplı bir işti.
Fakat bu hareket
insanın cuma ve cemaati, ilim tahsilini ve cihadı terketmesine sebep
olacağından İslâmiyette yasaklanmış, müslümanlara ibadet maksadıyla yeryüzünde
yapacakları seyahat yerine cihad meşru kılınmıştır. Bu yüzden Fahr-i kâinat
efendimiz, ibâdet niyetiyle memleketini terkederek mecnun gibi seyyah olup
çöllere düşmek üzere izin isteyen bir sahâbîyi bundan menetmiştir. Ona Muhammed
ümmetinin, Allah'ın rızasını umarak, seyyah olup yollara düşmekle bir sevab
kazanamayacağını ancak onların içinde yaşadıkları toplumun hidâyet üzere
olabilmesi için çalışarak ve mücadele ederek, Allah'ın istediği şekilde
hayatlarını düzenleyip onun hükümlerini hakim kılmak endişesiyle yaşamalarının
gerektiğini vurgulamıştır. İşte bu maksatla Rasûlullah (s.a.) ilim tahsili,
düşmanla savaş gibi cihadlarla en büyük mükafatlarla erişeceklerini, veciz bir
şekilde ifâde buyurmuştur. Ancak Münziri, bu hadisin râvilerinden "eI-Kasım"m
bir çoklarınca tenkid edilmiş bir râvi olduğunu söylemiştir.[55]
2487.
...Abdullah b. Amr'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.); (savaştan
sonra) "Dönüş de savaş gibi (faziletli)dir." buyurmuştur.[56]
Allah yolunda savaş
İslâmın en faziletli amellerinden biri olduğundan mücâhidlerin savaş bittikten
sonra yurda dönmeleri de Allah yolunda savaşa çıkmaları gibi kıymetlidir. Bir
başka ifadeyle gaziler savaştan dönerlerken de aynen savaşa çıkarlarmış gibi
ecir alırlar. Çünkü savaştan sonra yurtlarına dönen gaziler düşmanın tehlikesini
ortadan kaldırarak dönmeleri yanında ayrıca yanlarına döndükleri ailelerine
huzur, sükun ve emniyeti de beraberlerinde getirdikleri gibi bir de düşmana
karşı yeni harp hazırlıklarına girişirler. Bu bakımdan savaştan dönerken de
aynen savaşa gider gibi sevab alırlar.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre düşmanı pusuya düşürmek için yapılan geri çekilme
hareketleri de savaştan dönme kelimesinin şumûlü içerisirie girmektedir.[57]
2488.
...Sabit b. Kays b. Şemmas'dan; demiştir ki: Ümmü Hallad diye anılan bir kadın
(yüzü) peçeli olarak Peygamber (s.a.)'e gelip şehid düşen oğlu(nun Allah
yanındaki durumu)nu sordu. Peygamber (s.a.)'in (orada bulunan) Sahâbilerinden
birisi (o kadına hitaben); .
"Oğlunu sormaya
yüzün kapalı olarak mı geldin?" dedi. O da;
Oğlumu kaybettiysem de
utanma duygumu hiçbir zaman kaybetmeyeceğim, diye karşılık verdi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.);
"Senin oğlun için
iki şehid sevabı vardır" buyurdu. Kadın;
Ya Rasûlallah bu
niçindir? diye sordu. (Hz. Peygamber de);
"Çünkü onu kitab
ehli Öldürdü" cevabını verdi.[58]
Metinde, Benû Kureyza
gazvesinde (M. 627) şehid olan oğlunun eriştiği makam ve mükafatı öğrenmek için
fahr-i kainat efendimize geldiğinden bahsedilen kadın Ümmü Hallad künyesiyle
meşhur olan bir kadındır. Cahiliyye döneminde çocuğunu kaybetmek gibi bir
musibete giriftar olan bir kadının yüzünü gözünü açıp feryâd-ü figan etmesi
âdet olduğu halde, Allah'a ve Rasûlüne iman etmek şerefine eren bu mübarek
sahâbiyye hanımın hiçbir telaşa kapılmadan ve cahiliyye adetlerine hiç iltifat
etmeden yüzü kapalı olarak imanın verdiği huzur ve sükûn içinde Hz.
Peygamberdin huzuruna gelip, oğlunun şehâdet şerbetini içmekle kavuştuğu manevi
mükafatı sorması orada bulunan bir sahâbinin dikkatini çekti. Bu sebeple sözü
geçen sahabî bu kadına oğlunu kaybettiği halde Arap kadınlarının adetlerini
hiçe sayarak Hz. Peygamberin huzuruna yüzü kapalı gelişinin sebebini sormaktan
kendini alamadı. Kadın bu soruya "oğlumu kaybettiysem de utanma duygusunu
hiçbir zaman kaybetmeyeceğim" diye cevap vermekle bu hareketinin ince bir
şuur ve derin bir imandan kaynaklandığını çok zarif bir ifâde ile dile getirdi.
Hadis ulemasının
beyanına göre Rasûl-i zîşan efendimizin sözü geçen kadına, ehli kitab
tarafından şehid edilen oğluna iki şehid sevabı verileceğini müjdelemesi kitab
ehli ile yapılan savaşın ecrinin kitap ehli olmayan milletlerle yapılan savaşın
ecrinin iki misli olduğuna delâlet eder.
Ümmü Hallad diye
anılan bu kadının oğlu, Benu Kureyza Gazvesinde (M.627) Benâne isimli Yahudi
bir kadının damdan attığı bir taşın isabet etmesiyle şehid olmuştu. Sonra
Rasûl-i Ekrem, Benû Kureyzahlarla birlikte bu kadım öldürtdü, diğer kadınlara
dokunmadı.
Bu hadisin senedinde
bulunan Abdu'l-habîr, Ebu Hatîm, İbn Adiyy ve îmam Nevevi gibi* hadis uleması
tarafından cerh edilmiştir.[59]
2489.
...Abdullah b. Amr (r.a.) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu, demiştir:
"Hacca gidecek
veya umre yapacak olan kimse ile Allah yolunda savaşacak olan kimsenin dışında
hiçbir kimse deniz nakliye araçlarına binemez. Çünkü denizin altında ateş,
ateşin altında da deniz vardır."[60]
Bu hadis-i şerif "Deniz
yolundan başka bir yolla hacca gitme imkanı bulunmayan bir kimsenin haccı terkedebileceğini"
söyleyen kimseler aleyhine bir delildir. Çünkü hadis-i şerif, Allah yolunda
cihad edecek ya da hac veya umre yapacak olan kimselerin bu gayelerine
erişebilmek için her halükârda deniz yolculuğu yapabileceklerini açıkça ifade
etmektedir.
Binaenaleyh Hanefi
ulemasından Ebu'l-Leys es-Semerkandî'nin de dediği gibi, hacca gitmek için
deniz yolculuğundan başka çaresi olmayan bir kimseye denizin genellikle
tehlikelerden emin olması halinde deniz yoluyla hacca gitmesi farz olur. Fakat
denizde böyle bir emniyetin bulunmaması halinde ise, o kimse hacca gidip gitmemekte
serbesttir.[61] Zamanımızda ise deniz
yolculuklarının tam bir güven içinde yapıldığı bilinen bir gerçektir. Hanefi
ulemâsından Aynî'nin Ebu Ömer'den naklettiğine göre denizin çalkantılı olması
halinde deniz yoluyla hacca gitmenin vâcib olmadığında görüş birliği vardır.
Hadis ulemâsından Hattabî de bu mevzuda şunları söylemiştir:
"Hacca gitmek
için, deniz yolunu takibetmekten başka bir yolu bulunmayan kimselerin hac
farizasını yerine getirebilmek için deniz yoluyla hacca gitmeleri üzerlerine
farz olur. Hadis-i şeriften anlaşılan mânâ budur. Fıkıh ulemasından pek çok
kimseler de bu görüştedirler. İmam ŞâfİÎ (r.a.) ise, bu görüşe katılmamıştır.
Metinde geçen; "Denizin altında ateş, ateşin altında da deniz vardır"
cümlesi bazılarına göre zahiri mânâsına hamledilerek denizlerin altının
gerçekten ateşle kaplı olduğu ve ateşin altında da yine denizlerin bulunduğu
kabul edilmiştir. Hattâbî ise, bu cümleyi te'vil ederek "bu cümle deniz
yolculuğunun korku ve tehlikelerle dolu olduğunu, deniz yolculuğu yapan
kimselerin helak olma tehlikesiyle her an karşı karşıya bulunduğunu ifade
etmektedir" demiştir. Bugün deniz altı sıcak suları bilinmektedir.
Hafız el-Münziri bu
hadisin senedinde izdırab bulunduğunu çünkü bir başka rivayette bu hadisin
Beşir b. Müslim'e doğrudan doğruya Abdullah b. Amr vasıtasıyla değil de ismi
ve kimliği meçhul bir şahıs tarafından ulaştırıldığını ifade etmektedir.
Musannif Ebu Davud bu hadisin senedinde bulunan ravilerin kimliklerinin meçhul
olduğunu ifade ederken et-Tarihu'I-Kebirde hadisi rivayet eden Buharı ve
Hattâbî de hadisîn senedinin zayıf olduğunu söylemişlerdir.[62]
2490.
...Enes b. Mâlik (r.a.)’den; demiştir ki: Ümmü Süleym'ın kızkardeşi Ümmü Haram
bint Milhan'(ın) bana anlattığına göre); Rasûlullah (s.a.) (Ümmü Haram'in da
içlerinde bulunduğu) bir cemaatın yanında öğle uykusuna yatmış, biraz sonra
gülerek uyanmış. (Ümmü Haram sözlerine devam ederek Enes b. Malik 'e şunları)
söylemiş;
Ey Allah'ın Rasûlü,
seni güldüren şey nedir? dedim.
"Rüyamda
(ümmetimden) bir cemaatı, tahtlar(ı) üzerinde (kurulu) padişahlar gibi şu
denizin üstünde (yüzen gemilere) binerek (Allah yolunda savaşa çıkarken)
gördüm" buyurdu. Ben:
Ey Allah'ın Rasûlü!
Beni de onlardan kılması için Allah'a dua et dedim.
"Sen
onlardansın!" buyurdu. Sonra yine öğle uykusuna yattı ve hemen arkasından
gülerek uyandı.
Ey Allah'ın Rasûlü!
Seni güldüren şey nedir? dedim, (ilk) sözünün bir benzerini söyledi. (Ben de:)
"Ey Allah'ın Rasûlü,
beni de onlardan kılması için Allah'a dua et!" dedim.
"Sen
birincilerdensin" buyurdu. (Enes b. Malik) dedi ki: "Bir süre sonra
Ubâde b. es-Sâmit bu kadınla evlenip deniz savaşına katıldı, onu da
beraberinde götürdü. (Denizden çıkıp da karaya) dönünce binmesi için Ümmü
Haram'a bir katır getirdi. (Katır üzerinden atıp) onu yere serdi. (Bu yüzden)
kadının boynu kırıldı ve öldü.[64]
Avn'ül-Ma'bud yazarı
el-Azîmâbâdî'nin açıklamasına göre Ümmü Haram, Hz. Enes'in teyzesidir. İbn
Abdilber ise, bu kadının Rasûlü zişan efendimizin süt teyzelerinden biri
olduğunu söylemiştir. Bazıları da Onun fahr-i kâinat efendimizin babasının ya
da dedesinin teyzesi olduğunu söylemişlerdir.
Rasûl-i zişan
efendimizin sevinçle uykudan uyanmasının sebebi rüyasında ümmetini tahtlarına
kurulmuş hükümdar tavrıyla denizaşırı ülkelere savaşa giderken görmesidir.
Bu rüya, ümmet-i
Muhammed'in istikbalde denizaşırı ülkelere hâkim olup nesillerinin kıyamete
kadar devam edeceğine dair bir alâmet olduğundan Hz. Peygamberin sevinçle
uykudan uyanmasına sebep olmuştur.
Onun bu sevincini
yüzündeki tebessümünden anlayan Hz. Ümmü Haram bu gülümsemenin sebebim sorunca
rüyanın aslım öğrenmiş oldu.
Hz. Fahr-i kainatın
rüyasında deniz aşırı ülkelere savaşa giderken gördüğü bu gazileri tahtlarına
kurulmuş kumandanlara benzetmesinin sebebi, bazılarına göre onların cennetteki
makamlarıyla ilgilidir. Şafiî ulemasından Nevevi'ye göre, o gaziler dünya
hükümdarları gibi şevket ve izzete kavuşacakları için Rasûl-i Ekrem onları
bütün haşmet ve şevketiyle tahtlarında oturan hükümdarlara benzetmiştir.
Hz. Peygamberin her
iki rüyadan da ayrı ayrı sevinç duyarak uyanması ve Hz. Ümmü Haram'ın her
ikisinde de Hz. Peygambere "Beni de onlardan kılması için Allah'a dua
et." diye ricada bulunması ikinci rüyanın birinci rüyadan ayrı olduğunu
gösterir. Kurtubî'nin beyânına göre ilk deniz savaşına çıkanlar ashâb-ı kiram,
ikinci deniz savaşına çıkanlar da tabiûn olmuştur .Bezl'ül-mechûd yazarının
beyanına göre ilk deniz savaşına gidenler arasında tabiîler de vardı fakat
ashab daha fazla idi. İkinci deniz savaşına çıkanlar arasında da tabiünun
sayısı ashab-ı kiramın sayısından daha fazla idi. Rasûlü Ekrem'in birinci
rüyasında deniz, ikinci rüyasında da kara şehidlerini gördüğünü söyleyenler de
vardır. Hadis-i şerifte Hz. Ümmü Haram'ın da katıldığı ifâde edilen bu deniz
savaşının ne zaman yapıldığı ihtilaf konusu olmuşsa da aslında Hz. Osman'ın
hilafeti zamanında hicretin yirmisekizinci senesinde yapılmıştır. O sıralarda
Hz. Muaviye Şam valisi idi. BezPül-Mechud müellifinin beyanına göre, Halife b.'
Hayyat meşhur tarihinde, hicri yirmisekizinci yılı olaylarını sayarken o sene
Hz. Muaviye'nin bir deniz savaşı yaptığını yanında da kızkardeşi bint-i
Kurza'nın, Ubâde b. es- Sâmit'in yanında da karısı Ümmü Haram'ın bulunduğunu
ifade etmektedir. Gerçekten Hz. Muaviye, Hz. Ömer'den deniz savaşına gitmek
için izin istemiş fakat Hz. Ömer o gün için buna izin vermemişti. Aynı şekilde
Hz. Osman'dan da deniz savaşı yapmak üzere izin isteyince Hz. Osman buna izin
verdi. Hz. Muaviye'nin de katıldığı bu deniz seferi Kıbrıs'a yapılmış ve Ümmü
Haram hazretleri de kıbrısta hayvanından düşerek şehid olmuştur. Bilindiği gibi
Allah yolunda hayatlarını kaybedenler şehid olurlar. Çünkü Rasûlü Ekrem
Efendimiz "Kim Allah yolunda öldürülürce o şehiddir. Kim allan yolunda
ölürse o da şehiddir."[65]
buyurmuştur. Hz. Ümmü Haram'ın kabri bu gün Kıbrıs'ta "Hala Sultan
türbesi" olarak bilinmekte ve ziyaret edilmektedir.[66]
1. Erkek
mahremi olan bir kadının yanına girerek onunla yalnız başına bir arada
kalabilir. Yanında uyuması da caizdir.
2. Öğle
vakti bir süre istirahata çekilmek caizdir.
3. Sevinç
anında gülmek caizdir. Çünkü Peygamber (s.a.) ümmetinin kendisinden sonra
İslamiyet uğrunda denizde bile cihad edip muzaffer olacaklarını gördüğü için
sevincinden gülmüştür.
4. Gaza için
denize açılmak caizdir. Ashab-ı Kiram deniz yoluyla ticâretde ederlerdi, cumhur-ı
ulemânın görüşü budur.Yalnız Ömer b. el-Hattab ile Ömer b. Abdulazîz (r.anhum)
denize açılmayı mutlak surette menetmişlerdir. Bazıları bunu dünyalık için
denize açılmak manasına almış, âhiret için denize açılmanın caiz olduğunu
söylemişlerdir. İmam Malik'e göre kadınlara deniz seyahati mutlak surette
mekruhtur. Çünkü tesettürlerine mânidir. Bazıları, bunun küçük gemilere mahsus
olduğunu, kadınların büyük gemilere binmelerinde kerahet olmadığını
söylemişlerdir.
5.
Kadınların denizde cihad etmesi mubahtır.
6. Hadisi
şerif bir mucizedir. Bu mucize de Peygamber (s.a.) gâibden bazı şeyleri haber
vermiştir. Ümmetinin denizde cihad edeceğini haber vermesi ne halde cihad
edeceklerini bildirmesi, Ümmü Haram'a,
"Sen evvelkilerdensin" diye tebşirde bulunması bunlardandır.
7. Peygamberlerin
rüyaları haktır.
8. Cihad
yolunda bulunup fiilen harbe iştirak etmeden ölen kimseye harbedenlerin ecri
kadar ecir verilir..
9. Deniz
şehidinin mi yoksa kara şehidinin mi daha ziyade ecir kazandığı hususunda
ihtilaf edilmiştir. Bazıları karada şehid edilenin daha ziyade ecir
kazandığına kail olmuş, birtakımları da bunun aksini iddia etmişlerdir. Fakat
aslolan her iki durumda da ecrin büyük olduğudur.[67]
2491.
...İshak b. Abdillah b. Ebi Talha'dan; O Enes b. Malik'i şöyle derken
işitmiştir; "Rasûlullah (s.a.) Küba'ya gittiği zaman Üm-mü Haram'ın yanına
giderdi. (O sıralarda Ümmü Haram) Ubâde b. es-Sâmit'in nikahı altında idi. Bir
gün onun yanına uğradı. (Ümmü Haram da) kendisine yemek yedirdi ve oturup onun
başını taramaya başladı" (Hadisin bundan sonraki kısmında İshak b. Abdullah)
şu bir Önceki hadisi nakletti.[68]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bint Milhan (Ümmü Haram), Kıbrıs'ta vefat etmiştir."[69]
Hz. Ümmü Haram'ın bir
kadın olarak Hz. Peygamberin başını taraması ulema arasında ihtilaf mevzuu
olmuştur. İbn Abdilber, Hz. Peygamberin, başını taramaya izin vermesini, Ümmü
Haram'ın, Hz. Peygamber'in süt annesi, ya da süt teyzesi olmasıyla
açıklamıştır. Ayrıca Hz. Peygamberin dedesi Abdülmuttalib'in annesinin Neccar
oğullarından olması cihetiyle yine Ümmü Haram'ın Rasûl-i Ekrem'in teyzesi
mesabesinde olduğuna dair Yahya b. İbrahim b. Mezih'den bir haber rivayet
ettiği gibi İbn Vehbi'in de Hz. Ümmü Haram'ın Hz. Peygamberin süt teyzesi
olduğunu söylediğini kaydetmiştir. îbni Abdilber bu görüşleri naklettikten
sonra, "Her iki halde de Hz. Ümmü Haram'ın. Peygamber (s.a.)'in mahremi
olâuğu ortaya çıkar" demektedir.
Bazıları ise, Rasûl-i
Ekrem'in, Hz. Ümmü Haram'ın evinde kalmasını ve saçlarını taramasına izin
vermesini, Hz. Ümmü Haram'ın kendisinin, mahremi olmasına değil de Hz.
Peygamberin günahlardan masum olmasından dolayı kendisine verilen özel bir izine
bağlamışlardır. Kadı Iyâz; "Bu halin Rasûl-i Ekreme dair özel bir izin
olduğunu iddia edebilmek için bir delile dayanmak gerekir. Oysa buna dair bir
delil bulmak mümkün değildir" derken Hafız İbn Hacer de; "Bu hususta
yapılan açıklamaların en güzeli bu halin Hz. Peygambere ait özel bir durum
olduğunu ortaya koyan görüştür. Bu görüşün en büyük delili de hadisenin
kendisidir" demiştir.[70]
2492.
...Ümmü Süleym'in kızkardeşi er-Rumeysâ'dan; demiştir ki: (birgün) Peygamber
(s.a.), uyudu ve hemen arkasından uyandı. O sırada er-Rumeysa başını yıkıyordu.
Peygamber (s.a,) (uykusundan) gülerek uyan(mış)dı. Bunun üzerine (Rumeysa):
Ey Allah'ın Rasûlü!
Başım(i yıkadığım)a mı gülüyorsun? diye sordu. (Hz. Peygamber de):
"Hayır" diye
karşılık verdi.
(Bu hadisi Rumeysa'dan
rivayet eden Atâ b. Yesâr hadisin bundan sonraki kısmında) Şu (önceki hadisi
bazı) eksiklik ve fazlalık(lar)Ia nakletmiştir.[71]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Rumeysa, Ümmü Süleym'in süt kız kardeşidir."[72]
Musannif Ebu Davud,
Ata b. Yesar'ın Hz. Rumeysa'dan rivayet
ettiği bu hadisin önceki hadise benzediğini, fakat bazı kısımlarının önceki
hadisin metninden daha uzun bazı kısımlarının da daha kısa olduğunu ifada
etmekle yetinmiş metnin tümünü nakletmemiştir. !
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre Musannif Ebû Davud'un nakletmekten kaçındığı bu metni,
Abdürrezzak, ei-Musannef inde tam olarak vermiştir. Abdürrezzak'in rivayet
ettiği bu metne bakılırsa burada anlatılan olay ile önceki olay birbirinden
tamamen farklıdır. İbn Hacer bu metni tahlil ettikten sonra, önceki hadis-i
şerifte anlatılan olayın Hz. Ümmü Haram'la, mevzumuzu teşkil eden ve metnini
Abdürrezzak'ın Musannef-inden öğrendiğimiz hadis-i şerifte anlatılan kıssanın
da Hz. Ümmü Ha-ram'ın kızkardeşi Ümmü Abdullah ile ilgili olduğunu beş cihetten
isbata çalışmıştır.
Yine Hafız İbn
Hacer'in açıklamasına göre Ebu Davud'un, hadisin sonuna ilave ettiği;
"er-Rumeysa Ümmü Süleym'in süt kızkardeşidir," sözü doğru değildir.
Hz. Ümmü Haram Ümmü Süleymin anne-baba bir kızkardeşidir ve Hz. Ümmü Haram
bint Milhan b. Halid b, Zeyd b. Haram el-Ensariyye, Hz. Enes b. Malik'in
teyzesidir. Ümmü Süleym bint Milhan b. Halid el-Ensariyye ise Hz. Enes'in
annesidir. Bu iki kardeş künyeleriyle meşhur olmuş iki sahâbiyedir. Bunlardan
Hz. Ümmü Haram "Rumeysa", Ümmü Süleym'de "Gumeysa"
künyesiyle meşhurdur.[73]
2493.
...Ümmü Haram (r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur; "(Allah için sefere çıkıp ta) denizde başı dönerek kendisine
kusma arız olan kimse için bir şehid, boğulan kimse için de İki şehid sevabı
vardır."[74]
Metinde geçen "Mâid"
kelimesi ikinci babtandır. (Mâde-yemûdu); Sallanmak ve sarsılmak manalarına gelir.
Nitekim Allah Teâlâ'nın şu ayet-i kerimesinde de bu manâda kullanılmıştır:
"Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı..."[75] Bu
hadis-i şerifte ise, denizin sarsmasından dolayı başın dönmesi manasında
kullanılmıştır.
İbnu'l-Esir'in
en-Nihâye'deki açıklamasına göre kelimesi suda boğulup ölen kimse anlamına
gelir. Bazıları bu kelimenin sulara battığı halde ölmeden kurtulan kimseler
için kullanıldığını öylemişlerse de, "el-Meşârık" isimli eserde bu
görüş reddedilmiştir. Gerçek olan şudur ki bu kelime sulara batıp ölen kimse
anlamına gelen kelimesiyle eş anlamlıdır.
Münzirî bu hadis
hakkında şunları söylemiştir: Bu hadisin senedinde Hilal b. Meymûn vardır. İbn
Meîn onun güvenilir bir ravi olduğunu, Ebu Hatim er-Râzî ise, pek sağlam bir
râvi olmamakla beraber kendisinden hadis alınabileceğini söylemiştir.
Hanefi ulemasından
el-Aynî, bu hadisi şerifin, deniz savaşının kara savaşından daha faziletli
olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. İbn Abdil-ber ise, et-Temhîd isimli
eserinde bu mevzu'da çok teferruatlı açıklamalarda bulunmuştur.[76]
2494. ...Ebû
Ümâme el-Bâhilî'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.);
"Üç kişi vardır
ki üçü de aziz ve celîl plan Allah'a emânettir. (Birincisi) Aziz ve Celil olan
Allah'ın yolunda savaşa çıkan kimsedir. Bu kimse (Allah) ruhunu kabzedip de
cennete koyuncaya veya-hutta (savaştan) elde ettiği sevab ve ganimetle evine
döndürünceye kadar Allah'a emanettir. (İkincisi de) Mescide giden adamdır. Bu
kimse de (Allah) ruhunu kabzedip de cennete koyuncaya veyahat da elde ettiği
sevap ve ganimetle (evine) döndürünceye kadar Allah'a emanettir. (Üçüncüsü de)
evine selamla giren kimsedir. Bu kimse de Aziz ve Celil olan Allah'ın
emânetindedir."[77]
buyurmuştur.[78]
Metinde geçen
"dâmin" kelimesi her ne kadar ism-i fâilse de, "rnadmûn"
manasında kullanılmıştır. Bir başka tabirle ism-i mef ûl manasında kullanılmış
bir ism-i faildir.Nitekim "Artık o memnun edici bir hayat içindedir"[79]
âyet-i kerimesinde "radiyeh" kelimesi ile "atılan bir
sudan"[80] âyet-i kerimesindeki
"dâfik" kelimesi ismi mef'ûl manasında kullanılmış ismi faillerdir.
Bu itibarla "râdiyeh" kelimesi, "kendisinden memnun
olunan", "dâfik" kelimesi de "atılan" manasına gelmektedir.
"Ruhunu kabzedip de cennete koyuncaya veyahut da (savaştan) elde ettiği
ganimetle evine döndürünceye kadar" cümlesinden maksat ise, Allah yolunda
savaşan kimsenin şehid olduğu takdirde kesinlikle cennete gireceğini, şehid
düşmediği takdirde ise, şayet ganimetler dağılmışsa hem Allah yolunda
savaşmanın sevabı, hem de savaştan hissesine düşen ganimetlerle birlikte
döneceğini, şayet ganimet elde edilmemiş veya elde dilen ganimetler taksim
edilmemiş ise, sadece Allah yolunda savaşması sevabıyla döneceğim,
binaenaleyh, eli boş olarak dönmesinin söz konusu olmayacağını ifade etmektir.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, "evine selamla giren kimse" cümlesini iki şekiled
açıklamak mümkündür:
1. Allah'ın,
"Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği
olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selam verin"[81]
emrine uyarak, eve girerken ev halkına selâm vererek giren kimse.
2. Fitnelerden
ve fesatlardan salim kalabilmek ümidiyle evine kapanıp uzlete çekilen kimse.
Binaenaleyh bu iki
şıkka giren kimselerin hepsinin de mevzumuzu teşkil eden hadisi şerifte
vadedilen mükafaata erişmeleri ihtimal dahilindedir.
Mescide gittiği için,
Allah'ın emanetinde ve himayesinde olduğu ifade medilen kimselerin içerisine
mescide sadece ibâdet maksadıyla gidenler dahil olduğu gibi, ilim öğrenmek ve
öğretmek için gidenler de dahildir. Binaenaleyh bu kimselerin mescidden eli
boş dönmeleri düşünülemez. Ya sadece ibâdet etme veya ilme çalışma sevabıyla
dönerler veyahut da bu sevaplarla birlikte dünyevî birtakım ganimetleri de
beraberlerinde götürürler.[82]
2495. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s,a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir kafir ile,
onu öldüren kimse ebediyyen, Cehennemde bir araya gelmeyeceklerdir"[83]
Diğer bir hadisi
şerifte de, Fahr-i kainat efendimizin;
Cehennemde ikisi
birbirine zarar verecek şekilde bir araya gelmezler," buyurduğu, Bunlar
kimdir ya Rasûlallah diye sorulunca; "Bir kafiri öldürüp de sonra doğru
yolu tutan mü'm in (ile onun öldürdüğü kafir)", karşılığı vermiştir.[84]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif hakkında Kadı Iyâz şunları söylemiştir: "Kafirle birlikte
cehennemde birleşmeyeceği haber verilen bu kimseden maksat, kafiri savaşta
öldüren kimse olsa gerektir." Kadı Iyâz bu sözüyle, pasaport ile müslüman
topraklarına giren veya müslümanlarla aralarında sulh yapmış olan kafirleri
öldüren kimselerin bu hadis-i şerifteki müjdeye dahil olmadıklarını ifade
etmek istemiştir. Kadı Iyâz sözlerine şöyle devam etmiştir: "Çünkü bu
müslümamn o kafiri öldürmesi günahlarına keffaret olur. Bu sebeple hayatında
işlemiş olduğu günahlardan dolayı azabdan kurtulur. Yahut da bu kimsenin
azabdan kurtulmasının sebebi (Allah'ın rızasına uygun olarak kalbinde
beslediği) özel bir niyeti veya (Allah'ın bildiği) özel bir halidir. Sözkonusu
müminin cehenneme girmemesinden kasdedilen mânâyı şu şekilde açıklamak da
mümkündür: Bu kimsenin cehenneme girmemesinden maksat, günahlarının cezasından
tamamen kurtulması değil de eğer cezalandırılacak sa, cennete sokulmayarak
cennetle cehennem arasında bulunan ve A'raf denilen yerde tutulmak suretiyle
cezalandırılmasıdır. Hiç cehenneme girmeden bu şekilde cezalandırılması
ihtimal dahilinde olduğu gibi kafirlerin bulunmadığı bir yerde ateşle
cezalandırılması da mümkündür." Tîybî'ye göre bu ihtimaller içerisinde en
isabetli olanı "Bu kimsenin savaşta bir kâfiri yok etmesinin onun günahlarına
keffaret olacağını" ifade eden görüştür.[85]
2496. ...İbn
Büreyde'nin babası Büreyde'den; "RasûluIIah sallalahü aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu" demiştir: "Mücâhidlerin hanımları (evlerinde) oturan
erkeklere anneleri gibi haramdır. (Evinde) oturanlardan bir erkek, mücahidlerden
bir adama ailesi hususunda vekil olur (da sonra ona hıyanet ederse, vekil kalan
kimse) kıyamet gününde mücahid için durdurulur ve (mücahide); "şu (adam)
ailen hususunda sana (kötü bir) vekil olmuştu. Onun iyiliklerinden dilediğin
kadarını al" denir. RasûluIIah bize dönüp; (Mücahid'in onun sevabını alma
hususundaki tutumunun nasıl olacağı hakkında) "Tahmininiz nedir?"
diye sordu.
Ebû Dâvud dedi ki: (Bu
hadisin râvilerinden) Ka'neb iyi bir insandı. Ebu Leylâ ona bir iş teklif etti.
Ka'neb de; (Benim) bir dirheme ihtiyacım var, onu temin etmek istiyorum. Bunun
için bana yardım edecek birini arıyorum, diyerek bu teklifi reddetti. (Ebu
Leylâ da);
Hangimiz ihtiyacı için
yardım istemiyor ki? diye karşılık verdi. (Ka'neb);
Beni (buradan)
çıkarınız da (duruma bir) bakayım dedi. sonra oradan çıkıp gözden kayboldu.
Süfyan dedi ki; "Tam gözden kaybolduğu sırada üstüne duvar yıkıldı da
öldü"[86]
İmam Nevevi'ye göre savaşa
giden mücahidlerin hanımlan, geride
bıraktıkları vekillerine iki cihetten
anneleri gibi haramdır:
1. Bu
vekillerin, mücahidlerin hammlarıyla başbaşa kalıp da onlara kötü gözle
bakmaları ve birtakım kötü niyyetlerle yaklaşarak onlarla sohbet etmeleri,
aynen kendi annelerine kötü gözle bakmaları gibi haramdır.
Vekillerin onlara
hizmette kusur etmeleri aynen kendi annelerine hizmette kusur etmeleri gibi
haramdır.[87]
Bu hadisin Müslim
tarafından rivayet edilen metninde 'bulunan "Ev halkı" ifadesinden
anlaşılıyor ki mücahid'in evinde bulunan anne-baba, kız, câriye gibi bütün ev
halkı da aynen mücahid'in hanımı gibi hürmete layıktır. Bunlara ihanet eden
kimseleri, sırattan geçerlerken görevli melekler durdurup, Mücâhid'e dönerek,
"îşte senin cihada giderken aileni emanet ettiğin kimse budur. Bu kimse
senin emânetine hıyanet etmiştir. Onun sevabından istediğin kadarını
alabilirsin." diyeceklerdir.
Artık herkesin kendi
derdine düşüp babanın oğuldan, oğulun da babadan kaçtığı o günde eline böyle
fırsat geçen bir kimsenin bu fırsatı kaçırmayıp son haddine kadar
değerlendireceğini açıklamaya bile lüzum yoktur. Rasûl-i Zîşan Efendimiz,
mücahid ailelerinin nasıl bir hürmete lâyık olduklarını anlattıktan sonra
onlara ihanet eden kimselerin kıyamet gününde Mücahidler karşısındaki acıklı
durumunu ifade etmek için, "tahminin nedir?" buyurmuş ve bu sözüyle;
"Artık eline bu fırsatı geçiren bir mücahidin, o kimsenin bütün
sevaplarını elinden alacağını tahmin edebilirsiniz" demek istemiştir.
Hadisin sonunda yer
alan cümlelerinde Ebû Dâvud, râvilerden Ka'neb hakkında bilgi vermektedir. Bu
cümlelerin hadisin asıl konusu ile alakası yoktur. Zaten bu ilâve Ebû Davud'un
bazı nüshalarında da bulunmamaktadır.[88]
2497.
...Abdullah b. Amr (r.a.), "Rasülullah (s.a.) şöyle buyurdu"
demiştir: "Allah yolunda savaşıp da ganimet elde eden (her) savaşçı,
(birlik) ahiret (teki) sevablarının üçte ikisini peşin olarak (dünyada) almış
olurlar. Kendileri için (ahirete sadece) üçte bir (nisbetinde sevap) kalır.
Eğer herhangi bir ganimet elde edemeden dönerlerse (ahirette) sevabları tam
olarak Verilir."[89]
Seriyye; sayıları
beşten üç yüze kadar ulaşan ve düşman üzerine ansızın baskınlar yapmakla
görevli askeri birlik-
lere verilen
isimdir.
Bu hadis-i şerifte
savaşa katılıp da savaştan ganimet elde ederek sağ-salim yurtlarına dönen
mücâhidlerin, ahirette ellerine geçecek olan cihad sevabının üçte ikisini
dünyada iken peşin olarak almış olacaklarım, savaştan bir ganimet elde etmeden
dönen veyahut da yurduna dönemeden savaş meydanında can veren mücâhidlerin ise,
bu cihadlarının sevabını ahirette tüm "olarak alacaklarını ifade
etmektedir.
İmam Nevevî, hadisin
bu mânâya geldiğini ifade ettikten sonra Kadı Iyâz'ın bü hadisle ilgili görüşlerini
nakledip, bu görüşlerden sadece bu manayı tercih ettiğini ve diğer görüşlerin
hepsini de asılsız ve yanlış ilan ettiğini söylemektedir.
İmam Nevevi'nin
açıklamasına göre, Kadı Iyâz'ın yanlış ilan ettiği bu görüşleri şöylece
özetlemek mümkündür: "Bu hadis sahih değildir. Mücâhidlerin dünyada elde
ettikleri ganimetle ahiretteki sevapları azalmaz. Nitekim Bedir mücâhidleri,
Bedir savaşının ganimetlerini dünyada iken aldıkları halde ahîretteki sevabları
azalmamış, bu ganimeti dünyada iken almış olmaları, onların mücâhidlerin en
faziletlileri olma şerefine ermelerine engel teşkil etmemiştir."
İmam Nevevi, Kadı
Iyâz'ın bu görüşlerini naklettikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor:
"Her ne kadar bazıları (2497 nolu hadis hakkında) "Bu hadisin
râvilerinden "Ebu Hânî"nin kimliği meçhuldür. Binaenaleyh, "savaşa
giden bir mücahidin hem ganimetle hem de büyük sevaplarla dönüp geleceğine,
Allah'ın kefil olduğunu" ifade eden 2494 numaralı hadis-i şerif tercih
edilir. Çünkü sözü geçen hadîs-i şerif meşhur bir hadistir. Râvileri de aynı
şeklide meşhurdur. Ayrıca o hadis, hem Buhari, hem de Müslim tarafından
rivayet edilmiştir. Ebu Hânî'nin rivayet ettiği 2497 numaralı hadisi Müslim
rivâyei etkmişse de, Buhârî Sahih'ine almamıştır. Demişlersede bu söz asla
doğru değildir. Çünkü bu iki hadis arasında birini diğerine tercih etmeyi
gerektiren bir sebep yoktur. Eğer iki hadis arasında herhangi bir çelişki
olsaydı o zaman birini diğerine tercih yoluna gidilirdi. Oysa burada böyle bir
durum sözkonusu değildir. Zira 2494 numaralı hadis-i şerifte sadece savaştan
dönen bir gazinin sevab ve ganimetlerle döneceği ifade edilmekle ye-tinilmekte,
elde ettiği ganimetlerin alacağı sevabın miktarını azaltıp azaltmayacağından
asla söz edilmemektedir. Ayrıca 2494 numaralı hadisin ifadesi mutlak, 2497
numaralı hadisin ifadesi mukayeddir. Binaenaleyh, bu iki hadisi birlikte
değerlendirirken 2497 numaralı hadis-i şerifteki kayıt-layıcı ifadeleri nazar-ı
itibara almak icabeder.
Ebu Hani'nin
kimliğinin meçhul olduğu iddiası da doğru değildir. Çünkü bu râvi imamlardan
pek çoğunun kendisinden hadis rivayet ettiği meşhur ve güvenilir bir râvidir.
Onun hadisini Müslim'in rivayet etmiş olması kendisinin güvenilir bir râvi
olduğuna yeterli bir delildir.
İmam Nevevi mevzumuzu
teşkil eden hadise yöneltilen tenkidi de şöyle reddetmiştir;
"Bir hadisin
sahih sayılabilmesi için Buhari'de veya müslim'de bulunması şart değildir.
Binaenaleyh bazı kimselerin sırf Buhâride bulunmadığı için bu hadisin
şahinliğini kabule yanaşmamaları doğru değildir."
Bedir mücahidlerinin,
Bedir ganimetlerini bölüştükleri halde müca-hidlerin en faziletlileri olduğunu
delil getirerek savaştan elde edilen ganimetten payını alan mücâhidlerin,
ahirette savaştan alacakları sevabın üçte ikisini dünyada peşin olarak almış
olacaklarını ifade eden 2497 numaralı hadise yöneltilen tenkidi de şöyle
reddetmiştir:
"Evet Bedir
mücahidleri de Bedir savaşından hisselerine düşen ganimeti aldıkları için bu
savaştan ahirette ellerine geçecek olan sevabın üçte ikisini dünyada
almışlardır. Bedir mücahidlerinin ahirette elde ettikleri se-vab erişilebilecek
sevapların en üstünü ve son haddi değildir. Eğer dünyada savaş ganimetlerini
almamış olsalardı daha da büyük sevaba erişmeleri mümkündü. Ama bununla beraber
Bedir mücahidlerinin cennetteki makamları çok büyüktür."[90]
2498.
...Sehl b. Muaz'ın babası (Muaz)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.);
"Namaz, oruç ve zikr(in sevabı) Allah yolunda harcanan mal(ın sevabm)dan yedi
yüz kat fazladır." buyurdu.[91]
Bu hadis-i şerifte, ihlasla
Kur'an okumak ve Sübhânallah, la ilahe illallah, Allâhü ekber diyerek, Allah'ı
zikretmek, namaz kılmak ve oruç tutmak suretiyle kazanılacak sevapların, Allah
yolundaki savaşlar için yapılan harcamalarla kazanılan sevablardan yediyüz katı
fazla olduğu ifade edilmektedir. Her ne kadar senedinde Zeb-bân b. Fâid ile
Sehl b. Muaz olduğu için bu hadisin zayıf olduğu söylenmişse de aslında bu
hadisi destekleyen başka rivayetler de vardır.
Nitekim bu mevzuda Ebu
Said el-Hudri'den rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir: Rasûlullah (s.a.)'a;
Kıyamet günü Allah
katında derece bakımından kulların hangisi daha üstündür? diye soruldu ve
Rasûlullah (s.a.);
"Allah'ı çokça
zikredenler" buyurdu.
Ya Rasûlallah Allah
yolundaki gaziden de mi üstündür? dedim.
"Kırılıncaya ve
kana boyanıncaya kadar kılıcını kâfirlere ve müşriklere çalsa da, Allah'ı çok
zikredenler, derece bakımından şüphesiz ondan daha üstündür." buyurdu.[92]
Yine aynı mevzuda Hz.
Ebu'd-Derda'dan rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifde şu mealdedir:
Peygamber (s.a.);
"Dikkat! Amellerinizin en hayırlısı, hükümdarı (tan-rı)nın katında en
temizi ve derecelerinizin de en yükseğini, sizin için altın ve gümüş
dağıtmaktan daha hayırlı ve düşmanlarınızla karşılaşıp sizin onların
boyunlarını vurmanızdan ve onların da sizin boyunlarınızı vurmalarından daha
yararlı olanı size bildireyim mi?" buyurdu. Ashab;
Evet dediler. Rasûli
Ekrem de;
"Allah'ı
zikirdir" buyurdu.
Muaz b. Cebel dedi ki:
"Allah'rn azabından kurtarıcı olarak, Allah?-ın zikrinden daha iyi bir şey
yoktur."
Tirmizi dedi ki:
Bazıları bu hadisi Abdullah b. Said'den buradaki gibi aynı senedle rivayet
etmektedir. Kimi de yine ondan bu hadisi mürsel olarak rivayet etmiştir.[93] Hadis-i
şerifin zahirinden anlaşılıyor ki, namaz, oruç ve zikrin sevabı Allah yolundaki
bir savaşta yapılan harcama sevabının yediyüz katına kadar çıkan bir artış
gösterir. Ancak bu fazlalığın derecesi namaz kılan, oruç tutan ya da zikreden
kimsenin ihlasına göre değişir.
Namazın, Allah yolundaki
savaşlar için yapılan harmacalara olan üstünlüğünü izaha lüzum yoktur. Çünkü
Resûl-i Zîşan Efendimiz "Allah katında en iyi amel hangisidir?"
sorusuna "Vaktinde kılınan namazdır"[94]
cevabını vermekle bu gerçeği en açık bir şekilde ifade buyurmuştur.
Orucun üstünlüğü ise,
sevabının Allah'dan başka kimsenin bilmeyeceği kadar çok olmasından[95] ve
orucun bir nevi sabır anlamına gelmesi[96] cihetiyle
oruç tutanların Allah'ın sabredenler hakkındaki: "...Ancak sabredenlere
mükâfatları hesapsız ödenecektir."[97] müjdesine
girmelerinden anlaşılmaktadır. Zikrin fazileti hakkında ise şöyle bir haber
rivayet edilmiştir: "Kim bir defa sübhanallah derse kendisine 124 bin
basene yazılır."[98]
Feyzu'I-Kadir sahibi
Münâvi'nin beyânına göre namaz, oruç, zikir ve cihadla ilgili bu hadisler
Rasûl-i Ekrem'e bu mevzuda soru yönelten şahısların, şahıslarıyla ilgili özel
cevaplarıdır. Fahr-i kainat efendimiz zahiri ve batınî bütün dertlerin ilacını
bilen bir doktor olduğu için, kendisine soru yönelten kişilerin özel hallerine
uygun düşen özel cevaplar vermiştir.
Zengin olanlara
zekatı, cihad için maddi yardımda bulunmayı ve bunların faziletlerini
açıklamışken, fevkalade güçlü ve kahraman kimselere cihadın faziletini
açıklayıp onları cihada teşvik etmiş bunlara gücü yetmeyen kimseleri de
durumlarına göre kimisini oruca, kimisini namaza, kimisini de zikre teşvik
etmiş ve onlara teşvik ettiği bu ibadetlerin faziletim açıklamıştır.[99]
Hafız Şemseddin b.
Kayyum'un açıklamasına göre genel olarak cihadla zikir kendi aralarında şu
şekilde derecelendirilirler:
1. Zikirle
birlikte yapılan cihad birinci sırayı alır. Çünkü Allah Teâlâ; "Ey
inananlar bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın
ki başarıya ensesiniz."[100]
mealindeki âyet-i kerimesinde cihadla zikri bir arada anmıştır.
2. İkinci
dereceyi cihadsız yapılan zikir teşkil eder. Bu şekilde yapılan zikir cihadla
birlikte yapılan zikirden derece itibariyle aşağıdadır.
3. Zikirsiz
yapılan cihad. Bu cihad, derece itibariyle üçüncü sırayı alır. Çünkü cihaddan
gaye de Allah'ı zikirdir.[101]
Yine İbn Kayyim'in
beyânına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis zikrin, Allah yolunda yapılacak
savaşlar için para harcamaktan daha faziletli olduğuna delâlet etmektedir.
Fakat bu hadisin, cihad esnasında yapılan namaz ve zikrin cihad için para
harcamaktan daha faziletli olduğu anlamına geldiğini söylemek de mümkündür.[102]
Nitekim bu babın ismine bakılırsa, Musannif Ebu Davud'un da bu mânâyı tercih
ettiği anlaşılır.[103]
2499. ...Ebû
Malik el-Eş'arî'den; demiştir ki: "Ben, Rasûlullah (s.a.)'i şöyle
buyururken işittim":
"Her kim Allah
yolunda (savaşa) çıkar da (aldığı bir yarayla) ölürse veya öldürülürse o kimse
şehiddir. Yahut da atı ya da devesi onu (yere çarpıp) boynunu kırar, veya
zehirli bir hayvan onu sokar ya da yatağında ölürse veya Allah'ın dilediği bir
ölümle ölürse, o kimse şehiddir. Ve onun için cennet vardır.”[104]
kelimesi bir kimsenin
evinden ve yurdundan çıkıp gitmesi anlamına gelir. Nitekim; "Tâlût
askeriyle ayrılınca..."[105]
âyet-i kerimesinde de bu mânâda kullanılmıştır.
kelimesi ise, deve
veya benzeri bir hayvanın binicisini yere atıp boynunu kırması anlamına
gelir.kelimesi de yılan gibi zehirli haşerelerin ısırması için kullanılır.
Hadîs-i şerifte Allah
yolunda savaşa çıkan bir kimsenin herhangi bir sebeple hayatını kaybetmesi
halinde şehid olacağı ifâde edilmektedir.
Binâenaleyh bu şekilde
hayatını kaybeden bir kimse şehidlik rütbesine erişeceğinden, şehidler ve
salihlerle birlikte cennete.ilk sırada girme saadetine erenlerden olacaktır.
Ancak Hafız
el-Münzirî'nin ifade ettiği gibi senedinde Bakıyye b. el-Velid ile İbn Sabit
bulunduğundan bu hadis zayıftır.[106]
2500.
...Fedâle b; Ubeyd'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah sallalahü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: "Ölen her kişinin amel (defter)i kapanır. Ancak
(Allah yolunda) nöbet tut(arken hayatını kaybetmiş ol)an kimse müstesna. Onun
ameli kıyamet gününe kadar artırılır. Ve o kimse kabir imtihanının acısın)dan
emin olur.”[107]
Ölümünden sonra her
insanın amel defteri kapandığı halde, nöbet mahallerinde Allah için nöbet
bekleyen kimselerin amel defterleri kapanmaz, onların sevap hanelerine kıyamete
kadar yeni sevapların yazılmasına devam edilir.
Çünkü bu kimse
Allah'ın dinini yüceltmek, müslümanları düşmanlarından korumak için hayatını
feda etmiştir. Bu hadis-i şerifte nöbet beklerken ölen kimselerin dışında
herkesin amel defterinin kapanacağı ifade edildiği halde, Ebu Hüreyre'den
rivayet edilen; "İnsan öldüğü vakit bütün namelleri kesilir. Yalnız üç
şey(in sevabı) kesilmez: Sadaka-i ceriye, faydalanılan ilim, ona dua eden
salih evlad"[108]
mealindeki hadis-i şerifte sadaka-i cariye sahipleriyle arkasında ilmi eserler
ve kendisine dua edecek hayırlı evlat brrakan kimselerin de amel defterlerinin
kapanmayacağının haber verilmesi, bu iki hadis arasında bir çelişki bulunduğu
anlamına gelmez. Çünkü ölen bir kimsenin amel defterindeki sevapların artmaya
devam etmesi iki şekilde olur:,
1. Bir başka
kimse vasıtasıyla artar. Ölen bir kimsenin Ölürken bıraktığı bir kuyudan bir
başka insanın gelip su içmesi gibi. Bu insanın su içmesi kuyu sahibinin amel
defterindeki sevabının artmasına sebep olur.
2. Hiçbir
kimsenin aracılığı olmadan artar. İşte mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
anlatılmak istenen bu ikinci şıkka giren cinstendir. Allah yolunda nöbet
beklerken hayatını kaybeden kimselerin amel defterindeki sevapları işte bu
şekilde hiçbir kimsenin aracılığı bulunmadan artmaya devam eder.
Ebû Hureyre'den
rivayet.edilen hadis-i şerifte anlatılmak istenen kimseler ise, öldükten sonra
amel defterlerindeki sevaplarının artması diğer bir kimsenin aracılığına bağlı
olan kimselerdir. Neyrül-Mearib isimli eserde nöbet tutmanın Mekke'de ikâmet
etmekten faziletli olduğu, Muğnî isimli eserde ise, nöbetin en azının bir saat,
tamamınmsa kırk gün olduğu, Siyeru-Kebir'de de en azının bir gün, en çoğunun
kırk gün, vasatının da üç gün olduğu ifade edilmektedir.[109]
2501.
...Sehl b. el-Hanzaliyye şöyle anlatmıştır: (Hz. Peygamberin sahabilerinden)
bir cemaat Huneyn (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.)'la birlikte yürüdüler.
Yürüyüşü uzattılar. Nihayet akşam üstü oldu. Ben de Rasûlullah'ın yanında
(ikindi) namaz(ın)da hazır bulundum. O anda atlı bir adam geldi ve;
Ey Allah'ın Rasûlü,
ben sizin önünüzden gitmiştim şöyle bir dağa çıktım. Bir de baktım ki Havazin
kabilesi develerine binili kadınları, develeri ve koyunlarıyla birlikte hiç
kimse geri kalmamak kaydıyla Huneyn'de toplanmışlar, dedi. Rasûlullah (s.a.)'de
gülümsedi ve;
"İnşallah onlar
yarın müslümanların ganimeti olacaktır" buyurdu. Sonra,
"Bu gece bizi kim
bekleyecek?" diye sordu. Enes b. Ebu Mersed el-öanevi;
Ben (bekleyeceğim) ya
Rasûlallah cevabını verdi. (Hz. Peygamber ona);
"Bin!" dedi.
O da kendisine ait bîr ata binip Rasûlullah (s.a.)'a geldi. Rasûlullah da ona
(şöyle) emretti:
"Şu boğaza git
tepesine çık. Bu gece senin tarafından (gelecek) bir pusuya düşmeyelim".
Sabahladığımız vakit Rasûlullah (s.a.) namazlarım) kıldığı yere çıkıp iki
rekat naımaz kıldı. Sonra;
"Atlınızı
gördünüz mü?" dedi.
Görmedik ya
Rasûlallah, diye karşılık verdiler. Namaz için kamet getirildi. Rasûlullah
(s.a.) namaza durdu ve boğaza da bakıyordu. Nihayet namazı bitirip de selâm
verince:
"Müjde size
(işte) atlınız geldi'* buyurdu. Biz ağaçların arasından boğaza (doğru) bakmaya
başladık. Bir de ne görelim (atlı) gelip Rasûlullah (s.a.)'ın huzuruna
durdu. Selam verdi ve (şöyle) dedi:
Ben gittim şu boğazın
tepesine, Rasûlullah (s.a.)'in emir buyurduğu yere kadar çıktım. Sabah olunca
boğazın iki yanındaki tepelere çıkıp (etrafı) gözetledim kimseyi göremedim.
Rasûlullah (s.a.) ona;
"Bu gece (atından
hiç) indin mi?" diye sordu. (O da);
Hayır. Ancak namaz
kılmak veya abdest bozmak için inmem hariç diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.)
ona;
"Sana (cenneti)
kazandıran bir amel işledin. Bundan sonra (başka) bir amel işlemesen de zararı
yok." buyurdu.[110]
iki dağm arasında
bulunan geçittir. Yolcular bu geçitler sayesinde dağları aşıp menzillerine
varma imkanı bulurlar.
Hadis-i şerif önemli
geçitlerden veya askeri noktalardan düşmanı gözetlemenin Allah yanındaki
değerini ve sahibine cenneti kazandıracağını ifade etmektedir. Nitekim bir
hadis-i şerifte de (şöyle) buyurulmaktadır: "İki göz vardır ki onlara
cehennem ateşi dokunmaz. Allah korkusundan ağlayan göz Allah yolunda (düşmanı)
gözetleyen göz".[111]
Hakim'in Sehl b. el-Hanzala'dan
rivayet ettiği bir hadisten anlaşıldığına göre, Rasûl-i Ekrem'in düşmanı
gözetlemek üzere gönderdiği Enes b. Ebu Mersed gözetlemekte olduğu tepeden,
Hevazin kabilesinin büyük bir askerle ve hayvan sürüleriyle yaklaşmakta
olduklarını gördüğünü ifade etmiştir.
Bilindiği gibi bu
savaş müslümanların zaferiyle ve pek çok ganimetleri ellerine geçirmeleriyle
neticelendi. Bu hadisin bir kısmı daha önce 916 numaralı hadis-i şerifde
geçmişti.[112]
1. Allah
yolunda düşmanı gözetlemenin sevabı çok büyüktür.
2. Namaz
esnasında göz ucu ile sağa-sola bakma namazı bozmaz.[113]
2502. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'m rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.)'şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse (Allah yolunda) savaşmadan ye onu gönlünden geçirmeden ölürse
bir çeşit nifak üzere ölür."[114]
Allah yolunda hiçbir
savaşa çıkmadan veya Allah için savaşa çıkmayı samimi olarak gönlünden
geçirmeden ölen bir kimse bir çeşit nifak üzere ölmüş olur. Bu hadis-i şerifte,
din düşmanlarıyla savaşı terkeden kimseler Hz. Peygamberle birlikte savaşa
çıkmaktan kaçan münafıklara benzetilmiştir: "Bir kavme benzeyen kimse o kavimdendir”[115]
hadis-i şerifine göre de münafıklara benzeyen bir kimse münafıklardan sayılır.
Abdullah b. el-Mübârek
bu hükmün Hz. Peygamber zamanına ait olduğunu söylemişse de ulemanın büyük
çoğunluğu bu hükmün genel olduğunu, binaenaleyh bütün devirler için geçerli
olduğunu söylemişlerdir. Tîbî'ye göre nefisle ve şeytanla savaşı terkedenler de
bu hadisin şümulüne girmektedirler.[116]
1. Allah
yolunda savaşa katılmaya azmetmek akıl ve balıg olan her müslümana farzdır.
Umumi seferberlik ilan edildiği zamanlarda bu savaşa bilfiil katılmak farz-ı
ayn olur. Genel seferberlik ilan edilmemekle beraber Allah yolunda yapılan
harplerin devam ettiği zamanlarda ise, müslümanların bu savaşlara bilfiil
katılmaları farz-ı kifâye olur.
2. Harbi
tamamen bırakmak veya hiçbir zaman harbe katılmamaya karar vermek münafıklık
alâmetidir.
3. Bir
ibâdete niyet edip de onu yapmadan ölen kimse hiç niyet etmeden ölen kimse
gibi değildir.
Bir namazı vaktinin
evvelinde kılmaya imkan varken vaktin sonuna doğru kılma niyetiyle geciktirerek
kılamadan Ölen kimse ile haccetme imkanına sahipken onu gelecek senelere tehir
ederek haccetmeden ölen bir kimsenin günahkar sayılıp sayılmayacağı meselesi
ise, ulema arasında ihtilaflıdır.[117]
2503. ...Ebu
Ümâme (r.a.)'m rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim savaşa katılmaz veya savaşa katılan bir gaziyi (harp aletleriyle)
donatmaz ya da savaşa giden mücâhidin ailesine hizmette ona hayırlı bir vekil
olmazsa, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah onu bir felâkete
uğratır.
(Bu hadisin
ravilerinden) Yezid b. Abdirabbih rivayetinde "kıyametten önce"
(Allah onu bir felâkete uğratır) demiştir.[118]
Kâria, "insanın
başına ansızın gelen felaket" demektir. Çoğulu kavâri' gelir.
Bu hadis-i şerifte
harbe katılmadığı halde harbe katılan bir mücâhidin harb aletleriyle
donatılmasına yardımcı olmadığı gibi, savaşa giden mücâhidin ailesine
hizmetten geri durarak ona hayırlı bir vekil olmaktan da uzak duran kimseleri
cenab-i hakkın ani felâketlere uğratarak onlardan intikam alacağı ifâde
buyurulmaktadır.
Önceki hadisin
şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi Abdullah b. el-Mubârek, bu hadisteki tehdidin
sadece Hz. Peygamber devrinde yaşan müslümanlar-ia ilgili olduğunu söylemişse
de Abdullah b. el-Mübârek'in dışında tüm ulema, bütün müslümanların bu
hadisteki tehdide muhatab olduğunu lemişlerdir.
Tîbî ise, nefis ve
şeytanla savaşı terkeden kimselerin de bu tehdide hedef olduklarını ifâde
etmiştir.[119]
2504. ...Enes
b. Malik'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müşriklere karşı mallarınızla yanlarınızla ve dillerinizle
savaşınız."[120]
Bu hadis-i şerif mal,
can ve dille cihad etmenin farz olduğuna delildir. Mal ile cihad onu Allah
yolunda savaşan mücâhidlerin nafaka ve silahını temin etmek için sarf
etmektir. Canla cihad ise, bilfiil din düşmanlarının karşısına çıkarak onlarla
savaşmaktır. Birçok âyetlerde "Mallarınızla, canlarınızla mücahede
edin."[121] buyurula-rak bu mana
ifade edilmiştir.
Dille mücahede
kâfirlere karşı delil getirmek, "onları Allah'a imana davet etmek,
harbeden iki taraf karşı karşıya geldikleri vakit "Allah, Allah!"
veya buna benzer sözlerle düşmanı kahr-u perişan etmektir.
Onların da bilfiil
mukabeleye geçip de Allah'a ve Rasûlüne küfretmelerine sebep olmayacak şekilde
onların inançalnnın bâtıllığmi isbat için kuvvetli deliller ve burhanlar ikâme
etmek suretiyle onların inançlarının bâtılhğını isbat etmek de dille cihadın
kapsamı içerisine girer. Nitekim Rasûlullah (s.a.), bu hususta Hz. Hassan'a
"Hiç şüphe yok ki kafirleri hicvetmek kendilerine ok isabetinden daha
şiddetli gelir"[122]
buyurmuşlardır.
Dil ile cihad hem
basit hem de zordur. Her insan cebinden birşeyler harcamadan dili ile İslama
hizmet edebilir. Fakat İslâmı anlatmak için İslâmı çok iyi bilmek gerekir.
İslam'ı bilmeden dil ile yapılan bir hizmet ise yarar yerine zarar getirir.
Dine karşı yapılan
saldırılar karşısında sükutu tercih etmek ise, İslâmı cihad anlayışıyla taban
tabana zıttır. Nitekim, yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmuştur:
Allah, kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve
gizlemeyeceksiniz, diye söz almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir
değerle değiştirdiler. Alış-verişleri ne kötüdür."[123]
Günümüzde dille
yapılacak cihadın kapsamı içine girecek çalışmaları şöylece sıralamak
mümkündür:
1. İslâmî
kitap ve broşür yazmak ve dağıtmak
2. Gazete,
dergi çıkarmak
3. Vaaz ve
konferanslar tertiplemek
4. Sohbet
toplantıları tertiplemek
5. TV ve
radyo yayıncılığı.[124]
2505. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Eğer topluca (savaşa) çıkmazsanız,
(Allah) size acı (bir şekilde)
azabeder..."[125]
(âyet-i kerimesi) ile "Ne Medine halkının..."[126]
âyetini “Yapacakları"[127]
kelimesine kadar, bunları takibeden "Bütün insanların, toptan savaşa
çıkmaları doğru değildir...”[128] (âyet-i
kerimesi) neshetmiştir.[129]
Nefr: Müheyyic bir.
sebepten dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır.[130] Burada
ise, bu
kelime toptan savaşa çıkmak anlamında kullanılmıştır. Bu hadis-i şerifte
Hz. Îbn Abbas'-ın, metinde mealleri geçen Tevbe sûresinin 39. ayetiyle 120 ve
121. âyetlerinin yine Tevbe sûresinin 122. âyet-i kerimesiyle neshcdilidği
görüşünde olduğu ifade edilmektedir.
Beyzavî tefsirinde
ise, bu mevzuda şu görüşlere yer veriliyor: Katâde'yc göre; "Ne Medine
halkının, ne de onların çevresinde bulunan bedevilerin, Allah'ın Rasûlünden
geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeleri
onlara yakışmaz..."[131]
âyet-i kerimesi Hz. Peygambere ait özel bir hüküm ifade etmektedir.
Binaenaleyh Hz. Peygamber harbe çıktığı zaman özür sahiplerinin dışında hiçbir
kimsenin bu savaştan geri kalması caiz değildir. Hz. Peygamberden sonra işbaşına
gelen devlet idarecilerinin harbe katılmaları halinde ise, savaşa katılmalarına
ihtiyaç duyulmayan kimselerin bu harbe katılmaları mecburiyeti yoktur.
el-Velid b. Müslim'in
rivayetine göre el-Evzaî ile İbnu'I-Mubârek ve Said b. Abdilaziz bu âyetin
hükmünün, Rasûl-i Ekrem'in hayatında olduğu gibi kıyamete kadar da geçerli
olduğu görüşünü savunurlarken, tbn Zeyd bu âyetin hükmünün fslamin ilk
devirlerinde müslümanların sayılarının az olduğu günler için geçerli olduğunu,
müslümanların sayısının çoğalmasıyla Allah Teâlâ hazretlerinin bu âyetin
hükmünü; "Bütün insanların toptan sefere çıkmaları doğru
değildir..."[132]
âyet-f kerimesiyle neshet-tiğini iddia etmiştir.
Aslında Tevbe
suresinin 122. âyetiyle 39. 120. ve 121. ayetleri arasında herhangi bir
çelişki olmadığı için 122. âyetin diğerlerini neshetmesi düşünülemez. Çünkü
122. âyetin hükmü geneldir. Diğer âyetler ise Hz. Peygamberle harbe çıkmak
istemeyen belli bir cemaatle ilgilidir.
İmam Taberî de şu
sözleriyle bu gerçeği dile getirmektedir: "Eğer topluca (savaşa) çıkmazsamz
(Allah) size acı (bir şekilde) azabeder..."[133]
âyet-i kerimesindeki tehdid, Rasûl-i Ekrem kendilerini savaşa çağırdığı halde
bu emre uymayan'kimselere ait özel bir tehdiddir." Aynı şekilde Hafız İbn
Hacer de bu âyetin Tevbe suresinin 122. âyetiyle neshedildiği iddiaısı-m
reddederek "Bu âyet mensuh değildir. Fakat tahsis edilmiştir" demektedir.
Hafız Münzirî de Hz. İbn Abbas tarafından neshedildiği iddia eden Tevbe
suresinin 39. 120. ve 121. âyetlerinin aslında muhkem olduklarını ve
dolayısıyla neshedilmelerinden bahsedilemeyeceğini ifâde etmiştir.[134]
2506.
...Necde b. Nüfey'den; demiştir ki: İbn Abbas'a şu; "Eğer topluca (savaşa)
çıkmazsamz (Allah) size (acı bir şekilde) azabeder..."[135]
(mealindeki) âyeti sordum da;
Onlardan yağmur
kesildi. (Yağmurun kesilmesi) onların azabıydı diye cevap yerdi.[136]
Hz. İbn Abbas,
metindeki âyet-i kerimede Hz. Peygamberle harbe katılmak istemeyen kimselere
yöneltilen tehdidin o kimselere, yağmursuzluk, kıtlık ve kuraklık şeklinde
tecelli ettiğini ve ilâhi tehdidin bu şekilde gerçekleştiğini haber vermiştir.
Bazı müfessirlerin açıklamalarından da anlaşıldığına göre, bu ayet-i kerime Hz.
Peygamber kendilerim harbe çağırdığı halde harbe katılmayan Arap kabileleri
hakkında inmiştir. Allah onlara çok acı bir azabın geleceğini haber vermiş,
bir süre sonra da yağmurlarını kesmiştir.
Her ne kadar bu âyet-i
kerime belli kimseler hakkında nazil olmuşsa da, âyetin iniş sebebinin özel
olması hükmün genel olmasına engel değildir. Binaenaleyh Hz. Peygamberin emrine
muhalefet edenler dünya veâhi-rette- rezîl, rüsvay ve helak olurlar. Âyetin
devamında yüce Allah Rasülünün emrine uymayan kimseleri helak edip yerlerine
başka bir kavim getirerek o kavimle Rasûlünün imdadına yetişip onu muzaffer
kılacağını va-detmiştir.
Hz. Peygamberin
makamında bulunan bir zatın dine muvafık emirleri de aynen Rasûlünün emri
gibidir. Ona itaat vâcib olur. Muhalefet eden günahkar ve rezil olur.[137]
2507.
...Zeyd b. Sabit (r.a.)'den; demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ın yanında
(oturuyor) idim. Kendisini bir sükûnet kapladı. Derken Rasûlullah (s.a.)'ın
dizi benim dizimin üzerine düştü. Rasûlullah'ın dizinden daha ağır birşey
görmedim. Sonra (bu hal) ondan çekilip gidince (bana hitaben);
"Yaz!" dedi.
Ben de (onun mübarek ağzından çıkan; "inananlardan yerlerinde oturanlar
ile mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cîhad edenler bir olmaz. "[138] âyetini
sonuna kadar bir kürek kemiği üzerine yazdım. Bu esnada âmâ bir adam olan İbn
Ümm-i Mektum mücâhidlerin faziletini işitince ayağa kalktı ve;
Ey Allah'ın Rasûlü
müzminlerden cihada gücü yetmeyenlerin durumu nasıldır? dedi. (İbn Ümm-i
Mektum) sözünü bitirince Rasûlullah (s.a.)'i (yeniden) bir sükunet hali daha
kapladı ve dizi dizimin üzerine düştü. Dizinin ağırlığını (bu) ikinci defa (ki
düşüşün) de de (aynen) birinci defaki gibi (herşeyden daha ağır) buldum. Sonra
(bu hal) Rasûlullah (s.a.)'den çekilip gidince (bana hitaben);
"Ey Zeydî
(yazdığını) oku!" dedi. Ben de (yazdığım âyetin) (kısmım) okudum. Rasûlullah
(s.a.)'de (bu kısma)
“ = özürsüz olarak (sözü ilâve edilecek)"
dedi (ve) âyetin tümünü okudu. Zeyd dedi ki: Allah (bu âyette bulunan -özürsüz
olarak- anlamındaki) kelimeyi başlıbaşına indirdi. Ben de (âyete) ilâve ettim.
Hayatım elinde olan Allah'a yemin olsun ki onun kemikte bulunan çatlağın
yanındaki ilâve edildiği yeri görür gibiyim.[139]
Bu hadisi şeriften
anlaşılıyor ki Asr-ı saadette bazı müslümanlar, inançlarında şüphe olmadığı
halde psikolojik veya herhangi bir sebeple cihada katılmamışlar, bunların Allah
indindeki durumları sorulunca cihada katılanlarla katılmayanların mertebesini
belirtmek üzere bu âyetler inmiştir. " = zarar sahibinden başka"
cümlesi, maddi bir özürle cihada katılmayanları bu hükümden istisna
etmektedir. Bilindiği gibi bir özürle cihada katılmayanların sevabı eksilmez,
derecesi düşmez. Çünkü yüce Allah; "köre güçlük yoktur (Bunlar savaşa
katılmak zorunda değillerdir) kim Allah'a ve onun elçisine itaat ederse (Allah)
onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar..."[140]
buyurmuştur.
Ayetin ifadesine göre
cihad eden mü'minler, cihada gitmeyenlerden üstündürler. Ama Allah
"...Gerçi Allah, hepsine de güzellik va'detmiştir..."[141]
âyet-i kerimesiyle bütün mü'minlere güzellik va'detmiştir. Bu da cihadın farz-ı
ayn değil farz-ı kifâye olduğunu gösterir. Çünkü farz-ı ayn olsaydı bunu
yapmayanlarda hiçbir fazilet kalmaz, tersine günahkâr olurlardı.[142]
1. Kur'an-ı
Kerimi levha ve kemik üzerine yazmak ve yazdırmak caizdir.
2. Kesilen
hayvanın kemiklerinden yararlanmak caizdir. Bunlardan istifade edilebilir.
3. Körlük,
topallık ve hastalık gibi Özrü bulunan kimseye, cihad farz değildir. Harbe
gitmedikleri halde bu gibi özür sahiplerine sevap verilebilir.
Ancak Nevevi'ye göre
sevapları mücâhidler derecesinde değil, niyyetlerine göre verilir. Allâme Aynî
İse, cihada niyeti olduğu halde bir özürden dolayı cihada katılamayan kimseye
mücâhid sevabı verileceğini söylemiştir. Nitekim; "Medine'de Öyle
insanlar var ki: Biz bir vadiyi veya dağ yolunu tuttuk mu (gönülden) onlar da
bizimle beraber olurlar. Ama kendilerine özür mani olmuştur." mealindeki
2508 numaralı hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.
4. Cihad,
farz-i kifayedir. Hadis-i şerif Peygamber (s.a.) zamanında cihadın farz-ı ayn
olduğunu iddia edenlerin sözünü reddetmektedir. Cihad her devirde farz-ı
kifayedir. Ancak Küffar istilâ ettiği zaman farz-ı ayn olur. Yada, kâfirlerin
hâkim olduğu topraklarda, mü'minlere zulüm söz-konusu ise yine farzı ayndır.
Cihad'sa küfrü reddetme eyleminin fiili şeklidir.[143]
2508. ...Enes
b. Malik'den Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Vallahi siz
Medine'de öyle bir cemaat bıraktınız ki onlar sizin yürüdüğünüz (bütün)
yol(lar)da ve sarfettiğiniz (her) malda, geçtiğiniz (her) vadide sizinle
beraberdirler."
(Bunun üzerine ashab-ı
kiram);
Ey Allah'ın Rasûlü!
Onlar Medine'de oldukları halde nasıl bizimle olurlar dediler. (Hz. Peygamber
de);
"Onları
mazeret(leri) alıkoydu." diye karşılık verdi.[144]
Bu hadis-ı şerif bir
işe iuyyet edipte herhangi bir özründen dolayı onu yapamayan bir kimsenin o ışı
yapan kimse gibi sevap alacağına delildir. Bu hadisi Ebu Avâne ile İbn Hibbân
da rivayet etmiştir. Fakat Ebu Avâne ile îbn Hıbban'ın hadisinde, "sizinle
beraberdirler" cümlesi, "sevapta size ortaktırlar" şeklinde rivayet
edilmiştir. Bu da mazereti sebebiyle savaşa katılamayan kimselerin katılanlarla
beraberliğinin sevab yönünden olduğunu ifade eder.
Metinde geçen mazeret
kelimesi hastalıktan daha genel bir manada kullanılmıştır. Her ne kadar
Müslim'in rivayetinde "kendilerini hastalık hapsetmiştir" ifâdesi
varsa da bu ifade, mazeretin sadece hastalıktan ibaret olduğunu değil, fakat
insanların harbe katılmasına en çok hastalığın engel olması hasebiyle
kullanılmıştır.[145]
1. Harbe
giden 8âzUerle niyyet olarak beraber olup da hastalık veya başka bir sebeple
harbe fiilen iştirak edemeyen kimseler, harbe katılan gaziler gibi sevaba nail
olacaklardır.
2. Farz-ı
kifâye veya farz-ı ayn olarak yani umûmi seferberlikte cihada iştirak etmeye
niyetlenmek her mü*mine farzdır.[146]
2509. ...Zeyd
b. Halid el-Cüheni, Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Kim Allah
yolundaki bir mücahidi donatırsa (Allah yolunda) savaşmış olur. Kim de bir
mücahide ailesi hakkında hayırlı bir vekil olursa, o da (Allah yolunda)
savaşmış olur."[147]
İbn Hibban metinde
geçen; "Allah yolunda savaşmış olur" cümlesini; "Gerçeklen
savaşmadığı halde yine de aynen Allah yolunda savaşan bir mücâhid gibi sevab
alır." şeklinde tefsir etmiştir.
Hafız İbn Hacer bu
hadis-i şerif hakkında yaptığı açıklamada Müslim'in rivayet ettiği
"Hanginiz savaşa çıkan mücâhide ailesi ve malı hakkında hayırlı bir vekil
olursa, ona mücahidin ecrinin yansı verilir."[148] mealindeki
hadis-i şerifi delil getirerek; "kendini harp malzemeleriyle donattıktan
ya da ailesinin nafakasını temin ettikten sonra savaşa çıkan bir mücâhide,
başkasının yardımıyla yada ailesinin nafakasını temin etmeden savaşa giden bir
mücahidin sevabının iki misli sevap verileceğini" söylemiştir.
Hafız İbn Hacer'e
göre, "Mücâhidin ailesini ve malını koruyup gözeten kimseye mücâhidin
ecrinin yarısının verileceği"ni ifade eden hadis-i şerifle mevzumuzu
teşkil eden ve; "mücâhidin ailesini koruyup gözeten kimsenin aynen bilfiil
cihadeden mücahid gibi sevab alacağını" ifade eden hadis arasında herhangi
bir çelişki yoktur. Çünkü Müslim'in hadisinde geçen; "Mücâhidin ecrinin
yarısı" tabirinden maksat, mücahidin şahsına isabet eden sevabın yansı
değildir. Bu kelimeyle kasdedilen, mücâhidin Allah yolunda savaşmasıyla hem
kendisi hem de onun ailesini koruyan kişi için hasıl olan sevapların toplamının
yarısıdır. Bu demektir ki mücâhidin ailesini, malını ve mülkünü koruyan kimse
için de aynen bilfiil harbe katılan bir mücahid gibi sevab verilir.
Hadis-i şerifte mücâhidin
silahlanması için gerekli yardımı yapan kimsenin de aynen mücahid gibi sevap
alacağı ifade edildiğine göre, kendi kendini donatarak harbe giden mücahid ile
geride bıraktığı ailesinin nafakasını temin ederek savaşa giden bir mücâhide,
başkasının yardımıyla ya da ailesinin nafakasını temin etmeden savaşa giden bir
mücâhidin sevabının iki misli sevap verilecek demektir.[149]
Her ne kadar hadis-i
kudsî'de "...Her kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa Cenab-ı
Hak onu kendi katında tam bir iyilik olarak yazar (kabul eder). Eğer hem
niyetlenir hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yediyüz
ve daha fazla katına çıkarır..."[150] buyuruluyorsa
da, mücahidi donatan veya onun ailesinin nafakasını temin eden kimse iyi
niyetinin sonucu olarak sadece bir cihad sevabı almakla kalmaz, bilfiil savaşa
katılan mücâhid gibi cihadın sevabını da kat kat fazlasıyla alır. Çünkü
mücâhidlere yardım eden kimseler de niyyetlerini bilfiil harekete geçiren
kimselerdir.[151]
1. Mücahidi
harp malzemeleriyle teçhiz eden bir kimse aynen
bilfiil harbe katılan mucahıd
gibi sevap alır.
2. Mücahidin
geride bıraktığı ailesinin nafakasını temin eden bir kimse aynen bilfiil harbe
katılan mücâhid gibi sevap alır.
3. Kendi
kendini donatarak bu savaşa giden bir mücâhid başkasının yardımıyla savaşa
giden bir mücâhidin iki misli sevap alır.
4. Ailesinin
nafakasını temin ederek savaşa giden bir mücâhid, ailesinin nafakasını temin
etmeden savaşa katılan bir mücahidin iki misli sevap alır.[152]
2510. ...Ebu
Said el-Hudri (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.)'Beni
Lihyan'a (karşı savaşmak üzere bir müfreze) gönder(mek iste)miş ve;
"Her iki adamdan
biri çıksın!" buyurmuş. Sonra oturan(lar)a; "Çıkanın ailesi ve malı
hakkında hanginiz hayırlı bir vekil olursa, çıkanın yarı sevabı ona
verilir" buyurmuş.[153]
Hicretin dördüncü
yılında Beni Lihyân, Rı'lzekvân ve Usayya kabileleri, Peygamberimizden, kendileri için din adamları ve yardımcılar
istemişler, gönderüince de onları Bi'ri Maûne'de şehid etmişlerdi.[154]
Peygamberimiz onların
öçlerini almak üzere, Beni ühyânları bulup onlara ansızın baskın yapmayı
tasarladı. Bunun için hemen sefere hazırlanmalarını ashabına emretti.[155]
İşte bu sefer esnasında, Fahri kainat efendimiz her evde bulunan iki erkekten
birinin veya her kabiledeki erkeklerin yarısının harbe çıkıp, diğerlerinin evde
kalmasını emretmiş ve evde kalanların mücâhidlerin ailesine bakmakta
kendilerini aratmamaları ve onlara hayırlı bîr vekil olmaları halinde onların
cihadından hasıl olan sevabın yarısına nail olacaklarını ifade buyurmuştur.[156]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi mücahidin aile halkının nafakasını
temin eden kimsenin, müchadin ecrinin yarısını almasından maksat, mücâhidin
hissesine düşen ecrin yarısı değildir mislidir.[157]
2511. ...Ebu
Hureyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
"İnsanda bulunan (huy)ların en kötüsü, hırslı bir cimrilik ve şiddetli bir
korkaklıktır"[158]
Şuhh, "Cimrilik"
demektir. Cömertliğin zıddı ve nefsin yakalandığı tedavisi güç bir hastalıktır.
Şer'an ve insanî bakımdan malı harcanması gereken yerlerde harcamaktan kaçınmak
demektir. Tamahkarlıkta ileri gidenler ilk önce, "bahil - cimri"
unvanım alırlar. Sonra bunun aşırısına uğrayarak hakirliğe ve adiliğe düşerler.
Bazılarına göre şuhh cimriliğin aşırı derecesidir.[159]
Yüce Allah cimriliğin
kötülüğünü şöyle açıklıyor: "Cimrilik eden, kendisini müstağni gören,
güzel kelimeyi (şehâdet kelimesini) yalanlayan kimseye, güçlüğe götüren
yolları kolaylarız, helak olduğunda onun malı fayda vermez."[160]
"Kendisini
cimrilikten koruyan kimse felah bulmuştur."[161] Bu
konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: Zulümden kaçınırız. Çünkü zulüm,
kıyametde karanlıklara sebeptir. Cimrilikten de korununuz. Çünkü cimrilik,
sizden evvel geçenleri helak etmiş, onları kan dökmeye, haramı helal görmeye
sevketmiştir."[162]
Cebânet ise, korkaklık
ve cesaret yokluğu demektir. Korkan insan, hayal ve vehmin zanların esiri olup
herşeyden ve belki kendi gölgesinden bile korktuğu için genel görünüşüyle
kendisinden fayda umulan hür kişilerden sayılmaz; sözüne, mukavelesine,
ahitleşmesine güvenilmez, yolculuk etmek, hele sabır ve sebat gerekli olan
yerlerde (savaş gibi) bulundurmak doğru olmaz.
Bu gibi korkakları
küçük bir görevle bile savaşta bulundurmak düşmana imkan vermek demektir.[163]
Ahlak ulemasının beyânına göre cimrilik korkaklıktan, cömertlik de cesaretten
neşet eder.[164]
2512. ...Ebu
îmran, Eşlem (b. Yezid)'den; demiştir ki: "Biz İstanbul'u kasdederek
Medine'den savaşa çıktık. Cemaatin başında Abdurrahman b. Halid b. el-Velid
vardı. Rum (askerleri) sırtlarını (İstanbul) şehrin(in) surlarına dayamışlardı.
Derken (bizden) bir adam (tek basma) düşmana saldır(ıp düşman safları arasına
dal)dı. Bunun üzerine halk "Vazgeç, vazgeç! lâilahe illallah kendi
elleriyle kendini tehlikeye atıyor!" diye feryada başladı. (Bunu gören)
Ebû Eyyûb (el-Ensârî) dedi ki: "Bu âyet biz Ensâr topluluğu hakkında indi.
(Yüce) Allah Peygamberi (Muhammed) (s.a.)'e yardım edip İslâmi-yete destek
olunca (kendi kendimize);
"Haydi gelin
mallarımızın başında duralım, onları düzene koyalım" demiştik. Bunun
üzerine Yüce Allah; "Allah yolunda sarf ediniz de kendinizi ellerinizle
tehlikeye atmayınız!"[166]
(mealindeki âyet-i kerimeyi) indirdi. (Kendi) eller(imiz)le kendimizi tehlikeye
atmak (demek), mallarımızın başında onları düzene koymakla uğraşmamız ve cihâdı
terk etmemiz (demektir.”
Ebu İmran dedi ki: Ebu
Eyyub (Şehid olup ta) İstanbul'a defn edilinceye kadar cihada devam etti.[167]
Çoğu kere hastalık ve
kötü alışkanlıklarla mücadelede söz konusu edilen; "Kendinizi kendi
elinizle tehlikeye atmayın" mealindeki ayetin sebeb-i nüzulünü açıklayan
büyük sahabi ve büyük mücahid Ebu Eyyub el-.Ensarî hazretleri, bizzat veya
bilvasıta Cihada iştirak etmekten kaçınanları uyarmakta, cihada hazır
olmamanın ve mutlak sulh taraftarı görünümüne bürünmenin tehlikesine ciddi
şekilde dikkatleri çekmektedir.
Harbi; tehlike, sulhu
ise, tehlikeden uzak kalmak sanmanın yanlışlığını ortaya koyan âyet,
müslümanlar için bir hareket ve fedakarlık kaynağıdır. Görünüşe aldanmama
ihtarıdır. Zâten savaşla ilgili bir ayette, kişisel kanaat ve görüşlerin
kısırlığı, ilâhi emirlerin ve yasakların maslahat-ı nassa uygunluğu şöyle
açıklamış bulunmaktadır:
"Savaş -hoşunuza
gitmediği halde- size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız bir şey sizin
İyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şeyde kötülüğünüzedir. Allah bilir,
siz bilmezsiniz."[168]
Savaşın fevkalade
sıkıntıları olduğu muhakkaktır. Kişiyi ölüm tehlikesiyle burun buruna
getirdiği de doğrudur. Ancak cihada iştirak etmek demek, mutlaka ölmek demek de
değildir. Allah yolunda savaşırken ölene zaten "ölü" denemez. Çünkü
yüce Allah Kur'ân-ı Kerîminde; "Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin,
zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." "Allah yolunda
öldürülenleri sakın ölüler sanma, Bilakis Rableri katında diridirler. Allah'ın
bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar,
arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve
üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler."[169] buyurmaktadır.
İyilik ve tehlikeden
uzaklık olarak değerlendirilen sulh ya da cihad-dan geri durmanın tehlikesi
ise, kişiyi mal kazanmaya ve rahata alıştırması, dünyayı sevdirmesi, ölümden
korkma hissini yaygınlaştırması ve fedakârlık ruhunu öldürmesi olarak
sayılabilir. İnançları çerçevesinde, kendi ülkesinde özgür yaşama mutluluğunun
önemini takdir edemeyen fertlerden oluşan bir milletin varlığı görülmüş
değildir. Bu yüzden mutlak sulh taraftarı olmak, tehlikeyi tam anlamıyla
kucaklamak demektir. Gerektiğinde cihada koşmasını ve ölmesini bilmeyen
milletler yaşama haklarından kendi kendilerine vazgeçmiş olmaktadırlar, İşte bu
kişilerin kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atması olur. Nitekim Allah
Teâîâ bir ayet-i kerimede cihaddan geri kalanların durumuna ışık tutmakta, acı
sonlarını bizlere şöyle açıklamaktadır; "Ey inananlar, size ne oldu ki,
"Allah yoİunda savaşa çıkın" dendiği zaman yere çakılıp kaldınız?
Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimi
ahirete göre pek az bir şeydir. (Cihad'a) çıkmazsamz, Allah size can yakıcı aza
bin azab eder ve yerinize başka bir millet getirir. Ona bir şey de yapamazsınız,
Allah her şeye kadirdir."[170]
Tefsir alimlerinin
beyanına göre bu ayeti kerimeler her halükârda savaşa hazırlıklı ve uyanık
bulunmanın ve bunun için gerekli harcamaları yapmanın farz olduğunu ifade
etmektedir.[171]
2513.
...Ukbe b. Âmir'den; demiştir ki: Ben Rasûluüah (s.a.)'i şöyle buyururken
işittim; "Aziz ve celil olan Allah bir ok sebebiyle uç kişiyi cennete
sokar, hayır uman ve bu sebeple onu yapan ustasını, onu atanı, onu atana
vereni.
Atıcılık ve binicilik
yapın. Atıcılık yapmanız bana binicilik yapmanızdan daha sevimlidir. Üç
oyundan başka (mubah) oyun yoktur. İnsanın atını terbiye etmesi, ailesi ile
oynaşması, yayı ve oku ile atması. Kim (ok) atmasını öğrendikten sonra ondan
yüz çevirerek atışı terkederse -ki ok atmak gerçekten (büyük) bir
nimettir-Onu(n şükrünü) terketmiş olur. Yahut da (ravi şöyle) dedi: "Ona
nankörlük etmiş olur."[172]
Allah Teâlâ'nın bir ok
sebebiyle cennete sokacağını va'dettiği
üç kişiden biri oku
atana onu veren
kimsedir. Bir kimsenin oku atana vermesi iki şekilde olur:
1. Bir kimse
yanına okları alır ve oku atacak kimsenin" yanında durur. Oku atacak olan
kimse elindeki oku attıkça o kimse de yenilerini ona verir. Bu suretle okçuya
yardımcı olur.
Günümüzde makineli
silahların veya topların tetiğini çeken ve mermileri hedefe gönderen kimselere
bazı askerlerin makinelilerin ve topların ağzına mermi koyarak yardım etmeleri
gibi.
2. Oku atan
kimse elindeki okları attıkça elinden giden okları düştükleri yerlerden
toplayıp gelmekle olur. İşte ok atan kimseye bu iki yoldan biriyle yardım eden
kimseyi de Allah cennetine sokacağını va'detmiştir.
Ancak buradaki oku
sadece eski devirlerde yayla atılan oklardan ibaret zannetmek yanlış olur. Mevzumuzu
teşkil eden ok, devrin en modern ve en tesirli silahını ifade etmektedir. Bu,
devrin şartlarına ve düşmanın durumuna göre değişebilir, Müslüman,
düşmanlarından daha güçlü olmak ve onlara karşı onların silahlarından daha
üstün silah kullanmakla mükelleftir.
Metinde geçen
"Atıcılık ve binicilik yapın*' cümlesi ise "hedefe atacağınız
silahları sadece yaya olarak atmakla kalmayın, deniz, hava, kara vasıtalımın en
modernlerinden de istifade ederek silahlarınızı uçaklar, jetler, füzeler,
tanklar, deniz altıları, torpidolarla düşmanlarınız üzerine atın. Yerine göre
bazan yaya olarak, bazan da vasıtalarla kullanınız" demektir.
et-Tîbî
"atınız", "bininiz" cümlelerinden ikinci cümlenin birinci
cümle üzerine atfedilmiş olduğunu nazar-ı dikkate alarak bu iki cümlenin
birinin diğerinden tamamen farklı olduğunu, çünkü bir cümlenin diğer bir cümle
üzerine atfedilebilmesi için cümlelerin birbirinden tamamen farklı olması
gerektiğini ifade ettikten sonra "atınız" cümlesiyle ok atmak,
"bininiz" cümlesiyle de mızrak atmak kasdedilmiştir. Zira ok yaya
olarak, mızrak da süvari olarak kullanılır demiştir.
Bu iki cümleyi bu
şekilde açıklayan Tîbî (r.a.)ye göre metinde geçen "atıcılık yapmanız bana
binicilik yapmanızdan daha sevimlidir" cümlesi "sizin ok atarak
savaşmanız, mızraklarla savaşmanızdan bana daha sevimlidir" anlamına
gelmektedir.
Hanefi ulemasından
Aliyyü'l-Kari'ye göre bu cümle '"ok atıcılığı yapıp bunu öğrenmek, at
terbiye edip onun üzerinde harp talimleri yapmaktan bana daha sevimlidir"
anlamına gelmektedir. Çünkü at terbiye edip onun üzerinde harp talimleri yapmak
çoğu zaman sahibine gurur ve kibir getirir. Ok atmada ise böyle bir durum
yoktur ve ok atıcılığında genel bir fayda vardır. İşte bu hikmete bağlı olarak;
"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad İçin bağlanıp beslenen
atlar hazırlayın.”[173]
âyet-i kerimesinde
atıcılık at terbiye etmekten önce zikredilmiştir. Yine aliyyü'l-Kari'ye göre bu
hadis-i şerifte mızrak kullanmaya delalet eden bir ifade mevcut değildir.[174]
Hadis-i şerifte
düşmanla savaş için atış talimi yapmanın, at terbiye etmenin kişinin eşiyle
oynaşmasının dışında bütün oyunların gayrı meşru olduğu ifade edilmektedir,
Çünkü istisna edilen bu üç oyunda netice itibariyle hakka yardımcı olma cihada
hazırlanma mânâsı vardır. İnsanı harbe karşı hazırlayacak ve onu maddeten ve
manen düşmana karşı güçlü kılacak her hareket bu hükmün kapsamı içine girer.
Hattâbî'nin beyanına göre her ne kadar ulemadan bazıları harbe hazırlayacağı
zannıyla satranç oynamanın mubah olduğunu söylemişlerse de, onu kumarla
oynayanların fasık, kumarsız oynamakla beraber oyuna kendilerini kaptırarak
oyun esnasında sinirlenerek kötü sözler sarfedenlerin veya namazlarını
geciktirenlerin şahitlikleri kabul edilmez.[175]
1. Allah,
İslam düşmanlarına karış atılan bir silahı kullanan kimseyi cennete koyacağım
va dettiği gibi, düşmana karşı kullanılması niyetiyle o silahı imal eden ustayı
ve silaha mermi temin eden kimseyi de cennete koyacağını va'detmiştir.
2. Kişinin
eşiyle oynaşması, cihada hazırlık maksadıyla atış talimi yapması ve atını
terbiye etmesinin yanında insanı harama sürükleyici olmaktan uzak olan eğitici
ve insan fıtratının ihtiyaç duyduğu sağlıklı oyunların dışındaki oyunlar
haramdır.
3. Atış
öğrendikten sonra onu unutan veya terkeden kimse nimete nankörlük etmiş olur.
Çünkü atıcılığı taze tutmak ve daima savaşa hazırlıklı olmak gereklidir.[176]
2514. ...Ebu
Ali Sümame b. Şüfeyyi'l-Hemdanî, Ukbe b. Amir el-Cühenî'yi şöyle derken
işitmiş. Ben Rasûlullah (s.a.) minber üzerinde: "Onlara karşı gücünüz
yettiği kadar kuvvet hazırlayın..."[177]
(ayeti kerimesini okuduktan sonra) Dikkat!; kuvvet atmaktır. Dikkat! kuvvet
atmaktır. Dikkat! kuvvet atmaktır!" derken işittim."[178]
Hz. Ukbe'nin Hz.
Peygamberden işittiği âyet-i kerime-nin tamamı meâlen şöyledir; "Onlara
karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar
(savaş araçları) hazırlayın. Bunun Allah'ın düşmanım ve onlardan başka sizin
bilmediğiniz Allah'ı bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda
ne harcarsanız size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız."[179]
Tefsir âlimlerinin
beyânına göre âyet-i kerimede geçen "kuvvet" kelimesi düşmana galebe
teminine yarayan araç ve gereçlerin tümünü kapsamı içine almaktadır.
Zırhlı torpido,
denizaltı gemileri, uçak, tank, makineli araba, hayvan, silah, demiryolu,
şose, ordu, kışla, depo, istihkam, yiyecek, içecek, giyecek, harp sanatı, beden
kuvveti, idmanlar, hulâsa harbe yarayan her-şey bu kuvvet kelimesinin anlamı
içerisine girmektedir. Bütün bunları tam bir surette ve vaktinde hazırlamak
müslümanlar üzerine borçtur.[180]
2515. ...Muaz
b.Cebel'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Savaş ikidir:
Allah'ın dinini
yüceltmek isteyen, devlet başkanına itaat eden, (cihad yolunda) malım ve canını
harcayan, (silah) arkadaşına kolaylık gösteren ve fesattan kaçan kimse(nin
yaptığı savaş). Bu şekilde savaşan kimsenin uykusu da uyanıklığı da sevabtır.
Övünmek, gösteriş ve
ün için savaşan, devlet başkanına itaat etmeyen" ve yeryüzünde fesat
çıkaran kimse(nin savaşı). Bu (şekilde savaşan) kimse (günahını karşılamaya) yeterli
bir sevab ile dönmez."[181]
"Kefâf" kelimesi;
hayır, sevab, yeterli
rızık, manalarına gelir. İbnu'I-Esir'in
Nihâye'deki ifadesine göre ise, bu kelime bir şeyin ihtiyaca cevab verecek
mikdanni ifade etmek için kullanılır.
Kadı Iyâz metindeki bu
kelimenin bulunduğu cümleye "bir sevapla dönmüş olmaz" diye mana
vermiştir. Ancak şunu ifade edelim ki Kadı lyâz'ın verdiği bu mana, söz konusu
kelimedeki kâfin kesre ile "kifaf" şeklinde okunmasıyla ilgilidir.
Eğer bu kelimedeki kâfetha okunacak olursa, Kadı Iyâz'a göre sözü geçen
cümleye, "kıyamet gününde kendisine yetecek kadar olan bir rızıkla dönmüş
olmaz" diye mana vermek gerekir. Çünkü "kefaf" kelimesi
"yeterli rızık" anlamına gelir.
el-Muzhır ise,
"kefaf" kelimesi denklik, eşitlik manasına geldiğinden bu cümleye,
"günahına denk bir sevapla dönmüş olmaz" diye mânâ vermiştir.
el-Muzhır'ın verdiği bu manaya göre övünmek, gösteriş ve ün için savaşan,
devlet reisine veya onun tayin ettiği kumandanlara itaat etmeyen ve yeryüzünde
fesat çıkaran kimsenin savaştan kazandığı sevab günahını karşılayamaz. Bilakis
günah sevabından daha fazla olarak savaştan dönmüş olur. Nitekim Tîbî ve Hafız
Münzirî de bu manayı tercih etmişlerdir. Çünkü ibâdetler salim bir niyetle
yapılmadıkları zaman günaha dönüşürler. Günah işleyenler ise günahkâr olurlar.
Ancak bu hadisin
senedinde Bakiyye b. Velid vardır. Bu râvi çok tenkide uğramıştır.
Bilindiği gibi
ibâdetlerde riya dört şekilde bulunur:
1. İbâdette
sâdece riya bulunur, sevap kasdı bulunmaz. Riyanın en şiddetlisi budur. Bu
kimse bu ibadetinden dolayı günahkâr olur.
2. Hem sevab
kasdı hem de riya bulunur. Fakat riya sevap kasdından daha fazladır. Bu çeşit
riya birinci derecedeki riyaya yakındır.
Bu hastalığa tutulan
kimse de her ne kadar ibâdetlerinde Allah'ın rızasını kazanma niyyeti varsa da
bu niyyet çok az olduğundan o kimseyi ibadete zorlayacak güçte değildir.
Tenhada kaldığı zaman ibadet yapamaz.
Riya ile yaptığı ibâdetlerinden dolayı da günahkâr olur.
3. Riya ile
sevap kasdı eşittir. Bu kimseyi yaptığı ibâdetlere sürükleyen kuvvet ne sadece
gösteriş yapma duygusudur, ne de sadece sevab kazanma arzusudur. Onu ibadete
sürükleyebilen riya ile sevap kasdının bir-leşmesidir. Çünkü içindeki riya onu
tek basma ibâdete sürüklemeye yeterli olmadığı gibi, sevap kazanma duygusu da
onu tek başına ibadet yapmaya sürüklemek için yeterli değildir. Bu kimseye
ibadetinden dolayı sevap verilmediği gibi günah da yazılmaz.
4. Sevap
kazanma arzusu gösteriş arzusundan daha çoktur. İşte ibâdetlerine bu şekilde
bir riya karışan kimseye ibadetinden dolayı sevab verilirse de bu sevab
amelinin tam karşılığı değildir. Çünkü ibadetine az da olsa riya karışmıştır.
Bu riya amelini tamamen ibtal etmezse de sevabım azaltır. Riyanın bundan Önceki
derecelerine ise asla sevap verilmez.[182]
2516. ...Ebu
Hüreyre'den rivayet edildiğine göre bir adam (Hz. Peygambere);
Ey Allah'ın Rasûlü,
bir adam Allah yolunda savaşmak istiyor ve aynı zamanda ganimet elde etmek
istiyor (buna ne buyurursunuz)? diye sormuş. Rasûlullah (s.a.) da;
"Onun için bir
sevab yoktur." buyurmuş Halk bu cevabı (gözlerinde) büyüterek o adama (bu
soruyu); Rasûlullah (s.a.)'e tekrarla, herhalde sen cevabı iyi anlayamadın
demişler. Bunun üzerine o adam;
Ey Allah'ın Rasûlü
adam Allah yolunda savaşmak istiyor ve aynı zamanda ganimet elde etmek arzu
ediyor! diyerek soruyu tekrarlamış. (Hz. Peygamber de);
“Ona sevab yoktur"
buyurmuş. (Orada bulunanlar) (sözü geçen) adama (soruyu);
Rasûlullah (s.a.)'e
bir daha tekrar et demişler. O da Hz. Peygamber'e (soruyu) üçüncü defa
tekrarlamış* (Hz. Peygamber yine); "-Ona sevap yoktur" cevabını
vermiş.[183]
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre metinde geçen; "Bir adam Allah yolunda savaşmak istiyor
ve aynı zamanda
ganimet elde etmek
arzu ediyor' 'cümlesine iki şekilde mana vermek mümkündür:
1. "Bir
adam görünüşte Allah yolunda cihad etmek istiyor. Ama asıl maksadı cihad etmek
değil, dünyalık temin etmektir."
2. "Gerçekten,
Allah'ın rızâsını kazanmak için Allah yolunda savaşmak istiyor. Fakat bu cihad
arzusunun yanında aynı zamanda ganimet elde etmek de istiyor."
Hz. Peygamberin
"Ona sevap yoktur" buyruğunu da yukarıdaki cümleye verilecek
manaların ışığında anlamak gerekiyor.
Buna göre, eğer yukarıdaki
cümleye birinci mana verilecek olursa, "ona sevap yoktur" cümlesi,
"ona bu cihadından dolayı hiç bir sevap verilmez" anlamına gelir.
Eğer sözü geçen
cümleye ikinci mana verilecek olursa, "ona sevap yoktur" cümlesi,
"ona tam bir cihad sevabı verilmez sevabı eksik olarak verilir"
anlamına gelir. Riyanın ibâdetlerin sevabını hangi ölçüde azalttığını bir
önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum görmedik. Ayrıca
harpten elde edilen ganimetin, ahirette elde edilecek cihad sevabının üçte
ikisini eksilteceği 2497 numaralı hadis-i şerifte ifade edilmektedir. Ayrıntılı
bilgi için sözü geçen hadisin şerhine müracaat edilebilir.[184]
2517. ...Ebu
Musa (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, bir a'râ-bî Rasûlullah (s.a.)'e gelip;
Ya Rasûlallah
"Adam ün için, övülmek için, ganimet elde etmek için ve (kahramanlıktaki)
derecelerini göstermek için savaşıyor." (Bu kimse hakkında ne dersin?)
demiş. Rasûlullah (s.a.)'de;
"Kim Allah'ın
kelimesinin hakim olması için savaşırsa o kimse aziz ve celîl olan Allah'ın
yolundadır." buyurmuş.[186]
Hafız îbn Hacer'in açıklamasına
göre "Allah'ın kelimesi"nden maksat, Allah'ın insanları İslama
davetidir. Avnü'l-Ma'bûd müellifi ise, Allah'ın kelimesinden maksadın "La
ilahe illallah" kelimesi olduğunu söylüyor. Buna göre Allah'ın bu davetini
veya kelime-i tevhidini yaymak ve onu her tarafta hakim kılmak için savaşan
kimseler Allah yolunda savaşmış sayılırlar. Bunun dışında herhangi bir maksatla
savaşa çıkan kimselerin ise Allah yolunda savaşmış olmalarından bahsedilemez.
Ancak bir önceki
hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi asıl maksadı kelime-i tevhidi
yaymak ve Allah'ın davetini insanlara ulaştırmak olduğu halde bunun dışında,
fakat ikinci derecede kalan birtakım dünyevi maksatları da bulunarak savaşa
katılan kimseler ise her ne kadar tam bir cihad sevabı alamazlarsa da yine de
Allah yolunda cihad etmiş sayılırlar. Nitekim İbn Cerir et-Taberî'de:
"Allah'ın dinini
yaymak maksadıyla savaşa çıkan kimseye savaş esnasında birtakım dünyevi
maksatların arız olması o kimsenin savaşının Allah yolunda olmasına engel
değildir." diyerek bu görüşü savunmaktadır. Ulemanın büyük çoğunluğu da
bu görüştedir.
Bezlü'l-Mechûd
müellifi Şeyh Halil Ahmed bu mevzudaki görüşünü şöyle özetlemiştir;
"İnsanı savaşa sevkeden kuvvetler akıl kuvveti, öfke kuvveti ve şehvanî
kuvvet olmak üzere üçtür. Bunlardan sadece aklın şevkiyle harbe giren kimse
Allah yolundadır. Öfkesinin veya şehevânî arzularının zebûnu olarak harbe
giren kimselerin ise, Allah yolunda savaştıkları söylenemez."[187]
2518. ...Amr
(b. Mürre); "Ben Ebû Vail'den hoşuma giden bîr hadis işittim" dedi ve
(önceki hadisin) mânâsını rivayet etti.[188]
Bu hadisin kaynakları
ve açıklaması bir önceki hadisin şer-hinde geçmiş bulunmaktadır.[189]
2519.
...Abdullah b. Amr'den; demiştir ki: Abdullah b. Amr; Ey Allah'ın Rasûlü bana
cihadı anlat dedi. (Hz. Peygamber'de); "Ey Abdullah b. Amr! Eğer sen
sabrederek ve sevabım sadece Allah'dan bekleyerek savaşırsan, Allah da seni
sabreden ve (yaptığı savaşın sevabını sadece Allah'dan) uman (bir kişi) olarak
diriltir. Eğer gösteriş için (ya da mal) çokluğuyla övünmek için savaşırsan,
Allah seni gösterişçi ve (mal) çokluğuyla övünen (bir kimse) olarak diriltir.
Ey Abdullah b. Amr, hangi hal üzere savaşırsan Allah da seni o hal üzere
diriltir" buyurdu.[190]
Tekâsür: Çokluk
kuruntusu, gururu, iddiası manalarına gelir.
"Biz çoğuz",
"hayır biz çoğuz" diye insanların birbirleriyle çokluk yarışı
yapmaları, çokluk sevdası veya çokluk izharı ile tefâhur etmeleridir ki,
genellikle dünya ehlinin kapılıp aldandığı bir gurur halidir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte bu kelimeyle kasdedilen mânâ ise, "savaşa katılan bir kimsenin
savaştan elde edeceği mal, şöhret, ün, şan gibi cihadın ruhuna aykırı olan
dünyevi zenginliklerle övünerek başkalarına üstünlük taslamasıdır. Nitekim
Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri; "Bilin ki dünya hayatı bir oyun,
eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma
yansıdır."[191] Ve
"Çoklukla övünmek sizi oyaladı.”[192]
mealindeki ayet-i kerimelerinde insanların mal ve evlat çokluğuna
düşkünlüklerinin kendilerini nasıl oyalayıp felâkete sürüklediğine dikkatler
çekilmiştir.
Harpten elde edeceği
dünyevi ganimetlerle başkalarına üstünlük sağlamak maksadıyla veya şan ve
şeref ümidiyle savaşan kimselerin âhirette savaşa hangi maksatlarla
girdiklerinin ortaya çıkacağı gibi ihlasla savaşanların da itilasının olanca
açıklığıyla ortaya döküleceği çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Nitekim
bir hadis-i şerifte de; "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz
öyle hasredilirsiniz" buyurularak bu manaya işaret edilmiştir. Metinde
geçen; "Eğer sen sabrederek ve sevabını sadece Allah'dan bekleyerek
savaşırsan" anlamındaki şart cümlesinde geçen "sabredici" ve "sevabını
sadece Allah'dan bekleyen" kelimelerinin cevap cümlesinde nekre olarak
zikredilmeleri bu vasıflarla harbe giren kimselere kıyamet gününde verilecek
sevabın mikdannın hesaplanamayacak kadar çok, Allah'dan başka kimsenin
bilemeyeceği kadar fazla olduğunu ifade etmek içindir. Gösteriş için veya
benzeri duyguların şevkiyle savaşa giren kimselerin ellerine savaştan bir
sevabın geçip geçmemesi meselesini 2515-2516 numaralı hadislerin şerhinde
açıklamış bulunmaktayız.[193]
2520. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasülullah (s.a.), şöyle buyurdu; "Uhud'da
kardeşlerinize (şehidlik) isabet edince Allah onların ruhlarını yeşil kuşların
içine yerleştirdi. (Bu ruhlar yeşil kuş suretindeki taşıyıcılarına binerek)
cennet nehirlerine uğrar meyvelerinden yerler (sonra), arşın gölgesinde asılı
olan altından kandillere dönerler. (Şehidîer) Yediklerinin, içtiklerinin ve
kaldıklara yerin güzelliğini görünce, "Bizim cennette diri olup da
(Şehadetten dolayı cennet nimetleriyle) rraklandınldığımızı, cihada yönelmeleri
ve harb-den korkup kaçmamaları için (dünyada bulunan) kardeşlerimize iletecek
kim var? derler. (Bunu nüzerine) Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan
Allah; "(bunu) sizden onlara ben eriştireceğim" buyuracak. (Nitekim)
Allah; "Allah yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyin...”[194]
(mealindeki) ayet-i kerimeyi sonuna kadar indirdi.[195]
Normal ölümle ölen
kimseye "ölü" denir. Allah yolunda hayatını feda eden kimseye de
"şehîd" denir. Şehid, Allah katında yüce bir hayata nail olacağı
gibi, toplumu tarafından da rahmetle anılır. Hem toplumu içinde ebediyyen
yaşar, hem de gayb aleminde gerçek hayata erer. Ulema bu hadis-i şerifin
şerhinde şu iki mesele üzerinde ihtilaf etmişlerdir;
1. Şehidlerin
ruhları cennette kuşların içine mi gireceklerdir, yoksa kuş şekline mi
gireceklerdir?
2. Cennet
ırmaklarında uçuşup cennet nimetlerinden faydalananlar sadece şehidlerin
ruhları mıdır, yoksa bu nimetlere erme saadeti tüm müs-lümanlara ait genel bir
lütuf mudur?
Gerçekten bu mevzuda
gelen haberlerin tümü gözden geçirildiği zaman görülür ki mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerifte olduğu gibi hadislerin bazılarında şehidlerin ruhlarının
yeşil renkli kuşların içine girecekleri ifade edilirken, bir kısmında da yeşil
renkli kuşlar şeklinde cennette gezecekleri ifade buyurulmaktadır.[196]
Mâliki ulemâsından
İmam Kurtubî, şehidlerin ruhlarının yeşil kuşlar suretine gireceğini ifade eden
rivayetlerin yeşil kuşların içine gireceklerini ifade eden rivayetlerden daha
sahih ve kuvvetli olduğunu söylüyor.
Hanefi ulemasından
Aliyyu'l-Kâri de aslında şehidlerin ruhlarının kuşların kursaklarına
girecekleri ifadesiyle kuş suretine girecekleri ifadesi arasında bir fark
olmadığını, aslında bu ruhların kuşların kursaklarına girmesinden maksat, kuş
şekline girmeleridir demektedir.
İbn Kesir ise bu
mevzuda farklı bir görüş ileri sürüyor ve, "Şehidlerin ruhları kuşların
kursaklarına girerler ve kuşlar onların bir biniti hükmüne gelir. Şehid olmayan
müminlerin ruhları ise, kuş şekline girer" diyor.
Bezlu'l-Mechûd yazarı
Şeyh Halil Ahmed ise; "şehidlerin ruhları cennette, ruhsuz olarak kuş
suretinde bulunan cesetlere girerler, cesetleri mesabesinde olan bu suretlerin
cennet nimetlerinden yiyip içmeleri sayesinde onlar da cennetten nasiblerini ve
zevklerini alırlar." diyor.
Sindi ise, insan
şeklinin kuş şeklinden daha güzel olduğunu, dolayısıyla şehidlerin kuş
suretine girmelerinin aslında onlar için bir nimet sayılamayacağı noktasından
hareket ederek; "şehidlerin ruhlarının kuş suretine girmeleri demek
onların, kuşlar gibi sür'atli olmaları demektir" diyor.
3. Cennette
yeşil kuşlar gibi yaşayıp cennet nimetlerinden istifâde etme imkanının sadece
şehidlere ait bir lütuf mu yoksa bütün mü'minlerin ruhlarına ait genel bir
lütuf mu olduğu meselesi de ulema arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. Başta İbn
Kesir olmak üzere ulemâdan bazıları; "mü'-minin ruhu öldükten sonra tekrar
dirileceği güne kadar cennetteki ağaçlardan birine konar bekler."[197]
hadisine bakarak bu lütfün bütün mü'min-lere şâmil olduğunu söylerken, İbn
Abdi'1-Berr ve el-Kurtûbîgibi ilim adamları da bu lütfün sâdece şehidlere ait
olduğunu, şehid olmayan diğer mü'-minlerin ruhlarının ise hemen ölür ölmez
cennete giremeyeceklerini ancak sabah-akşam cennetteki makamlarını görmek
suretiyle mesrur olacaklarım söylüyorlar.[198]
Bu mevzuda İmam Nevevi
de şunları söylüyor:
Ulemâ ruhla nefsin
aynı manaya gelip gelmediğinde ihtilâf etmişlerdir. Bir çok meânî ulemâsı ile,
batın ilmi ve kelam ulemâsı ruhun hakikati bilinmez, onu tavsif etmek de doğru
değildir; o kulların bilmediği şeylerdendir, demişler: "De ki Ruh
Rabbimin işidir'* ayeti ile istidlal etmişlerdir.
Feylosoflar taşkınlık
ederek ruhun yokluğuna kail olmuşlardır. Doktorların ekseriyeti ruhun bedene
dağılan latif bir buhar olduğunu söylerler. Üstadlardan bir çoğu ruh hayattır,
demişlerdir. Diğerleri, ruh latif bir takım cisimler olup, cismi sarmıştır.
Cisim onunla yaşar, onun ayrıldığı an cismi öldürmek Allah Teâlâ'nm âdetidir,
demişlerdir..."
Nevevî: "bizim
ulemamıza göre ruh, bedene girmiş latif bir takım cisimlerdir; bu cisimler
bedenden ayrıldı mı insan ölür" diyor.
Ulema ruhla nefsin
aynı mânâya gelip, gelmediğinde de ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre ikisi
bir mânâdır. Birtakımları nefis kandır, demiş; bazıları da nefsin hayat demek
olduğunu söylemişlerdir.
Kadı Iyâz'm beyânına
göre tenasüh, yani ruhların bir bedenden başka bir bedene geçebileceğine, güzel
suretlere girerlerse nimet ve ikram, çirkin suretlere girerlerse azab
göreceklerine kaail olan bazı mülhidler, bu ve benzeri hadislerle istidlal
etmiş ve; "Sevap, ikâb bundan ibarettir" demişlerse de bu kavil açık
bir delâlet ve şeriatın isbat ettiği haşır, neşir, cennet ve cehennem gibi
hakikatleri inkardır.
Allah Teâlâ'nm cennete
girenlere: "Bir şey arzu eder misiniz?" diye sorması onlara yapılan
ikram ve ihsanda mübalağa içindir. Yoksa kendilerine bir insanın hatırından
büe geçmeyen nimetler ihsan etmiştir. Bundan sonra daha ziyadesini istemeye
teşvik buyuracak fakat onlar bu verilenden daha' fazlasını bulamayarak
ruhlarını bedenlerine döndürmesini zira Allah yolunda can vererek bundan lezzet
almak istediklerini söyleyeceklerdir.[199]
1. Cennet
yaratılmış ve hâlen mevcuttur.
2. Ölüler
kıyametten önce sevab ve azab görürler.
3. Ruhlar
ölmez.
4. Şehidler
el'ân cennettedirler ve diridirler.[200]
2521.
...Hasnâ bint Muaviye dedi ki: Amcam (Eşlem b. Selîm) bize (şunları) söyledi:
Ben Peygamber (s.a.)'e;
Kimler cennettedir?
diye sordum da;
"Peygamber(ler)
cennettedir, şehit(ler) cennettedir, çocuk(lar) cennettedir, diri diri toprağa
gömülen kız (çocukları) cennettedir." buyurdu.[201]
Metinde geçen "mevlûd" kelimesiyle
henüz bülüğ çağına ermeden
günahsız olarak ölen çocuklarla cansız olarak doğan ve düşük ismi verilen
çocuklar kasdedilmiştir. Veid ise, diri diri toprağa gömülen kız çocuğu
demektir. Nitekim; "Ve o diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğu
zaman."[202] âyet-i kerimesinde de
bu kelime bu manada kullanılmıştır. Bu hadis-i şerifte, günahsız olarak vefat
eden erkek çocuklarla, diri diri gömülen kız çocuklarının, peygamberlerin ve
şehidlerin cennete girecekleri ifade edilmektedir. Buradaki şehidlerden
maksat, hakiki ve hükmi şehitler değildir. Buradaki şe-hidler kelimesi hakiki
ve hükmî şehitlerden daha genel bir mânâda kullanılmış ve bütün müminlere
şâmil kılınmıştır. Nitekim; "Allah'a ve Rasû-lüne inananlar (yok mu) işte
Rableri yanında onlar, sıddıklar (çok doğru olanlar) ve şehidlerdir."[203]
mealindeki âyet-i kerimede de şehid kelimesiyle hükmî ve hakiki şehidlerle
birlikte Allah'a ve Rasûlüne inanan kimseler kasdedilmiştir. Nitekim Mücâhid,
"Allah'a ve Rasûlüne inanan herkes ,sıddıktır ve şehiddir" demiştir.[204]
Şehid kelimesi bir
sıfat-ı müşebbehe olarak ism-i fail manasında kullanıldığı kabul edilirse,
Allah katındaki nzıkları gören kimse anlamına gelir.
İsm-i mef'ûl manasında
kullanıldığı kabul edilirse kendisine cennet gösterilmiş ve hazırlanmış
anlamına gelir. îsm-i fail manasında kullanılan şahidin çoğulu şühedâ ve eşhâd
gelir. Şen idler: Dünya şehidi, âhiret şehidi hem dünya hem ahiret şehidi olmak
üzere üç kısma ayrılır. Bunlardan üçüncüsüne, "Kâmil şehid" denir.
Bunlardan birincisi sadece dünyevi hükümler itibariyle, ikincisi de yalnız
âhirette verilecek ecirce şehitler kısmına katılmıştır.
Her ne kadar mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte Allah'a ve Rasûlüne inanan herkesin şehid olduğu
ifade ediliyorsa da bir önceki hadis-i şerifte Bakara Suresinin 154. ve Al-İ
İmrah suresinin 169. âyetlerinde öldürüldükleri andan itibaren cennete girip
orada rızıklandırıldıkları ifade edilen şehidlerden maksat, Allah yolunda
öldürülen ve "hakiki şehid", "kamil şehid" isimleriyle
anılan kimselerdir.[205]
2522.
...Nimran b. Utbe ez-Zimârî dedi ki: Biz Ümmü'd-Derdâ'nın yanına girdik ve
hepimiz yetim idik. Ümmü'd-Derdâ (bizi görünce şöyle) dedi: "Size
müjdeler olsun. Çünkü ben Ebu'd-Derdâ'yı;,,"Rasûlullah (s.a.);
"Şehid ailesinden
yetmiş kişiye şefaat edecektir'* buyurdu, derken işittim.
Ebû Dâvud dediki;
Nimrân b. Utbe'nin yeğeninin isminin doğrusu, Rebâh b. Selîd'dir.[206]
Kıyamet gününde
şehide, ailesinden yetmiş kişiye şefaat
etme hakkı verilecektir. Şehidin ataları ile kendi nesJin-den gelen
kimseler bu yetmiş kişinin içine girebileceği gibi şehidin eşleri ve diğer
akrabaları da girebilir. Hafız Abdurrauf el-Münavi'nin açıklamasına göre
buradaki, "yetmiş" kelimesiyle, "yetmiş" sayısı değil
çokluk kasdedilmiştir. Binaenaleyh şehidin şefaat edebileceği kimselerin sadece
yetmiş kişi olduğunu kabul etmek doğru değildir. Hadisi "şehid kıyamet gününde
ailesinden pek çok kimselere şefaat edecektir." şeklinde anlamak lazımdır.[207]
Bu hadisin senedinde
geçen el-Velid b. Rebah isminin aslı Rebah b. el-Velid'dir. Ravilerden birisi
bu ismi naklederken yanlış nakletmiştir. Bilindiği gibi bir hadisin
ravilerinin isimlerinin veya metnindeki lafızların bu şekilde altüst edilerek
rivayet edilmesine "kalb" ismi verilir. Bu şekilde rivayet edilen
hadislerde de maklûb hadis denir.[208]
2523.
...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki: Necâşi öldüğü zaman biz (kendi aramızda);
"artık onun kabri üzerinde bir nur görünüp duracaktır," diye
konuşurduk.[209]
Bilindiği gibi Necaşi
Habeşistan krallarına verilen bir ünvandır. Kral, hükümdar manalarına gelir.
Hadis-i şerifte
sözkonusu olan
Necâşî'nin özel isminin Asham, Azhama veya Abhar olduğu söylenir.[210]
Bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki, İslamın ilk yıllarında Kureyşli müşriklerin zulmünden
Habeşistan'a sığınan müslümanlara hüsn-i kabul gösteren ve daha sonra müslüman
olduğu için gıyabında Hz. Peygamberin cenaze namazı kıldığı bilinen Necâşî,
şehitlik sebeplerinden bir sebeple öldüğü için hükmen şehid olmuş, bunu bilen
Sahâbe-i kiram da kendi aralarında onun şehid olduğunu ve kabrinde kıyamete
kadar bir nurun parlamaya devam edeceğini konuşmaya başlamıştır. Sahabe
arasında yayılan bu konuşmalar Hz. Peygamber ya da sahabenin ileri
gelenlerinden biri tarafından herhangi bir şekilde tenkide uğramamıştır. Bu konuların
tenkide uğramayışı bu sözlerin doğru olduğunu gösterir.[211]
1. Habeşistan
kralı Necaşi Asham müslüman ve şehıd olarak olmuştur.
2. Şehidlerin
kabrine devamlı olarak nur iner.[212]
2524.
...Ubeyd b. Halid es-Sülemi'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) iki adam
arasında kardeşlik kurmuştu. Bunlardan biri (Allah yolunda) öldürüldü. Bir
hafta ya da bir haftaya yakın bir zaman sonra da öbürü öldü. Onun cenaze
namazını kıldık. Rasûlullah (s.a.), (bize onun hakkında)
"Nasıl dua
ettiniz?" diye sordu. Biz de;
Ey Allahım! Onu
bağışla ve kardeşi(nin derecesi)ne eriştir diye dua ettik dedik. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.);
(İik ölenin)
namaz(lar)ından sonra (ikinci ölenin kıldığı) namazlar), (ilk
ölenin) oruç(lar)ından sonra
(ikincinin tuttuğu) oruç(lar)i-[213]
(ilk ölenin hayırlı) amel(ler)inden sonra (ikinci ölenin işlemiş olduğu
hayırlı) amelleri nerede. İkisi arasında gök ile yerin arası kadar (fark)
vardır." buyurdu.[214]
Bilindiği gibi Rasûl-i
Zişan Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra üzerinde durduğu en önemli
meselelerden
biri de müslümanlar
arasında birlik ve beraberliği sevgi ve saygıyı tesis etmekti.
Bunun için
müslümanlarm biribiriyle din kardeşi olmaları yanında bir de her iki müslüman
arasında özel bir kardeşlik kurmak istedi. Bunun için müslümanlardan her iki
kişiyi bir araya getirip birbirleriyle manevi kardeş olduklarını ilan etti.
İslam tarihinde buna "muâhât" denir. İşte bu hadisenin bir neticesi
olarak Hz. Fahr-i kainat efendimiz, aynı yılda müslüman olmuş iki kişiyi
biribiriyle kardeş ilan etmişti. Bunlardan biri Allah yolunda savaşırken şehid
edildi. Bir süre (yedi gün kadar) yaşadıktan sonra diğeri de kendi yatağında
vefat etti. Müslümanlar bu iki kişiden Allah yolunda savaşırken şehid olan
kimsenin Allah katında, kendi yatağında ölen kimseden daha faziletli olduğunu
zannediyorlardı. Çünkü birincisi savaşta ölmüştü. Bu sebeple bunlardan kendi
yatağında ölen kimse için; "Ey Allahım! Bunu da kendinden öncevefat eden
kardeşinin derecesine ulaştır" diye dua ettiler. Rasûlü Zişan Efendimiz
bunu öğrenince müs-lümanlan uyararak sonradan vefat eden kimsenin ilk vefat
eden kimseden çok daha.faziletli olduğunu çünkü onun daha çok yaşamış olması
sebebiyle daha çok namaz kılıp, daha çok oruç tuttuğunu ve hayırlı amellerde
bulunduğunu hatırlatmıştır.
Bu hadise İmam
Ahmed'in Müsned'inde şöyle anlatılıyor: "...Bir defa beni Uzeyr'e mensub
iki adam, şerefi İslam ile müşerref ve Hazreti Talha'ya misafir olmuşlardı.
Bunların ikisi bir arada ve bir günde müslüman oldukları halde biri ötekinde
daha gayretli idi. Bu gayretli olan müslüman cihad etmiş ve cihadda şehit
olmuştu. Ötekisi ise bir sene daha yaşamış ve ondan sonra yatağında darı bakaya
intikal etmişti. Hazreti Talha rivayet ediyor ki: "Bir gün uyku aleminde
kendimi cennet kapısının, önünde gördüm. Derken o iki adamı da gördüm. Cennetin
içinden bir görevli çıkmış ve önce yatağında vefat eden zata sonra şehid olana
içeri girmeleri için izin vermişti, daha sonra bunların ikisi birden içerden
çıkarak bana; "Haydi sen geri dön, senin vaktin daha gelmedi"
dediler."
Talha bu rüya ve
müşahedesini nakletmiş, herkes yatağıda ölen zatın harb meydanında şehid olan
zata tekaddüm etmesinden hayret etmişler. Mesele Rasûl-i Ekrem (s.a.)
Efendimize aksettirildi. Rasûl-i Ekrem bu müşahedeyi ona anlatanlara;
"-Ne için hayret ediyorsunuz?" buyurmuşlar, oradakiler de;
Ya Rasülallah cennete
girmekte geri kalan zat daha çok gayretli idi, sonra şehid oldu. Bununla
beraber yatağında ölen ona tekaddüm etti, dediler. Rasûl-i Ekrem şu soruyu
sordu;
"Yatağında vefat
eden ötekinden bir sene fazla yaşamadı mı?"
Evet dediler.
"Ramazanı idrak
ederek orucunu tutmadı mı?"
Evet dediler. Sonra;
"Bu adam bu kadar
ibâdet etmedi mi?, şunu yapmadı mı, bunu yapmadı mı?" diye onun bütün
amelini saydı ve orada bulunanlar hepsine de;
Evet cevabını
verdiler. Bunun üzerine;
"O halde ikisinin
arasındaki fark yerle gök arasındaki mesafe gibidir" buyurdular.[215]
Bu hadisle
"şehidin kabrinde görülen nur" başlığı arasında bir münâsebet yokmuş
gibi görünüyorsa da Avnu'l-Ma'bud müellifi Azimâbâdî bu hadisle bab başlığı
arasında şöyle bir münâsebet kuruyor: "Şehidlerin kabri üstüne nur iner,
fakat bu hadis-i. şerifte anlatılan şehidin kabrine inen nurun görülmediği
gibi, bazı şehidlerin kabirlerine inen nur, herkes tarafından görülemez.
Binaenaleyh Azimâbâdi'nin sözünden de anlaşılıyor ki şehidlerin kabrine nur
iner ama her inen nurun her zaman ve herkes tarafından görülmesi gerekmez.[216]
1. İhlaslı insanlar ihlasla kıldıkları namaz,
tuttukları oruç ve işledikleri salın
amellerle Allah yolunda
savaşırken ölen kimselerin erişemedikleri derece ve makamlara
erişebilirler.
2. Şehidlerin
kabirlerine devamlı nur iner. Fakat bu nurun her zaman ve herkes tarafından
görülmesi gerekmez.[217]
2525. ...Ebu
Eyyûb (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre kendisi Rasûlullah (s.a.)'i şöyle
buyururken işitmiş:
"Yakında birçok
şehirler fethedilecek ve (ülkenizde) büyük topluluklardan oluşan ordular
bulunacak sizin bu orduda askerlik yapmanız emredilecek. Bunun üzerine sizden
bir kimse bu orduda (ücretsiz) asker olmak istemeyerek kavminden kaçacak
sonra, "Beni kendi yerine askerlik yapmam için kiralayacak birisi yok
mu?" diye (diğer) kabileleri dolaşarak kendini onlara arzedecek. Dikkatli
olunuz bu (adam) kanının son damlasına kadar (da çarpışsa yine de) kiralık bir
kimseden başka birisi değildir."[218]
Cîle yahut ceâle kelimeleri
masdardır ve ücret,"kira anlamına gelirler. Burada mânâsı, devlet tarafından
savaşa gitmesi kararlaştırılan bir kimsenin, kendi yerine gönderdiği kimse için
ödediği ücrettir.
Hadİs-i şerifte
ücretle savaşa giden bir kimsenin ücretli diğer işçilerden farksız olduğu ve
cihad sevabından en küçük bir nasibi olmadığı ifade edilmektedir. İmam
Muhammed'in es-Siyeru'l-Kebîr'de açıkladığına göre: Bir insanın dünyevi bir
menfaat peşinde koşması iki şekilde olur:
1. Yaptığı
işten asıl maksadı dünyalık elde etmektir.
2. Yaptığı
işten asıl maksadı, sevab kazanmaktır, bunun yanında dünyevi menfaat temin
etmek de ister. Fakat dünyalık temin etmek arzusu asıl maksat değildir. Bir
başka ifadeyle onu savaşa çıkaran yegâne saik, dünyalık temin etme arzusu değil,
sevap kazanma arzusudur. Fakat sevap kazanma arzusu yanında dünyalık temin etme
arzusu da vardır.
Birinci kısımda
zikredildiği gibi sadece dünyevi maksatlarla savaşa giren kimselerin cihad
sevabından hiçbir nasibi yoktur. Fakat ikinci kısımda açıklandığı şekilde esas
maksatları cihad sevabı kazanmak olduğu halde bunun yanında menfaat elde etmek
arzusunu da taşıyan kimseler tam bir cihad sevabına erişemezlerse de cihaddan
ihlasları nisbetinde mükâfatlarını alırlar. Nitekim âyet-i kerimede;
"Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günah
yoktur..."[219]
buyurulmuştur. Hanefi ulemasından İbn Melek de bu hadisi açıklarken bu esastan
hareket etmiştir. Bu mevzuda Aliyyü'1-kâri özetle şunları söylüyor: "Cihad
karşılığında ücret almanın caiz olup olmaması meselesinde ulema ihtilaf
etmiştir. İmam Zühri ile îmam Malik ve Hanefi uleması bunu caiz görmüşlerse de
ulemâdan bir cemaat buna asla cevaz vermemişlerdir. İmam Şafiî de aynı şekilde
ücret karşılığında cihad etmenin caiz olmadığını ve ücret karşılığında cihada
çıkan bir mücâhidin aldığı ücreti sahibine reddetmesi gerektiğim söylemiştir.
İbn Battâl'ın
açıklamasına göre bir kimsenin sevab kazanmak maksadıyla mücâhidlere maildi
yardımda bulunmasının caiz olduğunda ittifak olmakla birlikte bir kimsenin
ücret karşılığında savaşa çıkmasının caiz olup olmaması meselesi ulema arasında
ihtilaflıdır. İmam Mâlik'e göre bir kimsenin ücret karşılığında savaşa çıkması
veya atını bir mücâhide kiraya vermesi mekruh olduğu gibi yine bir kimsenin
düşman kalesine baskın yapıp onu ele geçirmek için ücret alması da mekruhtur.
İmam Ebû Hanife (r.a.) de; Cihad işleri için harb halinde beytü'l mal'den, ya
da servet sahiplerinden ücret almanın bir mücâhid için mekruh olduğunu ancak,
İslam ordusunda kuvvetin azalması, beytülmâlde mücâhidleri idare edecek maddi
imkânın tükenmesi gibi hallerde mücâhidlere sarfedilmek üzere halkdan para
toplamak caizdir. Ancak bu paranın cihad ücreti adıyla toplanmış olmaması
gerekir diyor.
İmam Şafiî'ye göre
ise, ücret karşılığında cihad etmek asla caiz değildir. Ancak devlet başkanı
cihada sarf etmek için halktan maddi yardım toplayabilir. Başkasının bu
maksatla yardım toplaması caiz değildir. Çünkü cihad farz-ı kifâyedir. Ücret
karşılığında farz eda edilemez.
Bu mevzuda Hafız İbn
Hacer de şunları söylüyor:
Bir mücâhid savaşta
iki şekilde bulunur: Ya ücret karşılığında savaşın dışında herhangi bir hizmeti
yapar ya da ücret karşılığında düşmanla savaşır. Birinci halde bulunan kimse
yaptığı hizmetten dolayı ganimetten bir pay alamaz. İmam Evzâî ile İmam Ahmed
ve İshak bu görüştedirler. Ulemanın pek çoğuna göre ise, bu kimsenin ganimetten
pay almak hakkı vardır. Aynen diğer mücâhidler gibi ganimetten pay alır.
İmam Sevrî'ye göre
ise, ücretle savaşa giden bir kimse düşmanla bilfiil savaşırsa, ganimetten pay
almaya hak kazanır. Fakat cephede savaşın dışındaki hizmetlerinden dolayı
ganimetlerden pay alamaz.
Mâliki uletnasıyla
Hanefi ulemasına göre bu kiralık kimse sadece düşmanla savaşmak üzere
kiralanmış olsa, yine de savaşta elde edilen ganimetlerden bir pay elde
edemez. Fakat ulemanın ekseriyetine göre bu kimse ganimetten pay alır.
Delilleri ise, Müslim'in rivayet ettiği Rasûl-i Ekrem'in, Talha b.
Ubeydillah'ın hizmetçisi Hz. Seleme'ye ganimetlerden hisse verdiğini ifade eden
hadistir.[220]
İmam Ahmed'e göre eğer
bir adam veya bir kavmi devlet reisi ya da temsilcisi savaşmak üzere
kiralamışsa o kimse sadece savaşmak üzere anlaştığı ücreti alır. Ganimetten bir
pay alamaz.
İmam Şafiî'ye göre
ise, bu hüküm üzerine cihad farz olmamış kimseler için geçerlidir. Bulûğ
çağına ermiş mükellef kimseler harp sahasına vardıkları zaman düşmanla savaşmak
üzerlerine borç olur. Bu sebeple üzerinde anlaştıkları ücreti alma hakkını
kaybederler. Fakat ganimetten pay almaya hak kazanırlar.[221]
2526. ...Abdullah
b. Amr'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle, buyurmuştur;
"Mücâhid için
(sadece kendi cihadının) sevabı vardır. (Ona silah temininde) yardımcı olan
kimse için hem (yardımının) sevabı hem de cihad sevabı vardır."[222]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi bir kimsenin yaptığı savaş karşılığında
ücret almasının caiz olup olmadığı ulemâ arasında ihtilaflıdır. Başta İmam
Şafiî olmak üzere ulemâdan bazıları bir kimsenin yaptığı savaş karşılığında
ücret almasının caiz olmadığını savunurlarken diğer bazıları da bunun sahih
olduğunu iddia etmişlerdir. Ücretle asker kiralamanın caiz olmadığını savunan
ilim adamlarına göre metinde geçen "câi!" kelimesi, mücâhidi harp
aletleriyle teçhiz eden, onu cihad için lüzumlu olan harp malzemeleriyle donatan
kimse demektir. Ve hadis, "Gazi için bir sevab, gaziyi teçhiz eden kimse
için de iki sevab vardır" anlamına gelir.
Savaş karşılığında
ücret almanın caiz olduğunu savunan kimselere göre ise, metinde geçen
"câil" kelimesi bir kimseyi ücretle savaşa gönderip de ona savaşı
karşılığında ücret ödeyen kimse demektir ve bu hadis-i şerif; "Gazi için
bir sevab vardır. Ücretle savaşa asker gönderen kimse içinse biri kendi sevabı
biri de gazinin sevabı olmak üzere iki sevab vardır" anlamına gelir. Bu
görüşü savunan ulemaya göre ücretle savaşa asker gönderen kimseye iki sevab
ödenmesi iki sebepten ileri gelmektedir: Birincisi gaziye ücret ödemesi, diğeri
de gazinin savaşmasına sebep olmasıdır.[223]
2527.
...Ya'lâ b. Münye (Ümeyye)den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), seferberlik ilan
etti. Ben de yaşlı bir ihtiyardım. Hizmetçim de yoktu. (Savaşta) Benim
hizmetimi karşılayacak ücretli birini aradım. (Ganimetten kendisine düşecek
olan) payını da kendisine verecektim. Derken (bunu kabul eden) bir adam
buldum. Hareket (vakti) yaklaşınca bana gelip;
(Ganimetten elime geçecek) hisselerin ne kadar
olduğunu ve payıma ne düşeceğini bilmiyorum. Binaenaleyh bana bir mikdar tâyin
et. (Çünkü) harbin sonunda ganimetten bana düşecek bir pay ya bulunur, ya da
bulunmaz, dedi. Ben de ona üç dinar tayin ettim. Ganimeti (ortaya) gelince ona
hissesini vermek istedim, (onun için tayin ettiğim) dinarları hatırladım. Ve
Peygamber (s.a.)'e varıp bu adamın durumunu anlattım.
"Ben (bu kimsenin
eline) bu savaştan dünya ve ahirette (kendisine) tayin edilen dinarlardan
başka (birşey geçeceğini) zannetmiyorum." buyurdu.[224]
Bir kimsenin işini görmek
veya hayvanlarına bakmak üzere ücretle tutulan ve bu işleri yürütürken aynı zamanda
savaş meydanında hazır bulunan kimsenin bu savaşın ganimetlerinde bir pay
alıp-alamayacağı meselesi ulema arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre bu
kimse savaşa katılsa da katılmasa da ganimetten bir pay alamaz. Sadece
hizmetinin ücretini alır. İmam Evzâî ile İshâk (r.a.) bu görüştedirler. İmam
Şafiî'nin ilk görüşünden biri de budur. İmam Mâlik ile İmam Âhmed'e göre bu
kimse savaş anında mücâhidler ile beraber bulunmuşjise kesinlikle ganimetlerden
pay almaya hak kazanır. İsterse bilfiil savaşmış olmasın. Bazılarına göre ise,
bu kişi ganimetlerden pay almakla, hizmetinin ücretini almak arasında
muhayyerdir. Binaenaleyh isterse ücretini alır, isterse ganimetten hissesine
düşen payı alır.
Hanefi ulemasından
Aliyyü'1-Kâri bu mevzuda şunları söylüyor: En doğrusunu Allah bilir. Bana öyle
geliyor ki, bu kimse sadece bir iş için kiralanmış ve alacağı ücret
karşılığında savaşması şart koşulmamışsa, yaptığı hizmet karşılığında ücret
almaya hak kazandığı gibi bunun yanında yaptığı savaşa karşılık ganimetten pay
almaya da hak kazanır. Binaenaleyh, hem ücret hem de ganimetten pay alır. Çünkü
ganimetle ücret birbirine aykırı şeyler değildir. Bilakis birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar.
Bizim mezhebimizde ücretle mükafat bir elde birleşebilir.[225]
2528.
...Abdullah b. Amr'den; demiştir ki: Bir adam Rasûjullah (s.a.)'e gelerek;
Hicret etmek üzere
seninle antlaşmaya geldim. Annemi ve babamı da (arkamda) ağlıyor olarak
bıraktım dedi. (Hz. Peygamber (s.a.)'de);
''Geri don onları ağlattığın
gibi güldür." buyurdu.[226]
Bu hadisi Hattâbî
şöyle açıklamıştır: "Savaşa çıkacak
olan bir kimse eğer bu savaşa mecbur olmadan sadece sevap kazanmak arzusuyla
çıkacaksa, annesinin ye babasının izni olmadan çıkamaz. Fakat üzerine farz
olan bir cihadı ifâ etmek isteyen bir kimsenin anne ve babasından izin alması
gerekmez."
Bu hükümler müslüman
olan anne ve babalar içindir. Annesi ve babası kâfir olan kimselerin cihada
çıkmak için onların iznini almaları söz konusu değildir. İsterse çıkmak
istediği cihad nafile olsun.
Aynı şekilde borcunu
acele olarak ödemesi gereken bir kimse de alacaklının iznini almadan üzerine
farz olan cihadı ifâ etmek üzere cepheye gidemez. Hacca gitmek de böyledir.
Her ne kadar metinde
annesinin babasının iznini almadan Hz. Peygamber'den hicret etmek için izin
isteyen bir kimseden bahsediliyorsa da hicret etmekle savaşa çıkmanın hükmü bir
olduğundan ulema buradaki hicret meselesini cihad yönünden ele almışlardır. Bu
bakımdan Musannif Ebû Davud bu hadisi anne ve babası razı olmadığı halde savaşa
çıkan kimse başlığı altında vermiştir. Musannif Ebû Dâvud bu adamın hicret
ettikten sonra savaşa çıkacağım kabul ederek bu hadisi bahis konusu başlık
altında zikretmiş de olabilir.[227]
2529.
...Abdullah b. Amr'dan; demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a)'e gelerek;
Ey Allah'ın Rasûlü ben
cihada çıkabilir miyim? dedi. (Peygamber (s.a.)'de);
"Senin annen baban
var mı?" diye sordu. (O kimse de); Evet diye cevap verdi. (Bunun üzerine
Peygamber); "Öyleyse onların hizmetinde (bulunarak) cihâd et!"
buyurdu. Ebû Dâvud dedi ki; Ebu'l-Abbas, ismi es-Sâib b. Ferruh olan şâir
(râvi)'dir."[228]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, üzerine cihad farz olan bir kimsenin
anne ve babasından izin alması gerekmez. Ancak cihad mevzuunda anne ve babadan
izin almak sadece sevab kazanmak maksadıyla yapılan nafile cihadlar için söz
konusudur. Bu nevi cihadlar için anne ve babanın gönlünü almak gerekir. Anne
ve babasının iznini almadan nafile bir cihada katılan kimseler günahkar
olurlar. Fakat umûmî seferberlik ilan edilmesi gibi, cihâdın farz-ı ayn olması
halinde anne ve babanın iznini almak gerekmez.
Bu hükümler müslüman
olan anne ve babalar içindir. Müslüman olmayan anne ve babalara gelince, farz
olsun nafile olsun hiçbir cihad için bunların iznini almak gerekmez.
Aynı şekilde bir
müslüman, anne ve babasından birinin razı olmaması halinde, nafüe hac veya
umre için yolculuğa çıkamaz, nafile oruç tutamaz. Çünkü onlara itaat farzdır.
Yapmak istediği cihad ise nafiledir.
Bu hadisin
râvilerinden Ebu'l-Abbas, es-Sâib b. Ferrûh isimli şâir bir kimsedir. Tirmizî
onun Mekkeli âmâ bir kimse olduğunu; Buharı ise, bu kimsenin rivayetlerinden
dolayı herhangi bir kusurla itham edilmediğini söylüyor. Musannif Ebû Dâvud da
onun ismini açıklamakla, kimliği meçhul bir kimse olmadığını, bilâkis adaleti
ve zabtı ile meşhur güvenilir bir râvi olduğunu ifade etmek istemiştir.[229]
2530. ...Ebu
Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre bir adam (cihada katılmak için)
Yemen'den Rasûlullah (s.a.)'ın yanına hicret etmiş, Rasûl-i zişan efendimiz de
ona;
"Yemen'de
herhangi bir kimsen var mı?" diye sormuş. (Adam);
Annemle babam var,
cevabını vermiş. (Fahr-i kâinat);
"(Buraya gelmen
için) Sana izin verdiler mi?" diye (ikinci bir soru daha) sormuş (O zat
tekrar);
Hayır diye cevap
vermiş. (Bunun üzerine Fahr-i Kâinat efendimiz);
"Dön onlardan
izin iste, eğer izin verirlerse cihada katıl, yoksa onlara hizmet et."
buyurmuştur.[230]
Bu hadisin râvilerinden
Derrâc Ebu's-Semh'in ismi Derrac b. Sem'ân'dır. Ahmed b. Hanbel onun rivayet ettiği
hadislerin münker olduğunu söylerken Yahya b. Main onun güvenilir bir râvi
olduğunu söylemiştir. el-Acunî'nin rivayetine göre musannif Ebû Dâvud, onun
Ebu'l-Heysem ve Ebû Sâid el-Hudrî zincirinin dışındaki senetlerle rivayet
ettiği hadislerin tümünün sahih olduğunu söylermiş. Nesâî, Ebu Hatim,
Dârefcutnî Ahmed b. Hanbel gibi hadis otoriteleri de onun sağlam bir râvi
olmadığı görüşünde birleşirlerken, îbn Şahin bu hadisin senedinde bir zayıflık
olmadığım söylemiştir.
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi, cihad için anne ve babanın izni ancak nafile
cihadlara giderken söz konusudur. Farz-ı ayn olan cihadlar için anne ve babanın
iznini almaya gerek yoktur.
Bu hadis-i şerif ve
benzerleri anne ve babaya itaatin lüzumunun dere cesini ve haklarının
büyüklüğünü, onlara itaatten dolayı kazanılacak sevabın çokluğunu açıkça ifade
etmektedirler. Ulemâdan bazıları bu gibi hadislere bakarak anne ve baba
hakkının cihaddan daha büyük olduğunu söylemişlerdir. Ancak anne ve babanın
kâfir olmaları halinde gerek farz ve gerekse nafile cihad için izinlerini
almaya lüzum yoktur.[231]
2531.
...Enes (r.a.)'den; demiştir ki "Rasûlullah (s.a.) su taşımaları ve
yaraları tedavi etmeleri için Ümmü Süleym ve Ensar'dan (bazı) kadınları harbe
götürmüştür."[232]
Hadis ulemasından Hattabî
şunları söylüyor: "Bu hadis-i şerif, yaralıların tedavisi ve askere su
taşıma gibi geri hizmetlerde kendilerinden yararlanılmak için kadınların savaşa
götürülebileceğine delâlet etmektedir."
Her ne kadar bir
hadis-i şerifte Hz. Peygamberin kendisiyle birlikte savaşa çıkan kadınları
cepheden geri çevirip evlerine gönderdiği ifade ediliyorsa da bunun
müslümanların zayıf olmaları sebebiyle zafer ümidinin bulunmadığı bir savaşta
olduğu düşünülebilir. Çünkü bu durumda kadınların düşmanın elinde kalması
tehlikesi söz konusudur. Bu yüzden Hz. Peygamber kadınları cepheden geri
çevirmiş olabileceği gibi, savaşa katılan kadınların çok genç olmaları
sebebiyle fitneye sebebiyet verebilecekleri endişesiyle geri çevirmiş de
olabilir.
Savaşa katılan
kadınların harp ganimetlerinden hisse alıp alamayacakları meselesi ulema
arasında ihtilaflıdır. Genellikle ilim adamları savaşa katılan kadınların harp
ganimetlerinden erkekler gibi bir hisse alamayacağı görüşündedirler.
Hz. İbn Abbâs'a göre
bu kadınlara harp ganimetlerinden bir bağış verilebilir. Süfyân es-Sevrî ile Hanefi
uleması ve İmam Şafiî bu görüştedirler. İmam Mâlik'e göre ise, bu kadınlara
ganimetlerden bir pay verilemeyeceği gibi, bağış da verilemez.
Harbe katılan
kadınların yaralıları tedavi etmeleri mevzuunda ise, imam Nevevî şunları
söylüyor: "Kadınların harpte yaralıları tedavi etmeleri meselesi
kendilerine nikah düşmeyen yakın akrabaları ile kocalarına mahsus özel bir
durumdur. Kendilerine nikah düşen kimselerin tenine dokunmaları ise, haramdır.
Bu bakımdan eğer bu kadınlar kendi kendilerine nikah düşen erkekleri tedavi
etmek mecburiyetinde kalırlarsa, ancak tedavi için dokunmaları zarurî olan
yerlere dokunabilirler."[233]
2532.
...Enes b. Malik (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Üç şey imanın
esasındandır. (Birincisi) Lâ ilahe illallah diyen bir kimseye (el ve dil
uzatmaktan) çekinmemiz, (işlemiş olduğu) bir günah yüzünden onu kâfir
saymamamızdır. (Yani İslâm'a uymayan) bir fiilinden dolayı onu İslam dışı ilan
etmememizdir. (ikincisi) Cihad, Allah'ın beni (Peygamber olarak) gönderdiği
andan, ümmetimin en çok neslinin Deccal'le savaşacağı ana kadar devam edecektir.
Adaletli (bir idareci)nin adaleti onu ortadan kaldıramayacağı gibi zâlim (bir
idarecinin zulmü de kaldıramaz. (Üçüncüsü ise) Kadere inanmaktır.”[234]
Bu hadisi şerifte
imanla ilgili üç mühim esas üzerinde durulmaktadır. Bunlardan birincisi;
"Lâ ilahe illallah Mu-
hammedür rasûlullah"
diyen bir kimseye el ve dil uzatmaktan çekinmek, bu kelimeyi söyleyen bir
kimsenin malına, canına saldırmak haramdır. Binâenaleyh, bu kelimeyi telaffuz
eden bir kimseye el veya dil uzatmaktan kaçınmak her müslümanın üzerine düşen
kaçınılmaz bir görevdir.
Her ne kadar metinde
sâdece, "Lâ ilahe illallah" diyen kimsenin İslâm dairesine girdiği ve
müslümanların saldırısından emin olduğu ifade ediliyorsa da, burada, Lâ ilahe
illallah diyen kimse sözü ile, "La ilahe illallah
Muhammedürrasûlullah" diyen kimse kasdedilmiştir.
Bu "'yü üç defa
okuyan kimse bir hatim sevabı alır" sözüne benzer. Çünkü 'yü okumaktan
maksat sadece lafzını söylemek değil, bu sûreyi sonuna kadar okumaktır. Aynı
şekilde, "Lâ ilahe illallah" demekten maksad da bu kelimeyi sonuna
kadar okumak, bir başka ifade ile, "Lâ ilahe illallah Muhammedürrasûlullah"
demektir. [235]
Ehl-i sünnet uleması
bu hadisi şerife ve benzerlerine sarılarak kelimey-i tevhîdi söyleyen bir
kimseyi müslüman kabul etmişler, işlemiş olduğu günahlardan ve îslâma aykırı
bazı davranışlarda bulunmasından dolayı onu kâfir saymamışlardır. Ancak günah
işleyen bir kimsenin yine müslüman kalabilmesi için o kimsenin işlemiş olduğu
günahı veya İslama aykırı olarak yaptığı işi helal kabul ederek işlemiş
olmamasını şart koşmuşlardır. Binâenaleyh, Ehl-i sünnet ulemasına göre bir
müslüman günah işleyince dinden çıkmış sayılmamakla beraber, o işin günah
olduğunu inkâr etmesi halinde derhal dinden çıkmış sayılır. İsterse o günahı
işlemiş olmasın. Ehl-i sünnet ulemâsı bu esası, "amel imandan cüz
değildir" sözüyle kaideleş-tirmişlerdir.
Ehl-i sünnetin
karşısında olan Havaric ise her büyük günah işleyenin dinden çıkacağını,
Mutezile mezhebi taraftarları da büyük günah işleyenlerin kafir
sayılamayacaklarını fakat müslüman olarak da kalamayacaklarını, binâenaleyh
küfür ile iman arasında bulunacaklarını söylemişlerdir.
Mevzumuzu teşkil eden
Hadis-i şerifte imanın esaslarından birisi olarak üzerinde durulan ikinci
mes'ele cihâdın Deccal'in öldürüleceği ana kadar devam edeceğidir. Rasûl-i
Zîşan efendimizin açıklamasına göre, müslüman nesiller DeccaPi öldürecekleri
ana kadar Allah yolunda savaşa devam edeceklerdir. Deccal'in öldürülmesinden
sonra ise ,cihad sona erecektir. Çünkü Deccal'in öldürülmesinden sonra Ye'cuc
ve Me'cûc ortaya çıkacaktır. Müslümanlar onlarla savaşacak güçte olmayacakları
için cihadla mükellef tutulmayacaklardır. Ye'cuc ve Me'cûc'u Allah Teâlâ helak
ettikten sonra yeryüzünde kâfir kalmayacağından yine cihad olmayacaktır. Çünkü
Hz. İsa hayatta olacak ve İslam her tarafa yayılacaktır. Hz. İsa'nın vefatından
sonra ise, küfür yeniden canlanacak o zaman da Cenâb-ı Hak tatlı bir rüzgar
estirerek müslümanların ruhunu kabzedecek, ondan sonra da kıyamet kopacaktır.[236]
Hadis-i şerifte söz
konusu edilen üçüncü mesele, kâinatta vuku bulan her olayın Allah'ın kaza ve
kaderiyle vuku bulduğu, hayır ve şerrin Allah'ın yar at m asıyla meydana
geldiği meselesidir. Ehl-i sünnet uleması bu hadisi şerife sarılarak kaza ve
kadere inanmayı imanın altı esasından biri saymışlar ve kaza ve kaderi inkar
etmenin küfür olduğunu söylemişlerdir.[237]
2533. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"İyi olsun kötü
olsun her (müslüman) devlet reisi ile birlikte cihad üzerinize (düşen)
kaçınılmaz bir görevdir. İyi olsun kötü olsun her müslüman (imam)ın arkasında
namaz kılmanız üzerinize (düşen) kaçınılmaz bir görevdir. (Hatta o imam) büyük
günahlar işlemiş bile olsa. İyi olsun kötü olsun (ölen) her müslümamn üzerine
(cenaze) namaz(ı) kılmak farz(-ı kifaye)dir. Büyük günahlar işlemiş olsa
bile."[238]
Cihad islâmın ayakta kalmasını
ve müslümanların hür olarak şerefle izzetle yaşamalarını sağlayan çok faziletli
dînî bir görevdir.
Bu bakımdan devlet
reisinin ya da onun tayin ettiği kumandanların zalimliği veya günahkârlığı
bahane edilerek cihad terk edilemez. Hafız İbn Hacer el-Askalanî'nin de ifâde
ettiği gibi yetkili idareciler, Allah'ın dinine aykırı emirler vermediği sürece
onların emrine itaat edilir ve onların safında cihad edilir. Fakat Allah'ın
dinine aykırı olarak verdikleri emirlere itaat edilmez.
Aynı şekilde bir
müslüman, mescid imamının günahkârlığını bahane ederek namazını cemaatle
kılmayı terkedemez. Çünkü farz namazları cemaatle kılmak İslâm'ın şiarıdır. Bu
bakımdan farz namazları cemaatla kılmanın sünneti müekkede olduğunu
söyleyenlerin yanında, farz olduğunu söyleyenler bile vardır.[239]
Ayrıca zahiren müslümanlığı sabit kılan bir cenaze üzerine cenaze namazı kılmak
tüm müslümanlar üzerine düşen bir farizadır. Bir kısmının bu farzı yerine
getirmesiyle diğerleri bu sorumluluktan kurtulmuş olurlar. Ölünün sağlığında
büyük günahlar işlemiş olması, müslümanlardan o kimse üzerine namaz kılma
mükellefiyetini kaldırmaz. Ancak bu kimsenin küfrünün sabit olmasıyla
müslümanlardan bu mükellefiyet kalkmış olur.
Münzirî bu hadisin
munkatı olduğunu, çünkü Mekhûl'ün, Hz. Ebu Hureyre'den hadis işitmediğini
söylemiştir.[240]
2534.
...Câbir b. Abdillah'ın naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.) (bir gün) savaşa
gitmek isteyince;
"Ey muhacir ve
ensar toplulukları, sizin (din) kardeşlerinizden mal ve akrabası olmayan kimseler
var. Sizin her biriniz (onlardan) iki veya üç kişiyi bağrına bassın. Bizden
birinin (savaşa giderken) kendisini taşıyacak (özel) bir bineği olamayabilir.
Ancak onlarınki gibi nöbetleşe binebileceği bir bineği olabilir" buyurdu.
(Câbir b. Abdillah)
dedi ki: B mn üzerine ben (onlardan) iki veya üç kişiyi yanıma aldım. Benim de
ancak onlarla (birlikte) kendi deveme sıram geldiğinde binme hakkım vardı.[241]
Hz. Peygamber müslümanların
çok fakir olup savaşa gitmek için
yeterli erzak ve hayvan bulamadıkları dönemlerde, herkesin (özel olarak)
kullandığı hayvandan başkalarının da faydalanmalarını sağlamak maksadıyla,
hayvan sahiplerine, fakir kimseleri yanlarına alarak hayvanlarına onlarla
nöbetleşe binmelerini emretmiştir. Bunun üzerine ashâb-ı kiram o fakirleri
yanlarına alıp hayvanlarına yol boyunca onlarla ortaklaşa ve sırasıyla
binmişlerdir. Metinde geçen, "...Sizin din kardeşlerinizden malı ve
akrabası olmayan kimseler vardır... Ancak onlarınki gibi nöbetleşe
binebileceği bir bineği olabilir..." anlamına gelen cümlelere bakarak İmam
Ebu Hanife (r.a.) ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed (r.a.) aynen hac gibi cihad için
de binek ve azığa sahip olmayı şart koşmuşlar, bu iki imkâna sahip olmayan
kimselere cihadın farz olmayacağını söylemişlerdir. İmam Malik (r.a.)'e göre
ise, cihadın farz olması için azık ve binek sahibi olma şartı yoktur. Bu hadisi
şerif, nöbetle bile olsa başkasının hayvanına binme imkanına sahip olan bir
kimsenin savaşa gitmekle mükellef olacağına delâlet etmektedir.
Fıkıh kitaplarında açıklandığı
üzere, cihad ile mükellef olanlarda aranılan vasıf Bunların harbe kadir,
arızalardan berî bulunmalarından ibarettir. Binâenaleyh, çocuklar, ihtiyarlar,
zayıflar, körler, topallar, nafakadan yani zâd ile binekten mahrum olanlar,
cihad ile mükellef olamazlar. Binek hayvanının lüzumu, "mesâfe-i
sefer" denilen en az onsekiz saatlik bir mesafe için söz konusudur. Daha
yakın bir mesafe için binek şart değildir. İmam Ahmed'e göre nafakadan maksat,
savaşa katılacak şahıs ile geride kalacak ailesine yetecek maldır.[242]
2535. ...İbn
Zıığb el-Eyâdî dedi ki: Abdullah b. Havale (bir gün misafirim olarak) yanıma
gelip bana (şunları) anlattı: (Bir defasında) Rasûlullah (s.a.) bizi yaya
olarak ganimet elde etmeye göndermişti. Biz de hiç bir şey ele geçiremeden
dönüp geldik. (Çektiğimiz) yorgunluğu yüzlerimizden anladı. Bunun üzerine
ayağa kalkıp bizim İçin; "Ey Allahım! Onları(n işini) bana bırakma. Çünkü
ben onlar(a yardım)dan âcizim. Onları(n işini) kendilerine de bırakma. Çünkü
(kendi) nefislerinin ihtiyaçlarını temin)den (kendileri de) âcizlerdir. Onları
insanlara da bırakma. Çünkü insanlar (kendilerini) onlara tercih ederler."
diye dua etti. Sonra da elini başımın üzerine koydu. (Râvi İbn Züğb burada
tereddüd edip) Yahut da, (Abdullah b. Havale, Rasûlullah elini), tepeme koydu
(demiş olabilir) dedi. (İbn Havale sözlerine şöyle devam etti): Sonra (Hz.
Peygamber) buyurdu ki:
"Halifeliğin
Şam'a intikal ettiğini gördüğün vakit (içtimaî) sarsıntılar ve bunalımlar ve
önemli hadiseler yaklaşmış olacaktır. İşte o gün kıyamet (alâmetlerinin ortaya
çıkması), insanlara, elimin senin başına olan yakınlığından daha
yakındır."[243]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Abdullah b. Havale, Humus'ludur"[244]
Bu hadisi Abdullah b.
Havâle'den rivayet eden Abdullah b. Züğb'ün sahâbî olup olmadığı
ihtilaflıdır.Kendisi Şam'hdır. Musannif Ebû Dâvud ondan kıyametle ilgili tek
bir hadis rivayet etmiştir.
Taberânî ise ondan;
"Kim bilerek bana yalan isnad ederse cehennemdeki yerine hazırlansın"
anlamında bir hadis rivayet etmiştir. Abdullah b. Züğb'ün hadîsi bizzat Rasûl-i
Ekrem'den işittiği açıkça ifade edilmektedir. Abdullah b. Havale ise, Ezd
kabilesindendir. Rasûl-i Ekrem'le bizzat görüştüğü kesinlikle bilinmemektedir.
Hadis-i şerif, hilâfetin emevi hanedanlığı payitahtına ve Medine'den Şam'a
intikal etmesiyle, kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkmaya başlayacağını ifâde
etmekte ve dolayısıyla halifeliğin saltanata dönüşerek İslâm âleminde sosyal
bunalımların, patlamaların ve kargaşalıkların ortaya çıkacağını dile
getirmektedir. Gerçekten de öyle olmuştur. Bu bakımdan bu hadis-i şerif RasûM
Zişan Efendimizin gaybtan haber veren mucizelerindendir. Kıyametin ne zaman
kopacağını ancak Allah bilir. Yalnız Hz. Peygamber, kıyametin kopmasına yakın
bazı hadiseler olacağını haber vermiştir. Bunlara eşrât-ı saat (kıyamet
alametleri) denir.
Kıyametin Alâmetleri:
Kıyametin alâmetleri
küçük ve büyük olmak üzere iki kısma ayrılır:
Küçük alametler, din
konusundaki bilgisizliğin her tarafa yayılması, alkollü içkilerin çokça
içilmesi, zina gibi fuhuş olaylarının çoğalması, öldürme hadiselerinin
artması, kadın nüfusunun erkek nüfusundan çok fazla olması, refahın artması,
ehliyet ve liyâkatin ortadan kalkması, hürmet ve dostluğun yok olması, haksızlıkların
artması, din dahil her şeyde Allah rızasının yerini dünyevî çıkarların alması
gibi hususlardır.
Kıyametin büyük
alâmetleri ise şunlardır:
1. Mü'minleri
nezleye tutulmuş gibi bir hale getiren ve kâfirleri sarhoş eden bir duhan
(duman)ın zuhuru.
2. Deccal
adındaki bir şahsın çıkıp tanrılık davasında bulunması, sonra kaybolup
gitmesi.
3. Ye'cüc ve
Me'cüc adlı iki kabilenin yeryüzüne dağılarak bir müddet yeryüzünü fesada
çalışmaları.
4. Hz.
İsa'nın gökten İnip bir müddet Hz. Peygamberin şeriatı ile amel etmesi.
5. Dâbbetü'I-arz
adlı bir yaratığın çıkması.
6. Hicaz'da
büyük bir ateşin ortaya çıkması.
7. Doğuda
Batıda ve Arap Yarımadasında birer yer parçasının çökmesi.
8. Güneşin
geçici olarak Batıdan doğması.
Kıyamet kötü insanlar
ve kâfirler üzerine kopacaktır. Zira Hz. Peygamber bu konuda şöyle
buyurmuştur: "Kıyamet ancak kötü insanlar ve kâfirler üzerine
kopacaktır."[245]
Kıyametin kopma zamanında mü'minler daha evvel ruhları alınarak ahirete
göçmeleri temin edilecek ve kıyamet özellikle kâfirlerin başlarında
patlayacaktır.[246]
2536.
...Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurdu:
"Aziz ve Celil
olan Rabbimiz, Allah yolunda savaşıp da arkadaşları bozguna uğrayınca (harpten
kaçmanın) kendi üzerindeki vebalini düşünerek tekrar (düşman üzerine) dönen ve
kanı dökülünce-ye kadar savaşan kimseyi çok beğenir de meleklerine (şöyle)der:
"(Şu) Kuluma bakınız! Benim yanımdaki sevaba rağbet edip yanımdaki
(âzabdan) korkarak (tek başına düşmanla savaşmak için) geri döndü. Nihayet (bu
yolda) kanı döküldü."[247]
Metinde geçen "acibe"
kelimesi lügatte, şaştı, hayret etti gibi mânâlara gelir. Hafız Abdurrauf el-Münâvi
bu kelimeye, "razı oldu", "güzel buldu" manalarını
vermiştir. İbnu'l-Esîr, Nihâye isimli eserinde bu kelimeye, "Allah'ın
yanında değeri büyük oldu" mânâsını verdikten sonra taaccüb etme ve şaşma
gibi durumların, hadiselerin sebeplerini ve aslını bilmeyen insanlara mahsus
olduğunu, hiçbir şeyin sebebi Allah'a gizli olmadığından şaşma ve hayret etme
gibi fiillerin Allah için söz konusu olamayacağını bu sebeple bu kelimelerin
Allah için kullanıldıkları zaman ancak mecazi anlamlarda kullanılmış olabileceklerini
ifade ediyor. Bizde bu açıdan hareket ederek bu kelimeye, "Allah çok
beğenir" diye mana verdik.
Bu hadisi şerif
hakkında Alkamî şunları söylüyor: "Savaşta arkadaşları bozguna uğrayan
bir mücâhidin, düşmanı yenmek için tek başına savaşa devam etmesinin müslehab
olduğuna, fakat vâcib olmadığına bu hadis-i şerif delildir. Nitekim es-Sübki de
şöyle demiştir: "Şayet, savaş meydanında tek başına kalan bir mücâhidin
savaşa devam etmesi sadece onun helakini mûcib olacaksa, o zaman kaçması vâcib
olur."
Görülüyor ki savaş
meydanında tek başına kaldıktan sonra düşmanı yenmek ve bunun sevabına erip,
harpten dönmenin vebalinden kurtulmak için savaşan bir kimse bu hadis-i şerifte
övülmüş fakat bu durumda kalan bir kimsenin harbe devam etmesine dair kesin bir
emir verilmemiştir. Ulemânın açıklamasına göre bu gibi naslar farziyyet değil,
müstehablık ifâde eder.
Hanefi ulemasından İbn
Abidin bu mevzuda şunları söylüyor: "Öldürme, yaralama yahut hezimete
uğratma gibi bir şey yaptıktan sonra kendisinin öldürüleceğini bilen bir
kimsenin tek basma düşmana hücum etmesinde bir beis yoktur. Nitekim Uhud
muharebesinde Peygamberimizin huzurunda Ashâb-ı Kirâm'dan bir cemaat böyle
yapmıştır. Peygamberimiz onları bu yaptıklarından dolayı medljetmiştir. Ama
düşmana hiç bir suretle zarar vermeden kendisinin öldürüleceğini bilen bir
kimsenin düşmana hücum etmesi caiz değildir. Çünkü bu şekilde saldırmada dîne
hizmet yoktur. Fakat şer'an susması için her ne kadar ruhsat var ise de
kendisini öldüreceklerini bilen bir kimsenin fasık olan müslümanlan fena
fiillerden neh-yetmesinde bir beis yoktur. Çünkü müslümanlar fasık olsalar bile
kendilerine emreden kimsenin emrettiği şeyin hak olduğuna inanırlar. O yüzden
öldürdükleri kimsenin öldürülmesi içlerinde derin tesir bırakır."[248]
Bezlü'l-Mechûd müellifi Şeyh Halil Ahmed'in açıklamasına göre bu hadîs-i şerifle,
"İnsanlardan öylesi var ki kendisini Allah'ın rızasına satar”[249] mealindeki
âyet-i kerime arasında bir ilgi vardır.[250]
2537. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: "Amr b. Akyeş'in câhiliye
devrinde bir faiz (alacağı) vardı. Onu alıncaya kadar müslüman olmayı uygun
bulmuyordu. Uhud günü (müslümanların yanına) gelip;
Amcamın oğulları
nerede? diye sordu. Onlar da;
Uhud'da diye cevap verdiler.
Falan nerededir? diye
sordu. Onlar da;
Uhud'dadır diye
karşılık verdiler.
Falanca nerededir?
diye sordu.
Uhud'dadır cevâbını
verdiler. Bunun üzerine zırhını giydi ve merkebine bindi. Sonra onların
tarafına hareket etti. (Uhud'daki) müslümanlar onu görünce;
Ey Amr! Bizden uzaklaş
dediler. O da;
Ben iman ettim deyip
yaralariıncaya kadar (düşmanla) savaştı. Yaralı olarak ailesine götürüldü.
Derken Sa'd b. Muaz onun yanına geldi ve onun kız kardeşine (hitaben);
Kavmini korumak için
mi yahut onlar için (onların düşmanlarına duyduğun) öfkeden dolayı mı yoksa
Allah için (kâfirlere duyduğun) öfkeden dolayı mı (savaşıyorsun?) diye ona bir
sor, dedi. Bunun üzerine (Amr);
Allah ve Rasûlü için
(kâfirlere duyduğum) öfkeden dolayı savaştım deyip öldü ve Allah için hiç
namaz kılmadan cennete girdi.[251]
Bilindiği gibi bir
kâfir müslüman olmakla küfür hayatındaki günahlarının yükünden kurtulur.Bir
başka ifâde ile İslâmiyyet, kendisiyle müşerref olan kimsenin daha önceki
günahlarına keffârettir.[252]
Ayrıca Allah yolunda cihad, amellerin en faziletlilerindendir. Nitekim;
"Amel ve
ibâdetin, Azız ve Celîl olan Allah'a en yakın olanı, Allah yolunda cihaddır!
Fazilette ona hiçbir şey yaklaşamaz."[253]
"Allah yolunda
savaşan kimse Allah'ın teminatı altındadır. Onu ya şehid olarak süratle
mağfiret ve rahmetine kavuşturur yahut gazı olarak sevap ve ganimetle
memleketine gönderir. Allah yolunda harbeden kimse savaşdan dönünceye kadar
usanmadan gündüzleri oruç tutan geceleri durmayıp ibâdet eden kimse
gibidir."[254]
"Allah yolunda
geçen bir sabah veya bir akşam, dünyadan da onda olan şeylerden de hayırlıdır."[255]
buyurulmuştur. Bu sebeple içinde bulunduğu küfür halinden dönüp İslâm
şerefiyle şereflenerek ölünceye kadar savaşan bir kimsenin hayatında hiç namaz
kılmamış da olsa cennetlik olacağı yadırganamaz. Ancak bu kimsenin cennetlik
olduğuna hükmedebilmek için yaptığı savaşı AHah yolunda yapmış olması gerekir.
Çünkü Allah'ın ve Rasûlünün rızası hesaba katılmadan, ırkçılık, çapulculuk,
riya ve sum'a gibi duygu ve düşüncelerle savaşan kimseler bu şeref ve faziletten
mahrumdurlar. Nitekim bir gün Hz. Peygamber'e soruldu:
Kim Allah yolundadır?
Ganimet kazanmak için harbeden mi, cesur diye şöhret kazanmak isteyen mi, yoksa
kabilesi ile tesânüd halinde olmak isteyen mi? Muhammed (s.a.) şöyle cevap
verdi;
"Bunlardan
hiçbirisi, fakat sadece Plâ-yı kelimetullah için savaşanlar."[256]
İşte Hz. Sa'd b.
Muaz'ın, Hz. Amr'ın yanına geldiğinde onun ne maksatla savaştığını anlamak
için, Hz. Amr'ın kızkardeşine bazı sorular yöneltmesinin sebebi bu inceliği
tesbit gayesine matuftur.[257]
2538.
...Seleme b. (Sabit) el-Ekvâ dedi ki: Hayber günü olunca kardeşim şiddetli bir
şekilde savaşa girdi. Derken kendi kılıcı geri dönüp kendisim öldürdü.
Rasûlullah (s.a.)'ın ashabı onun hakkında konuşmaya başladılar. Onun hakkında
-kendi silahıyla ölen bir adam-(diye) şüpheye düştüler. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.):
"O, Allah'a itaat
yolunda çalışan bir mücâhid olarak can verdi." buyurdu.
İbn Şihâb dedi ki:
Sonra ben (bu hadiseyi) Seleme b. el-Ekva'ın oğluna sordum. (Hadiseyi) bana
babasından (aynen) bu şekilde nakletti. Ancak Rasûlullah (s.a.)'ın;
"Yanılmışlar. O Allah'a itaat yolunda çalışan bir mücâhid olarak can
verdi. Onun sevabı iki mislidir." buyurduğunu da ilave etti.[258]
Her ne kadar bu hadis-i
şerifte Hayber günü düşmanla savaşırken silahın geri tepmesiyle şehîd olan
zâtın, Seleme b. Sabit b. el-Ekvâ'ın kardeşi olduğu ifâde ediliyorsa da, bazı
hadislerde bu zatın Hz. Seleme'nin amcası olduğu ifâde edilmektedir. Hafız İbn
Hacer'in İsâbe'deki açıklamasına göre, bunun izahı şu şekilde yapılabilir;
"Aslında silâhı geri teperek şehid olan Amir b. el-Ekvâ adındaki bu zat
Seleme b. Sabit b. el-Ekva'ın hem anne tarafından kardeşidir hem da amcasıdır.
Câhiliyye devrinde bu gibi evlilikler meşru sayılırdı. Hem amcası, hem de süt
kardeşi olması da mümkündür." Müslim'de açıklandığına göre Hz. Amir b.
el-Ekva Hayber savaşında harbin kızıştığı bir anda, bir yahudiyi bacağından
yaralamış kılıcını, ona indirmek üzereyken kılıcının keskin tarafı ters
dönerek Amir'in dizine isabet etmiş ve aldığı bu yara yüzünden hayatını
kaybetmiş."[259]
Halk Hz. Amir'in kendi kılıcıyla kendini öldürerek intihar ettiğini zannederek,
onun hakkında şüpheye düşmüşler ve ona rahmet dilemekten çekinmişlerdir.
Hayber dönüşü durum
Rasûl-i Zîşân Efendimize anlatılınca, bunu söyleyenlerin yanıldıklarını ve
Amir'in taat uğrunda çalışan bir mücâhid olduğunu, bu yüzden de ona diğer
mücâhidjere verilen ecrin iki misli ecir verileceğini ifâde buyurmuştur.
Ulema'ya göre, buradaki iki ecirden biri Allah'a taat uğrunda bütün gücü ile
çalışmış olması karşılığında, diğeri de Allah yolundaki mücâhidliği ve gaziliği
karşılığında verilmiştir. Yani onlar buradaki "câhid" kelimesini ciddi
çalışan manasına almışlar "mücahid"i de gazi diye tefsir etmişlerdir.[260]
2539.
...Peygamber (s.a.)'in sahabîlerinin birinden; demiştir ki: Biz
Cüheyne'lilerden bir kabile üzerine baskın yapmıştık. Müslümanlardan birisi
Cüheyne kabilesinden bir er diledi. (Bu müslüman) ona vurmak istedi . Fakat
isabet edemedi, yanlışlıkla kılıcı kendisine vurdu. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.),
"Ey müslümanlar,
kardeşinizle ilgilenin!" buyurdu. Halk (süratle) ona (doğru) koştular ve
onu ölü halde buldular. Rasûlullah (s.a.) onu elbisesi ve kanıyla sardı ve
üzerine namaz kılıp kabre koydu. (Orada bulunanlar);
Ey Allah'ın Rasûlü! O
şehid midir? dediler. (Hz. Peygamber de);
"Evet, şehiddir.
Ben de onun için şahidim" buyurdu.[261]
Bu hadis-i şerif
savaşta yanlışlıkla kendisini vuran kimsenin şehid olduğunu ve Rasûl-i Zişân
efendimizin bu şekilde can veren bir kimsenin üzerine cenaze namazı kıldığını
ifâde etmektedir. Bu bakımdan hadis-i şerif, şehid üzerine namaz kılınmaz
diyen Şafiî ve Mâlikî ulemasının aleyhine bir delildir. Hanefi ulemasına göre
ise, hadis-i şerifte savaşta yanlışlıkla kendi kendisini öldürdüğünden bahsedilen
kişi, âhirette sevaba nail olma yolunda şehiddir. Bilindiği gibi Hane file re
göre âhiret şehidleri, dünyada yıkanır
kefenlenir ve üzerine namaz kılınır. Çünkü cenazesi yıkanılmayan şehid
düşmanın fiiliyle öldürülen kişidir. Bu adam ise, kendi fiiliyle öldürülmüştür.
Haliyle kendisi ma'zurdur. Çünkü kasdı
düşmana vurmaktı. Onun için âhiret
açısından şehiddir.[262]
2540. ...Sehl
b. Sa'd (r.a.)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu"
"İki (dua)
reddolunmaz. Yahut da pek az reddolunurlar: (Biri) Ezan okunduğu zaman
(diğeride) savaş başlayıp da (iki taraf) birbirini öldürmeye başlayınca yapılan
dua".
Musa'(nın) Rızk b.
Sa'd b. Abdurrahman, Ebu Hazim (zinciriyle) Sehl b. Sa'd'dan rivayet etti(ğine
göre Hz. Peygamber bu hadisin sonunda); "Ve yağmur yağarken"
(yapılan dua da reddolunmaz)" buyurmuştur.[263]
"Lahime" dördüncü babdan
"öldürdü" demek tir.Hadis-i
şerifte duanın genellikle
kabul edildiği üç vakitten
bahsedilir. Bunlardan birisi ezanı işiten her müslümanın yapacağı;
"Allahını! Ey bu tam davetin -yani mübarek ezanın- ve kılınmak üzere
bulunan namazın mukaddes Rabbî. Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'e vesileyi
fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et ve onu kendisine va'd buyurmuş olduğun makam-ı
mahmuda eriştir. Şüphe yok ki sen va'dinden dönmezsin." anlamındaki ezan
duasıdır.
İkincisi: Allah
yolunda gazilerin saf bağlayıp düşman saflarına dalarak savaşa başladıkları
vakit; üçüncüsü de yağmur yağarken yapılan duadır. Çünkü o an Allah'ın
rahmetinin indiği andır.[264]
2541.
...Muaz b. CebeFden rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken işitmiş:
"Kim devenin iki
sağımı arasındaki süre kadar Allah yolunda savaşırsa, onun için cennet(e
girmek) kesinlesin Kim de içinden gelerek, sadâkatle Allah yolunda şehid olmak
ister de sonra (yatağında) ölür veya öldürülürse, ona şehid sevabı vardır.”
(Ravi) İbnü'l-Musaffa
buraya (Hz. Peygamber'den naklen şu cümleleri de) ilave etti: "Kim Allah
yolunda (düşmandan) bir yara alırsa, ya da (Allah yolunda bir kaza geçirerek)
yaralanırsa o yara, kıyamet gününde dünyadaki en derin haliyle getirilir. Rengi
zâferan rengi, kokusu da misk kokusudur. Kimin vücudunda da Allah yolunda iken
bir çıban çıkarsa, (bu çıban) o kimsenin üzerine şehitlik mührü olur."[265]
Hadis sarihlerinin
açıklamalarından anlaşıldığına göre "fuvak" kelimesi
sağmal bir hayvanın iki sağımı arasında geçen süre anlamına gelir. Bir
başka ifâde ile sağmal hayvan sağılırken yavrusuna saklamak için sütünü
memesinden bırakmaz. Sütünü bırakması için bir ara yavrusu onu emmeye
bırakılır. Yavrusunu gören hayvan sütünü bırakıverir. îşte bu anda tekrar
sağmaya başlanır. İşte bu iki sağım arasında geçen zamana "Fevâk"
veya "fuvak" denir. Sabah sağımı ile akşam sağımı arasında geçen
süreye "fevak" denildiğini söyleyenler bulunduğu gibi, bir kap sütle
dolunca o kabı kaldırıp diğer bir kaba sağmaya başlayıncaya kadar geçen zamana
da "fuvak" denildiğini söyleyenler de vardır.
Burada bu kelime ile
anlatılmak istenen şey;
Allah yolunda ihlasla
savaşan bir kimsenin, yaptığı savaş, çok kısa süreli de olsa, Allah'ın lütfü
ile cennete girmeye hak kazanacağıdır.
Metinde geçen "cerh"
kelimesi yara manasına gelir. "Nekbe" kelimesinin de aynı şekilde
yara manasına geldiğini söyleyenler vardır. Bazılarına göre "cerh",
düşmanın açtığı yara, "nekbe"de mücâhidin bir kaza neticesinde kendi
kendine açtığı yaradır. Hanefi ulemâsından Aliyyül-Kâri, bu ikinci görüşü
tercih etmiştir.[266] Biz
de tercümemizde Aliyyü'l-kâri'nin bu görüşünü esas aldık.
Metinde geçen "O
yara kıyamet gününde dünyadaki en derin haliyle getirilir" anlamına gelen
cümledeki "O" zamiri, "nekbe" kelimesine dönmektedir.
Bilindiği gibi "nekbe" kelimesi diken batmak, taş değmek gibi
insanın kendi hatası sonucu aldığı küçük yaralar için kullanılır. İşte sözü
geçen zamirin bu nekbe kelimesine dönmesinde, Allah yolunda kendi hatası sonucu
aldığı ufak yaralarla cennete girmeyi hakkeden bir gazinin, düşmanın kılıcıyla
veya başka bir sebeple Allah yolunda alacağı büyük yaralarla çok daha büyük
makamlara erişebileceğine işaret vardır.
Aliyyül-Kâri'nin
açıklamasına göre ise, bu zamir hem "cerh", hem de "nekbe"
kelimesine dönmektedir. Cerh ve nekbe kelimeleri her ikisi de Allah yolunda
alınan bir yara, Allah yolunda başa gelen bir musibet olmaları cihetiyle netice
itibarıyla aralarında bir benzerlik vardır. Bu bakımdan bir zamirle ikisine
birden işaret edilmiştir. "Altun ve gümüşü yığıp da Allah yolunda sarf
etmeyenler var ya..."[267]
mealindeki âyet-i kerimede olduğu gibi.[268]
1. Allah
yolunda ölmeyi istemek caizdir. Her ne kadar dünyanın sıkıntısına
dayanamamaktan dolayı ölmeyi istemek caiz değilse de, cennette yüksek
makamlara erişmek için Allah yolunda ölmeyi istemek caizdir. Aslında Allah
yolunda şehid olmayı istemek insanın kâfire mağlup olmayı arzu etmesi demek
gibi anlaşılabilirse de, bir mü'minin kâfire mağlup olmayı istimesi asla
düşünülemeyeceği gibi, buradaki şehid olma isteği, küfrü yok etme kastıyla
mücadeleye girişip kişinin bu yolda Allah'ın vâdettiği o büyük mertebeye yani
şe-hidlik mertebesine ulaşma çabasıdır.
2. Allah
yolunda şehid olmayı arzu edenler, yataklarında bile ölseler şehid olurlar.
3. Allah
yolunda yara ve bere alanlar kıyamet gününde üzerlerinde şehidlik mühürü
bulunduğu halde hasredilirler.[269]
2542.
...Utbe b. Abd es-Sülemî'den rivayet olunduğuna göre kendisi Rasûlullah (s.a.)'ı
şöyle buyururken işitmiştir:
"Atların
ahn(larındaki saç)lannı, yelelerini ve kuyruklarını kırkmayınız. Çünkü kuyruğu
onun yelpazesidir, yelesi elbisesidir, alınlannda ise, hayırlar
düğümlenmiştir."[270]
Atların alınlarından sarkan
perçemlerim kesmek doğru değildir.Çünkü cihad için beslenen atlar sahiplerinin
devamlı olarak cihad sevabı kazanmalarına ve ganimetler elde etmelerine vesile
olan hayırlı yaratıklardır. Atların alınlarında hayırların toplanmasından
maksat, onlar vasıtasıyla elde edilen sevaplar ve ganimetlerdir. Nitekim
"Birinize ölüm geldiği zaman mal bırakırsa...”[271]
âyet-i kerimesinde de "hayr" kelimesi, mal anlamında kullanılmıştır.
İşte böyle hayırlı olan bu hayvanların en şerefli organları alınları olduğu
için alınlarında bulunan perçemlerini kesmek uygun görülmemiştir.
Atın alnından murad
alnına sarkan yelesidir. Hattâbî ve diğer bazı âlimler alın kelimesiyle atın
bütününün kastedildiğini söylemişlerdir. "Hayır düğümlenmiştir"
cümlesinden murad, hayr düğümlenmiş gibi onlardan ayrılmaz demektir. Burada
bir istiâre-i mekniyye vardır. Çünkü hayır maddi şeylerden değildir ki, alnının
üzerine düğümlensin. Lâkin burada aklî olan şey, maddi gibi tasavvur edilmiş ve
mübalağa yolu ile maddeye verilen hüküm ona da verilmiştir. Alım zikretmek
istiareyi tecrit içindir. Ayrıca onları soğuktan ve sıcaktan koruyan yeleleri
ile, kendilerini rahatsız eden zararlı böcekleri kovalamalarına yarayan
kuyruklarını kesmek de hoş karşılanmamıştır. Bu hadisin senedinde kendisinden,
"bir adam" diye bahsedilen râvinin kimliği meçhuldür. Fakat bu hadis
diğer hadislerle takviye edilmiştir. Bu hadis-i şerif ile, Buhfiif de geçen;
"uğursuzluk (telakkisi adet olarak) ancak üç şeyde; atta, kadında, evde
hâsıl olur.”[272] mealindeki hadis-i
şerifin arasında bir çelişki bulunduğu söylenemez. Çünkü Buhârî'deki hadis,
câhiliyye dönemindeki arapların uğursuzluk telakkilerini belirtmek için
söylenmiştir. Islâmiyette ise, bu sayılan şeylerde uğursuzluk söz konusu
değildir. Nitekim Tahâvî*nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bildirdiğine
göre, uğursuzluk konusunda Hz. Âişe'ye bir soru sorulmuş da Hz. Âişe buna şöyle
cevap vermiştir; "Kur'ân'ı Muhammed'e gönderen Allah'a yemin ederim ki,
katiyyen Rasûlullah (s.a.) böyle bir şey söylememiştir. O yalnız câhiliyye
halkının kadınla, evle ve atla teşe'üm ettiklerini bildirmiştir."[273]
2543. ...Ebû
Vehb el-Cüşemî'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:"
"Doru, sakar
(beyaz alınlı), ayaklan sekili yahut da al, sakar, ayakları sekili, ya da
siyah, sakar, ayaklan sekili (olan) atları besleyiniz."[274]
Bu hadisin râvisi Ebû
Vehb (r.a.), Rasûl-i Ekrem'le sohbet etmek şerefine eren bahtiyarlardandır. Her
ne kadar onun tabiînden olduğunu söyleyenler varsa da, imam Ahmet (r.a.) gibi,
muhakkik ulema ashabdan olduğunu söylemişlerdir.
el-Beğavî'nin
açıklamasına göre, Hz. Ebû Vehb, Şam'a yerleşmiş ve kendisinden sadece iki
hadis rivayet olunmuştur. Birisi mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, diğeri
de; "Çocuklarınıza peygamberlerin isimlerini koyunuz."[275] anlamındaki hadis-i şeriftir.
Nitekim Musannif Ebu
Davud da bu râvinin sahâbî olduğunu ifâde etmiştir. Hadis-i şerif yukarıda
belirtilen özellikleri taşıyan atların bu özellikleri taşımayan atlardan daha
kıymetli ve cihad için daha elverişli olduğunu ifâde etmektedir.[276]
2544. ...Ebu
Vehb (El-Kilaîyden; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu":
"Al, sakar, ayaklan sekili yahut da doru, sakar atlar besleyiniz."
Daha sonra
(Ebu'l-Muğire yahut Muhammed b. Muhacir, önceki hadisin) benzerini rivayet
etti. Muhammed b. Muhacir dedi ki: Ben Akîl (b. Şebîb)e,
Niçin al (at
diğerlerinden) üstün kılındı? diye sordum.
Çünkü Peygamber
(s.a.), bir akıncı birliği göndermişti de Feth (haberin)i ilk getiren al (at) sahibi
oldu, diye cevap verdi.[277]
Bilindiği gibi "kümeyt",
kırmızı ve siyah karışımı bir renk taşıyan atlar için kullanılır. Memleketimizdeki
bu renkteki atlara, "doru at" ismi verilir."Eşkar" ise, katıksız
kırmızı renkli atlar için kullanılır. Memleketimizin bazı bölgelerinde böyle
kırmızı renkli atlara, "Yeşil at" ismi verilir. "Edhem"
ismi ise, siyah renkli atlar için kullanılır ki memleketimizde bu rengi taşıyan
atlara, "yağız at" denir. İmam Muhammed (r.a.)Mn açıklamasına göre bu
hadis-i şerifte söz konusu edilen atları tanımak için atların yeleleriyle
kuyruklarına bakılır. Şayet yele ve kuyrukları kırmızı ise, ona
"eşkar", şayet siyah iseler, ona "kiimeyt" denir. Alnında
bir dirhem yahut daha küçük mikdarda beyazlık olan ata "ekran" denir.
Şayet bu beyazlık daha çok ise "eğarr = sakar" denir. Siyah ata ise
"el-edhem" adı verilir. "el-Ersem" ise üst dudağında ve
burun deliklerinin üzerinde beyazlık bulunan atlar için kullanılır.[278]
Ulemâdan bazılarına
göre Hz. Peygamber kendi tecrübesine dayanarak sözü geçen özellikleri taşıyan
atların cihad için diğer atlardan daha elverişli olduğunu söylemiştir. Nitekim
hadisin sonunda bulunan; "Çünkü peygamber (s.a.) düşman üzerine bir akıncı
birliği göndermişti de fetih (haberini) ilk getiren al (at) sahibi oldu."
cümlesi de bu görüşü te'yîd etmektedir. Sahâbî Ebu Vehb el-Cüşemî'nin rivayet
ettiği bir önceki hadis merfû idi. Üzerinde bulunduğumuz hadis ise mürsel'dir.[279]
2545. ...İbn
Abbas'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.); "Atların bereketi, kırmızılarındadır"
buyurmuştur.[280]
Ebu Bekr el-Bezzâr'ın
açıklamasına göre, Ali b. Abdillah b. Abbas babasından bu hadisten başka müsned
bir hadis rivayet etmemiştir. Tirmizî de bu hadis hakkında, "Bu hadis
gariptir. Onu yalnız bu senedle, Şeybân'ın rivayeti olarak biliyoruz"
demiştir. Kırmızı atların bereketli ve uğurlu olduğunu ifade den bu hadis-i şerifle;
"Atların en hayırlısı alnı beyaz ve üst dudağında ve burun deliklerinde
aklık bulunan siyah attır..."[281]
mealindeki hadis-i şerif arasında bir çelişki bulunduğu söylenemez. Çünkü
kırmızı atların bereketli olması yağız atların hayırlı olmasına engel olmadığı
gibi, yağız atların hayırlı olması da diğer atların uğurlu ve bereketli
olmasına engel değildir. İmam Mu-hammed'in Salih b. Keysan'dan rivayet ettiği;
"Atların en hayırlısı (yelesi ve kuyruğu) kızıl olanıdır."
anlamındaki hadis-i şerifle, Abdullah b.Ebî Necih es-Sekafî'den rivayet ettiği,
"Bereket; alnı sakar, yağız, üst dudağında beyazlık bulunan, üç ayağı
sekili ve sağ ayağı lekesiz olan atlardadır. Bu atlar yoksa siyah at bu vasfı
taşır.”[282] anlamındaki hadis-i
şerif de nazarı itibara alınınca, bu vasıfları taşıyan atların bu vasıfları
taşımayanlardan daha iyi oldukları anlaşılacağı gibi, bu vasıfları taşımayan
atlarda da hayır bulunduğu, fakat atların bu vasıfları taşıyan atlar kadar
hayırlı olamadıkları kolayca anlaşılır.[283]
2546. ...Ebu
Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) atın dişisiae de,
"Feres" derdi.”[285]
Kâmûs müellifinin
açıklamasına göre, Arapça da at cinsinin dişisine de erkeğine de feres
denilebilir.Hz. Ebu Hureyre'nin bu hadisi nakletmekten maksadının, bir lügat
bilgisi vermek olduğu düşünülemez. Hadis sarihlerinin açıklamalarına göre Hz.
Ebu Hureyre'nin bu hadisi nakletmekten maksadı, Hz. Peygamber'in, harbe erkek
atla iştirak eden mücâhidle dişi atla giren mücâhide ganimette aynı hisseyi
verdiğini, bir başka ifâde ile, ganimetlerin taksiminde süvarilerin hisselerini
verirken bindikleri atların erkek ve dîşi olduğuna önem vermeden hepsine süvari
hissesi verdiğini ifâde etmektir.[286]
2547. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Peygamber (s.a.) atların şikal olanını
beğenmezdi. Şikal, atın sağ arka ayağı ile sol ön ayağında yahut da, sağ ön
ayağı ile sol arka ayağında beyazlık olmasıdır."
Ebû Dâvud dedi ki:
"(Ayak renklerinin) çapraz olmasıdır.”[287]
Hanefî ulemâsından Aliyyü'l-Kâri'nin
açıklamasına göre bu hadisde bulunan şikalle ilgili açıklama Hz. Peygambere ait
değildir. Râvîlerden birine aittir. Eğer bu açıklama gerçekten Hz. Peygambere
ait olsaydı, o zaman şikal'in ne olduğu açıklığa kavuşurdu ve ihtilafa mahal
kalmazdı. Bu sebeple şikal Üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Burada şikal,
atın sağ arka ayağı ile sol ön ayağında yahut sağ ön ayağı ile sol arka
ayağında bulunan beyazlık diye tarif edilmiştir. Bu tarif, görüşlerden sadece
bir tanesidir. Ebû Ubeyd ile, lügat ulemâsının büyük çoğunluğuna göre şikal,
atın üç ayağının sekili olmasıdır. Üç ayağı sekili olan bir at köstekli ata
benzediği için bu ismi alır. Çünkü köstek genellikle atların üç ayağına
vurulur. Ebû Ubeyde sadece bir ayağı sekili olan atlara da şikal denildiğini
söylemiştir.
İbn Düreyd ise, şikal
atın bir tarafındaki ayaklarında beyazlık bulunmasıdır. Eğer bu beyazlık
çapraz ayaklarda bulunursa ona "çapraz şikal" denir, demiştir.
Şikal atın ön
ayaklarında bulunan beyazlık diye tarif edenler olduğu gibi arka ayaklarında
bulunan beyazlık diye tarif edenler ve hatta önayak-ları ile bir arka ayakta
veya arka ayaklar ile bir Ön ayakta beyazlık bulunmasıdır diye tarif edenler
de vardır. Ulemâdan bâzılarına göre Hz. Peygamberin bu şekildeki atlan
sevmemesi, atın köstekli imiş gibi görünme-sindendir. Bâzıları ise,
"Rasûlullah (s.a.)'m bu şekildeki atları beğenmemesini genellikle aradığı
necabeti onlarda bulamamış olması ihtimaline bağlamışlardır. Bâzıları da
"ayaklan bu şekilde sekili olan atların alınları beyaz olursa, sevimsizliği
gider." demişlerdir.[288]
Hadis sarihlerinden
Hattâbî mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen şikalle ilgili açıklamalar
üzerinde durduktan sonra diyor ki: "Şikal atın ön ayaklarıyla arka
ayaklarından birinin beyaz olması ve geriye kalan bir ayağının da sâde
olmasıdır. Hadiste geçen açıklamadan bazı kelimelerin yanlışlıkla düşmüş
olması ihtimali vardır."[289]
2548.
...Sehl b. el-Hanzaliyye'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (açlıktan) karnı
sırtına yapışmış bir deveye rastladı da; "Bu dilsiz hayvanlar hakkında
Allah'dan korkunuz. Onlara (binmeye) elverişli hallerinde bininiz ve (yenmeye)
elverişli hallerinde onları yiyiniz,” buyurdu.[290]
Rasûl-i Zişan Efendimiz bu hadis-i
şerifte hayvanların haklarına riâyet etmenin önemine dikkatleri çekerek,
onları, aç veya susuz bırakmanın, üzerlerine güçlerinin yetmediği yük yüklemenin
Allah'ın gazabını ve azabını mucib kılacağını dile getirmiştir, onlara ancak
binmeye müsait bir hale geldikleri zaman binilebileceğini ve iyice semirmeden
kesilip yenilmelerinin doğru olmayacağını açıklamış, konuşmaktan âciz, ağzı
dili yok tabiriyle de onların merhamete ne kadar muhtaç olduklarına çok veciz
bir şekilde işaret etmiştir.[291]
2549.
...Abdullah b. Ca'fer'den; demiştir ki: "Bir gün Rasûlullah (s.a.) beni
terkisine aldı da bana sır olarak bir söz söyledi ki ben onu insanlardan hiçbir
kimseye söylemem.
Rasûlullah (s.a.)'in
abdest bozmak için arkasına gizlenmeyi en uygun bulduğu şey ya yüksek binalar
yahut da sık hurma ağaçlan idi." (Abdullah) dedi ki: (Hz. Peygamber bir
gün) ensardan bir adamın bostanına girdi. Bir de ne görsün, bir deve!
Rasûlullah (s.a.)'i görünce (deve) inledi, gözlerinden yaşlar aktı. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.) onun yanına gelip kulak kökünü okşadı, (hayvan da)
sakinleşti. Peygamber (s.a.):
"Bu devenin
sahibi kimdir, kimindir bu deve?" diye sordu. Ensar'dan bir genç gelip;
Ey Allah'ın Rasûlü o
benimdir, dedi (Peygamber (s.a.)'de)
"Allah'ın, seni
kendisine sahip kıldığı şu hayvan hakkında Allah'tan korkmuyor musun?
Gerçekten bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve yorduğunu bana şikâyet
ediyor." buyurdu.[292]
Metinde geçen "el-haış" kelimesi birbirine geçmiş
sık hurma ağaçlan anlamına gelir.Müslim'in rivayetinde ifade edildiğine göre,
râvi İbn Esma bu kelimenin, "Hurma bahçesi"'manasına geldiğini
söylemiştir.Hedef kelimesi ise, yüksek bina, tepecik gibi manalara gelir."Zifra"
kelimesi ise, İbnü'l-Esîr'in, Nihâye'de ifâde ettiğine göre, "kulağın
kökü" manasına gelen müennes bir kelimedir.
Hadis-i şerif
hayvanları güçlerinin yetmediği işlerde kullanarak onlan bitkin bir hale
getirmenin, onları aç ve susuz bırakmanın Allah'ın gazabını, Rasûlünün de
itabını mucib olduğunu ifâde etmektedir.
Kadı Iyâz bu hadiseyi,
şifâ-i şerifte değişik şekillerde anlatmış ve Aliyyü'l-Kâri'de bu olay hakkında
bir açıklama yapmaktan kaçınmıştır.[293]
2550. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir adam yolda
giderken çok susamıştı. Bir kuyu buldu. Ona inip, su içti, sonra çıktı. Bir de
ne görsün, (dilini çıkarmış) soluyan, susuzluktan ıslak toprağı yalayan bir köpek.
Adam (kendi kendine); "Gerçekten bana gelen susuzluğun aynısı bu köpeğe de
gelmiş" deyip kuyuya indi ve mestini suyla doldurdu. Mesti ağzıyla tutup
(kuyudan) çıktı, köpeği suladı. Allah onun bu iyiliğini kabul etti ve onu
bağışladı. (Orada bulunan ashab);
Ey Allah'ın Rasûlü,
hayvanlarda olan davranışlarımızdan dolayı bizim için sevap var mıdır?
dediler. (Peygamber (s.a.)de);
"Her karaciğeri
yaş olan (hayvan) da bizim için sevap vardır." buyurdu.[294]
Metinde geçen,
"Her karaciğeri yaş olan (hayvan) da bizim için sevap vardır*' cümlesinden
murad, her canlıyı doyurup sulamakta ve
yardımda bulunmakta sevap vardır, demektir. Canlıya, "karaciğeri yaş
olan" denilmesi ölünün cismi ve ciğerleri kuruduğu içindir. Nevevi diyor
ki, bu hadiste muhterem olan hayvana iyilikte bulunmaya teşvik vardır. Muhterem
hayvandan maksat, öldürülmesi emredilmeyen hayvandır. Öldürülmesi emredilen
hayvan hakkında ise, şeriatın emrine imtisal olunur. Öldürülmesi emredilen
harbî, kâfir, mürted, kuduz köpek, hadiste sayılan beş fâsık hayvan,[295] ve
bu manada olanlardır. Muhterem hayvanı sulamak ve doyurmak gibi iyiliklerde
bulunmakla sevap hasıl olur. Bu hususta hayvanın sahibi olup olmaması, kendinin
veya başkasının olması önemli değildir.
Davudî: "bu hadis
bütün hayvanlar hakkındadır." demiş. Ebû Ab-dülmelik ise, onun Benî
İsrail'e ait olduğunu söylemiş, müslümanlıkta köpeklerin öldürülmesi
emrolunduğunu hatırlattıktan sonra hadisin bazı zararsız hayvanlar hakkında
varid olduğunu iddia etmiş; "Çünkü domuz gibi öldürülmesi emrolunan hayvan
zararı artsın diye su vererek kuvvetlendirilmez" demiştir. Allâme Aynî,
Ebu Abdülmelik'e cevap vermiş, hadisin Benî İsrail'e ait olduğu iddiasını
delilsiz bir iddia olarak vasıflandırmış, köpeklerin öldürülmesi emrinin de
neshedildiğini hatırlatıp bu hadisin bazı zararsız hayvanlara mahsus oluşu
iddiasını da tahakküm saymıştır. Bundan sonra sözü Nevevî'ye tevcih eden Aynî
şunları söylemiştir: "Nevevî'ye de şaşarım, hadisin bütün muhterem
hayvanlar hakkında oldğunu iddia ediyor. Bu dahi delilsiz davadır. Hadisin
mesajı Allah Teâlâ'nın yarattıklarına şefkat göstermeye yöneliktir. Şefkat
göster-mekse zararlı hayvanı Öldürmeye engel değildir. Böyle bir hayvanı sular
sonra öldürürüz. Çünkü biz öldürmeyi bile güzel yapmakla memuruz."
Allah'ın
şükretmesinden murad, onun amelini kabul buyurması sevab yazması ve
affetmesidir.[296]
2551.
...Enes b. Mâlik (r.a.) dedi ki: "Biz (yolculukta) bir yere konakladığımız
zaman, hayvanların yükü indirihnedikçe nafile namaz kılmazdık."[298]
Sünen-i Ebû Davud'un
bir nüshasında kelîmesi yerinde kelimesi
bulunmaktadır.O zaman bu hadis,
"Biz hayvanların yükünü indirmedikçe nafile namaz kılmazdık"
manasına gelir.
Diğer bir nüshada da,
"hatta tühalle" kelimesi yerinde "hatta nünîha" kelimesi
geçmektedir. Bu nüsha nazar-ı itibare alındığı takdirde ise, sözü geçen cümle
"Biz hayvanları istirahata çekmedikçe nafile namaza durmazdık"
manasına gelir. Hadis-i şerif, nafile namaz kılmaya son derece önem veren
ashâb-ı kiramın, hayvanların hakkına riâyet etmeye, nafile namaz kılmaktan daha
fazla önem verdiklerini, yolculuk esnasında bir yerde konakladıkları zaman
kuşluk namazı gibi belli vakitlerde kılınan nafile namazların fevt olması
pahasına da olsa, hayvanların yüklerini indirip onları rahata kavuşturmadıkça
o namaza durmadıklarını ifâde etmektedir. Ashâb-ı kiramın- ibâdetle ilgili
meselelerdeki uygulamalarının kendi ictihadlanndan kaynaklandığı düşünülemez.
Çünkü ibâdetlere ait uygulamalar ictihad konusu olamazlar. Bu itibarla onların
bu uygulamasının Rasûl-i zîşân efendimizin talimatından kaynaklandığını kabul
etmek icabeder. Bu da hayvanların haklarına riâyet etmenin ve onlara acımanın
nafile namaz kılmaktan daha önemli olduğunu ifâde eder.[299]
2552. ...Ebu
Beşir el-Ensârî'nin dediğine göre kendisi Rasûlullah (s.a.) ile bir yolculukta
bulunmuş. Rasûlullah (s.a.) bir elçi göndermiş. (Bu hadisi Ebu Beşir'den
nakleden) Abdullah b. Ebi Bekir dedi ki; "Öyle zannediyorum ki (Ubâde b.
Temini) dedi ki; (Hz. Peygamber bu elçiyi gönderdiği sırada, kendilerine elçi
gönderilen) insanlar geceledikleri yerlerinde idiler (ve Hz. Peygamber elçiye
şunları söylemesini emretmiş); "Hiçbir devenin boynunda (takılı) bir yay
ipi (kiriş), veya bir gerdanlık kalmasın hepsi kesilsin.”
Mâlik dedi ki:
"Bunların göz değmesinden korunmak) için (takılmış) olduklarını
zannediyorum."[300]
İbn Hacer, Ebû Bişr'in
Hz. Peygamber'le beraber bulunduğu bu seferin hangi sefer olduğunu tesbit edemediğini
söyler.
Metinde geçen “insanlar
geceledikleri yerlerinde idi."cümlesi, bazı nüshalarda; "insanlar
öğle uykusuna yattıkları yerlerinde idi." şeklînde geçiyorsa da hadisin
özüne tesir edecek derecede önemli bir fark değildir.
İbnü'l-Cevzî'nin
açıklamasına göre Hz. Peygamberin, develerin boyunlarına takılan bu iplerin
kesilmesini emretmesi hakkında üç görüş vardır:
1. Câhiliyye
döneminde yaşayan araplar develerin boynuna kiriş ve gerdanlık gibi şeyler
takarlar ve bunların göz değmesine mâni olacağını zannederlerdi, tşte Hz.
Peygamber, bu gibi şeylerin Allah'dan gelen musibetleri önleyemeyeceğini
bildirmek İçin, onların kesilmesini emretmiştir. İmam Mâlik bu görüştedir.
2. Hayvanların
boynuna takılan bu gibi gerdanlıklar bazı hallerde onların boğazını sıkıp
Ölümlerine sebep olacağı için, Rasûlullah bunların kesilmesini emretmiştir.
Hanefi imamlarından İmam Muhammed bu görüştedir. Ebu Ubeyde de bu görüşü
tercih etmiştir.
3. Câhiliyye
araplan develerin boynuna kiriş takarlar ve bu kirişlere de çan asarlardı. Bu
çanlar da geceleyin düşmanın onların bulundukları yeri sezmesine sebep olurdu.
İşte burada esas yasaklanmak istenen, develerin boynuna kirişler takmak değil,
bu kirişlere çan asmaktır.
Nevevî'nin beyânına
göre bu hadis-i şerifteki nehy kerâhet-i tenzihiyye içindir. Ulemadan
bazılarına göre ise, kerahet-i tahrîmiyye içindir. Hayvanlara takılan bu
gerdanlıkların ihtiyaç duyulduğu anda takılmalarının caiz, ihtiyaç duyulmadan
takılmalarının ise, haram olduğunu söyleyenler de vardır. İmam Malik
hayvanların boynuna gerdanlık takmanın mekruh oluşunu göz değmesine engel
olması gayesiyle takılmış olmasına bağlamakta bu maksadın dışında hayvanların
boynuna çeşitli takılar takılmasında bir sakınca görmemektedir.
Bütün bu görüşler,
içinde Kur'an âyetleri ya da me'sur dua bulunmayan takılar hakkındadır. İçinde
âyet veya me'sur dua bulunan, insanlara ve hayvanlara takılan muskalara
gelince, bunlar teberrük için takıldıklarından sakıncalı değillerdir. Kibir ve
gurur vermemek israfa varmamak şartıyla süs için boyunlara takılan şeyler de
aynı şekilde zararsızdır. Bunları takmakta bir sakınca yoktur.[301]
2553. ...Ebû
Vehb el-Cüşemî'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Atlan (her an
harbe hazır tutmak için) bağlayınız, alınlarını ve sağrılarını
sıvazlayınız" buyurdu. Yahut da "kabalarını (sıvazlayınız)"
dedi. (Sonra sözlerine şöyle devam etti); "Onlara gereken gerdanlıktan
takınız. (Fakat yayın iki ucu arasına gerilen) kirişleri takmayınız."[303]
"Atlan
bağlayınız" cümlesi, "onları
hazır tutunuz ve harb için onları iyi hazırlayınız*' anlamındadır. Atların
alınlarını ve sağrılarını sıvazlamaktan maksat, onların alınlarını ve
sağrılarını elle okyaşıp onları memnun etmek ve ayrıca hayvanın sözü geçen
yerlerini tımar ederek onların istirahatını sağlamaktır.
Bu hadisi rivayet eden
râvi Hz. Peygamberin, "atların sağrılarını sıvazlayınız" mı, yoksa,
"kabalarını sıvazlayınız*'mı dediğinde şüpheye düşmüştür. Harb vasıtası
olan bir hayvanın kaba etlerini elle sıvazlayıp tımar etmek onun rahatlamasına
ve kuvvetlenmesine sebep olacağı için ibâdet hükmündedir. Hadis-i şerifte geçen
"onlara (gereken) gerdanlıkları takınız (fakat yayın iki ucu arasına
gerilen) kirişleri takmayınız." cümlesinden maksat, "onlara
istediğiniz gerdanlıkları takarak din düşmanlarının üzerine sürünüz. Fakat
câhiliyye dönemi araplarının yaptığı gibi göz değmesini önleyeceği inancıyla
onlara yay kirişi takmayınız" demektir. At besleme mevzuunda gelen
hadislerden bazıları da şu mealdedirler.
1. At
beslemek kişi için ecirdir, yâni sevabı muciptir.
2. Kişi.
için perdedir, siperdir.
3. Kişinin
Üzerinde günahtır, yâni günahı muciptir."
Atın kendisine sevap
kazandırdığı adam, onu Allah yolunda bağlamış, onun ipini bir çayıra yahut bir
bahçeye uzatmıştır. İşte o at, içinde bağlı olduğu o çayırın, yahut o bahçenin
neresine değip geçerse o kısım onun için sevabı mucip olur. Eğer o, bir nehre
uğrar da sahibi sulamak istemediği halde su içerse bu da sahibi için sevabı mucip
olur. Atın kendisine siper olduğu adam, onu insanlara muhtaç olmamak ve perde
olmak için yani fakirliğini gizlemek ve de teaffüf yani evlad-ü lyalini
nâ-muskârâne geçindirmek için bağlamıştır. Ona iyi bakmak, hoş binmek ve yük
yüklemek hususlarında Allah'ın hakkını unutmamaktadır. İşte o hayvan, kendisi
için siperdir.
Diğer adam ise, atı
sırf böbürlenmek, gösteriş ve düşmanlık için bağlamıştır. Bu da kendisi için
günahı muciptir."[304]
2554.
...Ümmü Habibe (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
“Melekler aralarında
çan (sesi) bulunan yolcularla arkadaşlık etmezler.''[305]
kelimesini "ra"nın
zammesi ile "rüfkaten" şeklinde okumak caiz olduğu gibi
"ra"nın kesresi ile "rifkaten" şeklinde okumak ta caizdir.
Bu kelime, "toplu halde yolculuk yapan yol arkadaşları" anlamına
gelir.
Hadis-i şerifte
aralarında çan sesi bulunan yolculara meleklerin arkadaşlık etmeyeceği ifâde
edilmektedir.
Avnü'l-ma'bud müellifi
Azimâbâdî'nİn açıklamasına göre, aralarında çan sesi bulunan yolculara
arkadaşlık etmekten kaçınan bu melekler, h'a-faza meleklerinden başka
meleklerdir. Çünkü hafaza melekleri insanı hiçbir zaman terketmezler. Azîzî
ise, el-Câmiu's-sağir şerhinde, bü meleklerin rahmet melekleri olduğunu
söyler.[306]
Yine Avnü'l-ma'bud
yazarının açıklamasına göre bu meleklerin, aralarında çan sesi bulunan
yolculara arkadaşlık etmekten kaçınmaları şu iki mânâya gelebilir:
1. Meleklerin
bu yolcuları tamamen terketmeleri ve asla onlarla beraber olmamaları anlamına
gelebilir.
2. Melekler
o yolcularla beraber bulunurlar. Fakat onlara istiğfarda bulunmazlar ve onlara
dua etmezler anlamına gelebilir.
Avnü'l-ma'bud yazarı
Azîmâbâdî, meleklerin bu yolcuları terketmelerinin sebebini de şöyle açıklıyor:
"Çünkü çan sesi çok çirkindir ve çan sesi kilise çanlarının sesini
hatırlatır. Nitekim hadis-i şerifte de çan sesi şeytanların çalgısının sesine
benzetilmiştir. Ayrıca çan sesi savaşta sahibinin yerini düşmanların
öğrenmesine sebep olur. Oysa Hz. Peygamber düşmanlarına ansızın baskın yapmayı
severdi. Şemsü'l-eimme İmam Serahsî, es-SiyerıTI-Kebir Şerhi'nde mevzumuzu
teşkil eden bu hadisle ilgili görüşlerini şöyle açıklıyor; "Bazı âlimler
bu rivayetin zahirine bakarak, savaşta olsun başka hususlarda olsun bineğe
çıngırak takmayı mekruh görmüşlerdir.
Hz. Âişe'den yapılan
bir rivayete dayanarak, küçük çocuğun ayağına çıngırak takmayı da mekruh
görmüşlerdir. Bu rivayete göre, Hz. Âişe bir kadının yanında ayağına çıngırak
takılmış bir çocuk görmüş ve kadına, "meleklerin nefret etliği şu şeyi
ondan uzaklaştır" demiştir. Bizce bu rivayetlerin izahı, darü'l-harb'te
gaziler için çıngırak takmanın mekruh olduğudur. Şayet düşmana gece bir baskın
yapmak isteseler, düşman hemen onların farkına varır. Şayet düşman topraklarına
sızan bir seriyye olsalar, düşman hemen onları bulup öldürür. Bu durumlarda
müşriklere yardımcı olduğu için çıngırak kullanmak mekruhtur. Ama
dârü'l-İslâm'da hayvan sahibine faydası dokunacağından çıngırak kullanmakta
sakınca yoktur.
Meselâ çıngırağın sesi
yolcuların uykusunu kaçırtıp yola devam etmelerine yardımcı olur. Kervanın
arkasında kalıp gece yolunu şaşıran kimseler çıngırak sesleri yardımıyla
kervanlarını bulurlar. Bazı hayvanlar bu sesten zevk duyarak, daha süratli
yürür. Şayet hırsız ve yol kesicilerden korku yoksa bu durumuyla çıngırak
faydalıdır ve kullanılmasında sakınca yoktur. O da develerin sür'atli ve
düzenli yürümelerini sağlamak için söylenen şarkılara benzer. Nitekim
Rasûlullah (s.a.)'in kendîsininde hazır bulunduğu bir gece yolculuğunda bazı
şarkılar söylenmiş, kendisi de buna izin vermiştir. Çocukların ayaklarına
takılan çıngıraklara gelince, bunlar şayet sırf eğlence için takılıyor ve başka
bir faydası yoksa, hoş karşılanmaz. Ama faydası varsa sakıncası yoktur."[307]
Bu mevzuda İmam Nevevi
de şunları söylüyor: Buradaki keraheti tenzihiyyedir. Şam'ın eski ulemasından
bir cemaat büyük çanın mekruh olduğunu küçüğünün mekruh olmadığını
söylemişlerdir. Ancak Tuhfetu'l-ahvezi yazarı'nın da dediği gibi, hadisteki
"çan" kelimesi, mutlak olarak kullanıldığından çanın büyüğü de
küçüğü de aynı hükümdedir.[308]
2555. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu":
"Melekler,
aralarında köpek ve çan sesi bulunan yoldaşlara arkadaş olmazlar.”[309]
Bilindiği gibi Cibril
aleyhisselam Hz. Peygamberle görüşmek üzere bîr vakit tayin ettiği halde, Hz.
Peygamber'in bulunduğu evde bir köpek yavrusu bulunduğu için, o eve girememiş
ve sözünü yerine getirememişti. Hz. Peygamber bu köpeği dışarı çıkarınca Cibril
aleyhisselam derhal içeri girmiş ve Rasûl-i Zişân Efendimize, "Bana senin
evindeki köpek mani oldu. Biz içinde köpek ve suret bulunan eve girmeyiz."[310] demişti.
Ulema bu mesele
üzerinde durmuş ve Hattâbî gibi bazı hadis alimleri edinilmesi haram olan
köpeklerin bulunduğu yere, rahmet meleklerinin girmediğini, fakat av köpeği,
ekin veya çoban köpeği gibi köpeklerin bir yerde bulunmasının, rahmet
meleklerinin oraya inmesine mani olmadığını söylemişlerdir.
Yolculukta da hüküm
böyledir. Edinilmesi haram olan köpeklerin, beraberinde bulunduğu yolcuların
yanına rahmet melekleri inmezler. Fakat av köpeği, çoban köpeği gibi
köpeklerin yolcuların yanında bulunmaları rahmet meleklerinin o yolcuların
yanına inmesine engel değildir. Meleklerin, aralarında köpek bulunan
yolcuların yanına inmeyişinin sebebini ulema şöyle izah ederler: "Çünkü
köpekler çok pislik yerler ve pis kokarlar. Ayrıca bazı köpekler şeytan
tabiatlıdır. Meleklerse şeytanların zıddıdır." Rahmet meleklerinin
aralarında çan sesi bulunan yolcuların yanına inmemesi meselesini bir Önceki
hadiste açıkladık.[311]
2556. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) çan hakkında
"şeytan'ın düdüğüdür'* buyurmuştur.[312]
Mizmar, sözlükte, kaval,
ney ve düdük gibi nefesli müzik aletleri manasına gelir. Güzel ses ve şarkılar
için de kullanılır.
Aliyyü'l-kâri'nin
açıklamasına göre, çan sesinin şeytana izafe edilmesinin sebebi, özellikle
yolculukta bu gibi sesler sürekli olduğunda aynen şeytan gibi sürekli olarak
insanın gönlünü meşgul edip, onu zikir ve fikirden alıkoymasıdır. Hayvanlara
çan takmanın hükmü hakkında ulemanın görüşlerini 2554 numaralı hadiste
açıklamış bulunmaktayız.[313]
2557. ...İbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Dışkı yiyen hayvana binmek yasaklanmıştır."[314]
Bilindiği gibi
dışkı yiyen hayvana
= cellâle, denir. Bu dışkı ister koyun, sığır, deve gibi dört ayaklı
hayvan dışkısı olsun, isterse kaz, Ördek, tavuk gibi kümes hayvanları dışkısı
olsun.
İbn Hazm,Cellâle
isminin sadece dört ayaklı hayvanların dışkısını yiyen hayvanlara
verilebileceğini iddia ederken, bazı ilim adamları da, yiyeceklerinin ekserisi
pis hükmündeki şeyler olan hayvanların cellâle sayılacağını, yiyeceklerin
ekseriyeti temiz olan hayvanlarınsa cellâle sayılamayacağını söylemişlerdir.
İmam Nevevi, "Tashih'üt-tenbih" isimli eserinde bu görüşü savunmuşsa
da; "er-Ravda" isimli eserinde Râfiî'ye uyarak, "Bu hususta
nazar-ı itibare alınacak Ölçü, hayvanın etsuyunun veya etinin, tadı, rengi ve
kokusunun bozulup bozulmamasıdır. Eğer hayvanın etinin tadı, rengi ya da kokusu
bozulmuşsa hayvan cellâledir, yoksa cellâle değildir." demiştir.
Bu mevzuda Hattâbî de
şöyle diyor; "İnsanlar dışkı yiyen hayvanın etinin yenip yenmeyeceği ve
sütünün içilip içilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişler, rey ehli ile İmam Şafiî
ve Ahmed b. Hanbel bu hayvanların etlerinin yenmesini ve sütlerinin içilmesini
mekruh görmüşlerdir. Sözü geçen ulemaya göre böyle bir hayvan birkaç gün
hapsedilip temiz yemlerle beslenmedikçe etleri yenmez ve sütleri içilmez.
Bir hadis-i şerifte
rivayet edildiğine göre dışkı yiyen bir hayvanın etini yiyebilmek için hapis
süresi kırk gündür. Buna göre, dışkı yiyen sığırların etlerinin ve sütlerinin
helal olması İçin, kesilmeden önce en az kırk gün hapsedilip temiz yemlerle
beslenmeleri icâbeder. Hz. Ömer tavukları üç gün hapseder ondan sonra keserdi.
İshak b. Rahûye dışkı
yiyen hayvanların etini güzelce yıkadıktan sonra yemekte bir sakınca
olmadığını söylerdi.
Hasan el-Basri (r.a.)
ise, Cellâle'nin etini yemekte bir sakınca görmez ve hiçbir işleme tabi
tutmadan onun etinin yenilebileceğini söylerdi. Mâlik b. Enes de bu görüştedir.
İbn Reslan
"Şerhu's-Sünen" isimli eserinde şunları söylüyor: "Dışkı yiyen
hayvanın ne kadar hapsedilmesi gerektiğine dair tesbit edilmiş belli bir süre
yoktur. Bazı âlimler bu sürenin deve ve sığır cinsi için kırk, koyun cinsi için
yedi, tavuk cinsi için de üç gün olduğunu söylemişlerdir, et-Tahrir ve
el-Mühezzeb isimli eserlerde de bu görüş
tercih edilmiştir."[315]
Bu mevzuda
Bezrül-Mechûd müellifi şunları söylüyor:
"Cellâle: Pislik
yiyen ve bu pisliğin tesiri etinde sütünde ve terinde görülen hayvandır. Bunun
etinin ve sütünün mekruh oluşunun sebebi, etinin ve sütünün yediği pisliklerle
karışmış olmasıdır. Eğersiz veya semersiz olarak binilmesinin mekruh oluşunun
sebebi ise, onun kokusunun ve terinin binen kimeseye geçmesidir. Bu gibi
hayvanlara binmek alışkanlık haline gelmesin diye yasaklanmıştır. Kıymetli
âlimlerimizden merhum Ö.Na-suhi Bilmen, Hanefi mezhebinin bu mevzudaki görüşünü
şöyle Özetliyor: "Temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır,
deve gibi hayvanların etleri bir müddet hapis edilmeksizin hemen kesildikleri
takdirde mekruhtur. Çünkü bu halde etleri fena kokudan hali olmaz. Hapis
müddeti, tavuklar için üç, koyunlar için dört, sığırlar ile develer için on
gündür. Böyle pislikle teayyüş eden bir hayvana "cellâle"
denir."
Bu hayvanlar, temiz
olmayan şeylerden etleri kokmayacak miktar da yemiş oldukları takdirde
hepisleri lazım gelmez. Etleri kerâhetsiz olarak yenilebilir.[316]
2558. ...îbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki:
"Rasülullah
(s.a.) pislik yiyen develere binmeyi yasakladı."[317]
Önceki hadisle ilgili
açıklamalar bu hadis için de geçerlidir.[318]
2559.
...Muaz (r.a.)'dan; demiştir ki. ' Ben Ufeyr denilen bir merkebin üzerinde,
Rasûlullah (s.a.)'in terkisinde idim."[319]
Ridf (veya) redif:
Hayvan üzerinde bulunan bir kimsenin terkisine yani arkasına oturandır.
Ufeyr: Peygamber
(s.a.)'în merkebinin ismidir. Bu kelimenin aslı "a'fer" olup, kaideye
göre "üayfîr" şeklinde tasgir yapılması gerekirken, kaideye aykırı
olarak, elifi hazfedilmek suretiyle "ufeyr'* şeklinde tasgir edilmiştir.
Nitekim "esved" kelimesini de bu şekilde kaideye aykırı olarak
'süveyd' şeklinde tasgir edilmiştir. Oysa A*fere benzeyen Ahmer ve Esfer gibi
kelimeler, kaideye uygun olarak ühaymir ve üsayfir şeklinde tasgir
edilmişlerdir. Bu hayvana ceylan gibi hızh koştuğundan dolayı bu ismin
verildiğini söyleyenler bulunduğu gibi bu hayvanın toprak gibi boz renkli
olduğu için bu ismi aldığını söyleyenler de vardır. Çünkü araplar beyaz ve
kızıl karışımı toprağa “afre" derler.
Hayvanlara özel isim
vermek araplann eski adetlerinden kalma bir âdettir. Eski araplar, silahlara ve
harp aletlerine de özel isimler verirlerdi. Hz. Peygamber Arapların bu adetini
tasvib ve takrir etmiş, kendisi de kılıcına, "zülfikar" bayrağına;
" = El-ukab", zırhına, "zat-ül-Füdûl", katırına; = "düldül" ismini vermiştir.[320]
1. Hayvanlara,
silahlara ve harp aletlerine özel isim vermek caizdir.
2. Hayvanın
iki kişiyi taşıyacak güçte olması şartıyla bir hayvana iki kişinin birlikte
binmesi caizdir. Hayvanın zayıf olması ve dolayısıyla iki kişinin binmesiyle
zarar göreceğinin bilinmesi halinde bu caiz değildir.[321]
2560. ...Semûre
b. Cündüb (r.a.)'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir; "Gelelim sadede;
Biz (düşman tehlikesinden) korktuğumuzda Rasûlullah (s.a.) süvarilerimizi,
"Ey Allah'ın süvarileri," diyerek çağır(ır)dı. Ve korkuya
kapıldığımız zaman bizden toplu halde sabırlı ve sakin olmamızı isterdi. Harbe
çıktığımız zaman da (aynı şeyleri emrederdi)"[322]
Nefir savaşa çıkmak
demektir. Metinde geçen kelimesi atlar manasına geldiği gibi süvariler
(atlılar) manasına da gelir. Binâenaleyh kelimesi "Allah'ın atlan"
mânâsına geldiği gibi Allah'ın atlıları manasına da gelebilir. Fakat başına
nida harfi sonuna da emri ilâve edildiği zaman bu kelimenin süvariler manasında
kullanıldığı belirlenmiş olur. Bu bakımdan bazı hadis sarihleri bu babın
başlığında bulunan "ya haylallahi" kelimesinin aslında "Ey
Allah'ın atlarının binicileri" şeklinde zincirleme bir tamlama olduğunu
fakat, bu tamlamadan, "fîrsân" kelimesinin düştüğünü söylemişlerdir.
Suyutî'nin ifâdesine göre, el-Askeri'nin, "el-Emsal" isimli eserinde
rivayet ettiği şu hadiste el-Hayl kelimesi süvariler anlamında kutlanılmıştır:
"Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre; Harise b. en-Nu'man (bir gün),
Ey Allah'ın
Peygamberi, şehid olmam için bana dua et! dedi. Hz. Peygamber de onun için dua
etti. Bir gün; "Ey Allah'ın atlıları atlarınıza bininiz" diye nida
edilince ilk atına binen ve ilk şehid olan atlı Harise olmuştu."
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte de hayl, "süvari - atlı" manasında kullanılmıştır.
Râğıb-î İsfehânî'nin açıklamasına göre, "Afevtü an sadakati'l-hayl=
"atların zekâtını size bağışladım*' cümlesinde, "hayl" kelimesi,
"atlar" anlamında kullanılmıştır." Görüldüğü gibi mevzumuzu teşkil
eden bu hadisi şerif harbe çıkıldığı zaman süvarilere, "ey Allah'ın
atlıları!" diye nida etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Hazret-i Peygamberin
Allah'ın süvarileri ismini verdiği müslüman süvarileri, bir korkudan dolayı,
"Ey Allah'ın atlıları" diye çağırdığı ilk hadise, hicretin altıncı
yılında cereyan eden zükared, diğer ismiyle Ğâbe gazasıdır. Tarih kitapları bu
gazanın sebebini şöyle anlatırlar: "Peygamberimizin Ğâbe meralarında
yayılmakta bulunan sağmal ve doğurmaları yaklaşmış yirmi devesini Uyeyne b.
Hısn el-Fazarî'nin Gatafan ve Fâzereler-den kırk atlı salarak baskın yaptırıp
sürdürmesi ve Ebu Zer el-Gıfârî'nin oğlunu da şehid ettirmesidir."[323]
Bu olayda Hz.
peygamber'in İslâm süvarilerine nida ederek onları harbe çağırışı da tarih
kitaplarında şöyle anlatılıyor:
"Seleme b.
el-Ekva'ın "ya Sabahah!" diyerek bağırdığı Peygamberimize haber
verildi. Bunun üzerine "Yetişiniz! yetişiniz!", "Ey Allah'ın
süvarileri» atlarınıza bininiz!" denilerek Medine'de seslenildi.[324]
2561. ...İmran
b. Husayn (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) seferde iken bir
lanet (sözü) işitmiş de;
"(lanet eden) bu
(kadın) kimdir?'* diye sormuş (Orada bulunanlar);
Bu (kadın) falan
kadınadır devesine lanet etti, demişler. Bunun üzerine;
"Hayvanın
üzerinden (semerini ve yüklerini) indiriniz çünkü o lanetlenmiştir."
buyurmuş. (Oradakiler de) hayvanın üzerinden (yükünü ve semerini) hemen
indirmiştir.
İmrân dedi ki:
"Boz rengiyle o deveyi hâlâ görüyor gibiyim."[325]
Bu hadisenin cereyan
ettiği seferin hangi sefer olduğu hususunda hadis sarihleri kesin bir açıklama
yapamıyorlar. Sadece bunu tesbit edemediklerini söylemekle yetiniyorlar. Aynı
şekilde devesine lanet eden kadının kimliği hakkında onun Ensar'dan bir kadın
olmasının ötesinde bİF bilgi de verilmiyor.
Her ne kadar bazı ilim
adamları, "Kadının hayvana laneti geçtiği ve bedduası kabul edildiği ve
dolayısıyla hayvan mel'ûn olduğu için, Hz. Peygamber o hayvandan uzak
durulmasını emretmiş, üzerine binilmesini yasaklamıştır", demişlerse de,
imam Nevevî'ye göre Hz. Peygamberin bu hayvana binmeyi yasaklamaktan maksadı;
lanetleme yasağına uymayan kadını cezalandırmaktır. Çünkü Hz. Peygamber daha
önce lânetlemeyi yasakladığı halde sözü geçen kadın bu yasağı çiğneyerek
devesine lanet etmiştir. Rasûl-i Zişân Efendimiz de onu bu fiili bir daha
işlememesi için bu şekilde cezalandırmıştır. Ancak bu yasak hadisenin cereyan
ettiği yolculuk süresince geçerlidir. Etinin yenmesi, satılması ve sözü geçen
yolculuk bittikten sonra Hz. Peygamberin beraberinde olmamak şartıyla üzerine
binilmesi caiz olduğu gibi, lanetten önce onun hakkında caiz olan tasarrufların
hepsi yine caizdir, Bezlü'l-mechûd yazarının açıklamasına göre, Hz.
Peygamber'in o deveye binmeyi yasaklamasını onun lanetlenmiş olmasına bağlamak
çok yanlıştır. Çünkü deve lanete layık ve ehil bir hayvan değildir. Bir
hadis-i şerifte de açıklandığı gibi lanete müstehak ve ehil olmayan bir varlığa
yapılan lanet, sahibine döner.[326]
2562. ...îtjn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) hayvanları biri birine
kışkırtmayı yasakladı."[327]
Tahriş = Hayvanları
birbirine kışkırtarak onları döğüş-türmek demektir.Günümüzde rastlanan deve
güreşleri ve horoz döğüşleri gibi yarışlar bunun en canlı örneğini teşkil
ederler. Bu gibi yarışlarda insanlık hesabına hiçbir fayda bulunmadığı, sadist
ruhları tatminden başka bir işe yaramadığı gibi, döğüşen hayvanlara büyük bir
acı çektirdiği için yasaklanmıştır. Çünkü İslam, insanlığın hayrına olmayan
işlere izin vermez. îslamın her emir ve nehyinde çok büyük hikmet ve
maslahatlar vardır.
Bu hadisi Tirmizi bir
defa mürsel olarak, bir defa da merfû' olarak rivayet etmiştir. Hafız
el-Münzirî, Tirmizi'nin mürsel plan rivayetinin merfu olan rivayetinden daha
sahih olduğunu söylemiştir.[328]
2563. ...Enes
b. Malik (r.a.)'den; demiştir ki: "Kardeşim yeni doğduğu zaman damağına
(yiyecek) bir şey sürmesi için onu, Peygamber (s.a.)'e getirmiştim. Bir de
baktım ki kendisi bir ağılda koyunları ateşle damgalıyor."
(Bu hadisi Hişam'dan
rivayet eden Şu'be) dedi ki: "Öyle zannediyorum ki (Hişam) "(Hz.
Peygamber hayvanların) kulaklarına (damga vuruyordu)" dedi.[329]
Tahnîk: Hurma gibi
tatlı bir şeyi çiğneyerek yeni doğan çocuğun damağına sürmektir. Bundan maksad, tahnik yapan kimsenin ağzından
çıkan lokmayı çocuğa yutturarak teberrükde bulunmaktır.
Vesm: Hayvanın
derisini ateşle dağlayarak onun vücuduna damga basmaktır. Bu iş genellikle
demir bir çubuğun ateşte kızdırılarak hayvanın kulağına basılmasıyla olur!
Hayvanlara vurulan bu damga, kime ait olduğunun bilinmesini ve dolayısıyla
onun kaybolması ya da başkalarına ait hayvanların içine karışması halinde kime
ait olduğunun kolayca tanınıp sahibine iade edilmesini ve daha önemlisi,
kişinin zekât olarak verdiği hayvanları yanlışlıkla satın almaktan korunmasını
sağlar. Herkes kendine ait hayvanına kendisine ait özel bir damga vurursa bu
sayede hayvanın kime ait olduğu kolayca bilinir.
Buharî'nin rivayetinin
birinde Hz. Enes'in Resûl-i Zişân Efendimizi koyunları damgalarken gördüğü
ifâde edilirken[330]
diğer bir rivayetinde develeri damgalarken gördüğü[331]
ifâde edilmektedir. Bu durum Hz. Enes'-in, Hz. Peygamber'i bir ağılda karışık
halde bulunan koyun ve develeri damgalarken gördüğünü ortaya koymaktadır. Hafız
İbn Hacer'in açıklamasına göre bu hadis hayvanları ateşle dağlayarak
damgalamanın caiz olduğunu söyleyen cumhur-u ulemânın delilidir. Ancak Hanefi
uleması hayvanlara ateşle işkence yapmanın yasaklığım[332]
nazarı itibare alarak, cumhur-u ulemaya muhalefet etmiştir.
Yine Hanefi
ulemasından bazılarına göre hayvanları ateşle dağlayarak damgalama İslâm'ın ilk
dönemlerinde caizdi, fakat sonradan neshedildi. Cumhur-u ulemâya göre ise,
mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerif, hayvanlara ateşle işkence etme yasağının
genel hükmünü tahsis ederek, hayvanlara ateşle damga vurmayı caiz kılmıştır.
Bazı Şafiî ulemâsına göre, zekat hayvanlarına bu şekilde damga vurmak
müstehabdır. Hayvanların kulaklarını keserek onlara en vurmaya gelince Buharı
sarihlerinden Kirmânî bunun caiz olduğunu söylemiştir. Ancak Hanefi
ulemasından Aynî, "Hayvanın diri iken kuyruğunu ve kulağını kesen kimseye
Allah gazâb etsin."[333]
hadis-i şerifini delil getirerek bunun caiz olmadığını söylemiştir. Oysa hadis-i
şerifte yasaklanan kulağın tümünü kesmektir. En vurmak ise, kulağın bir kısmını
kesmekle olur.[334]
1. Hayvanların
kulağını ateşle dağlayarak damgalamak caizdir.
2. Kulak
yüzden değildir.
3. Yeni
doğan çocuğa tahnik yapmak müstehabdır.
4. Yeni
doğan bir çocuğu teberrük için salah ve takva sahiplerinden birine götürmek
müstehabdır.
5. Hz.
Peygamber son derece cömert idi, zekât ve cizye gibi müs lümanlara ait amme
işleriyle ilgilenir ve bunları bizzat kendi elleriyl hallederdi.[335]
2564.
...Câbir (r.a.)'dan' rivayet olunduğuna göre, peygamber (s.a.)'in yanına yüzüne
damga vurulmuş bir merkeb getirilmiş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
"Benim hayvanların yüzünü (ateşle) damgalayan ve onların yüzüne vuran
kimselere lanet ettiğim haberi size erişmedi mî?" demiş ve bunu
yasaklamıştır."[337]
Bu hadis-i şerif
bilumum hayvanların yüzüne vurmanın dînen yasaklandığını ifâde etmektedir. Bu
mevzuda insan hakkındaki yasak ise, daha da şiddetlidir. Çünkü yüz insanın
bütün güzelliklerinin toplandığı yerdir .Yüze vurulduğu zaman orada eseri
kalır. Hatta yüzde bulunan ve büyük önemi haiz olan görme işitme, tatma ve
koklama gibi duyu organlarının bu yüzden zarar görmesi ve hatta tamamen tahrib
olması da mümkündür.
Ancak hayvanların
yüzlerinin dışında vücudlarının diğer kısımlarına ateşle damga basmak caiz
olduğu gibi, gerektiği zaman yüzlerinin dışında kalan yerlerine zarar
vermeyecek şekilde vurmak da caizdir. Bezl'ül-mechud müellifinin açıkladığı
üzere bir hayvanı kiralamış olan kimse, adete uygun olarak ona vurup yürümesini
ya da kafileye yetişmesini sağlayabilir. Nitekim Hz. Peygamber'in Hz. Câbir'in
devesine vurduğu Hz. Ebu Bekr'in de kendi devesine bastonuyla vurduğu
bilinmektedir. Ayrıca hayvanları terbiye eden bîr kimsenin terbiye için onlara
vurması ve öğretmenin de terbiye için Öğrencisini dövmesi caizdir. Bu gibi
kimselerin terbiye ettikleri hayvanları veya çocukları döverlerken onlara
verdikleri zararı ödemeleri lâzım gelmez, tmam Mâlik ile İmam İshak, Ebu Yûsuf
ve Muhammed bu görüştedirler.
İmam Sevri ile îmam
Ebû Hanife'ye göre bu zararı ödemeleri gerekir, tmam Şafiî'ye göre ise,
muallim dövmüş olduğu çocuğa verdiği zararı ödemekle mükellef ise de hayvan
terbiyecisi dövdüğü hayvanın bu yüzden uğradığı zararı ödemekle mükellef
değildir.
Hayvanın yüz kısmına
ateşle damga vurmayı bazı ulemâ mekruh görmüş, hatta haram olduğuna işaret
edenler de bulunmuştur. Çünkü Hz. Peygamber bu işi yapanlara lanet etmiştir.[338]
2565. ...Ali
b. Ebî Tâlib (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'e bir katır hediye
edildi de ona bindi. Bunun üzerine Ali (r.a.);
Biz de eşekleri atlara
çekseydik de bizim de bunun gibi (katırlarımız) olsaydı (ne güzel olurdu)
dedi. Rasûlullah (s.a.) de;
"Bunu ancak
bilmeyenler yapar." buyurdu.[339]
"Bunu ancak
bilmeyenler yapar" sözü, "atı kısrağa çekmenin, eşeği kısrağa
çekmekten daha hayırlı olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh eşeği kısrağa
çekenler, dinin bu husustaki ahkâmını ve kendileri için hayırlı olanı bilmeyen
kimselerdir.
Hadis ulemasından
Hattâbî bu hadisle ilgili olarak özetle şunları söyler: "Eşeğin kısrağa
çekilmesiyle at cinsinin üremesi ve dolayısıyla atlardan elde edilecek
menfaatler azalır. Bu durum fert ve cemiyetin aleyhine bir gelişmedir. Çünkü
atlar binmeye, koşturmaya, üzerlerine binip düşmana saldırmaya ve ganimet elde
etmeye yarayan hayırlı yaratıklardır. Etleri yenir, harbe katılması halinde
aynen bir mücahid asker gibi ganimetten pay hakkeder. Bu payı onun namına
sahibi alır. Eşeğin kısrağa çekilmesiyle dünyaya gelen katırda ise, bu
özellikler yoktur. Bu sebeple Hz. Peygamber, atın kısrağa çekilip de bu
çiftleşmeden at üremesini, eşeğin kısrağa çekilipte katır üremesine tercih
etmiştir.
Fakat atın eşeğe
çekilerek bu çiftleşmeden bir katırın dünyaya gelmesi, caiz olabilir. Çünkü at
nesline zarar getirecek olan durum, kısrağın rahminin eşek nesliyle meşgul
edilip ondan at yerine katır doğmasıdır. Eşeğin rahminin at nesli ile meşgul
olması böyle olmayabilir.
Her ne kadar bazıları,
katır cinsinin birtakım hilkat bozukluklarını huysuzluk gibi kusurları taşıdığı
için eşeği kısrağa çekmekle atı eşeğe çekmenin arasında bir fark olmadığını
söylemişlerse de aslında bu görüş isabetli değildir. Çünkü Allah Teâlâ ve
Tekaddes hazretleri "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri
yarattı..."[340]
buyurarak Kur'an-ı Keriminde katırı övmüştür. Çirkin olan bir şeyin Kur'an-ı
Kerim'de medhedil-mesi düşünülemez. Ayrıca Hz. Peygamber de sağlığında katır
taşımış hazarda ve seferde ona binmiş Huneyn savaşında katır üzerinden
müşrikler üzerine çakıl taşları atıp onları perişan etmiştir. Eğer atı, eşeğe
çekmek caiz olmasaydı, bu çiftleşmeden dünyaya gelmiş olan bir katıra Hz. Peygamber
binmezdi.
Tîbî'ye göre ise,
eşeği kısrağa çekmek caiz olmadığı gibi atı eşeğe çekmek de caiz değildir.
Fakat bu çiftleşmelerden doğan katırlara binmek ve onları taşımak caizdir. Bu
tıpkı yatak ve sergilere resim işlemeye benzer. Bilindiği gibi yatak ve
sergilere canlı resimleri işlemek haramdır. Resimlerin işlenmiş olduğu yatak
ve sergileri kullanmaksa caizdir.
İmam-ı Ebû Hanîfe ile
tmam-ı Ebû Yûsuf ve İmam-ı Muhammed'e göre ise atı eşeğe çekmede bir sakınca
olmadığı gibi, eşeği kısrağa çekmede de bir sakınca yoktur.[341]
2566.
...Abdullah b. Câ'fer'den; dedi ki: Peygamber (s.a.) bir yoldan geldiği zaman
bizim tarafımızdan karşılanırdı. îlk önce hangimiz tarafından karşılanırsa onu
(hayvanının) önüne alırdı. (Bir gün ilk önce) benim tarafımdan karşılandı. Beni
önüne aldı sonra Hasan ya da Hüseyin tarafından karşılandı. Onu da arkasına
aldı. Ve biz Medine'ye bu şekilde girdik.[342]
Hz. Peygamber bir
yolculuktan dönerken ehl-i beytinden
birtakım çocuklar tarafından karşılanırdı.Bu çocuklar babaları
tarafından Hz. Peygamberi karşılamaya gönderilirdi. Hz. Peygamber de karşısına
ilk çıkan çocuğu hayvanının önüne, kendisini ikinci olarak karşılayan çocuğu da
arkasına bindirir ve hayvanda kendisiyle birlikte üç kişi bînili olduğu halde
şehre girerdi Hz. Peygamberin bu uygulaması gücü yeten bir hayvana üç kişinin
binmesinin caiz olduğunu ifâde eder. Şâfi? ulemasından İmam Nevevi bu mevzuda
şunları söylüyor: "Bizim mezhebimize ve tüm ulemaya göre, bir hayvana üç
kişinin binmesinin kesinlikle yasak olduğu nakledilmişse de aslında bu görüş
doğru değildir."
Hafız İbn Hacer ise
İmam Nevevi'nin bu görüşünü tenkid ederek, "Aciz bir hayvana üç kişinin
binmesinin caiz olduğunu açıkça söyleyen bir ilim adamı bulunmadığı gibi, gücü
yeten bir hayvana üç kişinin binmesinin caiz olmayacağını söyleyen bir ilim
adamı da mevcut değildir," der.
Bütün bu
açıklamalardan ve Hz. Peygamberin uygulamasından anlaşılan şudur ki: Hayvanın
gücü yetmesi kaydıyla bir hayvana üç kişinin birlikte binmesinde bir sakınca yoktur.[343]
1. Yoldan
dönen kimselerin kendilerini karşılayan çocukları hayvanlarına ya da
arabalarına bindirerek onların gönüllerini almaları müstehabdır. tmam Nevevi
bunun sünnet olduğunu söylüyor.
2. Gücü
yeten hayvana üç kişinin binmesi caizdir.[344]
2567. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hayvanlarınızın sırtını minberler edinmekten sakınınız. Çünkü (yüce)
Allah sadece zorlukla varabileceğiniz yerlere sizi iletmeleri için onlan sizin
emrinize verdi. Arzı da sizin için yarattı. Binâenaleyh ihtiyaçlarınızı arzın
üzerinde karşılayınız."[345]
Aliyyül-Kârî'nin açıklamasına
göre metinde geçen "Hayyanlarınızın sırtını minberler edinmekten sakınınız."
sözünden maksat, "hayvanları durdurup da sırtlarında oturarak başkalarıyla
sohbet ederek veya bir alışveriş için pazarlığa girişerek, onları lüzumsuz yere
yormayınız. Bu gibi işlerinizi yapmak istediğiniz zaman onların üzerinden
ininiz, ondan sonra işlerinizi yapınız." demektir.
Nitekim bu cümleyi
takibeden ve hayvanların, üzerlerinde insanların konuşmaları için değil,
inşaları bir yerden bir yere taşımak için yaratıldığını ve insanların üzerinde
ihtiyaçlarını görmeleri için de arzın yaratılmış olduğunu ifâde eden cümleler
de AIiyyül-Kâri'nin bu görüşünü desteklemektedir.
Hafız Şemsüddin b.
el-Kayyim'in de ifâde ettiği gibi her ne kadar Rasûl-i zîşân Efendimiz veda
haccında devesinin üzerinde halka hutbe irad etmişse de bu hutbe hayvanı
yoracak kadar uzun sürmemiş ve halkın genel bir ihtiyacını yerine getirmek
gayesiyle olmuştur.Yasak olan, hayvanı keyfi olarak durdurup üzerinde uzun
süre konuşmak ve bunu âdet haline getirmektir.[346]
2568. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Şeytanlar için
develer ve evler olur. Ben şeytanların develerini gördüm. (Şöyle ki) biriniz
yanında iyice beslemiş olduğu yedek develerle birlikte (yolculuğa) çıkar
onlardan hiçbirine binmez ve (yaya yürümekten iyice) bıkmış bir (din) kardeşine
rastlar, onu da bindirmez. Şeytanların evlerine gelince ben onları görmedim.”[347]
(Abdullah b. Ebi Yahya
dedi ki) Said (b. Übey şöyle) dedi: "Öyle zannediyorum ki bu (şeytanların
evleri) insanların ipeklerle örttükleri (ve develerin sırtına yükselttikleri
hevdec denilen) kafeslerdir.”[348]
Bu hadis-i şerif,
insanların hiç ihtiyaçları olmadığı halde sırf gösteriş yapmak ve çalım satmak
için besledikleri, yola çıkarken başkalarına karşı bir zenginlik taslamak için
yanlarına aldıkları, üzerinde binicisi bulunmayan develerin şeytanlara ait
olduklarını ifâde etmektedir. Aliyyül-Kârî bu mevzuda şunları söylemektedir:
"Söz konusu
develerden maksat, bir kimsenin yola çıkarken hiç ihtiyaç olmadığı halde
yanına aldığı, iyi beslenmiş develerdir ki, bunlara kendi binmediği gibi yolda
rastladığı yürümekten âciz kalan bir din kardeşinin binmesine de izin vermez.
Şeytanların evleri ise develerin sırtına konan ve üzerleri ipek kumaşlarla
örtülen içine yolcuların binmesine yarayan kafeslerdir. Bunları daha ziyâde
zenginler kullanırlar. Bu âdet, tabiîler zamanında ortaya çıkmış ve bazı
tabiiler bu kafesleri görmüşlerdir.
Her ne kadar el-Eşref
"Bu hadiste geçen cümlelerin tümü de Hz. Peygamber'e aittir. Çünkü Hz.
Peygamber develerin sırtına konan ipekli hevdecleri görmemiştir. Onun zamanında
ipeklerle örtülen hevdecler yoktu. Hadisin sonunda bulunan râvi Said'in
sözleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır," demişse de bu görüş doğru
değildir. Nitekim et-Tibî (r.a.) de bu görüşün hiç bir dayanağı olmadığını
ifâde etmiştir.
Gerçek olan şu ki,
hadisin sonunda bulunan "Öyle zannediyorum ki şeytanların evleri,
insanların ipeklerle örttükleri kafeslerdir" sözü bir tabii olan Said b.
Übeyy'e ait olunca, daha yukarıda geçen "Şeytanların evlerine gelince ben
onları görmedim." cümlesinin bir sahâbiye ait olması gerekir. Çünkü bir
tabiî olan Said bu sözü bir sahâbîden rivayet etmiştir. O da Hz. Ebu
Hureyre'dir.[349]
1. Aleme
gösteriş yapmak ve çalım satmak için deve, at gibi binek hayvanları beslemek
caiz değildir.
2. İpekli
kumaşlar kullanmak haramdır.[350]
2569. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Rasû-lullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Verimli yerlerde
yolculuk yaptığınız zaman develere haklarını veriniz. Çorak yerlerde yolculuk
yaptığınız zaman da (oralarda) yürüyüşü hızlandırınız. Geceleyin mola vermek
istediğinizde yollar (da konaklamaktan kaçınınız.”[351]
Bu hadis-i
şerif, hayvanlara karşı gösterilecek
şefkatin ve onların haklarına
riâyet etmenin önemini
ifâde et-
mektedir.
Bir hayvanla yolculuğa
çıkan kimse, otu bol yerlere uğradıkça, altında bulunan hayvanın o otlardan
yemek istediğini kokuları, şekilleri ve tatları ayrı ayrı olan bu otların buram
buram kokularıyla hayvanı cezbettiklerini düşünmeli ve zaman zaman mola vererek
buralarda hayvanı otlatmak suretiyle onun hakkını vermeye çalışmalıdır. Bu
hayvanın hakkıdır.
Yolu, kurak yerlere
uğrayınca da oralarda eğlenmeden, mümkün olduğu kadar süratle geçmeli hayvanın
oralarda yorgun düşüp, yemsiz kalmasına imkân vermemelidir.
Ayrıca geceleyin bir
yerde konaklamak zorunda kalırsa, yol üzerinde konaklamaktan sakınmalıdır. Yol
üzerinde konaklamaktan kaçınmanın lüzumu Müslim'in rivayetinde şöyle
açıklanıyor: "Çünkü yol geceleyin böceklerin barınağıdır."[352]
2570. ...Şu
(önceki) hadisin bir benzerini de Peygamber (s.a.)'den Câbir b. Abdillah
rivayet etmiştir. (Ravi Câbir, önceki hadiste geçen develere)
"haklarım" (veriniz) sözünden sonra, (şu sözü) de rivayet etti:
"Alışılagelen (günlük) mesafeleri aşmayınız.”[353]
Bu hadiste bir önceki
hadisten fazla olarak "Hayvanla yolculuk yapan kimselerin alışılagelen
günlük mesafeden fazla yolculuk yapmalarının ve yolcuların mola verip istirahat
etmeleri için yapılmış olan özel yerlerde mola vermeden geçip gitmelerinin
doğru olmayacağı, çünkü bu şekilde hareket etmenin hayvanları ve sürücülerini
lüzumsuz yere yoracağı ifâde edilmektedir.
Fıkıh kitaplarında
açıklandığı üzere "yolculukta gece-gündüz mütemadiyen yola devam edilmez.
Bazan istirahata da ihtiyaç görülür. Bazı fıkıh kitaplarımızda -sefer müddeti
üç gün üç gecedir- denilmesi buna mâni değildir. Bu cihetle bir günlük mutedil
yürüyüş vasatı olmak üzere altı saat kabul edilmiştir."[354]
2571.
...Enes (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasülullah (s.a.) şöyle buyurdu":
"Size gereken yolculuğunuzu gece yapmanızdır. Çünkü yer geceleyin
durulur."[356]
kelimesi "Gecenin
ilk kısmında yolculuk yaptı" manasına gelen "edlece" fiilinden
türetilmiş bir isimdir. Bazılarına göre ise, idlâc gecenin tümünde yolculuk
yapmak demektir. Hadisin sonunda bulunan "Çünkü yer geceleyin
dürülür" cümlesine bakılırsa, bu hadis-i şerifte dülce kelimesinden
kasded:len mânâ da budur. Yani gecenin tüm saatlerinde yolculuk yapmak tavsiye
edilmektedir. Çünkü her gece Allah Teâlâ adına bir melek semâya inerek
insanlara hitaben; "Tevbe eden bir kimse yok mu I ev besi kabul
edilecektir."[357]
diye nida eder. Bu s.ebeple yolculuk için geceler gündüze nisbetle daha
bereketlidir. Binaenaleyh geceleyin yola çıkan kimseler, gündüz yaptıkları
yolculuğa nisbetle geceleyin daha çok yol alırlar. Nitekim Allah Teâlâ
veTekaddes hazretleri de Kur'an-ı Kerim'inde "Melekler dediler kî: Ey Lut,
biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana dokunamazlar. Gecenin bir kısmında
aileni yürüt..."[358]
buyurarak gece yolculuğunun önemine işaret buyurmuştur. el-Muzhir'e göre ise
dülce kelimesi, "gecenin son kısmında yolculuk yaptı" manasına gelen
"edellece" fiilinden türemiştir. Dolayısıyla hadis, "sadece
gündüzün yolculuk yapmakla yetinmeyin, geceleyin de yolculuk yapın, çünkü gece
yolculuğu kolaydır. Geceleyin yolculuk yapan bir kimse daha çok yol alır"
mânâsına gelmektedir. Özellikle sıcak iklim bölgelerinde ve yaz aylarında en rahat
yolculuk gece yapılır.[359]
2572. ...Ebû
Büreyde demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) yürüyüp giderken bir adam eşekle geldi
ve;
Ey Allah'ın Rasûlü
(sen de) bin dedi ve (eşeğin ön tarafından) geriye çekildi. Rasûlullah (s.a.)
de
"Hayır! Sen
hayvanının ön tarafına (binmeye) benden daha layıksın. Ancak orasını bana
ayırman (nezaketinde bulunma) başka!" buyurdu. (Adam da).
Öyleyse orasını sana
bırakıyorum, dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber o hayvanın ön tarafına) bindi.[360]
Bir merkebin üzerinde
Hz. Peygamberin yanına gelip de merkebin arka tarafına çekilen ve hayvanın ön
tarafını Hz. Peygamber'e ayırarak, "Ya Rasûlallah buyur sen de bin
diyen" kimsenin bu ilk davetini Hz. Peygamber reddetmiş ve hayvana
binmemiştir. Çünkü sözü geçen adam hayvanın ön tarafına binmeye faziletçe daha
üstün olan kişilerin binmeye herkesten daha layık olduklarını zannediyordu.
İşte Hz. Peygamber sözü geçen kimseyi bu konuda uyarmak ve gerçeği ona
anlatmak için onun ilk teklifini reddetti ve ona hayvanın ön tarafına binme
hakkının öncelikle sahibine ait olduğunu, sahibi izin vermeden hayvanın o
kısmına kimsenin binemeyeceğini anlattı. Hayvan sahibi bu durumu öğrendikten
sonra ikinci defa Hz. Peygamberi hayvanın ön tarafına binmeye davet edince,
Hz. Peygamber bu davete uyarak hayvanın ön tarafına bindi. Çünkü adam Hz.
Peygambere bile bile bağışlıyordu.[361]
2573.
...Abbâd b. Abdülah b. ez-Zübeyr (dedi ki) Mürre b. Avf oğullarından birisi
olan ve Mûte savaşına katılan süt babam (şunları) söyledi: "Allah'a yemin
olsun ki ben Ca'fer'i kızıl atından atlayıp da onun (ayaklarıyla diz kapakları
arasında kalan) sinirleri kestiğini sonra da şehid edilinceye kadar düşmanla
savaştığını görür gibiyim."[362]
Ebû Dâvud dedi ki
"bu hadis kavi (sahih) değildir.”[363]
vezninde olan kelimesi
atların ayak eklemleri ile diz kapakları arasında bulunan ve denilen sinirleri
kesmek anlamında kullanılır. Hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere Hz. Cafer b.
Ebî Tâlib, Mûte Muharebesinde düşmanın eline geçeceğini kesinlikle anladığından
dolayı ve düşmanın işine yaramaması için atından inerek onun sinirlerini
kesmiştir. Hadis sarihlerinin verdikleri bilgiye göre İslâm tarihinde düşmanın
eline geçmemesi için atının sinirlerini ilk kesen de Hz. Ca'fer-i Tayyar
olmuştur.
Müslümanların düşmana
mağlup olacakları ve dolayısıyla müslümanlara ait hayvanların düşmanın eline
kalacağı kesinlikle anlaşılınca, bu hayvanların, müslümanların aleyhine
kullanılmasını önlemek maksadıyla onların sinirlerim kesmenin caiz olup
olmaması meselesi ulema arasında ihtilaflıdır.
Hattâbî'nin beyânına
göre, İmam Mâlik bunun caiz olduğunu söylemiştir. İmam Ebu Hanife (r.a.)'e
göre ise, müslümanlar ele geçirip de memleketlerine götürmekten âciz kaldıkları
hayvanları keserek etlerini yakarlar. İmam Evzâî ile İmam Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel (r.a.)'ya göre ise, bu hayvanları, düşmanın eline geçmesin diye imha
etmek mekruhtur. İmam Şafiî "haksız yere bir serçeyi öldüren kimseden
kıyamet günü Allah hesap soracaktır."[364]
mealindeki hadisi bu görüşüne delil olarak göstermiş ve yemek kasdı olmaksızın
hiçbir temiz hayvanı öldürmenin caiz olamayacağını söylemiştir.
Her ne kadar musannif
Ebû Dâvud bu hadisin sağlam olmadığını söylemişse de Bezlü'l-mechûd yazarı bu
hadiste, senedinde îbn İshak'ın bulunmasından başka hiçbir kusur bulunmadığını,
İbn İshak'ın zayıf bir râvi olup olmadığında ihtilaf olduğunu, söylerken[365] bazıları
da bu hadisin İsnadının sahih olduğunu ifâde etmiştir.[366]
2574. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu; "Yarış
(ödülü) sadece deve, at ve ok yarışmasında olur."[367]
kelimesi yarışmayı kazanan
kimseye verilen mükâfat veya
hediye manalarına gelir. Hadis-i şerif müsabakayı kazanan kimselere verilmek
üzere mükâfat" koymanın sadece at ve deve gibi harpte kendilerinden
istifâde edilen hayvanların yaptıkları koşular ile ok yarışları için caîz
olduğunu ifâde etmektedir. Çünkü bu çeşit yarışmalar için ödül koymakta cihada
teşvik mânâsı vardır. Hattâbî'nin beyânına göre bu mevzuda eşekler ve katırlar
arasında düzenlenen koşular da atlar arasında düzenlenen koşular gibidir. Çünkü
harpte bu hayvanların süratli koşmalarından ve yük taşımalarından istifâde
edilir.
Güvercin gibi kuşlar
arasında yapılan yarışlar için ödül koymaksa caiz değildir. Çünkü bu
hayvanların yarışlarında cihada hazırlık mânâsı yoktur. Binâenaleyh bı »evi
kuşlar arasında yapılan yarışmalardan dolayı alınan ödüller kumar parası
hükmündedir. Metinde geçen "huff" deve tabanı, "hâfir" at
ayağı, "nasl" ise, okun ucuna takılan ve temren denilen demir
manasına gelir. Burada cüzünü zikir küllünü kasd kabilinden birer mecaz vardır.
Bu sebeple devetabanı kelimesiyle deve, at ayağı kelimesiyle at okun demiri
kelimesiyle de ok kasdedilmiştir. Bu bakımdan biz tercümemizde bu mânâyı esas
aldık. Yahut da bu kelimeler birer izafet terkibi olup muzafları
hazfedilmiştir. Buna göre deve tabanından maksat; raba-nın sahibi (yani deve)
at ayağından maksat; ayağın sahibi (yani at) demirden maksat; demir sahibi
(yani ok demektir).
Hanefi ulemasından İbn
Melek'in açıklamasına göre bu mevzuda filler deve hükmündedirler. Bazı ilim
adamları da ayaklarla ve taş atışlarıyla yapılan müsabakaları da meşru
müsabakalardan saymışlardır.[368]
2575.
...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.)
Hafyâ'da idmanlı atlar arasındaki koşuya katıldı (müsabakanın) bitiş yeri
Seniyyetü'1-vedâ (denilen tepe) idi. İdmansız atlar arasında (yapılan) ve
Seniyye (tepesin)den Beni Zureyk mescidine kadar süren koşuya da katıldı. İbn
Ömer de yanşa katılanlardandı.[369]
Hafyâ,
Seniyyetü'1-Vedâ denilen yere 5-6 veya 7 mil uzaklıkta bulunan bir yerdir.
Seniyyetü'l-veda ise,
Medine-i Münevvere'nin kenarında bulunan bir tepedir. Câhiliyye Arapları
yolcularıyla burada vedâlaştıkları için bu ismi vermişlerdir.
Koşu atlarının idmanı
için önce ona kuvvetlensin diye bol bol yem verilir, sonra yem ölçülü bir şekilde
azaltılır, sonra at kapalı bir yere bırakılarak vücudu bir örtü ile sarılır.
Hayvan burada iyice terletilir ve teri Ruruygnca cisminde muazzam bir çeviklik
hasıl olur. İşte uzun mesafeli koşulara bu şekilde terbiye edilmiş atlar
sokulurdu.
Hz. Peygamber de bu
tür yarışlara özel usullerle terbiye edilmiş atlarla bizzat ve bilfiil
katılarak bu yarışların cevazına ve lüzumuna işaret etmiştir.
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre ulemâ ödülsüz olarak yapılan yarışların cevazında icma
etmişlerdir.
Fakat İmam Mâlik ile
Şafiî bu cevazın sadece at ve deve koşulan ile ok atışı yarışmalarına ait
olduğunu, ulemadan bir kısmı da sadece at koşularına ait olduğunu
söylemişlerdir. Ata b. Ebi Rebah ise, bu cevazın ödülsüz olarak yapılan tüm
yarışlar için geçerli olduğunu söylemiştir.
Ancak ödül
karşılığında yapılan yarışmaların caiz olabilmesi için bu ödülün yarışmacıların
dışında kalan birisi tarafından konmuş olması ayrıca bu ödülü koyan kimsenin
yarışmalara kendisi katılmadığı gibi kendisine ait bir atın da katılmaması
gerekir.
Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre ise, yarışmacılardan birisinin "Sen beni geçersen sana şu
kadar mükafat vereceğim. Ben geçersem, senden birşey almayacağım" diyere
kortaya koyduğu ödülü kazanmak için yapılan müsabakalar caiz olduğu gibi, iki
kişinin karşılıklı olarak ödül koydukları bir yarışma da onları geçmesi mümkün
olan üçüncü bir şahsın ödül koymadan yarışa katılmasıyla kumar olmaktan çıkar.
Mubah olur. tki taraftan yarışı kazanan kimsenin ödülü alması her iki tarafın
da ödül koyması şartıyla düzenlenen yarışmalar ise kumardır. Bunun kumar olduğunda
ittifak vardır. Ancak ortaya hiçbir ödül koymadan üçüncü bir şahsın da
yarışmaya .iştirak etmesiyle bu yarışma kumar olmaktan çıkmış olur.[370]
Müsabakanın haram olmaktan kurtulmasına sebep olduğu için üçüncü ata,
"muhalin1" yani "helal kılan" derler. İki din âliminin
ihtilâf ettikleri bir meselede, hakkında ortaya mükafat koyarak başka bir âlime
müracaat etmelerinde de bu hükümler câridir. Zira cihada râci bir mânâdan
dolayı atlar arasında müsabaka caiz olunca, ilim tahsiline teşvike medar
olacak müsabakanın caiz hatta mendup olması evleviyyette kalır. Atış talimi ile
insan koşusu gibi şeyler dahi menduptur.
Araya mükafat koymadan
yapılan koşular mubah ise de, sırf eğlence için tertib edilen müsabakalarla,
hayvanı müşteriye iyi göstermek maksadı ile yapılanlar mekruhtur.[371]
Tuhfetü'l-ahvezî müellifinin naklettiğine göre, "İki kişinin karşılıklı
olarak koydukları mükafatı kazanmak için yapılan yarışmaların kumar olmaktan
çıkması için muhallilin hayvanının onları geçip geçmeyeceği önceden kesinlikle
bilinmemelidir." Şerhü's-siinne isimli eserde de şu görüşlere yer
verilmektedir: "Eğer ödül, yanşa katılan tarafların dışında olan bir
kimse tarafından konmuşsa bu ödülü kazanmak için müsabaka yapmak caiz olduğu
gibi, yarışmacılardan sadece biri tarafından konulan ödülü kazanmak için
yapılan yarışmalar da caizdir. Fakat karşılıklı olarak her iki tarafın da
koydukları ödülleri kazanmak için yarışmak caiz değildir. Ancak bu yarışmaya
onları geçmesi mümkün olan bir yarışmacının katılmasıyla bu yarışma kumar
olmaktan çıkar.
Bu durumda sonradan
yarışa katılan ve muhallil denilen üçüncü şahıs, yarışta birinci gelirse her
iki tarafın da koyduğu ödülleri alır. Eğer ödül koyan iki yarışmacı yarışı
birlikte kazanırlar da muhallil ikinci duruma düşerse, kimse ödülü kazanamaz.
Fakat ödül koyan yarışmacılardan birisi birinci olurken öbürü tek basma ikinci
olursa ya da diğer yarışmacıyla birlikte ikinci gelirse, birinci gelen
yarışmacı hem kendi koyduğu hem de diğer yarışmacının koymuş olduğu ödülü alır.
Eğer muhallil yarışmacılardan birisiyle beraber birinci gelirse, yansı
birlikte kazandığı yarışmacıyla birlikte diğer yarışmacının koyduğu ödülü
paylaşırlar. İşu kumar sayılan bir yarışmayı helâl hale getiren muhaililin
katıldığı yarışma bu şartlar içerisinde yapılır. Bu şartlar içerisinde
yapıldığı için yarışma kumar olmaktan kurtulur. Çünkü kumar, yanşan kimselerin
ya tamamen kazanması ya da tamamen kaybetmesiyle olur. Üçüncü bir ihtimal
yoktur. Oysa muhaililin katıldığı yarışmalarda görüldüğü gibi başka ihtimaller
de bulunmaktadır.[372]
Nitekim 2579 -numaralı hadis de bu gerçeği ifâde etmektedir.
Hanefi ulemâsından
Aynî'nin açıklamasına göre, Hz. Peygamber at koşulan düzenlemiş,
yarışmacılardan birinciye, Yemen kumaşından yapılmış üç elbise, ikinciye iki
elbise, üçüncüye bir elbise, dördüncüye bir dinar beşinciye de bir dirhem,
altıncıya da bir gümüş vermiş ve yarışmacılara bu yarışmaların hayırlı, uğurlu
ve mübarek olması temennisinde bulunmuştur.[373]
1. At
yarışları düzenleyerek derece alanlar için Ödül koymak caizdir.
2. Hayvanı
çevikleştirmek ya da koşuya hazırlamak için aç bırakmak caizdir.
3. Koşuda
mesafe tâyini caizdir.
4. Bir
mescid yaptıran şahsa izafe ederek falancanın mescidi demek, caizdir.[374]
2576. ...İbn
Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.)
atları terbiye edip
onlarla yarışmalara katılırmış.[375]
2577. ...îbn
Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) atlar arasında
(yapılan yarışlar için) ödül koymuş ve (en uzun mesafeli yarışma için de) beş
yaşındaki atları tercih etmiştir.”[376]
2575 numaraİ1 hadisle
ilgili açıklamalar bu hadisler için de geçerlidir.Ancak burada sadece şunu
belirtmeye lüzum görüyoruz; Hz. Peygamber'in en uzun menzilli yarışmalar için
beş yaşındaki atlan tercih etmesinin sebebi bu, yaştaki hayvanların diğerlerine
nisbetle uzun mesafelerde daha dayanıklı olmalarıdır.[377]
2578.
...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre, kendisi Peygamber (s.a.) ile
beraber bir seferde imiş. (Âişe sözlerine devam ederek şöyle) dedi; "Ben
Hz. Peygamber ile yaya olarak bir koşu yaptım ve onu geçtim. Bir süre sonra
şişmanlayınca onunla bir müsabaka daha yaptım bu sefer o beni geçti ve
"işte bu, (benim seni geçmem) şu (daha önceki senin beni) geçme(nin)
karşılığıdır" buyurdu.[378]
Bu hadis-i
Şerif Hz. Peygamber'in
aile fertlerinin gönüllerini
almak ve onların morallerini yükseltmek için
ne kadar hassas
olduğunu ve aile fertleri içerisindeki alçak gönüllülüğünü ifâde etmektedir.[379]
2579. ...Ebü
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) (şöyle) demiştir
; "Kim, yarışı kaybedeceği önceden kesinlikle belli olmayan bir atı, iki
atın arasına (yarışmak üzere) sokarsa, (bu ödüllü yarışma) kumar değildir. Eğer
bir kimse, kaybedeceğinden kesinlikle emin olduğu bir atı, (yarışmacı) iki at
arasına (yarışmacı olarak) sokarsa bu kumardır."[380]
Tarafların karşılıklı
Ödüller koyarak düzenledikleri ödüllü at koşularına, yarışı kazanıp
kazanamayacağı kesinlikle bilinemeyen ve binicisi yahütta sahibi tarafından
hiçbir Ödül konmayan üçüncü bir atın iştirak etmesiyle bu "koşular kumar
olmaktan ve dolayısıyla ortaya konan ödüller de kumar parası olmaktan çıkar.
Fakat bu üçüncü atın yarışı kaybedeceği kesinlikle bilinirse, yarış kumar olmaktan
kurtulamaz. Zira her iki tarafın karşılıklı olarak koymuş oldukları ödülleri
kazanmak için yapılan bir yarış kumardan başka bir şey değildir. Bilindiği gibi
kumar her iki tarafın mevcut olan malına bir yenisini katmak ya da mevcut
malından bir kısmını kaybetmek uğruna düzenlenen bir yarışmadır. Yansı
kaybedeceği önceden kesinlikle bilinen üçüncü bir yarışmacının böyle bir
yarışmanın neticesini değiştirmeyeceği kesinlikle bellidir. Bu bakımdan onun
yanşa katılmasıyla katılmaması arasında bir fark yoktur. Yarışma da kumardan
başka birşey değildir. Yarışmaya sonradan katılacağını farzettiğimiz üçüncü
yarışmacının yarışı kazanacağının Önceden bilinmemesi halinde ise, sözügeçen
yarışmaların kumar olduğu söylenemez. Fakat bu nevi yarışmalar bahse girerek
bir malı elde etme gayesine matuf bulunduklarından ye diğer yarışmacıların da
spora katılma isteklerini kırdığından caiz değildir. Fakat üçüncü bir
yarışmacının yarışmayı kazanma şansının esas yarışmacılara denk olması ve
dolayısıyla yarışı kaybedip kaybetmeyeceğinin önceden kesinlikle bilinememesi
halinde ise bu yarış, kumar olmaktan çıkar. Her ne kadar bu durumda da bir bahs
sonunda mal kazanma şansı varsa da, tüm yarışmacıları spora teşvik ettiğinden
ve cihada hazırlayıcı bir çalışmayı gerçekleştirmek gibi dini bir menfaatten
vğ zaruretten dolayı meşru kılınmıştır.
Aynı şekilde
taraflardan sadece birisinin ödül koymasıyla yapılan ödüller de kumar değildir.
Çünkü bu yarış karşılıklı ödül koyarak yapılan yarışmalardan farklıdır. Çünkü
iki tarafın da ödül koyması şartıyla yapılan yarışmalarda her iki tarafın
mevcut malına bir yenisinin ilâvesine ya da mevcut mallarının noksanlaşmasına
sebep olan bir durum vardır. Buna kumar denir. Ayrıca iki taraf arasında bir de
bahis vardır. Taraflardan sadece birinin ödül koymasıyla yapılan yarışmalarda
ise, kumar yoktur. Sadece bahis vardır. Bu bakımdan bu iki yarışı birbirine
kıyas etmek doğru değildir. Her ne kadar ikinci yarışma şeklinde bahis varsa
da cihada hazırlayıcı bir spor mahiyetinde olduğu için istihsânen caiz
kılınmıştır. İki tarafın da ödül koymasıyla düzenlenen bir yarışmada bir mu
hail ilin, yani hiç ödül koymadan yanşa katılan ve yansı kazanmada diğerlerinin
şansına denk olan üçüncü bir yarışmacının da yarışa katılmasıyla yapılan
yarışmalar da aynen bu şekilde kumar olmaktan çıkar.[381]
Muhallilin katılmasıyla yapılan yarışlarda ödülün nasıl paylaştırılacağı 2575
numaralı hadisin şerhinde geçti.[382]
2580. ...(Önceki
hadisin) manası (bir de) Mahmud b. Halid, Velid b. Müslim, Said b. Beşir, ez-Zühri
(zinciriyle ve) Abbâd isnadıyla rivayet olunmuştur.[383]
Ebû Dâvud dedi ki:
"(önceki), Ma'mer, Şuayb ve Akif, Züh-rt'den o da bazı ilim ehlinden
rivayet etmiştir. Bize göre bu rivayet daha sahihtir."[384]
2581.
...İmran b. Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur;
“Yarışta atın (daha
hızlı koşması için) peşine nara atacak bir kimse takmak ve (Yorulduğu zaman
onun yerine yarışa devam etmesi için) yanına yedek bir at almak yoktur."
(Ravilerden) Yahya (b.
Halef, rivayet ettiği) hadisinde, "ödüllü yarışta” kelimesini de ilave
etti.[385]
Celeb: Zekat
toplamakla görevlendirilen memurun zekatla mükellef olan kişilerin zekatlarını
başka bir adam va-
sıtasıyla toplatıp
ayağına getinmesidir.
Celebin diğer bir
mânâsı da at yarışlarında yarışçılardan birinin kendi atı daha hızlı koşsun
diye nara atması için bir adam tutup hayvanın peşine düşürmesidir ki, mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte kasdedilen mânâ budur.
Ceneb ise, zekat
verenin zekât malını bulunduğu yerden uzaklaştır-masıdır. At yarışlarında bu
kelime, at yarışlarına katılan bir binicinin atı yorulduğu zaman at
değiştirerek yarışa aynı hızla devam edebilmek maksadıyla yedeğinde ikinci bir
at taşımasıdır. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte kasdedîlen mânâ budur.
Hz. Peygamber bu
hadisiyle, cihada hazırlık maksadıyla düzenlenen at koşullarında celeb ve ceneb
tutma yollarına tevessül etmeyi yasaklamıştın Çünkü bunlar at yarışlarında
gözetilen cihada hazırlanma gayesinin ruhuna aykırı olan ve sadece Ödül
kazanmayı hedef alan tutum ve davranışlardır.[386]
2582.
...Katâde (r.a.)'den; demiştir ki: Yarışlarda (yarışacak) atın (daha hızlı
koşması için) peşine nara atacak bir kimse takmak ve (yorulduğu zaman onun
yerine yarışa devam etmesi için) yanına yedek bir at almak mes'elesi
ödüllü
yarışlar(konusun)dadır.[387]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiş bulunmaktadır.[388]
2583.
...Enes (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.)'in kılıcının
kabzasının başı gümüştü."[389]
kelimesini Hattâbî,
kılıcın kabzası üstünde bulunan demir diye açıklamıştır. Kamus müellifi ise, bu
kelimenin, "kılıcın kabzasının ucunda bulunan gümüş ya da demir” anlamına
geldiğini söylüyor. Biz tercümemizde bu mânâyı tercih ettik.
Avnü'l-ma'bud
yazarının naklettiğine göre Şerhü's-Sünne isimli eserde bu mevzuda şu görüşler
yer almaktadır.
Bu hadis fazla olmamak
kaydıyla kılıcı gümüşle süslemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Kemerleri
az bir gümüşle süslemek de aynı şekilde caizdir. Ancak atların gemlerini ve
eğerlerini gümüşle süslemenin hükmü ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın bir
kısmı bunları gümüşle süslemenin caiz olduğunu söylerken, bir kısmı da gem ve
eğerleri süslemenin aslında hayvanları süslemek demek olduğu görüşünden
hareketle haram olduğunu söylemişlerdir. Aynı şekilde harpte kullanılan bıçak,
kasatura ve benzeri kesici aletlerin az bir gümüşle süslenmesinin cevazı da
ulema arasında ihtilaflıdır. Sözü geçen bütün eşyaları altınla süslemenin haram
olduğunda ise, ulema ittifak etmiştir.[390]
Hanefi ulemasından İbn
Âbidin de bu mevzuda şunları söylüyor: "Kişinin, altın ya da gümüşle
süslenmesi kayıtsız şartsız haramdır. Ancak süslenme kasdedilmeksizin gümüş
yüzük, gümüş kemer takmak ve kılıcı gümüşle süslemek bu hükmün dışındadır.[391]
Fakat kullanılmasına cevaz verilen gümüş eşyalarda bulunan gümüş miktarının bir
miskali geçmemesi gerekir."[392]
Tirmizi bu hadis
hakkında şunları söylüyor:
"Bu hadis
hasen-garîbdir. Hammâm-Katâde-Enes senediyle rivayet edilmiştir. Bazıları bu
hadisi Katâde tarikiyle Said b. Ebi'l-Hasan'dan rivayet ediyor. Said dedi ki:
Rasûlullah (s.a.)'in kılıcının kabzasının başı gümüş-tendi." Nesâî de
Katâde tarikiyle Said b. Ebi'l-Hasan'dan gelen rivayetin en sağlam rivayet
olduğunu söylemiştir. Nitekim bir numara sonra tercümesini sunacağımız hadis-i
şerif bu senedle rivayet edilmiştir.[393]
2584.
...Said b. Ebi'l-Hasen'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.)'in kılıcının
kabzasının ucu gümüş idi."[394]
(Ebu Dâvud diyor ki
her ne kadar) "Katâde (hadisin birini Enes'-ten muttasıl olarak Saidfden
de mürsel olarak) rivayet etti (ise de) bu hadisi muttasıl olarak rivayet
etmekte Cerir b. Hazim*e uyan bir kimse bilmiyorum."[395]
Bir önceki hadîs-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi bu hadis-i şerif de kılıcı gümüşle
süslemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Bilindiği gibi bazı
kayıt ve şartlarla gümüşün erkekler tarafından da kullanılmasına cevaz
verilmişse de altın ve gümüşün kap-kacak ve ev eşyası olarak kullanılması
kadın erkek tüm müslümanlara haram kılınmıştır. İmam Gazzâlî bu maddelerin
iktisadî hayattan çekilerek evde kullanılmasının topluma zararını şu mânâya
gelen sözleriyle ne güzel ifâde etmiştir: "Bu, bir şehrin valisini
dokumacılık veya süpürgecilikte kullanmaya benzer ki onu hapsetmekten daha
kötüdür."
Avnü'l-ma'bud
müellifinin açıklamasına göre, metnin sonuna ilâve edilen cümle Katâde'ye ait
değil, musannif Ebû Davud'a aittir. 2585 numaralı hadisin sonundaki ta'likte
bu gerçeği teyid etmektedir. Ve bir önceki hadisi rivayet eden Cerir b. Hazım
rivayetinde tek kalmıştır. Dolayısıyla bir önceki hadisi Katâde'nin Hz.
Enes'den muttasıl olarak rivayet ettiğini söyleyen sadece Cerîr b. Hâzim'dır.
Mevzumuzu teşkil eden Hadis-i şerif ise, mürsel olmakla birlikte bir önceki
hadisten daha sağlamdır. Nitekim musannif Ebû Dâvud bir numara sonra gelecek
olan hadİs-i şerifin talikinde bu görüşünü tekrar etmiş ve Dârimî ile Münzirî
de bu görüşü savunmuşlardır. İbnu'l-Kayyım ise, aksi görüştedir.[396]
2585.
...Enes b. Mâlik (önceki hadisin) bir benzerini (daha)rivayet etmiştir.
Ebû Üâvud dedi ki:
"Bu (babdaki)hadislerin en sağlamı Said b. Ebi'l-Hasen'in hadisidir.
Kalanı zayıftır.[397]
2583-2584 numaralı
hadislerin açıklamaları bu hadis-i şerif için de geçerlidir.[398]
2586.
...Cabir (r,a.)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) mescidde sadaka
olarak ok dağıtmakta olan bir adama, onların (uçlarındaki keskin)
demirlerinden tutmadan mescide girmemesini emretti.[399]
Nebi kelimesi
"oklar" demektir. Müfredi yoktur. Bir kavle göre müfredi neble cemisi
de "enbâl" gelir. Arapların kullandıkları özel oklar için kullanılan
kelimedir.[400]
Hadis-i şerif mescid
âdabına riâyet edilmesini ve müslümanlara zarar veren ve onları rahatsız eden
davranışlardan kacınıldığı gibi onlara zarar vermesi ya da onları rahatsız
etmesi ihtimal dâhilinde olan davranışlardan da kaçınılması gerektiğini ifâde
etmektedir.
Uçlarında demir
bulunan oklarla mescidlere ve müslümanların bulunduğu yerlere girmek onların
bir kaza sonucu yaralanmasına veya korkmalarına sebep olması ihtimal dahilinde
olduğu için ümmetine son derece merhametli olan fahr-i kainat efendimiz,
böylesi oklarla mescidlere girilmesini yasaklamıştır. Müslim'in bu mevzuda
rivayet ettiği bir hadis de şu mealdedir: "Bir adam birtakım oklarla
mescide uğradı. Okların demirleri açıkta idi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir
müslümanı yaralamasın diye okların demirlerinden tutmasını emretti."[401]
2587. ...Ebu
Musa (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) "Biriniz, yanında
bir okla mescidimize ya da pazanmiza uğrayacak olursa, oklarının demirlerine
sahip olsun.*' Yahut, "(onları) "eliyle yakalasın" yahut da
"bir miislümana çarpmasın(lar) diye (demirleri) eliyle sıkıca
tutsun." buyurmuştur.[402]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre bu hadis müslumanlann kanının az bir mikdarını dökmenin de,
çoğunu dökmek gibi haram olduğunu ve müslümanlara zarar vermemek için gerekli
tedbirleri almak şartıyla silahla mescide girmenin caiz olduğunu ifâde
etmektedir.
Bezlii'l-mechûd
yazarının ifade ettiği gibi bu hadis-i şerif ayrıca müslümanlar arasında fitnenin
doğmasına sebep olacak bütün yolların kapatılmasını, bir başka tâbirle, fitne
kapısının açılmaması için bütün tedbirlerin alınmasını emretmekte, fitneye
sebep olacak bütün davranışları yasaklamaktadır.[403]
2588. ...Câbir
(r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, "Peygamber (s.a.) kılıcın kınından
sıyrılmış halde alınıp verilmesini yasaklamıştır."[404]
Kınından sıyrılmış
olan bir kılıcı o haliyle bir müslümana vermek ya da birisinin elinden almaya
kalkmak tehlikeli bir iştir. Çünkü en küçük bir dikkatsizlik kılıcın bir
müslümanı yaralamasına veya düşerek birinin ayağına ya da başka bir tarafına
zarar vermesine sebep olabilir. Bu bakımdan Rasûl-i Ekrem efendimiz
müslüman-ların çıplak kılıcı biribirlerinden alıp vermelerini yasaklamıştır.
Dolayısıyla İslâmiyette müslümanlar arasında fitne ve fesada sebep olacak veya
haramlara götürecek yollar ve kapılar kapatılmıştı . İslam uleması da müslümanların
birbirlerinden çıplak kılıç alıp vermelerini tahrimen mekruh görmüşlerdir.[405]
2589.
...Semûre b. Cündüb (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) iki
parmak arasında sırım kesmeyi yasaklamıştır.[406]
Kamus yazarının
açıklamasına göre "kadde" fiili birinci babdandır. Bir şeyi tamamen
kesmek anlamına gelir. Uzunluğuna kesmek, uzunluğuna yarmak anlamına geldiğini
söyleyenler de vardır. "Seyr" kelimesi ise, "deriden kesilen
sırım" mânâsına gelir. Burada kasdedilen ayakkabıcıların kullandıkları
deriler ve gönlerdir. Bu iş, bir kişinin bir deriyi parmakları arasında tutup
diğerinin de ayakkabıcı bıçkısıyla kesmesi ile olur. Fakat en küçük bir hata
bıçağın parmaklar arasından kayarak deriyi tutan kişinin elinin tamamen veya
kısmen kesilmesine sebep olabilir. Hz. Peygamberin bu fiili yasaklaması da
zarara giden yolları kapatmak anlamına gelen "sedd'üz-zerîa"
kabilinden bir tedbirdir.
Çoğu zaman küçük gibi
görülen bu ve benzeri tedbirler alınmadığı zaman fert ve cemiyet için büyük zararların
doğmasına ve hatta cemiyetlerin tamamen çöküp yok olup gitmesine sebep olur.
Çünkü hadiselerin çapı ne kadar farklı olursa olsun, onların temelindeki
mantık aynıdır. Çapı küçük görülen hâdiselerdeki tedbirsizlikler netice
itibariyle büyük çaplı hadiselerdeki tedbirsizliklerden farksızdır. Önemli olan
zarara giden yollan zarar doğmadan önce kapatabilmektir.[407]
2590.
...es-Sâib b. Yezid'in, ismini verdiği bir adamdan rivayet ettiğine göre,
"Rasûlullah (s.a.) Unut günü üst üste iki zırh giymiştir", yahut da,
"İki zırh giymiştir."[408]
Metinde geçen
"zâhera" kelimesi yardımlaşma ve dayanışma mânâsına gelen
"tezahür" mânâsında kullanılmıştır.[409]
Burada iki zırhı üstüste giymek anlamına gelmektedir. Çünkü üst üste giyilen
zırhlar arasında bir yardımlaşma ve dayanışma vardır.
Bu hadisi İbn Mâce de
rivayet etmiş, fakat senedinde Ebû Davud'un rivayetinde sözü geçen fakat ismi
açıklanmayan adamı hiç anmamıştır. Aynı şekilde Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'i
ile Tirmizi'nin Şemail'inde de bu hadis-i şerif rivayet edildiği halde
senetlerinde sözkonusu kimseden bahsedilmemiştir.Hanefi ulemâsından
Aliyyül-Kârî Şemail Şerhi*nde bu hadisin sahabî mürsellerinden olduğunu, çünkü
es-Saib b. Yezîd'in Unut savaşında bulunmadığını ve o zaman henüz dünyaya
gelmediğini söylemiştir. Hafız Abdurrauf el-Münâvi de aynı kanaattedir. Bu da
gösteriyor ki musannifimiz Ebû Dâvud (r.a.)'in tesbit ettiği gibi râvî es-Sâib,
bu hadisi bizzat Rasûl-i zîşân Efendimizden değil, bir başka sahâbîden
almıştır, es-Sâib'in bu hadisi aldığı sahâbînin kim olduğu ihtilaflıdır. îbn
Abdilberr'in el-İstiab isimli eserinde Muâz et-Temîmî'nin hayatından
bahsederken verdiği bilgiler, bu zatın Zübeyr b. Avvâm olduğunu
göstermektedir. Fakat bu zatın Talha b. Ubeydillah olması ihtimali de vardır.
Doğrusunu Allah bilir.
Hz. Peygamberin Uhüd
savaşında üstüste iki zırnı birden giymesinin hikmeti Allah Teâlâ ve takaddes
hazretlerinin "Ey inananlar (uyanık bulunup) korunma tedbirlerini
alın..."[410] emriyle, "Onlara
karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız..."[411]
mealindeki ayet-i kerimeye en ileri derecede titizlikle sarılmasından başka bir
şey değildir. Nitekim 2514 numaralı hadis-i şerifte beyan edildiği üzere
"Gözünüzü açın, ki kuvvet atmaktır" buyurarak, mücâhidlerin zırhlı,
torpido, denizaltı gemileri, tayyare, tank, makineli gibi son model harp
taarruz ve savunma araçlarıyla donatılmaları ve en güçlü silahları kullanmaları
gerektiğini ifade etmiştir.[412]
Aliyyü'I-kâri'nin açıklamasına göre bu hadis-i şerif savaşa çıkarken zırh ve
miğfer gibi teçhizatla cihazlanıp düşmanın saldırılarına karşı tedbir almanın
tevekküle mani olmadığını ifade etmektedir. Fahr-i kainat efendimizin diğer bir
hadisi şerifinde de "Onu (önce) bağla (sonra) tevekkül et.” buyuruluyor.
Hattâbî'nin de
açıkladığı gibi Bu hadisin râvîlerinden Süfyan, bu hadisi es-Saib b. Yezid'den
duyduğundan emin değildir. Dolayısıyla bu hadis zayıftır. Ancak diğer
hadislerle takviye edilmiştir.[413]
2591.
...Muhammed b. eI-Kâsım*ın azatlı kölesi Yunus b. Ubeyd dedi ki; Muhammed b.
el-Kasım Rasûlullah (s.a.) bayrağının nasıl olduğunu sormak üzere beni el-Bera
b. Âzib'e gönderdi. (el-Bera b. Âzib de), "Bayrak Nemîre kumaşından, siyah
renkli ve kare şeklinde idi." diye cevap verdi.[414]
Aliyyü'l-kâri'nin
açıklamasına göre "râye" büyük bayrak demektir.Hz.Peygamber'in bayrağının adı "Ukâb"
idi. Bir askeri birliğe ait olan âleme "liva" denir, "liva"
mızrağın ağaç kısmına sarılan bir bez parçasıdır. "Râye" ise, askeri
birliğin alâmeti olup, "ümmü'1-harb" ismiyle künyelendirilir.
Livadan daha üstündür. Turbeştî'nin beyânına göre “râye", harp kumandanını
temsil eden bir âlem, liva ise, devlet reisini temsil eden bir alemdir.
Binaenaleyh "liva" râye'den üstündür. Müslim şerhinde de
"râye" küçük bayrak, "li-va"ise, büyük bayraktır,denilmek
suretiyle bu görüş tercih edilmiştir. Nitekim, "Kıyamet gününde
livâü'l-hamd benim elimde olacaktır. Hz. Âdem ile ondan sonra dünyaya gelmiş
olan kimseler de benim livamın altında toplanmış olacaklardır" mealindeki
hadis-i şerif te bu gerçeği te'yid etmektedir.[415]
Mütercim Âsim Efendi Kamus tercümesi Okyanus'ta "râye" kelimesinin
sancak, "liva" kelimesinin de bayrak anlamına geldiğini ifâde
ettikten sonra bu kelimelerden herbirinin diğeri yerinde kulamlageldiğini de
söylemiştir. Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözcüğü'nde M.Zeki Pakalın da
vak'a-nüvis Vasıf Efendiden naklen şu açıklamaları kaydediyor: "Ulemay-ı
luğat beyninde, liva ve râyet bir manadadır. Fakat asrımızın ıstılahına göre
liva bayrak ve râyet sancak diye tercüme olunur.”[416] Bu
mevzuda İmam Muhammed (r.a.) es-Siyer'l-Kebîr isimli meşhur eserinde şunları
söylüyor: "Ukab, Peygamber (s.a.)'in bayrağının ismiydi. Nitekim başka
eşyalarının da isini vardı. Sarığının ismi es-Sahab, atının ismi es-Sekb,
katırının ismi de Düldül'dür. Liva sultana ait olan ve onun önünde çekilen
sancaktır. Râye ise, her komutan ve askeri birliğin ve o birliğin fertlerinin
altında toplandıkları bayraktır.[417]
Asrımızın kıymetli
ilim adamlarından Muhammed Hamidullah da bu mevzuda şunları söylemiştir:
"Meselenin çözüm yolu olarak şunu düşünüyoruz: Liva müşrik Mekke'de
düşmana karşı hücum ve çarpışma esnasında ordunun en kahraman ve yiğit eri
tarafından taşınan umumiyetle askeri sancaktır. Halbuki râye ordu kumandanının
alâmet veya timsali olan bir bayraktır. Bu iki kelime bazan eşanlamlı olarak da
kullanılmıştır. îs-lâm'da ise bu, zıt anlama bürünmüştür...”[418]
"...Görüldüğü
gibi aynı şey bazı kaynaklar tarafından liva, diğerleri tarafından da râye
olarak adlandırılmaktadır ki bu durum, her iki ıstılahın da esasında eş
anlamlı olduğunu ve birbirlerinin yerine kullanılabileceğini ve henüz Hayber
devrindeki teknik manayı iktisab etmediğini ve ancak bu Hayber savaşındadır ki
ordu kumandanının liva çekme hakkına ve orduya mensub her birliğin de râye sahibi
olma hakkına malik olduğunu isbat etmektedir.
Kelime aslı bakımından
liva sarılıp dürülen şey'e işaret eder ki, teşhire ihtiyaç duyulmadığı vakit
rabtedilmiş bulunduğu bir nevi mızrağın üzerine sarılıp dürülen kumaş parçası
manasınadır. Râye kelimesinin kökü görmek'dir ki, kendisinin veya düşman
ordusunun merkezini gösteren şeye işaret eder, yani kumandanın itibarî olarak
bulunduğu yeri gösterir.[419]
Daha sonraki devirlerde Milli varlığı temsil eden sembollere bayrak (râye),
askeri birlikleri temsil eden sembollere de (liva = sancak) ismi verilmiştir.
Metinde geçen "N emir e" siyah ve beyaz çizgili yün kumaş demektir.
Kaplan derisine benzediği için bu kumaşa Kaplan anlamına gelen nemir
kelimesinden türetilen "Nem i re" ismi verilmiştir.
Bayrakların siyah
olmasının hoş karşılanması savaşçıların siyah rengi seçmelerindendir. Her
topluluk kendi bayrağının çevresinde toplanırlar. Siyah renk günün aydınlığında
daha iyi ve rahat görünür. Hele tozlu ve dumanlı zamanlarda başka renklerden
daha iyi seçilir. Askerler savaş esnasında birbirlerini kaybettikleri zaman
siyah bayrakları sayesinde biribirlerini daha rahat bulabilirler. İşte bu
yüzden mücâhidler bayrakları için siyah rengi tercih ederler.
Şer'î yönden ise,
bayrakların beyaz, sarı yahut kırmızı olmalarında bir sakınca yoktur.
Sancaklarda beyazın seçilmesi ise, Rasûlullah (s.a.)'ın; "Allah yanında
elbisenin en sevimlisi beyaz olanıdır. Canlılarınız beyaz giysin ölülerinizi de
onunla kefenleyin'* hadis-i şerlerinden kaynaklanmaktadır ve her orduda ancak
bir sancak bulunur.[420]
2592.
...Cabir (r.a.)'den merfu' olarak rivayet olunduğuna göre "Peygamber
(s.a.) Mekke'ye girdiğinde sancağı beyazdı."[421]
2593.
...Simak'm haber verdiğine göre, kavminden bir kimse, "Ben peygamber
(s.a.) in bayrağını sarı renkli olarak gördüm" demiştir.[422]
Bu hadisi rivayet eden
ravinin ismi ile Hz. Peygamberin sarı bayrak taşıdığı bu savaşın hangi savaş olduğu hadis
sarihleri tarafından
tesbit edilememiştir.
Bazı hâdis-i
şeriflerde hz. Peygamberin bayrağının siyah olduğu ifade edilirken[423],
burada sarı olduğundan bahsedilmesi bu hadisler arasında bir çelişki olduğu
anlamına gelmez. Çünkü Hz. Peygamberin bazı seferlerde siyah bazılarında da
beyaz bayrak taşımış olması mümkündür. Nitekim, Prof. M. Hamidullah'ın şu
sözleri de bu gerçeği te'yid etmektedir.
"....Hz.
Peygamber zamanında orduya mahsus asgari iki nevi bayrak bulunuyordu ki renkleri
başka başkaydı...."[424]
2594.
...Cübeyr b. Nüfeyr el-Hadrami'den rivayet olunduğuna göre kendisi
Ebu'd-Derdâ'yı şöyle derken işitmiştir: "Ben Rasûlul-lah'ı(s.a.) şöyle
buyururken dinledim:
"Bana zayıfları
çağırınız (da ben onların yüzü suyu hürmetine Allah'dan düşmanlara karşı zafer
dileyeyim). Çünkü siz ancak zayıflarınızın duası bereketi) ile nzıklandınlır
ve yardım edilirsiniz..."[425]
Ebu Davud dedi ki:
"Zeyd b. Ertat, Adiyy b. Ertat'ın kardeşidir."[426]
Bab başlığında geçen
" = Hayl" kelimesi "atlar" manasına gddiği gibi athlar
mânâsına da gelebilir. Bu başlık altında verilen hadis,
başlıkta,bulunan"hayl" kelimesinin ifade ettiği bu iki mânâdan
ikincisine daha uygun düşmektedir. Buna göre başlığın mânâsı şöyledir:
"Zayıf atlılar yüzüsuyu hürmetine zafer dilemek". Eğer sözkonusu
kelimenin "atlar** manasında kullanıldığı kabul edilirse başlık
"zayıf atlar yüzüsuyu hürmetine zafer dilemek" anlamına gelir.
Nitekim "Eğer Allah'ın rükûda bulunan kullan ile süt emen çocuklar, merada
ot-layan hayvanlar olmasaydı üzerinize azab üstüne azab yağardı."[427] mealindeki
hadis-i şerifte hayvanlar sebebiyle Allah'dan yardım istemenin caiz olduğunu
ifâde etmektedir. Binaenaleyh bab başlığında geçen hayl kelimesine iki şekilde
de mânâ vermek caizdir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu Ebû Davud hadisinin mânâsı şudur: "Siz bana güçten kuvvetten yoksun
olan ve fakr u zaruretden dolayı halk tarafından önemsenmeyen müslümanları
çağırınız, ben onlarla birlikte oturup Allah'dan düşmana karşı zafer dileyeyim.
Çünkü siz onların yüzüsuyu hürmetine rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.
Zira onların ihlaslan ve Allah'a yakınlıkları sizden daha fazla olduğundan
onların yüzü suyu hürmetine yapılan dualar makbuldür. Kuvvetli kimseler ise,
kuvvetlerine güvenip kibre kapılırlar ve cesaretlerine güvenirler. Oysa zafer sadece
azîz ve hakîm olan Allah'ın yardımıyla kazanılır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifle, "Kuvvetli mü'min, Allah yanında zayıf mü'minden daha
hayırlı ve daha makbuldür. Ama her ikisinde de hayır vardır...”[428]
mealindeki hadis-i şerif arasında bir çelişki yoktur. Çünkü övülen kuvvetten
maksat, mü'minin Allah yolundaki azimetinin şiddetidir. Övülen zayıflıktan
maksat da bedenen zayıf olan mü'minin etrafına karşı takındığı mülayim tavır,
şefkat ve Allah'ın celal sıfatının tezahürünü görmesinden doğan tevâzuudur.
Yahut da burada yerilen kuvvetten maksat büyüklenme ve zâlinüeşmedir, orada
yerilen zayıflıktan maksat da yüce Allah'ın haklarını yerine getirme hususunda
gösterilen zaaf ve gayretsizliktir. Nitekim Hadis-i şerifte, "Siz
zayıfların kuvvetiyle zafere erersiniz" demeyip de; "Siz onlar (in
duası) He zafere erd iri I irsiniz" buyurulması da bunu gösterir.[429]
2595.
...Semüre b. Cündüb (r.a.)'den; demiştir ki: "Muhacirlerin parolası
"Abdullah", Ensâr'ın parolası ise "Abdurrahmân" idi.[430]
Şiar; alâmet, parola,
muharebe zamanlarında birbirini tanıyıp bilmek için askerlerin kendi aralarında
tayin ettikleri alâmet ve tâbirdir. Ashab-ı kiramın birçok muharebelerde
şiarları, "emit, emit = Öldür, öldür" kelimesi idi. Düşman kahr ve
tenkile muvaffakiyetlerine tefe'ül için bunu şiar ittihaz etmişlerdi.
İnsanların gömleğine ve mutlak bedenine temas eden libasına ve at kısmının
çuluna da şiar denir.[431] Hz.
Peygamber devrinde üniforma yoktu. Muhammed (s.a.) harp esnasında kendi
askerlerinin silah arkadaşlarını düşmandan ayırması için usta bir metod
kullanıyordu. Her cihat için bir "şiar” (ayırıcı kelime, parola) seçiyor,
müslümanlar ferden karşılaştıkları zaman yüksek sesle bunu söylüyorlardı. Bu
parola kelimeler, üniformaların görülemeyeceği zaman yani geceleyin dahi
fevkalâde kullanışlıydı. Bununla beraber Bedir muharebesinde elbiselerde bazı
ayırıcı işaretler bahis mevzuudur.[432]
Yukarıda tercümesini sunduğumuz ve mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif Hz. Peygamberin
harp zamanlarında parola kullandığını, muhacirlerin parolasının
"Abdullah", ensarın parolasının da "Abdurrahman" olduğunu
ifade etmektedir. Fakat Münzirî'nin beyânına göre, senedinde el-Haccac b.
Ertat bulunduğundan bu hadiste delil olma niteliği yoktur.[433]
2596.
...İyas b. Seleme'nin babası (Seleme)'den; demiştir ki; "Biz Peygamber
(s.a.) zamanında, Ebu Bekr (r.a.)'le birlikte savaşa çıktık, parolamız,
"Öldür, öldür" idi.[434]
Hz. Ebu Bekr*in
"öldür öldür" kelimelerini parola olarak kullandığı savaşın, Seleme
b. el-Ekvâ ile birlikte Necid üzerine düzenlediği seriyye olması gerekir.
Bazılarına göre bu savaşta kullanılan "öldür Öldür" kelimesinin
muhatabı Allah'dır. Çünkü her ne kadar darbeyi vuran kul ise de o darbeyi yiyen
kimseyi öldüren Allah'dır. Allah onun ölmesine izin vermemişse, indirilen darbe
onun ölmesini sağlayamaz. Bu görüşe göre sözü geçen parolanın tamamı "Ey
yardım edici olan Allah, düşmanı öldür" şeklindedir. Fakat cümlenin
başında bulunan "Yâ nasır!" kelimesiyle sonundaki
"el-adüvve" kelimesi hafzedilmiş ve cümleye kuvvet kazandırmak için
"emit" kelimesi tekrar edilmiştir. Bazılarına göre de bu cümlenin
muhatabı tüm müslüman gazilerdir ve cümlenin aslı "Ey Allah'ın yardımına
mazhar olmuş asker, öldür" şeklindedir. Fakat "Ya mansur!" kelimesi
hazfedilmiş ve cümleye kuvvet kazandırmak için kelime tekrar edilmiştir.
Hadiste "emit" kelimesinin iki defa tekrarlanmış olması, parolanın
böyle "emit" kelimesinin üstüste iki defa tekrarlanmasından meydana
geldiğini ifade etmek için değil de bu kelimenin bir parola olarak tüm
askerlerin dilinde dolandığını ifade etmek için böyle üstüste iki defa
zikredilmiş olabileceği de düşünülebilir.
Hattâbî'nin de
açıkladığı gibi ashab-ı kiram savaşta geceleri karşılaştıkları kimselerin
kendilerinden olup olmadığını anlamak için aralarında "emit emit"
kelimelerini parola olarak seçerlerken aynı zamanda bu kelimelerin kendileri
için uğur getireceğine de inanmışlar. Bütün düşmanlarının öldürüleceğine ve
kendilerinin zafere ulaşacağına dair olan temennilerini bu kelimelerle ifade
etmişlerdir.[435]
1. Harpte
parola kullanmak caizdir.
2. Bazı
kelimeleri hayırlı saymak caizdir.[436]
2597.
...(Sahabe-i kiramdan) bir kimse Peygamber (s.a.)'i şöyle buyururken işittiğini
söylemiştir; "Eğer geceleyin baskına uğrarsanız parolanız, ha mîm lâ
yünsarûn olsun"[437]
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, "ha mîm lâ yünsarûn" cümlesi, dua cümlesi değil,
ihbârî bir cümledir. Bir başka ifadeyle bu cümle kafirlerin muzaffer
olamamaları için bir duâ değil, kafirlerin muzaffer olamayacağını bildiren bir
haberdir. Cümlenin başında bulunan harfleri, yemin manasında kulamlan Allah'ın
isimlerinden bir isimdir ve'İbn Abbas (r.a.) den rivayet edilen "Ha mîm,
Allah'ın isimlerinden bir isimdir" anlamında bir de hadis vardır. Binaenaleyh
bu cümle "Allah'a yemin olsun ki o kâfirler size karşı muzaffer
olamayacaklardır** anlamına gelmektedir. Nitekim lbnü'1-Esir de en-Nihâye
isimli eserinde bu manayı tercih etmiştir. Bazılarına göre bu cümlenin başında
"deyiniz'* kelimesi vardır. Yani cümlenin aslı "kûlû hâmîm = Ha mim
deyin" şeklindedir. Bu emri duyan kimselerin, "Bu sözü söylediğimiz
zaman ne olur? dedikleri ve bu soruya da, "La yünsarûn = düşmanlar galib
gelemezler" diye cevap verildiği farkedümiş ve bu şekilde ortaya çıkan
"Hamim lâ yünsarûn" cümlesi müs-lümanların parolası olmuştur. Hadis
imamlarından Ebu İsa et-Tirmizi bu hadis hakkında şunları söylemiştir: "Bu
babda Ebu Seleme el-Ekva (r.a.) dan da bir hadis rivayet edilmiştir. Bazıları
bu hadisi Ebu İshak'dan, es-Sevri'nin rivayeti gibi rivayet ettiler. Aynı
zamanda bu hadis Ebu İshak -el-Mühelleb b. Ebi Sufre yoluyla- Rasûlullah (s.a.)
den mürsel olarak rivayet edildi."[438]
2598. ...Ebu
Hüreyre (r.a.) den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) yolculuğa çıktığı zaman
(şöyle) dua ederdi: "Ey Allah'ım (hazarda olduğu gibi) yolculukta (da)
arkadaş(ım) ve aile(m) de vekil(im) sensin. Yolculuğun sıkıntısından, üzüntülü
dönüşten, aile ve malda kötü hal(e düşmek) den sana sığınırım. Ey Allahım,
bizim için yeri dür ve bu yolculuğu bize kolaylaştır."[439]
"Va'sa"
kelimesi şiddet ve meşakkat anlamlarına gelir. Üzerine basınca ayak gömüldüğü
için üzerinde zorluk la yürünebilen kumlu yol anlamına gelen " =
el-va'su" kökünden türemiştir.Binaenaleyh ta'biri burada,
"yolculuğun meşakkati ve sıkıntısı" anlamında kulanılmıştır. Metinde
geçen cümlesinin aslı =Hazarda olduğu
gibi seferde de gerçek sahibim sensin" şeklindedir. Tercümemizde bu hususu
göz önünde bulundurduk ve cümlenin aslında bulunduğu halde, metinde
zikredilmeyen kelimelere parantez içerisinde yer verdik. Hz. Peygamberin
duasının bu cümlesinde "... .Nerede olursanız olun, o sizinledir..." [440], âyeti
kerimesine İşaret vardır. Metinde geçen "keâbe" kelimesine gelince,
seferden eli boş olarak dönmek veya dönüşte malının mülkünün helak olduğunu
görmek, ya da ailesinin hastalandığını veya öldüğünü öğrenmek gibi durumların
tevlid edeceği gam, keder, sıkıntı ve üzüntülerdir. el-Münkaleb ise,
"seferden dönmek" anlamına gelen bir mimli masdardır.
sözü ise, ailenin ve
malın bakılınca insana sıkıntı ve üzüntü verecek kötü bir duruma düşmesi
demektir[441]. Yâni, ey Allahım
yolculuğumdan döndüğüm zaman ailemi ve mallarımı kötü bir şekilde görmekten
sana sığınırım, yolculuğumun bu şekilde sonuçlanmasından ve yolculuğumun
sonunda böyle bir manzara ile karşılaşmaktan beni koru*' demektir.
cümlesi ise,
"Yeri dürmek suretiyle bu uzun yolculuğu bizim için kısalt ve
kolaylaştir" demektir. Bu cümle Allah'ın dilediği zamanı ve mekanı
tayyedeceğine bir işarettir. Nitekim Allah'ın bu işle görevli melekleri
vardır. Allah Teâlâ istediği anda o melekler zamanı ve mekanı kağıt gibi
katlayıp dürmek suretiyle zaman ve mekan sınırlarını altüst ederler.[442]
2599. ...îbn
Ömer'in Aliy el-Ezdi'ye anlattığına göre Rasûlullah (s.a) yolculuğa çıkarken
devesinin üzerine dimdik oturduğu vakit, üç (defa) tekbir getirir sonra,
"Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)ın şanı yücedir. Yoksa biz bunu
(hizmetimize) yanaştıramazdık. Biz elbette Rabbimize döneceğiz"[443]
"Ey Allahım! Senden bu yolculuğumuzda (bize) iyilik ve takva (üzere olan)
amel(ler)den de senin razı olacaklarını (nasibetmeni) dilerim. Ey Allah'ım!
Bize bu yolculuğumuzu kolaylaştır. Bizim için uzaklığı dür. Yolculukta
arkadaş, ailede ve malda vekil sensin." derdi. (Yolculuktan) döndüğü vakit
de aynı duayı okur ve bu duaya (şunu da) ilâve ederdi; "Biz dönenleriz,
tevbe edenleriz, ibâdet edenleriz. Rabbimize hamdedicilerîz." Peygamber
(s.a.) ve askerleri (savaşa giderlerken) tepelere çıkınca; "Allahü ekber"
(tepelerden) inince de; "sübhanaflah" derlerdi. Namaz(daki tekbir ve teşbihler)
buna göre konmuştur.[444]
Fahr-i kainat
efendimiz herhangi bir yolculuğa çıkarken bu hadis-i şerifte öğretilen duayı ya
da önceki hadis-i şerifte gev'en dua gibi bir dua okurdu.
Şafii ulemasından
Nevevi, Hz. Peygamberin yolculuk esnasında ve diğer zamanlarda okumuş olduğu
duaları "el-Ezkâr" isimli meşhur eserinde toplamıştır. Sefere çıkacak
olan bir kimsenin Hz. Peygamberin yola çıkarken okuduğu dualardan birini
okuması müstehabdır.
Hz. Peygamberin
askerleri savaşa giderken tepelere çıktıkça Allahu ekber, Allahu ekber
sadalarıyla tekbir getirir, tepelerden inince de "sübhanellah,
sübhanellah" sadalarıyla Allahı teşbih ederlerdi. Namaz da şeklini buradan
almış, cihâd ruhu ve neşvesi bu şekilde namazda da tecelli etmiştir. Şöyleki
namaza başlarken kıyamda iftitah tekbiri alınır. Kıyamdan rükuya eğilince
"sübhâne rabbiyelazim" denildiği gibi rükûdan secdeye inince de
"sıibhâne rabbiye'l-a'la" denilir. Bu durum namazın, bütün
faziletleri içinde toplayan en faziletli bir ibadet olduğunu gösteren
delillerden birisidir.[445]
2600. ...İbn
Ömer Kaze'a'ya hitaben "Gel! Ben seniRasûlullah (s.a.)'ın (mücahidleri ve)
beni uğurladığı gibi uğurlayayım" dedi (ve şöyle dua etti): "Senin
dinini, emanetini ve amellerinin sonuçlarını Allah'a emânet ediyorum"[446]
Hz. Peygamber
yolculuğa çıkan mücâhidleri uğurlarken, "Senin dinini, arkanda emanet
olarak bıraktığın çoluk-çocuğunu ve diğer emânetlerini Allah'a emanet ediyorum
ve ondan muhafaza etmesini hayatın boyunca yapacağın amellerini hayırla
neticelendirmesini diliyorum" diye dua ederdi.
İbn Ömer, Kaze'a'yı bu
şekilde uğurlamış ve Hz. Peygamberin mücâhidleri bu şekilde uğurladığını ifâde
etmiştir.
Bir hadis-i şerifte
ifâde edildiğine göre, "Azîz ve celîl olan Allah'a bir şey emânet edildiği
zaman o şeyi mutlaka muhafaza eder"[447]. O
emâneti heder olmaktan korur. Ona musallat olan zâlimleri dünyada ve âhirette
cezalandırır.[448]
2601.
...Abdullah el-Hatmî'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) (düşmanla savaşmak
üzere yola çıkan) asker(ler)i uğurlamak istediği zaman; "Sizin dininizi,
emanetlerinizi ve amellerinizin sonuçlarını Allah'a emanet ediyorum” derdi.[449]
Metinde geçen
"emânet" kelimesinden maksat, kişinin yola çıkarken geride emânet
olarak bıraktığı aile fertleri ve mallan olabileceği gibi, yola çıkarken
kendisine bırakılan emânetler de olabilir. Fahr-i kainat efendimizin uğurlamak
istediği kişilerin geride bıraktıkları veya yanlarında taşıdıkları emânetlerin
muhafazasını Allah'dan isterken bu emânetler arasında dinin muhafazasını da
istemesi yolculuğun pek çok meşakkatlerle dolu olması cihetiyle en büyük
emânetlerden biri olan dini sorumlulukların yerine getirilmesi hususunda bir
takım tehlikelerin ve engellerin mevcut olmasından ileri gelmiştir. Bu yüzden
Hz. Peygamber uğurlamak istediği kimselerin dinlerini de iyice muhafaza
edebilmeleri için Allanın onlara yardım etmesini dilerdi.
Bu hadisle ilgili
diğer hususlar bir önceki hadisin şerhinde açıklanmış olduğundan burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[450]
2602. ...Ali
b.Rabia'dan; demiştir ki: Ben Ali (r.a.)'yi binmesi için kendisine bir hayvan
getirildiği sırada gördüm. Ayağını özengiye basınca, "bismillah = Allah'ın
adıyla" dedi; hayvanın sırtına dosdoğru yerleşince de
"Elhamdülillah; Hamd Allah'a mahsustur" dedi. Sonra "Bunu bizim
hizmetimize veren (Allah)'in şanı yücedir, yoksa biz bunu (hizmetimize)
yanaştıramazdik. Biz elbette rabbimize döneceğiz"[451]
(âyetini) okudu. Sonra üç defa "elhamdülillah" sonra üç defa da
"Allahü ekber=Allah en büyüktür" dedi. Sonra da " =Seni her türlü
noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla,
gerçekten, günahtan ancak sen bağışlarsın" diye dua etti ve arkasından
gülümsedi. Bunun üzerine (kendisine)
Ey müminlerin emiri!
Seni güldüren nedir? diye soruldu. (Ö da şöyle) cevap verdi:
Ben Peygamber (s.a.)i
benim yaptığım gibi yaptıktan sonra gülerken gördüm. Bunun üzerine, Ey
Allah'ın Rasulü, seni güldüren nedir? diye sordum. "Şüphe yok ki senin
Rabbin, bir kulunun - günahlan kendisinden başka bir kimsenin affedemeyeceğini
bilerek- (ey Allahım) günahlarımı affet demesinden memnun olur" buyurdu.[452]
Hz. Ali'nin, hayvanına
binerken sırasıyla okuduğu bu duaların tümünü Hz. Peygamberden öğrenmiş ve onun
sünnetine uymak için bu duaları belli bir sıraya ve sayıya göre okumuştur.
Hayvana binerken, Önce besmele çekmiş, sonra üç defa elhamdülillah üç defa da
"Allahu ekber" demiştir. "Elhamdülillah" ve "Allahu
ekber" cümlelerinin üç defa tekrarlanmasmdaki hikmet, bu duaların insanın
içinde bulunduğu üç zamana da yani mazi (geçmiş), hal (şimdiki zaman) ve
istikbal (gelecek zaman)a da şâmil olması içindir. Ya da bu duaların dünya
hayatı, ruhlar alemi ve âhiret hayatına da şâmil olması içindir. Hayvanın
sırtına dosdoğru oturduktan sonra elhamdülillah demekten maksat, Allah'ın
hayvanları veya diğer vasıtaları insanın emrine müsahhar kılmasının büyük bir
nimet olduğunun hatırlanması ve bunun şükrünün lisanen ifasıdır.
Bazılarına göre
elhamdülillah cümlesinin üç defa tekrarlanmasından maksat şudur: Birinci hamd,
Allah'ın hayvanları müsahhar kılmasındandır. İkinci hamd, Allah belalardan
koruduğu içindir. Üçüncüsü de Allanın verdiği diğer nimetlere şükür içindir.
Tekbirin üç defa tekrarlanmasmdaki hikmet ise şudur: Birinci tekbir Allah'ın
zatındaki azamet ve kibriyasına işaret içindir.İkincisi sıfatlarım ta'zim
içindir. Üçüncüsü ise, Allah'ın mekandan ve mekanı istiva etmekten münezzeh
olduğuna işaret içindir. Allah'ın azametini ve nimetlerinin çokluğunu bilen ve
zikreden bir kimsenin bu nimetlerin şükrünü edâ etme hususundaki kusurunu
göreceği gayet tabii olduğundan, sözü geçen duaları "Ben nefsime
zulmettim, beni bağışla" anlamına gelen dualar ta'kib ediyor.
Hz. Ali bu duaları
okuyup bitirdikten sonra kendisine "Ey müminlerin emiri seni güldüren
nedir?" diye sorulması bu hadisenin Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde vukua
geldiğine delalet etmektedir.
Memnun olmak veya
olmamak, hadiselerden müteessir olan aciz varlıklara mahsus hissi haller
olduğundan Allah teâlâ bu gibi hallerden münezzehtir. Binâenaleyh metinde
geçen "memnun olur" kelimesi "Allah ona çok sevab yazar"
anlamına gelir.[453]
2603. ...Abdullah
b.Amr (r.a.) demiştir ki: Rasûlüllah (s.a.) yolculuğa çıktığı zaman gece
oldumu (şöyle) dua ederdi: "Ey arz! Benim Rabbım da senin Rabbın da
Allah'dır. Senin şerrinden, sende olanların şerrinden, sende yaratılanların şerrinden
ve üzerinde gezen yaratıkların şerrinden Allah'a sığının m. Aslan'ın şerrinden»
büyük yılanın şerrinden, yılan ve akreb şerrinden, bu yerde oturan
(yaratıklar)ın şerrinden, doğuran kimselerin ve doğurduklarının şerrinden de
Allah'a sığınırım.”[454]
Her ne kadar hitaba
elverişli olart sadece akıl sahipleri ise de canlı, cansız tüm yaratıklar
Hz.Peygamberin hitabına müsâid ve müsteiddirler. Binaenaleyh Hz. Peygamberin
yere hitabı aynen şuurlu ve akıl sahibi bir yaratığa yapılan hitap gibi hakiki
bir hitaptır. Nitekim Allah teâlâ yere ve göğe hitaben, "Ey arz, suyunu
yut ve ey gök tut" buyurmuştur.[455]
Yerin şerrinden
maksat, insanın orada isyan edip günah işlemesi, yolunu şaşırması, bir takım
zorluklarla ve belâlarla karşılaşması iniş ve çıkışlarda düşüp kalkmasıdır.
Yerde olanların
şerrinden maksat, oranın soğuğu, sıcağı ve iklimin bozukluğudur. Oradaki
yaratılanların şerrinden maksat ise, orada bulunan zararlı böceklerdir.
"el-Esved"
kelimesiyle kasdedilen büyük yılanlar, el-hayye kelimesiyle kasdedilen de tüm
yılan cinsidir. Büyük yılanın şerrinden Allah'a sığınıldıktan sonra ayrıca tüm
yılanların şerrinden de Allah'a sığınılması, hu-sûsdan sonra, umûm'un zikri
kabîlindendir. Nevevî'nin açıklamasına göre metinde geçen, "yerin
sakinleri" kelimesinden maksat, orada yerleşen cinlerdir. Doğurandan
maksat iblis, doğandan maksatda şeytanlardır.
Hattâbî'ye göre beled
kelimesi, üzerinde bina ve ev olsun veya olmasın canlıların, barınağı olan yer
anlamına gelir. Ancak burada üzerinde bina bulunmayan yer anlamında kullanılmıştır.
Çünkü Hz. Peygamber bu duayı yolculuğu esnasında, çölde yapmıştır.
Hadisin zahirine
bakılırsa Hz. Fahr-i kainat efendimiz yolculuğu esnasında güneş batınca bir
yerde konaklasa da konaklamasa da bu duayı okurdu. Muhakkik müfessirlerden
Kurtubî'nin "...Alemler içinde Nuh'a selam var."[456]
ayet-i kerimesinin tefsirinde açıkladığına göre her kim geceleyin bir yerde
konaklar da bu ayet-i kerimeyi okursa o kimseyi yılanlar ve akrepler
sokamazlar.[457]
2604.
...Cabir (r.a.) den; demiştir ki: “Resulullah (s.a.);
“Güneş batınca
yatsının koyu karanlığı çökünceye kadar hayvanlarınızı (dışarı) salmayın.Çünkü
şeytanlar güneş batınca, yatsının karanlığı gidinceye kadar (ortalıkta) fesat
çıkarırlar.”[458]
Ebu Davud dedi ki:
“Fevaşi yeryüzüne daılan her şey demektir.”[459]
Fevaşi: Koyun, keçi,
sığır gibi dört tarafa dağılan hayvanlar ve çocuklar demektir.Faşiye
kelimesinin çoğuludur.
Fahme: Kömür demektir.
Akşamla yatsı arasının karanlığı kömüre
benzediği için Araplar bu vakte fahme ismini vermişlerdir.Yatsı ile sabah
arasında kalan vakte de “as’as” derler.
Bu hadis-i şerif akşam
ile yatsı arasında hayvanları ve çocukları dışarı salmanın doğru olmadığını
çünkü o saatlaede şeytanların fesat çıkarmak üzere ortalıkta kol gezdiklerini,
binaenaleyh şeytanların şerrinden emin olamnın
yolarını bilmeyen çocuklara ve hayvanlara musallat olabilceklerini ifade
etmektedir.İmamı Nevebi’nin açıkladığı gibi şeytanın kapalı bir kabı açabilmesi,
bağlı bir tulumu çözebilmesi, kilitli bir kapıyı açabilmesi bir çocuğa veya
başkasına musallat olabilmesi için ortamın müsaid ve aradığı sebeplerin mevcut
olması gerekir. Ancak o zaman buna muvaffak olabilir. Aksi takdirde hiçbir
yaratığa bir zarar veremez. Nitekim bir hadis-i şerifte açıklandığı üzere
"kul evine girerken besmele çekerse şeytan, -bize bunların yanında
gecelemek yoktur- der” ve oradan uzaklaşıp gider.[460] Bab
başlığından anlaşıldığı üzere her ne kadar Musannif Ebû Dâvud bu hadisten akşam
ile yatsı arasında yolculuk yapmanın mekruh olduğu mânâsım çıkarmışsa da bu
mânâ çok uzak bir ihtimaldir.[461]
2605.
...Ka'b b.Mâlik'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) Perşembe gününün
dışında pek az yolculuğa çıkardı."[462]
Bu hadiste ifade edildiği
üzere Hz. Fahri kâinat efendimiz yolculuğa çıkmak için Perşembe gününü tercih
ederdi. Bu sebeple ekseriyetle yolculuklarını perşembe günleri yapardı. Nitekim
hacca giderken de perşembe günü yola çıkmıştı.[463]
Bu bakımdan yolculuğa
çıkmak için perşembe gününü seçmek sünnet ise de, herhangi bir engelle
karşılaşıldığı takdirde haftanın diğer günlerinde yolculuğa çıkmakta da bir
sakınca yoktur.[464]
2606.
...Sahr el-Gâmidî'nin rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.), "Ey Allahımî
Ümmetim için (gündüzün) erken vakitlerim bereketli kıl." diye dua
etmiştir. (Sahr sözlerine şöyle devam etti: Peygamber) "bir askerî
birliği veya orduyu savaşa gönderdiğinde, onları gündüzün ilk vaktinde
gönderirdi." Sahr ticaretle uğraşan bir adamdı. Ticaret mallarını
gündüzün ilk vakitlerinde gönderirdi. Bu yüzden zenginleşti ve malı çoğaldı.[465]
Ebû Dâvud dedi ki;
"Bu, Sahr b. Vedea'dır"[466]
Hz. Peygamber, erken
saatlerin bereketli olması için dua etmiş. Allahdan, ümmetinin gündüzün erken saatlerinde
yaptıkları
ticâretlerin, yolculukların ve diğer işlerin bereketli olmasını, yine sabahın
erken saatlerinde yapılan ibâdetlerin de feyz ve sevabının diğer vakitlerinde
yapılan ibâdetlere nisbetle daha bol olmasını istemiştir. Günün ilk vaktinden
maksat, fecr-i sadıktan güneşin doğmasına kadar geçen süredir. Fecri takibeden
zamanlar sıra ile şu isimleri alırlar. Sabah, Gâdât, Bükre, Dûhâ, Dahve,
el-Hâcira, Zühr, Revâh, el Mesâû, el-Asr, el-AsîI, el-lşâül-evvel (İlk yatsı)
el-İşâülâhıra (son yatsı). el-Münzirî'ye göre sabahın ilk vaktinden maksat,
fecrin doğması ile güneşin doğması arasında kalan süredir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre, ilim tahsili ile meşgul olan kimselerin ders çalışmaları
için sabahın ilk saatlerini seçmeleri sünnet olduğu gibi, teşbih, i'tikafa
girme, herhangi bir iş yapma, yolculuğa çıkma ve nikah kıyma gibi dini ve
dünyevi işler için de sabahın erken saatlerini seçmek sünnettir.[467]
el-Münzirî'nin
açıklamasına göre bu hadis-i şerifi sahâbe-i kiramdan pek çok kimseler rivayet
etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır. Ali, İbn Abbâs, İbn Mesud, İbn Ömer,
Ebu Hüreyre, Enes b.Mâlik, Abdullah b. Selâm, Nevas b. Semân, İmran b.Husayn,
Câbir b.Abdillah, Büreyde ve Evs b.Abdullah (r.anhum) sahabenin dışında daha
pekçok kişiler de rivayet etmişlerdir.
Aişe (r.a.) dan
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.), "Rızık talebinde sabahleyin
erken davranınız, çünkü sabahın erken vakitleri berekettir ve
muvaffakiyettir." buyurmuştur.
Osman (r.a.) den
rivayet edildiğine göre, Peygamber efendimiz, "sabah uykusu rızka
manîdir” buyurmuştur. Fâtıma bint Muhammed (r.a.) den şöyle dediği rivayet
olunmuştur: "Ben sabahleyin sırtüstü uzanmış yatıyordum. Resûlullah (s.a.)
bana uğrayıp ayağıyla dokunarak, "kızım kalk, Rabbinin rızık taksiminde hazır
bulun, gafillerden olma. Çünkü Allah Teâlâ halkın rızkını fecrin doğmasıyla
güneşin doğması arasında taksim eder" buyurdu.[468]
2607. ...Amr
b.Şuayb'ın dedesi (Abdullah b.Amr) den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.)
(şöyle) buyurdu":
“Tek yolcu şeytandır.
İki yolcu iki şeytandır. Üç (yolcu) ise, cemaattir."[469]
Tek başına yolculuk
yapmak şeytan işidir. Ve şeytanlar insanların da kendileri gibi tek başlarına
yolculuk yapmalarını arzu ederler. Binaenaleyh yalnız başına yolculuk yapmış
olanlar bu halleriyle şeytanların arzusuna uygun bir iş yapmış olurlar.
Yalnız başına yolculuk
yapan kimseler yolda vefat edecek olsa yanında kendisini yıkayıp, kefenleyecek
ve defnedecek bir kimse bulunmayacağı gibi vasiyyetini bildirecek ve yanındaki
malını ailesine iletip, kendisinin vefat haberini onlara verecek bir kimse de
bulunmaz. Bu da şeytanı memnun eder. İki kişinin yolculuğu da buna benzer.
Çünkü bunlardan biri ölse diğeri çok zahmet çeker. Ancak üç kişi bir arada
yolculuğa çıktıkları zaman bunlar bir cemaat oluştururlar. Bunlar her bakımdan
birbirlerine yardımcı olabilirler. Bu sebeple yolculuğa çıkarken sünnet olan,
üçten az kişiyle yola çıkmamaktır. Ayrıca hadîsi şerif, mü'minlerin bir işe
koyulduklarında, yada hayatlarının bir çok noktasında birleşmeleri ve cemaat
olarak hareket etmelerinin gereğine işaret etmektedir. Birleşmenin şeytana
karşı oluşu önemli bir olaydır. Dolayısıyla küfre karşı birlik içinde hareket
etmenin önemi de ayrıca ortaya çıkıyor.[470]
2608. ...Ebu
Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a) "üç kişi
yolculuğa çıktığı zaman içlerinden birini başkan seçsinler" buyurmuştur.[471]
Yolculuğa çıkan bir
topluluk en az üç kişi oldukları zaman aralarında anlaşmazlıkların ve
dolayısıyla bir takım kırgınlıkların çıkmaması için içlerinden birini başkan
seçmeleri müstehabdır. Seçilen bir başkan sayesinde, ihtilaf ve kırgınlıkların
ortaya çıkması önlenmiş olur.
Bu hadis, yolculuğa
çıkan kişilerin en az üç kişi olmaları halinde birini başkan seçmelerinin
müstehab olduğuna delâlet ettiği gibi, iki kişinin aralarında bulunan bir
anlaşmazlığı halletmek üzere bir kimseyi hakem ta'yin etmeleri halinde o
kimsenin hakka uygun olarak vereceği karara uymaları gerektiğine de delâlet
etmektedir.[472]
2609. ...Ebû
Hüreyre (r.a.) den rivayet olunduğuna göre Rasû-lullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Bir yolculukta (en az) üç kişi bulunduğu zaman (içlerinden)
birini başkan seçsinler" (Bu hadisin râ-vîlerinden) Nâfi' dedi ki: Bunun
üzerine biz de Ebû Seleme'ye "sen bizim başkanımizsın' dedik [473]
Fahr-i kainat,
yolculuğa çıkan kimselerin en az üç kişi olmalarım tavsiye edince içlerinde
Nafi' ile Ebû Seleme'nin de bulunduğu bir cemaat yolculukları esnasında, Hz.
Peygamberin bu emrine uyarak Hz. Ebü Seleme'yi başkan seçmişlerdir.
Bilindiği gibi Nâfi’
(r.a.) hazretleri Ebu Abdullah künyesiyle anılan ve Hz. Ömer b. el-Hattâb'm
hürriyetine kavuşturduğu bir tabiîdir.
Ebû Seleme ise Abdurrahman
b.Avf hazretlerinin oğludur. Bu hadis ve konuyla ilgili diğer hadislerden
anlaşıldığına göre, sefere çıkma ve benzeri hareketlerde (cihad, şeytani
birliklere karşı birleşme gibi) mü'minlerin hem cemaat oluşturmaları, hem de
aralarında bir başkan seçerek gerek yol ve strateji tayininde gerekse
hayatlarının diğer noktalarında Allah ve Râsulünün ahkâmına uygun karar verme
olayında idarî bir yapıya kavuşmaları istenmektedir. Yolculukta böyle olursa
Hazarda nasıl olması gerektiği gayet açıktır.[474]
2610. ...Abdullah
b. Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûllullah (s.a.) Kur'anla birlikte
düşman ülkesine yolculuk yapmayı yasakladı."[475]
(Bu hadisin
râvilerinden) Mâlik dedi ki, öyle zannediyorum ki (yasaklama) düşmanın Kur'ânı
ele geçirmesi korkusundandır."[476]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre hadisin sonunda bulunan "bu (yasaklama), düşmanın
Kuran’ı ele geçirmesi
korkusundandır."
Cümlesinin Hz. Peygambere mi yoksa râvilerden birine mi ait olduğu meselesi
Hadis uleması arasında ihtilaflıdır. Bu sebeple bazıları bu sözü Hz. Peygambere
ait bir sözmüş gibi rivayet ederken bazıları da İmam Mâlik'e ait bir sözmüş
gibi rivayet etmişlerdir. Aslında bu söz imam Malik'in bu hadisle ilgili bir
açıklamasından ibarettir.
İbn Abdilberr'in
açıklamasına göre yanında mushaf bulunan bir kimsenin, düşmana yenilmesinden
korkulan küçük bir cemaat içerisinde düşman ülkesine seyahat etmesinin caiz
olmadığında tüm fıkıh uleması ittifak etmişlerdir. Ancak düşmana galip
geleceğinden emin olunan bir askeri birlik içerisinde bulunan bir kimsenin
yanındaki mushafla düşman ülkesine girip girmemesi meselesi ulema arasında
ihtilaflıdır. İmam Malik bunu da caiz görmemiştir. İmam Ebû Hanife'ye göre
düşmana galib geleceğinden emin olunan bir askeri birlik içerisinde bulunan
bir kimsenin yanındaki mushafla düşman ülkesine girmesinde bir sakınca yoksa
da, düşmana yenileceğinden korkulan küçük askeri birlikler içerisinde bulunan
bir kimsenin mushafla düşman ülkesine girmesi caiz değildir. İmam Şafiî'ye
göre ise, düşmana yenilme korkusu bulunsa da bulunmasa da, düşman ülkesine
mushafla girmek tahrimen mekruhtur.
Bu yasağın sebebi
mushafın kafirlerin eline geçmesi ve kafirlerin de ona hakaret etme fırsatını
bulmaları tehlikesidir. Mushafa hakaret edilmesine imkan verilmesinin haram
olduğunda ise, ihtilaf yoktur.
Bu sebeple bu hadis-i
Şerifin, kafire mushaf satmanın haram olduğuna delâlet ettiğine hükmedildiği
gibi,kafireKur'an öğretmenin caiz olmadığına hükmedenler de olmuştur. Nitekim
İmam Malik kâfire Kur'an öğretmenin caiz olmadığına hükmetmiştir. İmam Ebu
Hanife'ye göre ise, kafire Kur'an öğretmek 'kayıtsız şartsız caizdir. İmam
Şafii'den bu görüşlerin ikisi de rivayet edilmiştir.
Mâlikîlerden bazıları
"Kâfirlere delil gösterebilmek için Kur'an'ın bazı âyetlerini onlara
Öğretmekte herhangi bir sakınca yoksa da kâfirlere Kur'an âyetlerinin bundan
fazlasını öğretmek caiz olmaz." demişlerdir. Nitekim Hz. Peygamberin
İslama davet için Kur'an-ı Kerim'in bazı âyetlerini Herakliyus'e göndermiş
olması da bu görüşü teyid etmektedir.
İmam Nevevi'nin
açıklamasına göre "kâfirlere içerisinde âyet bulunan bir mektup yazıp
göndermenin caiz olduğunda ulema ittifak etmişlerdir. Fıkıh kitapları gibi
içinde âyet ve hadis bulunan kitapları düşman ülkesine sokmanın caiz olmadığını
söyleyenler olduğu gibi, içerisinde âyet ve hadis bulunmayan ilmi eserleri
düşman ülkelerine sokmanın bile caiz olmadığını söyleyenler de vardır.[477]
2611. ...İbn
Abbas (r.a.) dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"(Yolculukta)
Arkadaşlarının (sayı bakımından) en hayırlısı dört (kişilik), serîyyelerin en
hayırlısı (en az) dört yüz (kişilik), orduların en hayırlısı da (en az) dört
bin (kişilik) olanıdır ve oniki bin (kişilik bir kuvvet) azınlıktan dolayı
yenilmez.”[479]
Ebû Dâvud dedi ki:
"doğrusu bu hadis mürsel'dir."[480]
Sahabe: Arkadaş
anlamına gelen "sahib" kelimesinin çoğuludur. «Fâiıün» vezninde olup
da çoğulu "feâle" vezninde gelen sadece bu kelime vardır.
Seriyye: Dörtten veya
yüzden dörtyüze kadar olan askeri müfrezeye verilen addır. "Ya geceleyin
yürüyüş demek olan "sery"den veya "nefis şey" demek olan “seriy"den,
yahut müntehab (seçkin) mânâsına olan "iştira" den geldiği ifade
edilen seriyye hakkında Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu'nda
(III.350) de şu tafsilat vardır: "Seriyyeleri teşkil eden erler, ekseri
geceleri yürüyüp, gündüzleri saklandıkları veya bahadır, güzide efrad
seçildikleri için bu nâmı almışlardır.” Seriyyenin cem'i serayadır.[481]
Askeri birliklerin
sayılarına göre aldıkları isimler şunlardır.
1. Sayı
bakımından en az olan askeri birliğe "ceride” ismi verilir. Özel olarak
teşkil edildiği ve bu haliyle diğer birliklerden tecrid edildiği için bu ismi
almıştır.
2. "Seriyye"
elli kişiden dörtyüz kişiye kadar olan birliklerdir.
3. "Ketîbe"
yüz kişiden bin kişiye kadar olan birliklere denir.
4. "Ceyş"
ise, bin kişiden dörtbin kişiye kadar olan askeri birliklere verilen isimdir.
Bu sayıdaki birliklere "el-felik" ve "el-cühfül" isimleri
de verilir.
5. "el-Hamîs"
kelimesi ise, sayıları dörtbinden onikibine kadar olan askerî birlikler için
kullanılır. Asker kelimesi ise, bu birliklerin hepsini içine alır. Ancak Hanefi
uleması "ceyş" ve "seriyye" kelimelerinin hangi askerî
birlikler için kullanıldığı meselesinde ihtilaf etmişlerdir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte en hayırlı olan yolculuğun en az dört kişiyle yapılan
yolculuk olduğu ifâde edilmektedir. Bu mevzuda imâm Gazâlî hazretleri şunları
söylüyor: "Yolculuğa çıkan'bir kimse yanından ayrılmayacak bir kimseye
kesinlikle muhtaç olduğu gibi, kafilenin ihtiyaçları için çaba sarfedecek
ikinci bir arkadaşa daha ihtiyacı vardır. Eğer yola üç kişiyle çıkılacak
olursa, kafilenin ihtiyaçlarıyla meşgul olan kimse yalnız kalmaya mahkumdur.
Dolayısıyla kafilenin ihtiyaçları için çaba sarfeden kimse yalnızlığın verdiği
can sıkıntısından kurtulamaz. Eğer yolculardan ikisi kafilenin ihtiyaçları
peşinde koşacak olsa, bu sefer eşyaların başında bekleyen kimse yalnız kalır.
Bu bakımdan yolculuğun sıkıntısız geçmesi için yolcu sayısının en az dört kişi
olması gerekir.[482]
Dörtten fazlasına ise ihtiyaç yoktur.
Evet korkulardan emin
olmak için arkadaşların çokluğuna ihtiyaç vardır. Fakat dört olmaları umûmi
arkadaşlık için değil, hususi arkadaşlık içindir.[483]
Tîbî'nin açıklamasına
göre, bu hadis-i şerifte yolcular için tavsiye edilen sayılarda hâkim olan
dört rakamıdır. Şöyle ki seriyyeler için tavsiye edilen dört yüz sayısı aslında
yüz sayısının dört katı olduğu gibi ordular için tavsiye edilen dört bin sayısı
da bu sayının dört katından ibarettir. Binaenaleyh bu sayıyla işaret edilmek
istenen, bu binanın ayakta durması için dört rükün üzerine oturması gerektiği
gibi, bir askeri birliğin de dört başı mamur bir şekilde takviye ve teçhiz
edilmesinin önemi ve gereğidir.
Yine bu hadis-i
şerifte on iki bin kişiden oluşan bir askeri birliğin az sayılamayacağı, şayet
bu kuvvet mağlub edilecek olursa bu mağlubiyetin, kuvvetin azlığına değil; iyi
teçhiz edilmemiş veya iyi sevk ve idare edilmemiş, ya da gurura düşüp, Allah'a
olan güvenini kaybetmiş olmasına bağlanması gerektiği ifâde buyurulmuştur.
Nitekim Huneyn savaşında müslümanlar on iki bin kişilik kuvvetlerine
güvenmeleri sebebiyle mağlup olmuşlardır. Allah Teâlâ "Andolsun Allah
size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz
sizi böbürlendirmiş ti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı."[484]
buyurarak bu gerçeği kendilerine bildirdi.
Binaenaleyh, on iki
bin kişilik müslüman bir kuvvet üçe bölünüp dörder bin kişilik kuvvetler
halinde ordusunun kalbine sağ ve sol cenahlarına yerleştirildikten sonra şayet
yenilecek olursa, bu mağlubiyeti, askerin sayıca azlığında değil başka
sebeplerde aramak gerekir.
Ulema bu hadisi delîl
göstererek müslümanların kuvvetleri on iki bine ulaşınca düşman kuvvetlerinin
çokluğu gerekçesiyle cepheyi terketmelerinin haram olduğunu söylemişlerdir.
Kurtubi de ilim adamlarının büyük çoğunluğunun bu görüşte olduklarını ifade
etmiştir.[485]
2612. ...Süleyman
b. Büreyde babası (Büreyde) den; şöyle demiştir: Rasûlullah bir seriyyenin
yahut da bir ordunun başına bir kumandan gönderdiği zaman ona kendi nefsi
hakkında Allah'dan korkmayı, (yine ona) yanında bulunan müslümanlar hakkında
hayrı tavsiye eder ve (şöyle) buyururdu:
"Müşriklerden
olan düşman(lar)ınla karşılaştığınız zaman, onları şu üç yoldan birine
çağırınız. Bunlardan hangisinde sana icabet ederlerse onu kabul et ve
kendilerini bırak. Onlan (önce) İslam'a çağır, eğer icabet ederlerse (bunu)
onlardan kabul et ve kendilerini (serbest) bırak. Sonra onları kendi
ülkelerinden muhacirlerin ülkesine göçe davet et ve bunu yaptıktan takdirde,
muhacirler için (tanınmış) olan (haklar)ın onlar için de (tanınacağını) muhacirlerin
üzerine (getirilmiş) olan (yükümlülükler)in onların hakkında da (geçerli) olduğunu
kendilerine bildir. Eğer (bunu) kabule yanaşmazlar da kendi yurtlarını tercih
ederlerse, onlara müslüman bedeviler gibi olacaklarını, kendilerine Allah'ın
mü'm inler üzerine cereyan eden hükmünün uygulanacağını, müslümanlarla
birlikte cihad etmeleri dışında haraç ve ganimetten hiçbir hisselerinin
olmayacağım kendilerine bildir. Eğer İslâmı kabul etmezlerse onlan cizye
vermeye çağır. Eğer buna yanaşırlarsa (bunu) onlardan kabul ve kendilerini
(serbest) bırak. Eğer kabul etmezlerse artık Alan'dan yardım dileyip onlarla
savaş, eğer bir kale halkını kuşattığında senden kendilerine, Allah'ın hükmünü
uygulamanı isterlerse (bunu) onlara uygulama. Çünkü siz Allah'ın onlar
hakkındaki hükmünün ne olduğunu bilemezsiniz. Yalnız onlara kendi hükmünüzü
uygulayınız. Sonra onlar hakkında dilediğiniz hükmü veriniz.”
Süfyân dedi ki: Alkame
(şöyle) dedi: "Beii bu hadisi Mukâtil b. Hayyan'a naklettim de (bu hadisi)
bana Müslim rivayet etti, diye karşılık verdi.
Ebû Dâvûd dedi ki;
(Müslim) îbn Heyzam'dır. Nu'man b. Mu-karrir'den (naklen) Peygamber (s.a)'den
Süleyman b. Büreyde'nin hadisinin bir benzerini (rivayet) etmiştir.[486]
Cizye "ceza"
kökünden türemiş bir kelimedir. Gayr-i müslimnlerden fert başına alınan bir
vergi anlamında kullanılır.
Cizye ile haraç
arasındaki temelli farkların en önemlisi şudur: Haraç, arazi ve tarım
mahsulleri vergisidir. Cizye ise, fert başına alınan bir vergidir. Nitekim
2951 ve 3081 numaralı hadislerin şerhinde açıklanacaktır. İn-şallahü Teâlâ.
Bu hadis-i şerif,
devlet başkanının bir gazaya ordu gönderirken, ordu kumandanına Allah'dan
korkmasını ve beraberindeki mü'minlere de hayır murad etmesini tavsiye etmesi
gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü Müslüman, toprak işgali veya maddi çıkar
için cihâd etmez. Cihâdın anahattını, İslâm davası ye küfre karşı mücadele
teşkil eder. Dolayısıyla, ordu kumandanına Allah'tan korkmasını tavsiye bu
sebepledir.
Fahr-i kainat
efendimiz, devlet reisinin, ordu kumandanının şahsıyla ilgili olarak Allah'dan
korkmasını tavsiye ederken yine ona emrindeki mü-cahidlerle ilgili olarak hayır
tavsiye etmesi ordu kumandanının, karşılaştığı tüm meselelerde, başkalarına
karşı ise kolaylık göstermesi gerektiğine ve dolayısıyla
"Kolaylaştırınız, zorlaştır m ayınız; müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz" anlamındaki hadis-i şerife bir işarettir.
Yine mevzumuzu teşkil
eden bu Ebû Dâvud hadisinde ordu kumandanının harpten önce müşrikleri şu üç
yoldan birine davet etmesinin lüzumu ifâde ediliyor:
1. İslâm'a
davet; bu davet aslında İslâmiyet'in varlığından haberi olmayan düşmanlar için
gereklidir. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre bu davet farzdır. Bu davet
yapılmadan öldürülen o düşmanların diyetini ödemek borç olur. Daha önce İslâm
kendilerine teklif edildiği halde kabule yanaşmayanlar için harp sahasında yeni
bir davet mecburiyeti yoksa da, İslâm tarihinde bütün uygulamalarda bunların da
harp başlamadan önce İslama davet edildikleri görülmektedir.[487]
İmam Malik bu durumda
olan kimseleri İslama davet etmeden onlarla savaşmanın caiz olmadığını
söylemişse de, İmam Sevri ile ashab-ı rey, İmam Şafiî, Ahmed b.Hanbel ve İshak
b.Rahûye caiz olacağını savunmuşlardır. İmam Şafii İbnıTl-Hukaykın İslâm'a
davet edilmeden öldürülmesini bu görüşüne
delil olarak göstermiştir.
2. İslâm
ülkesine göç etmeye çağırmak: Aslında bu madde birinci maddeye bağlıdır".
Şöyle ki bilindiği gibi Mekke'nin fethinden önce küfür ülkesinde bulunan
kimselerin o zamanki tek islâm ülkesi olan Medine'ye göç etmeleri farzdı. Hatta
Medine'ye göç etmek İslâmın rükünlerinden sayılıyordu. Fakat Mekke'nin
fethinden sonra bu hüküm neshedildi.
Birinci daveti kabul
ettikleri takdirde kendilerine savaş açmaktan vazgeçilir. Fakat kendilerinden
İslâmın bir emri olarak Medine'ye göç etmeleri istenir ve Medine'ye göç
ettikleri takdirde Medine muhacirlerinin sahip oldukları bütün haklara sahip
olacakları, bu hakların karşılığında onların tüm mükellefiyetleriyle de
mükellef olacakları hatırlatılacaktır. Hattâbî'-nin beyanına göre, bu
mükellefiyetten maksat cihaddır. Çünkü muhacirler savaşa çağırıldıkları zaman
katılmak mecburiyetinde idiler. Medineli müs-lümanlarsa, mücâhidlerin sayısı
yeterli olduğu sürece savaşa katılmak mecburiyetinde değillerdi. Katılırlarsa
ganimetlerden pay alırlardı, katılmaz-larsa alamazlardı. Katılmadıkları için
günahkar sayılmazlar ve ayıplan-mazlardı.
Bu ikinci teklifi
kabul etmedikleri takdirde ise, Medineli yerli müslü-manlar araplar gibi
sayılacaktan, yani sadece iştirak etmiş oldukları ci-haddan pay alabileceklerini
"savaşmadan müslümanların düşmanlardan ele geçirdikleri mal" anlamına
gelen Fey'den pay almanın sadece Medine'ye göç eden muhacirlere ait özel bir
hak olduğu kendilerine hatırlatılacaktır. Nitekim bu hadisi kendisine delil
alan İmam Şafiî'nin görüşü de budur. Diğer imamlara göre hadisin bu hükmü
neshedümiştir. Avnu'I-ma'bud yazarının açıklamasına göre îslâmı kabul edip te
Medineye göçetmekten kaçınan kimselere ayrıca namaz, oruç, zekat ve hacla
mükellef oldukları, suç işledikleri takdirde islam kanunlarına göre
cezalandırılacakları da hatırlatılır.
3. Cizye
istemek: Birinci ve ikinci davetlerin her ikisini birden reddeden düşmanlara
cizye vermeleri teklif edilir. Cizye vermeyi kabul etmeleri halinde yine
kendilerine savaş açmaktan vazgeçilir. Fakat cizye vermeyi de reddetmeleri
halinde kendilerine savaş açılır.
Bu hadis-i şerif her
kâfirden mutlak surette vergi alınacağına delildir. Bu babda arap olanlarla
olmayanlar arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü hadiste geçen düşman sözü,
kâfirlerin Arap olanına da acem olanına da şâmil olan genel bir sözdür. İmam
Mâlik ile İmam el-EvzâTnin görüşü budur. Hanefilere göre ise, cizye arap olsun,
acem olsun ehl-i kitap denilen hristiyanlarla yahudilerden ve mecusilerle acem
putperestlerinden alınır. Arap putperestleriyle mürtedlerden alınmaz. Bunlar
ya müslüman olur, yahut kılıçtan geçirilir. Kadın, çocuk ve sakatlara da cizye
yoktur. İmam Şafiî'ye göre ise, cizye denilen vergi arap olsun acem olsun
yalnız ehl-i kitap ile mecûsilerden alınır. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri ehl-i
kitabı zikrettikten sonra "ta cizyeyi verinceye kadar"[488]
buyurmuştur. Hz. Peygamber de, "Onlara karşı ehl-i kitap muamelesi yapın.”
buyurmaktadır.
Bunlardan geriye kalanlar,
"Onlarla muharebe edin, ta ki fitne olmasın"[489] ve
"Müşriklerle bulduğunuz yerde harbedin"[490]
âyet-i kerimelerinin umûmuna dahildirler.
Şâfiîler mevzumuzu
teşkil eden hadis hakkında; "Bu hadis Mekkenin fethinden önce vârid
olmuştur. Ayetler îse, hicretten sonra nazil oldu. Binaenaleyh, Büreyde hadisi
ya mensuhtur, yahut ondan murâd ehl-i kitap olan düşmanlardır" diyerek
hadisle istidlalden özür beyan etmişlerdir. Hadis-i şerifte kâfirleri Allah'ın
hükmüne arzetmek de nehy buyrulmakta ve bu nehyin sebebi izah edilirken
"Çünkü sen onlar hakkında Allah'ın hükmüne isabet edip etmediğini
bilemezsin." denilmektedir. İslâm kumandanından onlar hakkında kendi
içtihadı ile hüküm vermesi isteniyor. Bu da gösterir ki ictihadî meselelerde
hak birdir ama her müctehid hakka isabet edemez.[491]
2613.
...Süleyman b. Büreyde'nin babasından rivayet olunduğuna göre Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın ismiyle
Allah yolunda ve Allah'ı inkar eden(ler)le savaşınız ve ahdinizi bozmadan,
(ganimetlere) hıyanet etmeden, müsle yapmadan çocuk(ları) öldürmeden
savaşınız."[492]
Bu hadis-i şerif bir
önceki hadisin tamamlayıcısı durumundadır.
Bir önceki hadis-i
şerifteki tavsiyelere uyarak düşmana önce müslüman olması ve Medine'ye göç
etmesi teklif edildikten sonra bu teklifleri reddetmesi halinde son olarak
cizye vermesi teklif edilir. Onu da reddedecek olursa o zaman Allah'dan yardım
dileyerek savaş açılır. Ancak bu savaşta diğer milletlerin düşmana reva
gördükleri vahşiyane tecavüzlere ve tahribata asla izin verilmemiştir. Bu
savaşta esas olan "Sizinle muharebe edenlerle Allah yolunda sizde
mukatele edin (lakin) haddi aşmayın (yani adalet, insaf ve hakkaniyet hududunu
aşıp da zulme koyulmayın) muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez."[493]
âyeti kerimesidir.
Harbe,
"bismillah" deyip Allah'ın yardımı istenerek başlanır ve harp sadece
Allah'ın dinini yüceltmek gayesiyle, Allah'ı inkar eden kafirlere karşı
yapılır. Bu savaşta düşmana karşı verilen sözler yerine getirilir, onlara
verilen ahdlere riâyet edilir. Çünkü mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
görüldüğü gibi bütün bu esasları bizzat Allah'ın Rasûlü tesbit etmiş ve
ümmetine bu esaslara uymalarını emir buyurmuştur. Ayrıca harpten elde edilen
ganimetlere ihanet edilemez. Rasûlü zişan efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde
de bu manayı şöyle ifâde ediyor; "Ganimete hıyanet etmeyin, zira hıyanet
bir ateştir, hem sahiplerine dünyada ve ahirette bir ardır."[494]
Yine mevzumuzu teşkil
eden bu hadisi şerifte müsle ve çocukları Öldürmek yasaklanmıştır. Bilindiği
gibi Müsle, başkalarına ibret olmak için burnunu, kulağını vesair bazı uzuvlarını
kesmek, gözlerini oyarak kendisini çirkin bir şekle sokarak düşmanı
cezalandırmaktır.[495] Bu
islâmiyette yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamberin ilk halifesi Hz. Ebû
Bekir'in Suriye'ye müteveccihen gönderdiği orduya verdiği talimat şu
mealdedir: "Daima, Allah'ın nazargâhında ve ölüme iriaruz bir halde
bulunduğunuzu der hatır ve
tezekkür ediniz ve
kıyamet gününün hesap
günü olduğunu
işlediğinizin hesabını
vereceğinizi unutmayınız... Allah yolunda dövüştüğünüz zaman erkekçe, mertçe
davranın, düşmana sırtınızı çevirmeyin; zaferinizi kadın, çocuk, ihtiyar
kanıyla kirletmeyin. Hurma ağaçlarını kesmeyin. Buğday tarlalarını tahrip
etmeyin, yemiş veren ağaçları devirmeyin. Açlığınızı gidermek için zaruret
hasıl olmadıkça koyun, inek, deve gibi hayvanları kesmeyin. Söz verdiğiniz
vakit, ahdinizin şartlarını ifâda mütekayyıt olun. Yolunuzda ilerledikçe bir
takım keşişlere rastgeleceksiniz. Ki, manastırlarda yaşarlar ve inziva halinde
Allah'a ibâdetle iştigal ederler, onları kendi hallerinde bırakın ve
manastırlarını yakmayın..” Hz. Ebu Bekir'e halef olan Hz. Ömer'in de talimatı
şu mealdedir: "Kimseye taaddi ve zulüm etmeyin, zira Hak Teâlâ mu'tedleri
ve zalimleri sevmez; savaşta korkak olmayın; kuvvetinizi gaddarlık suretinde
kullanmayın; muzaffer olduğunuzda haddi aşmayın, insafa ve adalete aykırı davranmayın;
ihtiyarlan, çocukları, kadınları öldürmeyin ve atlı çarpışmalarda veya süvari
akınlarında onları telef etmekten sakının."[496]
2614. ...Enes
b. Malik (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın ismiyle
Allah için ve Allah Resulünün dininde (sebat ederek) savaşa çıkınız, aciz
kalmış ihtiyarlan, buluğ çağına ermemiş çocukları ve kadınları öldürmeyin,
ganimete ihanet etmeyin ganimetlerinizi toplayınız, (halinizi) düzeltiniz,
ihsan ile muamele ediniz.Çünkü Allah ihsan edenleri sever."[497]
Cihaddan maksad
Allah'ın ismini yaymak ve yüceltmek ve buna mani olan güçlerle savaşmaktır. Bu
hikmete bağlı olarak Hz. Peygamber, cihada giden askerî birliğe ve onun kumandanına
cihadın gayesini hatırlatmak için önce savaşa Allah'ı anarak, ismini zikretmek
suretiyle ondan yardım dileyerek ve sadece onun dinini yüceltmek için savaşa
çıkmalarını ve her zaman olduğu gibi savaş süresince Allah'ın ve Rasûlünün
yolundan ayrılmamalan emretmiştir. Özellikle muharip sımfdan olmayan âciz
ihtiyarlarla, daha ergenlik çağına gelmemiş çocukları ve. kadınları
öldürmemelerini ganimet mallarından hisselerine düşenle yetinip hırsızlık
yoluna gitmemelerini, hal ve davranışlarını ıslah edip müslüman kardeşleriyle
ve kâfirlerle olan münâsebetlerinde ihsandan ayrılmamalarını hatırlatmıştır.
Hadis sarihlerinin
ifadelerinden anlaşıldığına göre harpte öldürülmeleri yasaklanan ihtiyarlardan
maksat, savaşa gücü yetmediği gibi düşman kuvvetlerinin cesaretini artırmak
için dellalhk yapmaya ve feryadu figan etmeye, harp hilelerini icraya gücü
yetmeyen ve düşman kuvvetlerine akıl ve tedbir öğretenlerden olmayan
İhtiyarlardır. Fakat bu hususlara gücü yeten ihtiyarlar da diğer muharipler
gibi öldürülürler. Çünkü bu özellikteki ihtiyarlar feryat ve figanlanyla
düşmanları müslümanlar üzerine kışkırttıkları ve müslümanların işlerini
zorlaştırdıkları için muhâribler sınıfından sayılırlar. Nitekim Hz. Peygamber
de yüzyirmi yaşındaki bir rivayete göre, yüzaltmış yaşındaki Düreyd b.
es-Sâmme'yi düşmana akıl hocalığı yaptığından dolayı öldürmüştür. İmam Şârânî
el-Mizanü'1-kübra'da mezheb imamlarının dördünün de bu görüşte olduklarını
söylemiştir. Ancak İmam Şafii'nin benimsenen görüşüne göre ihtiyarlar her
bakımdan aciz de olsalar harpte öldürülürler.
Metinde geçen,
" = küçük" kelimesi, " =
çocuk" kelimesinden bedel veya atf-ı beyândır. Bu bakımdan biz
"tıflen vela sağiran" kelimelerini "buluğ çağına ermeyen
çocuk" diye tercüme ettik. Bu ifâdeye göre harpte erginlik çağına gelmeyen
çocukları öldürmekde yasaklanmıştır. Çünkü erginlik çağına gelmeyen çocuklar
muharipler sınıfına dahil değildir. Fakat çocuğun bizzat harbe iştirak etmesi
ya da hükümdar olması halinde düşman kuvvetlerinin önemli ölçüde işlerine
yarar. Bu bakımdan İslam uleması harbe iştirak eden veya düşman kuvvetlerine
başkanlık eden bir çocuğun harpte öldürülebileceğine hükmetmişlerdir.
Bu mevzuda Hattâbî
şunları söylüyor:
"Harpte
kadınların, çocukların öldürülmesinin yasaklanmasını iki şekilde anlamak
mümkündür:
1. Bunları
esir aldıktan sonra öldürmek yasaktır,
2. Esir
almadan önce de esir aldıktan sonra da öldürmek yasaktır.
Öldürülmeleri
yasaklanan çocuk ve kadınlardan maksat, savaşan düşman kuvvetlerinin içine
katılmayan, çocuklar ve kadınlardır. Fakat düşman muhariplerinin arasında
bulunurlar da bunları muhariplerden ayırmak mümkün olmaz ve onları öldürmeden
düşman kuvvetlerini imha etmek mümkün olmazsa o zaman çocuklarla kadınlar da
öldürülür. Düşman kuvvetleri arasında savaşmadıkça kadını öldürmek caiz
değildir. Fıkıh ulemasının çoğunluğu bu görüştedirler. İmam Şafii'ye göre
savaşmaya gücü yeten çocukları öldürmek caizdir. el-Evzai ile İmam Ahmed de bu
görüştedirler. Harbe katılmayan rahiplerin öldürülüp öldürülmeyeceği konusu ulema
arasında ihtilaflıdır. İmam Mâlik ile rey ehline göre onları öldürmek caiz
değildir. İmam Şafii ise, müslümanlığı ya da cizye vermeyi kabul etmemeleri
halinde öldürülürler. Rey ehline göre düşkün ve âciz ihtiyarları öldürmek caiz
olmadığı gibi kör ve kötürümleri öldürmek de caiz değildir. İmam Şâfiiye göre
ise, bunların hepsi öldürülebilir.
Peygamber Efendimiz bu
hadisinde ayrıca düşmanlara karşı da ihsanla muamele etmeyi emir buyurmuştur.
Bilindiği gibi ihsan, iyilik etme, yapılması uygun olan bir hayrı yapma
demektir. İhsan adaletten daha üstündür. Harpte düşmana karşı yapılacak ihsan,
onları kulaklarını burunlarını keserek Öldürmekten ve sebepsiz yere ekili ve
dikili arazilerini tahrib etmekten kaçınmakla ve benzeri davranışlarla olur.[498]
2615. ...İbn
Ömer (r.a.)den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) Nadîr oğullarının
hurmalarını yaktırmış ve kestirmiştir. (Bu hurmalık) Büveyre (diye anılan
yer)dir. Bunun üzerine Azız ve Celîl olan Allah, "hurma ağaçlarından
herhangi bir şeyi kesmeniz, yahut kökleri üzerinde bırakmanız (hep) Allah'ın
izniyledir ve (bu izin, yahudilerin antlaşmalarını bozmaları nedeniyle)
Fâsıkları alçalması (ve kahretmesi) içindir."[499] (ayet-i
kerimesini) indirmiştir.[500]
Şafii ulemâsından imam
Nevevi'nin açıklamasına göre bu hadis,
harpte kâfirlerin yaş ağaçlarını kesmenin ve yakmanın caiz olduğuna delâlet
eder. Abdurrahman b. el-Kasım, îbn Ömer'in azatlı kölesi Nâfi, Mâlik, Sevri,
Ebu Hanife, Şafii, Ahmed, İshak ve ulemanın büyük çoğunluğu bu hadisle amel
etmişlerdir. Ebu Bekr es-Sıddık, el-Leys b. Sa'd, Ebu Sevr ve el-Evzaî ise,
bunun caiz olmadığı görüşündedirler.
Hz. Peygamberin Benî
Nadîr denilen yahudilerin hurmalıklarını yaktırması hadisesi Uhut savaşından
sonra müslümanlarla, Benî Nadîr arasında olan savaşta olmuştur. Bu hadiseyi
gören ya da duyan müşrikler Hz. Peygambere, "Sen yer yüzünde fesat
çıkmasını yasak ediyorsun. Bir de ağaçları kesmek ve yakmak ne oluyor?'* diye
itiraz bile etmişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ yukarıda tercümesini
sunduğumuz ayet-i kerimeyi indirdi ve harpte düşmanın mallarını yakıp yıkmanın
caiz olduğunu açıkladı. Ancak ulemanın açıklamasına göre düşmanın mallarım
yakıp yıkmanın caiz olması için, bu yakıp yıkmanın müslümanlara bir menfaat
sağlaması gerekir. Bu mevzuda Hattâbî de şunları söylemiştir: "Hz. Peygamberin
Nadîr oğullarının hurmalarını yakıp yıkmasını ulema çeşitli şekillerde tefsir
etmişlerdir. Ağaç kesmenin mekruh olduğu görüşünde olan kimselere göre Hz.
Peygamberin bu hurmaları yakması, hurmalar düşman askerleriyle müslümanların
arasında bulunduğu ve müslümanlarm düşmanları görmesine engel teşkil ettiği
için Hz. Peygamber onların kesilmesini istemiştir. Yoksa bu ağaçların
kesilmesine izin vermezdi. Delilleri ise, Hz. Ebu Bekr'in düşman elinde bulunan
Şam arazisindeki ağaçların kesilmesine izin vermemesidir. el-Evzâî'den diğer
bir kavle ve İmam Malİk'e göre düşman diyarındaki ağaçları yakıp yıkmak caiz
olduğu gibi oradaki evleri tahribetmek de caizdir. Rey taraftarlarına göre de
caizdir. İshak b. Rahûye de bu görüştedir. İmam Ahmed ise, ihtiyaç duyulmadıkça
düşmana ait olan mamur yerleri harabetmenin tahrimen mekruh olduğunu
söylemiştir.
İmam Şafii'ye göre Hz.
Ebu Bekr'in Suriye'yi fethe giden müslüman fâtihlere kesilmesini yasakladığı
hurma ağaçlarından maksadın meyveli hurma ağaçları olması ihtimali vardır.
Çünkü Hz. Ebu Bekr oraların müslü-manların eline geçeceğini Hz. Peygamberden
işitmiş ve dolayısıyla bu meyveli ağaçların olduğu gibi kalmasmı istemiş
olabilir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre ayet-i kerimede harpte kesilmesine Allah'ın izin verdiğinden
bahsedilen "lîne" kelimesinden maksad, acve denilen en üstün hurma
cinsinin dışındaki bütün hurma çeşitleridir. Bazılarına göre hurma
kütükleridir. Bu kelimeyle tüm hurma ağaçlarının kasdedilmiş olduğunu
söyleyenler bulunduğu gibi tüm ağaç cinslerinin kasde-dildiğini söyleyenler de
vardır. Medine'de 120 çeşit hurma ağacı olduğu söylenir.[501]
2616.
...Üsâme (r.a.)'nin haber verdiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
(vefatından önce) sabahleyin (erkenden) Übna'ya baskın yap ve yak" diye
kendisine vasiyet etmiş.[502]
"Übna"
Filistin'de Askalân ile Remle arasında bugün “Yükna” diye anûan bir yerdir.
Hz. Peygamber
vefatından önce buranın halkı üzerine sabahleyin şafak sökerken baskın yapması
için Hz. Usâme'ye emir vermiştir. Bilindiği gibi, "Rasül-i zîşân efendimiz
genellikle düşman üzerine şafak söktükten ve ezan sesini bekledikten sonra
baskın yapardı."[503]
Eğer o beldeden bir ezan sesi duyarsa ora halkının müslüman olduğuna hükmederek
saldırıdan vazgeçerdi. Fakat ezan sesi duymayacak olursa, saldırıya geçer, halkın
tam bir gaflet içinde bulunduğu o vakitlerde onları kılıçtan geçirirdi. Netice
itibariyle şunu söylemek istiyoruz ki mevzumuzu teşkil eden bu hadis icabında
ani bir baskınla düşmanın yerini yurdunu tahrip etmenin caiz olduğuna delalet
etmektedir.
Hz. Peygamberin, Hz.
Üsâme'yi Rumlarla savaşmak Üzere Şam taraflarına göndermesi safer ayının
bitmesine üç gün kala sah günü olmuştur. Kısa bir süre sonra Rabiülevvel
ayının onikinci pazartesi günü vefat etmiştir.[504]
İmam Şa'rânî'nin
el-Mizanii'1-kübrâ'sında açıkladığına göre İmam Ebu Hanife ile îmam Malik
müslümanların savaşta ele geçirdikleri düşmana ait mallan kendi Ülkelerine
geçiremedikleri zaman tekrar düşman eline geçmemesi için imha etmelerinin,
düşmana ait hayvanları kesmelerinin eşyaları yakmalarının caiz olduğunu
söylemişlerdir, tbn Rüşd ise imam Şafiî'nin, müslümanlann ele geçirip de kendi
ülkelerine götüremedikleri malları yakmaya cevaz verdiğini İmam Malik'in ise
cevaz vermediğini söylüyor.
"Ağaç üç
kısımdır. Birincisi, düşmanın sütre olarak faydalandığı ağaç.' Bu tür ağaçların
kesilmesinin caiz olduğunda icma vardır.
İkincisi, kesilmesi
müslümanlann aleyhine olan ağaçlar. Bunların kesilmesi caiz değildir.
Üçüncüsü, kesilmesi
müslümanlara fayda da zarar da getirmeyen ağaçlar. Bu ağaçlar hakkında iki
görüş vardır:
a) Selef-i
salihine göre bu ağaçlan kesmek caiz değildir.
b) İmam
Malik ile İmam Şafiî'ye göre ise, caizdir. Bu mevzu için 2615 numaralı hadisin
şerhine bakılabilir.[505]
2617.
..Abdullahb.Amr el-Gazzîdedi ki:Ben Ebû Müshir'e Ubnâ (neresidir) diye
sorulduğunu işittim, (o da): "Biz (bunu başkalarından) daha iyi biliriz.
Orası Yübnâ Filistin (Filistin Yübnâsı denilen bir yer)dir." diye cevap
verdi.[506]
Ebû Müshir'in
"Biz bunu başkalarından daha iyi biliriz" diye cevap vermesinin
sebebi, kendisinin Şam'h olmasındandır. Çünkü Übnâ Filistin taraflarında
olduğundan Şam halkı Übnâ'-nın neresi olduğunu başkalarından daha iyi bilir. Ancak
el-Muvaffak Üb-nâ'nın Şam taraflarında Yübna'nın da Filistin'de olduğunu, Hz.
Peygam-ber'in Hz. Usâme'yi Yübna'ya değil, Übna'ya gönderdiğini söylemiş ve bu
mevzuda en doğru görüşün de bu olduğunu ifade etmiştir.[507]
2618.
...Enes (r.a.) den; demiştir ki: ."Peygamber (s.a.) Büsey-se'yi Ebû
SüfyârTın kafilesinin ne yapmakta olduğunu gözetlemek üzere casus olarak
gönderdi.”[508]
Burada söz konusu
edilen casusluk, Kureyş'in kadın-erkek herkesten büyük sermayeler toplayarak
Şam'a gönderdikleri büyük ticâret kervanı ile ilgilidir. Hz. Peygamber,
Kureyşlilerin harp hazırlıkları için işlerine yarayacağı bu kervanla ilgilenmiş
dönüşünde onu gözetleyip, hakkında bilgi toplamak üzere Hz. Büseyse'yi casus
olarak görevlendirmişti. Bu durum düşmanın harp planlarını öğrenmek için casus
kullanmanın meşruiyyetine delâlet etmektedir.
Harpte düşman hakkında
iyice malumat toplama ve tam bir haber alma, bunun yanında kendi maksat ve
niyetlerini ondan saklama veya karşı casusluk, Hz. Peygamberin takibettiği
önemli bir umdedir. Benû Mustalik kabilesi müslümanlar arasına bir casus
göndermişler ve bu müslümanlar tarafından yakalanmıştı. Bir müslüman olan
Hatib, İslam düşmanlarına hitaben Hz. Peygamberin onlar hakkında hazırladığı
plan ve niyetlerden bahseden bir mektup yazdı. Fakat bu hıyanet yazısını
götüren kadın, yolda Hz. Peygamberin adamları tarafından yakalandı. Muhammed
(s.a.) Mekke'de, Evtas'da ve diğer havalilerde buraların fethinden evvel
casuslar bulunduruyordu. Bunlar kendi bulundukları havalide cereyan eden olaylar
hakkında Hz. Peygamberi gizlice ve muntazam süratte haberdar ediyorlardı.[509]
Hz. Peygamber iki
türlü casus kullanırdı:
1. Gören
casus (ayn)
2. Dinleyen
ve haber alan casus[510]
Eski devirlerde
casuslar modern zamanlarda olduğu gibi mukabil tarafa bu kadar çok zarar
veremezlerdi. Zamanımızda casusluk bir sanat olmaktan çıkmış hakiki bir ilim
halinde inkişaf etmiştir. Bununla beraber eski zamanlarda da düşmandan
haberleri saklamak için, inceden inceye düşünülmüş tedbirler alınırdı. Bazı
defalar Peygamber (s.a.) bütün yolları, askeri ehemmiyeti haiz haberlerin
sızmasını önlemek maksadıyla, hususi şahıslara karşı kapatırdı.
Ebu Yûsuf, İslâm
devletinin tebası olsun veya olmasın gayri müslim casuslara ölüm cezası ve
islam dininde olanlara da hapis ve bedenî işkence cezaları verilmesi
fikrindedir. Muasırı eş-Şeybâni, casusluğu hırsızlıktan daha hafif görür ve
İslam devletinin tebaasının casusluktan dolayı boyunlarının vurulmaması
mütalaasında bulunur. Yabancılara gelince onlara karşı hiç merhameti yoktur.
Ceza bahis konusu
olunca erkek ile kadın arasında hiç bir fark gözetilmez. Bununla beraber İslam
hukukşinasları rüşde varmamış bir kimsenin hiç bir şekilde ölüm cezasına çarptırılanı
ayacağı m söylerler.[511]
2619.
...Semûre b. Cundub (r.a.)den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Biriniz
(yolculuğu esnasında sağlıklı) bir hayvanla karşılaşırsa (bir baksın eğer) onun
sahibi varsa (sahibinden) izin istesin. Eğer kendisine izin verirse (hayvanı)
sağsın ve (sütünü) içsin.Eğer sahibi yoksa üç (defa) seslensin eğer (sahibi)
ona cevap verecek olursa, ondan izin istesin. Eğer cevap veren olmazsa
(hayvanı) sağsın, (sütünü) içsin ve (artanı) götürmesin."[512]
Bu hadisin tefsirinde
ulema ihtilaf etmiştir. Hadis ulemasından bazılarına göre bu hadis-i şerif, bir
yolcunun önüne gelen koyun, sığır ve deve cinsinden sahipsiz bir hayvanın
sütünü sağıp içmesinin ve uğramış olduğu bir bahçenin meyvesini yemesinin caiz
olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber bunun caiz olduğunu haber verdiğine
göre sahipsiz olan bir hayvanın sütünü sağıp içen, ya da uğradığı bir bahçenin
meyvesini yiyen bir kimse, içtiği sütün ya da yediği meyvenin kıymetini
sahibine ödemesi de gerekmez. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü budur.
Bazılarına göre ise,
zaruret olmadıkça bir yolcunun sahipsiz bir bahçeye girip meyvesini yemesi,
sahipsiz bir hayvanı sağıp sütünü içmesi caiz değildir. Ancak zaruret icabı
böyle bir bahçenin meyvesini yiyebildiği gibi sahipsiz bir hayvanın sütünü de
içebilir. Ancak daha sonra kıymetini sahibine ödemesi gerekir, imam Malik ile
Şafiî ve Ebu Hanife bu görüştedirler. Bu görüşte olan ulemanın delillerinden
bazıları şunlardır:
1. Allah
Teâlâ Kur'an-ı Kerimende; "Ey inananlar, mallarınızı aranızda (İslam
şeriatının helâl kılmadığı, faiz, kumar, hırsızlık ve gasb v.s. gibi) bâtıl
sebeblerle yemeyin..."[513]
buyurmuştur. Sahibinden izin almadan sağmal bir hayvanın sütünü sağıp içmek o
kimsenin malını haksızlıkla yemektir.
2. O
hayvanın bir yetim malı olması ihtimali de vardır. Eğer yetim malıysa o zaman
"zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir."[514]
âyet-i kerimesindeki tehdidin kapsamına girmiş olurlar.
3. "Sizin
kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız biribirinize haramdır..."[515]
4. "Sizden
biriniz, iznini almadan din kardeşinin sağmal hayvanını sağmasın..."[516]
Birinci görüşü savunanlar bu delillerin hepsine ayrı ayrı cevap vermişlerdir.
İbn Kayyım el-Cevziyye bunlan uzun uzun açıklamıştır.[517]
Tuhfetu'l-ahvezî
yazarının açıklamasına göre bazıları bu mevzudaki farklı hadislerin arasını şu
şekilde uzlaştırmışlardır:
1. Bu
mevzuda gelen hadislerdeki bir bahçeye uğrayan kimsenin onun meyvelerinden
yemesine, karşısına gelen sağmal bir hayvanın sütünden içmesine izin veren
hadisler mal sahibinin özel veya genel mânâda izni bulunmasıyla ilgilidir. Bu
mevzudaki yasaklayıcı hadisler ise, mal sahibinin izni bulunmamasıyla ilgilidir.
2. Bazılarına
göre ise, bu hadislerdeki izin, yolculardan zaruret halinde olanlara, açlıktan
ölme durumunda kalanlara aittir. Bu mevzudaki yasaklayıcı hadisler ise,
bunların dışında kalan kimselerle ilgilidir.
3. Bazılarına
göre ise, bu mevzudaki yasaklayıcı hadisler mal sahibinin, malını yiyen veya
içen kimseden daha muhtaç olması ile ilgilidir. Nitekim şu hadis-i şerifde bu
gerçeği ifade etmektedir: "Biz (bir defa) Rasû-lullah (s.a.) ile birlikte
yolculuk ederken memeleri "ıda" denilen bitki ile bağlanmış bir deve
sürüsü ile karşılaştık. Biz (sütünü sağıp içmek üzere) develerin olduğu yerde
toplandık. Bunun Üzerine Rasûlullah (s.a.) bizi çağırdı. Biz de onun yamna
döndük. Rasûl-i Ekrem: "Şüphesiz
bu deve sürüsü müslümanlardan bir ev halkının malıdır. Sütü de onların
azığı ve Allah'dan sonra (muhtaç oldukları) bereket (ve hayırlı malı) dir.
İçinde yol azığınız bulunan kaplarınızın yanma döndüğünüzde içindeki azıklarınızın
götürülmüş olduğunu görmeniz sizi sevindirir mi?" buyurdu. Sahâ-bîler
"Hayır" dediler. Rasûl-i Ekrem de: "Şüphesiz bu da öyledir"
buyurdu.[518]
4. Bazıların
a göre bu mevzudaki hadislerdeki izin mal sahibinin zengin olmasıyla yasak
da fakir olmasıyla ilgilidir.
5. Bazılarına
göre ise, bu mevzudaki yasaklayıcı
hadisler memeleri kese ile bağlı
koyunların sağılmasıyla İlgilidir. İzin ise, memeleri sarılı olmayan
koyunların sağılmasıyla ilgilidir. Ancak tmam Ahmed'in rivayet ettiği;
"Eğer siz bu hayvanı mutlak sağacaksanız sağın, sütünü için (fakat kalanı
da sağıp evlerinize) götürmeyin."[519] anlamındaki
hadis bu mevzuda memeleri sarılı hayvanla sarılı olmayan arasında bir fark
olmadığını ifade etmektedir.
6. bmVl-Arabî'ye
göre ise, bu mevzuda gelen bazı hadislerdeki ruhsatlar bu ruhsatların âdet
halinde yaşadığı memleketlerle ve oranın halkıyla ilgilidir. Hicaz, Şam ve
diğer bazı memleketler ve ruhsatın ta eski zamanlardan beri âdet halinde
yaşayıp geldiği yerlerdir.
7. bû
Davud'a göre, bu iznin bulunduğu hadisler sadece yolcular içindir.
8. Bazılarına
göre ise, bu izin zimmîlerin mallarına aittir. Bu mevzudaki yasaklar da
müslümanlann mallarıyla ilgilidir.
9. Hanefi
ulemasından Tah&vTye göre ise, sözkonusu hadis-i şeriflerde geçen izin,
yolcuları evlerde misafir etmenin vâcib olduğu dönemlere aittir. Daha sonra bu
vacibin neshedilmesiyle bu izin de neshedilmiştir.[520]
2620.
...Abbad b. Şurahbîl'den; demiştir ki: Ben yoksul ve açtım. Bunun üzerine
Medine'nin bahçelerinden bir bahçeye girip, bir (mikdar) başağı ovalayıp yedim.
(Bir kısmını da) elbisemin içerisine koydum. Az sonra bahçenin sahibi
çıkageldi, beni doğdu ve elbisemi aldı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)e
vardım (durumu ona haber verdim) Bunun üzerine (Hz. Peygamber) Ona (hitaben)
"Sen (bu adama) bir şey Öğretmedin; o cahildi. Ve onu doyurmadın, O
açtı." dedi ve ona elbisemi bana geri vermesini emretti. (Bahçe sahibi
de) bana bir vesk, yahut da yarım vesk buğday verdi"[521]
Sene: Halka isabet
eden umûmî açlık ve kıtlık için kullanılan bir kelimedir, tbn Mâce'nin
rivayetinde bu kelime, "açlık ve kıtlık yılı" anlamına gelen kelimesi
vardır. Burada anlaşılıyor ki olay bir kıtlık yılında cereyan etmiştir.
Râvi bu hadisi rivayet
ederken Hz. Peygamberin “ç" anlamına gelen, kelimesini mi, yoksa yine
aynı manaya gelen kelimesini mi kullandığını kesinlikle hatırlayamadığından,
bu tereddüdünü, ıil. ju y wu Jtf liifeCai iken yahut da sağib iken"
cümlesiyle ifade etmiştir. Bir başka ifadeyle bu cümledeki tereddüt, Hz.
Peygambere değil, âviye aittir.
Hz. Peygamber bahçe
sahibine; "Sen ona bir şey öğretmedin. O da cahil idi. Sen onu doyurmadın
o aç idi.”özleriyle; "Senin bahçene giren bu adam, sadece bahçeye giren aç
bir adamın, bahçenin ürünlerinden yiyebileceğini biliyordu. Fakat yedikten sonra
kalan kısmı yanında götüremeyeceğini bilmiyordu. Bunu kendisine öğretmen
gerekirdi. Oysa sen bunu yapmadığın gibi o fakiri doyurmaya da
yanaşmadın" demek istemiştir. Daha sonra bahçe sahibine sözü geçen fakirin
elbisesini geri vermesini emretmiş. Bunun üzerine bahçe sahibi fakire
elbisesini geri verdiği gibi bir yahut da yarım vesk buğday vermiştir. Bilindiği
gibi bir vesk altmış sa'dır.[522] ltmış
sa\ 62.400 dirhem mikdarıdır.[523]
Bir dirhem, 3,2 gram
olduğuna göre bir vesk 19 kilo 960 gram ağırlığa eşittir. Ebû Davud'un
rivayetinde bu buğdayı bahçe sahibinin verdiği ifade edilirken Nesai'nin
rivayetinde Hz. Peygamberin verdiği ifade edilmektedir. Nitekim İbnü'l-Esir'in
Usdü'1-ğâbe isimli eserindeki rivayette Ne-sâî'nin rivayetini te'yid
etmektedir.
Bu farklı rivayetler
için Bezlu'l-mechûd yazarı şunları söylüyor, "Bahçe sahibi bu buğdayı sözü
geçen fakire Hz. Peygamberin emriyle verdiği için, Nesai'nin ve İbnü'l-Esir'in
buğdayı sanki Hz. Peygamber vermiş gibi rivayet etmiş olmaları ayrıca Hz.
Peygamberin bahçe sahibiyle birlikte beytü'l-mâle giderek bu buğdayı fakire
vermek üzere ona teslim ettiği bu yüzden de râvilerden bir kısmı, bu verme
işini Hz. Peygambere isnad ederken bir kısmının da bahçe sahibine isnadettiği
ve aslında bu rivayetler arasında bir çelişki bulunmadığı söylenebilir."
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi ekili bir bahçeye ya da tarlaya uğrayan bir
kimsenin zaruret olmadıkça oranın meyvelerinden veya sebzelerinden yemesi caiz
değildir. Zaruret halinde ise, kıymetini ödemek şartıyla yiyebilir. Cumhur-u
ulemanın ve imam Şâfiînin görüşü budur. Seleften bazılarına göre ise, zaruret
halinde olan bir kimsenin uğramış olduğu bir bahçeden yediği meyve ya da
sebzelerin parasını ödemesi gerekmez.
İmam Ahmed'den gelen
en sahih rivyete göre bir kimse etrafı duvarla veya çitle çevrili olmayan bir
bahçenin yaş meyvelerinden zaruret olmasa bile yiyebilir.
İmam Ahmed'den gelen
ikinci bir rivayete göre ise, ancak zaruret halinde yiyebilir. Her iki halde de
bu kimseye yediği meyvelerin veya sebzelerin bedelini ödemesi gerekmez.
İmam Şafiî bir
kimsenin uğramış olduğu herhangi bir bahçenin meyvelerinden zaruretsiz olarak
yiyip içmesinin, caiz olup yediğinin bedelini de borçlanmamasını, bu görüşe
temel teşkil eden hadislerin sıhhatine bağlamış ve "Eğer buna cevaz veren
hadis sahihse bu fetva da sahihtir." demiştir. Beyhaki'nin açıklamasına
göre bu hadisten maksat şu hadistir: "Meyve bahçesine giren (meyvelerden)
yesin ve (fakat) eteğini doldurmasın."[524] Her
ne kadar Beyhakî bu hadisin ğarib olduğunu söylemişse de Hafız İbn Hacer bu
mevzuda gelen hadislerin tümünü bir arada mütalaa ederek bu hadisin sahih
olduğu kanaatine varmıştır.[525]
Hanefi uleması ise bu
cevazın, i s lamın ilk yıllarına ait olduğu fakat sonradan neshediidiği
görüşündedir. Hanefî ulemâsının bu mevzudaki görüşü cumhur-ı ulemânın görüşü
gibidir. Binaenaleyh, Hanefilere göre bir kimse zaruret hali olmadan başkasının
bahçesine giremez. Zaruret halinde başkasının bahçesine giren kimse de
yediğinin parasını borçlanır.[526]
Bütün bu görüşlerin delillerini bir önceki hadisin şerhinde kısaca anlatmış
bulunuyoruz.[527]
2621. ...Ebu
Bişr, "Ben Ğuber oğullarından biri olan Abbad b. Şürahbil'i (şöyle derken)
işittim" dedi ve (önceki hadisin) mânâsını rivayet etti.[528]
2622. ...Ebû
Rafi b. Amr el-öıfâif nin amcasından rivayet olunmuştur; dedi ki: Ben
çocuktum. Ensann hurmalarını taşlıyordum. Peygamber (s.a.)'ın huzuruna
getirildim.
"Ey çocuk,
hurmaları niçin taşlıyorsun?" buyurdu.
Ben de; düşürdüklerimi
yiyorum (da onun için taşlıyorum) diye cevap verdim. (Peygamber -s.a.- de)
"Hurma ağaçlannı
taşlama, altlarına dökülenleri ye" buyurdu. Sonra çocuğun başım okşayıp;
"-Ey Allahım bunun karnını doyur" diye dua etti.[530]
Metinde geçen
"yiyorum diye cevap verdi" anlamına gelen "Kale âkilu"
cümlesini îbn Mace "kültü âkilü = yiyorum diye cevap verdim" şeklinde
rivayet etmiştir. Aralarında netice itibarıyla herhangi bir fark yoktur.
Bu hadis-i şerif bir
bahçede bulunan ağaçların altına kendiliğinden dökülen meyveleri toplayıp
yemenin caiz olduğunu ifâde etmektedir.
Nitekim kıymetli
âlimlerimizden Ö.N. Bilmen Efendi de bu mevzuda şunları kaydetmiştir:
"Yollarda, bostanlarda, ağaçların altlarında bulunan başaklar, mayveler
hakkında da lukata hükümleri caizdir. Maamafih bu hususta tafsilat vardır.
Şöyle ki;
Yazın şehirlerde
ağaçların altlarına dökülen meyveler sahipleri tarafından serâhaten veya adeti
vechi ile delâleten ibâhe edilmiş ise, alınıp yiyilebilir, aksi durumda
yiyilemez haramdır.
Şehirlerde bahçe ve
bostan içinde bulunan meyveler ceviz vesaire gibi bozulmayıp kalabilecek
şeylerden ise, sahiplerinin seraheten izinleri bulunmadıkça alınamaz. Çabuk
bozulacak şeylerden ise muhtar olan kavle göre seraheten veya adeten men
edilmemiş olunca alınıp yiyilebilir. Diğer bir kavli göre de sahiplerinin
rızaları bilinmedikçe alınıp yiyilemez.
Bu vaziyet olunca
bakılır; eğer meyveler bozulmayıp kalabilecek şeylerden ise sahiplerinin
izinleri bilinmedikçe alınıp yiyilemez. Fakat bozulacak şeylerden ise, -muhtar
olan kavle göre- men edildiği tebeyyün edilmedikçe alınıp yiyilebilir.
Ağaç üzerinde bulunan
meyvalara gelince bunlar, her nerede bulunurlarsa bulunsun, sahiplerinin
izinleri olmadıkça efdal olan alınıp yenil-memesidir. Meğer ki pek mebzul olup da
yiyilmeleri sahiplerine ağır gelmesin. O halde, o meyvalardan bir miktar
alınıp orada yiyilebilir. Fakat toplanıp başka bir yere götürülemez. Bu caiz
değildir.
Akar ırmak suları
üzerinde bulunan meyveleri çok olsa da toplayıp yemek caizdir. Çünkü bunlar bu
halde bırakılsa çabuk bozulurlar, bunları toplamaya delâleten izin vardır.
Fakat böyle su üzerinde bulunan ağaçlara gelince bakılır. Eğer sudan
çıkarılacakları zaman kıymetli bulunmayacak şeyler ise alınmaları helal olur.
Fakat kıymetli bulunacak şeyler ise helal olmaz, haklarında lukata muamelesi
yapılır. Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları eğer dut yaprakları gibi
kendisiyle istifade olunacak şeyler ise, bunları toplayıp almak caiz değildir.
Aksi takdirde kıymetini sahibine borçlu olurlar. Fakat istifade olunmayacak
şeyler ise, toplanıp alınabilirler, ödenmeleri lazım gelmez.
Ekin tarlalarında veya
karpuz, ve salata bostanlarında ekinler alındıktan ve karpuzlarla salatalar
toplandıktan sonra başkalarının toplanmalarına adeten izin verilmiş olan başak
vesaire döküntülerini toplamak caizdir.[531]
2623.
...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
"Sakın bir kimse
(sahibinin) izni olmadan başka birinin davarını sağmasın. Biriniz kilerine
varılıp da hazinesinin kırılıp zahiresinin sanl(ıp alın)masını hoş görür mü?
İnsanların hayvanlarının memeleri de onlara yiyeceklerini biriktirir.
Binaenaleyh kimse izin almadıkça diğer bir kimsenin davannı sağmasın.”[532]
Mâşiye; deve, sığır,
koyun ve keçi anlamlarında kullanılırsa
da daha ziyâde
koyun için kullanılır.
Meşrebe ise içinde
buğday, un gibi yiyecek maddelerinin saklandığı anbar veya kiler demektir.
Duru; kelimesi
"Dur*' kelimesinin çoğuludur. Sağmal hayvanların memeleri için
kullanılır. 2619 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi
Hanefilerle, Şâfiîlere, Mâlikilere ve Cumhur-ı ulemâya göre izinsiz hiç bir
kimse, birinin bağ ve bahçesinden yemiş yiyemez; davarının sütünü içemez. Meğer
ki muztar kala. O zaman zaruret miktarı yiyip içebilir. Bu zevat cevaz bildiren
hadisler hakkında muhtelif yönlerden cevaplar vermişlerdir.
a) Kurtubi:
"Malum kaide ile amel etmek daha iyidir" demiştir.
b) Nehy
bildiren hadis, cevaz hadisinden daha sahihtir.
c) Cevaz
bildiren hadisler âdete nazaran mal sahiplerinin razı olduklarının bilinmesine
hamledilirler.
d) Cevaz
meselesi zaruret zamanlarına hamledilir. Nitekim İslâm'ın ilk zamanlarında hal
böyle idi.
Bu hususta Tahâvî de
şunları söylemiştir: "Bu hadisler misafir kabul etmenin vâcib olduğu
zamanlara mahsustur. Rasûlullah (s.a.) bunu emir buyurmuş, gelen misafiri kabul
etmeyi hane sahibine vacip kılmıştır. Bila-here vücup neshedilerek hükmü
kaldırılınca adı geçen hadislerin hükmü de kalkmıştır."
Hicret esnasında
Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekr'in içtikleri süt hakkında Kurtubî; Bu, koyun
sahibine bir idlal(yani nazı geçme)idi. Çünkü Hz. Ebû Bekir onu tanıyordu.
Yahut o çobanın oradan geçenlere süt takdim edilmesine izin verdiğini
biliyordu.Yahut o süt kendisine eman verilmemiş bir harbiye ait olduğu için
içmişlerdi, diyor. Bu hususta daha başka sözler de söylenmiştir.[533]
1. Hadis-i şeref
zahire biriktirmenin mutlak surette câiz olmadım söyleyenlerin aleyhine
delildir.
2. Süte
yiyecek denilebilir. Binaenaleyh, yiyecek yememeğe yemin eden bir kimse süt
içmekle yeminini bozmuş olur. Ancak sütü yiyecek saymamaya niyet etmişse
yemini bozulmaz.
3. Sağmal
koyun, süt karşılığı satılabilir. Fukaha sağmal koyunun süt ve sair
yiyeceklerle peşinen veya veresiye satılıp satılamayacağı hususunda ihtilaf
etmişlerdir, tmam Malik'e göre, koyunun memesinde süt bulunmamak ve peşin
olmak şartı ile sağmal bir koyunu süt mukabilinde satmakta beis yoktur. Koyunun
memesinde süt bulunursa, süt mukabilinde peşin satmak caiz değildir. Koyun
sağmal değilse peşin ve veresiye satılabilir.
Hanefilerle imam
Şafiî'ye göre sağmal koyunu, yiyecek mukabili veresiye satmak caiz değildir.
İmam Şafiî memesinde süt olan koyunun süt mukabilinde hiç bir suretle
satılamayacağına kaildir.
4. Kıyasın
sahih olabilmesi için fer'in asla her hususta müsâvî olması şart değildir. Zira
muhafaza hususunda meme hazineye müsavi değildir; bununla beraber peygamber
(s.a.) izinsiz sağmanın haram olması babında memeyi yiyecek hazinesi hükmünde
saymıştır.
5. Bir
meseleyi zihinlere iyi yerleştirmek için ata sözlerinden istifâde caizdir.[534]
2624. ...Ibn
Cüreyc dedi ki: "Ey inananlar, Allah'a itaat edin. Rasûle ve sizden olan
(halifelere, hakimlere, âlimlere, hak ve adalet üzere olan) emir sahibine itaat
edin..."[535] (âyet-i kerimesi) Abdullah
b. Kays b. Adiyy (hakkında indi) Peygamber (s.a.) onu bir seriyye de
gönder(miş)di. Bana bunu Ya'la, Said b . Cübeyr'den O da îbn Abbas'dan naklen
haber verdi.[536]
Ulu'l-emr: Buyruk
sahibi sözü geçerli olan kişi demektir. Bunun devlet başkanı, vâlîler ve daha
genel anlamıyla yöneticiler olduğu âyetin siyakından anlaşılmaktadır. Fakat Ibn
Ab-bas'a dayanan bir görüşe göre buyruk sahipleri din bilginleridir.
"Onlara emniyet ve korku haberi geldiği zaman, onu hemen yaytverirler.
Halbuki bunu, Rasûle ve aralarındaki emir sahiplerine götürselerdi, içlerinden
işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi”[537]
mealindeki âyet-i kerimeden alimlerin de ululemr olduğu anlaşılmaktadır. Fahr-i
Râ-zi'ye göre buyruk sahiplerinin hail ve akd denilen ittifakları bütün ümmeti
temsil ederek kitap ve sünnetten başka başlıbaşına bir delil teşkil eden ehl-i
icma olması gerekir. Ulemâya, ümeraya, hukemaya itaat ise, Allah'a, rasûlüne ve
hal ve akd sahiplerine itaattan kaynaklanan ve ona bağlı olan bir itaattir.[538] İbn
Kesir de ulema olsun, ümera olsun bütün buyruk sahiplerinin ululemr olduğunu
söylüyor. Hanefi ulemasından Aynı âyet-i kerimede geçen "ulu'l-emr = emir
sahipleri" hakkındaki görüşleri onbir maddede özetlemiştir:
1. Âmirlerdir.
Ibn Abbas (r.a.) ile Ebu Hüreyre, İbn Zeyd ve Süddî bu- görüştedirler.
2. Hz. Ebû
Bekr ile Ömer (r.a.) dir. Hz. İkrime bu görüştedir.
3. Tüm
sahabedir. Mücâhid (r.a.)'in görüşü budur.
4. Dört
halifedir. Sa'lebi, Ebu Bekr el-Varrak'ın bu görüşte olduğunu söylemiştir.
5. Ata
(r.a.) e göre ise, âyet-i kerîmede geçen ulu'l-emr sözüyle kas-dedilen
Muhacirler ile Ensardır.
6. Sahabe ve
tabiûndur
7. İbn
Keysan bu kelimeyle kasdedilen halkı idare eden akıllı kimselerdir.
8. İlim
adamları ile fıkıh ulemasıdır. Cabir b. Abdillah ile Hasan el-Basri ve
Ebu'l-Aliyye (r.a.) bu görüştedirler.
9. Seriyye
kumandanlarıdır. Meymun b. Mehran, Mukâtil ve Kelbi bu görüştedirler.
10. Mücâhid'e
göre Ulu'l-emr tüm ilim adamları ve Kur'an alimleridir. İmam Mâlik de bu görüşü
tercih etmiştir.
11. Liyakatlerinden
dolayı bir iş başına getirilmiş olan herkes Ulu'l-emr'dir.[539]
Buhari şârihi, Aynî de bu görüşler içerisinde son görüşü tercih ederek
"Sahih olan da budur" demiş ve Buhârî'nin de bu görüşte olduğunu
ifade etmiştir. Ancak Allah'a veRasûlüne itaat mutlak olmakla beraber,
ulu'1-emre itaat mutlak değildir. Bazı kayıt ve şartlara tabidir. Bu mânâyı
ifade için Cenab-ı Hak, Allah'a ve Rasûlüne itaati ayrı ayrı zikrettiği halde
ulu'l-emr için ayrıca “ = itaat ediniz”
buyurmamış, ulu'1-emre itaati, Rasûlüne atfen bağlı olarak zikretmiştir. Bu
atıf şundan dolayıdır. Eğer Ulu'1-Emr sizden ise, yâni müslümansa, iktisâdi,
sosyal ve toplum hayatının her noktasında Allahm emirlerine göre hüküm veriyor,
Rasûlullah'ın sünnetine bağlı kalıyorsa, idare ediş şekli Allah'ın Ahkâmı ve
Rasûlullahın hayat tarzıyla çatışmıyorsa itaat ediniz. Bunun aksi ise Tâğûtlar
ve saptırıcı ve idarecilere yaranmak için yağ çeken âlimlerdir ki onlarda
idareci ve âlimdirler. Eğer idarecinin vasfı Tâğut ve bu tür alim kavramına
uygunsa onlarada isyan etmek bir mü'min üzerine farzdır.
Burada şâyân-ı dikkat
olan kayıtlardan birisi de mü'minlere hitaben kaydıdır ki mânâsı vazıhtır. Mü'minlerden
olmayan ulu'1-emre itaat dînen vâcib kılınmamıştır.[540]
Yine Aynî'nin
açıklamasına göre, Davûdî bu âyetin Abdullah b. Hu-zafe hakkında indiğini ifâde
ederek Abdullah b. Abbas (r.a.) dan gelen rivayeti reddetmiş ve bu rivayetin
Hz. Abbas'dan rivayet eden râvilerden biri tarafından yanlışlıkla tahrif
edilerek değiştirilmiş olabileceğini savunmuştur. Davûdî'nin bu mevzudaki
görüşü şudur: Abdullah b. Huzafe'nin başından geçen bu mevzu ile ilgili olayda[541]
Rasûl-i ekrem askerlerin ona isyan etmesini hoş karşılamamıştır. Binaenaleyh bu
ayetin Abdullah b. Huzafe hakkında indiğini iddia etmek, âyeti indirilmiş
gayesine zıt bir yönde tefsir etmek olur.[542] ancak
Davûdi'ye şöyle cevap verilmiştir: "Abdullah b. Huzâfe kıssasından murad,
"Eğer bir şeyde
münakaşa ederseniz onu Allah'a ve Rasûle ar/ediverin" âyetidir. Hz.
Abdullah'ın seriyyesine gereken de bu idi. Kendimizi ateşe atalım mı atmayalım
mı diye münaza'a ederken meseleyi Allah ve Rasûlüne irca edeceklerdi. Onlar
bunu yapmadılar, âyet onun için inmiştir."[543] Bu
mevzuda İbn Kesir de şunları söylüyor: "Allah (c.c)'a itaatten murad,
Kur'an-i Kerim'in hükümlerine uymak; peygambere itaatten murad, sünnete riâyet
etmek; ulu'l-emr'e itaattan murad, Allah'ın emirleri doğrultusundaki
emirlerine uymaktır"[544]
Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in;"Her kim Ulu-lemr'e (halifeye) itaatten bîr el
kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah (c.c.)'a fiili hususunda lehinde hiç bir
hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (halifeye) bey'atı
olmayarak ölürse cahiliyye ölümü ile ölür”[545]
buyurduğu sabittir. İmam Ebu Muîn en-Nesefî, "Üzerimizde İslam devlet
başkanı olan imam (ululemr'i) görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmam
devlet başkanı olan halifedir.
İmametin hak olduğunu
kabul etmeyen kimse kafir olur." demiştir.[546]
2625. ...Ali
(r.a.) den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) bir ordu göndermiş ve
başına da bir adamı kumandan tayin edip, onlara kumandanı dinlemelerini ve ona
itaat etmelerini emretmişti. Bir süre sonra kumandan bir ateş yaktı ve
askerlere ateşe girmelerini emretti. Bunun üzerine bazı askerler, "biz
sadece ateşten kaçtık" dediler. Diğer bir kısmı da ateşe girmek istediler.
Bu haber peygamber (s.a.)e erişince; "Eğer onlar ateşe girselerdi
ebediyyen ateşte kalacaklardı.' dedi ve "Allah'a isyan hususunda (kula)
itaat yoktur (kula) itaat ancak dine uygun olan işlerdedir" buyurdu.[547]
Bu hadis-i şerif
yetkili kişilerin emirlerini yerine getirmek için Allah'ın ve Rasûlünün
emirlerini çiğnemenin Allah'a ve Rasûlüne isyan sayılacağını, âmirin, Allah'ın
ve Rasûlünün emirlerine aykırı olarak verdiği emirlerin, bu emri yerine getiren
memuru sorumluluktan kurtaramayacağını ve içinde mâsiyet bulunan taat ve
ibâdetin makbul olamayacağını ifade etmektedir.
Metinde geçen
"Eğer onlar ateşe girselerdi ebediyyen o ateşte kalacaklardı” cümlesindeki
"ateş” ten maksat cehennem ateşi değil, kumandanın yakmış olduğu ateştir.
Hafız îbn Hacer bu ateşten maksadın kumandanın yaktığı ateş mi yoksa cehennem
ateşi mi olduğu meselesinde bazı ihtimaller üzerinde durduktan sonra bu ateşten
maksadın, kumandan tarafından yakılan ateş olduğunun kanaatine varmıştır. Buna
göre cümlenin mânâsı şöyledir: "Eğer onlar bu ateşe girselerdi
zannettikleri gibi zararsız olarak kurtulamayacaklardı. Bilakis orada yanıp
gideceklerdi." Yine aynı cümlede geçen ebediyyen kelimesi de "sonsuza
kadar** anlamında kullanılmayıp "uzun süre” anlamında kullanılmıştır.
Nitekim "ebed" kelimesi "Amma onlar, ellerinin (yapıp) öne
sürdüğü (işler) yüzünden ölümü asla temenni etmezler...”[548] meâlindeki
âyet-i kerimede de aynı şekilde "uzun süre" anlamında kullanılmıştır.
Binaenaleyh bu cümle
ile, "Eğer bu askerler kumandanın emrine itaat etmeyi vâcib zannederek ve
ateşin kendilerine zarar vermeyeceğine inanarak ateşe girselerdi kendilerine
böylesine yakından ilgilendiren hayatî bir meselenin asılını öğrenmek için
gereken çabayı göstermediklerinden ve neticede intihar gibi bir yasağı
çiğnediklerinden dolayı günahkâr olacaklar ve içine girdikleri ateşte yanıp
gitmeye müstehak olacaklardı" denilmek istenmiştir.
Bazılarının rivayetine
göre bu emri veren kumandan çok şakacı bir kimseymiş, bu emriyle onlara şaka
yapmak istemiş. Müslim'in rivayetine göre ise, askerler onu kızdırdıkları için
böyle yapmış. Doğru olan da bu ikinci rivayettir.[549]
2626. ...Abdullah
b. Amr'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kendisine
(Allah'a ve Rasûlüne) isyan emredilmedikçe hoşlandığı ve hoşlanmadığı bir işte
(âmiri) dinlemek ve (ona) itaat etmek müs-liiman bir kimseye vaciptir. Fakat
kendisine (Allah'a veya Rasûlüne) isyan emredilirse o zaman (hiç bir amiri)
dinlemek de yoktur, itaat da yoktur.”[550]
2624 numaraİ1 nadism
şerhinde açıkladığımız, "Ulu'l-emr" denilen yetkili kimselere itaat
etmek, sözlerini dinlemek, emirlerine uymak her müslümana farzdır. Ancak bu
farziyyet, sözü geçen yetkililerin emirlerinin Allah'ın ve Rasûlünün
emirlerine uygun olmasıyla kayıtlıdır. Binaenaleyh, dine uygun emirlerine
uymak her müslüman üzerine farzdır. Allah'a isyan ve günah sayılan emirlerine
uymak ise haramdır. Kadı Iyaz bu hususta İslam uleması arasında ittifak
bulunduğunu ifâde etmektedir.[551]
Hariciler bu hadisi delil göstererek zâlim devlet reisine başkaldırmanın farz
olduğunu söylemişlerse de Cumhur-ı ulemâya göre iman ettikten sonra küfre
dönmedikçe yahut namazları kılmayı terketmedikçe ona başkaldırmak vâcib
değildir.[552] Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis itaati emreden tüm hadisleri kayıtlamakta ve hadislerdeki yetkililerin
emirlerine itaat edilmesiyle ilgili ifâdelerin sadece, Allah'ın ve Rasûlünün
emrine uygun emirlerle ilgili olduğunu açıklamaktadır. Allah'ın ve Rasûlünün
emirleri ise kapsayıcıdır. Geneldir. Hayatın girdi çıktısı, fert, aile, toplum
yapısı ve idari oluşum bu kapsayıcılığın içindedir.[553]
2627. ...Ukbe
b. Mâlik'den; dedi ki: Peygamber (s.a.) bir seriyye göndermişti. Ben de
askerlerden birine bir kılıç verdim. (Bu kimse seferden) dönünce bana:
Rasûlullah (s.a.)in bizi kınadığını görürsen (şaşma) dedi. (Gerçekten Hz.
Peygamber de onlara hitaben şöyle) buyurdu:
"Benim (askerin
başında kumandan olarak) gönderdiğim adam, emrimi yerine getirmeyince emrimi
yerine getirecek birisini onun yerine geçirmekten âciz mi kaldınız?"[554]
Bir önceki hadisin
şerhinde açıkladığımız gibi bu hadis-i şerifte, Allah'ın ve Rasûlünün
emirlerine uymayan yöneticiye
itaat etmek gerekmediğini,onların yerine Allah'ın ve Rasûlünün emirlerine uygun
emirler veren ve iş yapan kişilerin geçirilmesini sağlamak için gereken çabayı
sarfetmek lâzım geldiğini, bu gibi kişileri yerlerinden uzaklaştırmaya gücü
yettiği halde bu görevi yapmaktan kaçınan kimselerin bu hareketinden Hz.
Peygamberin memnun olmayacağını ifade etmektedir. Yine bu hadis, idare
edilenin seçme yetkisini, idareciyi azl edip, yerine başka bir idare eden getirme
yetkisini belirlemiştir. Müslüman topluluklar Allah ve Rasûlünün emirlerine
bağlı olan ve bu emirleri uygulayan idarecileri seçmek ve gidişatın bu minval
üzere olmasını sağlamakla mükelleftirler.[555]
2628. ...Ebu
Sa'lebe el-Huşenî dedi ki: (Sefer esnasında) Sahâ-bîler, bir yere indikleri
zaman [(ravi) Amr (bu cümleyi) "Rasûlullah (s.a.) bir yere indiği zaman
sahâbîler" diye rivayet etti.] dağ yollarına ve vâdîlere dağılırlar
(oralarda dağınık olarak konaklarlardı. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem;
"Sizin şu dağ
yollarına ve vadilere dağılmanız ancak şeytandandır" buyurdu. Bundan sonra
bir yerde konakladıklarında birbirlerine iyice yaklaşırlardı. Hatta;
"Üzerlerine bir örtü yayılacak olsa hepsini kaplar" deni(lebi)lirdi.[556]
Düşmanla savaşa çıkan
bir cemaatin yollarda konakladıkları zaman gelişigüzel, birbirinden kopuk bir
halde şuraya buraya dağılmaları düşmana cesaret verdiği gibi bu dağınıklık,
din düşmanlarını sevindirir. Gerçek müslümanları da mahzun eder. Ayrıca
dıştaki dağınıklık zamanla yavaş yavaş kalplere de sirayet ederek gönüllerde
yaşayan kardeşlik ve sevgi bağlarının kopmasına sebep olur. Çünkü zahirdeki
işlerimizin ruhumuz üzerinde çok büyük tesiri vardır.
Bu sebeple Hz.
Peygamber devamlı olarak cemaatleşmeyi tavsiye etmiş, tefrikadan sakındırmış,
"Birlikte rahmet, ayrılıkta azab vardır."[557]
buyurarak meselenin önemini en veciz bir şekilde ortaya koymuştur.[558]
2629. ...Muaz
b. Enes el-Cühenî'den; demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.) ile birlikte bir
savaşa çıkmıştım. Askerler evleri daralttılar ve yolu kestiler. Bunun üzerine,
Nebî (s.a.) askerler arasında, "Kim bir evi daraltırsa ya da bir yolu
keserse onun için cihad(dan nasib) yoktur." diye bağıracak bir dellal
gönderdi.[559]
Askerlerin evleri
daraltmasından maksat, girdikleri memleketlerde her askerin rastgele bir evi
işgal ederek, ihtiyaçlarından fazla evleri «İlerinde tutmaları, bu yüzden de
memleket halkını ellerinde kalan az sayıdaki evlerde sıkışıp kalmaya mecbur
etmeleridir.
Askerlerin yolları
daraltmalarından maksat ise eşyalarını halkın geçeceği yollar üzerine
indirerek, trafiğin akışım Önlemeleridir. Rasûl-i zişan efendimiz askerlerin
evleri ve yolları daraltarak Allah'ın kullarını lüzumsuz yere sıkıntıya
düşürmelerinin doğru olmadığına dikkatleri çekmiş ve askerlerin bu hareketten
son derece kaçınmalarını sağlamak için mübalağalı bir dille bu şekilde hareket
eden askerlerin yaptıkları cihaddan hiçbir sevab alamayacaklarını söylemiştir.
Askerlerin, halkın
evlerini ve yollarını daraltmaları nasıl çirkin bir iş ise; hakkın,
memleketlerine uğrayan askerlere zorluk çıkarmaları yollarını daraltmaları ve
ihtiyaç duydukları evlerin temininde onları müşkil durumda bırakmaları da o
derece çirkin bir iştir.[560]
2630.
...Muaz b. Enes'den; elemiştir ki: "Biz Allah'ın peygamberi (s.a.) ile
birlikte savaşa çıkmıştık." dedi. (ve sözlerine devam ederek önceki
hadisin) mânâsını (rivayet etti)[561]
2631.
...Ömer b. Ubeydillah'ın azatlı kölesi ve katibi olan Salim Ebu'n-Nadr'dan;
demiştir ki: Ömer b. Ubeydillah Harûrîler üzerine yürüdüğü vakit, Abdullah b.
Ebi Evfa ona bir mektup yazıp Rasûlullah (s.a.)'in düşmanla karşılaştığı bazı
günlerinde (askerlere); "Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni
etmeyiniz, Allah'dan sağlık isteyiniz. Eğer onlarla karşılaşırsanız sabrediniz
ve cennetin, kılıçların gölgesi altında olduğunu biliniz." diye konuşma
yaptığını, sonra da; "Ey (peygamberlerine) kitap indiren bulutları hareket
ettiren (kâfir) cemâatleri bozguna uğratan Allah'ım. Onları perişan et ve
onlara karşı bize yardım et." diye dua ettiğini bildirdi.[562]
el"Haruriyye
kelimesi hâricilere verilen bir isimdir. Hz. Ali'ye isyan eden hariciler, Hz.
Ali'den ayrıldıktan sonra Harûra denilen yerde toplandıkları için buraya nisbet
edilerek "Harûriyye" ismini almışlardır.
"Harûra",
Küfe civarında bir yerin adıdır. Bir rivayete göre Kûfe'ye 2 mil uzaklıktadır.
Düşmanla karşılaşmayı
temenni etmek aslında nefse güven, böbürlenme ve üstünlük duygularından
kaynaklandığı için Hz. Fahr-İ kainat efendimiz düşmanla karşılaşmayı temenni
etmeyi yasaklamıştır. Bu temenninin temelinde bu gibi duyguların bulunması
yanında, ayrıca harbin nasıl neticeleneceğini kesin bir şekilde önceden tayin
etmek de mümkün değildir. Bu bakımdan harbin müslümanlar aleyhine
neticelenmesi de mümkündür. O zaman bu acı neticeye katlanmak sabır ister.
Ayrıca düşmanla karşılaşmayı istemek düşmanı küçük görmektir ki, bu ihtiyat ve
tedbire aykırıdır. Düşmanın kuvvetini hesaba katmayan taraf bu tutumuyla
tedbirde hata etmiş demektir. Nitekim müslümanlar kuvvetçe düşmanlarından daha
az oldukları halde nice zaferler kazanmışlarken kendi kuvvetlerine güvenip
düşmanlarını küçük görmelerinden dolayı, Huneyn savaşında bir ara mağlup duruma
düşerek bu hatalarını pahalıya Ödediler. Bu itibarla insanlar devamlı surette
Allah'a güvenmeli kendilerinde de bir kuvvet görerek zafer ümidine kapılmaktan
sakınmalıdırlar.
Şurasını da unutmamak
gerekir ki, sabır hususunda insanların hepsi bir değildir. Hz. Peygamberin
maiyyetinde savaşırken yaralanan bir adam yarasının acısına dayanamayarak
intihar edince Hz. Ebu Bekr es-Sıddık, "afiyette olup da şükretmem, benim
için belâya uğrayıp ta sabretmekten daha iyidir." demekten kendini
alamamıştır. Bu mevzuda Ali (k.v.)nin de oğluna şöyle nasihat ettiği rivayet
edilir: "Yavrucuğum, kimseye meydan okuma, kavga çıkarma, fakat seni
kavgaya çağıran olursa o zaman onun karşısına çıkıp mertçe doğuş. Çünkü o kimse
zâlimdir. Allah Teâlâ ise, zulme uğrayanlara yardım edeceğini vadetmiştir.”[563]
Yüce Allah harp
âdabını şu ayet-i kerimesinde çok veciz bir şekilde özetlemiştir: "Ey iman
edenler! Bir bölükle karşılaşırsanız, derhal sebat ediniz! Allah'ı da çok anın
ki felah bulaşınız. Hem Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Çekişmeyin! Yoksa
başarısızlığa uğrarsınız, kuvvetiniz gider, sabredin! Şüphesiz ki Allah
sabredenlerle beraberdir. Yurtlarından, sıma rarak, insanlara gösteriş yaparak
çıkan ve Allah yolundan (Allahın Dininden) menedenler gibi olmayın!"[564]
Hz. Peygamber
"Allah'tan afiyet isteyin" buyruğuyla "bedene ait iç ve dış
hastalıklarla dünya ve âhirete ait bütün kötülüklerden kurtulmak istemeyi
tavsiye etmiştir. Çünkü yegâne koruyucu ve yardımcı Allah*dır. Ondan başka güven
kaynağı yoktur. Onun irâdesi haricinde insana hiçbir kimse afiyet kazandıramaz.
"Cennet kılıçların gölgesi altındadır" Cümlesiyle, "Allah
yolunda kılıç sallamanın sevabının cennet olduğu, kılıcın gölgesinin kılıçtan
ayrılmadığı gibi cennetin de, Allah yolunda kılıç sallayan kimseden
ayrılmadığı" vurgulanmak istenmiştir. Burada harp aletleri içerisinde
özellikle kılıcın zikredilmesinin sebebi, Hz. Peygamber devrinde en büyük ve en
faydalı* harp aletinin kılıç olmasıdır. Yine, kılıcın özellikle zikredilmesinden
anlıyoruz ki, Allah yolunda cihâd etmek ve gerekirse bu cihâdın sürekli eylem
halinde devam etmesi gerekir. Cihâdın silahlı olarak yapılması gerektiği zaman
başka yollar aramaktan kaçınmalı ve "Allanın yardım vadi" gibi bir
teminatı olan müslümanlar silahlı mücadeleye girişmeleridir.[565]
2632.
...Enes b. Mâlik (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) savaş sırasında
"Ey Allahım,
benim (yegâne) dayanağım ve yardımcım sensin. (Düşmanların hilesini) senin (desteğin)
le önlerim. Senin (verdiğin güç)le (düşmana) saldırırım ve (yine) Senin
(desteğin)le (düşmana karşı) savaşırım." diye dua ederdi.[566]
Hattâbf nin açıklamasına
göre, metinde geçen cümlesi, "ben ancak senin yardımınla din düşmanlanna
karşı üstünlük sağlamanın çaresini bulabiliyorum" manasına gelmektedir.
Nitekim araplar çaresiz kalan bir kimse için derler ki "adamın hiç çaresi
yoktur" anlamındadır. "= Kötülüğü önlemekte Allah'ın yardımından
başka bir çare, hayra erişmekte de Allah'ın yardımından başka bir çare, hayra
erişmekte de Allah desteğinden başka bir güç yoktur." cümlesinde de bu
kelime çare anlamında kullanılmıştır. Hattabi'ye göre bu kelime ayrıca
"önlemek, engel olmak, def ve men'etmek” anlamlarına da gelir. Mesela
birisi iki şeyin arasına girip de birinin diğerine kavuşmasına engel olduğu
zaman "hâle beyneşşeyeni = iki şeyin arasına girdi” denilir.
Bu manaya göre cümlesi
"ancak senin yardımınla (düşmanın hilelerini ve vermek istedikleri
zararları) önleyebilirim" anlamına gelmektedir. Bu hadis düşmanla
karşılaşınca saldırıya geçmeden önce Allah'a bu şekilde dua etmenin müstehab
olduğuna delâlet etmektedir.
Tirmizi bu hadis
hakkında "Hasen-garib" demiştir.[567]
2633.
...İbri Avn dedi ki: Ben Nâfi'ye bir mektup yazarak, ona harbden önce
müşrikleri (İslama) davet etmeyi sordum, o da bana: "Bu islamuı
başlangıcında idi. (Nitekim daha sonraki tarihlerde) Allah'ın peygamberi
Müstakil oğullarına, gafil bulundukları, hayvanlarının suya götürüldüğü bir
sırada baskın yaptı. Savaşabilecek olanlarını öldürdü, zürriyetlerini de esir
aldı. Haris'in kızı Cüveyriye'yi de o gün aldı. Bu hadisi bana (o sırada)
kendiside o ordunun içinde olan, Abdullah (b. Ömer) rivayet etti. diye mektup
yazdı.
Ebû Dâvud der ki; Bu
hadis sahihtir. Onu İbn Avn, Nâfi'den rivayet etmiştir. Bu hadisi ondan başka
rivayet eden bir kimse daha yoktur.[568]
Daha önce,
"Harbden önce müşrikleri İslama davet etme"başlığı altında sekseniki
numaralı bir bab açılmışken, aynı isimli bir babın burada tekrar açılmış
olduğunu görüyoruz. Bezlu’I-mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmed, musannif Ebû
Davud'un bu başlığa niçin tekrar lüzum gördüğünü şöyle anlatıyor: "Bundan
önceki başlık savaştan önce İslâm'a davet edilmeleri vâcib olan müşriklerle
ilgili hadisleri toplamaktadır. Bu müşrikler o ana kadar kendilerine islam
daveti hiç erişmemiş olan müşriklerdir.
Bir de kendilerine
savaştan önce çeşitli vesilelerle İslâm dayeti erişen müşrikler vardır. Bu
ikinci türdeki müşrikleri savaştan önce İslama davet etmek mendupsa da vacip
değildir. İşte 82 numaralı babın sadece birinci türden olan müşriklere ait
olduğunu, ve daha önce çeşitli vesilelerle kendilerine İslâm daveti erişmiş
olan müşrikleri harpten önce İslama davet etmenin şart olmadığını vurgulamak
için burada sadece ikinci türe giren müşriklere ait olmak üzere özel bir bab
daha açılmış ve ilgili hadisler bu babda toplanmıştır."
"Müreysi
Gazvesi" diye de anılan Benû Mustalik gazvesi hicretin beşinci yılında
vuku bulmuştur. Peygamber efendimiz bu kabilenin müslü-manlar üzerine hücuma
hazırlandığını öğrenince onlardan önce davranıp üzerlerine yürüdü. On kadar
Mustalikli öldürüldü. Yüzden fazlası kadın olmak üzere altı yüzün üzerinde esir
alındı. İki bin deve ve beşbin koyun ele geçirildi. Esirler arasında bulunan
kabile başkanının kızı Cüveyriye fidye karşılığında azad edilmiş, sonra da Hz.
Peygamberle evlenmişti.[569]
1. Harpten Önce
kendilerine İslam daveti ulaşmış olan kafirlere habersiz olarak baskın yapmak
caizdir. İmam Nevevî bu
mevzuda üç görüş zikrediyor:
a) Harbden
önce düşmanı İslam'a davet etmek mutlak surette vâcib-dir. İmam Malik bu
görüştedir.
b) Kafirleri
harpten önce İslam'a davet etmek mutlak surette vacib değildir.
c) Kafirler
daha önce İslâm'a davet olunmamıslarsa, onları harpten önce İslam'a davet
vâcib; daha önce davet olunmuşlarsa mestehab olur.
İmam Nevevî bu
görüşlerden birincisinin zayıf, ikincisinin bâtıl, üçüncüsünün de sahih
olduğuna hükmetmiştir. Nâfî, Hasan el-Basri, Sevri, Leys, Ebu Sevr, İbnü'l-Münzir
ve Cumhur-u ulemânın görüşü de budur.
2. Arapları
harpte esir almak caizdir. Çünkü Mustalik oğullan Arap ırkından oldukları halde
Hz. Peygamber onları esir almıştır. Hanefi ule-masıyla Mâlikîlerin ve Cumhur-ı
ulemanın görüşü bu olduğu gibi İmam Şafiî'nin son görüşüde budur. İmam
Şafiî'nin ilk görüşüne ve ulemadan bazılarına göre ise, Arapları esir almak
caiz değildir. Onlar Islâmı kabul etmedikleri takdirde kılıçtan geçirilirler.
Başka bir seçenekleri yoktur.[570]
2634.
...Enes (r.a.) den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, (düşmana) sabah namazı (vakti girince) baskın yapardı. (Sabah namazı
vakti girdimi) iyice kulak verirdi. Eğer ezan sesi duyarsa (baskından) vazgeçerdi.
Yoksa hücuma geçerdi.[571]
Ezan, İslâmın sembolü
ve parolası hükmündedir. Bir beldeden ezan sesi işitildiği zaman, o beldenin
halkının müslüman olduğuna, en azından içlerinde müslüman bir cemaatın
yaşadığına hükmedilir.
Fakat namaz vakti
geldiği halde oradan hiçbir ezan sesi yükselmezse, o belde halkının kâfirliğine
hükmedilir. Bu bakımdan bir memleket ahâlisi memleketlerinde ezan okunmaması
için ittifak etseler, devlet başkanının o belde halkı üzerine savaş ilan etmesi
icâbeder.
Rasûl-i Zîşân
efendimizin küffar üzerine baskınyapmak için sabah namazı vaktini seçmesinin
sebebi, o vaktin uyku ve gaflet vakti olması ve bu vakitte onları yakalamanın
veya imha etmenin diğer vakitlerden daha kolay olmasıdır.[572]
1. Ezan
okunan bir yere baskın yapılamaz.
2. Kafirleri
dine davet etmeden üzerlerine baskın yapmak caizdir.Bir önceki hadisin
şerhinde mezheb imamlarının bu madde ile ilgili görüşlerini açıklamış
bulunmaktayız.[573]
2635.
...îbn-i îsam el-Müzenî'nin babasından; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.)
bir seriyyede bizi (savaşa) gönderirken şöyle buyurdu;
"Eğer
(uğradığınız memleketlerde) bir mescid görür ya da bir müezzin (sesi)
işitirseniz, (oranın halkından) kimseyi Öldürmeyiniz.”[574]
ŞevkânTnin
Neylii'l-evtâr isimli eserindeki açıklamasına göre bu hadis-i şerif bir
memlekette bir mescid bulunmasının ve orada bîr ezan sesi işitilmesinin o
memleket halkının müslüman sayılması için yeterli bir alâmet olduğuna
delildir. Binaenaleyh, İslâm orduları bir memlekete saldıracakları zaman orada
bir mescid görecek olurlarsa veya onlardan bir ezan sesi duyarlarsa o memlekete
saldırıdan vazgeçmeleri gerekir. Çünkü mescid ve ezan müslümanhğın alâmetidir.
Zahirde o memleket halkının müslüman olduğuna hükmedilir. Kalblerinde imanın
yerleşip yerleşmediğini arama yoluna gidilmez. Çünkü kalbleri yarıp da içini
görmek mümkün değildir. Onu ancak Allah bilir.[575]
2636.
...Amr'dan rivayet olunduğuna göre kendisi Câbir'i (r.a.) şöyle derken işitmiş;
"Rasûlullah (s.a.) "Harb hiledir" buyurdu.[576]
Hud'a; aldatmak, hile
yapmak niyetinin aksini göstermek manalarına gelir. Hattâbî'nin açıklamasına
göre kelimeyi şekillerinde okumak mümkündür. Bunlardan en fasîhi,
"hud'a" şeklinde okunanıdır. Hz. Peygamber de bu kelimeyi
"hud'a" şeklinde okumuştur.
Bu kelime had'a
şeklinde okunduğu zaman masdar-ı merre olur. Bu takdirde hadis-i şerife şöyle
mânâ vermek icabeder: "Savaş bir defa hile yapmaktan ibarettir" Bunu
yapabilen, harbi zaferle sona erdirir. İkinci bir hileye ihtiyaç kalmaz.
"Hud'a" şeklinde kullanıldığı zaman "hile" anlamında bir
isim olur. Bu takdirde hadis "Harbin en önemli tarafı ve rüknü düşmana
hile ve oyun yapmaktır" anlamına gelir.
Hudea şeklinde
okunduğu zaman çok hilekar ve aldatıcı anlamına gelir. Bu takdirde hadis-i
şerif "Harb çok aldatıcıdır. Hilelerle doludur" her zaman için karşı
tarafın iki tuzağına düşmek mümkündür. Dolayısıyla çok dikkatli hareket etmek
gerekir." anlamına gelir.
Bu hadis-i şerif
harpte düşmana her fırsatta hile yapmanın meşru olduğunu açıkça ifade
etmektedir.
Ancak ulema, 2756 ve
2760 numaralı hadisler gibi, verilen ahdi bozmanın vebalini ve ahde riâyet
etmenin lüzum ve önemini belirten hadisleri göz önüne alarak "ahd ve
emân" bozmamak şartıyla harpte düşmana karşı hile yapmanın caiz olduğunu
ittifakla kabul etmişlerdir.
Hanefi ulemasından
İmam Muhammed bu mevzuda şunları söylüyor:
Burada mücâhidin savaş
anında kendisiyle savaştığı kimseyi aldatabileceğine ve bunun ihanet olmadığına
delil vardır.
Bazı alimler, bu sözün
zahirini alarak savaş durumunda yalana izin verildiğini söylemişler ve
Rasûlullah (s.a.)'in Ebu Hüreyre'den nakledilen: "Yalan ancak üç yerde
caiz olur: tki kişinin arasını barıştırmada, savaşta ve bir kimsenin hanımının
gönlünü almasında"[577]
Hadisini de buna delil olarak göstermişlerdir.
Lâkin mezhebimiz odur
ki, hadîs-i şerifte kastedilen, mahza yalan değil, tevriye yapmak ve üstü
kapalı söz söylemektir. Bunun benzeri, İbrahim (s.a.)'in üç yalan söylediğini
belirten hadistir. Bundan maksat onun üç yerde üstü kapalı söz söylediğidir.
Çünkü Peygamberler, mahza yalan söylemekten ma'sumdurlar.
Hz. Ömer "üstü
kapalı söz söylemede (tevriye yapmada) yalandan kurtuluş vardır,"
demiştir.
İmam Muhammed
(Rahimehullah) kitabın metninde bu sözü şöyle açıklar:
Kişinin kendisiyle
savaştığı kimseye, zahirin hilâfına bir şey söylemesidir ki, hakikatte, ona açıkladığı
şeyin hilafını gizlemesidir.
Hz. Ali'nin, Hendek
günü kendisiyle mübareze yaptığı Amr b. Abdu Udde'ye yaptığı gibi Hz. Ali (r.a)
ona: "Hani, kimsenin sana yardım etmeyeceğine dair bana garanti
vermiştin? Peki, sana şu yardım edecekler kimlerdir?" demişti. Amr,
kendisine bu söylenenleri garipser gibi arkasına bakınca, Hz. Ali, birden iki
ayağına vurup ikisini de kesmişti.
Mücahidin,
arkadaşlarıyla konuşup onu duyan kimseye kendilerinin zafere ulaştığını yahut
daha güçlü olduklarını vehmettirmesi de aldatmadır. Hakikat kendisinin
söylediği şekilde olmadığı halde, sözün zahirine göre yalancı duruma düşmeyecek
şekilde konuşur. Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ali (r.a.) katıldığı savaşlarda
başını önüne eğerek bir kere yere ve sonra yukarı kaldırıp bir defada göğe
bakıyor ve şöyle diyordu: "Ne sen yalan söyledin ve ne de ben" Bu
davranışıyla çevresinde bulunanlara sanki Rasûlullah (s.a.) kendisine bu durumu
haber vermiş ve ashabına da bunu emretmiş intibaını veriyordu. Halbuki onun
vukuu mümkün olduğu gibi olmaması da mümkündür. Bu ve buna benzer söz ve
davranışlarda bir sakınca yoktur.
Aldığımız bir nakil'e
göre, Hendek günü adamın biri Rasûlullah (s.a.)'e gelerek;
"Ya Rasûlallah!
Benû Kurayza size ihanet edip antlaşmayı bozarak Ebu Süfyan tarafına bey'at
etti, dedi. Rasûlullah (s.a.)
"Belki de biz
onlara bunu emretmişizdir." buyurdu. Bu sefer adam, Ebu Süfyan'a gidip;
Benû Kurayza'nın sana
tabi olmalarını Muhammed istemiş, dedi. Ebu Süfyan;
Bunu kendi
kulaklarınla mı duydun? diye sordu. Adam:
Evet deyince Ebû
Süfyan:
Yalana yemin ederim ki
Muhammed yalan söylememiştir, dedi.[578]
2637.
...Ka'b b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) bir savaş(a
çıkmay)ı istediği zaman başka bir savaşa çıkıyormuş gibi görünür ve;
"Harp hiledir" buyururmuş.
Ebû Dâvûd der ki:
"Harp hiledir” hadisini bu isnadla sadece Ma'mer rivayet etmiştir.
Amr b. Dinar'ın hadisi
de sadece Cabir'den rivayet edilmiştir ve bir de bu hadisi Ma'mer, Hemmam b.
Münebbih'den, o da Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.[579]
"Verra"
kelimesi insanın esas maksadını gizleyip, onu bir başka şekilde açıklaması
manasına gelir.
İbn-i Melek bu
kelimeyi şöyle açıklıyor: "Başka bir maksadı izhar ederek asıl maksadı
gizlemektir."
Rasûl-i zişân
efendimiz, bir savaşa çıkacağı zaman gideceği yeri açıklamadığı gibi, önce
asıl gitmek istediği yere doğru yola çıkmaz bilakis askerlerine başka bir hedef
göstererek, başka bir istikamete gidiyormuş hissini verirdi. Şehirden hayli
uzaklaştıktan sonra asıl maksadını ve nereye gitmek istediklerini askerlerine
açıklardı. Bu şekilde hareket etmekle hem düşmanı gafil bir şekilde avlama
imkanı bulurdu, hemde düşman hesabına çalışan casusların doğru haber almasını
önlemiş olurdu. Yalan söylemek ve hile yapmak kesinlikle haram olmakla beraber,
harpte caiz kılınmıştır. Taberi, harpte düşmana yalan söylemenin ancak ta'rız
yoluyla caiz olduğunu, sarih kelimelerle "hakiki yalan" söylemenin
caiz olmadığını söylemişse de, tmam-ı Nevevi hakiki yalan söylemenin de mubah
olduğunu fakat bu yalanı tariz yoluyla söylemenin daha efdal olduğunu ifade
etmiştir.[580]
2638.
...Seleme (r.a.)'den; demiştir ki; (Bir savaşta) Rasûlullah (s.a.), Ebu Bekr
(r.a.)'i bize kumandan tayin etmişti. Müşriklerden bir toplulukla savaşmaya
başladık, derken hepsini Öldürmek üzere geceleyin onlara ani bir baskın yaptık.
O gece parolamız "öldür, öldür!" idi.
Seleme dedi ki:
"Ben o gece, kendilerine baskın yapılan müşriklerden yedi tanesini kendi
ellerimle öldürdüm."[581]
2633 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi kafirlerle savaşa tutuşmadan önce onları
İslâm'a davet etmek gerekir. Ancak davet edildiği halde müslümanlığı kabul
etmezlerse o zaman kendilerine savaş açılabilir. Mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif kendileri İslama davet edildikleri halde islamı kabul etmeyen
müşriklere gece baskını düzenlemenin ve savaşta parola kullanmanın caiz olduğunu
ifade etmektedir. Ancak savaşta kadınları ve çocukları öldürmek caiz olmadığı
halde gece baskınlarında onları diğerlerinden ayırabilmek mümkün olmadığından
diğerleriyle birlikte onları da Öldürmek caiz kılınmıştır.
Savaşta parola
kullanmanın cevazı ile ilgili açıklama, 2596 numaralı hadisin şerhinde harpte
kimlerin öldürülüp kimlerin öldürülemeyeceği de 2614 numaralı hadisin şerhinde
geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[582]
2639.
...Cabir b. Abdillah'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), yolculukta (yolculardan) geride
kalırdı. Zayıf (olan hayvanlar)ı sürer, (yola devam edemeyen yolcuları da
hayvanının) arkasına bindirir ve onlara duâ ederdi.[583]
Hz. Peygamber hazarda ve
seferdeki tüm yolculuklarında, yol
arkadaşlarının arkada kalan ve kafileye ayak uy-
duramayanlarıyla
ilgilenir, zayıf olan hayvanları arkadan sürerek onların kafileye yetişmelerine
yardımcı olurdu. Hayvanını süremeyecek derecede yorgun düşen ya da
rahatsızlanan kimseleri de kendi hayvanının arkasına bindirirdi. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis Hz. Peygamberin yolculukta yol arkadaşlarına karşı
gösterdiği bu ilgiyi ifâde etmektedir.
Rasûl-i Zîşan
efendimizin bu uygulaması, savaşta bizzat düşmanla karşı karşıya gelip savaş
veren mücahidlerin dışında, bir de hastalarla ilgilenen ve geri hizmetleri
yürüten yeterli sayıda birlikler ve teşkilatlar bulundurmanın lüzumunu ortaya
koymaktadır.
Hadisten
anlaşılabilecek en önemli hususlardan biri İse, Rasûlullah (s.a.) efendimizin,
düzenli ordu kurma ve harp stratejisinde geri destek birliklerinin kaçınılmaz
olduğunu ima etmesidir.
Hanefi imamlarından
İmam Muhammed bu mevzuda şunları söylüyor:
"Daru'l-Harbe
girdikten ve ondan çıkmak için yola koyulduktan sonra komutanın birini artçı
olarak tayin etmesi iyi olur. Çünkü bu hareket müslümanlan gözeten bir
harekettir. Olabilir ki uykusuzluğa dayanamayıp uyuyan, yahut yolunu kaybedip
o korku verici yerde ne yapacağına karar veremeyip orada bekleyenler
bulunabilir."[584]
2640. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.v.) (şöyle) buyurmuştur:
"İnsanlar,
"Allah'dan başka ilah yoktur" deyinceye kadar kendileriyle savaşmak
üzere emrolundum. Eğer bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden
korurlar. Ancak tevhid kelimesi hakkı ile olması müstesnadır. Onların
(kalbierinde saklamış oldukları küfr ve nifaklarıyla ilgili) hesaplan ise
Allah'a aittir."[585]
îmam Buharı,
Sahih'inde îmânı, söz (ikrar) ve fi'l (amel)
diye tanf etmiştir.
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre, Buhari'nin bu tarifindeki sözden maksat, "Eşhedü enlfi
ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûluhû" cümlesini
dille söylemektir. Yine Buhârî'nin bu tarifinde geçen, "amer* den maksat
ise, vücûdu bütün organlarıyla yapılan amelle birlikte kalbin ameli, yani
tasdikidir. Buhârî bu tarifiyle "Kalbin tasdikiyle birlikte ibadeti
de" İmanın bir rüknü saymıştır. Bu şekilde kalbin tasdikini imanın
tarifine sokan ve tasdikin, imanın bir rüknü olduğunu binâenaleyh kalbinde
tasdik olmayan kişilerde imanın bulunmadığını söyleyen kimseler meseleye
Allah'ın ilmi açısından bakan kimselerdir.
İman meselesine bu
açıdan bakınca elbette kalbde tasdikin bulunup bulunmaması sözkonusu olur.
Fakat meseleye kullar açısından bakınca durum tamamen farklıdır. Çünkü insanlar
başkalarının kalbinde tasdikin bulunup bulunmadığına tahkik ve tesbit etme
imkanına sahip değillerdir. Binaenaleyh meseleye bu açıdan yaklaşanlar kalbin
tasdikini imanın ta'rifi içine almamışlardır. Selef-i salihin ise imanı,
"kalp ile tasdik dil ile ikrar ve vücudun tüm organlarıyla ameldir"
şeklinde tarif etmişlerdir. Selef bu tarifle amelin imandan bir cüz olduğunu ve
amelsiz bir kimsede imanın bulunamayacağını değil de imanın kemâle ermesi için
amel şart olduğunu ifade etmek istemişlerdir.
İmanın kemale erip
ermemesi sözkonusu olunca da haliyle imanın artıp eksilmesi meselesi de önemli
bir mesele olarak kelâm mevzuları arasına girmiştir. Neticede iman meselesinde
şu görüşler ortaya çıkmıştır;
1. Bazılarına
göre iman dil ile ikrar kalp ile tasdiktir.
2. Kerramiye'ye
göre sadece dil ile ikrardan ibarettir.
3. Mutezile'ye
göre ise dil ile İkrar, kalp ile tasdik ve vücudun diğer organlarıyla amel
etmekten ibarettir. Vücudun organları ile ameli imanın tarifine sokan Mutezile
ile Selefi salihin aslında bu mevzuda birbirlerinden tamamen farklı
düşünmektedirler. Çünkü selefi salihin, amel imandandır derken, imânın kemâle
ermesi içîh amelin şart olduğunu kasdetmektedir-ler. Mu'tezile ise, "amel
imandandır" derken amelin imanın bir rüknü olduğunu ve amelsiz olan bir
kimsenin aynı zamanda imansız bir kimse olduğunu ifade etmek istemektedirler.
İmanın tarifini kalbin
tasdiki yönünden ele alan bütün tarifler, aslında Allah nezdinde makbul olan
imanı ifade etmek için yapılan tariflerdir. Meseleye kullar açısandan
yaklaşınca kalbin tasdiki sözkonusu değildir ve sadece dil ile ikrar etmek
kullar yanında imanlı sayılmak için yeterlidir. Binaenaleyh dille Allah'a ve
Rasûlüne inandığını söyleyen bir kimsenin müslüman olduğuna hükmedilir ve
kendisinden putlara tapmak gibi küfre delalet eden bir fiil tezahür etmedikçe
kendisine dünyada müslüman muamelesi yapılır. İkrarı bulunduğu halde büyük
günah işleyen kimselere gelince kimisi bunların ikrarına bakarak mü'min
olduklarını söylerken, kimisi de meseleyi imanın kemali cihetinden ele alarak,
"Bu kimselerin imanı yoktur." demişlerdir.
Bazıları da bu
kimselerin yaptığı işlerin kâfirlerin yaptığı işlerden başka bir şey
olmadığını nazar-ı itibara alarak ve meseleye bu açıdan yaklaşarak "Bu
kimseler kafirdir" demişlerdir. Meseleyi imanın hakikati cihetinden ele
alan kimseler de, onların kâfir olmadığını söylemişlerdir. Mu'tezile ise, iman
ile küfr arasında bir menzil bulunduğunu iddia ederek dille ikrarı bulunduğu
halde fası klik yapan kimselerin mü'min sayılmadığı gibi kafir de
sayılamayacağım küfür ile iman arasında kalacaklarını söylemişlerdir.[586]
Hz. Peygamber,
"Ben em rol undum" sözüyle; "Allah bana emretti"
demek istemiştir.
Fakat kendisine emir veren yegâne emredicinin Allah olduğunu, bunu açıklamaya
ihtiyaç bile bulunmadığını ifade için birinci cümledeki ifade tarzını, ikinci
cümledeki ifade tarzına tercih etmiştir. Hz. Peygamber, "Ben emrolundum"
deyince emredenin Allah olduğuna hük-medildiği gibi buna kıyasla bir sahabi de;
"Ben emrolundum" dediği zaman emri verenin Rasûlullah olduğuna
hükmedilir. Netice olarak tek bir başkandan emir alan kimse, "Bana
emredildi" dediği zaman emir verenin onun reisi olduğuna hükmedilir.
Metinde geçen,
"Allah'dan başka ilah yoktur deyinceye kadar" cümlesini Buhari;
"AllahMan başka ilah olmadığına şehadet edinceye, bana ve benim
getirdiklerime iman edinceye kadar" şeklinde rivayet etmiştir. Müslim'in
bir rivayetinde de aynı ifadeler yer almaktadır. Buhari'nin tbn Ömer'den
rivayet ettiği bir hadiste ise; "İnsanlar, Allah'dan başka bir ilah
olmadığına, Muhammed'in Allah'ın rasûlii olduğuna inanıp namaz kılıncaya ve
zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum." şeklinde ifâde
edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki
insanlar sadece "lâ ilahe illallah" demekle kurtulamazlar.
Müslümanların kendilerine cihad ilân etmeleri, yani kendilerine savaş
açmalarından kurtulabilmeleri için Allah'a iman ettikleri gibi, Allah'ın Rasûlüne
ve onun getirdiklerine de iman etmeleri gerekir. Ancak Hanefi ulemâsından
Aynî'nin açıklamasına göre, mevzûmuzu teşkil eden bu hadiste sadece, "la
ilahe illallah" dedikleri için islamiyyeti kabul ettikterine hükmedilip
malları ve canları saldırıdan masum kalacakları ifade edilen kimseler,
putperestlerdir. Çünkü bunlar, "...Onlara Allah'dan başka tanrı yoktur
dendiği zaman büyüklük taslarlardı.”[587]
âyet-i kerîmesinde de ifade edildiği gibi kelime-i tevhidi söylemeye
yanaşmazlardı. Kelime-i tevhidi söylemeleri Islamiyeti kabul etmeleri anlamına
gelirdi. Bu bakımdan mevzumuzu teşkil eden ve bazı kimselerin sadece kelime-i
tevhid getirdikleri için müslümanlıklarına hükmedilerek, kendileriyle
savaşmaktan vazgeçileceğini bildiren bu hadis, sâdece Kelime-i Tevhîdi
söylemeye yanaşmayan putperestlerle ilgilidir. Kelime-i Tevhidi söyledikleri
halde Hz. Peygamberi tasdik etmeyen ehl-i kitap bu hükme dahil değildir.
Onların, müslüman olduklarına hükmedilebilmesi için kelime-i tevhidi
söyledikleri gibi, Rasûlullah'ın peygamberliğini ve onun getirdiklerini de
tasdik etmeleri gerekir. İşte mevzumuzu teşkil eden hadisin sadece Kelime-i
tevhidi içine alan şekli putperestlerle ilgili olduğu gibi, Allah'ın birliğine
imanın yanında Hz. Peygambere ve onun getirdiklerine iman etmeyi içine alan
rivayetlerde Ehl-i kitapla ilgilidir.[588]
Nevevi'nin açıklamasına göre Hattâ-bi ile kadı İyaz'da bu görüştedirler.[589]
İşte yukarıda
açıklanan şartlar içerisinde İslam dairesine giren kimselerin malları ve
canları taarruzdan masundur. Ancak kelime-i tevhidin hakkına tealluk ettiği
zaman onların mallarına ve canlarına taarruz edilebilir. Kelime-i tevhidin
hakkı üç halde onların mallarına ve canlarına tealluk eder:
1. Zina
etmeleri halinde,
2. Allah'ın
haram kıldığı bir cana kıymaları halinde,
3. Dinden
dönmeleri halinde.
Bu durumlarda
yaptıklarının cezalarını, bazan mallarıyla bazan da canlarıyla öderler ve
müslümanların mükellef oldukları bütün yükümlülükleri yerine getirmekle
mükelleftirler. Bu hususta sonradan müslüman olan ehli kitapla, sonradan
müslüman olan müşrikler arasında herhangi bir fark yoktur. Metinde geçen
"onların hesabı Allah'a aittir." cümlesinde maksat, bazı kimselerin
zahirde inanmış göründükleri halde aslında kalplerinde saklamış oldukları
küfür, nifak ve gizli yerlerde işlemiş oldukları suçlardır. Bunların cezası
ahirete kalmıştır. Çünkü insanlar zahire göre hükmetmekle mükelleftir.
İnsanların kalplerini anlamakla ve gizli hallerini araştırmakla mükellef
değillerdir. Bu bakımdan bu gibi gizli hallerin hesabı Allah'a aittir.[590]
1. Müşrikler,
"Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla harbedılır.
2. Bir
müşrikin Kelime-i Tevhîdi söylemesi müslüman sayılması için yeterlidir.
3. Zahiri
ameller makbuldür. Hüküm zahire göre verilir.
4. İslam
cemiyetinde suç işleyenler cezalarını mallarıyla ya da canlarıyla öderler.[591]
2641.
...Enes (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.);
"Ben, insanlar;
"Allah'dan başka ilah yoktur ve Muhammed onun kulu ve Rasûlüdür"
deyinceye ve kıblemize yönelinceye, kestiklerimizi yiyinceye ve namazımızı
kılıncaya kadar onlarla savaşmak üzere emrolundum.
Bunu yaparlarsa,
onların (kanlarının ve mallarının) hakkı (olan cezaların) dışında kanları ve
malları bize haram olur. Müslümanların (lehine) olan (hüküm)Ier, onlarında
lehinedir. Müslümanların üzerinde bulunan (yükümlülük)ler, onlar hakkında da
câridir.[592]
Bir önceki hadisi
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi, ehli kitabın müslüman sayılabilmesi için
sadece "Lâ ilahe illallah" demesi yeterli değildir. Allah'ın
varlığını ve birliğini ikrar ettikleri gibi aynı zamanda, Hz. Muhammed'in peygamberliğini
ve onun getirdiği hükümleri de kabul etmeleri gerekir. Aski takdirde müslüman
olduklarına hükmedilemez.
Mevzu m uzu teşkil
eden bu hadis-İ şerifte Rasûl-i zîşan efendimiz, is-lamın bütün hükümlerini ve
inanç nizamını kabul edinceye kadar ehli kitapla savaşmakla emrolunduğunu
ifade etmektedir. Bu hadis-i şerifin metninde insanların müslüman
sayılabilmeleri için, kelime-i tevhidi söylemeleri ve Hz. Muhammed'in
peygamberliğini tasdik etmeleri gerektiği açıkça belirtilmiştir. Fakat
insanlardan kasıt ehl-i kitaptır. Ayrıca hadisin metninde geçen; "Bizim
kıblemize yönelinceye, kestiklerimizi yiyinceye ve bizim namazımızı kılıncaya
kadar" cümleleri, müslüman olmak için Allah'a ve Rasûlüne iman etmenin
gereğini ifade eder.
Çünkü beş vakit namaz
Allah'ın varlığına, birliğine, Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna inanan
kimselere farz olur. ancak bu imanın kalbinde yerleştiği kimselerin namaz
kılması sözkonusudur. Her ne kadar yeryüzünde bazı milletlerin namaza benzeyen
bazı ibadetleri varsa da her yönüyle namaza benzeyen ve beş vakit icra edilen
bir ibadet yoktur. Bu bakımdan "bizim namazımızı kılıncaya kadar"
sözü tam manasıyla, "Allah'ın varlığına, birliğine, Muhammed'in
peygamberliğine inanıncaya kadar" anlamına gelmektedir. Hadis-i Şerifte
ayrıca namazın bir mütemmimi olarak "bizim kıblemiz" sözü
zikredilmiştir.
Bütün bu inançlar ve
ibadetle ilgili esasların yanında tamamen islâmî esaslara göre kesilen
hayvanların etlerinin yenebileceğini kabul etmek ve dolayısıyla, hayvanları
boğazlarken islâmî esaslara göre boğazlamak da müslüman olmanın bir alâmeti
sayılmıştır. Bununla, Ehl-i Kitâb'ın müslüman olabilmeleri ve kendilerinden
savaşın kaldırılması için, islâm'ın tüm ahkamını kabul etmeleri istendiği gibi,
İslâm'a aykırı olan inançlarını, ibadetlerini ve adetlerini de terketmeleri
gerektiği ifade edilmek istenmiştir.[593]
Ayrıca hadis-i
şerifte, yukarıda açıkladığımız şartlar dahilinde müslümanlığı kabul eden
kimselerin mallarının canlarının korunacağı, ancak bu mallarda ve konularda
Allah'ın hakkı bulunduğu, bu haklar ortaya çıkınca onlara taarruz
edilebileceği ifade edilmektedir. Allah'ın bu hakları, kulun müslüman olduktan
sonra ölünceye kadar müslümanlığını devam ettirmesi, Allah'ın çizdiği
sınırları gözetmesi, namaz kılması, zekat vermesi, kulların hakkına tecavüz
etmemesidir. Eğer irtidat ederse canıyla Öder. Sınırları gözetmezse kendisine
had cezası uygulanır. Namaz kılmazsa cezalandırılır. Zekatı vermezse elinden
zorla alınır. Eğer kulların hakkına tecavüz ederse işlediği suçun cinsine göre
cezasını malıyla ya da kanıyla öder.
İşte bütün bu esaslar
çerçevesinde Islâmiyeti kabul eden kimseler, dünyada ve ahirette müslümanlann
yararlandığı tüm haklardan yararlanırlar. Buna karşılık müslümanlann
sorumluluklarını da yüklenmiş olurlar. Bu hususta İslâmiyeti sonradan kabul
eden müşriklerle tslamiyeti sonradan kabul eden Ehl-i kitap arasında hiçbir
fark yoktur.
Eğer müslümanlığı
kabul etmezlerse, müslümanlann taarruzundan emin olamazlar. Bu hadisle ilgili
açıklamalardan bir kısmı bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçtiği için
burada tekrara lüzum görmedik.[594]
2642.
...Enes b. Malik (r.a.)'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.):
"Ben müşriklerle
savaşmak üzere emrolundum..." buyurmuştur. (Enes b. Malik sözlerine
devamla bir önceki hadisin) manasını rivayet etmiştir.[595]
Bu hadisle ügih
açıklama 2641 numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden burada
tekrara lüzum görmedik.Daha ayrıntılı açıklama için 2682
numaralı hadisin şerhine müracaat edilebilir.[596]
2643. ...Üsame
b. Zeyd'den demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) bizi bir seriyye olarak
el-Hurakat (denilen kabileler) üzerine gönderdi. Onlar (bizim kendilerine
yaklaşmakta olduğumuzu, bizim kendilerine saldırıya geçeceğimizi) hissederek kaçtılar
(bunlardan) bir adama yetiştik. Biz üzerine çullanınca adam, "Lâ ilahe
illallah (Allah'dan başka ilah yoktur)" deyiverdi. Biz ona, öldürünceye
kadar (kılıçlarımızla) vurduk. Sonra bunu peygamber (s.a.)'e anlattım.
"Kıyamet gününde
(bu adamın söylediği) lâ ilahe illallah (kelimesi) karşısında senin için
(yardımcı olabilecek) kim vardır?" buyurdu. Ben de:
Ey Allanın Rasûlü b
bunu ancak silah korkusuyla söyledi, dedim.
"Bari onun
kalbini arsaydın da (kalbinin) bu sözü
korkudan dolayı söyleyip söylemediğini (iyice bir) buseydin. (Yarın) kıyamet
gününde "lâ ilahe illallah" (sözü) karşısında senin için (yardımcı
olabilecek) kim vardır?" buyurdu. Bu sözü (tekrar tekrar) söylemeye o
kadar devam etti ki (daha önce) müslüman olmayıp ta o gün müslümanlığa (yeni)
girmiş olmamı arzu ettim."[597]
Hadis-i şerifte
sözkonusu edilen hadisenin cereyan ettiği bu savaş hicretin yedinci senesinde
vuku bulmuştur. Siyer sahiplerinin rivayetlerine göre bu seriyye emir
kumandasında yapılan ve hicretin yedinci senesinde vuku bulan seriyyedir. Ancak
Hakim'in iklîlinde bu seriyyenin, hicretin sekizinci senesinde vuku bulan bir
seriyye olduğu ve yedinci senedeki seriyyenin başka bir seriyye olduğu
bildirilmektedir.
Rivayetin birine göre
hazreti Üsâme birinci seriyyeye iştirak etmişti. Bu seriyye Emir Gâlib'in
kumandasında idi. İkinci seriyye de ise Hazreti Usame'nin bizzat kumandayı ele
aldığı anlaşılmaktadır. Yani bu Huraka seriyyesinde, kumandanın Hazreti Üsame
de olduğu Buhari'nin, yine bu seriyyenin hicretin yedi veya sekizinci senesinde
vuku bulduğu da Hâkimin rivayetinden anlaşılmaktadır.[598]
Her ne kadar Buhari bu
seriyye ile ilgili özel bir bab açmışsa da, seriyyede Hz. Üsame'nin kumandanlık
yaptığına delalet eden bir hadis rivayet etmemiştir. "Ey inananlar, Allah
yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin, size selam verene, dünya
hayatının geçici menfaatini gözeterek -sen müzminlerden değilsin-
demeyin."[599]
ayet-i kerimesi de bu savaşta inmiştir.[600]
îbn-i Hişâm'ın
rivayetine göre Hz. Üsame'nin bu savaşta öldürdüğü adamın ismi Mirdas b.
Nehlik'dir.
Metinde geçen,
"La ilahe illallah (sözü) karşısında senin için (yardımcı olabilecek) kim
vardır?" uyarısı "Eğer Lâ ilahe illallah sözü kıyamet gününde bir
insan suretine girerek karşısına çıkarsa o zaman, o kadar güçlü kuvvetli bir
düşmanla karşılaşmış olursun ki hiçbir yaratık seni onun elinden
kurtaramaz." anlamında kullanılmıştır. Rasûl-i zişan efendimiz bu sözüyle
kelime-i tevhidin değerini, kafirin ağzından bile çıkmış bu yüce ifâdeye karşı
gösterilecek saygıyı ve sahibine karşı takınılacak tavrı ifade etmek
istemiştir.
Fakat, Hz. Üsame'nin
zaten el-Hurakat kabilesini öldürmek üzere gön-dirilmiş olması ve,
"Azabımızı gördükleri zaman iman etmeleri onlara fayda verecek
değildir."[601]
âyet-i kerimesine bakarak kelime-i tevhid okumasının o anda müslüman
sayıtabümesi için yeterli olamayacağı zannıyla adamı öldürmüş olması gibi
sebeplerle Rasûlullah (s.a.) kendisini mazur görmüş, onu kısas ya da diyet
cezalarından biriyle cezalandırmaya lüzum görmemiştir. Metinde geçen
"daha önce müslüman olmayıp ta o gün müslü-manlığa yeni girmiş olmamı arzu
ettim." temennisi hakkında Kirmanı, "daha önce müslümanlığa girmemiş
olmayı temenni etmek nasıl doğru olabilir?" ve bu soruyu yine kendisi
şöyle cevaplıyor: "Hz. Üsame bu temennisiyle o güne kadar İslamiyete
girmemiş olmayı değil içinde hiçbir günah bulunmayan bir islamî hayat yaşamış
olmayı temenni etmiştir." Üsame'nin temennisi bu büyük cinayetten salim
kalmak içindir. Yani işlemiş olduğu suçun büyüklüğü karşısında, daha önce müslüman
olarak işlediği salih amelleri küçük görmüş gibidir. Üsame (r.a.)'mn bu
temennisi hakikat değil mecazdır. Çünkü hakikatte küfür üzere kalmayı, istemek
caiz değildir. O bu sözle Peygamber (s.a.)'in şiddetli tekdirinden son derece
korktuğunu ifade etmiştir. Hatta bu hadiseden sonra hiç bir müslümanla mukatele
etmeyeceğine yemin etmiş; Sıffın vak'asında Hz. Ali (r.a.)'ye yardım
etmemiştir.[602]
1. Bir kimse
şehâdet getirdikten sonra onu katletmek haram olur. Kanının haram olması için
onun şehadet getirmekle ne demek istediğini açıklaması gerekmez, sadece şehâdet
getirmesi yeterlidir.
2. İnsanların
fiilleri ve sözleri hakkında zahire göre hükmedilir, içinde sakladığı sırların
hesabı ise Allah'a aittir.
3. Kafirlerin
kanını dökmek mubahtır.
4. Müctehid,
ictihâdındaki hatasından dolayı sorumlu değildir.
5. Hataen
adam öldürmenin diyeti yoktur. Bu hadis bu görüşte olanların delilidir.
6. Bir
müslümanı öldürmek büyük günahlardandır.[603]
2644.
...El-Mikdad b.el-Esved'in anlattığına göre kendisi (Hz.Pey-gamber'e);
“Ey Allah'ın Rasûlü!
Ben kafirlerden bir adama rastlasam da benimle savaşsa ve kılıçla vurarak
ellerimden birini kesse sonra benden (kaçıp) bir ağaca sığınsa ve -Ben Allah'a
teslim oldum- dese bu sözü söyledikten sonra ben o adamı öldürebilir miyim? Ne
buyurursun?" diye sormuş. Rasûlullah (s.a.) da;
"Onu
öldüremezsin" buyurdu. Ben de;
Ey Allah'ın Rasûlü o
benim elimi kesti, dedim. Rasûlullah (s.a.) da;
Onu öldüremezsin.
Çünkü eğer öldürürsen o, senin onu öldürmeden önceki yerine geçer. Sen de
onun, söylediği o sözü söylemeden önceki yerine geçersin.” buyurdu.[604]
Ehl-i bid'alten olan
hariciler ve onların görüşünde olanlar metinde geçen; "...Eğer öldürürsen,
sen de onun o sözü
söylemeden önceki
yerine geçersin", anlamındaki cümleleri te'vil ederek, bu cümlelerin;
"Eğer sen onu öldürecek olursan onun şehadet kelimesini öldürmeden önceki
haline düşersin, yani kâfir olursun.*' manasına geldiğini iddia etmişlerdir.
Bu hadis-i şerifi, "Büyük veya küçük günah işleyenlerin kafir olarak
ebediyyen cehennemde kalacağı" yolundaki inançlarına delil olarak
gösterirler. Gerçekte bu te'vil fasit bir te'vîldir. Çünkü metinde geçen
sözkonusu cümlenin gerçek anlamı şudur: "O kimse bu sözü söylemeden önce
kafirdi, dolayısıyla kamnı dökmek helaldi. Eğer bu kelimeyi söyledikten sonra
onu öldürecek olursan, bir müslümanı öldürmüş olacağın için kısas cezasına
çarptırılarak senin kanının dökülmesi de helâl olur. Bu bakımdan onun bu
kelimeyi söylemeden önceki durumuna düşmüş olursun." Ya da diğer bir bakış
açısıyla,
"Eğer onu
öldürürsen O, sertin onu öldürmeden önceki yerine geçer," cümlesi;
"Eğer onu öldürürsen bir müslümanı öldürmüş olursun. Onu öldürmeden önce
nasıl senin kanını dökmek haram idiyse bu kelimeyi söyledikten sonra aynı
şekilde onun kanını dökmek de haramdır. Bu hususta onun bu kelimeyi söyledikten
sonraki haliyle, senin onu öldürmeden önceki halin arasında en küçük bir fark
yoktur." anlamına gelir.[605]
1. Henüz
vukua gelmeyen bir hadisenin hükmünü sormak ve cevap vermek caizdir.
2. "Ben
Allah'a teslim oldum" gibi, kelime-i şehadetin yerini tutacak bir sözle
veya benzeri bir işle islam dinine girilmiş olur.
3. Hüküm
zahire göre verilir.[606]
2645.
...Cerir b. Abdillah'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)Has' am kabilesine
(baskın yapmak üzere) bir seriyye gönderdi. O kabileden bazı kimseler
(müslümanlann saldırısından kurtulmak için) secde ederek korunma yoluna
başvurdular. Bu (durum) onları öldürmeyi (daha da) hızlandırdı. (Cerir b.
Abdillah rivayetine devam ederek) dedi ki: Durum Peygamber (s.a.)'e ulaşınca
onlar için yarım diyet (Ödenmesini) emretti ve;
"Ben müşrikler
arasında ikamet eden her müslümana uzağım" buyurdu.
Neden ya
Rasülallah?" diye sordular.
(Müslümanlarla
müşriklerin) "Ateşleri birbirini görmesin", diye cevap verdi.
Ebu Dâvûd der ki: Bu
hadisi Ma'mer ile birlikte Hükeym, Halid el-Vasıtî ve bir topluluk da rivayet
ettiler fakat Cerir'den bahsetmediler.[608]
Müslümanların Has'am
kabilesine yaptıkları bu baskın sırasında Has'am kabilesi içerisinde bazı
müslümanlar da bulunuyordu.
Bunlar o zaman henüz
müşriklikten kurtulamayan Has'am kabilesi içerisinde hayatlarını
sürdürmekteydiler.
Müslümanlar Has'am
kabilesi üzerine ani bir baskın yapınca o kabile arasında yaşamakta olan
müslümanlar, bu saldırıdan canlarını kurtarabilmek için hemen secdeye
kapandılar. Bu hareketleriyle kendilerinin de müslüman olduklarını müslümanlara
isbat etmek ve dolayısıyla canlarını kurtarmak istiyorlardı. Fakat müslümanlar
onların bu hareketine hiç iltifat etmeden hepsini kılıçtan geçirdiler.
Hz. Peygamber, bu
hadiseyi öğrenince bu çarpışmada öldürülen müslümanlann varislerine yarım
diyet ödenmesini emretti.
Hz. Peygamberin onlar
için tam diyet değil de yarım diyet ödetmesinin sebebi ulemâ arasında ihtilaf
konusu olmuştur. îbn Kayyım el-Cevzi'ye göre bu sebebi açıklama yolunda ileri
sürülen en güzel fikir şudur: "Çünkü Hz. Peygamber, müslümanlarm diyar-ı
küfür ülkesinde yaşamaya devam etmişler ve bu tutumlarıyla da kendilerinin
Öldürülmelerine bir nevi yardımcı olmuşlar ve dolayısıyla bir başkasıyla
yardımlaşarak kendisini öldüren bir kimsenin durumuna düşmüşlerdir."[609]
Nasıl ki başkalarıyla
anlaşarak canına kıyan kimse için sadece yarım diyet takdir edilirse bu
kimselere de aynı şekilde yarım diyet takdir edilmiştir.
Müslüman mücâhidlerin,
secde ederken görmelerine rağmen gene de onları öldürmelerinin sebebi ise,
secde etmenin sadece müslümanlara a bir fiil olmadığındandır. Bilindiği gibi
kafirler de büyüklerinin ve ta'zim v rini arzetmek veya selamlamak istedikleri
kişilerin önünde secdeye kapanırlar. Bu sebeple müslüman mücahidler onların
secdeye varmış olmalarına hiç iltifat etmeden onları kılıçtan geçirdiler.
Metinde geçen, Ben
müşrikler arasında ikamet eden her mü si umandan uzağını", cümlesi;
"Müşrikler arasında ikamet eden müslümanlara yardımcı olamam",
anlamına gelebildiği gibi "Artık bu hadiseden sonra katledilenlere diyet
ödetmem," anlamına da gelebilir.[610]
"Müşriklerle
müslümanlarm ateşleri birbirini görmesin!" anlamındaki cümle ise
birbirine komşu olan iki ev halkında, "Şu iki ev birbirine bakıyor"
denilmesi kabilinden mecazi bir anlam taşımaktadır. "Bir müs-lümanla bir
müşriğin evi birinin yaktığı ateşi diğerinin görebileceği şekilde yakın
olmamalıdır." anlamında kullanılmıştır ki, müslümanlarm müşrik diyarından
müslüman ülkelerine göç etmelerinin lüzumunu ifade etmek için söylenmiştir.[611]
1. Müslümanlar
esir bile olsalar müşriklerin ellerinden kurtulma imkam buldukları takdirde
orada ikamet etmeleri kendileri için helal olamaz. Hattabi'nin açıklamasına
göre müşriklerin elinde bulunan bir esir İslam ülkesine kaçmamak üzere yemin
ederek müşriklere söz vermiş bile olsa yine de fırsatını bulunca oradan İslam
ülkesine kaçması gerekir. Eğer bu yemini kendisine müşrikler zorla
yaptırmışlarsa, bu yemini bozduğundan dolayı kendisine keffaret de lazım
gelmez. Fakat kendi arzusuyla yemin etmişse o zaman yeminini bozduğundan
dolayı keffaretini ödemesi gerekir. Çünkü Rasûl-i zîşân efendimiz; "Kim
bir işe yemin eder de sonra aksine hareket etmenin daha hayırlı olduğunu
anlarsa, hayırlı gördüğü işi yapar, sonra yemininin keffaretini öder."
buyurmuştur.[612]
2. Secde
sadece müslümanlara mahsus bir alâmet değildir.
3. Allahü
Teâlâ küfür ülkesiyle İslam ülkesini kesinlikle birbirinden ayırmıştır.
[1] el-Bedâyi VII, 97; Fethu'l-kadir IV, 276;
ed-Dürrü'l-muhtar III, 273.
[2] et-Tevbe (9), 41.
[3] el-Tevbe (9),
111.
[4] Hâsiyet-üş Şerkâvî II, 391.
[5] bk. Züheylî Vehbe, el-Fıkhu'l-İslamî II, 448.
[6] et-tevbe (9), 29.
[7] et-Tevbe (9), 36.
[8] el-Hucûrât (49),
15.
[9] Mişkatu'l-Mesâbih, II, 355.
[10] Müslim, iman 20.
[11] Ahmed b. Hanbel, VI, 387.
[12] Bk. Aclûnî, Keşfu'l-hafa, I, 425.
[13] Tirmizî, cihâd 2.
[14] bk. Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, 104, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/435-437.
[15] Buhârî, zekât 36, hibe 35, menakıb'ül-ensar 45, edeb
95; Müslim, imâre 87; Nesâî bey'at 11; Ahmed b. Hanbel, III, 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/437.
[16] Muhammed suresi (47), 35.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/438.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/438.
[19] Müslim, el-birr 78; Ahmed b. Hahbel, VI, 58, 222.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/438-439.
[20] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/439.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/439.
[22] Darimî, siyer 70, Ahmed b. Hanbel, VI, 99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/440.
[23] el-En'âm (6),
158.
[24] bk. Buhari, fiten 25.
[25] en-Nisâ (4),
100.
[26] bk. el-Hattabi, Mealim'üs-sünen, III, 8.
[27] Ahmed b. Hanbel, V, 270.
[28] bk. S. Ateş, Kur'an-ı Kerim'in Yüce Meali ve Çağdaş
Tefsiri, I, 619, 620.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/440-442.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/442.
[30] Buhârî, Sayd 10; Cihad I, 127, 194; menakib'ül-ensâr
45; meğazî 53; Müslim, imâre .58; Tİrmizî, siyer 33; Nesâî, bey'at 15; Îbn
Mâce, keffarat 12; Dârimî, siyer 69; Ahmed b. Hanbel, 1, 226, 266, 316, 355;
II, 215; III, 22, 401, 430, 431, 467, 469; V, 71, 187; VI, 466.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/442.
[31] en-Nisa (4) 97.
[32] bk. Nesâî, zekât 73; îbn Mâce, hudûd 2; Ahmed b.
Hanbel, V, 4, 5.
[33] bk. 2645 numaralı hadis.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/442-444.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/444.
[36] Buhârî, İman, 4, 5; rikâk 26; Müslim, iman 64, 65;
Tirmizi, kıyâme 52; imân 12, Nesâi, iman, 8, 9,
11; Dârimî, rikak 4, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 160,
163, 187, 191, 192, 195, 205,
206, 209, 212, 215, 224, 379; III, 154, 372, 440; IV,. 114, 385, VI, 21, 22.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/444-445.
[37] bk. Müslim, imân
107, 108.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/445-446.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/446.
[40] Ahmed b. Hanbel, II, 84, 199, 209.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/446-447.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/447-448.
[42] Ahmed b. Hanbel, V, 33, 288.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/448.
[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/449.
[44] Buhârî, i'tisâm 10; Müslim, iman 247; İmare 170, 173,
174; Tirnıizî, fiten 27, 51; İbn Mace, mukaddime 1; fiten 9; Ahmed b. Hanbel, V, 34,269, 278,
279.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/449.
[45] Müslim, fiten
177.
[46] bk. Müslim, fiten 110; Tirmizi, fiten 59; İbn Mace, fiten, 33.
[47] bk. Müslim, imâre 176.
[48] bk. Davudoğlu A., Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, II,
122, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/450-452.
[49] Buhârî, cihad, 2, rikak 34; Müslim, imâre 122, 123, 127; Tirmizi, fezail'ül-cihad, "
24; Nesaî, zekal 74; Cihad 7; İbn Mace, fiten 13; Darimî, cihad 6; Ahmed b.
Hanbel,I, 237, 319, 322; II, 443; III,
16, 37, 56, 77, 461, 477, IV, 234.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/452-453.
[50] bk. Davudoğlıı A., Saih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX,
85.
[51] Tirmizî, kıyâme 55; İbn Mâce, fiten 23; Ahmed b.
Hanbel, II, 43; V, 365.
[52] bk. Molla Mehmetoğlu O.Z., Sünen-i Tirmizî Tercemesi,
IV, 42 (H. No. 2255).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/453-454.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/454-455.
[54] bk. Mütercim Asım Efendi, Tercümetü'I-kamus. I, 483.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/455.
[56] Ahmed b. Hanbel, II, 174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/455-456.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/456.
[58] Sâdece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/456-457.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/457-458.
[60] Kütübi Sitte içinde sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/458-459.
[61] bk. el-Azîmâbâdî, Avnü'l-ma'bud, VII, 166.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/459-460.
[63] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[64] Buhârî, tabir 12, cihad 3, 7, 63, 75, isti'zan 41; Müslim,
imâre 160, 161; Tirmizi, fedailü'l-cihad 15; Nesai, cihad 40; İbn Mace, cihad
10; Darimî, cihad 28; Mu vat ta, cihad 39; Ahmed b. Hanbel, III, 243, 264, VI,
361, 423, 435.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/460-461.
[65] Müslim, imâre 165.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/461-462.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/463.
[68] Buhârî, ta'bir 12; cihad 3, 7, 63, 74; isti'zân 41;
Müslim, imâre 160, 161; Tirmizi, fedailü'l-cihad 15; Nesai, cihad 40, İbn Mace,
cihad 10; Dârimî, cihad 28, Muvatta, cihad 39; Ahmed b. Hanbel, III, 243,
264; VI, 361r 423, 435.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/463-464.
[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/464.
[71] bk. Abdürrezzak, el-Musannef, V; 285.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/465.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/465-466.
[74] Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 335.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/466.
[75] en-Nahl (16),
15.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/466-467.
[77] Müslim, imare J03, Nesaî, cihad 14, iman 24; İbn Mace,
cihad 1.
[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/467-468.
[79] el-Hakka (69), 24.
[80] et-Târık (86), 6.
[81] en-Nûr (24), 61.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/468-469.
[83] Müslim, imâre 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/469.
[84] bk.Müslim,İmare 131.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/469-470.
[86] Müslim, imare 139; Nesai, cihad 47, 48; Ahmed b.
Hanbel, V, 352, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/470-471.
[87] el-Benna AA. el-Fethu'r-rabbani, XIV, 25.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/471-472.
[89] Müslim, imare 153; Nesâî, cihâd 15; İbn Mâce, cihad H;
Ahmed b. Hanbel, II, 169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/472-473.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/473-475.
[91] Nesâî, cihâd 45; Ahmed b. Hanbel, III, 438.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/475.
[92] bk. Mollamehmetoğlu O.Z., Sünen-i Tirmizi Tercümesi,
VI, 8.
[93] bk. A.g.e. VI, 9.
[94] bk. Buhârî, mevakıt'üs-salat 5; eihad 1, iman 18;
tevhid 47, 48, 56; Müslim, iman 137-139; Tirmizi, birr 2;salat 13; Nesaî, mevâkit 51; cihad 17,
18.
[95] bk. Buhârî, savın 2; Müslim, siyam 161-162.
[96] bk. Tirmizi, deâvat 86; İbn Mace, siyam 44.
[97] bk. ez-Zümer (39),
10.
[98] bk. el-münâvi, Feyzu'l-kadir, II, 365.
[99] Bk. el-Münâvi, Feyzu’I-kadir, II, 365.
[100] el-Enfâl (8), 45.
[101] Azimabâdi, Avnü'l-ma'bud, VII, 176.
[102] A.g.e.
[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/475-477.
[104] Sâdece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/478.
[105] el-Bakara (2), 249.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/478-479.
[107] Tirmizi, fedailü'l-cihad, 2; Darimi, cihad 32; Ahmed
b. Hanbel, IV, 146, 150, 157; VI, 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/479.
[108] Müslim, vasıyyet 14; Ebû Dâvud, vesâya 14; Tirmizi,
ahkâm 36; Ahmed b. Hanbel, II, 372.
[109] Şeyh Halil Ahmed, Bezlu'l-mechud XI, 405.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/479-480.
[110] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/481-483.
[111] Mansur Ali Nasıf, et-Tac, IV, 336.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/483.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/483.
[114] Müslim, imâre 158; Nesai, cihad 2; Darimi, cihad 25;
Ahmed b. Hanbel, II, 374.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/484.
[115] Suyuti e-Camiu's-sağir, II, 175.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/484.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/485.
[118] İbn Mâce, cihad 5; Darimi, cihad 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/485.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/486.
[120] Nesai, cihad 1;
Dârimi, cihâd 38; Ahmed b. Hanbel, III,
124, 153, 251.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/486.
[121] et-Tevbe (9), 89.
[122] Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yollan, IV, 91.
[123] Âl-i İmrân (3),
187.
[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/486-487.
[125] el-Tevbe (9), 39.
[126] et-Tevbe (9),
120.
[127] bk. et-Tevbe (9), 121.
[128] et-Tevbe (9), 122.
[129] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/487-488.
[130] bk. Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, IV, 2544.
[131] et-Tevbe (9),
120.
[132] et-Tevbe (9),
122.
[133] et-Tevbe (9), 39.
[134] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/488-489.
[135] et-Tevbe (9), 39.
[136] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/489-490.
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/490.
[138] en-Nisa (4), 95.
[139] Buharî, tefsir; Nisa 18; Cihad 31; Müslim, imare 141;
Ahmed b. Hanbel, V, 190, 191.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/490-492.
[140] el-Feth (48), 15,
17.
[141] en-Nisâ (4), 95.
[142] bk. Ateş Süleyman, Kur'an-ı Kerim'in Yüce Meali ve
Çağdaş Tefsir, I, 615, 617.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/492.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/492-493.
[144] Buhâri, cihâd 35, meğâzî 81; Müslim, imâre 159; İbn
Mâce, cihâd 6; Ahmed b. Hanbel, III, 103,
160, 182, 214, 300, 341.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/493.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/494.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/494.
[147] Buhârî, cihad 38; Müslim, imare 135-136; Tirmizî,
fedâil 6; Nesaî, cihad 44; Darimi, cihad 26; Ahmed b. Hanbel, I, 20, 53;
IV, 115,
117; V, 192, 193, 234.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/494-495.
[148] bk. Müslim, imare 138.
[149] bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bari, VI, 390.
[150] Buharı, rikak 31; tevhid 35; Müslim, iman 203, 204,
206, 207, 209; Tirmizî, sûre 6/10; Ahmed b. Hanbel, i, 227, 279; II, 149.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/495-496.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/496.
[153] Müslim, imâre 138.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/496-497.
[154] Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VI, 15.
[155] Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VI, 16.
[156] Aliyyu'1-kâri, Mirkatü'I-Mefâîtih, IV, 173.
[157] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/497.
[158] Ahmed b. Hanbel, II, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/497-498.
[159] bk. Ahmed Rıfat, Tasviri ahlâk 34.
[160] el-Leyl (92), 8-11.
[161] et-Teğâbûn (64),
16.
[162] Erdem H. Hüsnü, Riya Zu's-Salihin Tercemesi, I, 584.
[163] bk. Ahmet Rıfat, Tasviri ahlâk 41.
[164] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/498.
[165] el-Bakara (2),
195.
[166] el-Bakara (2), 195.
[167] Tirmizî, tefsiru'l-kur'ân, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/499-500.
[168] el-Bakara (2), 216.
[169] Âl-i İmrân (3),
169, 170.
[170] et-Tevbe (9), 39, 40.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/500-501.
[172] Müslim, imâre 169; Tirmizİ, Fedâilu'l-Cihâd 18; Nesâî,
hayl 8; İbn Mâce, cihâd 19; Darimi. Cİhâd 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/502.
[173] el-Enfâl (8), 60.
[174] Bk. Aliyyü'1-kari, Mirkat'ül-mefâtih, IV, 205;
el-Mübârek fûri, Tuhfetü'l-Ahvezi,
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/503-504.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/504.
[177] el-Enfâl (8), 60.
[178] Müslim, imâre 167; Tirmizi, tefsir-sure 8; İbn Mâce,
cihad 19; Dârimi, cihâd 14; Ahmed b. Han bel, V, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/504-505.
[179] el-Enfâl (8), 60.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/505.
[181] Nesaî, cihad 46, bey'a 29; Darimi, cihad 24; Muvatta,
cihad 43; Ahmed b. Hanbel, V, 234.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/506.
[182] Aliyü’l-kari, Aynü'I-ilm ve Zeynü'1-hılm, II, 85, 86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/506-508.
[183] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/508-509.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/509.
[185] Concordancc bu bab'a numara vermemiştir.
[186] Buharî, ilim 45; cihad 15; humus 10; tevhid 28; Müslim
imare 149, 151; Nesai, cihad 21; İbn Mace, cihad 13; Ahmed b. Hanbel, IV, 392,
397, 402, 405, 417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/509-510.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/510-511.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/511.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/511.
[190] Beyhakî, es-Sünemı'1-kübrâ, IX, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/511-512.
[191] el-Hadîd (57), 20.
[192] et-Tekâsür (102), 1.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/512-513.
[194] Âl-i İmrân (3), 169.
[195] Müslim, imâre 121; Tirmizi, tefsir sûre III, 19;
Fedai]'iil-cihâd 13; tbn Mâce, cenâiz 4; Darimi, cihâd 18; İbn Mace, cihad 16;
Ahmed b. Hanbel, I, 266; VI, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/513-514.
[196] bk. İbn Mace, cihad, 16.
[197] bk. Nesai, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd 22; Muvatta,
cenâiz 49; Ahmed b. Hanbel, III, 455, 456, 460.
[198] bk. Kurtûbi, el-Cami'l-ahkami'l-Kur'ân II, 173., IV,
269.
[199] bk. Davudoğlu A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi IX,
82, 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/514-516.
[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/516.
[201] Ahmed b. Hanbel, V, 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/516.
[202] et-Tekvîr (81), 17.
[203] el-Hadid (57), 19.
[204] bk. Fahri Razi, et-Tefsiru'l-kebir XXIX, 232.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/516-517.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/518.
[207] bk. el-Münavi, Feyzu'l-kadir, VI, 462.
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/518-519.
[209] Sâdece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/519.
[210] bk. İslam Ansiklopedisi, IX, 153.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/519-520.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/520.
[213] Şu'be, metinde geçen ve orucu anlamına gelen
"savmihi" kelimesinde şüphe etti.
[214] Nesâî, cenaiz 77; Ahmed b. Hanbel, III, 500; IV, 219.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/520-521.
[215] Ahmed b. Hanbel, I,
163.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/521-522.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/522.
[218] Ahmed b. Hanbel, V, 413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/523.
[219] el-Bakara (2), 198.
[220] bk. Müslim, cihâd
132.
[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/524-525.
[222] Ahmed b. Hanbel, II,
174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/526.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/526-527.
[224] Hâkim, el-Müstedrek, II, 112; Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, VI, 331.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/527-528.
[225] Bk. Aliyyu’l-kari, Mirkatu’l-Mefatih, IV, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/528-529.
[226] Nesâî, bey'ât 10; İbn Mâce, Cihâd 13; Ahmed b. Hanbel,
II, 160, 194, 198, 204.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/7.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/7-8.
[228] Buhârî, cihad 138, Edeb 3; Tirmizi cihâd 2; Müslim,
birr 5; Ahmed b. Hanbeİ, II, 165, 172, 188, 193, 197, 221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/8.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/9.
[230] Hakim, el-Müstedrek, II, 103; Beyhâkî,
es-Sünenu'l-kübrâ, IX, 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/9-10.
[231] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/10.
[232] Buharı, cihâd 37; Müslim, cihâd 135; Tirmizi, siyer
22; Ahmed b. Hanbel, VI, I, 224, 463;
V, 271; VI, 380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/10-11.
[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/11.
[234] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, IX, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/12.
[235] bk. Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, I, 52 (Hadis No:
41).
[236] Aliyyü'1-kâri, Mirkât, IV, 183.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/12-14.
[238] Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ, III, 121; IX, 159.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/14.
[239] Birgivi, Şerhu'l-hadis'il-erbain s. 117.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/14-15.
[241] Hâkim, el-Müstedrek, III, 48; Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ,
IX, 172.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/15-16.
[242] Bilmen Ö. Nasuhi, Hukuk-i Islamİyye III, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/16-17.
[243] Ahmed b. Hanbel, V, 288.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/17-18.
[245] Müslim, fiten 131.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/18-19.
[247] Ahmed b. Hanbel, I, 416.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/20.
[248] bk. Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin Terceme ve Şerhi,
VIII, 381.
[249] el-Bakara (2), 207.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/20-21.
[251] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, IX, 167.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/22-23.
[252] bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 204, 205.
[253] el-Mütteki, Kenz'ul-ummal, IV, 285.
[254] bk. Buhârî, cihâd 2; Müslim, imâre 110; Nesâî, cihâd
1.
[255] Ahmed b. Hanbel, V, 266.
[256] bk. Buharî, ilim 145; Müslim, İmâre 149, 151; Tirmizî,
Fedâilu'l-Cihâd 16.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/23-24.
[258] Buhârî, meğazî 38; edeb 90, diyât 17; Müslim, cihâd,
123, 124; Ahmed b. Hanbel, V, 266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/24-25.
[259] bk. Müslim, cihâd 123.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/25.
[261] Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ, VIII, 110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/26.
[262] bk. Şimşek Sâid, İslam Devletler Hukuku, I, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/26-27.
[263] Darimi, salat 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/27.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/28.
[265] Tirmizî, fedailu'l-cihâd 17; Nesâî, cihad 25; tbn
Mâce, cihad 15; Darimi, cihâd 5; Ahmed b. Hanbel, II, 442, 524; IV, 387; V,
230, 235, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/28-29.
[266] bk. AIiyyu'1-kârî, Mirkâtu'l-Mefatih, IV, 185.
[267] et-Tevbe (9), 34.
[268] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/29-30.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/30.
[270] Ahmed b. Hanbel, IV, 184; Beyhâkî, es-Sünenu’I-kübrâ,
VI, 331.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/31.
[271] el-Bakara (2), 180.
[272] bk. Miras Kâmil, Tecrid Tercemesi, VIII, 360.
[273] bk. Miras Kâmil, Tecrid Tercemesi, V, 361.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/31-32.
[274] Nesâî, hayl 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 345.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/32-33.
[275] bk. Ahmed b. Hanbel, IV. 345.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/33.
[277] Beyhâkî, es-Sünenu’l-kübrâ, VI, 330.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/33-34.
[278] bk. Şimşek Saıd, İslam Devletler Hukuku 1, 100.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/34.
[280] Tirmizi, cihad 20; Ahmed b. Hanbel, I, 272.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/34-35.
[281] Tirmizi, cihad 20.
[282] Şimşek Said a.g.e. I, 100.
[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/35.
[284] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[285] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/35-36.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/36.
[287] Müslim, imâre 101, 102; Tirmizi, cihâd, 21; Nesaî,
hayl 4; İbn Mâce, cihâd 14; Ahmed b. Hanbel, II, 250, 436, 461, 476.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/36-37.
[288] Aliyyü'l-kâri, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 204.
[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/37.
[290] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/38.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/38.
[292] Müslim, hayl 79, 90; fedâil 68; İbn Mâce, tahâre 23;
Dârimi, vudû' 5, 72; Ahmed b. Hanbel, I, 204, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/39.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/40.
[294] Buhari, müsakât 9; mezalim 23; edeb 27; Müslim, selâm
153; cihâd 44; tbn Mâce, edeb 8; Muvatta, sıfatünnebiyy 23; Ahmed b. Hanbel,
II, 222, 375, 517; IV, 175.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/40-41.
[295] Buharî, sayd 7; bed'ül-halk 1; Müslim, hacc 71, 73;
Tirmizi, hacc 21; menasik 116, 117; Ahmed b. Hanbel, I, 257.
[296] bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-l Müslim tercüme ve şerhi
IX, 703.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/41.
[297] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.
[298] Sadece Ebu Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/42.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/42.
[300] Buhari, cihad, 139; Müslim, Libas 105; Muvatta',
sıfatünnebiyyi 39; Ahmed b. Hanbel; V, 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/43.
[301] bk. Bezlü'l-mechud, XII, 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/43-44.
[302] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.
[303] Nesaî, hayl 3, Ahmed b. Hanbel, IV, 345.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/45.
[304] bk. Buhari, cihâd 48; Müsâkât 12; menâkıb 28; Tefsir
sûre (99) I, i'tisâm 24; Müslim, zekât 24; İbn Mâce, cihad 104; Muvatta cihâd
3; Ahmed b. Hanbel, 1, 395; IV, 69; V, 381.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/45-46.
[305] Buhâri, cihâd 139; Müslim, libâs 103; Tirmizi, cihâd
25; Dârimi isti'zân 44; Ahmed b. Hanbel, 11, 263, 311, 327, 343, 383, 444.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/46-47.
[306] bk. el-Azîzı, es-Siracü'l-Münir III, 430.
[307] bk. Şimşek Sâid İslam Devletler Hukuku, 104, 105.
[308] Mubârekfurî, Tuhfetü'l-ahvezi, V, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/47-48.
[309] Müslim, libâs 104; Tirmizi, cihad 25; Nesai, zîne 54;
Darimi, istİ'zân 44; Ahmed b. Hanbel, II, 263, 311, 327, 343, 385, 392, 414,
444, 476; VI, 242, 327, 426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/48-49.
[310] bk. Müslim, libas 81.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/49.
[312] bk. Buharı, cihad 81, Müslim, libas 104; Ahmed b.
Hanbel, II, 366. 372.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/49.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/50.
[314] Tirmizi, etime 24; Nesaî, dahaya 43, 44; İbn Mace,
zebaih 11; Muvatta, edahi 28; Ahmed b. Hanbel, I, 219, 226, 241, 253, 321, 339.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/50.
[315] bk. Mübârekfûri, Tuhfetü'l-ahvezi V, 549, 550.
[316] Bilmen 0. N., Büyük islam İlmihali s. 417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/50-52.
[317] bk. Ebû Dâvud, et'ime. 24, 33, eşribe 14; Tirmizi,
et'ime 24; Nesâî, dahaya 43, 44; Îbn Mâce, zebâih 11; Muvatta, edahî, 28; Ahmed
b. Hanbel, I, 219, 226, 241, 253, 321, 339.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/52.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/52.
[319] Buhari, cihad 46, Müslim, iman 48, 49; Nesâî, hac 228,
229.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/52-53.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/53.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/53.
[322] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/53-54.
[323] bk. Koksal A. Hz. Muhammed (a.s.) VI, 20.
[324] bk. A.g.e. s.24.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/54-55.
[325] Müslim, birr 80, 81; Dârimi, isti'zân 45; Ahmed b.
Hanbel, IV, 429, 431.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/55-56.
[326] bk. 4905 numaralı hadis Tirmizi, birr 48.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/56.
[327] Tirmizi, cihâd 30.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/57.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/57.
[329] Buhârî, zebâih 35; Libâs 22; Müslim, libas 111; İbn
Mâce Libâs 4, 109, 110; Ahmed b. Hanbel, İH, 171, 254, 259.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/58.
[330] bk. Buhârî, zebâih 35.
[331] bk. Buhârî, libâs 22.
[332] bk. Buhârî, cihâd 149; Tirmizî, siyer 20; Ahmed b.
Hanbel, II, 307, 338, 453.
[333] bk. Buharı, zebâih 25; Nesâî, Dahaya 41; Dârimi, edahi
13.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/58-59.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/59.
[336] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.
[337] Müslim, libâs 107; Ahmed b. Hanbel, III, IV, 323.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/60.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/60-61.
[339] Ahmed b. Hanbel, I, 98, 100, 108; Nesâî, hayl 10.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/61.
[340] en-Nahl (16), 8.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/62.
[342] Müslim, fedâil 65; İbn Mâce, edeb 47; Ahnıed b.
Hanbel, 1, 203.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/63.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/63-64.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/64.
[345] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/64.
[346] bk. Avnü'l-mâbûd VII, 235.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/65.
[347] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/65-66.
[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/66.
[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/67.
[351] Müslim, imâre 178; Tirmizi, edeb 75; Ahmed b. Hanbel,
II, 337, 378; III, 305, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/67.
[352] bk. Müslim, imâre 178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/67-68.
[353] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/68.
[354] bk. Bilmen Ö. N. Büyük İslam İlmihali s. 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/68.
[355] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.
[356] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 256; Hakim
el-Müstedrek, I, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/69.
[357] bk. Buhârî, teheccüd 14; Müslim, musafirin 168, 170.
[358] Hûd(ll), 81.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/69-70.
[360] Buhari, libâs 100; Tirmizi, edeb 25; Ahmed b. Hanbel, III, 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/70.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/70-71.
[362] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/71-72.
[364] bk. Nesâî, dahaya 42, sayd 34; Dârimi, edahi 16; Ahmed
b. Hanbel, II, 166, 197, 210; IV, 389.
[365] bk. Bezlül-raechûd XII, 72.
[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/72.
[367] Tirmizi, cihad 66; Nesâîhayl 14; Ibn mâce, cihâd 44;
Ahmed b. Hanbel, II, 256, 358, 425, 474.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/73.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/73-74.
[369] Buharı, cihâd 56, 57; i'tisâm 16; Müslim, imâre 95;
Tirmizi, cihad 22; Nesâî, hayl 12, 13; îbn Mlâce, cihad 44; Muvatta, cihâd 45;
Dârimî, cihad 35; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/74.
[370] bk. Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezî V, 350, 351.
[371] bk. Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yolları, IV, 157.
[372] bk. Mubârekfürî, Tuhfetu’l-ahvezi, V, 251.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/74-76.
[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/76.
[375] İbn Mâce, cihâd 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/77.
[376] Ahmed b. Hanbel, II, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/77.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/77.
[378] İbn Mace, nikah 50; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 139, 182,
261, 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/78.
[379] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/78.
[380] Ibn Mace, cihad 44; Darimi, cihad 62; Ahmed b. Hanbel,
II, 505.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/79.
[381] bk. Bezlü'l-mechud XII, 79.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/79-80.
[383] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/81.
[385] Ebû Dâvud, zekât 9; Tirmizi, nikâh 30; Nesâî, nikâh
60; hayl 15, 16; Ahmcd b. Hanbel, II, 59, 180, 215, 216; III, 162, 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/81-82.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/82.
[387] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübra, X, 121, IV,
429, 439, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/82.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/83.
[389] Tirmizi, cihâd 16; Nesaî, zine 119; Darimi, siyer 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/83.
[390] bk. Azimâbâdi Avnü'l-mabud VII, 248.
[391] bk. Sehârenfuri, Bezlu'l-mechûd XII, 83.
[392] bk. Kamîl Miras, Tecrid Tercem esi, IV, 287; XII, 108.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/83-84.
[394] Tirmizi, cihad 16; Nesai, zine 119; Dârimî, siyer 21.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/84.
[396] bk. Azimâbâdî, Avnü'l-ma'bûd VII, 249.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/84-85.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/85.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/85.
[399] Buhârî, salât 66, 67; Müslim, birr 122; Ahmed b.
Hanbel, III, 350.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/86.
[400] bk. Mütercim Asım Efendi, Okyanus III, 356.
[401] bk. Müslim, birr 121.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/86.
[402] Buhari, salat 66, 67; fiten 7; Müslim, birr 124; İbn
Mace, edeb 51; Ahmed b. Hanbel, IV, 397, 400, 410, 418.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/87.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/87.
[404] Tirmizi, fiten 5; Ahmed b. Hanbel, III, 300, 361; V,
62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/88.
[405] bk. Mubârekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezi VI, 381.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/88.
[406] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/89.
[407] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/89.
[408] Tirmizi, cihad 17; ibn mâce, cihâd 18; Ahmed b.
Hanbel, III, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/90.
[409] bk. İbnü'1-Esir, en-Nihâye, III, 166.
[410] en-Nisâ (4) 171.
[411] el-Enfâl (8), 60.
[412] bk. Tuhfetü'l-ahvezî V, 341.
[413] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/90-91.
[414] Tirmizi, cihad 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 297.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/93.
[415] bk. Aliyyii'1-kâri, Mirkâdı'I-mefâtih IV, 210.
[416] bk. Tarih Deyimleri ve Terimleri I, 47 (alem maddesi).
[417] bk. Ayintabi se'yyid Muhammed Münib,
Tercümetü's-siyer'il-kebir, I, 44.
[418] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 249.
[419] bk. A.g.e, 254.
[420] bk. Seyyid Muhammed Münib, Tercümetü’s-siyeri'l kebir
1, 44.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/93-95.
[421] Tirmizi, cihad 9,10; Nesâi, menâsik 106; İbn Mâce
cihâd 20.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/95.
[422] Beyhâkî, es-Sünenu'1-Kübrâ, VI. 293.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/96.
[423] 2591 nolu hadis ve İbn Mâce, cihâd, 21; Tirmizi cihâd
10.
[424] bk. İslam Peygamberi II, 255.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/96.
[425] Nesâi, cihâd 43; Tirmizi, cihâd 24; Ahmed b. Hanbel V,
198.
[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/96-97.
[427] bk. Münâvî, Feyzü'l-kâdir V, 344.
[428] bk. Müslim, kader 34.
[429] bk. Münâvj, Feyzü'l-kâdir, I, 82.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/97-98.
[430] Beyhâkî es-sünenül-kübrâ, VI, 361.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/98.
[431] bk. Bilmen Ö. Nasûhi, Hukuk-i İslâmiyye III, 351.
[432] bk. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi II, 241, 242.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/98-99.
[434] Dârimi, siyer 14; Ahmed b. Hanbel V, 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/99.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/99-100.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/100.
[437] Ahmed b. Hanbel, V, 65, 289, VI, 377; Tirmizi, cihâd
II.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/100.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/101.
[439] Müslim, hac 425, 426; Nesâî, istiâze 43; Tirmizi,
deavat 41; Ibn Mâce, dua 20; Dâri-mi, istizan 42; Muvatta, istizan 34; Ahmed b.
Hanbel, I, 256, 300, II, 150, 401, 433.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/101-102.
[440] el-Hadîd, (57) 4.
[441] bk. Aliyyü'1-kari, Mirkâtü'l-mefâtih III, 116-117.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/102.
[443] bk. ez-Zuhrûf (43), 13,14.
[444] Müslim, hac 425; Tirmizi, da'vet 46; Ahmed b. Hanbel,
II, 144-150.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/103.
[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/104.
[446] Tirmizi deavât 43; İbn Mâce, cihâd 24; Ahmed b.
Hanbel, II, 7, 25, 38, 136, 358.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/104.
[447] bk. Ahmed b. Hanbel, II, 87.
[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/105.
[449] Tirmizi, deavât 43; İbn Mâce, Cihad 24; Ahmed b.
Hanbel, II, 7, 25, 36, 138.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/105.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/105-106.
[451] ez-Zuhrûf, (43),
13-14.
[452] Tirmizi, da'vat, 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/106-107.
[453] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/107-108.
[454] Ahmed b. Hanbel, II, 132; III, 124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/108-109.
[455] Hûd (11), 44.
[456] es-Saffât (37), 79.
[457] el-Câmi Ii ahkâmil-Kur'ân, XV, 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/109.
[458] Müslim, eşribe 98; Nesai, mevakıt 45; Ahmed b. Hanbel,
II, 12; III. 312, 362,386,395; VI, 11.
[459] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/110.
[460] bk. Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX,
314.
[461] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/110-111.
[462] Buhari, cihad 103; Darimi, siyer 2; Ahmed b. Hanbel,
III, 455-456; VI, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/111.
[463] bk. Avnu'l-ma'bud, VII, 265
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/111.
[465] Ahmed b. Hanbel, I, 154, 155, 156; III, 416, 417, 432;
IV, 384, 390, 391; Tirmizi buyu' 6; İbn Mâce, Ticare, 41.
[466] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/112.
[467] bk. Münâvi, Feyzü'l-kadir, II, 104.
[468] bk. Mübarekfûrî, Tuhfeüil-ahvezi, IV, 403-404;
Münzirî, et-Tergıb ve't-Terhîb, II, 529-530.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/112-113.
[469] Muvatta, istizan, 35, Tirmizi, cihâd, 4; Ahmed b.
Hanbel, II, 186-214.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/114.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/114.
[471] Beyhâki, es-Sünenül-Kübrâ, V, 257.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/115.
[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/115.
[473] Beyhâki, es-Sünenül'-Kübrâ, V, 257.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/115-116.
[474] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/116.
[475] Buhari, cihad, 129; Müslim, imâre 93, 94; İbn Mâce,
cihâd 45; Mu vatta, cihâd 7; Ahmed b. Hanbel II, 6,7,10,55,63,128; V, 448.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/116-117.
[477] bk. Zürkâni, Şerhu'l-Muvatta, III, 287-288.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/117-118.
[478] Concordance bu baba numara vermemiştir.
[479] Tirmizi, siyer 7; Ibn Mâce, cihad 25; Darimi, siyer,
4; Ahmed b. Hanbel, I, 294, 299.
[480] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/118-119.
[481] Pakalın M.Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, III, 186.
[482] Gazzali, İhya-u Ulumiddîn, II, 252, 253.
[483] bk. A.g. yer.
[484] et-Tevbe (9), 25.
[485] bk. Azimâbadi, Avn'ül-mabud. VII, 270.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/119-121.
[486] Müslim, cihad 3; Tirmizİ, siyer 47; Ibn Mâce, 38; Darimi,
siyer 8; Ahmed b. Hanbel, V, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/121-123.
[487] bk. Turnagil A. Reşid, İslamiyet ve Milletler Hukuku,
173.
[488] et-Tevbe (9), 29.
[489] el-Bakara (2), 193.
[490] en-Nisâ (4), 89.
[491] bk. Davudoğlu A. Selâniet Yollan, IV, 103, 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/123-125.
[492] Tirmizi, diyat 14; Siyer 47; Fedailu'l-Kur'an, 17, İbn
Mâce, cihâd 38, Darimi, siyer 5; Muvatta; cihâd 11; Ahmed b. Hanbel, II, 524;
IV, 240; V, 352, 358.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/125-126.
[493] el-Bakara (2), 190.
[494] Ahmed b. Hanbel, V, 316, 226
[495] bk. Bilmen Ö.N., Hukuki İslamiye, III, 345.
[496] bk. Turnagil A.Reşid, İslâmiyet ve Milletler Hukuku,
152, 153.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/126-127.
[497] el-Bakara (2), 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/127-128.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/128-129.
[499] el-Haşr (59), 5.
[500] Buharı, cihâd 154; hars 6; Meğazi 14; Tefsir-Sûre (59)
2; Müslim, cihâd, 29-31; İbn Mâce, cihâd, 31; Darimi, siyer 22; Ahmed b.
Hanbel, II, 8,52,80, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/129-130.
[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/130-131.
[502] İbn Mâce, cihâd 31; Ahmed b. Hanbel, V, 209.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/131.
[503] bk. Müslim, sala 9; Tirmizi, siyer 48.
[504] bk. Koksal Âsim, İslâm Tarihi, XI, 8, 63.
[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/131-132.
[506] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/132.
[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/133.
[508] Müslim, İmâre 145; Ahmed b. Hanbel, 111, 136.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/133.
[509] M.Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 275, 276.
[510] bk. M. Hamiduliah, İslamda Devlet İdaresi, s.51.
[511] bk. A.g.e, s.
189, 190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/133-134.
[512] Tirmizi, buyu, 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/135.
[513] en-Nisâ (4), 29.
[514] en-Nisâ (4), 10.
[515] bk. 1905
numaralı hadis.
[516] bk. 2623 numaralı hadis.
[517] Tefsilat İçin bk. Avnü'l-Ma'bûd, VII, 277-285.
[518] bk. Ibn Mâce, ticâret, 68.
[519] bk. Ahmed b. Hanbel, 11-405.
[520] Mubârekfûri, Tufetül-ahvezi, IV, 519-520.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/135-137.
[521] Nesâi, adabü'l-kudât 21; İbn Mâce, ticare 67; Ahmed b.
Hanbel, VI, 167.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/138.
[522] bk. 1560 numaralı hadis; ibn Mâce, zekât 23.
[523] bk. Bilmen Ö.N., Hukuki Islâmiyye, IV, 126.
[524] bk. Tirmizi, buyu 54.
[525] bk. Mubârekfüri, Tuhfetü-ahvezİ, IV, 510-511.
[526] bk. A.g.e., s.511.
[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/138-140.
[528] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/140.
[529] Concordance bu baba numara vermemiştir.
[530] Tirmizi, büyü 54; İbn Mâce, ticâret 67; Ahmed b.
Hanbel, V.31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/141.
[531] bk., Büyük İslam İlmihali, s, 453-454.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/142-143.
[532] Buhari, lükata 8; Müslim, lükata 13; İbn Mâce, ticâre
68; Muvatta, istizan 17; Tirmi-zi, büyü 59; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 57.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/143.
[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/143-144.
[534] bk. Davudoğlu Ahmed, Sahihi Müslim Tercümesi ve Şerhi,
VII, 440-442.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/144-145.
[535] en-Nisâ (4), 59.
[536] Buhâri, tefsir, suret'un-Nisâ, II; Müslim, imâre 31;
Nesâi, bey'at 28.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/145.
[537] en-Nisâ (4), 83.
[538] bk. Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1377.
[539] bk. Aynî, Umdetu'1-kâri, c. XVIII, 176.
[540] Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1374-1375.
[541] bk. 2625 no'lu hadis.
[542] bk. Ayni, Umdetu'l-Kâri, XVIII, 177.
[543] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi,
VIII, 708.
[544] bk. İbn Kesir, Tefsirü'l-Kur'an'il-azîm, (Beyrut, 1969
Darul Marife), 518.
[545] Müslim, imâre 58.
[546] İmam Ebu'1-Muin en-Nesefî, "Bahru'l-Kelam fi
akaidi ebli'l-îslam" (Konya 1977) s. 179.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/145-148.
[547] Buhari, ahkâm 4; Ahbarü'1-ahad 1; Meğâzî 59; Müslim,
İmâre 39, 40; Nesâi, Beyât 34; Ahmed b. Hanbel, I, 82, 94, 164.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/148.
[548] el-Cum'a (62), 7.
[549] bk. Hafız Şemsüddin Ibnü'l-Kayyim, Avnü'l-mâ'bûdun
Hafiyesi VII, 279-280.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/148-149.
[550] Buhârî, ahkâm 4; cihâd 108; Tirmizi, cihâd 29; Nesâi
bey'at 34; tbn Mâce, cihâd 40; Ahmed b. Hanbel, II, 17, 142.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/149-150.
[551] BK. Aynî Umdetii'l-kâri XIV, 221.
[552] bk. a.g.e.
[553] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/150.
[554] Ahmed b. Hanbel, III, 110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/150-151.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/151.
[556] Ahmed b. Hanbel, IV, 193.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/152.
[557] bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 278, 375.
[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/153.
[559] Ahmed b. Hanbel, III, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/153.
[560] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/153-154.
[561] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/154.
[562] Buhârî, cihâd 112, 156; temenni 8; Müslim, cihâd 19,
20; Darimî, siyer 6; Ahmed b. Hanbel, II, 400-526.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/154-155.
[563] bk. Aynî, Umdetü'1-kâri XIV, 274.
[564] el-Enfâl (8), 45-47.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/155-157.
[566] Tirmizî, deavât 121; Ahmed b. Hanbel, III, 184.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/157.
[567] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/157-158.
[568] Buhârî, itk 13; Müslim, cihad 1; Ahmed b. Hanbel,
11-31, 32, 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/158-159.
[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/159.
[570] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/159-160.
[571] Buhârî, ezan 6; cihâd 102; meğâzi 38; Müslim, salât 9;
Tinnizî, siyer 3,48; Muvatta, cihâd48; Dârimi,siyer 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/160.
[572] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/160-161.
[573] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/161.
[574] Tirmizî, siyer 2; Ahmed b. Hanbel, III, 448.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/161.
[575] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/161.
[576] Buhârî, cihad 157; Mcnakıb 25; istiâbe 6; Müslim,
cihâd 17, 18, zekât 153; Tirmizi, cihâd 5; İbn Mâce, cihâd 28; Ahmed b. Han
bel, I, 81, 90, 113, 126, 131, 134; II, 312, 314; III, 224, 297, 308, IV, 387,
459.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/162.
[577] bk. Müslim, birr 101; Ahmed b. Hanbel, VI, 403, 404,
459, 461.
[578] Şimşek M.Said Siyer-i kebir I, 135-136.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/162-164.
[579] Buharı, cihâd 103; Meğâzi 79; Müslim, tevbe 54;
Dârimi, siyer 14; Ahmed III, 456,457; IV 387.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/164.
[580] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/164-165.
[581] Ibn Mace, cihâd 30; Ahmed b.Hanbel, IV, 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/165.
[582] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/166.
[583] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/166.
[584] Şimşek Said, Siyer-i Kebîr 1,216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/166-167.
[585] Buhârî, imân 17; sâlât 28, zekât 1, cihâd 102, itisâm
2, 28, Müslim, imân 32-36,Tirmizi, tefsir sûre 88, Nesâi, zekât 3; İbn Mâce,
fîten 1-3; Dârimİ, siyer 10; Ahmedb.Hanbel IV, 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/167.
[586] el-Mubârekfûri, Tuhfetii'l-Ahvezî, VII, 333.
[587] Sâffat, (37) 35.
[588] Aynî, Umdetul-kârî, XIV, 215.
[589] Nevevî, Şerhû Müslîm, I, 205-206.
[590] Ayrıntılı bilgi için bk. 2682 numarala hadisin şerhi.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/168-170.
[591] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/171.
[592] Buhârî, imân 17; salât 28, zekât 1, cihad 102, İ'tisâm
2,28, Müslim, imân 32,36; Tirmizi, tefsir sûre 88; Nesâî, zekât 3; Nesâî, iman
9,15; İbn Mâce, fîten 1-3; Dârİmî, siyer 10; Ahmed b.Hanbel, IV, 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/171.
[593] Aynî, Umdetü'l-karî, 125.
[594] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/171-173.
[595] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/173.
[596] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/173.
[597] Buharî, meğazî 45, dİyât 2; Müslim, imân 158; İbn
Mâce, fîten 1; Ahmed b.Hanbel IV, 339; V, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/173-174.
[598] Edip Eşref, Peygamberimizin ashabı, III, 217.
[599] en-Nisa, (4) 99.
[600] Aynî, Umdetü'1-kârî, XVII, 272.
[601] Gâfir; 85.
[602] Davudoğlu A.Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi I, 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/174-175.
[603] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/176.
[604] Buhari, diyar 1, meğazi 12; Müslim, iman 155.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/176-177.
[605] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/177.
[606] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/177.
[607] Bu baba Concordance’da numara verilmiştir.
[608] Tirmizi, siyer 41; Nesai, kasâme 27.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/177-178.
[609] İbn Kayyim el-Cevzî Avnü'l-mabûd, VII, 304.
[610] Sünen-i Nesâî, VIII, 36.
[611] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/178-179.
[612] bk. 3274 no'lu hadis.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/179.