15. CİHAD BÖLÜMÜ.. 8

1. Hicret Ve Bâdiye (Çöl)De Yerleşim... 8

2. Hicret Sona Ermiş Midir?. 10

3. Şam'da Yerleşme(Nın Önemi). 12

4. Cihadın (Kıyamete Kadar) Devam Edeceği. 13

5. Allah Yolunda Savaşmanın Sevabı. 15

6. (İbâdet Maksadıyla) Seyahat Etmek Yasaklanmıştır. 15

7. Allah Yolunda Savaştıktan Sonra Yurda Dönmenin Fazileti. 16

8. Rum (Halkı Gibi Ehli Kitap Olan Milletler) İle Savaşmak (Ehli Kitap Olmayan) Diğer Milletlerle Savaşmaktan Daha Faziletlidir. 16

9. Deniz Araçlarına Binerek Savaşa Gitmek. 17

   Deniz Savaşının Fazileti. 17

10. Kâfir Öldüren Kimsenin Üstünlüğü. 21

11. Savaşa Giden Mücahidlerin Hanımları Savaşa Gitmeyen Erkeklere Haramdır  21

12. Ganimetsiz Olarak Dönen Bir Seriyye(Nin Fazileti). 22

13. Allah Yolunda Yapılan Zikrin Sevabının ,Kat Kat Olacağı. 23

14. (Allah Yolunda) Savaşırken Hayatını Kaybedenler. 24

15. Nöbet Tutmanın Fazileti. 24

16. Azız Ve Celıl Olan Allah Yolunda Nöbet Tutmanın Fazileti. 25

17. Allah Yolunda Savaşa Çıkmayı Bırakmanın Kerâhati. 26

18. Müslümanların Toptan Harbe Çıkma Mükellefiyetlerinin Özel Bir Taife(Nin Harbe Çıkmaması Emrinin Gelmesi) İle Yürürlükten Kaldırılması. 27

19. Bir Mazeretten Dolayı Harbe Katılmama İzni. 28

20. Cihada Denk Olabilen Amel. 30

21. Cesurluk Ve Korkaklık. 31

22. Kendinizi "Kendi Ellerinizle Tehlikeye Atmayın!" Âyet-İ Kerimesi. 31

23. Atıcılık. 32

24. Dünyalık Elde Etmek Ümidiyle Savaşan Kimse. 34

   Allah'ın Dinini Yaymak İçin Savaşan Kimse. 35

25. Şehitliğin Fazileti. 36

26. Şehid (Yetmiş Kişiye) Şefaat Edebilecektir. 38

27. Şehidin Kabrinde Görülen Nur. 39

28. Savaşa Gitmesi Gereken Bir Kimsenin Kendi Yerine Ücretle Başka Birini Göndermesi  40

29. Savaşa Çıkan Gazilerin Savaş İçin Yardım Almaları Caizdir. 41

30. Hizmetinin Ücretini Alıv.Ak Üzere Savaşan Kimse. 42

31. Anne Ve Babası Razı Olmadığı Halde Savaşa Çıkan Kimse. 42

32. Savaşa Katılan Kadınlar. 43

33. Zâlim Bir Yönetici Emrinde Harbetmek. 44

34. İnsan Başkasının Hayvanına Binerek Savaşa Gidebilir. 45

35. Hem Kazanmak Hem De Ganimet Elde Etmek İçin Savaşan Kimse. 46

36. (Allah Rızası İçin) Kendini Feda Eden Kimse. 47

37. Müslüman Olup Da Allah Yolunda Savaşırken (Hiç Namaz Kılmadan Ve Oruç Tutmadan) Öldürülen Kimse. 47

38. Kendi Silah(nın Kendine Dönmesi) İle Ölen Kimse. 48

39. Düşmanla Karşılaşınca Dua Etmek. 49

40. Yüce Allah'dan Şehidlik Dileyen Kimse. 49

41. Atların Yele Ve Kuyruklarını Kesmenin Kerâhati. 50

42. Atların Hangi Rengi Daha Çok Sevilir?. 51

   Atın Dişisine De "Feres" Denilebilir Mi?. 52

43. Hoşa Gitmeyen Atlar. 52

44. Hayvanlara Karşı Yerine Getirilmesi Emredilen Görevler. 53

   Yolculukta Bir Yerde Konaklamak. 54

45. Atların Boynuna Yay İpi (Kiriş) Takmak. 55

   Atlara İyi Bakmak, Onları Harbe Hazır Bulundurmak Ve Onların Kaba Etlerini Kaşağılamak  55

46. Hayvanların Boynuna Çan Takmak. 56

47. Dışkı Yiyen Hayvana Binmek. 57

48. İnsan, Sahip Olduğu Hayvanlara Özel İsimler Verebilir. 58

49. Harbe Çıkılacağı Zaman "Ey Süvariler, Allah'ın Atlarına Bininiz" Diye Nida Etmek  59

50. Hayvanlara Lanet Etmek Yasaklanmıştır. 59

51. Hayvanları Birbirine Kışkırtmak Ve Aralarını Kızıştırmak. 60

52. Hayvanları Dağlayarak Damgalamak. 60

   Hayvanların Yüzünü Ateşle Damgalamak Ve Yüzlerine Vurmak Yasaktır. 61

53. Eşekleri Kısraklara Çekmenin Keraheti. 61

54. Bir Hayvana Üç Kişinin Binmesi. 62

55. Hayvan Üzerinde Binili Olarak Beklemek. 63

56. Yedek Hayvanlar. 63

57. Yolculukta Hızlı Yürümek Ve Geceleyin Yol Üzerinde Konaklamaktan Sakınmak  64

  Yolculuğu Geceleyin Yapmak. 64

58. Hayvan Sahibi Hayvanının Ön Tarafına Binmeye Başkalarından Daha Layıktır  65

59. Harpte Hayvanların Topukları Üzerinde Bulunan Sinirleri Kesmenin Hükmü  65

60. Yarışta Kazanan Kimse İçin Ortaya Ödül Koymak. 66

61. Yayalar Arasında Düzenlenen Koşular. 68

Açıklama. 68

62. Muhallil (Denilen) Yarışmacı Hakkında. 68

63. Yarışta Atı Daha Hızlı Koşmaya Zorlamak Maksadıyla Atın Peşine Nâra Atan Ve Çığlık Koparan Bîr Kimse Takmanın Hükmü. 69

64. Kılıç Süslenebilir. 69

65. Ok İle Mescide Girmenin Hükmü. 70

66. Kınından Sıyrılmış Halde Îken Kılıcın Alınıp Verilmesi Yasaktır. 71

67. İki Parmak Arasında Gön Kesmek Yasaktır. 71

68. Zırh Giymek. 72

69. Bayraklar Ve Sancaklar. 72

70. (Zayıf Atlar, Yada) Zayıf Atlılar Ve Aciz Kimseler Yüzüsuyu Hürmetine (Allah'tan Düşmana Karşı) Zafer İstemek. 74

71. Kişinin Parola Kullanması. 74

72. Kişi Yolculuğa Çıktığı Zaman Nasıl Dua Eder?. 76

73. Mücâhîdleri Uğurlarken Yapılacak Dua. 77

74. İnsan (Bir Hayvana Veya Araca) Bindiği Zaman Nasıl Dua Eder?. 77

75. Bir Yerde Konaklayan Kimse Hangi Duayı Okur?. 78

76. Akşam ile Yatsı Arasında Yolculuk Yapmanın Kerahati. 79

77. Hangî Gün Yolculuğa Çıkmak Müstehabdır. 79

78. Erken Yola Çıkmanın Fazileti. 79

79. Kişinin Yalnız Başına Yolculuk Yapması. 80

80. Yolculuğa Çıkan Bir Topluluk İçlerinden Birini Başkan Seçer. 80

81. Bir Kimsenin Yanında Bulunan Bir Mushafla Birlikte Düşman Ülkesine Yolculuk Yapması  81

   Ordu, Arkadaşlar Ve Müfrezelerde Müstehab Olan Şeyler. 82

82. (Harbden Önce) Müşrikleri (İslama) Çağırmak. 83

83. (Savaşta) Düşmanın Yurtlarını Yakmak. 86

84. Casus Göndermek. 87

85. Yolcu (Yolda) Rastladığı Hurmayı Yiyebilir, Ve Önüne Gelen (Temiz Hayvanların) Sütünden İçebilir Mi?. 88

  Bir Kimsenin (Başkasına Ait Bir Bahçedeki Ağaçların Dallarından Ere) Düşenleri Yiyebileceğini Söyleyenler(İn Delili Olan Hadis). 90

86. Bir Kimse Herhangi Bir Sağmal Hayvanı Sahibinin İzni Olmadan Sağamaz Diyenlerin Delili  91

87. (Allah'a, Rasûlüne Ve Ulü'l-Emre) İtaat Etmek. 92

88. Yolculukta Askerin Toplanması Ve Yayılması İle İlgili Emirler. 94

89. Düşmanla Karşılaşmayı Temenni Etmek Hoş Değildir. 95

90. Düşmanla Karşılaşınca Nasıl Dua Edilir?. 96

91. Savaştan Önce Müşrikleri İslama Davet Etmek. 96

92. Harpte Hile Yapmak. 98

93. Geceleyin Baskın Yapmak. 99

94. Artçı Birlikleri Bulundurmanın Gereği. 100

95. Müşriklerle Niçin Savaşılır?. 100

   Secdeye Sığınan Bir Kimseyi Öldürmek Yasaktır. 104

 


15. CİHAD BÖLÜMÜ

 

Cihâd, gayret sarfetmek, son derece fazla çalışmak demektir. Terim olarak, Allah yolunda savaşmaya "cihad" denilir.

Hanefi ulemasına göre, bir ıstılah olarak cihad, "kâfirleri hak din olan İslama çağırmak, kabul etmeyenlere karşı malla canla savaşmak de­mektir. Sözü geçen ulemaya göre cihadın bu şekilde anlaşılması şu âyet-i kerimelere dayanır.[1] "Gerek hafif, gerek ağır olarak hep birlikte sa­vaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır."[2] "Allah müminlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine bir borçtur. Ge­rek Tevratta, gerek İncil'de, gerek Kur'an'da (Allah, kendi yolunda çarpı­şanlara cennet vereceğini va'detmiştir) Allah'dan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?"[3]

Şafiî ulemasına göre ise Cihad "İslamın muzaffer olması için kafir­lerle savaşmak" demektir.[4] Görülüyor ki Hanefi ulemasının cihad tarifi ile Şâfiîlerin tarifi arasında netice itibariyle bir fark yoktur. Diğer mezhep imamlarının tarifleri de Hanefi ve Şafiî ulemasının tarifine yakındır.[5]

Bu manada cihad müslümanlara farz-ı kifayedir. Fakat seferberlik halinde farz-ı ayn olur, dolayısıyla bütün müslümanların savaşa katılması gerekir.

Cihad, kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'a ve âhirete inanmayanlarla harbediniz..."[6], "Müşriklerin sizinle toptan har-bettiklerı gibi siz de onlarla harbedin."[7] buyurulmuştur. Cihad, çocuk, kadın, kör ve kötürümlere farz değildir. Fakat bir İslam ülkesine düşman hücum ettiği zaman bütün müslümanlara düşmanı püskürtmek farz olur.

Müslümanların cihad sahasına atılmaları için şu üç şartın bulunması gerekir:

1. Düşman, İslama girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.

2. Müslümanlarla düşman arasında bir antlaşma bulunmamalıdır.

3. Müslümanlarda cihad için gerekli güç bulunmalıdır. Bu durumlar

bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir.

Cihad harble olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapı­lır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Mü'minler ancak ve ancak o kimselerdir ki Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yo­lunda mallan ve canları ile cihad ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bun­lardır."[8] Hz. Peygamber ise; "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz."[9]; "Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, o ümmet içinde kendisine yardımcı olan havarilere, tesis ettiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine İtaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder, yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücâdele eden mü'mindir, kalbi ile mücâhede eden mümindir. Bunun dı­şında kalanların hardal tanesi kadar da olsa îmanları yoktur"[10]; "Şüphe­siz ki mü'min kılıcı ve dili ile cihad eder."[11] buyurmuştur.

Müslüman, kendi nefsiyle de cihad eden kimsedir. Nefsine karşı ciha­dı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesa­ret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönerken ashabına döne­rek şöyle buyurmuştur: "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz."[12] Bu hadisinde Hz. Peygamber en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "Küçük cihad" olarak vasıflandırırken nefse karşı verilecek mü­câdeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. "Hakiki mücâhid nef­sine karşı cihad açan kimsedir"[13] hadisi de aynı manayı ifade etmekte­dir.[14]                        

 

1. Hicret Ve Bâdiye (Çöl)De Yerleşim

 

2477. ...Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, bir bedevi, Peygamber (s.a.)'e hicreti sormuş da Peygamber (s.a.);

"Yazık sana, hicret zor iştir. Senin develerin var mı?" buyur­muş. (O kimse de)

Evet diye cevap vermiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);

“Peki onların zekatını veriyor musun?" buyurmuş. (O şahıs da);

Evet diye karşılık vermiş. (Rasülü Ekrem de).

"Sen şehirlerden uzakta (Allah'ın emirlerini yerine getirmeye) çalış. Allah senin amelin(in sevabın)dan hiçbir şeyi zayi etmeyecek­tir." buyurmuştur.[15]

 

Açıklama

 

Metinde geçen; kelimesi eksiltmek, noksanlaştırmak, zayi etmek, manâlarına gelen "vetr" kökünden gelmektedir. Nitekim bu kelime, "O sizin amelle­rinizi zayi etmeyecektir."[16] mealindeki ayeti kerimede de bu manaları ifade etmektedir.

Veyh kelimesi acıma ve şefkat bildirir.kelimesi ise, azab ve gazâb ifâde eder.

Bihâr kelimesi, köyler ve şehirler mânâsına gelir. Metinde geçen kelimesiyle, halk kitlelerinin yaşadığı yerleşim merkezlerinden uzak, ıssız dağbaşları kasdedilmiştir.

Hicret, küfür ülkesinden, îslâm ülkesine göç etmek demektir.[17]

 

Bazı Hükümler

 

1. Küfür diyarından İslam diyarına göç etmek niyetinde olduğu halde buna muvaffak olamayan bir kimse hicret sevabına nail olur.

2. Hicret ancak gücü yeten kimselere düşen bir vecîbedir. Gücü ve imkânı olmayan kimseler hicret edemediklerinden dolayı mes'ul değillerdir.[18]

 

2478. ...Mikdam b. Şureyh'ın babası (Şureyh)'den; demiştir ki: Ben Âişe (r.anha)'ya kırlara geziye çıkmayı sordum. (Şöyle) Cevap verdi; Rasûlullah (s.a.) şu kırlardaki sel yataklarına geziye çıkardı. Bir defasında kır gezisine çıkmak istedi de bana (binilmesi) yasak olan bir zekat devesi verip;

"Ey Âişe! (Buna) yumuşak davran. Şüphesiz ki, yumuşak dav­ranmak hangi işte bulunursa, mutlaka onu süsler. Bjrşeyden de alı­nırsa kesinlikle onu lekeler" buyurdu.[19]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber bazan şehirden uzaklaşarak kırlara, bayırlara çıkar oralarda kendini dinleme imkanı bulur, kırların temiz havasını teneffüs eder, Cenab-ı Hakkın kudretinin eserlerini görüp derin düşüncelere dalar, bu tabii güzelliklerin tadını çıkarırdı.

Hz. Âişe'nin ifadesinden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber bir gün yine böyle bir geziye çıkarken, Hz. Âişe'yi de beraberinde götürmek iste­miş ve bu maksatla ona zekat develerinden bir deve verip yolculuk esna­sında bu deveye iyi muamele etmesini, sert ve katı davranmamasını tavsi­ye etmişti.

Peygamber (s.a.)'in, Hz. Âişe'ye deveye merhametli davranmasını ha­tırlatmasının sebebi şudur: Zekat develerine binmek yasak olduğu için o develer binilmeye alışkın olmazlardı. Dolayısıyla kendilerine ilk defa binil-diği zaman bazı huysuzluklar gösterirlerdi. Bu sebeple Hz. Âişe'ye, üzeri­ne hiç binilmemiş olan bir deveye yumuşak davranmasını hatırlatmak lü­zumunu hüssetti.

Burada, "zekat develerine binmek yasak olduğu halde Hz. Peygam­ber nasıl olur da Hz. Âişe'ye bir zekat devesi verir?" diye akla bir soru gelebilir.

Bezlu'l-Mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmed bu soruya şöyle cevap veriyor:

"Aslında zekat develerine binmek yasaktır. Fakat bu deveyi Hz. Pey­gamber daha önce zekat olarak Hz. Âişe'ye vermişti ve o deve Hz. Âişe'­nin Özel malı olduğu için zekat devesi olmaktan çıkmıştı. Hz. Âişe'nin malı olduğu halde zekat develerinin içinde bulunuyordu." Bu hadis 4808 numarada tekrar edilmiştir.[20]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hz. Peygamberin hanımlarının zekat almaları ve zekat mallarını kullanmaları caizdir.

2. Yumuşaklık Övülmüş, sertlik ise yerilmiştir.[21]

 

2. Hicret Sona Ermiş Midir?

 

2479. ...Muaviye (b. Ebi Süfyan)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'ı; 'tevbe (vakti) sona ermedikçe hicret (vakti) de sona ermez. Güneş battığı yerden doğmadıkça da tevbe sona ermez" buyururken işittim.[22]   

   

Açıklama

       

Küfür ülkesinden İslam ülkesine göç etmek, müslüman-lar için kıyamete kadar devam edecek olan dinî bir gö­revdir. Hadis-i şerifte hicretin, Allah'a dönmek ve O'na iman etmek ma­nalarına gelen tevbenin sona erdiği vakte kadar; tevbenin de; güneşin, ba­tıdan doğuncaya kadar devam edeceğinden bahsedilmesi bunu ifade eder. Metinde geçen "tevbe (vakti) sona ermez" anlamına gelen cümlede "...Ama Rabbinin bazı (kıyamet) alametleri geldiği gün daha Önce inan­mamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanma­sı bir fayda sağlamaz."[23] âyet-i kerimesine bir işaret vardır. Nitekim bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: "...Güneş battığı yerden doğ­madıkça kıyamet kopmaz. Güneş batıdan doğup da insanlar onu görünce hepsi iman ederler. Fakat daha önce iman etmemiş olanlara o günkü iman­ları asla fayda vermez."[24]

Hadis ulemasından Hattâbî'nin beyânına göre, İslam'ın ilk yıllarında Allah yolunda hicret mendup idi. Allah Teâiâ ve tekaddes hazretleri; "Al­lah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bulur,''[25] buyurarak müslümanları Allah yolunda hicrete teşvik etti. Mekke müşriklerinin müslümanlara yaptıkları zulüm son haddine erişince, cenab-ı Hak bu ayet-i kerimeyi indirerek onları hicrete teşvik etti ve hicret eden kimselere genişlik ve bol rızık va'detti. Nihayet Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince müsİümanların bulundukları yerlerden Hz. Peygamberin bu­lunduğu Medine'ye göç etmeleri, dinlerini peygamberlerinden öğrenip ge­rektiğinde müsİümanların safına katılarak onlara yardımcı olmaları farz kılındı. Daha sonra Mekke fethedilip de, Allah'ın emirlerini yerine getir­meye müsait bir ülke haline gelince artık hicretin farziyyeti sona erip men-dupluğa dönüştü. Yani Mekke'nin fethinden sonra müslümanlar için hic­ret farz olmaktan çıkıp mendup ve müstehab oldu. Bu hadis-i şerifte kıya­mete kadar devam edeceğinden bahsedilen hicretten maksat, mendub olan hicrettir. Meseleyi bu şekilde ele alınca bu hadis-i şerifle bir numara/sonra gelecek olan "Fetihden sonra hicret yoktur" anlamındaki hadisin arasını uzlaştırmak mümkün olur. Bir başka ifadeyle, fetihten sonra yürürlükten kalkan, hicretin farziyyetidir.Kıyamete kadar devam edecek olan ise, men­dub iyy etidir.

Esasen bu iki hadisten, mevzumuzu teşkil eden Muaviye hadisinin senedi tenkid edilmiştir. Bir numara sonra gelecek olan hadis ise, sahih ve muttasıl bir senetle rivayet olunmuştur.[26]

İbn Hacer el-Askalâni'ye göre ise, hicret iki türlüdür: Biri korku di­yarından güven diyarına hicret; diğeri küfür diyarından İslam diyarına hicrettir. Mekke'den Habeşistan'a hicret ve Allah'ın Rasûlünün hicretin­den önce Medine'ye göç, birinci tür hicret idi. Hz. Peygamber'in Medine'­ye yerleşmesinden sonra Medine'ye hicret ise, ikinci tür hicrettendir. Ama Mekke fethedildikten sonra Mekke'den hicret kalkmıştır. Küfür diyarın­dan hicret ise, devam etmektedir. Abdullah b. Ömer'in de belirttiği üzere dünyada küfür diyarı var olup kâfirlerle savaş sürdükçe küfür diyarından hicret de devam edecektir. Nitekim Allah'ın elçisi (s.a.); "Düşmanla çar-pışıldığı sürece hicret devam eder."[27] buyurmuştur. Bu hadise göre hicre­tin farz olduğu küfür diyarı, savaşın sürdüğü, müslümamn baskı ve zulüm altında tutulup dinini açığa vuramadığı ülkedir. Fakat müslümanların dînî vecibelerini yapabildikleri İslam ülkeleriyle barış veya ittifak antlaşması yapmış memleketlerden hicret etmek farz değildir. Çünkü oralarda insan, dinini izhardan ve dininin gereklerim yerine getirmekten korkmaz .Bugün en geniş anlamıyla özgürlüğün bulunduğu, herkesin inancında tamamen serbest olduğu Avrupa ve Amerika'dan hicret etmek farz değildir. Ama durum değişir, bu ülkeler müslümanlarla savaşa girer ve buralarda yaşa­yan müslümanlar da onların ordularıyla beraber müslümanlara karşı sava­şa zorlanırlarsa o zaman oralardan İslâm diyarına hicret etmek farz olur.[28]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hicret kıyamete kadar devam edecektir.

2. Kıyamete kadar tevbe kapısı açıktır.

3. Güneşin batıdan doğması kıyamet alâmetlerindendir.[29]

 

2480. ...îbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasûlıülah (s.a.) Fe­tih (yani) Mekke'nin fethi günü (şöyle) buyurdu; "(Artık) hicret yok­tur. Fakat cihad ve niyet vardır. (Devlet idarecileri tarafından) top­tan cihada çağırıldığınızda cihada çıkınız."[30]

 

Açıklama

 

Bir numara önceki hadis-i şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi, Mekke fethedildikten sonra, orası İslârn ülkesi haline geldiğinden ve insanlar kitleler halinde Allah'ın dinine girmeye başladığından dolayı Mekke'den Medine'ye hicret etmenin farziyyeti kalk­mış ve hicretin yerini cihad ile cihad için niyyet almıştır. Binaenaleyh Al­lah yolunda cihad maksadıyla bulunduğu yeri terketmek, kıyamete kadar meşru kalacaktır.

Hafız îbn Hacer'in beyânına göre, islâmın ilk yıllarında hicretin farz kılınışının hikmeti Mekke'de bulunan müstumanların oradaki kâfirlerin akıl almaz zulümlerine maruz kalmalarıdır. Mekke kafirleri oradaki müs-İümanları dinlerinden döndürmek için akla hayale gelmedik işkenceler uy­gulamaya başlayınca Allah Teâlâ zulme uğrayan bu müslümanlar hakkın­da şu ayet-i kerimeyi indirmiştir: "Kendilerine yazık eden kimselere, can­larını alırken melekler: Ne işte îdiniz? dediler. (Bunlar): Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük, diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: Peki Allah'­ın yeri geniş değil miydi, ki onda göç edip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gideydiniz? İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası."[31]

Bu hüküm, küfür diyarında kalıp da orada dinini korumaktan ümidi­ni kesen fakat hicret etmeye gücü yeten kimseler için kıyamete kadar ge­çerlidir. Bu duruma düştüğü ve hicrete de gücü yettiği halde hicret etme­yen kimseler hakkında Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur;

"-Müslüman olduktan sonra (Allaha) ortak koşan bir müşrik kafir­lerden ayrılıp müslömanlara katılmadıkça Allah onun hiçbir amelini kabnl etmei."[32]

"Ben müşrikler arasında yerleşip kalan kimselerden beriyim."[33]

Bu mevzuda İbnü'l-A'râbî şunları söylüyor: "Hicret, küfür diyarın­dan tslam memleketine göç etmektir. Rasûlulİah (s.a.) zamanında hicret farz idi. Hicretin farziyyeti, hayatı tehlikede olanlar için ondan sonra da devam etmiştir. Esasen durdurulan hicret, Peygamber (s.a.) nerede olursa olsun, onun yanma gitmek için yapılan hicrettir."

Metinde geçen "fakat cihad ve niyet vardır" manasına gelen cümle hakkında et-Tıybî (-743) ile diğer bazı ulema şunları söylemiştir:

"Bu istidrak, kendinden sonraki hükmün kendinden evvelki hükme muhalif olmasını iktiza eder. Mana şudur: Vatanından ayrılıp Medine'ye gitmekten ibaret olan hicret bitmiş, yerini cihad sebebi ile memleketinden ayrılmaya bırakmıştır. Binaenaleyh cihad sebebi ile hicret bakidir. Küfür diyarından kurtulmak, okumak için gurbete çıkmak, fitneden kaçmak gibi halisane bir niyyetle yapılan hicret de öyledir. Bunların hepsinde niyyet mu'teberdir."

İmam Nevevî diyor ki: "Mânâ; hicretin sona ermesi ile inkıta'a uğrayan hayrı, cihad ve iyi niyetle elde etmek mümkündür; demektir." İslam devletlerinin zayıflaması veya müslümanların gayr-i müslim devletlerin ida­resine geçmeleri neticesinde hicret olayı hicretten sonra da günümüze ka­dar devam edegelmiştir. Gayr-i müslim idaresinde kalan müslüman halk çeşitli zuîüm ve işkencelerle zorla hristiyanlaştırılmaya veya dinsizleştiril-meye maruz kaldıkça, bunlar zaman zaman İslâmî ülkelere hicret etmek için çare aramışlardır. Nitekim Endülüs ve Sicilya ile Dobruca, Macaris­tan, Kuzey Sırbistan ve Kuzey Bosna (Miladi 9-12. asırlarda) bunun en bariz misalleri olmuşlardır.[34]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mekke'nin fethinden sonra müslümanlardan (Medine ye) hicret etme mükellefiyeti kaldırılmış­tır.

2. Cihad kıyamete kadar devam edecektir.

3. Cihad etmek, ilim tahsil etmek, fitneden kurtulmak gibi iyi niyet­lerle memleketini terkeden bir kimse de hicret sevabına nail olur.

4. Mekke kıyamete kadar İslam ülkesi olarak kalacaktır.

5. Allah yolunda yürüyerek, manevi âlemlerde terakki etmek isteyen bir kimseden, önce nefsinin bütün alışkanlıklarım terketmesi, manevi fü­tuhat gerçekleşinceye kadar buna devam etmesi istenir. Eğer fetih müyes­ser olmazsa o zaman Allah rızasını kazanmak niyetiyle nefsine ve şeytana karşı cihad etmesi emredilir.[35]

 

2481. ...Âmir dedi ki; etrafında bir topluluk varken Abdullah b. Amr (r.a.)'a bir adam gelip yanına oturdu ve;

Bana Rasûîullah (s.a.)'den işittiğin bir şey söyle. dedi. Bunun üzerine (Abdullah şöyle) dedi:

Ben Rasûlullah (s.a.)'i (şöyle) buyururken işittim; "Gerçek müs-lüman, müslümanların (onun), elinden ve dilinden emin olduğu kim­sedir. Gerçek muhacir de Allah'ın yasakladığı şeylerden uzak kalan kimsedir."[36]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi mutlak lafız, kemaline masruf olduğundan, metinde geçen "el-müslim" kelimesiyle kâmil müs-lümanlar kasdedilmiştir. Yoksa "müslümanların elinden ve dilinden emin olmadığı kimseler müslüman değildir" demek istenmemiştir. Bazı ilim adam­ları ise, "o zaman, elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimse­lerin hepsinin kâmil müslüman olması icabeder" diyerek bu görüşe itiraz etmişlerse de onlara; "buradaki kâmil müslimden maksat, müslümanların elinden ve dilinden emin olmaları yanında, İslâmın diğer emirlerini de ye­rine getiren ve yasaklarından kaçınan müslüman kasdedilmiştir" diye ce­vap verilmiştir.

Gerçekten Araplar, "Alim Zeyd'dir", "mal devedir" dedikleri za­man; "Kâmil âlim Zeyddir", "en iyi mal devedir" demek isterler. Hadis ulemasının ileri gelenlerinden el-Hattâbî bu cümleye, "Müslümanların en faziletlisi Allah'ın hukuku ile kulların hukukunu hakkıyla edâ eden kimsedir" diye mânâ vererek bütün bu incelikleri belirtmek istemiştir.

Bazılarına göre ise, bu cümle ile bir kimsenin müslümanlığının alâ­metleri kasdedilmiştir. Nasıl ki "konuşunca yalan söylemek, verdiği söz­den dönmek, emânete hıyanet etmek" bir münafığı tanımaya yarayan alâmetlerse[37] müslümanların bir kimsenin elinden ve dilinden emin olmala­rı da o kimsenin müslüman olduğunun alâmetidir.

Ayrıca bu cümle ile müslümanları Allah'ın emirlerini hakkıyla yerine getirmeye teşvik manası da kasdedilmiş olabilir. Çünkü kulların hakkına riâyet eden ve onları incitmeyen bir kimsenin Allah'ın hakkına öncelikle riâyet etmesinden daha tabii birşey olamaz. Binaenaleyh, bu hadiste müs­lümanların hakk ve hukukuna riâyete teşvik edilmekle, ondan daha önem­li olan Allah'ın hukukunun öncelikle yerine getirilmesi gerektiği vurgulan­mak istenmiş olabilir.

Metinde geçen "müslümanlar" kelimesiyle müslüman erkeklerle birlikte tağlib yoluyla bütün müslüman kadınlar ve müslümanların idaresin­de yaşayan bütün zımmîler kasdedilmiştir. Bu bakımdan kâmil bir müslü­man eliyle ve diliyle müslüman erkekleri incetmediği gibi müslüman ka­dınları ve zımmileri de incitmez. însanyı bütün duygu ve düşüncelerine tercüman olması itibariyle hadisi şerifte insanın organları içerisinden özel­likle "dil" zikredildiği gibi bütün işlerin yapılmasında kendisine en çok ihtiyaç duyulması bakımından da el zikredilmiştir.

Alkame'nin beyânına göre zâhirr ve batmî olmak Üzere iki türlü hic­ret vardır.

Zahiri hicret bir kimsenin dinini muhafaza için küfür diyarından müs­lüman diyarına göç etmesidir.

Batınî hicret ise, nefsi emmâresini ve şeytanın emir ve teşviklerini terkedip Allah'ın emirlerine sarılmaktır. Fahr-i kainat efendimiz, vatanını terkederek bir islam Ülkesine göçetmek isteyen kimselere, hicretin sadece yurt değiştirmekten ibaret olmadığını, aslında hicretin dini bir mânâ ifâde ettiğini ve Allah'ın emirlerine sarılmanın önemli bir görev olduğunu ha­tırlatmak maksadıyla bu hadis-i şerifte, "Gerçek muhacir Allah'ın yasak­ladığı şeylerden uzak kalan kimsedir" buyururken, aynı zamanda Mekke'­nin fethinden sonra hicretin sona ermesiyle hicrete fırsat bulamayan kim­seleri de teselli etmiştir. Çünkü hicretin asıl manası, Allah'ın yasakların­dan uzak kalmakla gerçekleşir.[38]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müslümanları incitmek yasaklanmıştır.

2. Kamu müslümanlar olduğu gibi noksan müslümanlar da olabilir. Bu hadis, "Müslümanın noksanı olmaz" diyen mürcie mezhebi taraftarları aleyhine bir delildir.

3. Günahları terketmek, nehyedilenlerden kaçınmak teşvik edilmiştir.[39]

 

3. Şam'da Yerleşme(Nın Önemi)

 

2482. ...Abdullah b. Amr (r.a.)'dan; demiştir ki: RasûluÜah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim:

(Medine'ye) "Hicret (edildik)ten sonra (Şam'a da) hicret ola­caktır. (Hz.) İbrahim'in hicret yeri (olan Şam), yer yüzü sakinleri­nin en hayırlı olanlarını (kendi içerisine) alacak, dünya(mn Şam'ın dışında kalan kısımların)da, dünyanın en şerli halkı kalacaktır. (Sonra) onları da kendi toprakları (dışarı) atacaktır. Allah onlardan hoşlan­mayacak da (oradan oraya) atacak (sonra) maymunlar ve domuzlar­la birlikte kendilerini ateş saracaktır."[40]

 

Açıklama

 

Yeryüzünde Allah'a kulluk iyice azalıp da yerini isyan ve tuğyana terkettiği, fitne ve fesadın kol gezmeye başlayıp, İslam ülkelerini kafirler istila ettiği zaman, müslüman kuvvetlen Şam'a hâkim olup orada îslam düşmanlarına galebe çalacak ve Deccali öldürmeye muvaffak olacaklardır.

İşte o fitne dönemleri geldiği zaman Şam, müslümanların en emniyet­li bir sığmağı haline gelecek müslümanlar orada dinlerini ve imanlarını muhafaza imkanı bulacaklardır. Yeryüzünün en şerli insanları ise, bulun­dukları yerlerde yaşamaya devam edeceklerdir. Fitne ve fesadı önemseme­yerek Şam'a göç etmek lüzumunu hissetmeyeni müslümanlar, bütün has­letlerini kaybedip son derece rezîl ve sefil bir duruma düşerek memleketle­rini terketmek zorunda kalacaklar ve daha- Önce müslümanlarla birlikte Şam'a hicret etmemeleri nedeniyle Allah onlardan hoşlanmadığı için Şam'a göç edip oraya sığınmalarına da imkan vermeyecektir. Neticede onları do­muz ve maymun tabiatlı kafirlerle birlikte fitne ateşi kasıp kavuracaktır.

Bezl'ül-Mechûd yazarı Halil Ahmed'in beyânına göre, Medine'nin fa­ziletiyle ilgili hadis-i şerifler kıyamete kadar bütün zamanlar için geçerlidir. Mevzurnuzu teşkil eden ve Şam'ın müslümanların'en emin sığınağı haline geleceğini ifade eden hadis ise, belli bir dönemle (yani Mehdi'nin çıktığı dönemle) ilgilidir. Doğrusunu Allah bilir.[41]

 

2483. ...İbn Havâle'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

(İslam âleminde, İslâmî meselelerde) durum sizin (İslâm kelimesi etrafında toplanma yahutta İslama tâbi olma hususunda bölük pör­çük olan) ordular haline geleceğiniz bir şekle dönüşecektir. (Ordular­dan) Bir ordu Şam'da, bir ordu Yemenide bir ordu da Irak'ta bulunacaktır." (Ben);

Ey Allah'ın Rasûlü, eğer ben bu (zama)na yetişecek olursam (bunlardan hangisine katılayım? Şimdi bunlardan birini) benim için tercih ediver! (dedim).

"Sana gereken Şam'a gitmendir. Çünkü Şam Allah'ın (kendi mülkü) olan yeryüzünden tercih ettiği (bir ülke)dir. Kullarından ter­cih ettiğini de orada toplayacaktır." Eğer, (Şam'a gitmekten) çeki-nirseniz size, Yemen (e gitmeniz) gerekir. (Oraya giderseniz ,orada­ki) havuzlarınızdan içiniz. Gerçekten Allah bana Şam ve Şam halkı hakkında teminat verdi." buyurdu.[42]

 

Açıklama

 

İslam âlemi, fitne ve fesadın kol gezdiği, bütün müslümanların, İslam adına ortaya çıktıkları halde İslamı uygulamada ve onu yaşamada muhtelif fırka ve kamplara ayrıldıkları bir ortam haline gelecektir. Fitne ve fesadın böylesine kol gezdiği ve müslümanları paramparça ettiği bir ortamda halk üç büyük bölgede kurulan üç ayrı ordu etrafında toplanacaktır.

İşte müslümanlar arasındaki ayrılıkların bu dereceye geldiği bir sırada Şam kıtası gerçek müslümanların karargahı haline gelecek, Allah'ın ger­çek kulları oraya hicret ederek İslam ordusuyla bütünleşecekler ve imanla­rını koruyacaklardır. Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri Şam ve Şam'a sığınanları bu şekilde koruyacağını Rasûlüne va'dederek O'na bu hususta teminat vermiştir.

Maamafih bu babta geçen hadislerin zayıf olduğu da söylenmiştir.[43]

 

4. Cihadın (Kıyamete Kadar) Devam Edeceği

 

2484. ...İmran b. Husayn'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"(Her asırda) ümmetimden bir topluluk kendilerine düşmanlık edenlere karşı üstünlük sağlayarak hak uğrunda savaşmaya devam edeceklerdir. Nihayet onların en sonuncusu (olan topluluk) da Me­sih deccali öldürecektir."[44]

 

Açıklama

 

Yeryüzünde kıyamete kadar cihad devam edecektir. Bir yerde başlatılan bir cihad sona erince başka bir yerde yeni bir cihad başlayacaktır.

Kendilerine düşmanlık eden kimselerin güç ve kuvvetinden çekinme­den bu cihadı yürüten mücâhidler cihadlarına devam ettikleri sürece Al­lah'ın lütuf ve yardımına mazhar olarak, İslam düşmanlarına karşı her zaman zaferden zafere koşacaklardır. Bu hadis-i şerif, Allah yolunda sa­vaşan mücahidierin erişecekleri zaferlerin kıyamete kadar devam edeceğini müjdelemektedir. "Allah yolunda cihad yapacak olan bu cemaatin elde edecekleri zaferler, kâfirleri susturucu hüccetler ile hak ve, hakikati isbat edici kati delil ve burhanlardan ibarettir", diyen hadis ulemasına göre, sözkonusu cemaattan maksat İslam âlimleridir.

Allah'ın va'dettiği bu zaferi silahların desteğinde ve harb sahalarında elde edilen muvaffakiyetlerle açıklayanlara göre ise, sözü geçen bahtiyar cemaatten maksat, Allah yolunda çarpışan gazilerdir.

Hadis ilminin mümtaz simalarından İmam Buhârî'ye göre bu cemaat­ta^ maksat İslam âlimleridir. İmam Ahmed b. Hanbel ise, "Bunlar hadis âfT&ıleri değilse, kimler olacağını ben de bilmiyorum" demiştir. Kadı İyâz'a göre, Ahmed b. Hanbel, bu sözüyle, "Anılan cemaatten maksadın, hadis ulemasının yolunda giden ehl-i sünnet ve'1-cemaat olması gerektiğim" ifa­de etmek istemiştir.

İmam Suyûti de; "bu cemaatten maksat müctehidlerdir. Çünkü mu­kallide âlim denilemez" diyerek bahis mevzu olan cemaatin gerçek ilim adamları olduğunu ve içtihadın kapısının kıyamete kadar açık olduğunu ve dolayısıyla içtihada ehil olan kimselerin kıyamete kadar mevcud olaca­ğını vurgulamıştır.

Şafiî ulemasından İmam Nevevî ise, bu mevzudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor: "İhtimal ki bu topluluk mü'minler arasına yayılmıştır. Bazı­ları cengaver yiğitler, bir takımları fıkıh ve hadis uleması kimisi de bu ümmetin irşad görevini üstlenmiş emri bi'1-ma'ruf yapan tasavvuf erbabı-dır. Hepsinin bir yerde olması gerekmez. Aksine ümmet-i Muhammed ara­sına yayılarak ayrı ayrı mevzilerde görevlerini yaparak zafere doğru adım adım ilerlerler.

Günümüzde Cihâd dünyanın birçok bölgesinde kendini göstermekte­dir. Bu, konumuzu teşkil eden hadisi şerifte olduğu gibi mü'minlerin belli bir bölgede toplanıp topyekûn cihadı başlatmaları şeklinde olmasa bile, yeryüzünün birçok bölgesinde küçük gruplar halinde küfre karşı hareketler olarak   mevcuttur. Yani Cihâd sürekliliğini korumaktadır.

Ulemadan bir kısmı Şam'ı ve Şam halkını Öven bir önceki hadise ve benzerlerine bakarak, Allah yolunda savaşıp kafirlere karşı üstün za­ferler kazanacak olan bu cemaatin, şam halkı olacağını söylemişlerse de Bezlü'l-Mechûd yazan Halil Ahmed, bu topluluğun Şam cihetinden gele­cek olan bir topluluk olacağını söylemenin daha isabetli olacağını, mesele­ye bu şekilde yaklaşınca, Şam cihetinde bulunan ve tarihte Allah yolunda cihadın en güzel örneklerini veren müslüman Türk halkının da bu hadisin şümulü içerisine girmiş olacağını ifâde etmektedir. Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, "Garp ehli kıyamet kopuncaya kadar h&kka yar­dıma devam edecektir."[45] buyurularak bu cemaatin çevresi, daha da ge­niş tutulmuştur. Metinde kendilerinden, "En sonuncu topluluk" diye bah­sedilen ve Mesih Deccali öldürecekleri ifade buyrulan topluluktan maksat, Hz. Mehdi ile İsa (a.s.) ve onların tâbileridir.

Mesih Deccal kendi emrindeki şer kuvvetleriyle, içlerinde Mehdi aley-hisselamın da bulunduğu müslüman kuvvetleri muhasara ettiği bir sırada İsa (a.s.) Şam'ın doğusunda bulunan ak minarenin yanına inecek ve Dec­cali Lüdd kapısında öldürecektir.[46]

İsa aleyhisselam hayatta kaldığı sürece kafirlerden eser kalmaz. An­cak İsa (a.s.)'ın vefatından sonra yine inkarcılar çoğalır. İşte ortalıkta küfrün tekrar canlanıp kuvvetlendiği bir sırada Cenab-ı hak misk kokusu gibi bir rüzgar gönderecek, teması ipeğin teması gibi olacak ama kalbinde bir tahıl tanesi ağırlığı kadar imanı olan hiçbir kimesyi bırakmayıp öldürecek, sonra insanların kötüleri kalacak kıyamet de onların üzerine kopacaktır.[47]

Mesih hem İsa hem de deccalin sıfatıdır. İsa (a.s.)'a niçin mesih de­nildiği ulema arasında ihtilaflıdır. Vahidi'nin nakline göre, Ebu Ubeyd ile Leys bu kelimenen esas itibariyle İbranice de mesiha şeklinde telaffuz edildiğini Arapların onu biraz değiştirerek Mesih şeklinde telaffuz ettikle­rini, nitekim Musa kelimesinin ibranice aslının Musa yahut Mişâ olup arapların Musa şeklinde telaffuz ettiklerini söylemişlerdir. Bu taktirde kelime müştak değil camid bir isimdir. Fakat yine Vahidi'nin beyanına göre ekse­ri ulema bu kelimenin müştak olduğuna kaildirler.

Cumhurun kavli de budur. Fakat hangi kelimeden müştak olduğu ihtilaflıdır. İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Mesih'den müş­taktır. Çünkü İsa (a.s.) hangi hastaya dokunsa, o hasta iyileşirdi.

İbnu'l-A'râbî ile diğer bazı ulemaya göre Mesih, Sıddık demektir. Ba­zıları Hz. İsa'nın ayaklan dümdüz olup çukurları bulunmadığı için kendisine Mesih denildiğini, diğer bazıları Zekeriyya (Aleyhisselam) ona eliyle dokunduğu için kendisine bu isim verildiğini söylemişlerdir. Yeryüzünde Mesh ettiği yani seyahatta bulunduğu için Mesih denildiğini iddia edenler bulunduğu gibi, doğarken vücudu yağla kaplı bulunduğu için kendisine bu isim verildiğini söyleyenler de vardır.

Aynî, Hz, İsa'ya niçin mesih denildiği hususunda yirmi üç görüş bu­lunduğunu ve bunları bir eserinde topladığını bildiriyor. Kamus sahibi bu görüşleri elliye çıkarmıştır. Rağıp Müfredal'inda şöyle demektedir: "Mesh, aslında bir şey üzerine elini sürmek ve bir şeyden eseri gidermektir."

Deccal'a Mesih denilmesi bazılarına göre gözü silik yani dümdüz ol­duğu içindir. Diğer bazılarına göre; gözü kör olduğu için mesih denilmiş-ıir. Zira bir gözü kör olanlara mesih derler. "Deccal çıktığı zaman yeryü­zünü dolaşacağı için ona bu isim verilmiştir" diyenler bulunduğu gibi da­ha başka sebepler gösterenler de olmuştur. Aynî, Deccal'a Mesih denilme­si hususunda beş, Deccal denilmesi hususunda on görüş bulunduğunu ve bunları "Zeynü'l-Mecâlis" namındaki kitabında birer birer saydığını söyler.

Kaadı İyâz diyor ki: "İsa (a.s.) hakkında kullanılan Mesih kelimesi­nin Mesih şeklinde okunacağı hususunda ravilerden hiç birinin hilafı yok­tur. Fakat bu kelimenin Deccal hakkında ne şekilde okunacağı ihtilaflıdır. Ekseri ulemaya göre İsa (a.s.) hakkında nasıl okunursa Deccal hakkında da öyle okunur. Lafız itibarı ile aralarında fark yoktur. Yalnız İsa (a.s.), Mesih-i hidayet, Deccal ise Mesih-i delalettir. Bazı raviler bu kelimeyi Deccal hakkında "Missih" şeklinde rivayet etmişlerdir. Bu takdirde kelime nok-ıalı ha ile yazılır. Birtakımları da Misih şeklinde rivayet etmişlerdir."[48]

 

5. Allah Yolunda Savaşmanın Sevabı

 

2485. ...Ebu Said (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygam­ber (s.a.);

Mü'minlerin iman yönünden hangisi daha olgundur? diyı so­rulmuş da;

"Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden kimse ve kuytular­dan bir kuytuya çekilip de Âllaha ibâdet eden ve kendi şerrinden Halkı azade kılan kimsedir" karşılığını vermiş.[49]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif genel olarak, "Allah yolunda malı ve canı ile savaşan bir kimsenin mü'minlerin en hayırlısı" olduğunu ifade etmektedir. Ancak ulema ve sıddıkların fazileti ile ilgili hadis-i şerifler bu hadisi tahsis etmiştir. Bu bakımdan ulema ve sıddıklar, Allah yolunda malı ve canı ile savaşan kimselerden daha faziletlidirler. Şi'b: İki dağ arasındaki vadidir. Ancak burada sadece bu mana k!asdcdilmiş değildir. Burada kasdedilen, tenha ve insanlardan uzak yer­dir. Vadiler ekseriyyetle insandan hali olduğu için Şi'b kelimesi misal ola­rak zikredilmiştir.

Bu hadis tenhada yalnız başına yaşamayı insanlar arasına karışmak­tan evlâ gören ulemânın bir delilidir. Ancak mesele ihtilaflıdır. Alimlerin çoğunluğuna göre fitneden emin olmak şartıyla insanların içinde olmak efdaldir. Bazı taifeler uzletin yani tenhada ayrı yaşamanın daha faziletli olduğuna kaildirler. Cumhur-ı ulema bunlara cevap vermiş; "bu hadis fit­ne ve harb zamanlarına hamledilmiştir. Yahut' insanlarla iyi geçinemeyen kimse hakkındadır" demişlerdir.[50]

Nitekim, "İnsanların arasına katılıp da onların eziyetlerine katlanan bir mü'minin ecri, insanların arasına katılmayıp onların eziyetine katlan­maktan uzak kalan bir müminden daha fazladır"[51] mealindeki hadis-i şerif de Cumhur-ı ulemanın bu görüşünü desteklemektedir.

Hz. Peygamberin mektebinde yetişmiş olanların ve onların izinden giden selef-i salihîn her fırsatta insanların arasına karışarak onların eziyet­lerine katlanmışlar, eziyetten kurtulmak için uzleti tercih etmemişlerdir.

Bu mevzuda Tirmizinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir; "Size ashabımı, sonra onların peşinden gelenleri ve sonra bunların peşin­den gelenleri tavsiye ederim. Daha sonra yalan yayılacaktır. Hatta kişiye (yalan yere) yemin ettiği için yemin verdirilmeyecek ve şahide (yalan yere) şehâdet ettiği için şahidlik yaptırılmayacaktır. Dikkat! Bir erkek bir ka­dınla başbaşa kalmasın, aksi halde üçüncüleri behamahal şeytandır. Ce-maat](îslam topluluğundan ayrılmayın.Tefrikadan önemle sakının! Çünkü şeytan, yalnız kalanla beraberdir ve (birlik olan) iki kişiden daha uzaktır. Her kim, cennetin mu'tena yerini istiyorsa cemaattan ayrılmasın! Her kim, iyiliği sevindiriyor ve kötülüğü üzüyorsa işte o kimse mü'mindir".[52]

 

6. (İbâdet Maksadıyla) Seyahat Etmek Yasaklanmıştır

 

2486. ...Ebû Ümâme'den rivayet olunduğuna göre, bir adam; Ey Allah'ın Rasûlü, bana seyahat etmek için izin ver demiş de Peygamber (s.a.);

"Ümmetimin seyahati yüce Allah'ın yolunda cihad etmektir." buyurmuştur.[53]

 

Açıklama

 

Siyahat,  Süyûh, seyhan,  şeyh kelimeleri,  nefsin arzulannı terk ve ibadet maksadıyla yerleşim merkezlerinden uzaklaşarak seyyah olup mecnun gibi çöllere düşmektir. İsa (a.s.) da, yer­yüzünde çok gezip dolaştığı için kendisine mesih ismi verilmiştir.[54]

Hz. İsa'nın dininde büyük şehirlerden kaçarak dağ başlannda manas­tırlar inşa edip oralarda ibâdetle vakit geçirmek çok makbul, çok sevaplı bir işti.

Fakat bu hareket insanın cuma ve cemaati, ilim tahsilini ve cihadı terketmesine sebep olacağından İslâmiyette yasaklanmış, müslümanlara iba­det maksadıyla yeryüzünde yapacakları seyahat yerine cihad meşru kılın­mıştır. Bu yüzden Fahr-i kâinat efendimiz, ibâdet niyetiyle memleketini terkederek mecnun gibi seyyah olup çöllere düşmek üzere izin isteyen bir sahâbîyi bundan menetmiştir. Ona Muhammed ümmetinin, Allah'ın rıza­sını umarak, seyyah olup yollara düşmekle bir sevab kazanamayacağını ancak onların içinde yaşadıkları toplumun hidâyet üzere olabilmesi için çalışarak ve mücadele ederek, Allah'ın istediği şekilde hayatlarını düzenle­yip onun hükümlerini hakim kılmak endişesiyle yaşamalarının gerektiğini vurgulamıştır. İşte bu maksatla Rasûlullah (s.a.) ilim tahsili, düşmanla savaş gibi cihadlarla en büyük mükafatlarla erişeceklerini, veciz bir şekil­de ifâde buyurmuştur. Ancak Münziri, bu hadisin râvilerinden "eI-Kasım"m bir çoklarınca tenkid edilmiş bir râvi olduğunu söylemiştir.[55]

 

7. Allah Yolunda Savaştıktan Sonra Yurda Dönmenin Fazileti

 

2487. ...Abdullah b. Amr'dan rivayet edildiğine göre Peygam­ber (s.a.); (savaştan sonra) "Dönüş de savaş gibi (faziletli)dir." bu­yurmuştur.[56]

 

Açıklama

 

Allah yolunda savaş İslâmın en faziletli amellerinden biri olduğundan mücâhidlerin savaş bittikten sonra yurda dönmeleri de Allah yolunda savaşa çıkmaları gibi kıymetlidir. Bir başka ifadeyle gaziler savaştan dönerlerken de aynen savaşa çıkarlarmış gibi ecir alırlar. Çünkü savaştan sonra yurtlarına dönen gaziler düşmanın tehlikesi­ni ortadan kaldırarak dönmeleri yanında ayrıca yanlarına döndükleri aile­lerine huzur, sükun ve emniyeti de beraberlerinde getirdikleri gibi bir de düşmana karşı yeni harp hazırlıklarına girişirler. Bu bakımdan savaştan dönerken de aynen savaşa gider gibi sevab alırlar.

Hattâbî'nin açıklamasına göre düşmanı pusuya düşürmek için yapı­lan geri çekilme hareketleri de savaştan dönme kelimesinin şumûlü içerisirie girmektedir.[57]

 

8. Rum (Halkı Gibi Ehli Kitap Olan Milletler) İle Savaşmak (Ehli Kitap Olmayan) Diğer Milletlerle Savaşmaktan Daha Faziletlidir

 

2488. ...Sabit b. Kays b. Şemmas'dan; demiştir ki: Ümmü Hallad diye anılan bir kadın (yüzü) peçeli olarak Peygamber (s.a.)'e gelip şehid düşen oğlu(nun Allah yanındaki durumu)nu sordu. Pey­gamber (s.a.)'in (orada bulunan) Sahâbilerinden birisi (o kadına hitaben);            .

"Oğlunu sormaya yüzün kapalı olarak mı geldin?" dedi. O da;

Oğlumu kaybettiysem de utanma duygumu hiçbir zaman kay­betmeyeceğim, diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);

"Senin oğlun için iki şehid sevabı vardır" buyurdu. Kadın;

Ya Rasûlallah bu niçindir? diye sordu. (Hz. Peygamber de);

"Çünkü onu kitab ehli Öldürdü" cevabını verdi.[58]

 

Açıklama

 

Metinde, Benû Kureyza gazvesinde (M. 627) şehid olan oğlunun eriştiği makam ve mükafatı öğrenmek için fahr-i kainat efendimize geldiğinden bahsedilen kadın Ümmü Hallad künyesiyle meşhur olan bir kadındır. Cahiliyye döneminde çocuğunu kaybetmek gibi bir musibete giriftar olan bir kadının yüzünü gözünü açıp feryâd-ü figan etmesi âdet olduğu halde, Allah'a ve Rasûlüne iman etmek şerefine eren bu mübarek sahâbiyye hanımın hiçbir telaşa kapılmadan ve cahiliyye adet­lerine hiç iltifat etmeden yüzü kapalı olarak imanın verdiği huzur ve sü­kûn içinde Hz. Peygamberdin huzuruna gelip, oğlunun şehâdet şerbetini içmekle kavuştuğu manevi mükafatı sorması orada bulunan bir sahâbinin dikkatini çekti. Bu sebeple sözü geçen sahabî bu kadına oğlunu kaybettiği halde Arap kadınlarının adetlerini hiçe sayarak Hz. Peygamberin huzuruna yüzü kapalı gelişinin sebebini sormaktan kendini alamadı. Kadın bu soruya "oğlumu kaybettiysem de utanma duygusunu hiçbir zaman kaybetmeyeceğim" diye cevap vermekle bu hareketinin ince bir şuur ve derin bir imandan kaynaklandığını çok zarif bir ifâde ile dile getirdi.

Hadis ulemasının beyanına göre Rasûl-i zîşan efendimizin sözü geçen kadına, ehli kitab tarafından şehid edilen oğluna iki şehid sevabı verilece­ğini müjdelemesi kitab ehli ile yapılan savaşın ecrinin kitap ehli olmayan milletlerle yapılan savaşın ecrinin iki misli olduğuna delâlet eder.

Ümmü Hallad diye anılan bu kadının oğlu, Benu Kureyza Gazvesinde (M.627) Benâne isimli Yahudi bir kadının damdan attığı bir taşın isabet etmesiyle şehid olmuştu. Sonra Rasûl-i Ekrem, Benû Kureyzahlarla birlik­te bu kadım öldürtdü, diğer kadınlara dokunmadı.

Bu hadisin senedinde bulunan Abdu'l-habîr, Ebu Hatîm, İbn Adiyy ve îmam Nevevi gibi* hadis uleması tarafından cerh edilmiştir.[59]

 

9. Deniz Araçlarına Binerek Savaşa Gitmek

 

2489. ...Abdullah b. Amr (r.a.) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­du, demiştir:

"Hacca gidecek veya umre yapacak olan kimse ile Allah yo­lunda savaşacak olan kimsenin dışında hiçbir kimse deniz nakliye araçlarına binemez. Çünkü denizin altında ateş, ateşin altında da deniz vardır."[60]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif "Deniz yolundan başka bir yolla hacca gitme imkanı bulunmayan bir kimsenin haccı terkedebileceğini" söyleyen kimseler aleyhine bir delildir. Çünkü hadis-i şerif, Allah yolunda cihad edecek ya da hac veya umre yapacak olan kimselerin bu gayelerine erişebilmek için her halükârda deniz yolculuğu yapabilecek­lerini açıkça ifade etmektedir.

Binaenaleyh Hanefi ulemasından Ebu'l-Leys es-Semerkandî'nin de de­diği gibi, hacca gitmek için deniz yolculuğundan başka çaresi olmayan bir kimseye denizin genellikle tehlikelerden emin olması halinde deniz yo­luyla hacca gitmesi farz olur. Fakat denizde böyle bir emniyetin bulunma­ması halinde ise, o kimse hacca gidip gitmemekte serbesttir.[61] Zamanımızda ise deniz yolculuklarının tam bir güven içinde yapıldığı bilinen bir gerçektir. Hanefi ulemâsından Aynî'nin Ebu Ömer'den naklettiğine göre denizin çalkantılı olması halinde deniz yoluyla hacca gitmenin vâcib olma­dığında görüş birliği vardır. Hadis ulemâsından Hattabî de bu mevzuda şunları söylemiştir:

"Hacca gitmek için, deniz yolunu takibetmekten başka bir yolu bu­lunmayan kimselerin hac farizasını yerine getirebilmek için deniz yoluyla hacca gitmeleri üzerlerine farz olur. Hadis-i şeriften anlaşılan mânâ bu­dur. Fıkıh ulemasından pek çok kimseler de bu görüştedirler. İmam ŞâfİÎ (r.a.) ise, bu görüşe katılmamıştır. Metinde geçen; "Denizin altında ateş, ateşin altında da deniz vardır" cümlesi bazılarına göre zahiri mânâsına hamledilerek denizlerin altının gerçekten ateşle kaplı olduğu ve ateşin al­tında da yine denizlerin bulunduğu kabul edilmiştir. Hattâbî ise, bu cüm­leyi te'vil ederek "bu cümle deniz yolculuğunun korku ve tehlikelerle dolu olduğunu, deniz yolculuğu yapan kimselerin helak olma tehlikesiyle her an karşı karşıya bulunduğunu ifade etmektedir" demiştir. Bugün deniz altı sıcak suları bilinmektedir.

Hafız el-Münziri bu hadisin senedinde izdırab bulunduğunu çünkü bir başka rivayette bu hadisin Beşir b. Müslim'e doğrudan doğruya Ab­dullah b. Amr vasıtasıyla değil de ismi ve kimliği meçhul bir şahıs tarafın­dan ulaştırıldığını ifade etmektedir. Musannif Ebu Davud bu hadisin sene­dinde bulunan ravilerin kimliklerinin meçhul olduğunu ifade ederken et-Tarihu'I-Kebirde hadisi rivayet eden Buharı ve Hattâbî de hadisîn senedi­nin zayıf olduğunu söylemişlerdir.[62]

 

Deniz Savaşının Fazileti[63]

 

2490. ...Enes b. Mâlik (r.a.)’den; demiştir ki: Ümmü Süleym'ın kızkardeşi Ümmü Haram bint Milhan'(ın) bana anlattığına göre); Rasûlullah (s.a.) (Ümmü Haram'in da içlerinde bulunduğu) bir ce­maatın yanında öğle uykusuna yatmış, biraz sonra gülerek uyanmış. (Ümmü Haram sözlerine devam ederek Enes b. Malik 'e şunları) söylemiş;                                                                                

Ey Allah'ın Rasûlü, seni güldüren şey nedir? dedim.

"Rüyamda (ümmetimden) bir cemaatı, tahtlar(ı) üzerinde (ku­rulu) padişahlar gibi şu denizin üstünde (yüzen gemilere) binerek (Allah yolunda savaşa çıkarken) gördüm" buyurdu. Ben:

Ey Allah'ın Rasûlü! Beni de onlardan kılması için Allah'a dua et dedim.

"Sen onlardansın!" buyurdu. Sonra yine öğle uykusuna yattı ve hemen arkasından gülerek uyandı.

Ey Allah'ın Rasûlü! Seni güldüren şey nedir? dedim, (ilk) sö­zünün bir benzerini söyledi. (Ben de:)

"Ey Allah'ın Rasûlü, beni de onlardan kılması için Allah'a dua et!" dedim.

"Sen birincilerdensin" buyurdu. (Enes b. Malik) dedi ki: "Bir süre sonra Ubâde b. es-Sâmit bu kadınla evlenip deniz savaşına ka­tıldı, onu da beraberinde götürdü. (Denizden çıkıp da karaya) dö­nünce binmesi için Ümmü Haram'a bir katır getirdi. (Katır üzerin­den atıp) onu yere serdi. (Bu yüzden) kadının boynu kırıldı ve öldü.[64]

 

Açıklama

 

Avn'ül-Ma'bud yazarı el-Azîmâbâdî'nin açıklamasına göre Ümmü Haram, Hz. Enes'in teyzesidir. İbn Abdilber ise, bu kadının Rasûlü zişan efendimizin süt teyzelerinden biri olduğunu söylemiştir. Bazıları da Onun fahr-i kâinat efendimizin babasının ya da dedesinin teyzesi olduğunu söylemişlerdir.

Rasûl-i zişan efendimizin sevinçle uykudan uyanmasının sebebi rüya­sında ümmetini tahtlarına kurulmuş hükümdar tavrıyla denizaşırı ülkelere savaşa giderken görmesidir.

Bu rüya, ümmet-i Muhammed'in istikbalde denizaşırı ülkelere hâkim olup nesillerinin kıyamete kadar devam edeceğine dair bir alâmet olduğundan Hz. Peygamberin sevinçle uykudan uyanmasına sebep olmuştur.

Onun bu sevincini yüzündeki tebessümünden anlayan Hz. Ümmü Ha­ram bu gülümsemenin sebebim sorunca rüyanın aslım öğrenmiş oldu.

Hz. Fahr-i kainatın rüyasında deniz aşırı ülkelere savaşa giderken gör­düğü bu gazileri tahtlarına kurulmuş kumandanlara benzetmesinin sebebi, bazılarına göre onların cennetteki makamlarıyla ilgilidir. Şafiî ulemasın­dan Nevevi'ye göre, o gaziler dünya hükümdarları gibi şevket ve izzete kavuşacakları için Rasûl-i Ekrem onları bütün haşmet ve şevketiyle tahtla­rında oturan hükümdarlara benzetmiştir.

Hz. Peygamberin her iki rüyadan da ayrı ayrı sevinç duyarak uyan­ması ve Hz. Ümmü Haram'ın her ikisinde de Hz. Peygambere "Beni de onlardan kılması için Allah'a dua et." diye ricada bulunması ikinci rüya­nın birinci rüyadan ayrı olduğunu gösterir. Kurtubî'nin beyânına göre ilk deniz savaşına çıkanlar ashâb-ı kiram, ikinci deniz savaşına çıkanlar da tabiûn olmuştur .Bezl'ül-mechûd yazarının beyanına göre ilk deniz savaşı­na gidenler arasında tabiîler de vardı fakat ashab daha fazla idi. İkinci deniz savaşına çıkanlar arasında da tabiünun sayısı ashab-ı kiramın sayı­sından daha fazla idi. Rasûlü Ekrem'in birinci rüyasında deniz, ikinci rü­yasında da kara şehidlerini gördüğünü söyleyenler de vardır. Hadis-i şerif­te Hz. Ümmü Haram'ın da katıldığı ifâde edilen bu deniz savaşının ne zaman yapıldığı ihtilaf konusu olmuşsa da aslında Hz. Osman'ın hilafeti zamanında hicretin yirmisekizinci senesinde yapılmıştır. O sıralarda Hz. Muaviye Şam valisi idi. BezPül-Mechud müellifinin beyanına göre, Halife b.' Hayyat meşhur tarihinde, hicri yirmisekizinci yılı olaylarını sayarken o sene Hz. Muaviye'nin bir deniz savaşı yaptığını yanında da kızkardeşi bint-i Kurza'nın, Ubâde b. es- Sâmit'in yanında da karısı Ümmü Haram'­ın bulunduğunu ifade etmektedir. Gerçekten Hz. Muaviye, Hz. Ömer'den deniz savaşına gitmek için izin istemiş fakat Hz. Ömer o gün için buna izin vermemişti. Aynı şekilde Hz. Osman'dan da deniz savaşı yapmak üzere izin isteyince Hz. Osman buna izin verdi. Hz. Muaviye'nin de katıldı­ğı bu deniz seferi Kıbrıs'a yapılmış ve Ümmü Haram hazretleri de kıbrısta hayvanından düşerek şehid olmuştur. Bilindiği gibi Allah yolunda hayat­larını kaybedenler şehid olurlar. Çünkü Rasûlü Ekrem Efendimiz "Kim Allah yolunda öldürülürce o şehiddir. Kim allan yolunda ölürse o da şehiddir."[65] buyurmuştur. Hz. Ümmü Haram'ın kabri bu gün Kıbrıs'ta "Hala Sultan türbesi" olarak bilinmekte ve ziyaret edilmektedir.[66]

 

Bazı Hükümler

 

1. Erkek mahremi olan bir kadının yanına girerek onunla yalnız başına bir arada kalabilir. Yanında uyu­ması da caizdir.

2. Öğle vakti bir süre istirahata çekilmek caizdir.

3. Sevinç anında gülmek caizdir. Çünkü Peygamber (s.a.) ümmetinin kendisinden sonra İslamiyet uğrunda denizde bile cihad edip muzaffer ola­caklarını gördüğü için sevincinden gülmüştür.

4. Gaza için denize açılmak caizdir. Ashab-ı Kiram deniz yoluyla ticâretde ederlerdi, cumhur-ı ulemânın görüşü budur.Yalnız Ömer b. el-Hattab ile Ömer b. Abdulazîz (r.anhum) denize açılmayı mutlak surette menetmişlerdir. Bazıları bunu dünyalık için denize açılmak manasına al­mış, âhiret için denize açılmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik'e göre kadınlara deniz seyahati mutlak surette mekruhtur. Çünkü te­settürlerine mânidir. Bazıları, bunun küçük gemilere mahsus olduğunu, kadınların büyük gemilere binmelerinde kerahet olmadığını söylemişlerdir.

5. Kadınların denizde cihad etmesi mubahtır.

6. Hadisi şerif bir mucizedir. Bu mucize de Peygamber (s.a.) gâibden bazı şeyleri haber vermiştir. Ümmetinin denizde cihad edeceğini haber ver­mesi ne halde cihad edeceklerini bildirmesi,  Ümmü  Haram'a,  "Sen evvelkilerdensin" diye tebşirde bulunması bunlardandır.

7. Peygamberlerin rüyaları haktır.

8. Cihad yolunda bulunup fiilen harbe iştirak etmeden ölen kimseye harbedenlerin ecri kadar ecir verilir..

9. Deniz şehidinin mi yoksa kara şehidinin mi daha ziyade ecir kazan­dığı hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları karada şehid edilenin daha ziya­de ecir kazandığına kail olmuş, birtakımları da bunun aksini iddia etmiş­lerdir. Fakat aslolan her iki durumda da ecrin büyük olduğudur.[67]

 

2491. ...İshak b. Abdillah b. Ebi Talha'dan; O Enes b. Malik'i şöyle derken işitmiştir; "Rasûlullah (s.a.) Küba'ya gittiği zaman Üm-mü Haram'ın yanına giderdi. (O sıralarda Ümmü Haram) Ubâde b. es-Sâmit'in nikahı altında idi. Bir gün onun yanına uğradı. (Üm­mü Haram da) kendisine yemek yedirdi ve oturup onun başını tara­maya başladı" (Hadisin bundan sonraki kısmında İshak b. Abdul­lah) şu bir Önceki hadisi nakletti.[68]

Ebû Dâvud dedi ki: "Bint Milhan (Ümmü Haram), Kıbrıs'ta vefat etmiştir."[69]

 

Açıklama

 

Hz. Ümmü Haram'ın bir kadın olarak Hz. Peygamberin başını taraması ulema arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. İbn Abdilber, Hz. Peygamberin, başını taramaya izin vermesini, Üm­mü Haram'ın, Hz. Peygamber'in süt annesi, ya da süt teyzesi olmasıyla açıklamıştır. Ayrıca Hz. Peygamberin dedesi Abdülmuttalib'in annesinin Neccar oğullarından olması cihetiyle yine Ümmü Haram'ın Rasûl-i Ek­rem'in teyzesi mesabesinde olduğuna dair Yahya b. İbrahim b. Mezih'den bir haber rivayet ettiği gibi İbn Vehbi'in de Hz. Ümmü Haram'ın Hz. Peygamberin süt teyzesi olduğunu söylediğini kaydetmiştir. îbni Abdilber bu görüşleri naklettikten sonra, "Her iki halde de Hz. Ümmü Haram'ın. Peygamber (s.a.)'in mahremi olâuğu ortaya çıkar" demektedir.

Bazıları ise, Rasûl-i Ekrem'in, Hz. Ümmü Haram'ın evinde kalması­nı ve saçlarını taramasına izin vermesini, Hz. Ümmü Haram'ın kendisi­nin, mahremi olmasına değil de Hz. Peygamberin günahlardan masum olmasından dolayı kendisine verilen özel bir izine bağlamışlardır. Kadı Iyâz; "Bu halin Rasûl-i Ekreme dair özel bir izin olduğunu iddia edebilmek için bir delile dayanmak gerekir. Oysa buna dair bir delil bulmak müm­kün değildir" derken Hafız İbn Hacer de; "Bu hususta yapılan açıklama­ların en güzeli bu halin Hz. Peygambere ait özel bir durum olduğunu orta­ya koyan görüştür. Bu görüşün en büyük delili de hadisenin kendisidir" demiştir.[70]

 

2492. ...Ümmü Süleym'in kızkardeşi er-Rumeysâ'dan; demiştir ki: (birgün) Peygamber (s.a.), uyudu ve hemen arkasından uyandı. O sırada er-Rumeysa başını yıkıyordu. Peygamber (s.a,) (uykusun­dan) gülerek uyan(mış)dı. Bunun üzerine (Rumeysa):

Ey Allah'ın Rasûlü! Başım(i yıkadığım)a mı gülüyorsun? diye sordu. (Hz. Peygamber de):

"Hayır" diye karşılık verdi.

(Bu hadisi Rumeysa'dan rivayet eden Atâ b. Yesâr hadisin bun­dan sonraki kısmında) Şu (önceki hadisi bazı) eksiklik ve fazlalık(lar)Ia nakletmiştir.[71]

Ebû Dâvud dedi ki: "Rumeysa, Ümmü Süleym'in süt kız kardeşidir."[72]

 

Açıklama

 

Musannif Ebu Davud, Ata b. Yesar'ın Hz.  Rumeysa'dan rivayet ettiği bu hadisin önceki hadise benzediğini, fakat bazı kısımlarının önceki hadisin metninden daha uzun bazı kısımla­rının da daha kısa olduğunu ifada etmekle yetinmiş metnin tümünü nakletmemiştir.                                                   !

Hafız İbn Hacer'in beyânına göre Musannif Ebû Davud'un naklet­mekten kaçındığı bu metni, Abdürrezzak, ei-Musannef inde tam olarak vermiştir. Abdürrezzak'in rivayet ettiği bu metne bakılırsa burada anlatı­lan olay ile önceki olay birbirinden tamamen farklıdır. İbn Hacer bu metni tahlil ettikten sonra, önceki hadis-i şerifte anlatılan olayın Hz. Ümmü Haram'la, mevzumuzu teşkil eden ve metnini Abdürrezzak'ın Musannef-inden öğrendiğimiz hadis-i şerifte anlatılan kıssanın da Hz. Ümmü Ha-ram'ın kızkardeşi Ümmü Abdullah ile ilgili olduğunu beş cihetten isbata çalışmıştır.

Yine Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre Ebu Davud'un, hadisin sonuna ilave ettiği; "er-Rumeysa Ümmü Süleym'in süt kızkardeşidir," sö­zü doğru değildir. Hz. Ümmü Haram Ümmü Süleymin anne-baba bir kız­kardeşidir ve Hz. Ümmü Haram bint Milhan b. Halid b, Zeyd b. Haram el-Ensariyye, Hz. Enes b. Malik'in teyzesidir. Ümmü Süleym bint Milhan b. Halid el-Ensariyye ise Hz. Enes'in annesidir. Bu iki kardeş künyeleriyle meşhur olmuş iki sahâbiyedir. Bunlardan Hz. Ümmü Haram "Rumeysa", Ümmü Süleym'de "Gumeysa" künyesiyle meşhurdur.[73]

 

2493. ...Ümmü Haram (r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur; "(Allah için sefere çıkıp ta) de­nizde başı dönerek kendisine kusma arız olan kimse için bir şehid, bo­ğulan kimse için de İki şehid sevabı vardır."[74]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "Mâid" kelimesi ikinci babtandır. (Mâde-yemûdu); Sallanmak ve sarsılmak manalarına gelir. Nitekim Allah Teâlâ'nın şu ayet-i kerimesinde de bu manâda kulla­nılmıştır: "Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı..."[75] Bu hadis-i şerifte ise, denizin sarsmasından dolayı başın dönmesi manasında kullanılmıştır.

İbnu'l-Esir'in en-Nihâye'deki açıklamasına göre kelimesi suda bo­ğulup ölen kimse anlamına gelir. Bazıları bu kelimenin sulara battığı hal­de ölmeden kurtulan kimseler için kullanıldığını öylemişlerse de, "el-Meşârık" isimli eserde bu görüş reddedilmiştir. Gerçek olan şudur ki bu kelime sulara batıp ölen kimse anlamına gelen  kelimesiyle eş an­lamlıdır.

Münzirî bu hadis hakkında şunları söylemiştir: Bu hadisin senedinde Hilal b. Meymûn vardır. İbn Meîn onun güvenilir bir ravi olduğunu, Ebu Hatim er-Râzî ise, pek sağlam bir râvi olmamakla beraber kendisinden hadis alınabileceğini söylemiştir.

Hanefi ulemasından el-Aynî, bu hadisi şerifin, deniz savaşının kara savaşından daha faziletli olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. İbn Abdil-ber ise, et-Temhîd isimli eserinde bu mevzu'da çok teferruatlı açıklamalar­da bulunmuştur.[76]

 

2494. ...Ebû Ümâme el-Bâhilî'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.);

"Üç kişi vardır ki üçü de aziz ve celîl plan Allah'a emânettir. (Birincisi) Aziz ve Celil olan Allah'ın yolunda savaşa çıkan kimse­dir. Bu kimse (Allah) ruhunu kabzedip de cennete koyuncaya veya-hutta (savaştan) elde ettiği sevab ve ganimetle evine döndürünceye kadar Allah'a emanettir. (İkincisi de) Mescide giden adamdır. Bu kimse de (Allah) ruhunu kabzedip de cennete koyuncaya veyahat da elde ettiği sevap ve ganimetle (evine) döndürünceye kadar Al­lah'a emanettir. (Üçüncüsü de) evine selamla giren kimsedir. Bu kimse de Aziz ve Celil olan Allah'ın emânetindedir."[77] buyurmuştur.[78]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "dâmin" kelimesi her ne kadar ism-i fâilse de, "rnadmûn" manasında kullanıl­mıştır. Bir başka tabirle ism-i mef ûl manasında kullanılmış bir ism-i fail­dir.Nitekim "Artık o memnun edici bir hayat içindedir"[79] âyet-i kerimesinde "radiyeh" kelimesi ile "atılan bir sudan"[80] âyet-i kerimesindeki "dâfik" kelimesi ismi mef'ûl manasında kullanılmış ismi faillerdir. Bu itibarla "râdiyeh" kelimesi, "ken­disinden memnun olunan", "dâfik" kelimesi de "atılan" manasına gel­mektedir. "Ruhunu kabzedip de cennete koyuncaya veyahut da (savaştan) elde ettiği ganimetle evine döndürünceye kadar" cümlesinden maksat ise, Allah yolunda savaşan kimsenin şehid olduğu takdirde kesinlikle cennete gireceğini, şehid düşmediği takdirde ise, şayet ganimetler dağılmışsa hem Allah yolunda savaşmanın sevabı, hem de savaştan hissesine düşen gani­metlerle birlikte döneceğini, şayet ganimet elde edilmemiş veya elde dilen ganimetler taksim edilmemiş ise, sadece Allah yolunda savaşması sevabıy­la döneceğim, binaenaleyh, eli boş olarak dönmesinin söz konusu olmaya­cağını ifade etmektir.

Hattâbî'nin açıklamasına göre, "evine selamla giren kimse" cümlesi­ni iki şekiled açıklamak mümkündür:

1. Allah'ın, "Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selam verin"[81] emrine uyarak, eve girerken ev halkına selâm vererek giren kimse.

2. Fitnelerden ve fesatlardan salim kalabilmek ümidiyle evine kapa­nıp uzlete çekilen kimse.

Binaenaleyh bu iki şıkka giren kimselerin hepsinin de mevzumuzu teş­kil eden hadisi şerifte vadedilen mükafaata erişmeleri ihtimal dahilindedir.

Mescide gittiği için, Allah'ın emanetinde ve himayesinde olduğu ifade medilen kimselerin içerisine mescide sadece ibâdet maksadıyla gidenler dahil olduğu gibi, ilim öğrenmek ve öğretmek için gidenler de dahildir. Binae­naleyh bu kimselerin mescidden eli boş dönmeleri düşünülemez. Ya sadece ibâdet etme veya ilme çalışma sevabıyla dönerler veyahut da bu sevaplarla birlikte dünyevî birtakım ganimetleri de beraberlerinde götürürler.[82]

 

10. Kâfir Öldüren Kimsenin Üstünlüğü

 

2495. ...Ebu Hüreyre (r.a.)'nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s,a.) şöyle buyurmuştur:  

"Bir kafir ile, onu öldüren kimse ebediyyen, Cehennemde bir araya gelmeyeceklerdir"[83]

 

Açıklama

 

Diğer bir hadisi şerifte de, Fahr-i kainat efendimizin;

Cehennemde ikisi birbirine zarar verecek şekilde bir araya gelmezler," buyurduğu, Bunlar kimdir ya Rasûlallah diye sorulunca; "Bir kafiri öldürüp de sonra doğru yolu tutan mü'm in (ile onun öldürdüğü kafir)", karşılığı vermiştir.[84]

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif hakkında Kadı Iyâz şunları söy­lemiştir: "Kafirle birlikte cehennemde birleşmeyeceği haber verilen bu kim­seden maksat, kafiri savaşta öldüren kimse olsa gerektir." Kadı Iyâz bu sözüyle, pasaport ile müslüman topraklarına giren veya müslümanlarla aralarında sulh yapmış olan kafirleri öldüren kimselerin bu hadis-i şerifte­ki müjdeye dahil olmadıklarını ifade etmek istemiştir. Kadı Iyâz sözlerine şöyle devam etmiştir: "Çünkü bu müslümamn o kafiri öldürmesi günahla­rına keffaret olur. Bu sebeple hayatında işlemiş olduğu günahlardan dola­yı azabdan kurtulur. Yahut da bu kimsenin azabdan kurtulmasının sebebi (Allah'ın rızasına uygun olarak kalbinde beslediği) özel bir niyeti veya (Allah'ın bildiği) özel bir halidir. Sözkonusu müminin cehenneme girme­mesinden kasdedilen mânâyı şu şekilde açıklamak da mümkündür: Bu kim­senin cehenneme girmemesinden maksat, günahlarının cezasından tama­men kurtulması değil de eğer cezalandırılacak sa, cennete sokulmayarak cennetle cehennem arasında bulunan ve A'raf denilen yerde tutulmak su­retiyle cezalandırılmasıdır. Hiç cehenneme girmeden bu şekilde cezalandı­rılması ihtimal dahilinde olduğu gibi kafirlerin bulunmadığı bir yerde ateş­le cezalandırılması da mümkündür." Tîybî'ye göre bu ihtimaller içerisinde en isabetli olanı "Bu kimsenin savaşta bir kâfiri yok etmesinin onun gü­nahlarına keffaret olacağını" ifade eden görüştür.[85]

 

11. Savaşa Giden Mücahidlerin Hanımları Savaşa Gitmeyen Erkeklere Haramdır

 

2496. ...İbn Büreyde'nin babası Büreyde'den; "RasûluIIah sallalahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu" demiştir: "Mücâhidlerin ha­nımları (evlerinde) oturan erkeklere anneleri gibi haramdır. (Evinde) oturanlardan bir erkek, mücahidlerden bir adama ailesi hususunda vekil olur (da sonra ona hıyanet ederse, vekil kalan kimse) kıyamet gününde mücahid için durdurulur ve (mücahide); "şu (adam) ailen hususunda sana (kötü bir) vekil olmuştu. Onun iyiliklerinden diledi­ğin kadarını al" denir. RasûluIIah bize dönüp; (Mücahid'in onun sevabını alma hususundaki tutumunun nasıl olacağı hakkında) "Tah­mininiz nedir?" diye sordu.

Ebû Dâvud dedi ki: (Bu hadisin râvilerinden) Ka'neb iyi bir insandı. Ebu Leylâ ona bir iş teklif etti. Ka'neb de; (Benim) bir dirheme ihtiyacım var, onu temin etmek istiyorum. Bunun için bana yardım edecek birini arıyorum, diyerek bu teklifi reddetti. (Ebu Leylâ da);

Hangimiz ihtiyacı için yardım istemiyor ki? diye karşılık verdi. (Ka'neb);

Beni (buradan) çıkarınız da (duruma bir) bakayım dedi. sonra oradan çıkıp gözden kayboldu. Süfyan dedi ki; "Tam gözden kay­bolduğu sırada üstüne duvar yıkıldı da öldü"[86]

 

Açıklama

 

İmam Nevevi'ye göre savaşa giden mücahidlerin hanımlan,  geride bıraktıkları  vekillerine iki cihetten anneleri gibi haramdır:

1. Bu vekillerin, mücahidlerin hammlarıyla başbaşa kalıp da onlara kötü gözle bakmaları ve birtakım kötü niyyetlerle yaklaşarak onlarla soh­bet etmeleri, aynen kendi annelerine kötü gözle bakmaları gibi haramdır.

Vekillerin onlara hizmette kusur etmeleri aynen kendi annelerine hiz­mette kusur etmeleri gibi haramdır.[87]

Bu hadisin Müslim tarafından rivayet edilen metninde 'bulunan "Ev halkı" ifadesinden anlaşılıyor ki mücahid'in evinde bu­lunan anne-baba, kız, câriye gibi bütün ev halkı da aynen mücahid'in hanımı gibi hürmete layıktır. Bunlara ihanet eden kimseleri, sırattan ge­çerlerken görevli melekler durdurup, Mücâhid'e dönerek, "îşte senin ci­hada giderken aileni emanet ettiğin kimse budur. Bu kimse senin emâneti­ne hıyanet etmiştir. Onun sevabından istediğin kadarını alabilirsin." diye­ceklerdir.

Artık herkesin kendi derdine düşüp babanın oğuldan, oğulun da ba­badan kaçtığı o günde eline böyle fırsat geçen bir kimsenin bu fırsatı ka­çırmayıp son haddine kadar değerlendireceğini açıklamaya bile lüzum yok­tur. Rasûl-i Zîşan Efendimiz, mücahid ailelerinin nasıl bir hürmete lâyık olduklarını anlattıktan sonra onlara ihanet eden kimselerin kıyamet gü­nünde Mücahidler karşısındaki acıklı durumunu ifade etmek için, "tahmi­nin nedir?" buyurmuş ve bu sözüyle; "Artık eline bu fırsatı geçiren bir mücahidin, o kimsenin bütün sevaplarını elinden alacağını tahmin edebilirsiniz" demek istemiştir.

Hadisin sonunda yer alan cümlelerinde Ebû Dâvud, râvilerden Ka'neb hakkında bilgi vermektedir. Bu cümlelerin hadisin asıl konusu ile ala­kası yoktur. Zaten bu ilâve Ebû Davud'un bazı nüshalarında da bulunma­maktadır.[88]

 

12. Ganimetsiz Olarak Dönen Bir Seriyye(Nin Fazileti)

 

2497. ...Abdullah b. Amr (r.a.), "Rasülullah (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir: "Allah yolunda savaşıp da ganimet elde eden (her) savaşçı, (birlik) ahiret (teki) sevablarının üçte ikisini peşin ola­rak (dünyada) almış olurlar. Kendileri için (ahirete sadece) üçte bir (nisbetinde sevap) kalır. Eğer herhangi bir ganimet elde edemeden dönerlerse (ahirette) sevabları tam olarak Verilir."[89]

 

Açıklama

 

Seriyye; sayıları beşten üç yüze kadar ulaşan ve düşman üzerine ansızın baskınlar yapmakla görevli askeri birlik-

lere verilen isimdir.              

Bu hadis-i şerifte savaşa katılıp da savaştan ganimet elde ederek sağ-salim yurtlarına dönen mücâhidlerin, ahirette ellerine geçecek olan cihad sevabının üçte ikisini dünyada iken peşin olarak almış olacaklarım, savaş­tan bir ganimet elde etmeden dönen veyahut da yurduna dönemeden savaş meydanında can veren mücâhidlerin ise, bu cihadlarının sevabını ahirette tüm "olarak alacaklarını ifade etmektedir.

İmam Nevevî, hadisin bu mânâya geldiğini ifade ettikten sonra Kadı Iyâz'ın bü hadisle ilgili görüşlerini nakledip, bu görüşlerden sadece bu manayı tercih ettiğini ve diğer görüşlerin hepsini de asılsız ve yanlış ilan ettiğini söylemektedir.

İmam Nevevi'nin açıklamasına göre, Kadı Iyâz'ın yanlış ilan ettiği bu görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: "Bu hadis sahih değildir. Mü­câhidlerin dünyada elde ettikleri ganimetle ahiretteki sevapları azalmaz. Nitekim Bedir mücâhidleri, Bedir savaşının ganimetlerini dünyada iken aldıkları halde ahîretteki sevabları azalmamış, bu ganimeti dünyada iken almış olmaları, onların mücâhidlerin en faziletlileri olma şerefine ermeleri­ne engel teşkil etmemiştir."

İmam Nevevi, Kadı Iyâz'ın bu görüşlerini naklettikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor: "Her ne kadar bazıları (2497 nolu hadis hakkında) "Bu hadisin râvilerinden "Ebu Hânî"nin kimliği meçhuldür. Binaenaleyh, "sa­vaşa giden bir mücahidin hem ganimetle hem de büyük sevaplarla dönüp geleceğine, Allah'ın kefil olduğunu" ifade eden 2494 numaralı hadis-i şerif tercih edilir. Çünkü sözü geçen hadîs-i şerif meşhur bir hadistir. Râvileri de aynı şeklide meşhurdur. Ayrıca o hadis, hem Buhari, hem de Müslim tara­fından rivayet edilmiştir. Ebu Hânî'nin rivayet ettiği 2497 numaralı hadisi Müslim rivâyei etkmişse de, Buhârî Sahih'ine almamıştır. Demişlersede bu söz asla doğru değildir. Çünkü bu iki hadis arasında birini diğerine tercih etmeyi gerektiren bir sebep yoktur. Eğer iki hadis arasında herhangi bir çe­lişki olsaydı o zaman birini diğerine tercih yoluna gidilirdi. Oysa burada böyle bir durum sözkonusu değildir. Zira 2494 numaralı hadis-i şerifte sadece sa­vaştan dönen bir gazinin sevab ve ganimetlerle döneceği ifade edilmekle ye-tinilmekte, elde ettiği ganimetlerin alacağı sevabın miktarını azaltıp azaltmayacağından asla söz edilmemektedir. Ayrıca 2494 numaralı hadisin ifadesi mutlak, 2497 numaralı hadisin ifadesi mukayeddir. Binaenaleyh, bu iki hadisi birlikte değerlendirirken 2497 numaralı hadis-i şerifteki kayıt-layıcı ifadeleri nazar-ı itibara almak icabeder.

Ebu Hani'nin kimliğinin meçhul olduğu iddiası da doğru değildir. Çünkü bu râvi imamlardan pek çoğunun kendisinden hadis rivayet ettiği meşhur ve güvenilir bir râvidir. Onun hadisini Müslim'in rivayet etmiş olması kendisinin güvenilir bir râvi olduğuna yeterli bir delildir.

İmam Nevevi mevzumuzu teşkil eden hadise yöneltilen tenkidi de şöy­le reddetmiştir;

"Bir hadisin sahih sayılabilmesi için Buhari'de veya müslim'de bu­lunması şart değildir. Binaenaleyh bazı kimselerin sırf Buhâride bulunma­dığı için bu hadisin şahinliğini kabule yanaşmamaları doğru değildir."

Bedir mücahidlerinin, Bedir ganimetlerini bölüştükleri halde müca-hidlerin en faziletlileri olduğunu delil getirerek savaştan elde edilen gani­metten payını alan mücâhidlerin, ahirette savaştan alacakları sevabın üçte ikisini dünyada peşin olarak almış olacaklarını ifade eden 2497 numaralı hadise yöneltilen tenkidi de şöyle reddetmiştir:

"Evet Bedir mücahidleri de Bedir savaşından hisselerine düşen gani­meti aldıkları için bu savaştan ahirette ellerine geçecek olan sevabın üçte ikisini dünyada almışlardır. Bedir mücahidlerinin ahirette elde ettikleri se-vab erişilebilecek sevapların en üstünü ve son haddi değildir. Eğer dünya­da savaş ganimetlerini almamış olsalardı daha da büyük sevaba erişmeleri mümkündü. Ama bununla beraber Bedir mücahidlerinin cennetteki ma­kamları çok büyüktür."[90]

 

13. Allah Yolunda Yapılan Zikrin Sevabının ,Kat Kat Olacağı

 

2498. ...Sehl b. Muaz'ın babası (Muaz)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.); "Namaz, oruç ve zikr(in sevabı) Allah yolunda harca­nan mal(ın sevabm)dan yedi yüz kat fazladır." buyurdu.[91]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerifte, ihlasla Kur'an okumak ve Sübhânallah, la ilahe illallah, Allâhü ekber diyerek, Allah'ı zikretmek, namaz kılmak ve oruç tutmak suretiyle kazanılacak sevapların, Allah yolundaki savaşlar için yapılan harcamalarla kazanılan sevablardan yediyüz katı fazla olduğu ifade edilmektedir. Her ne kadar senedinde Zeb-bân b. Fâid ile Sehl b. Muaz olduğu için bu hadisin zayıf olduğu söylenmişse de aslında bu hadisi destekleyen başka rivayetler de vardır.

Nitekim bu mevzuda Ebu Said el-Hudri'den rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir:  Rasûlullah (s.a.)'a;

Kıyamet günü Allah katında derece bakımından kulların hangisi daha üstündür? diye soruldu ve Rasûlullah (s.a.);

"Allah'ı çokça zikredenler" buyurdu.

Ya Rasûlallah Allah yolundaki gaziden de mi üstündür? dedim.

"Kırılıncaya ve kana boyanıncaya kadar kılıcını kâfirlere ve müşrik­lere çalsa da, Allah'ı çok zikredenler, derece bakımından şüphesiz ondan daha üstündür." buyurdu.[92]

Yine aynı mevzuda Hz. Ebu'd-Derda'dan rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifde şu mealdedir:

Peygamber (s.a.); "Dikkat! Amellerinizin en hayırlısı, hükümdarı (tan-rı)nın katında en temizi ve derecelerinizin de en yükseğini, sizin için altın ve gümüş dağıtmaktan daha hayırlı ve düşmanlarınızla karşılaşıp sizin on­ların boyunlarını vurmanızdan ve onların da sizin boyunlarınızı vurmala­rından daha yararlı olanı size bildireyim mi?" buyurdu. Ashab;

Evet dediler. Rasûli Ekrem de;

"Allah'ı zikirdir" buyurdu.

Muaz b. Cebel dedi ki: "Allah'rn azabından kurtarıcı olarak, Allah?-ın zikrinden daha iyi bir şey yoktur."

Tirmizi dedi ki: Bazıları bu hadisi Abdullah b. Said'den buradaki gibi aynı senedle rivayet etmektedir. Kimi de yine ondan bu hadisi mürsel olarak rivayet etmiştir.[93] Hadis-i şerifin zahirinden anlaşılıyor ki, namaz, oruç ve zikrin sevabı Allah yolundaki bir savaşta yapılan harcama sevabı­nın yediyüz katına kadar çıkan bir artış gösterir. Ancak bu fazlalığın dere­cesi namaz kılan, oruç tutan ya da zikreden kimsenin ihlasına göre değişir.

Namazın, Allah yolundaki savaşlar için yapılan harmacalara olan üs­tünlüğünü izaha lüzum yoktur. Çünkü Resûl-i Zîşan Efendimiz "Allah katında en iyi amel hangisidir?" sorusuna "Vaktinde kılınan namazdır"[94] cevabını vermekle bu gerçeği en açık bir şekilde ifade buyurmuştur.

Orucun üstünlüğü ise, sevabının Allah'dan başka kimsenin bilmeye­ceği kadar çok olmasından[95] ve orucun bir nevi sabır anlamına gelmesi[96] cihetiyle oruç tutanların Allah'ın sabredenler hakkındaki: "...Ancak sab­redenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir."[97] müjdesine girmelerinden an­laşılmaktadır. Zikrin fazileti hakkında ise şöyle bir haber rivayet edilmiş­tir: "Kim bir defa sübhanallah derse kendisine 124 bin basene yazılır."[98]

Feyzu'I-Kadir sahibi Münâvi'nin beyânına göre namaz, oruç, zikir ve cihadla ilgili bu hadisler Rasûl-i Ekrem'e bu mevzuda soru yönelten şahısların, şahıslarıyla ilgili özel cevaplarıdır. Fahr-i kainat efendimiz za­hiri ve batınî bütün dertlerin ilacını bilen bir doktor olduğu için, kendisine soru yönelten kişilerin özel hallerine uygun düşen özel cevaplar vermiştir.

Zengin olanlara zekatı, cihad için maddi yardımda bulunmayı ve bun­ların faziletlerini açıklamışken, fevkalade güçlü ve kahraman kimselere cihadın faziletini açıklayıp onları cihada teşvik etmiş bunlara gücü yetme­yen kimseleri de durumlarına göre kimisini oruca, kimisini namaza, kimi­sini de zikre teşvik etmiş ve onlara teşvik ettiği bu ibadetlerin faziletim açıklamıştır.[99]

Hafız Şemseddin b. Kayyum'un açıklamasına göre genel olarak ci­hadla zikir kendi aralarında şu şekilde derecelendirilirler:

1. Zikirle birlikte yapılan cihad birinci sırayı alır. Çünkü Allah Teâlâ; "Ey inananlar bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki başarıya ensesiniz."[100] mealindeki âyet-i kerimesinde cihadla zikri bir arada anmıştır.

2. İkinci dereceyi cihadsız yapılan zikir teşkil eder. Bu şekilde yapılan zikir cihadla birlikte yapılan zikirden derece itibariyle aşağıdadır.

3. Zikirsiz yapılan cihad. Bu cihad, derece itibariyle üçüncü sırayı alır. Çünkü cihaddan gaye de Allah'ı zikirdir.[101]

Yine İbn Kayyim'in beyânına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis zikrin, Allah yolunda yapılacak savaşlar için para harcamaktan daha fazi­letli olduğuna delâlet etmektedir. Fakat bu hadisin, cihad esnasında yapı­lan namaz ve zikrin cihad için para harcamaktan daha faziletli olduğu an­lamına geldiğini söylemek de mümkündür.[102] Nitekim bu babın ismine ba­kılırsa, Musannif Ebu Davud'un da bu mânâyı tercih ettiği anlaşılır.[103]

 

14. (Allah Yolunda) Savaşırken Hayatını Kaybedenler

 

2499. ...Ebû Malik el-Eş'arî'den; demiştir ki: "Ben, Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim":

"Her kim Allah yolunda (savaşa) çıkar da (aldığı bir yarayla) ölürse veya öldürülürse o kimse şehiddir. Yahut da atı ya da devesi onu (yere çarpıp) boynunu kırar, veya zehirli bir hayvan onu sokar ya da yatağında ölürse veya Allah'ın dilediği bir ölümle ölürse, o kimse şehiddir. Ve onun için cennet vardır.”[104]

 

Açıklama

 

kelimesi bir kimsenin evinden ve yurdundan çıkıp gitmesi anlamına gelir. Nitekim; "Tâlût askeriyle ayrılınca..."[105] âyet-i kerimesinde de bu mânâda kullanılmıştır.

kelimesi ise, deve veya benzeri bir hayvanın binicisini yere atıp boynunu kırması anlamına gelir.kelimesi de yılan gibi zehirli haşerelerin ısırması için kullanılır.

Hadîs-i şerifte Allah yolunda savaşa çıkan bir kimsenin herhangi bir sebeple hayatını kaybetmesi halinde şehid olacağı ifâde edilmektedir.

Binâenaleyh bu şekilde hayatını kaybeden bir kimse şehidlik rütbesine erişeceğinden, şehidler ve salihlerle birlikte cennete.ilk sırada girme saadeti­ne erenlerden olacaktır.

Ancak Hafız el-Münzirî'nin ifade ettiği gibi senedinde Bakıyye b. el-Velid ile İbn Sabit bulunduğundan bu hadis zayıftır.[106]

 

15. Nöbet Tutmanın Fazileti

 

2500. ...Fedâle b; Ubeyd'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah sallalahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Ölen her kişi­nin amel (defter)i kapanır. Ancak (Allah yolunda) nöbet tut(arken hayatını kaybetmiş ol)an kimse müstesna. Onun ameli kıyamet gü­nüne kadar artırılır. Ve o kimse kabir imtihanının acısın)dan emin olur.”[107]

 

Açıklama

 

Ölümünden sonra her insanın amel defteri kapandığı halde, nöbet mahallerinde Allah için nöbet bekleyen kimselerin amel defterleri kapanmaz, onların sevap hanelerine kıyamete kadar yeni sevapların yazılmasına devam edilir.

Çünkü bu kimse Allah'ın dinini yüceltmek, müslümanları düşmanla­rından korumak için hayatını feda etmiştir. Bu hadis-i şerifte nöbet bek­lerken ölen kimselerin dışında herkesin amel defterinin kapanacağı ifade edildiği halde, Ebu Hüreyre'den rivayet edilen; "İnsan öldüğü vakit bütün namelleri kesilir. Yalnız üç şey(in sevabı) kesilmez: Sadaka-i ceriye, fayda­lanılan ilim, ona dua eden salih evlad"[108] mealindeki hadis-i şerifte sadaka-i cariye sahipleriyle arkasında ilmi eserler ve kendisine dua edecek hayırlı evlat brrakan kimselerin de amel defterlerinin kapanmayacağının haber verilmesi, bu iki hadis arasında bir çelişki bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü ölen bir kimsenin amel defterindeki sevapların artmaya devam et­mesi iki şekilde olur:,

1. Bir başka kimse vasıtasıyla artar. Ölen bir kimsenin Ölürken bırak­tığı bir kuyudan bir başka insanın gelip su içmesi gibi. Bu insanın su içmesi kuyu sahibinin amel defterindeki sevabının artmasına sebep olur.

2. Hiçbir kimsenin aracılığı olmadan artar. İşte mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte anlatılmak istenen bu ikinci şıkka giren cinstendir. Allah yolunda nöbet beklerken hayatını kaybeden kimselerin amel defterindeki sevapları işte bu şekilde hiçbir kimsenin aracılığı bulunmadan artmaya de­vam eder.

Ebû Hureyre'den rivayet.edilen hadis-i şerifte anlatılmak istenen kim­seler ise, öldükten sonra amel defterlerindeki sevaplarının artması diğer bir kimsenin aracılığına bağlı olan kimselerdir. Neyrül-Mearib isimli eser­de nöbet tutmanın Mekke'de ikâmet etmekten faziletli olduğu, Muğnî isimli eserde ise, nöbetin en azının bir saat, tamamınmsa kırk gün olduğu, Siyeru-Kebir'de de en azının bir gün, en çoğunun kırk gün, vasatının da üç gün olduğu ifade edilmektedir.[109]

 

16. Azız Ve Celıl Olan Allah Yolunda Nöbet Tutmanın Fazileti

 

2501. ...Sehl b. el-Hanzaliyye şöyle anlatmıştır: (Hz. Peygam­berin sahabilerinden) bir cemaat Huneyn (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.)'la birlikte yürüdüler. Yürüyüşü uzattılar. Nihayet akşam üstü oldu. Ben de Rasûlullah'ın yanında (ikindi) namaz(ın)da hazır bu­lundum. O anda atlı bir adam geldi ve;

Ey Allah'ın Rasûlü, ben sizin önünüzden gitmiştim şöyle bir dağa çıktım. Bir de baktım ki Havazin kabilesi develerine binili ka­dınları, develeri ve koyunlarıyla birlikte hiç kimse geri kalmamak kaydıyla Huneyn'de toplanmışlar, dedi. Rasûlullah (s.a.)'de gülüm­sedi ve;

"İnşallah onlar yarın müslümanların ganimeti olacaktır" bu­yurdu. Sonra,

"Bu gece bizi kim bekleyecek?" diye sordu. Enes b. Ebu Mersed el-öanevi;

Ben (bekleyeceğim) ya Rasûlallah cevabını verdi. (Hz. Peygam­ber ona);

"Bin!" dedi. O da kendisine ait bîr ata binip Rasûlullah (s.a.)'a geldi. Rasûlullah da ona (şöyle) emretti:

"Şu boğaza git tepesine çık. Bu gece senin tarafından (gelecek) bir pusuya düşmeyelim". Sabahladığımız vakit Rasûlullah (s.a.) na­mazlarım) kıldığı yere çıkıp iki rekat naımaz kıldı. Sonra;

"Atlınızı gördünüz mü?" dedi.

Görmedik ya Rasûlallah, diye karşılık verdiler. Namaz için ka­met getirildi. Rasûlullah (s.a.) namaza durdu ve boğaza da bakıyordu. Nihayet namazı bitirip de selâm verince:

"Müjde size (işte) atlınız geldi'* buyurdu. Biz ağaçların arasın­dan boğaza (doğru) bakmaya başladık. Bir de ne görelim (atlı) gelip Rasûlullah (s.a.)'ın huzuruna durdu.   Selam verdi ve (şöyle) dedi:

Ben gittim şu boğazın tepesine, Rasûlullah (s.a.)'in emir bu­yurduğu yere kadar çıktım. Sabah olunca boğazın iki yanındaki te­pelere çıkıp (etrafı) gözetledim kimseyi göremedim. Rasûlullah (s.a.) ona;

"Bu gece (atından hiç) indin mi?" diye sordu. (O da);

Hayır. Ancak namaz kılmak veya abdest bozmak için inmem hariç diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.) ona;

"Sana (cenneti) kazandıran bir amel işledin. Bundan sonra (baş­ka) bir amel işlemesen de zararı yok." buyurdu.[110]

 

Açıklama

 

iki dağm arasında bulunan geçittir. Yolcular bu geçitler sayesinde dağları aşıp menzillerine varma imka­nı bulurlar.

Hadis-i şerif önemli geçitlerden veya askeri noktalardan düşmanı göz­etlemenin Allah yanındaki değerini ve sahibine cenneti kazandıracağını ifade etmektedir. Nitekim bir hadis-i şerifte de (şöyle) buyurulmaktadır: "İki göz vardır ki onlara cehennem ateşi dokunmaz. Allah korkusundan ağla­yan göz Allah yolunda (düşmanı) gözetleyen göz".[111]

Hakim'in Sehl b. el-Hanzala'dan rivayet ettiği bir hadisten anlaşıldı­ğına göre, Rasûl-i Ekrem'in düşmanı gözetlemek üzere gönderdiği Enes b. Ebu Mersed gözetlemekte olduğu tepeden, Hevazin kabilesinin büyük bir askerle ve hayvan sürüleriyle yaklaşmakta olduklarını gördüğünü ifade etmiştir.

Bilindiği gibi bu savaş müslümanların zaferiyle ve pek çok ganimetle­ri ellerine geçirmeleriyle neticelendi. Bu hadisin bir kısmı daha önce 916 numaralı hadis-i şerifde geçmişti.[112]

 

Bazı Hükümler

 

1. Allah yolunda düşmanı gözetlemenin sevabı çok büyüktür.

2. Namaz esnasında göz ucu ile sağa-sola bakma namazı bozmaz.[113]

 

17. Allah Yolunda Savaşa Çıkmayı Bırakmanın Kerâhati

 

2502. ...Ebu Hureyre (r.a.)'m rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.)'şöyle buyurmuştur: "Bir kimse (Allah yolunda) savaşmadan ye onu gönlünden geçirmeden ölürse bir çeşit nifak üzere ölür."[114]

 

Açıklama

 

Allah yolunda hiçbir savaşa çıkmadan veya Allah için savaşa çıkmayı samimi olarak gönlünden geçirmeden ölen bir kimse bir çeşit nifak üzere ölmüş olur. Bu hadis-i şerifte, din düşman­larıyla savaşı terkeden kimseler Hz. Peygamberle birlikte savaşa çıkmak­tan kaçan münafıklara benzetilmiştir: "Bir kavme benzeyen kimse o kavimdendir”[115] hadis-i şerifine göre de münafıklara benzeyen bir kimse münafıklardan sayılır.

Abdullah b. el-Mübârek bu hükmün Hz. Peygamber zamanına ait olduğunu söylemişse de ulemanın büyük çoğunluğu bu hükmün genel ol­duğunu, binaenaleyh bütün devirler için geçerli olduğunu söylemişlerdir. Tîbî'ye göre nefisle ve şeytanla savaşı terkedenler de bu hadisin şümulüne girmektedirler.[116]

 

Bazı Hükümler

 

1. Allah yolunda savaşa katılmaya azmetmek akıl ve balıg olan her müslümana farzdır. Umumi se­ferberlik ilan edildiği zamanlarda bu savaşa bilfiil katılmak farz-ı ayn olur. Genel seferberlik ilan edilmemekle beraber Allah yolunda yapılan harple­rin devam ettiği zamanlarda ise, müslümanların bu savaşlara bilfiil katıl­maları farz-ı kifâye olur.

2. Harbi tamamen bırakmak veya hiçbir zaman harbe katılmamaya karar vermek münafıklık alâmetidir.

3. Bir ibâdete niyet edip de onu yapmadan ölen kimse hiç niyet etme­den ölen kimse gibi değildir.

Bir namazı vaktinin evvelinde kılmaya imkan varken vaktin sonuna doğru kılma niyetiyle geciktirerek kılamadan Ölen kimse ile haccetme im­kanına sahipken onu gelecek senelere tehir ederek haccetmeden ölen bir kimsenin günahkar sayılıp sayılmayacağı meselesi ise, ulema arasında ihti­laflıdır.[117]

 

2503. ...Ebu Ümâme (r.a.)'m rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim savaşa katılmaz veya savaşa katılan bir gaziyi (harp aletleriyle) donatmaz ya da savaşa giden mücâhidin ailesine hizmette ona hayırlı bir vekil olmazsa, her türlü noksan sı­fatlardan münezzeh olan Allah onu bir felâkete uğratır.

(Bu hadisin ravilerinden) Yezid b. Abdirabbih rivayetinde "kı­yametten önce" (Allah onu bir felâkete uğratır) demiştir.[118]

 

Açıklama

 

Kâria, "insanın başına ansızın gelen felaket" demektir. Çoğulu kavâri' gelir.

Bu hadis-i şerifte harbe katılmadığı halde harbe katılan bir mücâhidin harb aletleriyle donatılmasına yardımcı olmadığı gibi, savaşa giden mücâ­hidin ailesine hizmetten geri durarak ona hayırlı bir vekil olmaktan da uzak duran kimseleri cenab-i hakkın ani felâketlere uğratarak onlardan intikam alacağı ifâde buyurulmaktadır.

Önceki hadisin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi Abdullah b. el-Mubârek, bu hadisteki tehdidin sadece Hz. Peygamber devrinde yaşan müslümanlar-ia ilgili olduğunu söylemişse de Abdullah b. el-Mübârek'in dışında tüm ulema, bütün müslümanların bu hadisteki tehdide muhatab olduğunu lemişlerdir.

Tîbî ise, nefis ve şeytanla savaşı terkeden kimselerin de bu tehdide hedef olduklarını ifâde etmiştir.[119]

 

2504. ...Enes b. Malik'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müşriklere karşı mallarınızla yanlarınız­la ve dillerinizle savaşınız."[120]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif mal, can ve dille cihad etmenin farz olduğuna delildir. Mal ile cihad onu Allah yolunda sava­şan mücâhidlerin nafaka ve silahını temin etmek için sarf etmektir. Canla cihad ise, bilfiil din düşmanlarının karşısına çıkarak onlarla savaşmaktır. Birçok âyetlerde "Mallarınızla, canlarınızla mücahede edin."[121] buyurula-rak bu mana ifade edilmiştir.

Dille mücahede kâfirlere karşı delil getirmek, "onları Allah'a imana davet etmek, harbeden iki taraf karşı karşıya geldikleri vakit "Allah, Al­lah!" veya buna benzer sözlerle düşmanı kahr-u perişan etmektir.

Onların da bilfiil mukabeleye geçip de Allah'a ve Rasûlüne küfretme­lerine sebep olmayacak şekilde onların inançalnnın bâtıllığmi isbat için kuvvetli deliller ve burhanlar ikâme etmek suretiyle onların inançlarının bâtılhğını isbat etmek de dille cihadın kapsamı içerisine girer. Nitekim Rasûlullah (s.a.), bu hususta Hz. Hassan'a "Hiç şüphe yok ki kafirleri hicvetmek kendilerine ok isabetinden daha şiddetli gelir"[122] buyurmuşlardır.

Dil ile cihad hem basit hem de zordur. Her insan cebinden birşeyler harcamadan dili ile İslama hizmet edebilir. Fakat İslâmı anlatmak için İslâmı çok iyi bilmek gerekir. İslam'ı bilmeden dil ile yapılan bir hizmet ise yarar yerine zarar getirir.

Dine karşı yapılan saldırılar karşısında sükutu tercih etmek ise, İslâmı cihad anlayışıyla taban tabana zıttır. Nitekim, yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmuştur: Allah, kitap verilenlerden, onu insanlara açık­layacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye söz almıştı. Onlar ise, onu arkala­rına atıp az bir değerle değiştirdiler. Alış-verişleri ne kötüdür."[123]

Günümüzde dille yapılacak cihadın kapsamı içine girecek çalışmaları şöylece sıralamak mümkündür:

1. İslâmî kitap ve broşür yazmak ve dağıtmak

2. Gazete, dergi çıkarmak

3. Vaaz ve konferanslar tertiplemek

4. Sohbet toplantıları tertiplemek

5. TV ve radyo yayıncılığı.[124]

 

18. Müslümanların Toptan Harbe Çıkma Mükellefiyetlerinin Özel Bir Taife(Nin Harbe Çıkmaması Emrinin Gelmesi) İle Yürürlükten Kaldırılması

 

2505. ...îbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Eğer topluca (sava­şa) çıkmazsanız, (Allah) size acı (bir şekilde)

 

 

azabeder..."[125] (âyet-i kerimesi) ile "Ne Medine halkının..."[126] âyetini “Yapacakları"[127] kelimesine kadar, bunları takibeden "Bütün insan­ların, toptan savaşa çıkmaları doğru değildir...”[128] (âyet-i kerimesi) neshetmiştir.[129]

 

Açıklama

 

Nefr: Müheyyic bir. sebepten dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır.[130] Burada ise,  bu  kelime toptan savaşa çıkmak anlamında kullanılmıştır. Bu hadis-i şerifte Hz. Îbn Abbas'-ın, metinde mealleri geçen Tevbe sûresinin 39. ayetiyle 120 ve 121. âyetle­rinin yine Tevbe sûresinin 122. âyet-i kerimesiyle neshcdilidği görüşünde olduğu ifade edilmektedir.

Beyzavî tefsirinde ise, bu mevzuda şu görüşlere yer veriliyor: Katâde'yc göre; "Ne Medine halkının, ne de onların çevresinde bulu­nan bedevilerin, Allah'ın Rasûlünden geri kalmaları ve onun canından ön­ce kendi canlarının kaygısına düşmeleri onlara yakışmaz..."[131] âyet-i keri­mesi Hz. Peygambere ait özel bir hüküm ifade etmektedir. Binaenaleyh Hz. Peygamber harbe çıktığı zaman özür sahiplerinin dışında hiçbir kim­senin bu savaştan geri kalması caiz değildir. Hz. Peygamberden sonra iş­başına gelen devlet idarecilerinin harbe katılmaları halinde ise, savaşa ka­tılmalarına ihtiyaç duyulmayan kimselerin bu harbe katılmaları mecburi­yeti yoktur.

el-Velid b. Müslim'in rivayetine göre el-Evzaî ile İbnu'I-Mubârek ve Said b. Abdilaziz bu âyetin hükmünün, Rasûl-i Ekrem'in hayatında oldu­ğu gibi kıyamete kadar da geçerli olduğu görüşünü savunurlarken, tbn Zeyd bu âyetin hükmünün fslamin ilk devirlerinde müslümanların sayıla­rının az olduğu günler için geçerli olduğunu, müslümanların sayısının ço­ğalmasıyla Allah Teâlâ hazretlerinin bu âyetin hükmünü; "Bütün insanla­rın toptan sefere çıkmaları doğru değildir..."[132] âyet-f kerimesiyle neshet-tiğini iddia etmiştir.

Aslında Tevbe suresinin 122. âyetiyle 39. 120. ve 121. ayetleri arasın­da herhangi bir çelişki olmadığı için 122. âyetin diğerlerini neshetmesi dü­şünülemez. Çünkü 122. âyetin hükmü geneldir. Diğer âyetler ise Hz. Pey­gamberle harbe çıkmak istemeyen belli bir cemaatle ilgilidir.

İmam Taberî de şu sözleriyle bu gerçeği dile getirmektedir: "Eğer topluca (savaşa) çıkmazsamz (Allah) size acı (bir şekilde) azabeder..."[133] âyet-i kerimesindeki tehdid, Rasûl-i Ekrem kendilerini savaşa çağırdığı halde bu emre uymayan'kimselere ait özel bir tehdiddir." Aynı şekilde Hafız İbn Hacer de bu âyetin Tevbe suresinin 122. âyetiyle neshedildiği iddiaısı-m reddederek "Bu âyet mensuh değildir. Fakat tahsis edilmiştir" demek­tedir. Hafız Münzirî de Hz. İbn Abbas tarafından neshedildiği iddia eden Tevbe suresinin 39. 120. ve 121. âyetlerinin aslında muhkem olduklarını ve dolayısıyla neshedilmelerinden bahsedilemeyeceğini ifâde etmiştir.[134]

 

2506. ...Necde b. Nüfey'den; demiştir ki: İbn Abbas'a şu; "Eğer topluca (savaşa) çıkmazsamz (Allah) size (acı bir şekilde) azabeder..."[135] (mealindeki) âyeti sordum da;

Onlardan yağmur kesildi. (Yağmurun kesilmesi) onların azabıydı diye cevap yerdi.[136]

 

Açıklama

 

Hz. İbn Abbas, metindeki âyet-i kerimede Hz. Peygamberle harbe katılmak istemeyen kimselere yöneltilen tehdidin o kimselere, yağmursuzluk, kıtlık ve kuraklık şeklinde tecelli ettiğini ve ilâhi tehdidin bu şekilde gerçekleştiğini haber vermiştir. Bazı müfessirlerin açıklamalarından da anlaşıldığına göre, bu ayet-i kerime Hz. Pey­gamber kendilerim harbe çağırdığı halde harbe katılmayan Arap kabileleri hakkında inmiştir. Allah onlara çok acı bir azabın geleceğini haber ver­miş, bir süre sonra da yağmurlarını kesmiştir.

Her ne kadar bu âyet-i kerime belli kimseler hakkında nazil olmuşsa da, âyetin iniş sebebinin özel olması hükmün genel olmasına engel değildir. Binaenaleyh Hz. Peygamberin emrine muhalefet edenler dünya veâhi-rette- rezîl, rüsvay ve helak olurlar. Âyetin devamında yüce Allah Rasülünün emrine uymayan kimseleri helak edip yerlerine başka bir kavim geti­rerek o kavimle Rasûlünün imdadına yetişip onu muzaffer kılacağını va-detmiştir.

Hz. Peygamberin makamında bulunan bir zatın dine muvafık emirle­ri de aynen Rasûlünün emri gibidir. Ona itaat vâcib olur. Muhalefet eden günahkar ve rezil olur.[137]

 

19. Bir Mazeretten Dolayı Harbe Katılmama İzni

 

2507. ...Zeyd b. Sabit (r.a.)'den; demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ın yanında (oturuyor) idim. Kendisini bir sükûnet kapladı. Der­ken Rasûlullah (s.a.)'ın dizi benim dizimin üzerine düştü. Rasûlullah'ın dizinden daha ağır birşey görmedim. Sonra (bu hal) ondan çekilip gidince (bana hitaben);

"Yaz!" dedi. Ben de (onun mübarek ağzından çıkan; "inananlardan yerlerinde oturan­lar ile mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cîhad edenler bir ol­maz. "[138] âyetini sonuna kadar bir kürek kemiği üzerine yazdım. Bu es­nada âmâ bir adam olan İbn Ümm-i Mektum mücâhidlerin fazileti­ni işitince ayağa kalktı ve;

Ey Allah'ın Rasûlü müzminlerden cihada gücü yetmeyenlerin durumu nasıldır? dedi. (İbn Ümm-i Mektum) sözünü bitirince Ra­sûlullah (s.a.)'i (yeniden) bir sükunet hali daha kapladı ve dizi dizi­min üzerine düştü. Dizinin ağırlığını (bu) ikinci defa (ki düşüşün) de de (aynen) birinci defaki gibi (herşeyden daha ağır) buldum. Sonra (bu hal) Rasûlullah (s.a.)'den çekilip gidince (bana hitaben);

"Ey Zeydî (yazdığını) oku!" dedi. Ben de (yazdığım âyetin) (kısmım) okudum. Rasûlullah (s.a.)'de (bu kısma)

 “ = özürsüz olarak (sözü ilâve edilecek)" dedi (ve) âyetin tümünü okudu. Zeyd dedi ki: Allah (bu âyette bulu­nan -özürsüz olarak- anlamındaki) kelimeyi başlıbaşına indirdi. Ben de (âyete) ilâve ettim. Hayatım elinde olan Allah'a yemin olsun ki onun kemikte bulunan çatlağın yanındaki ilâve edildiği yeri görür gibiyim.[139]

    

Açıklama

    

Bu hadisi şeriften anlaşılıyor ki Asr-ı saadette bazı müslümanlar, inançlarında şüphe olmadığı halde psikolojik veya herhangi bir sebeple cihada katılmamışlar, bunların Allah indindeki durumları sorulunca cihada katılanlarla katılmayanların mertebesini be­lirtmek üzere bu âyetler inmiştir. " = zarar sahibin­den başka" cümlesi, maddi bir özürle cihada katılmayanları bu hüküm­den istisna etmektedir. Bilindiği gibi bir özürle cihada katılmayanların se­vabı eksilmez, derecesi düşmez. Çünkü yüce Allah; "köre güçlük yoktur (Bunlar savaşa katılmak zorunda değillerdir) kim Allah'a ve onun elçisine itaat ederse (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar..."[140] buyurmuştur.

Ayetin ifadesine göre cihad eden mü'minler, cihada gitmeyenlerden üs­tündürler. Ama Allah "...Gerçi Allah, hepsine de güzellik va'detmiştir..."[141] âyet-i kerimesiyle bütün mü'minlere güzellik va'detmiştir. Bu da cihadın farz-ı ayn değil farz-ı kifâye olduğunu gösterir. Çünkü farz-ı ayn olsaydı bunu yapmayanlarda hiçbir fazilet kalmaz, tersine günahkâr olurlardı.[142]

 

Bazı Hükümler

 

1. Kur'an-ı Kerimi levha ve kemik üzerine yazmak ve yazdırmak caizdir.

2. Kesilen hayvanın kemiklerinden yararlanmak caizdir. Bunlardan istifade edilebilir.

3. Körlük, topallık ve hastalık gibi Özrü bulunan kimseye, cihad farz değildir. Harbe gitmedikleri halde bu gibi özür sahiplerine sevap verilebilir.

Ancak Nevevi'ye göre sevapları mücâhidler derecesinde değil, niyyetlerine göre verilir. Allâme Aynî İse, cihada niyeti olduğu halde bir özür­den dolayı cihada katılamayan kimseye mücâhid sevabı verileceğini söyle­miştir. Nitekim; "Medine'de Öyle insanlar var ki: Biz bir vadiyi veya dağ yolunu tuttuk mu (gönülden) onlar da bizimle beraber olurlar. Ama ken­dilerine özür mani olmuştur." mealindeki 2508 numaralı hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.

4. Cihad, farz-i kifayedir. Hadis-i şerif Peygamber (s.a.) zamanında cihadın farz-ı ayn olduğunu iddia edenlerin sözünü reddetmektedir. Cihad her devirde farz-ı kifayedir. Ancak Küffar istilâ ettiği zaman farz-ı ayn olur. Yada, kâfirlerin hâkim olduğu topraklarda, mü'minlere zulüm söz-konusu ise yine farzı ayndır. Cihad'sa küfrü reddetme eyleminin fiili şeklidir.[143]

 

2508. ...Enes b. Malik'den Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir:

"Vallahi siz Medine'de öyle bir cemaat bıraktınız ki onlar si­zin yürüdüğünüz (bütün) yol(lar)da ve sarfettiğiniz (her) malda, geç­tiğiniz (her) vadide sizinle beraberdirler."

(Bunun üzerine ashab-ı kiram);

Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar Medine'de oldukları halde nasıl bi­zimle olurlar dediler. (Hz. Peygamber de);

"Onları mazeret(leri) alıkoydu." diye karşılık verdi.[144]

 

Açıklama

 

Bu hadis-ı şerif bir işe iuyyet edipte herhangi bir özründen dolayı onu yapamayan bir kimsenin o ışı yapan kimse gibi sevap alacağına delildir. Bu hadisi Ebu Avâne ile İbn Hibbân da rivayet etmiştir. Fakat Ebu Avâne ile îbn Hıbban'ın hadisinde, "sizin­le beraberdirler" cümlesi, "sevapta size ortaktırlar" şeklinde rivayet edil­miştir. Bu da mazereti sebebiyle savaşa katılamayan kimselerin katılanlar­la beraberliğinin sevab yönünden olduğunu ifade eder.

Metinde geçen mazeret kelimesi hastalıktan daha genel bir manada kullanılmıştır. Her ne kadar Müslim'in rivayetinde "kendilerini hastalık hapsetmiştir" ifâdesi varsa da bu ifade, mazeretin sadece hastalıktan iba­ret olduğunu değil, fakat insanların harbe katılmasına en çok hastalığın engel olması hasebiyle kullanılmıştır.[145]

 

Bazı Hükümler

 

1. Harbe giden 8âzUerle niyyet olarak beraber olup da hastalık veya başka bir sebeple harbe fiilen iştirak edemeyen kimseler, harbe katılan gaziler gibi sevaba nail olacaklardır.

2. Farz-ı kifâye veya farz-ı ayn olarak yani umûmi seferberlikte ciha­da iştirak etmeye niyetlenmek her mü*mine farzdır.[146]

 

20. Cihada Denk Olabilen Amel

 

2509. ...Zeyd b. Halid el-Cüheni, Rasûlullah (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu söylemiştir:

"Kim Allah yolundaki bir mücahidi donatırsa (Allah yolunda) savaşmış olur. Kim de bir mücahide ailesi hakkında hayırlı bir vekil olursa, o da (Allah yolunda) savaşmış olur."[147]

 

Açıklama

 

İbn Hibban metinde geçen; "Allah yolunda savaşmış olur" cümlesini; "Gerçeklen savaşmadığı halde yine de aynen Allah yolunda savaşan bir mücâhid gibi sevab alır." şeklinde tefsir etmiştir.

Hafız İbn Hacer bu hadis-i şerif hakkında yaptığı açıklamada Müs­lim'in rivayet ettiği "Hanginiz savaşa çıkan mücâhide ailesi ve malı hak­kında hayırlı bir vekil olursa, ona mücahidin ecrinin yansı verilir."[148] me­alindeki hadis-i şerifi delil getirerek; "kendini harp malzemeleriyle donat­tıktan ya da ailesinin nafakasını temin ettikten sonra savaşa çıkan bir mü­câhide, başkasının yardımıyla yada ailesinin nafakasını temin etmeden sa­vaşa giden bir mücahidin sevabının iki misli sevap verileceğini" söylemiştir.

Hafız İbn Hacer'e göre, "Mücâhidin ailesini ve malını koruyup göze­ten kimseye mücâhidin ecrinin yarısının verileceği"ni ifade eden hadis-i şerifle mevzumuzu teşkil eden ve; "mücâhidin ailesini koruyup gözeten kimsenin aynen bilfiil cihadeden mücahid gibi sevab alacağını" ifade eden hadis arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü Müslim'in hadisinde geçen; "Mücâhidin ecrinin yarısı" tabirinden maksat, mücahidin şahsına isabet eden sevabın yansı değildir. Bu kelimeyle kasdedilen, mücâhidin Allah yolunda savaşmasıyla hem kendisi hem de onun ailesini koruyan kişi için hasıl olan sevapların toplamının yarısıdır. Bu demektir ki mücâhi­din ailesini, malını ve mülkünü koruyan kimse için de aynen bilfiil harbe katılan bir mücahid gibi sevab verilir.

Hadis-i şerifte mücâhidin silahlanması için gerekli yardımı yapan kim­senin de aynen mücahid gibi sevap alacağı ifade edildiğine göre, kendi kendini donatarak harbe giden mücahid ile geride bıraktığı ailesinin nafa­kasını temin ederek savaşa giden bir mücâhide, başkasının yardımıyla ya da ailesinin nafakasını temin etmeden savaşa giden bir mücâhidin sevabı­nın iki misli sevap verilecek demektir.[149]

Her ne kadar hadis-i kudsî'de "...Her kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa Cenab-ı Hak onu kendi katında tam bir iyilik olarak yazar (kabul eder). Eğer hem niyetlenir hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yediyüz ve daha fazla katına çıkarır..."[150] buyuruluyorsa da, mücahidi donatan veya onun ailesinin nafakasını temin eden kimse iyi niyetinin sonucu olarak sadece bir cihad sevabı almakla kalmaz, bilfiil savaşa katılan mücâhid gibi cihadın sevabını da kat kat fazlasıyla alır. Çünkü mücâhidlere yardım eden kimseler de niyyetlerini bilfiil harekete geçiren kimselerdir.[151]

 

Bazı Hükümler

 

1. Mücahidi harp malzemeleriyle teçhiz eden bir kimse aynen  bilfiil harbe  katılan mucahıd gibi sevap alır.

2. Mücahidin geride bıraktığı ailesinin nafakasını temin eden bir kim­se aynen bilfiil harbe katılan mücâhid gibi sevap alır.

3. Kendi kendini donatarak bu savaşa giden bir mücâhid başkasının yardımıyla savaşa giden bir mücâhidin iki misli sevap alır.

4. Ailesinin nafakasını temin ederek savaşa giden bir mücâhid, ailesi­nin nafakasını temin etmeden savaşa katılan bir mücahidin iki misli sevap alır.[152]

 

2510. ...Ebu Said el-Hudri (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.)'Beni Lihyan'a (karşı savaşmak üzere bir müfreze) gönder(mek iste)miş ve;

"Her iki adamdan biri çıksın!" buyurmuş. Sonra oturan(lar)a; "Çıkanın ailesi ve malı hakkında hanginiz hayırlı bir vekil olur­sa, çıkanın yarı sevabı ona verilir" buyurmuş.[153]

 

Açıklama

 

Hicretin dördüncü yılında Beni Lihyân, Rı'lzekvân ve Usayya kabileleri, Peygamberimizden,  kendileri için din adamları ve yardımcılar istemişler, gönderüince de onları Bi'ri Maûne'de şehid etmişlerdi.[154]                                                     

Peygamberimiz onların öçlerini almak üzere, Beni ühyânları bulup onlara ansızın baskın yapmayı tasarladı. Bunun için hemen sefere hazır­lanmalarını ashabına emretti.[155] İşte bu sefer esnasında, Fahri kainat efen­dimiz her evde bulunan iki erkekten birinin veya her kabiledeki erkeklerin yarısının harbe çıkıp, diğerlerinin evde kalmasını emretmiş ve evde kalan­ların mücâhidlerin ailesine bakmakta kendilerini aratmamaları ve onlara hayırlı bîr vekil olmaları halinde onların cihadından hasıl olan sevabın yarısına nail olacaklarını ifade buyurmuştur.[156]

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi mücahidin aile halkının nafakasını temin eden kimsenin, müchadin ecrinin yarısını almasından maksat, mücâhidin hissesine düşen ecrin yarısı değildir mis­lidir.[157]

 

21. Cesurluk Ve Korkaklık

 

2511. ...Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir: "İnsanda bulunan (huy)ların en kötüsü, hırslı bir cimrilik ve şiddetli bir korkaklıktır"[158]

 

Açıklama

 

Şuhh, "Cimrilik" demektir. Cömertliğin zıddı ve nefsin yakalandığı tedavisi güç bir hastalıktır. Şer'an ve insanî bakımdan malı harcanması gereken yerlerde harcamaktan ka­çınmak demektir. Tamahkarlıkta ileri gidenler ilk önce, "bahil - cimri" unvanım alırlar. Sonra bunun aşırısına uğrayarak hakirliğe ve adiliğe dü­şerler. Bazılarına göre şuhh cimriliğin aşırı derecesidir.[159]

Yüce Allah cimriliğin kötülüğünü şöyle açıklıyor: "Cimrilik eden, kendisini müstağni gören, güzel kelimeyi (şehâdet kelimesini) yalanlayan kim­seye, güçlüğe götüren yolları kolaylarız, helak olduğunda onun malı fayda vermez."[160]

"Kendisini cimrilikten koruyan kimse felah bulmuştur."[161] Bu ko­nuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: Zulümden kaçınırız. Çün­kü zulüm, kıyametde karanlıklara sebeptir. Cimrilikten de korununuz. Çün­kü cimrilik, sizden evvel geçenleri helak etmiş, onları kan dökmeye, hara­mı helal görmeye sevketmiştir."[162]

Cebânet ise, korkaklık ve cesaret yokluğu demektir. Korkan insan, hayal ve vehmin zanların esiri olup herşeyden ve belki kendi gölgesinden bile korktuğu için genel görünüşüyle kendisinden fayda umulan hür kişi­lerden sayılmaz; sözüne, mukavelesine, ahitleşmesine güvenilmez, yolcu­luk etmek, hele sabır ve sebat gerekli olan yerlerde (savaş gibi) bulundur­mak doğru olmaz.

Bu gibi korkakları küçük bir görevle bile savaşta bulundurmak düş­mana imkan vermek demektir.[163] Ahlak ulemasının beyânına göre cimri­lik korkaklıktan, cömertlik de cesaretten neşet eder.[164]

 

22. Kendinizi "Kendi Ellerinizle Tehlikeye Atmayın!" Âyet-İ Kerimesi[165]

 

2512. ...Ebu îmran, Eşlem (b. Yezid)'den; demiştir ki: "Biz İstanbul'u kasdederek Medine'den savaşa çıktık. Cemaatin başında Abdurrahman b. Halid b. el-Velid vardı. Rum (askerleri) sırtlarını (İstanbul) şehrin(in) surlarına dayamışlardı. Derken (bizden) bir adam (tek basma) düşmana saldır(ıp düşman safları arasına dal)dı. Bunun üzerine halk "Vazgeç, vazgeç! lâilahe illallah kendi elleriyle kendini tehlikeye atıyor!" diye feryada başladı. (Bunu gören) Ebû Eyyûb (el-Ensârî) dedi ki: "Bu âyet biz Ensâr topluluğu hakkında indi. (Yüce) Allah Peygamberi (Muhammed) (s.a.)'e yardım edip İslâmi-yete destek olunca (kendi kendimize);

"Haydi gelin mallarımızın başında duralım, onları düzene koyalım" demiştik. Bunun üzerine Yüce Allah; "Allah yolunda sarf ediniz de kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız!"[166] (mealindeki âyet-i kerimeyi) indirdi. (Kendi) eller(imiz)le kendimizi tehlikeye at­mak (demek), mallarımızın başında onları düzene koymakla uğraş­mamız ve cihâdı terk etmemiz (demektir.”

Ebu İmran dedi ki: Ebu Eyyub (Şehid olup ta) İstanbul'a defn edilinceye kadar cihada devam etti.[167]

 

Açıklama

 

Çoğu kere hastalık ve kötü alışkanlıklarla mücadelede söz konusu edilen; "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın" mealindeki ayetin sebeb-i nüzulünü açıklayan büyük sahabi ve büyük mücahid Ebu Eyyub el-.Ensarî hazretleri, bizzat veya bilvasıta Ci­hada iştirak etmekten kaçınanları uyarmakta, cihada hazır olmamanın ve mutlak sulh taraftarı görünümüne bürünmenin tehlikesine ciddi şekilde dikkatleri çekmektedir.

Harbi; tehlike, sulhu ise, tehlikeden uzak kalmak sanmanın yanlışlığı­nı ortaya koyan âyet, müslümanlar için bir hareket ve fedakarlık kaynağı­dır. Görünüşe aldanmama ihtarıdır. Zâten savaşla ilgili bir ayette, kişisel kanaat ve görüşlerin kısırlığı, ilâhi emirlerin ve yasakların maslahat-ı nassa uygunluğu şöyle açıklamış bulunmaktadır:

"Savaş -hoşunuza gitmediği halde- size farz kılındı. İhtimal ki hoş­lanmadığınız bir şey sizin İyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şeyde kötülüğünüzedir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."[168]

Savaşın fevkalade sıkıntıları olduğu muhakkaktır. Kişiyi ölüm tehli­kesiyle burun buruna getirdiği de doğrudur. Ancak cihada iştirak etmek demek, mutlaka ölmek demek de değildir. Allah yolunda savaşırken ölene zaten "ölü" denemez. Çünkü yüce Allah Kur'ân-ı Kerîminde; "Allah yo­lunda öldürülenlere ölü demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma, Bilakis Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendi­lerine korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler."[169]  bu­yurmaktadır.

İyilik ve tehlikeden uzaklık olarak değerlendirilen sulh ya da cihad-dan geri durmanın tehlikesi ise, kişiyi mal kazanmaya ve rahata alıştırma­sı, dünyayı sevdirmesi, ölümden korkma hissini yaygınlaştırması ve feda­kârlık ruhunu öldürmesi olarak sayılabilir. İnançları çerçevesinde, kendi ülkesinde özgür yaşama mutluluğunun önemini takdir edemeyen fertler­den oluşan bir milletin varlığı görülmüş değildir. Bu yüzden mutlak sulh taraftarı olmak, tehlikeyi tam anlamıyla kucaklamak demektir. Gerekti­ğinde cihada koşmasını ve ölmesini bilmeyen milletler yaşama haklarından kendi kendilerine vazgeçmiş olmaktadırlar, İşte bu kişilerin kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atması olur. Nitekim Allah Teâîâ bir ayet-i kerimede cihaddan geri kalanların durumuna ışık tutmakta, acı sonlarını bizlere şöyle açıklamaktadır; "Ey inananlar, size ne oldu ki, "Allah yoİunda savaşa çıkın" dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatı­na mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimi ahirete göre pek az bir şeydir. (Cihad'a) çıkmazsamz, Allah size can yakıcı aza bin azab eder ve yerinize başka bir millet getirir. Ona bir şey de yapamazsınız, Allah her şeye kadirdir."[170]

Tefsir alimlerinin beyanına göre bu ayeti kerimeler her halükârda sa­vaşa hazırlıklı ve uyanık bulunmanın ve bunun için gerekli harcamaları yapmanın farz olduğunu ifade etmektedir.[171]

 

23. Atıcılık

 

2513. ...Ukbe b. Âmir'den; demiştir ki: Ben Rasûluüah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim; "Aziz ve celil olan Allah bir ok sebebiyle uç kişiyi cennete sokar, hayır uman ve bu sebeple onu yapan ustası­nı, onu atanı, onu atana vereni.

Atıcılık ve binicilik yapın. Atıcılık yapmanız bana binicilik yap­manızdan daha sevimlidir. Üç oyundan başka (mubah) oyun yok­tur. İnsanın atını terbiye etmesi, ailesi ile oynaşması, yayı ve oku ile atması. Kim (ok) atmasını öğrendikten sonra ondan yüz çevire­rek atışı terkederse -ki ok atmak gerçekten (büyük) bir nimettir-Onu(n şükrünü) terketmiş olur. Yahut da (ravi şöyle) dedi: "Ona nankörlük etmiş olur."[172]

 

Açıklama

 

Allah Teâlâ'nın bir ok sebebiyle cennete sokacağını va'dettiği  üç  kişiden biri  oku  atana  onu  veren  kimsedir. Bir kimsenin oku atana vermesi iki şekilde olur:

1. Bir kimse yanına okları alır ve oku atacak kimsenin" yanında du­rur. Oku atacak olan kimse elindeki oku attıkça o kimse de yenilerini ona verir. Bu suretle okçuya yardımcı olur.

Günümüzde makineli silahların veya topların tetiğini çeken ve mermi­leri hedefe gönderen kimselere bazı askerlerin makinelilerin ve topların ağzına mermi koyarak yardım etmeleri gibi.

2. Oku atan kimse elindeki okları attıkça elinden giden okları düştükleri yerlerden toplayıp gelmekle olur. İşte ok atan kimseye bu iki yoldan biriyle yardım eden kimseyi de Allah cennetine sokacağını va'detmiştir.

Ancak buradaki oku sadece eski devirlerde yayla atılan oklardan iba­ret zannetmek yanlış olur. Mevzumuzu teşkil eden ok, devrin en modern ve en tesirli silahını ifade etmektedir. Bu, devrin şartlarına ve düşmanın durumuna göre değişebilir, Müslüman, düşmanlarından daha güçlü olmak ve onlara karşı onların silahlarından daha üstün silah kullanmakla mükel­leftir.

Metinde geçen "Atıcılık ve binicilik yapın*' cümlesi ise "hedefe ataca­ğınız silahları sadece yaya olarak atmakla kalmayın, deniz, hava, kara vasıtalımın en modernlerinden de istifade ederek silahlarınızı uçaklar, jet­ler, füzeler, tanklar, deniz altıları, torpidolarla düşmanlarınız üzerine atın. Yerine göre bazan yaya olarak, bazan da vasıtalarla kullanınız" demektir.

et-Tîbî "atınız", "bininiz" cümlelerinden ikinci cümlenin birinci cümle üzerine atfedilmiş olduğunu nazar-ı dikkate alarak bu iki cümlenin birinin diğerinden tamamen farklı olduğunu, çünkü bir cümlenin diğer bir cümle üzerine atfedilebilmesi için cümlelerin birbirinden tamamen farklı olması gerektiğini ifade ettikten sonra "atınız" cümlesiyle ok atmak, "bininiz" cümlesiyle de mızrak atmak kasdedilmiştir. Zira ok yaya olarak, mızrak da süvari olarak kullanılır demiştir.

Bu iki cümleyi bu şekilde açıklayan Tîbî (r.a.)ye göre metinde geçen "atıcılık yapmanız bana binicilik yapmanızdan daha sevimlidir" cümlesi "sizin ok atarak savaşmanız, mızraklarla savaşmanızdan bana daha sevimlidir" anlamına gelmektedir.

Hanefi ulemasından Aliyyü'l-Kari'ye göre bu cümle '"ok atıcılığı ya­pıp bunu öğrenmek, at terbiye edip onun üzerinde harp talimleri yapmak­tan bana daha sevimlidir" anlamına gelmektedir. Çünkü at terbiye edip onun üzerinde harp talimleri yapmak çoğu zaman sahibine gurur ve kibir getirir. Ok atmada ise böyle bir durum yoktur ve ok atıcılığında genel bir fayda vardır. İşte bu hikmete bağlı olarak; "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad İçin bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.”[173]

âyet-i kerimesinde atıcılık at terbiye etmekten önce zikredilmiştir. Yine aliyyü'l-Kari'ye göre bu hadis-i şerifte mızrak kullanmaya delalet eden bir ifade mevcut değildir.[174]

Hadis-i şerifte düşmanla savaş için atış talimi yapmanın, at terbiye etmenin kişinin eşiyle oynaşmasının dışında bütün oyunların gayrı meşru olduğu ifade edilmektedir, Çünkü istisna edilen bu üç oyunda netice itiba­riyle hakka yardımcı olma cihada hazırlanma mânâsı vardır. İnsanı harbe karşı hazırlayacak ve onu maddeten ve manen düşmana karşı güçlü kıla­cak her hareket bu hükmün kapsamı içine girer. Hattâbî'nin beyanına göre her ne kadar ulemadan bazıları harbe hazırlayacağı zannıyla satranç oynamanın mubah olduğunu söylemişlerse de, onu kumarla oynayanların fasık, kumarsız oynamakla beraber oyuna kendilerini kaptırarak oyun es­nasında sinirlenerek kötü sözler sarfedenlerin veya namazlarını geciktiren­lerin şahitlikleri kabul edilmez.[175]

 

Bazı Hükümler

 

1. Allah, İslam düşmanlarına karış atılan bir silahı kullanan kimseyi cennete koyacağım va dettiği gibi, düşmana karşı kullanılması niyetiyle o silahı imal eden ustayı ve silaha mermi temin eden kimseyi de cennete koyacağını va'detmiştir.

2. Kişinin eşiyle oynaşması, cihada hazırlık maksadıyla atış talimi yap­ması ve atını terbiye etmesinin yanında insanı harama sürükleyici olmak­tan uzak olan eğitici ve insan fıtratının ihtiyaç duyduğu sağlıklı oyunların dışındaki oyunlar haramdır.

3. Atış öğrendikten sonra onu unutan veya terkeden kimse nimete nankörlük etmiş olur. Çünkü atıcılığı taze tutmak ve daima savaşa hazır­lıklı olmak gereklidir.[176]

 

2514. ...Ebu Ali Sümame b. Şüfeyyi'l-Hemdanî, Ukbe b. Amir el-Cühenî'yi şöyle derken işitmiş. Ben Rasûlullah (s.a.) minber üze­rinde: "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın..."[177] (ayeti kerimesini okuduktan sonra) Dikkat!; kuvvet atmaktır. Dik­kat! kuvvet atmaktır. Dikkat! kuvvet atmaktır!" derken işittim."[178]

 

Açıklama

 

Hz. Ukbe'nin Hz. Peygamberden işittiği âyet-i kerime-nin tamamı meâlen şöyledir; "Onlara karşı gücünüz yet­tiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) hazırlayın. Bunun Allah'ın düşmanım ve onlardan başka sizin bilmediği­niz Allah'ı bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız."[179]

Tefsir âlimlerinin beyânına göre âyet-i kerimede geçen "kuvvet" keli­mesi düşmana galebe teminine yarayan araç ve gereçlerin tümünü kapsamı içine almaktadır.

Zırhlı torpido, denizaltı gemileri, uçak, tank, makineli araba, hay­van, silah, demiryolu, şose, ordu, kışla, depo, istihkam, yiyecek, içecek, giyecek, harp sanatı, beden kuvveti, idmanlar, hulâsa harbe yarayan her-şey bu kuvvet kelimesinin anlamı içerisine girmektedir. Bütün bunları tam bir surette ve vaktinde hazırlamak müslümanlar üzerine borçtur.[180]

 

24. Dünyalık Elde Etmek Ümidiyle Savaşan Kimse

 

2515. ...Muaz b.Cebel'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Savaş ikidir:

Allah'ın dinini yüceltmek isteyen, devlet başkanına itaat eden, (cihad yolunda) malım ve canını harcayan, (silah) arkadaşına kolay­lık gösteren ve fesattan kaçan kimse(nin yaptığı savaş). Bu şekilde savaşan kimsenin uykusu da uyanıklığı da sevabtır.

Övünmek, gösteriş ve ün için savaşan, devlet başkanına itaat etmeyen" ve yeryüzünde fesat çıkaran kimse(nin savaşı). Bu (şekilde savaşan) kimse (günahını karşılamaya) yeterli bir sevab ile dönmez."[181]

 

Açıklama

 

"Kefâf"   kelimesi;   hayır,   sevab,  yeterli  rızık,  manalarına gelir. İbnu'I-Esir'in Nihâye'deki ifadesine göre ise, bu kelime bir şeyin ihtiyaca cevab verecek mikdanni ifade etmek için kul­lanılır.

Kadı Iyâz metindeki bu kelimenin bulunduğu cümleye "bir sevapla dönmüş olmaz" diye mana vermiştir. Ancak şunu ifade edelim ki Kadı lyâz'ın verdiği bu mana, söz konusu kelimedeki kâfin kesre ile "kifaf" şeklinde okunmasıyla ilgilidir. Eğer bu kelimedeki kâfetha okunacak olursa, Kadı Iyâz'a göre sözü geçen cümleye, "kıyamet gününde kendisine yete­cek kadar olan bir rızıkla dönmüş olmaz" diye mana vermek gerekir. Çünkü "kefaf" kelimesi "yeterli rızık" anlamına gelir.

el-Muzhır ise, "kefaf" kelimesi denklik, eşitlik manasına geldiğinden bu cümleye, "günahına denk bir sevapla dönmüş olmaz" diye mânâ ver­miştir. el-Muzhır'ın verdiği bu manaya göre övünmek, gösteriş ve ün için savaşan, devlet reisine veya onun tayin ettiği kumandanlara itaat etmeyen ve yeryüzünde fesat çıkaran kimsenin savaştan kazandığı sevab günahını karşılayamaz. Bilakis günah sevabından daha fazla olarak savaştan dön­müş olur. Nitekim Tîbî ve Hafız Münzirî de bu manayı tercih etmişlerdir. Çünkü ibâdetler salim bir niyetle yapılmadıkları zaman günaha dönüşür­ler. Günah işleyenler ise günahkâr olurlar.

Ancak bu hadisin senedinde Bakiyye b. Velid vardır. Bu râvi çok tenkide uğramıştır.                                                         

Bilindiği gibi ibâdetlerde riya dört şekilde bulunur:

1. İbâdette sâdece riya bulunur, sevap kasdı bulunmaz. Riyanın en şiddetlisi budur. Bu kimse bu ibadetinden dolayı günahkâr olur.

2. Hem sevab kasdı hem de riya bulunur. Fakat riya sevap kasdından daha fazladır. Bu çeşit riya birinci derecedeki riyaya yakındır.

Bu hastalığa tutulan kimse de her ne kadar ibâdetlerinde Allah'ın rızasını kazanma niyyeti varsa da bu niyyet çok az olduğundan o kimseyi ibadete zorlayacak güçte değildir. Tenhada kaldığı zaman ibadet yapa­maz.  Riya ile yaptığı ibâdetlerinden dolayı da günahkâr olur.

3. Riya ile sevap kasdı eşittir. Bu kimseyi yaptığı ibâdetlere sürükle­yen kuvvet ne sadece gösteriş yapma duygusudur, ne de sadece sevab ka­zanma arzusudur. Onu ibadete sürükleyebilen riya ile sevap kasdının bir-leşmesidir. Çünkü içindeki riya onu tek basma ibâdete sürüklemeye yeterli olmadığı gibi, sevap kazanma duygusu da onu tek başına ibadet yapmaya sürüklemek için yeterli değildir. Bu kimseye ibadetinden dolayı sevap ve­rilmediği gibi günah da yazılmaz.

4. Sevap kazanma arzusu gösteriş arzusundan daha çoktur. İşte ibâ­detlerine bu şekilde bir riya karışan kimseye ibadetinden dolayı sevab veri­lirse de bu sevab amelinin tam karşılığı değildir. Çünkü ibadetine az da olsa riya karışmıştır. Bu riya amelini tamamen ibtal etmezse de sevabım azaltır. Riyanın bundan Önceki derecelerine ise asla sevap verilmez.[182]

 

2516. ...Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre bir adam (Hz. Peygambere);

Ey Allah'ın Rasûlü, bir adam Allah yolunda savaşmak istiyor ve aynı zamanda ganimet elde etmek istiyor (buna ne buyurursu­nuz)? diye sormuş. Rasûlullah (s.a.) da;

"Onun için bir sevab yoktur." buyurmuş Halk bu cevabı (göz­lerinde) büyüterek o adama (bu soruyu); Rasûlullah (s.a.)'e tekrar­la, herhalde sen cevabı iyi anlayamadın demişler. Bunun üzerine o adam;

Ey Allah'ın Rasûlü adam Allah yolunda savaşmak istiyor ve aynı zamanda ganimet elde etmek arzu ediyor! diyerek soruyu tek­rarlamış. (Hz. Peygamber de);

“Ona sevab yoktur" buyurmuş. (Orada bulunanlar) (sözü ge­çen) adama (soruyu);

Rasûlullah (s.a.)'e bir daha tekrar et demişler. O da Hz. Peygamber'e (soruyu) üçüncü defa tekrarlamış* (Hz. Peygamber yine); "-Ona sevap yoktur" cevabını vermiş.[183]

 

Açıklama

 

Hadis sarihlerinin açıklamasına göre metinde geçen; "Bir adam Allah yolunda savaşmak istiyor ve aynı zamanda

ganimet elde etmek arzu ediyor' 'cümlesine iki şekilde mana vermek müm­kündür:

1. "Bir adam görünüşte Allah yolunda cihad etmek istiyor. Ama asıl maksadı cihad etmek değil, dünyalık temin etmektir."

2. "Gerçekten, Allah'ın rızâsını kazanmak için Allah yolunda savaş­mak istiyor. Fakat bu cihad arzusunun yanında aynı zamanda ganimet elde etmek de istiyor."

Hz. Peygamberin "Ona sevap yoktur" buyruğunu da yukarıdaki cüm­leye verilecek manaların ışığında anlamak gerekiyor.

Buna göre, eğer yukarıdaki cümleye birinci mana verilecek olursa, "ona sevap yoktur" cümlesi, "ona bu cihadından dolayı hiç bir sevap verilmez" anlamına gelir.

Eğer sözü geçen cümleye ikinci mana verilecek olursa, "ona sevap yoktur" cümlesi, "ona tam bir cihad sevabı verilmez sevabı eksik olarak verilir" anlamına gelir. Riyanın ibâdetlerin sevabını hangi ölçüde azalttığı­nı bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum görmedik. Ayrıca harpten elde edilen ganimetin, ahirette elde edilecek ci­had sevabının üçte ikisini eksilteceği 2497 numaralı hadis-i şerifte ifade edilmektedir. Ayrıntılı bilgi için sözü geçen hadisin şerhine müracaat edi­lebilir.[184]

 

Allah'ın Dinini Yaymak İçin Savaşan Kimse[185]

 

2517. ...Ebu Musa (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, bir a'râ-bî Rasûlullah (s.a.)'e gelip;

Ya Rasûlallah "Adam ün için, övülmek için, ganimet elde et­mek için ve (kahramanlıktaki) derecelerini göstermek için savaşıyor." (Bu kimse hakkında ne dersin?) demiş. Rasûlullah (s.a.)'de;

"Kim Allah'ın kelimesinin hakim olması için savaşırsa o kimse aziz ve celîl olan Allah'ın yolundadır." buyurmuş.[186]

 

Açıklama

 

Hafız îbn Hacer'in açıklamasına göre "Allah'ın kelimesi"nden maksat, Allah'ın insanları İslama davetidir. Avnü'l-Ma'bûd müellifi ise, Allah'ın kelimesinden maksadın "La ilahe illallah" kelimesi olduğunu söylüyor. Buna göre Allah'ın bu davetini veya kelime-i tevhidini yaymak ve onu her tarafta hakim kılmak için savaşan kimseler Allah yolunda savaşmış sayılırlar. Bunun dışında herhangi bir maksatla savaşa çıkan kimselerin ise Allah yolunda savaşmış olmaların­dan bahsedilemez.

Ancak bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi asıl maksadı kelime-i tevhidi yaymak ve Allah'ın davetini insanlara ulaştırmak olduğu halde bunun dışında, fakat ikinci derecede kalan birtakım dünyevi maksatları da bulunarak savaşa katılan kimseler ise her ne kadar tam bir cihad sevabı alamazlarsa da yine de Allah yolunda cihad etmiş sayılırlar. Nitekim İbn Cerir et-Taberî'de:

"Allah'ın dinini yaymak maksadıyla savaşa çıkan kimseye savaş es­nasında birtakım dünyevi maksatların arız olması o kimsenin savaşının Allah yolunda olmasına engel değildir." diyerek bu görüşü savunmakta­dır. Ulemanın büyük çoğunluğu da bu görüştedir.

Bezlü'l-Mechûd müellifi Şeyh Halil Ahmed bu mevzudaki görüşünü şöyle özetlemiştir; "İnsanı savaşa sevkeden kuvvetler akıl kuvveti, öfke kuvveti ve şehvanî kuvvet olmak üzere üçtür. Bunlardan sadece aklın şev­kiyle harbe giren kimse Allah yolundadır. Öfkesinin veya şehevânî arzula­rının zebûnu olarak harbe giren kimselerin ise, Allah yolunda savaştıkları söylenemez."[187]

 

2518. ...Amr (b. Mürre); "Ben Ebû Vail'den hoşuma giden bîr hadis işittim" dedi ve (önceki hadisin) mânâsını rivayet etti.[188]

 

Açıklama

 

Bu hadisin kaynakları ve açıklaması bir önceki hadisin şer-hinde geçmiş bulunmaktadır.[189]

 

2519. ...Abdullah b. Amr'den; demiştir ki: Abdullah b. Amr; Ey Allah'ın Rasûlü bana cihadı anlat dedi. (Hz. Peygamber'de); "Ey Abdullah b. Amr! Eğer sen sabrederek ve sevabım sadece Allah'dan bekleyerek savaşırsan, Allah da seni sabreden ve (yaptığı savaşın sevabını sadece Allah'dan) uman (bir kişi) olarak diriltir. Eğer gösteriş için (ya da mal) çokluğuyla övünmek için savaşırsan, Allah seni gösterişçi ve (mal) çokluğuyla övünen (bir kimse) olarak diriltir. Ey Abdullah b. Amr, hangi hal üzere savaşırsan Allah da seni o hal üzere diriltir" buyurdu.[190]

 

Açıklama

 

Tekâsür: Çokluk kuruntusu, gururu, iddiası manalarına gelir.  "Biz çoğuz",  "hayır biz çoğuz" diye insanların birbirleriyle çokluk yarışı yapmaları, çokluk sevdası veya çokluk izharı ile tefâhur etmeleridir ki, genellikle dünya ehlinin kapılıp aldandığı bir gurur halidir.

Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte bu kelimeyle kasdedilen mânâ ise, "savaşa katılan bir kimsenin savaştan elde edeceği mal, şöhret, ün, şan gibi cihadın ruhuna aykırı olan dünyevi zenginliklerle övünerek başka­larına üstünlük taslamasıdır. Nitekim Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri; "Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma yansıdır."[191] Ve "Çoklukla övün­mek sizi oyaladı.”[192] mealindeki ayet-i kerimelerinde insanların mal ve evlat çokluğuna düşkünlüklerinin kendilerini nasıl oyalayıp felâkete sü­rüklediğine dikkatler çekilmiştir.

Harpten elde edeceği dünyevi ganimetlerle başkalarına üstünlük sağ­lamak maksadıyla veya şan ve şeref ümidiyle savaşan kimselerin âhirette savaşa hangi maksatlarla girdiklerinin ortaya çıkacağı gibi ihlasla savaşan­ların da itilasının olanca açıklığıyla ortaya döküleceği çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte de; "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle hasredilirsiniz" buyurularak bu manaya işaret edilmiştir. Metinde geçen; "Eğer sen sabrederek ve sevabını sadece Allah'dan bekleyerek savaşırsan" anlamındaki şart cümlesinde geçen "sabredici" ve "se­vabını sadece Allah'dan bekleyen" kelimelerinin cevap cümlesinde nekre olarak zikredilmeleri bu vasıflarla harbe giren kimselere kıyamet gününde verilecek sevabın mikdannın hesaplanamayacak kadar çok, Allah'dan başka kimsenin bilemeyeceği kadar fazla olduğunu ifade etmek içindir. Gösteriş için veya benzeri duyguların şevkiyle savaşa giren kimselerin ellerine sa­vaştan bir sevabın geçip geçmemesi meselesini 2515-2516 numaralı hadisle­rin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[193]

 

25. Şehitliğin Fazileti

 

2520. ...İbn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasülullah (s.a.), şöyle buyurdu; "Uhud'da kardeşlerinize (şehidlik) isabet edince Al­lah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. (Bu ruhlar yeşil kuş suretindeki taşıyıcılarına binerek) cennet nehirlerine uğrar mey­velerinden yerler (sonra), arşın gölgesinde asılı olan altından kandil­lere dönerler. (Şehidîer) Yediklerinin, içtiklerinin ve kaldıklara yerin güzelliğini görünce, "Bizim cennette diri olup da (Şehadetten dolayı cennet nimetleriyle) rraklandınldığımızı, cihada yönelmeleri ve harb-den korkup kaçmamaları için (dünyada bulunan) kardeşlerimize ile­tecek kim var? derler. (Bunu nüzerine) Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah; "(bunu) sizden onlara ben eriştireceğim" bu­yuracak. (Nitekim) Allah; "Allah yolunda öldürülenleri ölü zannet­meyin...”[194] (mealindeki) ayet-i kerimeyi sonuna kadar indirdi.[195]

 

Açıklama

 

Normal ölümle ölen kimseye "ölü" denir. Allah yolunda hayatını feda eden kimseye de "şehîd" denir. Şehid, Allah katında yüce bir hayata nail olacağı gibi, toplumu tarafından da rahmetle anılır. Hem toplumu içinde ebediyyen yaşar, hem de gayb aleminde gerçek hayata erer. Ulema bu hadis-i şerifin şerhinde şu iki me­sele üzerinde ihtilaf etmişlerdir;

1. Şehidlerin ruhları cennette kuşların içine mi gireceklerdir, yoksa kuş şekline mi gireceklerdir?

2. Cennet ırmaklarında uçuşup cennet nimetlerinden faydalananlar sadece şehidlerin ruhları mıdır, yoksa bu nimetlere erme saadeti tüm müs-lümanlara ait genel bir lütuf mudur?

Gerçekten bu mevzuda gelen haberlerin tümü gözden geçirildiği za­man görülür ki mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte olduğu gibi hadisle­rin bazılarında şehidlerin ruhlarının yeşil renkli kuşların içine girecekleri ifade edilirken, bir kısmında da yeşil renkli kuşlar şeklinde cennette geze­cekleri ifade buyurulmaktadır.[196]

Mâliki ulemâsından İmam Kurtubî, şehidlerin ruhlarının yeşil kuşlar suretine gireceğini ifade eden rivayetlerin yeşil kuşların içine gireceklerini ifade eden rivayetlerden daha sahih ve kuvvetli olduğunu söylüyor.

Hanefi ulemasından Aliyyu'l-Kâri de aslında şehidlerin ruhlarının kuş­ların kursaklarına girecekleri ifadesiyle kuş suretine girecekleri ifadesi ara­sında bir fark olmadığını, aslında bu ruhların kuşların kursaklarına girme­sinden maksat, kuş şekline girmeleridir demektedir.

İbn Kesir ise bu mevzuda farklı bir görüş ileri sürüyor ve, "Şehidlerin ruhları kuşların kursaklarına girerler ve kuşlar onların bir biniti hükmüne gelir. Şehid olmayan müminlerin ruhları ise, kuş şekline girer" diyor.

Bezlu'l-Mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmed ise; "şehidlerin ruhları cen­nette, ruhsuz olarak kuş suretinde bulunan cesetlere girerler, cesetleri me­sabesinde olan bu suretlerin cennet nimetlerinden yiyip içmeleri sayesinde onlar da cennetten nasiblerini ve zevklerini alırlar." diyor.

Sindi ise, insan şeklinin kuş şeklinden daha güzel olduğunu, dolayı­sıyla şehidlerin kuş suretine girmelerinin aslında onlar için bir nimet sayı­lamayacağı noktasından hareket ederek; "şehidlerin ruhlarının kuş sureti­ne girmeleri demek onların, kuşlar gibi sür'atli olmaları demektir" diyor.

3. Cennette yeşil kuşlar gibi yaşayıp cennet nimetlerinden istifâde et­me imkanının sadece şehidlere ait bir lütuf mu yoksa bütün mü'minlerin ruhlarına ait genel bir lütuf mu olduğu meselesi de ulema arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. Başta İbn Kesir olmak üzere ulemâdan bazıları; "mü'-minin ruhu öldükten sonra tekrar dirileceği güne kadar cennetteki ağaçlar­dan birine konar bekler."[197] hadisine bakarak bu lütfün bütün mü'min-lere şâmil olduğunu söylerken, İbn Abdi'1-Berr ve el-Kurtûbîgibi ilim adam­ları da bu lütfün sâdece şehidlere ait olduğunu, şehid olmayan diğer mü'-minlerin ruhlarının ise hemen ölür ölmez cennete giremeyeceklerini ancak sabah-akşam cennetteki makamlarını görmek suretiyle mesrur olacaklarım söylüyorlar.[198]

Bu mevzuda İmam Nevevi de şunları söylüyor:

Ulemâ ruhla nefsin aynı manaya gelip gelmediğinde ihtilâf etmişler­dir. Bir çok meânî ulemâsı ile, batın ilmi ve kelam ulemâsı ruhun hakikati bilinmez, onu tavsif etmek de doğru değildir; o kulların bilmediği şeyler­dendir, demişler: "De ki Ruh Rabbimin işidir'* ayeti ile istidlal etmişlerdir.

Feylosoflar taşkınlık ederek ruhun yokluğuna kail olmuşlardır. Dok­torların ekseriyeti ruhun bedene dağılan latif bir buhar olduğunu söyler­ler. Üstadlardan bir çoğu ruh hayattır, demişlerdir. Diğerleri, ruh latif bir takım cisimler olup, cismi sarmıştır. Cisim onunla yaşar, onun ayrıldı­ğı an cismi öldürmek Allah Teâlâ'nm âdetidir, demişlerdir..."

Nevevî: "bizim ulemamıza göre ruh, bedene girmiş latif bir takım cisimlerdir; bu cisimler bedenden ayrıldı mı insan ölür" diyor.

Ulema ruhla nefsin aynı mânâya gelip, gelmediğinde de ihtilaf etmiş­lerdir. Bazılarına göre ikisi bir mânâdır. Birtakımları nefis kandır, demiş; bazıları da nefsin hayat demek olduğunu söylemişlerdir.

Kadı Iyâz'm beyânına göre tenasüh, yani ruhların bir bedenden başka bir bedene geçebileceğine, güzel suretlere girerlerse nimet ve ikram, çirkin suretlere girerlerse azab göreceklerine kaail olan bazı mülhidler, bu ve benzeri hadislerle istidlal etmiş ve; "Sevap, ikâb bundan ibarettir" demişlerse de bu kavil açık bir delâlet ve şeriatın isbat ettiği haşır, neşir, cennet ve ce­hennem gibi hakikatleri inkardır.

Allah Teâlâ'nm cennete girenlere: "Bir şey arzu eder misiniz?" diye sorması onlara yapılan ikram ve ihsanda mübalağa içindir. Yoksa kendile­rine bir insanın hatırından büe geçmeyen nimetler ihsan etmiştir. Bundan sonra daha ziyadesini istemeye teşvik buyuracak fakat onlar bu verilenden daha' fazlasını bulamayarak ruhlarını bedenlerine döndürmesini zira Allah yolunda can vererek bundan lezzet almak istediklerini söyleyeceklerdir.[199]

 

Bazı Hükümler

 

1. Cennet yaratılmış ve hâlen mevcuttur.

2. Ölüler kıyametten önce sevab ve azab görürler.

3. Ruhlar ölmez.

4. Şehidler el'ân cennettedirler ve diridirler.[200]

 

2521. ...Hasnâ bint Muaviye dedi ki: Amcam (Eşlem b. Selîm) bize (şunları) söyledi: Ben Peygamber (s.a.)'e;

Kimler cennettedir? diye sordum da;

"Peygamber(ler) cennettedir, şehit(ler) cennettedir, çocuk(lar) cennettedir, diri diri toprağa gömülen kız (çocukları) cennettedir." buyurdu.[201]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "mevlûd"   kelimesiyle  henüz  bülüğ çağına ermeden günahsız olarak  ölen çocuklarla  cansız olarak doğan ve düşük ismi verilen çocuklar kasdedilmiştir. Veid ise, diri diri toprağa gömülen kız çocuğu demektir. Nitekim; "Ve o diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğu zaman."[202] âyet-i kerimesin­de de bu kelime bu manada kullanılmıştır. Bu hadis-i şerifte, günahsız olarak vefat eden erkek çocuklarla, diri diri gömülen kız çocuklarının, peygamberlerin ve şehidlerin cennete girecekleri ifade edilmektedir. Bura­daki şehidlerden maksat, hakiki ve hükmi şehitler değildir. Buradaki şe-hidler kelimesi hakiki ve hükmî şehitlerden daha genel bir mânâda kulla­nılmış ve bütün müminlere şâmil kılınmıştır. Nitekim; "Allah'a ve Rasû-lüne inananlar (yok mu) işte Rableri yanında onlar, sıddıklar (çok doğru olanlar) ve şehidlerdir."[203] mealindeki âyet-i kerimede de şehid kelime­siyle hükmî ve hakiki şehidlerle birlikte Allah'a ve Rasûlüne inanan kim­seler kasdedilmiştir. Nitekim Mücâhid, "Allah'a ve Rasûlüne inanan her­kes ,sıddıktır ve şehiddir" demiştir.[204]

Şehid kelimesi bir sıfat-ı müşebbehe olarak ism-i fail manasında kul­lanıldığı kabul edilirse, Allah katındaki nzıkları gören kimse anlamına gelir.

İsm-i mef'ûl manasında kullanıldığı kabul edilirse kendisine cennet gösterilmiş ve hazırlanmış anlamına gelir. îsm-i fail manasında kullanılan şahidin çoğulu şühedâ ve eşhâd gelir. Şen idler: Dünya şehidi, âhiret şehidi hem dünya hem ahiret şehidi olmak üzere üç kısma ayrılır. Bunlardan üçüncüsüne, "Kâmil şehid" denir. Bunlardan birincisi sadece dünyevi hü­kümler itibariyle, ikincisi de yalnız âhirette verilecek ecirce şehitler kısmı­na katılmıştır.

Her ne kadar mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte Allah'a ve Rasûlüne inanan herkesin şehid olduğu ifade ediliyorsa da bir önceki hadis-i şerifte Bakara Suresinin 154. ve Al-İ İmrah suresinin 169. âyetlerinde öl­dürüldükleri andan itibaren cennete girip orada rızıklandırıldıkları ifade edilen şehidlerden maksat, Allah yolunda öldürülen ve "hakiki şehid", "kamil şehid" isimleriyle anılan kimselerdir.[205]

 

26. Şehid (Yetmiş Kişiye) Şefaat Edebilecektir

 

2522. ...Nimran b. Utbe ez-Zimârî dedi ki: Biz Ümmü'd-Derdâ'nın yanına girdik ve hepimiz yetim idik. Ümmü'd-Derdâ (bi­zi görünce şöyle) dedi: "Size müjdeler olsun. Çünkü ben Ebu'd-Derdâ'yı;,,"Rasûlullah (s.a.);                                  

"Şehid ailesinden yetmiş kişiye şefaat edecektir'* buyurdu, der­ken işittim.

Ebû Dâvud dediki; Nimrân b. Utbe'nin yeğeninin isminin doğ­rusu, Rebâh b. Selîd'dir.[206]

 

Açıklama

 

Kıyamet gününde şehide, ailesinden yetmiş kişiye şefaat  etme hakkı verilecektir. Şehidin ataları ile kendi nesJin-den gelen kimseler bu yetmiş kişinin içine girebileceği gibi şehidin eşleri ve diğer akrabaları da girebilir. Hafız Abdurrauf el-Münavi'nin açıklama­sına göre buradaki, "yetmiş" kelimesiyle, "yetmiş" sayısı değil çokluk kasdedilmiştir. Binaenaleyh şehidin şefaat edebileceği kimselerin sadece yet­miş kişi olduğunu kabul etmek doğru değildir. Hadisi "şehid kıyamet gü­nünde ailesinden pek çok kimselere şefaat edecektir." şeklinde anlamak lazımdır.[207]

Bu hadisin senedinde geçen el-Velid b. Rebah isminin aslı Rebah b. el-Velid'dir. Ravilerden birisi bu ismi naklederken yanlış nakletmiştir. Bi­lindiği gibi bir hadisin ravilerinin isimlerinin veya metnindeki lafızların bu şekilde altüst edilerek rivayet edilmesine "kalb" ismi verilir. Bu şekilde rivayet edilen hadislerde de maklûb hadis denir.[208]

 

27. Şehidin Kabrinde Görülen Nur

 

2523. ...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki: Necâşi öldüğü zaman biz (kendi aramızda); "artık onun kabri üzerinde bir nur görünüp duracaktır," diye konuşurduk.[209]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Necaşi Habeşistan krallarına verilen bir ünvandır. Kral, hükümdar manalarına gelir. Hadis-i şerifte

sözkonusu olan Necâşî'nin özel isminin Asham, Azhama veya Abhar ol­duğu söylenir.[210]

Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, İslamın ilk yıllarında Kureyşli müş­riklerin zulmünden Habeşistan'a sığınan müslümanlara hüsn-i kabul gös­teren ve daha sonra müslüman olduğu için gıyabında Hz. Peygamberin cenaze namazı kıldığı bilinen Necâşî, şehitlik sebeplerinden bir sebeple öldüğü için hükmen şehid olmuş, bunu bilen Sahâbe-i kiram da kendi arala­rında onun şehid olduğunu ve kabrinde kıyamete kadar bir nurun parla­maya devam edeceğini konuşmaya başlamıştır. Sahabe arasında yayılan bu konuşmalar Hz. Peygamber ya da sahabenin ileri gelenlerinden biri tarafından herhangi bir şekilde tenkide uğramamıştır. Bu konuların tenki­de uğramayışı bu sözlerin doğru olduğunu gösterir.[211]

 

Bazı Hükümler

 

1. Habeşistan kralı Necaşi Asham müslüman ve şehıd olarak olmuştur.

2. Şehidlerin kabrine devamlı olarak nur iner.[212]

 

2524. ...Ubeyd b. Halid es-Sülemi'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) iki adam arasında kardeşlik kurmuştu. Bunlardan biri (Allah yolunda) öldürüldü. Bir hafta ya da bir haftaya yakın bir zaman sonra da öbürü öldü. Onun cenaze namazını kıldık. Rasûlullah (s.a.), (bize onun hakkında)

"Nasıl dua ettiniz?" diye sordu. Biz de;

Ey Allahım! Onu bağışla ve kardeşi(nin derecesi)ne eriştir diye dua ettik dedik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);

(İik ölenin) namaz(lar)ından sonra (ikinci ölenin kıldığı) na­mazlar),   (ilk   ölenin)   oruç(lar)ından   sonra   (ikincinin   tuttuğu) oruç(lar)i-[213] (ilk ölenin hayırlı) amel(ler)inden sonra (ikinci ölenin işlemiş olduğu hayırlı) amelleri nerede. İkisi arasında gök ile yerin arası kadar (fark) vardır." buyurdu.[214]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Rasûl-i Zişan Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra üzerinde durduğu en önemli meselelerden

biri de müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sevgi ve saygıyı tesis etmekti.

Bunun için müslümanlarm biribiriyle din kardeşi olmaları yanında bir de her iki müslüman arasında özel bir kardeşlik kurmak istedi. Bunun için müslümanlardan her iki kişiyi bir araya getirip birbirleriyle manevi kardeş olduklarını ilan etti. İslam tarihinde buna "muâhât" denir. İşte bu hadisenin bir neticesi olarak Hz. Fahr-i kainat efendimiz, aynı yılda müslüman olmuş iki kişiyi biribiriyle kardeş ilan etmişti. Bunlardan biri Allah yolunda savaşırken şehid edildi. Bir süre (yedi gün kadar) yaşadık­tan sonra diğeri de kendi yatağında vefat etti. Müslümanlar bu iki kişiden Allah yolunda savaşırken şehid olan kimsenin Allah katında, kendi yata­ğında ölen kimseden daha faziletli olduğunu zannediyorlardı. Çünkü bi­rincisi savaşta ölmüştü. Bu sebeple bunlardan kendi yatağında ölen kimse için; "Ey Allahım! Bunu da kendinden öncevefat eden kardeşinin derece­sine ulaştır" diye dua ettiler. Rasûlü Zişan Efendimiz bunu öğrenince müs-lümanlan uyararak sonradan vefat eden kimsenin ilk vefat eden kimseden çok daha.faziletli olduğunu çünkü onun daha çok yaşamış olması sebebiy­le daha çok namaz kılıp, daha çok oruç tuttuğunu ve hayırlı amellerde bulunduğunu hatırlatmıştır.

Bu hadise İmam Ahmed'in Müsned'inde şöyle anlatılıyor: "...Bir de­fa beni Uzeyr'e mensub iki adam, şerefi İslam ile müşerref ve Hazreti Talha'ya misafir olmuşlardı. Bunların ikisi bir arada ve bir günde müslü­man oldukları halde biri ötekinde daha gayretli idi. Bu gayretli olan müs­lüman cihad etmiş ve cihadda şehit olmuştu. Ötekisi ise bir sene daha yaşamış ve ondan sonra yatağında darı bakaya intikal etmişti. Hazreti Talha rivayet ediyor ki: "Bir gün uyku aleminde kendimi cennet kapısının, önünde gördüm. Derken o iki adamı da gördüm. Cennetin içinden bir görevli çıkmış ve önce yatağında vefat eden zata sonra şehid olana içeri girmeleri için izin vermişti, daha sonra bunların ikisi birden içerden çıkarak bana; "Haydi sen geri dön, senin vaktin daha gelmedi" dediler."

Talha bu rüya ve müşahedesini nakletmiş, herkes yatağıda ölen zatın harb meydanında şehid olan zata tekaddüm etmesinden hayret etmişler. Mesele Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimize aksettirildi. Rasûl-i Ekrem bu mü­şahedeyi ona anlatanlara; "-Ne için hayret ediyorsunuz?" buyurmuşlar, oradakiler de;

Ya Rasülallah cennete girmekte geri kalan zat daha çok gayretli idi, sonra şehid oldu. Bununla beraber yatağında ölen ona tekaddüm etti, de­diler. Rasûl-i Ekrem şu soruyu sordu;

"Yatağında vefat eden ötekinden bir sene fazla yaşamadı mı?"

Evet dediler.

"Ramazanı idrak ederek orucunu tutmadı mı?"

Evet dediler. Sonra;

"Bu adam bu kadar ibâdet etmedi mi?, şunu yapmadı mı, bunu yapmadı mı?" diye onun bütün amelini saydı ve orada bulunanlar hepsine de;

Evet cevabını verdiler. Bunun üzerine;

"O halde ikisinin arasındaki fark yerle gök arasındaki mesafe gibidir" buyurdular.[215]

Bu hadisle "şehidin kabrinde görülen nur" başlığı arasında bir münâ­sebet yokmuş gibi görünüyorsa da Avnu'l-Ma'bud müellifi Azimâbâdî bu hadisle bab başlığı arasında şöyle bir münâsebet kuruyor: "Şehidlerin kabri üstüne nur iner, fakat bu hadis-i. şerifte anlatılan şehidin kabrine inen nurun görülmediği gibi, bazı şehidlerin kabirlerine inen nur, herkes tara­fından görülemez. Binaenaleyh Azimâbâdi'nin sözünden de anlaşılıyor ki şehidlerin kabrine nur iner ama her inen nurun her zaman ve herkes tara­fından görülmesi gerekmez.[216]

 

Bazı Hükümler

 

1. İhlaslı  insanlar ihlasla kıldıkları  namaz,  tuttukları  oruç  ve işledikleri  salın  amellerle  Allah yolunda savaşırken ölen kimselerin erişemedikleri derece ve makamlara erişebilirler.                                                                                 

2. Şehidlerin kabirlerine devamlı nur iner. Fakat bu nurun her zaman ve herkes tarafından görülmesi gerekmez.[217]

 

28. Savaşa Gitmesi Gereken Bir Kimsenin Kendi Yerine Ücretle Başka Birini Göndermesi

 

2525. ...Ebu Eyyûb (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre kendisi Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işitmiş:

"Yakında birçok şehirler fethedilecek ve (ülkenizde) büyük top­luluklardan oluşan ordular bulunacak sizin bu orduda askerlik yap­manız emredilecek. Bunun üzerine sizden bir kimse bu orduda (üc­retsiz) asker olmak istemeyerek kavminden kaçacak sonra, "Beni kendi yerine askerlik yapmam için kiralayacak birisi yok mu?" diye (diğer) kabileleri dolaşarak kendini onlara arzedecek. Dikkatli olu­nuz bu (adam) kanının son damlasına kadar (da çarpışsa yine de) kiralık bir kimseden başka birisi değildir."[218]

 

Açıklama

 

Cîle yahut ceâle kelimeleri masdardır ve ücret,"kira anlamına gelirler. Burada mânâsı, devlet tarafından savaşa gitmesi kararlaştırılan bir kimsenin, kendi yerine gönderdiği kimse için ödediği ücrettir.

Hadİs-i şerifte ücretle savaşa giden bir kimsenin ücretli diğer işçiler­den farksız olduğu ve cihad sevabından en küçük bir nasibi olmadığı ifade edilmektedir. İmam Muhammed'in es-Siyeru'l-Kebîr'de açıkladığına göre: Bir insanın dünyevi bir menfaat peşinde koşması iki şekilde olur:

1. Yaptığı işten asıl maksadı dünyalık elde etmektir.

2. Yaptığı işten asıl maksadı, sevab kazanmaktır, bunun yanında dün­yevi menfaat temin etmek de ister. Fakat dünyalık temin etmek arzusu asıl maksat değildir. Bir başka ifadeyle onu savaşa çıkaran yegâne saik, dünyalık temin etme arzusu değil, sevap kazanma arzusudur. Fakat sevap kazanma arzusu yanında dünyalık temin etme arzusu da vardır.

Birinci kısımda zikredildiği gibi sadece dünyevi maksatlarla savaşa giren kimselerin cihad sevabından hiçbir nasibi yoktur. Fakat ikinci kısım­da açıklandığı şekilde esas maksatları cihad sevabı kazanmak olduğu hal­de bunun yanında menfaat elde etmek arzusunu da taşıyan kimseler tam bir cihad sevabına erişemezlerse de cihaddan ihlasları nisbetinde mükâfat­larını alırlar. Nitekim âyet-i kerimede; "Rabbinizin lütuf ve keremini ara­manızda sizin için bir günah yoktur..."[219] buyurulmuştur. Hanefi ulema­sından İbn Melek de bu hadisi açıklarken bu esastan hareket etmiştir. Bu mevzuda Aliyyü'1-kâri özetle şunları söylüyor: "Cihad karşılığında üc­ret almanın caiz olup olmaması meselesinde ulema ihtilaf etmiştir. İmam Zühri ile îmam Malik ve Hanefi uleması bunu caiz görmüşlerse de ulemâ­dan bir cemaat buna asla cevaz vermemişlerdir. İmam Şafiî de aynı şekil­de ücret karşılığında cihad etmenin caiz olmadığını ve ücret karşılığında cihada çıkan bir mücâhidin aldığı ücreti sahibine reddetmesi gerektiğim söylemiştir.

İbn Battâl'ın açıklamasına göre bir kimsenin sevab kazanmak maksa­dıyla mücâhidlere maildi yardımda bulunmasının caiz olduğunda ittifak olmakla birlikte bir kimsenin ücret karşılığında savaşa çıkmasının caiz olup olmaması meselesi ulema arasında ihtilaflıdır. İmam Mâlik'e göre bir kim­senin ücret karşılığında savaşa çıkması veya atını bir mücâhide kiraya ver­mesi mekruh olduğu gibi yine bir kimsenin düşman kalesine baskın yapıp onu ele geçirmek için ücret alması da mekruhtur. İmam Ebû Hanife (r.a.) de; Cihad işleri için harb halinde beytü'l mal'den, ya da servet sahiplerin­den ücret almanın bir mücâhid için mekruh olduğunu ancak, İslam ordu­sunda kuvvetin azalması, beytülmâlde mücâhidleri idare edecek maddi im­kânın tükenmesi gibi hallerde mücâhidlere sarfedilmek üzere halkdan para toplamak caizdir. Ancak bu paranın cihad ücreti adıyla toplanmış olma­ması gerekir diyor.

İmam Şafiî'ye göre ise, ücret karşılığında cihad etmek asla caiz değil­dir. Ancak devlet başkanı cihada sarf etmek için halktan maddi yardım toplayabilir. Başkasının bu maksatla yardım toplaması caiz değildir. Çün­kü cihad farz-ı kifâyedir. Ücret karşılığında farz eda edilemez.

Bu mevzuda Hafız İbn Hacer de şunları söylüyor:

Bir mücâhid savaşta iki şekilde bulunur: Ya ücret karşılığında savaşın dışında herhangi bir hizmeti yapar ya da ücret karşılığında düşmanla sa­vaşır. Birinci halde bulunan kimse yaptığı hizmetten dolayı ganimetten bir pay alamaz. İmam Evzâî ile İmam Ahmed ve İshak bu görüştedirler. Ulemanın pek çoğuna göre ise, bu kimsenin ganimetten pay almak hakkı vardır. Aynen diğer mücâhidler gibi ganimetten pay alır.

İmam Sevrî'ye göre ise, ücretle savaşa giden bir kimse düşmanla bilfi­il savaşırsa, ganimetten pay almaya hak kazanır. Fakat cephede savaşın dışındaki hizmetlerinden dolayı ganimetlerden pay alamaz.

Mâliki uletnasıyla Hanefi ulemasına göre bu kiralık kimse sadece düş­manla savaşmak üzere kiralanmış olsa, yine de savaşta elde edilen gani­metlerden bir pay elde edemez. Fakat ulemanın ekseriyetine göre bu kimse ganimetten pay alır. Delilleri ise, Müslim'in rivayet ettiği Rasûl-i Ekrem'­in, Talha b. Ubeydillah'ın hizmetçisi Hz. Seleme'ye ganimetlerden hisse verdiğini ifade eden hadistir.[220]

İmam Ahmed'e göre eğer bir adam veya bir kavmi devlet reisi ya da temsilcisi savaşmak üzere kiralamışsa o kimse sadece savaşmak üzere anlaştığı ücreti alır. Ganimetten bir pay alamaz.

İmam Şafiî'ye göre ise, bu hüküm üzerine cihad farz olmamış kimse­ler için geçerlidir. Bulûğ çağına ermiş mükellef kimseler harp sahasına vardıkları zaman düşmanla savaşmak üzerlerine borç olur. Bu sebeple üze­rinde anlaştıkları ücreti alma hakkını kaybederler. Fakat ganimetten pay almaya hak kazanırlar.[221]

 

29. Savaşa Çıkan Gazilerin Savaş İçin Yardım Almaları Caizdir

 

2526. ...Abdullah b. Amr'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle, buyurmuştur;

"Mücâhid için (sadece kendi cihadının) sevabı vardır. (Ona si­lah temininde) yardımcı olan kimse için hem (yardımının) sevabı hem de cihad sevabı vardır."[222]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi bir kimsenin yaptığı savaş karşılığında ücret almasının caiz olup olmadığı ulemâ arasında ihtilaflıdır. Başta İmam Şafiî olmak üzere ulemâdan bazıları bir kimsenin yaptığı savaş karşılığında ücret al­masının caiz olmadığını savunurlarken diğer bazıları da bunun sahih oldu­ğunu iddia etmişlerdir. Ücretle asker kiralamanın caiz olmadığını savunan ilim adamlarına göre metinde geçen "câi!" kelimesi, mücâhidi harp aletle­riyle teçhiz eden, onu cihad için lüzumlu olan harp malzemeleriyle dona­tan kimse demektir. Ve hadis, "Gazi için bir sevab, gaziyi teçhiz eden kimse için de iki sevab vardır" anlamına gelir.

Savaş karşılığında ücret almanın caiz olduğunu savunan kimselere gö­re ise, metinde geçen "câil" kelimesi bir kimseyi ücretle savaşa gönderip de ona savaşı karşılığında ücret ödeyen kimse demektir ve bu hadis-i şerif; "Gazi için bir sevab vardır. Ücretle savaşa asker gönderen kimse içinse biri kendi sevabı biri de gazinin sevabı olmak üzere iki sevab vardır" anla­mına gelir. Bu görüşü savunan ulemaya göre ücretle savaşa asker gönde­ren kimseye iki sevab ödenmesi iki sebepten ileri gelmektedir: Birincisi gaziye ücret ödemesi, diğeri de gazinin savaşmasına sebep olmasıdır.[223]

 

30. Hizmetinin Ücretini Alıv.Ak Üzere Savaşan Kimse

 

2527. ...Ya'lâ b. Münye (Ümeyye)den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), seferberlik ilan etti. Ben de yaşlı bir ihtiyardım. Hizmetçim de yoktu. (Savaşta) Benim hizmetimi karşılayacak ücretli birini ara­dım. (Ganimetten kendisine düşecek olan) payını da kendisine vere­cektim. Derken (bunu kabul eden) bir adam buldum. Hareket (vak­ti) yaklaşınca bana gelip;                                

 (Ganimetten elime geçecek) hisselerin ne kadar olduğunu ve payıma ne düşeceğini bilmiyorum. Binaenaleyh bana bir mikdar tâ­yin et. (Çünkü) harbin sonunda ganimetten bana düşecek bir pay ya bulunur, ya da bulunmaz, dedi. Ben de ona üç dinar tayin ettim. Ganimeti (ortaya) gelince ona hissesini vermek istedim, (onun için tayin ettiğim) dinarları hatırladım. Ve Peygamber (s.a.)'e varıp bu adamın durumunu anlattım.

"Ben (bu kimsenin eline) bu savaştan dünya ve ahirette (ken­disine) tayin edilen dinarlardan başka (birşey geçeceğini) zannetmi­yorum." buyurdu.[224]

 

Açıklama

 

Bir kimsenin işini görmek veya hayvanlarına bakmak üzere ücretle tutulan ve bu işleri yürütürken aynı zamanda savaş meydanında hazır bulunan kimsenin bu savaşın ganimetle­rinde bir pay alıp-alamayacağı meselesi ulema arasında ihtilaflıdır. Bazıla­rına göre bu kimse savaşa katılsa da katılmasa da ganimetten bir pay alamaz. Sadece hizmetinin ücretini alır. İmam Evzâî ile İshâk (r.a.) bu görüştedirler. İmam Şafiî'nin ilk görüşünden biri de budur. İmam Mâlik ile İmam Âhmed'e göre bu kimse savaş anında mücâhidler ile beraber bulunmuşjise kesinlikle ganimetlerden pay almaya hak kazanır. İsterse bil­fiil savaşmış olmasın. Bazılarına göre ise, bu kişi ganimetlerden pay al­makla, hizmetinin ücretini almak arasında muhayyerdir. Binaenaleyh is­terse ücretini alır, isterse ganimetten hissesine düşen payı alır.

Hanefi ulemasından Aliyyü'1-Kâri bu mevzuda şunları söylüyor: En doğrusunu Allah bilir. Bana öyle geliyor ki, bu kimse sadece bir iş için kiralanmış ve alacağı ücret karşılığında savaşması şart koşulmamışsa, yap­tığı hizmet karşılığında ücret almaya hak kazandığı gibi bunun yanında yaptığı savaşa karşılık ganimetten pay almaya da hak kazanır. Binaenaleyh, hem ücret hem de ganimetten pay alır. Çünkü ganimetle ücret birbirine aykırı şeyler değildir. Bilakis birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. Bizim mezhebimizde ücretle mükafat bir elde birleşebilir.[225]

 

31. Anne Ve Babası Razı Olmadığı Halde Savaşa Çıkan Kimse

 

2528. ...Abdullah b. Amr'den; demiştir ki: Bir adam Rasûjullah (s.a.)'e gelerek;

Hicret etmek üzere seninle antlaşmaya geldim. Annemi ve ba­bamı da (arkamda) ağlıyor olarak bıraktım dedi. (Hz. Peygamber (s.a.)'de);

''Geri don onları ağlattığın gibi güldür." buyurdu.[226]

 

Açıklama

 

Bu hadisi Hattâbî şöyle açıklamıştır:  "Savaşa çıkacak olan bir kimse eğer bu savaşa mecbur olmadan sadece sevap kazanmak arzusuyla çıkacaksa, annesinin ye babasının izni olma­dan çıkamaz. Fakat üzerine farz olan bir cihadı ifâ etmek isteyen bir kimsenin anne ve babasından izin alması gerekmez."

Bu hükümler müslüman olan anne ve babalar içindir. Annesi ve ba­bası kâfir olan kimselerin cihada çıkmak için onların iznini almaları söz konusu değildir. İsterse çıkmak istediği cihad nafile olsun.

Aynı şekilde borcunu acele olarak ödemesi gereken bir kimse de ala­caklının iznini almadan üzerine farz olan cihadı ifâ etmek üzere cepheye gidemez. Hacca gitmek de böyledir.

Her ne kadar metinde annesinin babasının iznini almadan Hz. Peygamber'den hicret etmek için izin isteyen bir kimseden bahsediliyorsa da hicret etmekle savaşa çıkmanın hükmü bir olduğundan ulema buradaki hicret meselesini cihad yönünden ele almışlardır. Bu bakımdan Musannif Ebû Davud bu hadisi anne ve babası razı olmadığı halde savaşa çıkan kimse başlığı altında vermiştir. Musannif Ebû Dâvud bu adamın hicret ettikten sonra savaşa çıkacağım kabul ederek bu hadisi bahis konusu baş­lık altında zikretmiş de olabilir.[227]

 

2529. ...Abdullah b. Amr'dan; demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a)'e gelerek;

Ey Allah'ın Rasûlü ben cihada çıkabilir miyim? dedi. (Pey­gamber (s.a.)'de);

"Senin annen baban var mı?" diye sordu. (O kimse de); Evet diye cevap verdi. (Bunun üzerine Peygamber); "Öyleyse onların hizmetinde (bulunarak) cihâd et!" buyurdu. Ebû Dâvud dedi ki; Ebu'l-Abbas, ismi es-Sâib b. Ferruh olan şâir (râvi)'dir."[228]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, üzerine cihad farz olan bir kimsenin anne ve babasından izin alması gerekmez. Ancak cihad mevzuunda anne ve babadan izin almak sadece sevab kazanmak maksadıyla yapılan nafile cihadlar için söz konusudur. Bu nevi cihadlar için anne ve babanın gönlünü almak gere­kir. Anne ve babasının iznini almadan nafile bir cihada katılan kimseler günahkar olurlar. Fakat umûmî seferberlik ilan edilmesi gibi, cihâdın farz-ı ayn olması halinde anne ve babanın iznini almak gerekmez.

Bu hükümler müslüman olan anne ve babalar içindir. Müslüman ol­mayan anne ve babalara gelince, farz olsun nafile olsun hiçbir cihad için bunların iznini almak gerekmez.

Aynı şekilde bir müslüman, anne ve babasından birinin razı olmama­sı halinde, nafüe hac veya umre için yolculuğa çıkamaz, nafile oruç tuta­maz. Çünkü onlara itaat farzdır. Yapmak istediği cihad ise nafiledir.

Bu hadisin râvilerinden Ebu'l-Abbas, es-Sâib b. Ferrûh isimli şâir bir kimsedir. Tirmizî onun Mekkeli âmâ bir kimse olduğunu; Buharı ise, bu kimsenin rivayetlerinden dolayı herhangi bir kusurla itham edilmediğini söylüyor. Musannif Ebû Dâvud da onun ismini açıklamakla, kimliği meç­hul bir kimse olmadığını, bilâkis adaleti ve zabtı ile meşhur güvenilir bir râvi olduğunu ifade etmek istemiştir.[229]

 

2530. ...Ebu Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre bir adam (cihada katılmak için) Yemen'den Rasûlullah (s.a.)'ın yanına hicret etmiş, Rasûl-i zişan efendimiz de ona;

"Yemen'de herhangi bir kimsen var mı?" diye sormuş. (Adam);

Annemle babam var, cevabını vermiş. (Fahr-i kâinat);

"(Buraya gelmen için) Sana izin verdiler mi?" diye (ikinci bir soru daha) sormuş (O zat tekrar);

Hayır diye cevap vermiş. (Bunun üzerine Fahr-i Kâinat efendimiz);

"Dön onlardan izin iste, eğer izin verirlerse cihada katıl, yok­sa onlara hizmet et." buyurmuştur.[230]

 

Açıklama

 

Bu hadisin râvilerinden Derrâc Ebu's-Semh'in ismi Derrac b. Sem'ân'dır. Ahmed b. Hanbel onun rivayet ettiği hadislerin münker olduğunu söylerken Yahya b. Main onun güvenilir bir râvi olduğunu söylemiştir. el-Acunî'nin rivayetine göre musannif Ebû Dâvud, onun Ebu'l-Heysem ve Ebû Sâid el-Hudrî zincirinin dışındaki senetlerle rivayet ettiği hadislerin tümünün sahih olduğunu söylermiş. Nesâî, Ebu Hatim, Dârefcutnî Ahmed b. Hanbel gibi hadis otoriteleri de onun sağlam bir râvi olmadığı görüşünde birleşirlerken, îbn Şahin bu ha­disin senedinde bir zayıflık olmadığım söylemiştir.

Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, cihad için anne ve babanın izni ancak nafile cihadlara giderken söz konusudur. Farz-ı ayn olan cihadlar için anne ve babanın iznini almaya gerek yoktur.

Bu hadis-i şerif ve benzerleri anne ve babaya itaatin lüzumunun dere cesini ve haklarının büyüklüğünü, onlara itaatten dolayı kazanılacak seva­bın çokluğunu açıkça ifade etmektedirler. Ulemâdan bazıları bu gibi ha­dislere bakarak anne ve baba hakkının cihaddan daha büyük olduğunu söylemişlerdir. Ancak anne ve babanın kâfir olmaları halinde gerek farz ve gerekse nafile cihad için izinlerini almaya lüzum yoktur.[231]

 

32. Savaşa Katılan Kadınlar

 

2531. ...Enes (r.a.)'den; demiştir ki "Rasûlullah (s.a.) su taşı­maları ve yaraları tedavi etmeleri için Ümmü Süleym ve Ensar'dan (bazı) kadınları harbe götürmüştür."[232]

 

Açıklama

 

Hadis ulemasından Hattabî şunları söylüyor: "Bu hadis-i şerif, yaralıların tedavisi ve askere su taşıma gibi geri hizmetlerde kendilerinden yararlanılmak için kadınların savaşa götü­rülebileceğine delâlet etmektedir."

Her ne kadar bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberin kendisiyle birlikte savaşa çıkan kadınları cepheden geri çevirip evlerine gönderdiği ifade edi­liyorsa da bunun müslümanların zayıf olmaları sebebiyle zafer ümidinin bulunmadığı bir savaşta olduğu düşünülebilir. Çünkü bu durumda kadın­ların düşmanın elinde kalması tehlikesi söz konusudur. Bu yüzden Hz. Pey­gamber kadınları cepheden geri çevirmiş olabileceği gibi, savaşa katılan kadınların çok genç olmaları sebebiyle fitneye sebebiyet verebilecekleri en­dişesiyle geri çevirmiş de olabilir.

Savaşa katılan kadınların harp ganimetlerinden hisse alıp alamaya­cakları meselesi ulema arasında ihtilaflıdır. Genellikle ilim adamları sava­şa katılan kadınların harp ganimetlerinden erkekler gibi bir hisse alamaya­cağı görüşündedirler.

Hz. İbn Abbâs'a göre bu kadınlara harp ganimetlerinden bir bağış verilebilir. Süfyân es-Sevrî ile Hanefi uleması ve İmam Şafiî bu görüşte­dirler. İmam Mâlik'e göre ise, bu kadınlara ganimetlerden bir pay verile­meyeceği gibi, bağış da verilemez.

Harbe katılan kadınların yaralıları tedavi etmeleri mevzuunda ise, imam Nevevî şunları söylüyor: "Kadınların harpte yaralıları tedavi etmeleri me­selesi kendilerine nikah düşmeyen yakın akrabaları ile kocalarına mahsus özel bir durumdur. Kendilerine nikah düşen kimselerin tenine dokunmala­rı ise, haramdır. Bu bakımdan eğer bu kadınlar kendi kendilerine nikah düşen erkekleri tedavi etmek mecburiyetinde kalırlarsa, ancak tedavi için dokunmaları zarurî olan yerlere dokunabilirler."[233]

 

33. Zâlim Bir Yönetici Emrinde Harbetmek

 

2532. ...Enes b. Malik (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Üç şey imanın esasındandır. (Birincisi) Lâ ilahe illallah diyen bir kimseye (el ve dil uzatmaktan) çekinmemiz, (işlemiş olduğu) bir günah yüzünden onu kâfir saymamamızdır. (Yani İslâm'a uyma­yan) bir fiilinden dolayı onu İslam dışı ilan etmememizdir. (ikincisi) Cihad, Allah'ın beni (Peygamber olarak) gönderdiği andan, ümme­timin en çok neslinin Deccal'le savaşacağı ana kadar devam edecek­tir. Adaletli (bir idareci)nin adaleti onu ortadan kaldıramayacağı gi­bi zâlim (bir idarecinin zulmü de kaldıramaz. (Üçüncüsü ise) Kade­re inanmaktır.”[234]

 

Açıklama

 

Bu hadisi şerifte imanla ilgili üç mühim esas üzerinde durulmaktadır. Bunlardan birincisi; "Lâ ilahe illallah Mu-

hammedür rasûlullah" diyen bir kimseye el ve dil uzatmaktan çekinmek, bu kelimeyi söyleyen bir kimsenin malına, canına saldırmak haramdır. Binâenaleyh, bu kelimeyi telaffuz eden bir kimseye el veya dil uzatmaktan kaçınmak her müslümanın üzerine düşen kaçınılmaz bir görevdir.

Her ne kadar metinde sâdece, "Lâ ilahe illallah" diyen kimsenin İs­lâm dairesine girdiği ve müslümanların saldırısından emin olduğu ifade ediliyorsa da, burada, Lâ ilahe illallah diyen kimse sözü ile, "La ilahe illallah Muhammedürrasûlullah" diyen kimse kasdedilmiştir.

Bu "'yü üç defa okuyan kimse bir hatim sevabı alır" sözüne benzer. Çünkü 'yü okumaktan maksat sadece lafzını söylemek değil, bu sûreyi sonuna kadar okumaktır. Aynı şekilde, "Lâ ilahe illallah" demekten maksad da bu kelimeyi sonuna kadar okumak, bir başka ifade ile, "Lâ ilahe illallah Muhammedürrasûlullah" demektir. [235]

Ehl-i sünnet uleması bu hadisi şerife ve benzerlerine sarılarak kelimey-i tevhîdi söyleyen bir kimseyi müslüman kabul etmişler, işlemiş olduğu gü­nahlardan ve îslâma aykırı bazı davranışlarda bulunmasından dolayı onu kâfir saymamışlardır. Ancak günah işleyen bir kimsenin yine müslüman kalabilmesi için o kimsenin işlemiş olduğu günahı veya İslama aykırı ola­rak yaptığı işi helal kabul ederek işlemiş olmamasını şart koşmuşlardır. Binâenaleyh, Ehl-i sünnet ulemasına göre bir müslüman günah işleyince dinden çıkmış sayılmamakla beraber, o işin günah olduğunu inkâr etmesi halinde derhal dinden çıkmış sayılır. İsterse o günahı işlemiş olmasın. Ehl-i sünnet ulemâsı bu esası, "amel imandan cüz değildir" sözüyle kaideleş-tirmişlerdir.

Ehl-i sünnetin karşısında olan Havaric ise her büyük günah işleyenin dinden çıkacağını, Mutezile mezhebi taraftarları da büyük günah işleyen­lerin kafir sayılamayacaklarını fakat müslüman olarak da kalamayacakla­rını, binâenaleyh küfür ile iman arasında bulunacaklarını söylemişlerdir.

Mevzumuzu teşkil eden Hadis-i şerifte imanın esaslarından birisi ola­rak üzerinde durulan ikinci mes'ele cihâdın Deccal'in öldürüleceği ana ka­dar devam edeceğidir. Rasûl-i Zîşan efendimizin açıklamasına göre, müs­lüman nesiller DeccaPi öldürecekleri ana kadar Allah yolunda savaşa de­vam edeceklerdir. Deccal'in öldürülmesinden sonra ise ,cihad sona erecek­tir. Çünkü Deccal'in öldürülmesinden sonra Ye'cuc ve Me'cûc ortaya çı­kacaktır. Müslümanlar onlarla savaşacak güçte olmayacakları için cihadla mükellef tutulmayacaklardır. Ye'cuc ve Me'cûc'u Allah Teâlâ helak ettik­ten sonra yeryüzünde kâfir kalmayacağından yine cihad olmayacaktır. Çünkü Hz. İsa hayatta olacak ve İslam her tarafa yayılacaktır. Hz. İsa'nın vefatından sonra ise, küfür yeniden canlanacak o zaman da Cenâb-ı Hak tatlı bir rüzgar estirerek müslümanların ruhunu kabzedecek, ondan sonra da kıyamet kopacaktır.[236]

Hadis-i şerifte söz konusu edilen üçüncü mesele, kâinatta vuku bulan her olayın Allah'ın kaza ve kaderiyle vuku bulduğu, hayır ve şerrin Al­lah'ın yar at m asıyla meydana geldiği meselesidir. Ehl-i sünnet uleması bu hadisi şerife sarılarak kaza ve kadere inanmayı imanın altı esasından biri saymışlar ve kaza ve kaderi inkar etmenin küfür olduğunu söylemişlerdir.[237]

 

2533. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"İyi olsun kötü olsun her (müslüman) devlet reisi ile birlikte cihad üzerinize (düşen) kaçınılmaz bir görevdir. İyi olsun kötü ol­sun her müslüman (imam)ın arkasında namaz kılmanız üzerinize (dü­şen) kaçınılmaz bir görevdir. (Hatta o imam) büyük günahlar işle­miş bile olsa. İyi olsun kötü olsun (ölen) her müslümamn üzerine (cenaze) namaz(ı) kılmak farz(-ı kifaye)dir. Büyük günahlar işlemiş olsa bile."[238]

 

Açıklama

 

Cihad islâmın ayakta kalmasını ve müslümanların hür olarak şerefle izzetle yaşamalarını sağlayan çok faziletli dînî bir görevdir.

Bu bakımdan devlet reisinin ya da onun tayin ettiği kumandanların zalimliği veya günahkârlığı bahane edilerek cihad terk edilemez. Hafız İbn Hacer el-Askalanî'nin de ifâde ettiği gibi yetkili idareciler, Allah'ın dinine aykırı emirler vermediği sürece onların emrine itaat edilir ve onların safın­da cihad edilir. Fakat Allah'ın dinine aykırı olarak verdikleri emirlere ita­at edilmez.

Aynı şekilde bir müslüman, mescid imamının günahkârlığını bahane ederek namazını cemaatle kılmayı terkedemez. Çünkü farz namazları ce­maatle kılmak İslâm'ın şiarıdır. Bu bakımdan farz namazları cemaatla kılmanın sünneti müekkede olduğunu söyleyenlerin yanında, farz olduğu­nu söyleyenler bile vardır.[239] Ayrıca zahiren müslümanlığı sabit kılan bir cenaze üzerine cenaze namazı kılmak tüm müslümanlar üzerine düşen bir farizadır. Bir kısmının bu farzı yerine getirmesiyle diğerleri bu sorumlu­luktan kurtulmuş olurlar. Ölünün sağlığında büyük günahlar işlemiş ol­ması, müslümanlardan o kimse üzerine namaz kılma mükellefiyetini kal­dırmaz. Ancak bu kimsenin küfrünün sabit olmasıyla müslümanlardan bu mükellefiyet kalkmış olur.

Münzirî bu hadisin munkatı olduğunu, çünkü Mekhûl'ün, Hz. Ebu Hureyre'den hadis işitmediğini söylemiştir.[240]

 

34. İnsan Başkasının Hayvanına Binerek Savaşa Gidebilir

 

2534. ...Câbir b. Abdillah'ın naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.) (bir gün) savaşa gitmek isteyince;

"Ey muhacir ve ensar toplulukları, sizin (din) kardeşlerinizden mal ve akrabası olmayan kimseler var. Sizin her biriniz (onlardan) iki veya üç kişiyi bağrına bassın. Bizden birinin (savaşa giderken) kendisini taşıyacak (özel) bir bineği olamayabilir. Ancak onlarınki gibi nöbetleşe binebileceği bir bineği olabilir" buyurdu.

(Câbir b. Abdillah) dedi ki: B mn üzerine ben (onlardan) iki veya üç kişiyi yanıma aldım. Benim de ancak onlarla (birlikte) kendi deveme sıram geldiğinde binme hakkım vardı.[241]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber müslümanların çok  fakir olup savaşa gitmek için yeterli erzak ve hayvan bulamadıkları dönemlerde, herkesin (özel olarak) kullandığı hayvandan başkalarının da fay­dalanmalarını sağlamak maksadıyla, hayvan sahiplerine, fakir kimseleri yanlarına alarak hayvanlarına onlarla nöbetleşe binmelerini emretmiştir. Bunun üzerine ashâb-ı kiram o fakirleri yanlarına alıp hayvanlarına yol boyunca onlarla ortaklaşa ve sırasıyla binmişlerdir. Metinde geçen, "...Si­zin din kardeşlerinizden malı ve akrabası olmayan kimseler vardır... An­cak onlarınki gibi nöbetleşe binebileceği bir bineği olabilir..." anlamına gelen cümlelere bakarak İmam Ebu Hanife (r.a.) ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed (r.a.) aynen hac gibi cihad için de binek ve azığa sahip olmayı şart koşmuşlar, bu iki imkâna sahip olmayan kimselere cihadın farz olma­yacağını söylemişlerdir. İmam Malik (r.a.)'e göre ise, cihadın farz olması için azık ve binek sahibi olma şartı yoktur. Bu hadisi şerif, nöbetle bile olsa başkasının hayvanına binme imkanına sahip olan bir kimsenin savaşa gitmekle mükellef olacağına delâlet etmektedir.

Fıkıh kitaplarında açıklandığı üzere, cihad ile mükellef olanlarda aranılan vasıf Bunların harbe kadir, arızalardan berî bulunmalarından ibaret­tir. Binâenaleyh, çocuklar, ihtiyarlar, zayıflar, körler, topallar, nafakadan yani zâd ile binekten mahrum olanlar, cihad ile mükellef olamazlar. Bi­nek hayvanının lüzumu, "mesâfe-i sefer" denilen en az onsekiz saatlik bir mesafe için söz konusudur. Daha yakın bir mesafe için binek şart değil­dir. İmam Ahmed'e göre nafakadan maksat, savaşa katılacak şahıs ile geride kalacak ailesine yetecek maldır.[242]

 

35. Hem Kazanmak Hem De Ganimet Elde Etmek İçin Savaşan Kimse

 

2535. ...İbn Zıığb el-Eyâdî dedi ki: Abdullah b. Havale (bir gün misafirim olarak) yanıma gelip bana (şunları) anlattı: (Bir defa­sında) Rasûlullah (s.a.) bizi yaya olarak ganimet elde etmeye gön­dermişti. Biz de hiç bir şey ele geçiremeden dönüp geldik. (Çektiği­miz) yorgunluğu yüzlerimizden anladı. Bunun üzerine ayağa kalkıp bizim İçin; "Ey Allahım! Onları(n işini) bana bırakma. Çünkü ben onlar(a yardım)dan âcizim. Onları(n işini) kendilerine de bırakma. Çünkü (kendi) nefislerinin ihtiyaçlarını temin)den (kendileri de) âciz­lerdir. Onları insanlara da bırakma. Çünkü insanlar (kendilerini) onlara tercih ederler." diye dua etti. Sonra da elini başımın üzerine koydu. (Râvi İbn Züğb burada tereddüd edip) Yahut da, (Abdullah b. Havale, Rasûlullah elini), tepeme koydu (demiş olabilir) dedi. (İbn Havale sözlerine şöyle devam etti): Sonra (Hz. Peygamber) bu­yurdu ki:

"Halifeliğin Şam'a intikal ettiğini gördüğün vakit (içtimaî) sar­sıntılar ve bunalımlar ve önemli hadiseler yaklaşmış olacaktır. İşte o gün kıyamet (alâmetlerinin ortaya çıkması), insanlara, elimin se­nin başına olan yakınlığından daha yakındır."[243]

Ebû Dâvud dedi ki: "Abdullah b. Havale, Humus'ludur"[244]

 

Açıklama

 

Bu hadisi Abdullah b. Havâle'den rivayet eden Abdullah b. Züğb'ün sahâbî olup olmadığı ihtilaflıdır.Kendisi Şam'hdır. Musannif Ebû Dâvud ondan kıyametle ilgili tek bir hadis rivayet etmiştir.

Taberânî ise ondan; "Kim bilerek bana yalan isnad ederse cehennem­deki yerine hazırlansın" anlamında bir hadis rivayet etmiştir. Abdullah b. Züğb'ün hadîsi bizzat Rasûl-i Ekrem'den işittiği açıkça ifade edilmekte­dir. Abdullah b. Havale ise, Ezd kabilesindendir. Rasûl-i Ekrem'le bizzat görüştüğü kesinlikle bilinmemektedir. Hadis-i şerif, hilâfetin emevi hanedan­lığı payitahtına ve Medine'den Şam'a intikal etmesiyle, kıyamet alâmetle­rinin ortaya çıkmaya başlayacağını ifâde etmekte ve dolayısıyla halifeliğin saltanata dönüşerek İslâm âleminde sosyal bunalımların, patlamaların ve kargaşalıkların ortaya çıkacağını dile getirmektedir. Gerçekten de öyle ol­muştur. Bu bakımdan bu hadis-i şerif RasûM Zişan Efendimizin gaybtan haber veren mucizelerindendir. Kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. Yalnız Hz. Peygamber, kıyametin kopmasına yakın bazı hadise­ler olacağını haber vermiştir. Bunlara eşrât-ı saat (kıyamet alametleri) denir.

Kıyametin Alâmetleri:

Kıyametin alâmetleri küçük ve büyük olmak üzere iki kısma ayrılır:

Küçük alametler, din konusundaki bilgisizliğin her tarafa yayılması, alkollü içkilerin çokça içilmesi, zina gibi fuhuş olaylarının çoğalması, öl­dürme hadiselerinin artması, kadın nüfusunun erkek nüfusundan çok faz­la olması, refahın artması, ehliyet ve liyâkatin ortadan kalkması, hürmet ve dostluğun yok olması, haksızlıkların artması, din dahil her şeyde Allah rızasının yerini dünyevî çıkarların alması gibi hususlardır.

Kıyametin büyük alâmetleri ise şunlardır:

1. Mü'minleri nezleye tutulmuş gibi bir hale getiren ve kâfirleri sar­hoş eden bir duhan (duman)ın zuhuru.

2. Deccal adındaki bir şahsın çıkıp tanrılık davasında bulunması, son­ra kaybolup gitmesi.

3. Ye'cüc ve Me'cüc adlı iki kabilenin yeryüzüne dağılarak bir müd­det yeryüzünü fesada çalışmaları.

4. Hz. İsa'nın gökten İnip bir müddet Hz. Peygamberin şeriatı ile amel etmesi.

5. Dâbbetü'I-arz adlı bir yaratığın çıkması.

6. Hicaz'da büyük bir ateşin ortaya çıkması.

7. Doğuda Batıda ve Arap Yarımadasında birer yer parçasının çökmesi.

8. Güneşin geçici olarak Batıdan doğması.

Kıyamet kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacaktır. Zira Hz. Pey­gamber bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kıyamet ancak kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacaktır."[245] Kıyametin kopma zamanında mü'minler daha evvel ruhları alınarak ahirete göçmeleri temin edilecek ve kıyamet özellikle kâfirlerin başlarında patlayacaktır.[246]

 

36. (Allah Rızası İçin) Kendini Feda Eden Kimse

 

2536. ...Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu:

"Aziz ve Celil olan Rabbimiz, Allah yolunda savaşıp da arka­daşları bozguna uğrayınca (harpten kaçmanın) kendi üzerindeki ve­balini düşünerek tekrar (düşman üzerine) dönen ve kanı dökülünce-ye kadar savaşan kimseyi çok beğenir de meleklerine (şöyle)der: "(Şu) Kuluma bakınız! Benim yanımdaki sevaba rağbet edip yanımdaki (âzabdan) korkarak (tek başına düşmanla savaşmak için) geri dön­dü. Nihayet (bu yolda) kanı döküldü."[247]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "acibe" kelimesi lügatte, şaştı, hayret etti gibi mânâlara gelir. Hafız Abdurrauf el-Münâvi bu kelimeye, "razı oldu", "güzel buldu" manalarını vermiştir. İbnu'l-Esîr, Nihâye isimli eserinde bu kelimeye, "Allah'ın yanında değeri büyük oldu" mânâsını verdikten sonra taaccüb etme ve şaşma gibi durumların, hadiselerin sebeplerini ve aslını bilmeyen insanlara mahsus olduğunu, hiçbir şeyin sebebi Allah'a gizli olmadığından şaşma ve hayret etme gibi fiille­rin Allah için söz konusu olamayacağını bu sebeple bu kelimelerin Allah için kullanıldıkları zaman ancak mecazi anlamlarda kullanılmış olabile­ceklerini ifade ediyor. Bizde bu açıdan hareket ederek bu kelimeye, "Al­lah çok beğenir" diye mana verdik.

Bu hadisi şerif hakkında Alkamî şunları söylüyor: "Savaşta arkadaş­ları bozguna uğrayan bir mücâhidin, düşmanı yenmek için tek başına sa­vaşa devam etmesinin müslehab olduğuna, fakat vâcib olmadığına bu hadis-i şerif delildir. Nitekim es-Sübki de şöyle demiştir: "Şayet, savaş meydanın­da tek başına kalan bir mücâhidin savaşa devam etmesi sadece onun hela­kini mûcib olacaksa, o zaman kaçması vâcib olur."

Görülüyor ki savaş meydanında tek başına kaldıktan sonra düşmanı yenmek ve bunun sevabına erip, harpten dönmenin vebalinden kurtulmak için savaşan bir kimse bu hadis-i şerifte övülmüş fakat bu durumda kalan bir kimsenin harbe devam etmesine dair kesin bir emir verilmemiştir. Ule­mânın açıklamasına göre bu gibi naslar farziyyet değil, müstehablık ifâde eder.

Hanefi ulemasından İbn Abidin bu mevzuda şunları söylüyor: "Öl­dürme, yaralama yahut hezimete uğratma gibi bir şey yaptıktan sonra ken­disinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin tek basma düşmana hücum etme­sinde bir beis yoktur. Nitekim Uhud muharebesinde Peygamberimizin hu­zurunda Ashâb-ı Kirâm'dan bir cemaat böyle yapmıştır. Peygamberimiz onları bu yaptıklarından dolayı medljetmiştir. Ama düşmana hiç bir suret­le zarar vermeden kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin düşmana hücum etmesi caiz değildir. Çünkü bu şekilde saldırmada dîne hizmet yoktur. Fakat şer'an susması için her ne kadar ruhsat var ise de kendisini öldüre­ceklerini bilen bir kimsenin fasık olan müslümanlan fena fiillerden neh-yetmesinde bir beis yoktur. Çünkü müslümanlar fasık olsalar bile kendile­rine emreden kimsenin emrettiği şeyin hak olduğuna inanırlar. O yüzden öldürdükleri kimsenin öldürülmesi içlerinde derin tesir bırakır."[248] Bezlü'l-Mechûd müellifi Şeyh Halil Ahmed'in açıklamasına göre bu hadîs-i şerif­le, "İnsanlardan öylesi var ki kendisini Allah'ın rızasına satar”[249] mea­lindeki âyet-i kerime arasında bir ilgi vardır.[250]

 

37. Müslüman Olup Da Allah Yolunda Savaşırken (Hiç Namaz Kılmadan Ve Oruç Tutmadan) Öldürülen Kimse

 

2537. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: "Amr b. Akyeş'in câhiliye devrinde bir faiz (alacağı) vardı. Onu alıncaya kadar müslüman olmayı uygun bulmuyordu. Uhud günü (müslümanların yanına) gelip;

Amcamın oğulları nerede? diye sordu. Onlar da;

Uhud'da diye cevap verdiler.

Falan nerededir? diye sordu. Onlar da;

Uhud'dadır diye karşılık verdiler.

Falanca nerededir? diye sordu.

Uhud'dadır cevâbını verdiler. Bunun üzerine zırhını giydi ve merkebine bindi. Sonra onların tarafına hareket etti. (Uhud'daki) müslümanlar onu görünce;

Ey Amr! Bizden uzaklaş dediler. O da;

Ben iman ettim deyip yaralariıncaya kadar (düşmanla) savaştı. Yaralı olarak ailesine götürüldü. Derken Sa'd b. Muaz onun yanına geldi ve onun kız kardeşine (hitaben);

Kavmini korumak için mi yahut onlar için (onların düşmanla­rına duyduğun) öfkeden dolayı mı yoksa Allah için (kâfirlere duy­duğun) öfkeden dolayı mı (savaşıyorsun?) diye ona bir sor, dedi. Bunun üzerine (Amr);

Allah ve Rasûlü için (kâfirlere duyduğum) öfkeden dolayı sa­vaştım deyip öldü ve Allah için hiç namaz kılmadan cennete girdi.[251]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi bir kâfir müslüman olmakla küfür hayatındaki günahlarının yükünden kurtulur.Bir başka ifâde ile İslâmiyyet, kendisiyle müşerref olan kimsenin daha önceki günahla­rına keffârettir.[252] Ayrıca Allah yolunda cihad, amellerin en faziletlilerindendir. Nitekim;

"Amel ve ibâdetin, Azız ve Celîl olan Allah'a en yakın olanı, Allah yolunda cihaddır! Fazilette ona hiçbir şey yaklaşamaz."[253]

"Allah yolunda savaşan kimse Allah'ın teminatı altındadır. Onu ya şehid olarak süratle mağfiret ve rahmetine kavuşturur yahut gazı olarak sevap ve ganimetle memleketine gönderir. Allah yolunda harbeden kimse savaşdan dönünceye kadar usanmadan gündüzleri oruç tutan geceleri dur­mayıp ibâdet eden kimse gibidir."[254]

"Allah yolunda geçen bir sabah veya bir akşam, dünyadan da onda olan şeylerden de hayırlıdır."[255] buyurulmuştur. Bu sebeple içinde bulun­duğu küfür halinden dönüp İslâm şerefiyle şereflenerek ölünceye kadar savaşan bir kimsenin hayatında hiç namaz kılmamış da olsa cennetlik ola­cağı yadırganamaz. Ancak bu kimsenin cennetlik olduğuna hükmedebil­mek için yaptığı savaşı AHah yolunda yapmış olması gerekir. Çünkü Al­lah'ın ve Rasûlünün rızası hesaba katılmadan, ırkçılık, çapulculuk, riya ve sum'a gibi duygu ve düşüncelerle savaşan kimseler bu şeref ve fazilet­ten mahrumdurlar. Nitekim bir gün Hz. Peygamber'e soruldu:

Kim Allah yolundadır? Ganimet kazanmak için harbeden mi, cesur diye şöhret kazanmak isteyen mi, yoksa kabilesi ile tesânüd halinde olmak isteyen mi? Muhammed (s.a.) şöyle cevap verdi;

"Bunlardan hiçbirisi, fakat sadece Plâ-yı kelimetullah için sava­şanlar."[256]

İşte Hz. Sa'd b. Muaz'ın, Hz. Amr'ın yanına geldiğinde onun ne maksatla savaştığını anlamak için, Hz. Amr'ın kızkardeşine bazı sorular yöneltmesinin sebebi bu inceliği tesbit gayesine matuftur.[257]

 

38. Kendi Silah(nın Kendine Dönmesi) İle Ölen Kimse

 

2538. ...Seleme b. (Sabit) el-Ekvâ dedi ki: Hayber günü olunca kardeşim şiddetli bir şekilde savaşa girdi. Derken kendi kılıcı geri dönüp kendisim öldürdü. Rasûlullah (s.a.)'ın ashabı onun hakkında konuşmaya başladılar. Onun hakkında -kendi silahıyla ölen bir adam-(diye) şüpheye düştüler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):

"O, Allah'a itaat yolunda çalışan bir mücâhid olarak can ver­di." buyurdu.

İbn Şihâb dedi ki: Sonra ben (bu hadiseyi) Seleme b. el-Ekva'ın oğluna sordum. (Hadiseyi) bana babasından (aynen) bu şekilde nak­letti. Ancak Rasûlullah (s.a.)'ın; "Yanılmışlar. O Allah'a itaat yo­lunda çalışan bir mücâhid olarak can verdi. Onun sevabı iki misli­dir." buyurduğunu da ilave etti.[258]

 

Açıklama

 

Her ne kadar bu hadis-i şerifte Hayber günü düşmanla savaşırken silahın geri tepmesiyle şehîd olan zâtın, Seleme b. Sabit b. el-Ekvâ'ın kardeşi olduğu ifâde ediliyorsa da, bazı hadis­lerde bu zatın Hz. Seleme'nin amcası olduğu ifâde edilmektedir. Hafız İbn Hacer'in İsâbe'deki açıklamasına göre, bunun izahı şu şekilde yapıla­bilir; "Aslında silâhı geri teperek şehid olan Amir b. el-Ekvâ adındaki bu zat Seleme b. Sabit b. el-Ekva'ın hem anne tarafından kardeşidir hem da amcasıdır. Câhiliyye devrinde bu gibi evlilikler meşru sayılırdı. Hem amcası, hem de süt kardeşi olması da mümkündür." Müslim'de açıklandı­ğına göre Hz. Amir b. el-Ekva Hayber savaşında harbin kızıştığı bir anda, bir yahudiyi bacağından yaralamış kılıcını, ona indirmek üzereyken kılıcı­nın keskin tarafı ters dönerek Amir'in dizine isabet etmiş ve aldığı bu yara yüzünden hayatını kaybetmiş."[259] Halk Hz. Amir'in kendi kılıcıyla kendini öldürerek intihar ettiğini zannederek, onun hakkında şüpheye düş­müşler ve ona rahmet dilemekten çekinmişlerdir.

Hayber dönüşü durum Rasûl-i Zîşân Efendimize anlatılınca, bunu söy­leyenlerin yanıldıklarını ve Amir'in taat uğrunda çalışan bir mücâhid ol­duğunu, bu yüzden de ona diğer mücâhidjere verilen ecrin iki misli ecir verileceğini ifâde buyurmuştur. Ulema'ya göre, buradaki iki ecirden biri Allah'a taat uğrunda bütün gücü ile çalışmış olması karşılığında, diğeri de Allah yolundaki mücâhidliği ve gaziliği karşılığında verilmiştir. Yani onlar buradaki "câhid" kelimesini ciddi çalışan manasına almışlar "mücahid"i de gazi diye tefsir etmişlerdir.[260]

 

2539. ...Peygamber (s.a.)'in sahabîlerinin birinden; demiştir ki: Biz Cüheyne'lilerden bir kabile üzerine baskın yapmıştık. Müslü­manlardan birisi Cüheyne kabilesinden bir er diledi. (Bu müslüman) ona vurmak istedi . Fakat isabet edemedi, yanlışlıkla kılıcı kendisi­ne vurdu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.),

"Ey müslümanlar, kardeşinizle ilgilenin!" buyurdu. Halk (sür­atle) ona (doğru) koştular ve onu ölü halde buldular. Rasûlullah (s.a.) onu elbisesi ve kanıyla sardı ve üzerine namaz kılıp kabre koy­du. (Orada bulunanlar);

Ey Allah'ın Rasûlü! O şehid midir? dediler. (Hz. Peygamber de);

"Evet, şehiddir. Ben de onun için şahidim" buyurdu.[261]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif savaşta yanlışlıkla kendisini vuran kimsenin şehid olduğunu ve Rasûl-i Zişân efendimizin bu şekilde can veren bir kimsenin üzerine cenaze namazı kıldığını ifâde et­mektedir. Bu bakımdan hadis-i şerif, şehid üzerine namaz kılınmaz diyen Şafiî ve Mâlikî ulemasının aleyhine bir delildir. Hanefi ulemasına göre ise, hadis-i şerifte savaşta yanlışlıkla kendi kendisini öldürdüğünden bah­sedilen kişi, âhirette sevaba nail olma yolunda şehiddir. Bilindiği gibi Ha­ne file re göre âhiret şehidleri, dünyada yıkanır  kefenlenir ve üzerine namaz kılınır. Çünkü cenazesi yıkanılmayan şehid düşmanın fiiliyle öldürü­len kişidir. Bu adam ise, kendi fiiliyle öldürülmüştür. Haliyle kendisi ma'zurdur. Çünkü  kasdı düşmana vurmaktı.  Onun için âhiret açısından  şehiddir.[262]

 

39. Düşmanla Karşılaşınca Dua Etmek

 

2540. ...Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu"

"İki (dua) reddolunmaz. Yahut da pek az reddolunurlar: (Bi­ri) Ezan okunduğu zaman (diğeride) savaş başlayıp da (iki taraf) birbirini öldürmeye başlayınca yapılan dua".

Musa'(nın) Rızk b. Sa'd b. Abdurrahman, Ebu Hazim (zinci­riyle) Sehl b. Sa'd'dan rivayet etti(ğine göre Hz. Peygamber bu ha­disin sonunda); "Ve yağmur yağarken" (yapılan dua da reddolun­maz)" buyurmuştur.[263]

 

Açıklama

 

 "Lahime" dördüncü babdan "öldürdü" demek tir.Hadis-i  şerifte  duanın  genellikle  kabul  edildiği üç vakitten bahsedilir. Bunlardan birisi ezanı işiten her müslümanın yapaca­ğı; "Allahını! Ey bu tam davetin -yani mübarek ezanın- ve kılınmak üzere bulunan namazın mukaddes Rabbî. Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'e vesileyi fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et ve onu kendisine va'd buyur­muş olduğun makam-ı mahmuda eriştir. Şüphe yok ki sen va'dinden dön­mezsin." anlamındaki ezan duasıdır.

İkincisi: Allah yolunda gazilerin saf bağlayıp düşman saflarına dala­rak savaşa başladıkları vakit; üçüncüsü de yağmur yağarken yapılan dua­dır. Çünkü o an Allah'ın rahmetinin indiği andır.[264]

 

40. Yüce Allah'dan Şehidlik Dileyen Kimse

 

2541. ...Muaz b. CebeFden rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işitmiş:

"Kim devenin iki sağımı arasındaki süre kadar Allah yolunda savaşırsa, onun için cennet(e girmek) kesinlesin Kim de içinden ge­lerek, sadâkatle Allah yolunda şehid olmak ister de sonra (yatağın­da) ölür veya öldürülürse, ona şehid sevabı vardır.”

(Ravi) İbnü'l-Musaffa buraya (Hz. Peygamber'den naklen şu cümleleri de) ilave etti: "Kim Allah yolunda (düşmandan) bir yara alırsa, ya da (Allah yolunda bir kaza geçirerek) yaralanırsa o yara, kıyamet gününde dünyadaki en derin haliyle getirilir. Rengi zâferan rengi, kokusu da misk kokusudur. Kimin vücudunda da Allah yo­lunda iken bir çıban çıkarsa, (bu çıban) o kimsenin üzerine şehitlik mührü olur."[265]

 

Açıklama

 

Hadis sarihlerinin açıklamalarından anlaşıldığına göre "fuvak"  kelimesi  sağmal bir hayvanın iki sağımı arasında geçen süre anlamına gelir. Bir başka ifâde ile sağmal hayvan sağılırken yavrusuna saklamak için sütünü memesinden bırakmaz. Sütünü bırakması için bir ara yavrusu onu emmeye bırakılır. Yavrusunu gören hayvan sütünü bırakıverir. îşte bu anda tekrar sağmaya başlanır. İşte bu iki sağım arasında geçen zamana "Fevâk" veya "fuvak" denir. Sabah sağımı ile akşam sağımı arasında geçen süreye "fevak" denildiğini söyle­yenler bulunduğu gibi, bir kap sütle dolunca o kabı kaldırıp diğer bir kaba sağmaya başlayıncaya kadar geçen zamana da "fuvak" denildiğini söyleyenler de vardır.

Burada bu kelime ile anlatılmak istenen şey;

Allah yolunda ihlasla savaşan bir kimsenin, yaptığı savaş, çok kısa süreli de olsa, Allah'ın lütfü ile cennete girmeye hak kazanacağıdır.

Metinde geçen "cerh" kelimesi yara manasına gelir. "Nekbe" kelimesinin de aynı şekilde yara manasına geldiğini söyleyenler vardır. Bazılarına göre "cerh", düşmanın açtığı yara, "nekbe"de mücâhi­din bir kaza neticesinde kendi kendine açtığı yaradır. Hanefi ulemâsından Aliyyül-Kâri, bu ikinci görüşü tercih etmiştir.[266] Biz de tercümemizde Aliyyü'l-kâri'nin bu görüşünü esas aldık.

Metinde geçen "O yara kıyamet gününde dünyadaki en derin haliyle getirilir" anlamına gelen cümledeki "O" zamiri, "nekbe" kelime­sine dönmektedir. Bilindiği gibi "nekbe" kelimesi diken batmak, taş değ­mek gibi insanın kendi hatası sonucu aldığı küçük yaralar için kullanılır. İşte sözü geçen zamirin bu nekbe kelimesine dönmesinde, Allah yolunda kendi hatası sonucu aldığı ufak yaralarla cennete girmeyi hakkeden bir gazinin, düşmanın kılıcıyla veya başka bir sebeple Allah yolunda alacağı büyük yaralarla çok daha büyük makamlara erişebileceğine işaret vardır.

Aliyyül-Kâri'nin açıklamasına göre ise, bu zamir hem "cerh", hem de "nekbe" kelimesine dönmektedir. Cerh ve nekbe kelimeleri her ikisi de Allah yolunda alınan bir yara, Allah yolunda başa gelen bir musibet olmaları cihetiyle netice itibarıyla aralarında bir benzerlik vardır. Bu ba­kımdan bir zamirle ikisine birden işaret edilmiştir. "Altun ve gümüşü yı­ğıp da Allah yolunda sarf etmeyenler var ya..."[267] mealindeki âyet-i keri­mede olduğu gibi.[268]

 

Bazı Hükümler

 

1. Allah yolunda ölmeyi istemek caizdir. Her ne kadar dünyanın sıkıntısına dayanamamaktan do­layı ölmeyi istemek caiz değilse de, cennette yüksek makamlara erişmek için Allah yolunda ölmeyi istemek caizdir. Aslında Allah yolunda şehid olmayı istemek insanın kâfire mağlup olmayı arzu etmesi demek gibi anlaşılabilirse de, bir mü'minin kâfire mağlup olmayı istimesi asla düşünüleme­yeceği gibi, buradaki şehid olma isteği, küfrü yok etme kastıyla mücadele­ye girişip kişinin bu yolda Allah'ın vâdettiği o büyük mertebeye yani şe-hidlik mertebesine ulaşma çabasıdır.

2. Allah yolunda şehid olmayı arzu edenler, yataklarında bile ölseler şehid olurlar.

3. Allah yolunda yara ve bere alanlar kıyamet gününde üzerlerinde şehidlik mühürü bulunduğu halde hasredilirler.[269]

 

41. Atların Yele Ve Kuyruklarını Kesmenin Kerâhati

 

2542. ...Utbe b. Abd es-Sülemî'den rivayet olunduğuna göre kendisi Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işitmiştir:

"Atların ahn(larındaki saç)lannı, yelelerini ve kuyruklarını kırk­mayınız. Çünkü kuyruğu onun yelpazesidir, yelesi elbisesidir, alınlannda ise, hayırlar düğümlenmiştir."[270]

 

Açıklama

 

Atların alınlarından sarkan perçemlerim kesmek doğru değildir.Çünkü cihad için beslenen atlar sahiplerinin devamlı olarak cihad sevabı kazanmalarına ve ganimetler elde etmelerine vesile olan hayırlı yaratıklardır. Atların alınlarında hayırların toplanma­sından maksat, onlar vasıtasıyla elde edilen sevaplar ve ganimetlerdir. Ni­tekim "Birinize ölüm geldiği zaman mal bırakırsa...”[271] âyet-i kerimesin­de de "hayr" kelimesi, mal anlamında kullanılmıştır. İşte böyle hayırlı olan bu hayvanların en şerefli organları alınları olduğu için alınlarında bulunan perçemlerini kesmek uygun görülmemiştir.

Atın alnından murad alnına sarkan yelesidir. Hattâbî ve diğer bazı âlimler alın kelimesiyle atın bütününün kastedildiğini söylemişlerdir. "Ha­yır düğümlenmiştir" cümlesinden murad, hayr düğümlenmiş gibi onlar­dan ayrılmaz demektir. Burada bir istiâre-i mekniyye vardır. Çünkü hayır maddi şeylerden değildir ki, alnının üzerine düğümlensin. Lâkin burada aklî olan şey, maddi gibi tasavvur edilmiş ve mübalağa yolu ile maddeye verilen hüküm ona da verilmiştir. Alım zikretmek istiareyi tecrit içindir. Ayrıca onları soğuktan ve sıcaktan koruyan yeleleri ile, kendilerini rahat­sız eden zararlı böcekleri kovalamalarına yarayan kuyruklarını kesmek de hoş karşılanmamıştır. Bu hadisin senedinde kendisinden, "bir adam" diye bahsedilen râvinin kimliği meçhuldür. Fakat bu hadis diğer hadislerle tak­viye edilmiştir. Bu hadis-i şerif ile, Buhfiif de geçen; "uğursuzluk (telakki­si adet olarak) ancak üç şeyde; atta, kadında, evde hâsıl olur.”[272] mea­lindeki hadis-i şerifin arasında bir çelişki bulunduğu söylenemez. Çünkü Buhârî'deki hadis, câhiliyye dönemindeki arapların uğursuzluk telakkileri­ni belirtmek için söylenmiştir. Islâmiyette ise, bu sayılan şeylerde uğursuz­luk söz konusu değildir. Nitekim Tahâvî*nin rivayet ettiği bir hadis-i şerif­te bildirdiğine göre, uğursuzluk konusunda Hz. Âişe'ye bir soru sorulmuş da Hz. Âişe buna şöyle cevap vermiştir; "Kur'ân'ı Muhammed'e gönde­ren Allah'a yemin ederim ki, katiyyen Rasûlullah (s.a.) böyle bir şey söy­lememiştir. O yalnız câhiliyye halkının kadınla, evle ve atla teşe'üm ettik­lerini bildirmiştir."[273]

 

42. Atların Hangi Rengi Daha Çok Sevilir?

 

2543. ...Ebû Vehb el-Cüşemî'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:"

"Doru, sakar (beyaz alınlı), ayaklan sekili yahut da al, sakar, ayakları sekili, ya da siyah, sakar, ayaklan sekili (olan) atları besle­yiniz."[274]

 

Açıklama

 

Bu hadisin râvisi Ebû Vehb (r.a.), Rasûl-i Ekrem'le sohbet etmek şerefine eren bahtiyarlardandır. Her ne kadar onun tabiînden olduğunu söyleyenler varsa da, imam Ahmet (r.a.) gibi, muhakkik ulema ashabdan olduğunu söylemişlerdir.

el-Beğavî'nin açıklamasına göre, Hz. Ebû Vehb, Şam'a yerleşmiş ve kendisinden sadece iki hadis rivayet olunmuştur. Birisi mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, diğeri de; "Çocuklarınıza peygamberlerin isimlerini koyunuz."[275]   anlamındaki hadis-i şeriftir.

Nitekim Musannif Ebu Davud da bu râvinin sahâbî olduğunu ifâde etmiştir. Hadis-i şerif yukarıda belirtilen özellikleri taşıyan atların bu özel­likleri taşımayan atlardan daha kıymetli ve cihad için daha elverişli oldu­ğunu ifâde etmektedir.[276]

 

2544. ...Ebu Vehb (El-Kilaîyden; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu": "Al, sakar, ayaklan sekili yahut da doru, sakar atlar besleyiniz."

Daha sonra (Ebu'l-Muğire yahut Muhammed b. Muhacir, ön­ceki hadisin) benzerini rivayet etti. Muhammed b. Muhacir dedi ki: Ben Akîl (b. Şebîb)e,

Niçin al (at diğerlerinden) üstün kılındı? diye sordum.

Çünkü Peygamber (s.a.), bir akıncı birliği göndermişti de Feth (haberin)i ilk getiren al (at) sahibi oldu, diye cevap verdi.[277]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi "kümeyt", kırmızı ve siyah karışımı bir renk taşıyan atlar için kullanılır. Memleketimizdeki bu renkteki atlara, "doru at" ismi verilir."Eşkar" ise, ka­tıksız kırmızı renkli atlar için kullanılır. Memleketimizin bazı bölgelerinde böyle kırmızı renkli atlara, "Yeşil at" ismi verilir. "Edhem" ismi ise, siyah renkli atlar için kullanılır ki memleketimizde bu rengi taşıyan atlara, "yağız at" denir. İmam Muhammed (r.a.)Mn açıklamasına göre bu hadis-i şerifte söz konusu edilen atları tanımak için atların yeleleriyle kuyruklarına bakılır. Şayet yele ve kuyrukları kırmızı ise, ona "eşkar", şayet siyah ise­ler, ona "kiimeyt" denir. Alnında bir dirhem yahut daha küçük mikdarda beyazlık olan ata "ekran" denir. Şayet bu beyazlık daha çok ise "eğarr = sakar" denir. Siyah ata ise "el-edhem" adı verilir. "el-Ersem" ise üst dudağında ve burun deliklerinin üzerinde beyazlık bulunan atlar için kullanılır.[278]

Ulemâdan bazılarına göre Hz. Peygamber kendi tecrübesine dayana­rak sözü geçen özellikleri taşıyan atların cihad için diğer atlardan daha elverişli olduğunu söylemiştir. Nitekim hadisin sonunda bulunan; "Çünkü peygamber (s.a.) düşman üzerine bir akıncı birliği göndermişti de fetih (haberini) ilk getiren al (at) sahibi oldu." cümlesi de bu görüşü te'yîd etmektedir. Sahâbî Ebu Vehb el-Cüşemî'nin rivayet ettiği bir önceki hadis merfû idi. Üzerinde bulunduğumuz hadis ise mürsel'dir.[279]

 

2545. ...İbn Abbas'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.); "Atların bereketi, kırmızılarındadır" buyurmuştur.[280]

 

Açıklama

 

Ebu Bekr el-Bezzâr'ın açıklamasına göre, Ali b. Abdillah b. Abbas babasından bu hadisten başka müsned bir hadis rivayet etmemiştir. Tirmizî de bu hadis hakkında, "Bu hadis garip­tir. Onu yalnız bu senedle, Şeybân'ın rivayeti olarak biliyoruz" demiştir. Kırmızı atların bereketli ve uğurlu olduğunu ifade den bu hadis-i şe­rifle; "Atların en hayırlısı alnı beyaz ve üst dudağında ve burun delikle­rinde aklık bulunan siyah attır..."[281] mealindeki hadis-i şerif arasında bir çelişki bulunduğu söylenemez. Çünkü kırmızı atların bereketli olması ya­ğız atların hayırlı olmasına engel olmadığı gibi, yağız atların hayırlı olması da diğer atların uğurlu ve bereketli olmasına engel değildir. İmam Mu-hammed'in Salih b. Keysan'dan rivayet ettiği; "Atların en hayırlısı (yelesi ve kuyruğu) kızıl olanıdır." anlamındaki hadis-i şerifle, Abdullah b.Ebî Necih es-Sekafî'den rivayet ettiği, "Bereket; alnı sakar, yağız, üst duda­ğında beyazlık bulunan, üç ayağı sekili ve sağ ayağı lekesiz olan atlarda­dır. Bu atlar yoksa siyah at bu vasfı taşır.”[282] anlamındaki hadis-i şerif de nazarı itibara alınınca, bu vasıfları taşıyan atların bu vasıfları taşıma­yanlardan daha iyi oldukları anlaşılacağı gibi, bu vasıfları taşımayan at­larda da hayır bulunduğu, fakat atların bu vasıfları taşıyan atlar kadar hayırlı olamadıkları kolayca anlaşılır.[283]

 

Atın Dişisine De "Feres" Denilebilir Mi?[284]

 

2546. ...Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) atın dişisiae de, "Feres" derdi.”[285]

 

Açıklama

 

Kâmûs müellifinin açıklamasına göre, Arapça da at cinsinin dişisine de erkeğine de feres denilebilir.Hz. Ebu Hureyre'nin bu hadisi nakletmekten maksadının, bir lügat bilgisi vermek olduğu düşünülemez. Hadis sarihlerinin açıklamalarına göre Hz. Ebu Hu­reyre'nin bu hadisi nakletmekten maksadı, Hz. Peygamber'in, harbe er­kek atla iştirak eden mücâhidle dişi atla giren mücâhide ganimette aynı hisseyi verdiğini, bir başka ifâde ile, ganimetlerin taksiminde süvarilerin hisselerini verirken bindikleri atların erkek ve dîşi olduğuna önem verme­den hepsine süvari hissesi verdiğini ifâde etmektir.[286]

 

43. Hoşa Gitmeyen Atlar

 

2547. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Peygamber (s.a.) atların şikal olanını beğenmezdi. Şikal, atın sağ arka ayağı ile sol ön ayağında yahut da, sağ ön ayağı ile sol arka ayağında beyazlık olmasıdır."

Ebû Dâvud dedi ki: "(Ayak renklerinin) çapraz olmasıdır.”[287]

 

Açıklama

 

Hanefî ulemâsından Aliyyü'l-Kâri'nin açıklamasına göre bu hadisde bulunan şikalle ilgili açıklama Hz. Peygambere ait değildir. Râvîlerden birine aittir. Eğer bu açıklama gerçekten Hz. Peygambere ait olsaydı, o zaman şikal'in ne olduğu açıklığa kavuşur­du ve ihtilafa mahal kalmazdı. Bu sebeple şikal Üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Burada şikal, atın sağ arka ayağı ile sol ön aya­ğında yahut sağ ön ayağı ile sol arka ayağında bulunan beyazlık diye tarif edilmiştir. Bu tarif, görüşlerden sadece bir tanesidir. Ebû Ubeyd ile, lügat ulemâsının büyük çoğunluğuna göre şikal, atın üç ayağının sekili olması­dır. Üç ayağı sekili olan bir at köstekli ata benzediği için bu ismi alır. Çünkü köstek genellikle atların üç ayağına vurulur. Ebû Ubeyde sadece bir ayağı sekili olan atlara da şikal denildiğini söylemiştir.

İbn Düreyd ise, şikal atın bir tarafındaki ayaklarında beyazlık bulun­masıdır. Eğer bu beyazlık çapraz ayaklarda bulunursa ona "çapraz şikal" denir, demiştir.

Şikal atın ön ayaklarında bulunan beyazlık diye tarif edenler olduğu gibi arka ayaklarında bulunan beyazlık diye tarif edenler ve hatta önayak-ları ile bir arka ayakta veya arka ayaklar ile bir Ön ayakta beyazlık bulun­masıdır diye tarif edenler de vardır. Ulemâdan bâzılarına göre Hz. Pey­gamberin bu şekildeki atlan sevmemesi, atın köstekli imiş gibi görünme-sindendir. Bâzıları ise, "Rasûlullah (s.a.)'m bu şekildeki atları beğenme­mesini genellikle aradığı necabeti onlarda bulamamış olması ihtimaline bağ­lamışlardır. Bâzıları da "ayaklan bu şekilde sekili olan atların alınları be­yaz olursa, sevimsizliği gider." demişlerdir.[288]

Hadis sarihlerinden Hattâbî mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen şi­kalle ilgili açıklamalar üzerinde durduktan sonra diyor ki: "Şikal atın ön ayaklarıyla arka ayaklarından birinin beyaz olması ve geriye kalan bir aya­ğının da sâde olmasıdır. Hadiste geçen açıklamadan bazı kelimelerin yan­lışlıkla düşmüş olması ihtimali vardır."[289]

 

44. Hayvanlara Karşı Yerine Getirilmesi Emredilen Görevler

 

2548. ...Sehl b. el-Hanzaliyye'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (açlıktan) karnı sırtına yapışmış bir deveye rastladı da; "Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah'dan korkunuz. Onlara (binmeye) elverişli hallerinde bininiz ve (yenmeye) elverişli hallerinde onları yiyiniz,” buyurdu.[290]

 

Açıklama

 

Rasûl-i  Zişan Efendimiz  bu  hadis-i  şerifte hayvanların haklarına riâyet etmenin önemine dikkatleri çekerek, onları, aç veya susuz bırakmanın, üzerlerine güçlerinin yetmediği yük yükle­menin Allah'ın gazabını ve azabını mucib kılacağını dile getirmiştir, onlara ancak binmeye müsait bir hale geldikleri zaman binilebileceğini ve iyice semirmeden kesilip yenilmelerinin doğru olmayacağını açıklamış, konuş­maktan âciz, ağzı dili yok tabiriyle de onların merhamete ne kadar muhtaç olduklarına çok veciz bir şekilde işaret etmiştir.[291]

 

2549. ...Abdullah b. Ca'fer'den; demiştir ki: "Bir gün Rasûlullah (s.a.) beni terkisine aldı da bana sır olarak bir söz söyledi ki ben onu insanlardan hiçbir kimseye söylemem.

Rasûlullah (s.a.)'in abdest bozmak için arkasına gizlenmeyi en uygun bulduğu şey ya yüksek binalar yahut da sık hurma ağaçlan idi." (Abdullah) dedi ki: (Hz. Peygamber bir gün) ensardan bir ada­mın bostanına girdi. Bir de ne görsün, bir deve! Rasûlullah (s.a.)'i görünce (deve) inledi, gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.) onun yanına gelip kulak kökünü okşadı, (hayvan da) sakinleşti. Peygamber (s.a.):

"Bu devenin sahibi kimdir, kimindir bu deve?" diye sordu. Ensar'dan bir genç gelip;

Ey Allah'ın Rasûlü o benimdir, dedi (Peygamber (s.a.)'de)

"Allah'ın, seni kendisine sahip kıldığı şu hayvan hakkında Al­lah'tan korkmuyor musun? Gerçekten bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve yorduğunu bana şikâyet ediyor." buyurdu.[292]

 

Açıklama

 

Metinde geçen  "el-haış" kelimesi birbirine geçmiş sık hurma ağaçlan anlamına gelir.Müslim'in rivayetinde ifade edildiğine göre, râvi İbn Esma bu kelime­nin, "Hurma bahçesi"'manasına geldiğini söylemiştir.Hedef keli­mesi ise, yüksek bina, tepecik gibi manalara gelir."Zifra" keli­mesi ise, İbnü'l-Esîr'in, Nihâye'de ifâde ettiğine göre, "kulağın kökü" manasına gelen müennes bir kelimedir.

Hadis-i şerif hayvanları güçlerinin yetmediği işlerde kullanarak onlan bitkin bir hale getirmenin, onları aç ve susuz bırakmanın Allah'ın gazabı­nı, Rasûlünün de itabını mucib olduğunu ifâde etmektedir.

Kadı Iyâz bu hadiseyi, şifâ-i şerifte değişik şekillerde anlatmış ve Aliyyü'l-Kâri'de bu olay hakkında bir açıklama yapmaktan kaçınmıştır.[293]

 

2550. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir adam yolda giderken çok susamıştı. Bir kuyu buldu. Ona inip, su içti, sonra çıktı. Bir de ne görsün, (dilini çıkarmış) soluyan, susuzluktan ıslak toprağı yalayan bir köpek. Adam (kendi kendine); "Gerçekten bana gelen susuzluğun aynısı bu köpeğe de gelmiş" de­yip kuyuya indi ve mestini suyla doldurdu. Mesti ağzıyla tutup (ku­yudan) çıktı, köpeği suladı. Allah onun bu iyiliğini kabul etti ve onu bağışladı. (Orada bulunan ashab);

Ey Allah'ın Rasûlü, hayvanlarda olan davranışlarımızdan do­layı bizim için sevap var mıdır? dediler. (Peygamber (s.a.)de);

"Her karaciğeri yaş olan (hayvan) da bizim için sevap var­dır." buyurdu.[294]

 

Açıklama

 

Metinde geçen, "Her karaciğeri yaş olan (hayvan) da bizim için sevap vardır*' cümlesinden murad,  her canlıyı doyurup sulamakta ve yardımda bulunmakta sevap vardır, demektir. Canlıya, "karaciğeri yaş olan" denilmesi ölünün cismi ve ciğerleri kuru­duğu içindir. Nevevi diyor ki, bu hadiste muhterem olan hayvana iyilikte bulunmaya teşvik vardır. Muhterem hayvandan maksat, öldürülmesi em­redilmeyen hayvandır. Öldürülmesi emredilen hayvan hakkında ise, şeria­tın emrine imtisal olunur. Öldürülmesi emredilen harbî, kâfir, mürted, kuduz köpek, hadiste sayılan beş fâsık hayvan,[295] ve bu manada olanlar­dır. Muhterem hayvanı sulamak ve doyurmak gibi iyiliklerde bulunmakla sevap hasıl olur. Bu hususta hayvanın sahibi olup olmaması, kendinin veya başkasının olması önemli değildir.

Davudî: "bu hadis bütün hayvanlar hakkındadır." demiş. Ebû Ab-dülmelik ise, onun Benî İsrail'e ait olduğunu söylemiş, müslümanlıkta kö­peklerin öldürülmesi emrolunduğunu hatırlattıktan sonra hadisin bazı za­rarsız hayvanlar hakkında varid olduğunu iddia etmiş; "Çünkü domuz gibi öldürülmesi emrolunan hayvan zararı artsın diye su vererek kuvvetlendirilmez" demiştir. Allâme Aynî, Ebu Abdülmelik'e cevap ver­miş, hadisin Benî İsrail'e ait olduğu iddiasını delilsiz bir iddia olarak va­sıflandırmış, köpeklerin öldürülmesi emrinin de neshedildiğini hatırlatıp bu hadisin bazı zararsız hayvanlara mahsus oluşu iddiasını da tahakküm saymıştır. Bundan sonra sözü Nevevî'ye tevcih eden Aynî şunları söyle­miştir: "Nevevî'ye de şaşarım, hadisin bütün muhterem hayvanlar hak­kında oldğunu iddia ediyor. Bu dahi delilsiz davadır. Hadisin mesajı Al­lah Teâlâ'nın yarattıklarına şefkat göstermeye yöneliktir. Şefkat göster-mekse zararlı hayvanı Öldürmeye engel değildir. Böyle bir hayvanı sular sonra öldürürüz. Çünkü biz öldürmeyi bile güzel yapmakla memuruz."

Allah'ın şükretmesinden murad, onun amelini kabul buyurması sevab yazması ve affetmesidir.[296]

 

Yolculukta Bir Yerde Konaklamak[297]

 

2551. ...Enes b. Mâlik (r.a.) dedi ki: "Biz (yolculukta) bir yere konakladığımız zaman, hayvanların yükü indirihnedikçe nafile na­maz kılmazdık."[298]

 

Açıklama

 

Sünen-i Ebû Davud'un bir nüshasında  kelîmesi yerinde kelimesi bulunmaktadır.O zaman bu hadis,  "Biz hayvanların yükünü indirmedikçe nafile namaz kılmazdık" manasına gelir.

Diğer bir nüshada da, "hatta tühalle" kelimesi yerinde "hatta nünîha" kelimesi geçmektedir. Bu nüsha nazar-ı itibare alındığı takdirde ise, sözü geçen cümle "Biz hayvanları istirahata çekmedikçe nafile namaza durmazdık" manasına gelir. Hadis-i şerif, nafile namaz kılmaya son dere­ce önem veren ashâb-ı kiramın, hayvanların hakkına riâyet etmeye, nafile namaz kılmaktan daha fazla önem verdiklerini, yolculuk esnasında bir yerde konakladıkları zaman kuşluk namazı gibi belli vakitlerde kılınan nafile namazların fevt olması pahasına da olsa, hayvanların yüklerini indi­rip onları rahata kavuşturmadıkça o namaza durmadıklarını ifâde etmek­tedir. Ashâb-ı kiramın- ibâdetle ilgili meselelerdeki uygulamalarının kendi ictihadlanndan kaynaklandığı düşünülemez. Çünkü ibâdetlere ait uygula­malar ictihad konusu olamazlar. Bu itibarla onların bu uygulamasının Rasûl-i zîşân efendimizin talimatından kaynaklandığını kabul etmek icabeder. Bu da hayvanların haklarına riâyet etmenin ve onlara acımanın nafile na­maz kılmaktan daha önemli olduğunu ifâde eder.[299]

 

45. Atların Boynuna Yay İpi (Kiriş) Takmak

 

2552. ...Ebu Beşir el-Ensârî'nin dediğine göre kendisi Rasûlullah (s.a.) ile bir yolculukta bulunmuş. Rasûlullah (s.a.) bir elçi gön­dermiş. (Bu hadisi Ebu Beşir'den nakleden) Abdullah b. Ebi Bekir dedi ki; "Öyle zannediyorum ki (Ubâde b. Temini) dedi ki; (Hz. Peygamber bu elçiyi gönderdiği sırada, kendilerine elçi gönderilen) insanlar geceledikleri yerlerinde idiler (ve Hz. Peygamber elçiye şun­ları söylemesini emretmiş); "Hiçbir devenin boynunda (takılı) bir yay ipi (kiriş), veya bir gerdanlık kalmasın hepsi kesilsin.”

Mâlik dedi ki: "Bunların göz değmesinden korunmak) için (ta­kılmış) olduklarını zannediyorum."[300]

 

Açıklama

 

İbn Hacer, Ebû Bişr'in Hz. Peygamber'le beraber bulunduğu bu seferin hangi sefer olduğunu tesbit edeme­diğini söyler.

Metinde geçen “insanlar geceledikleri yerlerinde idi."cümlesi, bazı nüshalarda; "insanlar öğle uykusuna yattıkla­rı yerlerinde idi." şeklînde geçiyorsa da hadisin özüne tesir edecek derece­de önemli bir fark değildir.

İbnü'l-Cevzî'nin açıklamasına göre Hz. Peygamberin, develerin bo­yunlarına takılan bu iplerin kesilmesini emretmesi hakkında üç görüş vardır:

1. Câhiliyye döneminde yaşayan araplar develerin boynuna kiriş ve gerdanlık gibi şeyler takarlar ve bunların göz değmesine mâni olacağını zannederlerdi, tşte Hz. Peygamber, bu gibi şeylerin Allah'dan gelen musi­betleri önleyemeyeceğini bildirmek İçin, onların kesilmesini emretmiştir. İmam Mâlik bu görüştedir.

2. Hayvanların boynuna takılan bu gibi gerdanlıklar bazı hallerde on­ların boğazını sıkıp Ölümlerine sebep olacağı için, Rasûlullah bunların ke­silmesini emretmiştir. Hanefi imamlarından İmam Muhammed bu görüş­tedir. Ebu Ubeyde de bu görüşü tercih etmiştir.

3. Câhiliyye araplan develerin boynuna kiriş takarlar ve bu kirişlere de çan asarlardı. Bu çanlar da geceleyin düşmanın onların bulundukları yeri sezmesine sebep olurdu. İşte burada esas yasaklanmak istenen, deve­lerin boynuna kirişler takmak değil, bu kirişlere çan asmaktır.

Nevevî'nin beyânına göre bu hadis-i şerifteki nehy kerâhet-i tenzihiyye içindir. Ulemadan bazılarına göre ise, kerahet-i tahrîmiyye içindir. Hay­vanlara takılan bu gerdanlıkların ihtiyaç duyulduğu anda takılmalarının caiz, ihtiyaç duyulmadan takılmalarının ise, haram olduğunu söyleyenler de vardır. İmam Malik hayvanların boynuna gerdanlık takmanın mekruh oluşunu göz değmesine engel olması gayesiyle takılmış olmasına bağla­makta bu maksadın dışında hayvanların boynuna çeşitli takılar takılma­sında bir sakınca görmemektedir.

Bütün bu görüşler, içinde Kur'an âyetleri ya da me'sur dua bulunma­yan takılar hakkındadır. İçinde âyet veya me'sur dua bulunan, insanlara ve hayvanlara takılan muskalara gelince, bunlar teberrük için takıldıkla­rından sakıncalı değillerdir. Kibir ve gurur vermemek israfa varmamak şartıyla süs için boyunlara takılan şeyler de aynı şekilde zararsızdır. Bun­ları takmakta bir sakınca yoktur.[301]

 

Atlara İyi Bakmak, Onları Harbe Hazır Bulundurmak Ve Onların Kaba Etlerini Kaşağılamak[302]

 

2553. ...Ebû Vehb el-Cüşemî'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Atlan (her an harbe hazır tutmak için) bağlayınız, alınlarını ve sağrılarını sıvazlayınız" buyurdu. Yahut da "kabalarını (sıvazla­yınız)" dedi. (Sonra sözlerine şöyle devam etti); "Onlara gereken gerdanlıktan takınız. (Fakat yayın iki ucu arasına gerilen) kirişleri takmayınız."[303]

 

Açıklama

 

"Atlan bağlayınız"  cümlesi, "onları hazır tutunuz ve harb için onları iyi hazırlayınız*' anlamındadır. Atların alınlarını ve sağrılarını sıvazlamaktan maksat, onların alınla­rını ve sağrılarını elle okyaşıp onları memnun etmek ve ayrıca hayvanın sözü geçen yerlerini tımar ederek onların istirahatını sağlamaktır.

Bu hadisi rivayet eden râvi Hz. Peygamberin, "atların sağrılarını sıvazlayınız" mı, yoksa, "kabalarını sıvazlayınız*'mı dediğinde şüpheye düş­müştür. Harb vasıtası olan bir hayvanın kaba etlerini elle sıvazlayıp tımar etmek onun rahatlamasına ve kuvvetlenmesine sebep olacağı için ibâdet hükmündedir. Hadis-i şerifte geçen "onlara (gereken) gerdanlıkları takı­nız (fakat yayın iki ucu arasına gerilen) kirişleri takmayınız." cümlesinden maksat, "onlara istediğiniz gerdanlıkları takarak din düşmanlarının üzeri­ne sürünüz. Fakat câhiliyye dönemi araplarının yaptığı gibi göz değmesini önleyeceği inancıyla onlara yay kirişi takmayınız" demektir. At besleme mevzuunda gelen hadislerden bazıları da şu mealdedirler.

1. At beslemek kişi için ecirdir, yâni sevabı muciptir.

2. Kişi. için perdedir, siperdir.

3. Kişinin Üzerinde günahtır, yâni günahı muciptir."

Atın kendisine sevap kazandırdığı adam, onu Allah yolunda bağla­mış, onun ipini bir çayıra yahut bir bahçeye uzatmıştır. İşte o at, içinde bağlı olduğu o çayırın, yahut o bahçenin neresine değip geçerse o kısım onun için sevabı mucip olur. Eğer o, bir nehre uğrar da sahibi sulamak istemediği halde su içerse bu da sahibi için sevabı mucip olur. Atın kendi­sine siper olduğu adam, onu insanlara muhtaç olmamak ve perde ol­mak için yani fakirliğini gizlemek ve de teaffüf yani evlad-ü lyalini nâ-muskârâne geçindirmek için bağlamıştır. Ona iyi bakmak, hoş binmek ve yük yüklemek hususlarında Allah'ın hakkını unutmamaktadır. İşte o hay­van, kendisi için siperdir.

Diğer adam ise, atı sırf böbürlenmek, gösteriş ve düşmanlık için bağ­lamıştır. Bu da kendisi için günahı muciptir."[304]

 

46. Hayvanların Boynuna Çan Takmak

 

2554. ...Ümmü Habibe (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

“Melekler aralarında çan (sesi) bulunan yolcularla arkadaşlık etmezler.''[305]

 

Açıklama

 

kelimesini "ra"nın zammesi ile "rüfkaten" şeklinde okumak caiz olduğu gibi "ra"nın kesresi ile "rifkaten" şeklinde okumak ta caizdir. Bu kelime, "toplu halde yolculuk ya­pan yol arkadaşları" anlamına gelir.

Hadis-i şerifte aralarında çan sesi bulunan yolculara meleklerin arka­daşlık etmeyeceği ifâde edilmektedir.

Avnü'l-ma'bud müellifi Azimâbâdî'nİn açıklamasına göre, aralarında çan sesi bulunan yolculara arkadaşlık etmekten kaçınan bu melekler, h'a-faza meleklerinden başka meleklerdir. Çünkü hafaza melekleri insanı hiç­bir zaman terketmezler. Azîzî ise, el-Câmiu's-sağir şerhinde, bü melekle­rin rahmet melekleri olduğunu söyler.[306]

Yine Avnü'l-ma'bud yazarının açıklamasına göre bu meleklerin, ara­larında çan sesi bulunan yolculara arkadaşlık etmekten kaçınmaları şu iki mânâya gelebilir:

1. Meleklerin bu yolcuları tamamen terketmeleri ve asla onlarla bera­ber olmamaları anlamına gelebilir.

2. Melekler o yolcularla beraber bulunurlar. Fakat onlara istiğfarda bulunmazlar ve onlara dua etmezler anlamına gelebilir.

Avnü'l-ma'bud yazarı Azîmâbâdî, meleklerin bu yolcuları terketmelerinin sebebini de şöyle açıklıyor: "Çünkü çan sesi çok çirkindir ve çan sesi kilise çanlarının sesini hatırlatır. Nitekim hadis-i şerifte de çan sesi şeytanların çalgısının sesine benzetilmiştir. Ayrıca çan sesi savaşta sahibi­nin yerini düşmanların öğrenmesine sebep olur. Oysa Hz. Peygamber düş­manlarına ansızın baskın yapmayı severdi. Şemsü'l-eimme İmam Serahsî, es-SiyerıTI-Kebir Şerhi'nde mevzumuzu teşkil eden bu hadisle ilgili görüş­lerini şöyle açıklıyor; "Bazı âlimler bu rivayetin zahirine bakarak, savaşta olsun başka hususlarda olsun bineğe çıngırak takmayı mekruh görmüşlerdir.

Hz. Âişe'den yapılan bir rivayete dayanarak, küçük çocuğun ayağına çıngırak takmayı da mekruh görmüşlerdir. Bu rivayete göre, Hz. Âişe bir kadının yanında ayağına çıngırak takılmış bir çocuk görmüş ve kadına, "meleklerin nefret etliği şu şeyi ondan uzaklaştır" demiştir. Bizce bu riva­yetlerin izahı, darü'l-harb'te gaziler için çıngırak takmanın mekruh oldu­ğudur. Şayet düşmana gece bir baskın yapmak isteseler, düşman hemen onların farkına varır. Şayet düşman topraklarına sızan bir seriyye olsalar, düşman hemen onları bulup öldürür. Bu durumlarda müşriklere yardımcı olduğu için çıngırak kullanmak mekruhtur. Ama dârü'l-İslâm'da hayvan sahibine faydası dokunacağından çıngırak kullanmakta sakınca yoktur.

Meselâ çıngırağın sesi yolcuların uykusunu kaçırtıp yola devam etme­lerine yardımcı olur. Kervanın arkasında kalıp gece yolunu şaşıran kimse­ler çıngırak sesleri yardımıyla kervanlarını bulurlar. Bazı hayvanlar bu sesten zevk duyarak, daha süratli yürür. Şayet hırsız ve yol kesicilerden korku yoksa bu durumuyla çıngırak faydalıdır ve kullanılmasında sakınca yok­tur. O da develerin sür'atli ve düzenli yürümelerini sağlamak için söylenen şarkılara benzer. Nitekim Rasûlullah (s.a.)'in kendîsininde hazır bulundu­ğu bir gece yolculuğunda bazı şarkılar söylenmiş, kendisi de buna izin vermiştir. Çocukların ayaklarına takılan çıngıraklara gelince, bunlar şayet sırf eğlence için takılıyor ve başka bir faydası yoksa, hoş karşılanmaz. Ama faydası varsa sakıncası yoktur."[307]

Bu mevzuda İmam Nevevi de şunları söylüyor: Buradaki keraheti tenzihiyyedir. Şam'ın eski ulemasından bir cemaat büyük çanın mekruh oldu­ğunu küçüğünün mekruh olmadığını söylemişlerdir. Ancak Tuhfetu'l-ahvezi yazarı'nın da dediği gibi, hadisteki "çan" kelimesi, mutlak olarak kulla­nıldığından çanın büyüğü de küçüğü de aynı hükümdedir.[308]

 

2555. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu":

"Melekler, aralarında köpek ve çan sesi bulunan yoldaşlara arkadaş olmazlar.”[309]

 

Açıklama

 

Bilindiği gibi Cibril aleyhisselam Hz. Peygamberle görüşmek üzere bîr vakit tayin ettiği halde, Hz. Peygamber'in bulunduğu evde bir köpek yavrusu bulunduğu için, o eve girememiş ve sözünü yerine getirememişti. Hz. Peygamber bu köpeği dışarı çıkarınca Cibril aleyhisselam derhal içeri girmiş ve Rasûl-i Zişân Efendimize, "Bana senin evindeki köpek mani oldu. Biz içinde köpek ve suret bulunan eve girmeyiz."[310]   demişti.

Ulema bu mesele üzerinde durmuş ve Hattâbî gibi bazı hadis alimleri edinilmesi haram olan köpeklerin bulunduğu yere, rahmet meleklerinin girmediğini, fakat av köpeği, ekin veya çoban köpeği gibi köpeklerin bir yerde bulunmasının, rahmet meleklerinin oraya inmesine mani olmadığını söylemişlerdir.

Yolculukta da hüküm böyledir. Edinilmesi haram olan köpeklerin, beraberinde bulunduğu yolcuların yanına rahmet melekleri inmezler. Fa­kat av köpeği, çoban köpeği gibi köpeklerin yolcuların yanında bulunma­ları rahmet meleklerinin o yolcuların yanına inmesine engel değildir. Me­leklerin, aralarında köpek bulunan yolcuların yanına inmeyişinin sebebini ulema şöyle izah ederler: "Çünkü köpekler çok pislik yerler ve pis kokar­lar. Ayrıca bazı köpekler şeytan tabiatlıdır. Meleklerse şeytanların zıddıdır." Rahmet meleklerinin aralarında çan sesi bulunan yolcuların yanına inmemesi meselesini bir Önceki hadiste açıkladık.[311]

 

2556. ...Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) çan hakkında "şeytan'ın düdüğüdür'* buyurmuştur.[312]

 

Açıklama

 

Mizmar, sözlükte, kaval, ney ve düdük gibi nefesli müzik aletleri manasına gelir. Güzel ses ve şarkılar için de kullanılır.

Aliyyü'l-kâri'nin açıklamasına göre, çan sesinin şeytana izafe edilme­sinin sebebi, özellikle yolculukta bu gibi sesler sürekli olduğunda aynen şeytan gibi sürekli olarak insanın gönlünü meşgul edip, onu zikir ve fikir­den alıkoymasıdır. Hayvanlara çan takmanın hükmü hakkında ulemanın görüşlerini 2554 numaralı hadiste açıklamış bulunmaktayız.[313]

 

47. Dışkı Yiyen Hayvana Binmek

 

2557. ...İbn Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Dışkı yiyen hayvana binmek yasaklanmıştır."[314]

 

Açıklama

 

Bilindiği  gibi  dışkı  yiyen  hayvana  = cellâle, denir. Bu dışkı ister koyun, sığır, deve gibi dört ayaklı hayvan dışkısı olsun, isterse kaz, Ördek, tavuk gibi kümes hayvanları dışkısı olsun.

İbn Hazm,Cellâle isminin sadece dört ayaklı hayvanların dışkısını yi­yen hayvanlara verilebileceğini iddia ederken, bazı ilim adamları da, yiye­ceklerinin ekserisi pis hükmündeki şeyler olan hayvanların cellâle sayılaca­ğını, yiyeceklerin ekseriyeti temiz olan hayvanlarınsa cellâle sayılamayaca­ğını söylemişlerdir. İmam Nevevi, "Tashih'üt-tenbih" isimli eserinde bu görüşü savunmuşsa da; "er-Ravda" isimli eserinde Râfiî'ye uyarak, "Bu hususta nazar-ı itibare alınacak Ölçü, hayvanın etsuyunun veya etinin, ta­dı, rengi ve kokusunun bozulup bozulmamasıdır. Eğer hayvanın etinin tadı, rengi ya da kokusu bozulmuşsa hayvan cellâledir, yoksa cellâle değil­dir." demiştir.

Bu mevzuda Hattâbî de şöyle diyor; "İnsanlar dışkı yiyen hayvanın etinin yenip yenmeyeceği ve sütünün içilip içilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişler, rey ehli ile İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel bu hayvanların etle­rinin yenmesini ve sütlerinin içilmesini mekruh görmüşlerdir. Sözü geçen ulemaya göre böyle bir hayvan birkaç gün hapsedilip temiz yemlerle bes­lenmedikçe etleri yenmez ve sütleri içilmez.

Bir hadis-i şerifte rivayet edildiğine göre dışkı yiyen bir hayvanın etini yiyebilmek için hapis süresi kırk gündür. Buna göre, dışkı yiyen sığırların etlerinin ve sütlerinin helal olması İçin, kesilmeden önce en az kırk gün hapsedilip temiz yemlerle beslenmeleri icâbeder. Hz. Ömer tavukları üç gün hapseder ondan sonra keserdi.

İshak b. Rahûye dışkı yiyen hayvanların etini güzelce yıkadıktan son­ra yemekte bir sakınca olmadığını söylerdi.

Hasan el-Basri (r.a.) ise, Cellâle'nin etini yemekte bir sakınca görmez ve hiçbir işleme tabi tutmadan onun etinin yenilebileceğini söylerdi. Mâlik b. Enes de bu görüştedir.

İbn Reslan "Şerhu's-Sünen" isimli eserinde şunları söylüyor: "Dışkı yiyen hayvanın ne kadar hapsedilmesi gerektiğine dair tesbit edilmiş belli bir süre yoktur. Bazı âlimler bu sürenin deve ve sığır cinsi için kırk, koyun cinsi için yedi, tavuk cinsi için de üç gün olduğunu söylemişlerdir, et-Tahrir ve el-Mühezzeb isimli  eserlerde de bu görüş tercih edilmiştir."[315]

Bu mevzuda Bezrül-Mechûd müellifi şunları söylüyor:

"Cellâle: Pislik yiyen ve bu pisliğin tesiri etinde sütünde ve terinde görülen hayvandır. Bunun etinin ve sütünün mekruh oluşunun sebebi, eti­nin ve sütünün yediği pisliklerle karışmış olmasıdır. Eğersiz veya semersiz olarak binilmesinin mekruh oluşunun sebebi ise, onun kokusunun ve teri­nin binen kimeseye geçmesidir. Bu gibi hayvanlara binmek alışkanlık hali­ne gelmesin diye yasaklanmıştır. Kıymetli âlimlerimizden merhum Ö.Na-suhi Bilmen, Hanefi mezhebinin bu mevzudaki görüşünü şöyle Özetliyor: "Temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır, deve gibi hayvan­ların etleri bir müddet hapis edilmeksizin hemen kesildikleri takdirde mek­ruhtur. Çünkü bu halde etleri fena kokudan hali olmaz. Hapis müddeti, tavuklar için üç, koyunlar için dört, sığırlar ile develer için on gündür. Böyle pislikle teayyüş eden bir hayvana "cellâle" denir."

Bu hayvanlar, temiz olmayan şeylerden etleri kokmayacak miktar da yemiş oldukları takdirde hepisleri lazım gelmez. Etleri kerâhetsiz olarak yenilebilir.[316]

 

2558. ...îbn Ömer (r.a.)'den; demiştir ki:

"Rasülullah (s.a.) pislik yiyen develere binmeyi yasakladı."[317]

 

Açıklama

 

Önceki hadisle ilgili açıklamalar bu hadis için de geçerlidir.[318]

 

48. İnsan, Sahip Olduğu Hayvanlara Özel İsimler Verebilir

 

2559. ...Muaz (r.a.)'dan; demiştir ki. ' Ben Ufeyr denilen bir merkebin üzerinde, Rasûlullah (s.a.)'in terkisinde idim."[319]

 

Açıklama

 

Ridf (veya) redif: Hayvan üzerinde bulunan bir kimsenin terkisine yani arkasına oturandır.

Ufeyr: Peygamber (s.a.)'în merkebinin ismidir. Bu kelimenin aslı "a'fer" olup, kaideye göre "üayfîr" şeklinde tasgir yapılması gerekirken, kaideye aykırı olarak, elifi hazfedilmek suretiyle "ufeyr'* şeklinde tasgir edilmiştir. Nitekim "esved" kelimesini de bu şekilde kaideye aykırı olarak 'süveyd' şeklinde tasgir edilmiştir. Oysa A*fere benzeyen Ahmer ve Esfer gibi kelimeler, kaideye uygun olarak ühaymir ve üsayfir şeklinde tasgir edilmişlerdir. Bu hayvana ceylan gibi hızh koştuğundan dolayı bu ismin verildiğini söyleyenler bulunduğu gibi bu hayvanın toprak gibi boz renkli olduğu için bu ismi aldığını söyleyenler de vardır. Çünkü araplar beyaz ve kızıl karışımı toprağa “afre" derler.

Hayvanlara özel isim vermek araplann eski adetlerinden kalma bir âdettir. Eski araplar, silahlara ve harp aletlerine de özel isimler verirlerdi. Hz. Peygamber Arapların bu adetini tasvib ve takrir etmiş, kendisi de kılıcına, "zülfikar" bayrağına; " = El-ukab", zırhına, "zat-ül-Füdûl", katırına; =  "düldül" ismini vermiştir.[320]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hayvanlara, silahlara ve harp aletlerine özel isim vermek caizdir.

2. Hayvanın iki kişiyi taşıyacak güçte olması şartıyla bir hayvana iki kişinin birlikte binmesi caizdir. Hayvanın zayıf olması ve dolayısıyla iki kişinin binmesiyle zarar göreceğinin bilinmesi halinde bu caiz değildir.[321]

 

49. Harbe Çıkılacağı Zaman "Ey Süvariler, Allah'ın Atlarına Bininiz" Diye Nida Etmek

 

2560. ...Semûre b. Cündüb (r.a.)'den, şöyle dediği rivayet edil­miştir; "Gelelim sadede; Biz (düşman tehlikesinden) korktuğumuz­da Rasûlullah (s.a.) süvarilerimizi, "Ey Allah'ın süvarileri," diye­rek çağır(ır)dı. Ve korkuya kapıldığımız zaman bizden toplu halde sabırlı ve sakin olmamızı isterdi. Harbe çıktığımız zaman da (aynı şeyleri emrederdi)"[322]

 

Açıklama

 

Nefir savaşa çıkmak demektir. Metinde geçen kelimesi atlar manasına geldiği gibi süvariler (atlılar) manasına da gelir. Binâenaleyh kelimesi "Allah'ın atlan" mânâsı­na geldiği gibi Allah'ın atlıları manasına da gelebilir. Fakat başına nida harfi sonuna da emri ilâve edildiği zaman bu kelimenin süvariler manasında kullanıldığı belirlenmiş olur. Bu bakımdan bazı hadis sarihleri bu babın başlığında bulunan "ya haylallahi" kelimesinin aslında "Ey Allah'ın atlarının binicileri" şeklinde zincirleme bir tamlama olduğunu fakat, bu tamlamadan, "fîrsân" kelimesinin düştüğü­nü söylemişlerdir. Suyutî'nin ifâdesine göre, el-Askeri'nin, "el-Emsal" isimli eserinde rivayet ettiği şu hadiste el-Hayl kelimesi süvariler anlamında kut­lanılmıştır: "Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre; Harise b. en-Nu'man (bir gün),

Ey Allah'ın Peygamberi, şehid olmam için bana dua et! dedi. Hz. Peygamber de onun için dua etti. Bir gün; "Ey Allah'ın atlıları atlarınıza bininiz" diye nida edilince ilk atına binen ve ilk şehid olan atlı Harise olmuştu."

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte de hayl, "süvari - atlı" manasında kullanılmıştır. Râğıb-î İsfehânî'nin açıklamasına göre, "Afevtü an sadakati'l-hayl= "atların zekâtını size bağışladım*' cümlesinde, "hayl" kelimesi, "atlar" anlamında kullanılmıştır." Görüldüğü gibi mevzumuzu teşkil eden bu hadisi şerif harbe çıkıldığı zaman süvarilere, "ey Allah'ın atlıları!" diye nida etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Hazret-i Peygamberin Allah'ın süvarileri ismini verdiği müslüman sü­varileri, bir korkudan dolayı, "Ey Allah'ın atlıları" diye çağırdığı ilk ha­dise, hicretin altıncı yılında cereyan eden zükared, diğer ismiyle Ğâbe gazasıdır. Tarih kitapları bu gazanın sebebini şöyle anlatırlar: "Peygamberi­mizin Ğâbe meralarında yayılmakta bulunan sağmal ve doğurmaları yak­laşmış yirmi devesini Uyeyne b. Hısn el-Fazarî'nin Gatafan ve Fâzereler-den kırk atlı salarak baskın yaptırıp sürdürmesi ve Ebu Zer el-Gıfârî'nin oğlunu da şehid ettirmesidir."[323]

Bu olayda Hz. peygamber'in İslâm süvarilerine nida ederek onları harbe çağırışı da tarih kitaplarında şöyle anlatılıyor:

"Seleme b. el-Ekva'ın "ya Sabahah!" diyerek bağırdığı Peygamberi­mize haber verildi. Bunun üzerine "Yetişiniz! yetişiniz!", "Ey Allah'ın süvarileri» atlarınıza bininiz!" denilerek Medine'de seslenildi.[324]

 

50. Hayvanlara Lanet Etmek Yasaklanmıştır

 

2561. ...İmran b. Husayn (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) seferde iken bir lanet (sözü) işitmiş de;

"(lanet eden) bu (kadın) kimdir?'* diye sormuş (Orada bulu­nanlar);

Bu (kadın) falan kadınadır devesine lanet etti, demişler. Bunun üzerine;

"Hayvanın üzerinden (semerini ve yüklerini) indiriniz çünkü o lanetlenmiştir." buyurmuş. (Oradakiler de) hayvanın üzerinden (yükünü ve semerini) hemen indirmiştir.

İmrân dedi ki: "Boz rengiyle o deveyi hâlâ görüyor gi­biyim."[325]

 

Açıklama

 

Bu hadisenin cereyan ettiği seferin hangi sefer olduğu hususunda hadis sarihleri kesin bir açıklama yapamıyorlar. Sadece bunu tesbit edemediklerini söylemekle yetiniyorlar. Aynı şekil­de devesine lanet eden kadının kimliği hakkında onun Ensar'dan bir ka­dın olmasının ötesinde bİF bilgi de verilmiyor.

Her ne kadar bazı ilim adamları, "Kadının hayvana laneti geçtiği ve bedduası kabul edildiği ve dolayısıyla hayvan mel'ûn olduğu için, Hz. Pey­gamber o hayvandan uzak durulmasını emretmiş, üzerine binilmesini ya­saklamıştır", demişlerse de, imam Nevevî'ye göre Hz. Peygamberin bu hayvana binmeyi yasaklamaktan maksadı; lanetleme yasağına uymayan kadını cezalandırmaktır. Çünkü Hz. Peygamber daha önce lânetlemeyi yasakladığı halde sözü geçen kadın bu yasağı çiğneyerek devesine lanet etmiştir. Rasûl-i Zişân Efendimiz de onu bu fiili bir daha işlememesi için bu şekilde cezalandırmıştır. Ancak bu yasak hadisenin cereyan ettiği yol­culuk süresince geçerlidir. Etinin yenmesi, satılması ve sözü geçen yolcu­luk bittikten sonra Hz. Peygamberin beraberinde olmamak şartıyla üzeri­ne binilmesi caiz olduğu gibi, lanetten önce onun hakkında caiz olan ta­sarrufların hepsi yine caizdir, Bezlü'l-mechûd yazarının açıklamasına gö­re, Hz. Peygamber'in o deveye binmeyi yasaklamasını onun lanetlenmiş olmasına bağlamak çok yanlıştır. Çünkü deve lanete layık ve ehil bir hay­van değildir. Bir hadis-i şerifte de açıklandığı gibi lanete müstehak ve ehil olmayan bir varlığa yapılan lanet, sahibine döner.[326]

 

51. Hayvanları Birbirine Kışkırtmak Ve Aralarını Kızıştırmak

 

2562. ...îtjn Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) hayvanları biri birine kışkırtmayı yasakladı."[327]

 

Açıklama

 

Tahriş = Hayvanları birbirine kışkırtarak onları döğüş-türmek demektir.Günümüzde rastlanan deve güreşleri ve horoz döğüşleri gibi yarışlar bunun en canlı örneğini teşkil ederler. Bu gibi yarışlarda insanlık hesabına hiçbir fayda bulunmadığı, sadist ruh­ları tatminden başka bir işe yaramadığı gibi, döğüşen hayvanlara büyük bir acı çektirdiği için yasaklanmıştır. Çünkü İslam, insanlığın hayrına ol­mayan işlere izin vermez. îslamın her emir ve nehyinde çok büyük hikmet ve maslahatlar vardır.

Bu hadisi Tirmizi bir defa mürsel olarak, bir defa da merfû' olarak rivayet etmiştir. Hafız el-Münzirî, Tirmizi'nin mürsel plan rivayetinin merfu olan rivayetinden daha sahih olduğunu söylemiştir.[328]

 

52. Hayvanları Dağlayarak Damgalamak

 

2563. ...Enes b. Malik (r.a.)'den; demiştir ki: "Kardeşim yeni doğduğu zaman damağına (yiyecek) bir şey sürmesi için onu, Pey­gamber (s.a.)'e getirmiştim. Bir de baktım ki kendisi bir ağılda ko­yunları ateşle damgalıyor."

(Bu hadisi Hişam'dan rivayet eden Şu'be) dedi ki: "Öyle zan­nediyorum ki (Hişam) "(Hz. Peygamber hayvanların) kulaklarına (damga vuruyordu)" dedi.[329]

 

Açıklama

 

Tahnîk: Hurma gibi tatlı bir şeyi çiğneyerek yeni doğan çocuğun damağına sürmektir.  Bundan maksad, tahnik yapan kimsenin ağzından çıkan lokmayı çocuğa yutturarak teberrükde bulunmaktır.

Vesm: Hayvanın derisini ateşle dağlayarak onun vücuduna damga bas­maktır. Bu iş genellikle demir bir çubuğun ateşte kızdırılarak hayvanın kulağına basılmasıyla olur! Hayvanlara vurulan bu damga, kime ait oldu­ğunun bilinmesini ve dolayısıyla onun kaybolması ya da başkalarına ait hayvanların içine karışması halinde kime ait olduğunun kolayca tanınıp sahibine iade edilmesini ve daha önemlisi, kişinin zekât olarak verdiği hay­vanları yanlışlıkla satın almaktan korunmasını sağlar. Herkes kendine ait hayvanına kendisine ait özel bir damga vurursa bu sayede hayvanın kime ait olduğu kolayca bilinir.

Buharî'nin rivayetinin birinde Hz. Enes'in Resûl-i Zişân Efendimizi koyunları damgalarken gördüğü ifâde edilirken[330] diğer bir rivayetinde de­veleri damgalarken gördüğü[331] ifâde edilmektedir. Bu durum Hz. Enes'-in, Hz. Peygamber'i bir ağılda karışık halde bulunan koyun ve develeri damgalarken gördüğünü ortaya koymaktadır. Hafız İbn Hacer'in açıkla­masına göre bu hadis hayvanları ateşle dağlayarak damgalamanın caiz ol­duğunu söyleyen cumhur-u ulemânın delilidir. Ancak Hanefi uleması hay­vanlara ateşle işkence yapmanın yasaklığım[332] nazarı itibare alarak, cum­hur-u ulemaya muhalefet etmiştir.

Yine Hanefi ulemasından bazılarına göre hayvanları ateşle dağlayarak damgalama İslâm'ın ilk dönemlerinde caizdi, fakat sonradan neshedildi. Cumhur-u ulemâya göre ise, mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerif, hayvan­lara ateşle işkence etme yasağının genel hükmünü tahsis ederek, hayvanla­ra ateşle damga vurmayı caiz kılmıştır. Bazı Şafiî ulemâsına göre, zekat hayvanlarına bu şekilde damga vurmak müstehabdır. Hayvanların kulak­larını keserek onlara en vurmaya gelince Buharı sarihlerinden Kirmânî bu­nun caiz olduğunu söylemiştir. Ancak Hanefi ulemasından Aynî, "Hay­vanın diri iken kuyruğunu ve kulağını kesen kimseye Allah gazâb etsin."[333] hadis-i şerifini delil getirerek bunun caiz olmadığını söylemiştir. Oysa hadis-i şerifte yasaklanan kulağın tümünü kesmektir. En vurmak ise, kulağın bir kısmını kesmekle olur.[334]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hayvanların kulağını ateşle dağlayarak damgalamak caizdir.

2. Kulak yüzden değildir.

3. Yeni doğan çocuğa tahnik yapmak müstehabdır.

4. Yeni doğan bir çocuğu teberrük için salah ve takva sahiplerinden birine götürmek müstehabdır.

5. Hz. Peygamber son derece cömert idi, zekât ve cizye gibi müs lümanlara ait amme işleriyle ilgilenir ve bunları bizzat kendi elleriyl hallederdi.[335]

 

Hayvanların Yüzünü Ateşle Damgalamak Ve Yüzlerine Vurmak Yasaktır[336]

 

2564. ...Câbir (r.a.)'dan' rivayet olunduğuna göre, peygamber (s.a.)'in yanına yüzüne damga vurulmuş bir merkeb getirilmiş, bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.); "Benim hayvanların yüzünü (ateşle) damgalayan ve onların yüzüne vuran kimselere lanet ettiğim haberi size erişmedi mî?" demiş ve bunu yasaklamıştır."[337]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif bilumum hayvanların yüzüne vurmanın dînen yasaklandığını ifâde etmektedir. Bu mevzuda insan hakkındaki yasak ise, daha da şiddetlidir. Çünkü yüz insanın bütün güzelliklerinin toplandığı yerdir .Yüze vurulduğu zaman orada eseri kalır. Hatta yüzde bulunan ve büyük önemi haiz olan görme işitme, tatma ve koklama gibi duyu organlarının bu yüzden zarar görmesi ve hatta tama­men tahrib olması da mümkündür.

Ancak hayvanların yüzlerinin dışında vücudlarının diğer kısımlarına ateşle damga basmak caiz olduğu gibi, gerektiği zaman yüzlerinin dışında kalan yerlerine zarar vermeyecek şekilde vurmak da caizdir. Bezl'ül-mechud müellifinin açıkladığı üzere bir hayvanı kiralamış olan kimse, adete uygun olarak ona vurup yürümesini ya da kafileye yetişmesini sağlayabilir. Nite­kim Hz. Peygamber'in Hz. Câbir'in devesine vurduğu Hz. Ebu Bekr'in de kendi devesine bastonuyla vurduğu bilinmektedir. Ayrıca hayvanları terbiye eden bîr kimsenin terbiye için onlara vurması ve öğretmenin de terbiye için Öğrencisini dövmesi caizdir. Bu gibi kimselerin terbiye ettikleri hayvanları veya çocukları döverlerken onlara verdikleri zararı ödemeleri lâzım gelmez, tmam Mâlik ile İmam İshak, Ebu Yûsuf ve Muhammed bu görüştedirler.

İmam Sevri ile îmam Ebû Hanife'ye göre bu zararı ödemeleri gere­kir, tmam Şafiî'ye göre ise, muallim dövmüş olduğu çocuğa verdiği zararı ödemekle mükellef ise de hayvan terbiyecisi dövdüğü hayvanın bu yüzden uğradığı zararı ödemekle mükellef değildir.

Hayvanın yüz kısmına ateşle damga vurmayı bazı ulemâ mekruh gör­müş, hatta haram olduğuna işaret edenler de bulunmuştur. Çünkü Hz. Peygamber bu işi yapanlara lanet etmiştir.[338]

 

53. Eşekleri Kısraklara Çekmenin Keraheti

 

2565. ...Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'e bir katır hediye edildi de ona bindi. Bunun üzerine Ali (r.a.);

Biz de eşekleri atlara çekseydik de bizim de bunun gibi (katırla­rımız) olsaydı (ne güzel olurdu) dedi. Rasûlullah (s.a.) de;

"Bunu ancak bilmeyenler yapar." buyurdu.[339]

 

Açıklama

 

"Bunu ancak bilmeyenler yapar" sözü, "atı kısrağa çekmenin, eşeği kısrağa çekmekten daha hayırlı olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh eşeği kısrağa çekenler, dinin bu husustaki ahkâ­mını ve kendileri için hayırlı olanı bilmeyen kimselerdir.

Hadis ulemasından Hattâbî bu hadisle ilgili olarak özetle şunları söy­ler: "Eşeğin kısrağa çekilmesiyle at cinsinin üremesi ve dolayısıyla atlar­dan elde edilecek menfaatler azalır. Bu durum fert ve cemiyetin aleyhine bir gelişmedir. Çünkü atlar binmeye, koşturmaya, üzerlerine binip düşma­na saldırmaya ve ganimet elde etmeye yarayan hayırlı yaratıklardır. Etleri yenir, harbe katılması halinde aynen bir mücahid asker gibi ganimetten pay hakkeder. Bu payı onun namına sahibi alır. Eşeğin kısrağa çekilme­siyle dünyaya gelen katırda ise, bu özellikler yoktur. Bu sebeple Hz. Pey­gamber, atın kısrağa çekilip de bu çiftleşmeden at üremesini, eşeğin kısra­ğa çekilipte katır üremesine tercih etmiştir.

Fakat atın eşeğe çekilerek bu çiftleşmeden bir katırın dünyaya gelme­si, caiz olabilir. Çünkü at nesline zarar getirecek olan durum, kısrağın rahminin eşek nesliyle meşgul edilip ondan at yerine katır doğmasıdır. Eşeğin rahminin at nesli ile meşgul olması böyle olmayabilir.

Her ne kadar bazıları, katır cinsinin birtakım hilkat bozukluklarını huysuzluk gibi kusurları taşıdığı için eşeği kısrağa çekmekle atı eşeğe çek­menin arasında bir fark olmadığını söylemişlerse de aslında bu görüş isa­betli değildir. Çünkü Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri yarattı..."[340] buyurarak Kur'an-ı Keri­minde katırı övmüştür. Çirkin olan bir şeyin Kur'an-ı Kerim'de medhedil-mesi düşünülemez. Ayrıca Hz. Peygamber de sağlığında katır taşımış ha­zarda ve seferde ona binmiş Huneyn savaşında katır üzerinden müşrikler üzerine çakıl taşları atıp onları perişan etmiştir. Eğer atı, eşeğe çekmek caiz olmasaydı, bu çiftleşmeden dünyaya gelmiş olan bir katıra Hz. Pey­gamber binmezdi.

Tîbî'ye göre ise, eşeği kısrağa çekmek caiz olmadığı gibi atı eşeğe çekmek de caiz değildir. Fakat bu çiftleşmelerden doğan katırlara binmek ve onları taşımak caizdir. Bu tıpkı yatak ve sergilere resim işlemeye ben­zer. Bilindiği gibi yatak ve sergilere canlı resimleri işlemek haramdır. Re­simlerin işlenmiş olduğu yatak ve sergileri kullanmaksa caizdir.

İmam-ı Ebû Hanîfe ile tmam-ı Ebû Yûsuf ve İmam-ı Muhammed'e gö­re ise atı eşeğe çekmede bir sakınca olmadığı gibi, eşeği kısrağa çekmede de bir sakınca yoktur.[341]

 

54. Bir Hayvana Üç Kişinin Binmesi

 

2566. ...Abdullah b. Câ'fer'den; dedi ki: Peygamber (s.a.) bir yoldan geldiği zaman bizim tarafımızdan karşılanırdı. îlk önce han­gimiz tarafından karşılanırsa onu (hayvanının) önüne alırdı. (Bir gün ilk önce) benim tarafımdan karşılandı. Beni önüne aldı sonra Hasan ya da Hüseyin tarafından karşılandı. Onu da arkasına aldı. Ve biz Medine'ye bu şekilde girdik.[342]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber bir yolculuktan dönerken ehl-i beytinden  birtakım çocuklar tarafından karşılanırdı.Bu çocuklar babaları tarafından Hz. Peygamberi karşılamaya gönderilirdi. Hz. Peygamber de karşısına ilk çıkan çocuğu hayvanının önüne, kendisini ikinci olarak karşılayan çocuğu da arkasına bindirir ve hayvanda kendisiyle bir­likte üç kişi bînili olduğu halde şehre girerdi Hz. Peygamberin bu uygula­ması gücü yeten bir hayvana üç kişinin binmesinin caiz olduğunu ifâde eder. Şâfi? ulemasından İmam Nevevi bu mevzuda şunları söylüyor: "Bi­zim mezhebimize ve tüm ulemaya göre, bir hayvana üç kişinin binmesinin kesinlikle yasak olduğu nakledilmişse de aslında bu görüş doğru değildir."

Hafız İbn Hacer ise İmam Nevevi'nin bu görüşünü tenkid ederek, "Aciz bir hayvana üç kişinin binmesinin caiz olduğunu açıkça söyleyen bir ilim adamı bulunmadığı gibi, gücü yeten bir hayvana üç kişinin binme­sinin caiz olmayacağını söyleyen bir ilim adamı da mevcut değildir," der.

Bütün bu açıklamalardan ve Hz. Peygamberin uygulamasından anla­şılan şudur ki: Hayvanın gücü yetmesi kaydıyla bir hayvana üç kişinin birlikte binmesinde bir sakınca yoktur.[343]

 

Bazı Hükümler

 

1. Yoldan dönen kimselerin kendilerini karşılayan çocukları hayvanlarına ya da arabalarına bin­direrek onların gönüllerini almaları müstehabdır. tmam Nevevi bunun sünnet olduğunu söylüyor.

2. Gücü yeten hayvana üç kişinin binmesi caizdir.[344]

 

55. Hayvan Üzerinde Binili Olarak Beklemek

 

2567. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hayvanlarınızın sırtını minberler edinmekten sakınınız. Çünkü (yüce) Allah sadece zorlukla varabile­ceğiniz yerlere sizi iletmeleri için onlan sizin emrinize verdi. Arzı da sizin için yarattı. Binâenaleyh ihtiyaçlarınızı arzın üzerinde karşı­layınız."[345]

 

Açıklama

 

Aliyyül-Kârî'nin açıklamasına göre metinde geçen "Hayyanlarınızın sırtını minberler edinmekten sakınınız." sözünden maksat, "hayvanları durdurup da sırtlarında oturarak başkalarıy­la sohbet ederek veya bir alışveriş için pazarlığa girişerek, onları lüzumsuz yere yormayınız. Bu gibi işlerinizi yapmak istediğiniz zaman onların üze­rinden ininiz, ondan sonra işlerinizi yapınız." demektir.

Nitekim bu cümleyi takibeden ve hayvanların, üzerlerinde insanların konuşmaları için değil, inşaları bir yerden bir yere taşımak için yaratıldığı­nı ve insanların üzerinde ihtiyaçlarını görmeleri için de arzın yaratılmış olduğunu ifâde eden cümleler de AIiyyül-Kâri'nin bu görüşünü destekle­mektedir.

Hafız Şemsüddin b. el-Kayyim'in de ifâde ettiği gibi her ne kadar Rasûl-i zîşân Efendimiz veda haccında devesinin üzerinde halka hutbe irad etmişse de bu hutbe hayvanı yoracak kadar uzun sürmemiş ve halkın genel bir ihtiyacını yerine getirmek gayesiyle olmuştur.Yasak olan, hayva­nı keyfi olarak durdurup üzerinde uzun süre konuşmak ve bunu âdet hali­ne getirmektir.[346]

 

56. Yedek Hayvanlar

 

2568. ...Ebu Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Şeytanlar için develer ve evler olur. Ben şeytanların develerini gördüm. (Şöyle ki) biriniz yanında iyice beslemiş olduğu yedek de­velerle birlikte (yolculuğa) çıkar onlardan hiçbirine binmez ve (yaya yürümekten iyice) bıkmış bir (din) kardeşine rastlar, onu da bindir­mez. Şeytanların evlerine gelince ben onları görmedim.”[347]

(Abdullah b. Ebi Yahya dedi ki) Said (b. Übey şöyle) dedi: "Öyle zannediyorum ki bu (şeytanların evleri) insanların ipeklerle örttükleri (ve develerin sırtına yükselttikleri hevdec denilen) kafes­lerdir.”[348]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif, insanların hiç ihtiyaçları olmadığı halde sırf gösteriş yapmak ve çalım satmak için besledikle­ri, yola çıkarken başkalarına karşı bir zenginlik taslamak için yanlarına aldıkları, üzerinde binicisi bulunmayan develerin şeytanlara ait olduklarını ifâde etmektedir. Aliyyül-Kârî bu mevzuda şunları söylemektedir:

"Söz konusu develerden maksat, bir kimsenin yola çıkarken hiç ihti­yaç olmadığı halde yanına aldığı, iyi beslenmiş develerdir ki, bunlara ken­di binmediği gibi yolda rastladığı yürümekten âciz kalan bir din kardeşi­nin binmesine de izin vermez. Şeytanların evleri ise develerin sırtına konan ve üzerleri ipek kumaşlarla örtülen içine yolcuların binmesine yarayan ka­feslerdir. Bunları daha ziyâde zenginler kullanırlar. Bu âdet, tabiîler za­manında ortaya çıkmış ve bazı tabiiler bu kafesleri görmüşlerdir.

Her ne kadar el-Eşref "Bu hadiste geçen cümlelerin tümü de Hz. Peygamber'e aittir. Çünkü Hz. Peygamber develerin sırtına konan ipekli hevdecleri görmemiştir. Onun zamanında ipeklerle örtülen hevdecler yok­tu. Hadisin sonunda bulunan râvi Said'in sözleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır," demişse de bu görüş doğru değildir. Nitekim et-Tibî (r.a.) de bu görüşün hiç bir dayanağı olmadığını ifâde etmiştir.

Gerçek olan şu ki, hadisin sonunda bulunan "Öyle zannediyorum ki şeytanların evleri, insanların ipeklerle örttükleri kafeslerdir" sözü bir tabii olan Said b. Übeyy'e ait olunca, daha yukarıda geçen "Şeytanların evlerine gelince ben onları görmedim." cümlesinin bir sahâbiye ait olması gerekir. Çünkü bir tabiî olan Said bu sözü bir sahâbîden rivayet etmiştir. O da Hz. Ebu Hureyre'dir.[349]

 

Bazı Hükümler

 

1. Aleme gösteriş yapmak ve çalım satmak için deve, at gibi binek hayvanları beslemek caiz de­ğildir.

2. İpekli kumaşlar kullanmak haramdır.[350]

 

57. Yolculukta Hızlı Yürümek Ve Geceleyin Yol Üzerinde Konaklamaktan Sakınmak

 

2569. ...Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Rasû-lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Verimli yerlerde yolculuk yaptığınız zaman develere haklarını veriniz. Çorak yerlerde yolculuk yaptığınız zaman da (oralarda) yü­rüyüşü hızlandırınız. Geceleyin mola vermek istediğinizde yollar (da konaklamaktan kaçınınız.”[351]

 

Açıklama

 

Bu  hadis-i  şerif,  hayvanlara karşı gösterilecek şefkatin ve  onların  haklarına  riâyet  etmenin  önemini  ifâde et-

mektedir.

Bir hayvanla yolculuğa çıkan kimse, otu bol yerlere uğradıkça, altın­da bulunan hayvanın o otlardan yemek istediğini kokuları, şekilleri ve tatları ayrı ayrı olan bu otların buram buram kokularıyla hayvanı cezbettiklerini düşünmeli ve zaman zaman mola vererek buralarda hayvanı ot­latmak suretiyle onun hakkını vermeye çalışmalıdır. Bu hayvanın hakkıdır.

Yolu, kurak yerlere uğrayınca da oralarda eğlenmeden, mümkün ol­duğu kadar süratle geçmeli hayvanın oralarda yorgun düşüp, yemsiz kal­masına imkân vermemelidir.

Ayrıca geceleyin bir yerde konaklamak zorunda kalırsa, yol üzerinde konaklamaktan sakınmalıdır. Yol üzerinde konaklamaktan kaçınmanın lü­zumu Müslim'in rivayetinde şöyle açıklanıyor: "Çünkü yol geceleyin bö­ceklerin barınağıdır."[352]

 

2570. ...Şu (önceki) hadisin bir benzerini de Peygamber (s.a.)'den Câbir b. Abdillah rivayet etmiştir. (Ravi Câbir, önceki hadiste ge­çen develere) "haklarım" (veriniz) sözünden sonra, (şu sözü) de ri­vayet etti: "Alışılagelen (günlük) mesafeleri aşmayınız.”[353]

 

Açıklama

 

Bu hadiste bir önceki hadisten fazla olarak "Hayvanla yolculuk yapan kimselerin alışılagelen günlük mesafeden fazla yolculuk yapmalarının ve yolcuların mola verip istirahat etmeleri için yapılmış olan özel yerlerde mola vermeden geçip gitmelerinin doğru olma­yacağı, çünkü bu şekilde hareket etmenin hayvanları ve sürücülerini lü­zumsuz yere yoracağı ifâde edilmektedir.

Fıkıh kitaplarında açıklandığı üzere "yolculukta gece-gündüz müte­madiyen yola devam edilmez. Bazan istirahata da ihtiyaç görülür. Bazı fıkıh kitaplarımızda -sefer müddeti üç gün üç gecedir- denilmesi buna mâ­ni değildir. Bu cihetle bir günlük mutedil yürüyüş vasatı olmak üzere altı saat kabul edilmiştir."[354]

 

Yolculuğu Geceleyin Yapmak[355]

 

2571. ...Enes (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasülullah (s.a.) şöyle buyurdu": "Size gereken yolculuğunuzu gece yapmanızdır. Çünkü yer geceleyin durulur."[356]

 

Açıklama

 

kelimesi "Gecenin ilk kısmında yolculuk yaptı" manasına gelen "edlece" fiilinden türetilmiş bir isimdir. Bazılarına göre ise, idlâc gecenin tümünde yolculuk yapmak demek­tir. Hadisin sonunda bulunan "Çünkü yer geceleyin dürülür" cümlesine bakılırsa, bu hadis-i şerifte dülce kelimesinden kasded:len mânâ da budur. Yani gecenin tüm saatlerinde yolculuk yapmak tavsiye edilmektedir. Çün­kü her gece Allah Teâlâ adına bir melek semâya inerek insanlara hitaben; "Tevbe eden bir kimse yok mu I ev besi kabul edilecektir."[357] diye nida eder. Bu s.ebeple yolculuk için geceler gündüze nisbetle daha bereketlidir. Binaenaleyh geceleyin yola çıkan kimseler, gündüz yaptıkları yolculuğa nisbetle geceleyin daha çok yol alırlar. Nitekim Allah Teâlâ veTekaddes hazretleri de Kur'an-ı Kerim'inde "Melekler dediler kî: Ey Lut, biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aile­ni yürüt..."[358] buyurarak gece yolculuğunun önemine işaret buyurmuş­tur. el-Muzhir'e göre ise dülce kelimesi, "gecenin son kısmında yolculuk yaptı" manasına gelen "edellece" fiilinden türemiştir. Dolayısıyla hadis, "sadece gündüzün yolculuk yapmakla yetinmeyin, geceleyin de yolculuk yapın, çünkü gece yolculuğu kolaydır. Geceleyin yolculuk yapan bir kimse daha çok yol alır" mânâsına gelmektedir. Özellikle sıcak iklim bölgelerin­de ve yaz aylarında en rahat yolculuk gece yapılır.[359]

 

58. Hayvan Sahibi Hayvanının Ön Tarafına Binmeye Başkalarından Daha Layıktır

 

2572. ...Ebû Büreyde demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) yürüyüp gi­derken bir adam eşekle geldi ve;

Ey Allah'ın Rasûlü (sen de) bin dedi ve (eşeğin ön tarafından) geriye çekildi. Rasûlullah (s.a.) de

"Hayır! Sen hayvanının ön tarafına (binmeye) benden daha layıksın. Ancak orasını bana ayırman (nezaketinde bulunma) baş­ka!" buyurdu. (Adam da).

Öyleyse orasını sana bırakıyorum, dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber o hayvanın ön tarafına) bindi.[360]

 

Açıklama

 

Bir merkebin üzerinde Hz. Peygamberin yanına gelip de merkebin arka tarafına çekilen ve hayvanın ön tarafını Hz. Peygamber'e ayırarak, "Ya Rasûlallah buyur sen de bin diyen" kim­senin bu ilk davetini Hz. Peygamber reddetmiş ve hayvana binmemiştir. Çünkü sözü geçen adam hayvanın ön tarafına binmeye faziletçe da­ha üstün olan kişilerin binmeye herkesten daha layık olduklarını zannediyordu. İşte Hz. Peygamber sözü geçen kimseyi bu konuda uyar­mak ve gerçeği ona anlatmak için onun ilk teklifini reddetti ve ona hayva­nın ön tarafına binme hakkının öncelikle sahibine ait olduğunu, sahibi izin vermeden hayvanın o kısmına kimsenin binemeyeceğini anlattı. Hay­van sahibi bu durumu öğrendikten sonra ikinci defa Hz. Peygamberi hay­vanın ön tarafına binmeye davet edince, Hz. Peygamber bu davete uyarak hayvanın ön tarafına bindi. Çünkü adam Hz. Peygambere bile bile bağış­lıyordu.[361]

 

59. Harpte Hayvanların Topukları Üzerinde Bulunan Sinirleri Kesmenin Hükmü

 

2573. ...Abbâd b. Abdülah b. ez-Zübeyr (dedi ki) Mürre b. Avf oğullarından birisi olan ve Mûte savaşına katılan süt babam (şunları) söyledi: "Allah'a yemin olsun ki ben Ca'fer'i kızıl atından atlayıp da onun (ayaklarıyla diz kapakları arasında kalan) sinirleri kestiğini sonra da şehid edilinceye kadar düşmanla savaştığını görür gibiyim."[362]

Ebû Dâvud dedi ki "bu hadis kavi (sahih) değildir.”[363]

 

Açıklama

 

vezninde olan kelimesi atların ayak eklemleri ile diz kapakları arasında bulunan ve denilen sinirleri kesmek anlamında kullanılır. Hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere Hz. Cafer b. Ebî Tâlib, Mûte Muharebesinde düşmanın eline geçeceğini kesinlikle anladığından dolayı ve düşmanın işine yaramaması için atından inerek onun sinirlerini kesmiştir. Hadis sarihlerinin verdikleri bilgiye göre İslâm tarihinde düşmanın eline geçmemesi için atının sinirlerini ilk kesen de Hz. Ca'fer-i Tayyar olmuştur.

Müslümanların düşmana mağlup olacakları ve dolayısıyla müslümanlara ait hayvanların düşmanın eline kalacağı kesinlikle anlaşılınca, bu hay­vanların, müslümanların aleyhine kullanılmasını önlemek maksadıyla on­ların sinirlerim kesmenin caiz olup olmaması meselesi ulema arasında ihti­laflıdır.

Hattâbî'nin beyânına göre, İmam Mâlik bunun caiz olduğunu söyle­miştir. İmam Ebu Hanife (r.a.)'e göre ise, müslümanlar ele geçirip de memleketlerine götürmekten âciz kaldıkları hayvanları keserek etlerini ya­karlar. İmam Evzâî ile İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel (r.a.)'ya göre ise, bu hayvanları, düşmanın eline geçmesin diye imha etmek mekruhtur. İmam Şafiî "haksız yere bir serçeyi öldüren kimseden kıyamet günü Al­lah hesap soracaktır."[364] mealindeki hadisi bu görüşüne delil olarak gös­termiş ve yemek kasdı olmaksızın hiçbir temiz hayvanı öldürmenin caiz olamayacağını söylemiştir.

Her ne kadar musannif Ebû Dâvud bu hadisin sağlam olmadığını söylemişse de Bezlü'l-mechûd yazarı bu hadiste, senedinde îbn İshak'ın bulunmasından başka hiçbir kusur bulunmadığını, İbn İshak'ın zayıf bir râvi olup olmadığında ihtilaf olduğunu, söylerken[365] bazıları da bu hadisin İsnadının sahih olduğunu ifâde etmiştir.[366]

 

60. Yarışta Kazanan Kimse İçin Ortaya Ödül Koymak

 

2574. ...Ebu Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu; "Yarış (ödülü) sadece deve, at ve ok yarışmasında olur."[367]

 

Açıklama

 

kelimesi yarışmayı   kazanan   kimseye   verilen mükâfat veya hediye manalarına gelir. Hadis-i şerif müsabakayı kazanan kimselere verilmek üzere mükâfat" koymanın sadece at ve deve gibi harpte kendilerinden istifâde edilen hayvanların yaptıkları ko­şular ile ok yarışları için caîz olduğunu ifâde etmektedir. Çünkü bu çeşit yarışmalar için ödül koymakta cihada teşvik mânâsı vardır. Hattâbî'nin beyânına göre bu mevzuda eşekler ve katırlar arasında düzenlenen koşular da atlar arasında düzenlenen koşular gibidir. Çünkü harpte bu hayvanla­rın süratli koşmalarından ve yük taşımalarından istifâde edilir.

Güvercin gibi kuşlar arasında yapılan yarışlar için ödül koymaksa ca­iz değildir. Çünkü bu hayvanların yarışlarında cihada hazırlık mânâsı yoktur. Binâenaleyh bı »evi kuşlar arasında yapılan yarışmalardan dolayı alınan ödüller kumar parası hükmündedir. Metinde geçen "huff" deve tabanı, "hâfir" at ayağı, "nasl" ise, okun ucuna takılan ve temren denilen demir manasına gelir. Burada cüzünü zikir küllünü kasd kabilinden birer mecaz vardır. Bu sebeple devetabanı kelimesiyle deve, at ayağı kelimesiyle at okun demiri kelimesiyle de ok kasdedilmiştir. Bu bakımdan biz tercüme­mizde bu mânâyı esas aldık. Yahut da bu kelimeler birer izafet terkibi olup muzafları hazfedilmiştir. Buna göre deve tabanından maksat; raba-nın sahibi (yani deve) at ayağından maksat; ayağın sahibi (yani at) demir­den maksat; demir sahibi (yani ok demektir).

Hanefi ulemasından İbn Melek'in açıklamasına göre bu mevzuda fil­ler deve hükmündedirler. Bazı ilim adamları da ayaklarla ve taş atışlarıyla yapılan müsabakaları da meşru müsabakalardan saymışlardır.[368]

 

2575. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) Hafyâ'da idmanlı atlar arasındaki koşuya katıldı (mü­sabakanın) bitiş yeri Seniyyetü'1-vedâ (denilen tepe) idi. İdmansız atlar arasında (yapılan) ve Seniyye (tepesin)den Beni Zureyk mesci­dine kadar süren koşuya da katıldı. İbn Ömer de yanşa katılan­lardandı.[369]

 

Açıklama

 

Hafyâ, Seniyyetü'1-Vedâ denilen yere 5-6 veya 7 mil uzaklıkta bulunan bir yerdir.

Seniyyetü'l-veda ise, Medine-i Münevvere'nin kenarında bulunan bir tepedir. Câhiliyye Arapları yolcularıyla burada vedâlaştıkları için bu ismi vermişlerdir.

Koşu atlarının idmanı için önce ona kuvvetlensin diye bol bol yem verilir, sonra yem ölçülü bir şekilde azaltılır, sonra at kapalı bir yere bıra­kılarak vücudu bir örtü ile sarılır. Hayvan burada iyice terletilir ve teri Ruruygnca cisminde muazzam bir çeviklik hasıl olur. İşte uzun mesafeli koşulara bu şekilde terbiye edilmiş atlar sokulurdu.

Hz. Peygamber de bu tür yarışlara özel usullerle terbiye edilmiş atlar­la bizzat ve bilfiil katılarak bu yarışların cevazına ve lüzumuna işaret etmiştir.

Hafız İbn Hacer'in beyânına göre ulemâ ödülsüz olarak yapılan ya­rışların cevazında icma etmişlerdir.

Fakat İmam Mâlik ile Şafiî bu cevazın sadece at ve deve koşulan ile ok atışı yarışmalarına ait olduğunu, ulemadan bir kısmı da sadece at koşularına ait olduğunu söylemişlerdir. Ata b. Ebi Rebah ise, bu cevazın ödülsüz olarak yapılan tüm yarışlar için geçerli olduğunu söylemiştir.

Ancak ödül karşılığında yapılan yarışmaların caiz olabilmesi için bu ödülün yarışmacıların dışında kalan birisi tarafından konmuş olması ayrı­ca bu ödülü koyan kimsenin yarışmalara kendisi katılmadığı gibi kendisi­ne ait bir atın da katılmaması gerekir.

Ulemanın büyük çoğunluğuna göre ise, yarışmacılardan birisinin "Sen beni geçersen sana şu kadar mükafat vereceğim. Ben geçersem, senden birşey almayacağım" diyere kortaya koyduğu ödülü kazanmak için yapı­lan müsabakalar caiz olduğu gibi, iki kişinin karşılıklı olarak ödül koy­dukları bir yarışma da onları geçmesi mümkün olan üçüncü bir şahsın ödül koymadan yarışa katılmasıyla kumar olmaktan çıkar. Mubah olur. tki taraftan yarışı kazanan kimsenin ödülü alması her iki tarafın da ödül koyması şartıyla düzenlenen yarışmalar ise kumardır. Bunun kumar oldu­ğunda ittifak vardır. Ancak ortaya hiçbir ödül koymadan üçüncü bir şah­sın da yarışmaya .iştirak etmesiyle bu yarışma kumar olmaktan çıkmış olur.[370] Müsabakanın haram olmaktan kurtulmasına sebep olduğu için üçüncü ata, "muhalin1" yani "helal kılan" derler. İki din âliminin ihtilâf ettikleri bir meselede, hakkında ortaya mükafat koyarak başka bir âlime müracaat etmelerinde de bu hükümler câridir. Zira cihada râci bir mânâ­dan dolayı atlar arasında müsabaka caiz olunca, ilim tahsiline teşvike me­dar olacak müsabakanın caiz hatta mendup olması evleviyyette kalır. Atış talimi ile insan koşusu gibi şeyler dahi menduptur.

Araya mükafat koymadan yapılan koşular mubah ise de, sırf eğlence için tertib edilen müsabakalarla, hayvanı müşteriye iyi göstermek maksadı ile yapılanlar mekruhtur.[371] Tuhfetü'l-ahvezî müellifinin naklettiğine gö­re, "İki kişinin karşılıklı olarak koydukları mükafatı kazanmak için yapı­lan yarışmaların kumar olmaktan çıkması için muhallilin hayvanının onları geçip geçmeyeceği önceden kesinlikle bilinmemelidir." Şerhü's-siinne isimli eserde de şu görüşlere yer verilmektedir: "Eğer ödül, yanşa katılan taraf­ların dışında olan bir kimse tarafından konmuşsa bu ödülü kazanmak için müsabaka yapmak caiz olduğu gibi, yarışmacılardan sadece biri tarafın­dan konulan ödülü kazanmak için yapılan yarışmalar da caizdir. Fakat karşılıklı olarak her iki tarafın da koydukları ödülleri kazanmak için ya­rışmak caiz değildir. Ancak bu yarışmaya onları geçmesi mümkün olan bir yarışmacının katılmasıyla bu yarışma kumar olmaktan çıkar.

Bu durumda sonradan yarışa katılan ve muhallil denilen üçüncü şa­hıs, yarışta birinci gelirse her iki tarafın da koyduğu ödülleri alır. Eğer ödül koyan iki yarışmacı yarışı birlikte kazanırlar da muhallil ikinci duru­ma düşerse, kimse ödülü kazanamaz. Fakat ödül koyan yarışmacılardan birisi birinci olurken öbürü tek basma ikinci olursa ya da diğer yarışma­cıyla birlikte ikinci gelirse, birinci gelen yarışmacı hem kendi koyduğu hem de diğer yarışmacının koymuş olduğu ödülü alır. Eğer muhallil yarışmacı­lardan birisiyle beraber birinci gelirse, yansı birlikte kazandığı yarışmacıy­la birlikte diğer yarışmacının koyduğu ödülü paylaşırlar. İşu kumar sayı­lan bir yarışmayı helâl hale getiren muhaililin katıldığı yarışma bu şartlar içerisinde yapılır. Bu şartlar içerisinde yapıldığı için yarışma kumar ol­maktan kurtulur. Çünkü kumar, yanşan kimselerin ya tamamen kazan­ması ya da tamamen kaybetmesiyle olur. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Oysa muhaililin katıldığı yarışmalarda görüldüğü gibi başka ihtimaller de bu­lunmaktadır.[372] Nitekim 2579 -numaralı hadis de bu gerçeği ifâde et­mektedir.

Hanefi ulemâsından Aynî'nin açıklamasına göre, Hz. Peygamber at koşulan düzenlemiş, yarışmacılardan birinciye, Yemen kumaşından yapıl­mış üç elbise, ikinciye iki elbise, üçüncüye bir elbise, dördüncüye bir dinar beşinciye de bir dirhem, altıncıya da bir gümüş vermiş ve yarışmacılara bu yarışmaların hayırlı, uğurlu ve mübarek olması temennisinde bulun­muştur.[373]

 

Bazı Hükümler

 

1. At yarışları düzenleyerek derece alanlar için Ödül koymak caizdir.

2. Hayvanı çevikleştirmek ya da koşuya hazırlamak için aç bırakmak caizdir.

3. Koşuda mesafe tâyini caizdir.

4. Bir mescid yaptıran şahsa izafe ederek falancanın mescidi demek, caizdir.[374]

 

2576. ...İbn Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygam­ber   (s.a.)  atları   terbiye  edip  onlarla  yarışmalara  katılırmış.[375]

 

2577. ...îbn Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) atlar arasında (yapılan yarışlar için) ödül koymuş ve (en uzun mesafeli yarışma için de) beş yaşındaki atları tercih etmiştir.”[376]

 

Açıklama

 

2575 numaraİ1 hadisle ilgili açıklamalar bu hadisler için de geçerlidir.Ancak burada sadece şunu belirtmeye lüzum görüyoruz; Hz. Peygamber'in en uzun menzilli yarışmalar için beş yaşındaki atlan tercih etmesinin sebebi bu, yaştaki hayvanların diğerlerine nisbetle uzun mesafelerde daha dayanıklı olmalarıdır.[377]

 

61. Yayalar Arasında Düzenlenen Koşular

 

2578. ...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre, kendisi Pey­gamber (s.a.) ile beraber bir seferde imiş. (Âişe sözlerine devam ederek şöyle) dedi; "Ben Hz. Peygamber ile yaya olarak bir koşu yaptım ve onu geçtim. Bir süre sonra şişmanlayınca onunla bir müsabaka daha yaptım bu sefer o beni geçti ve "işte bu, (benim seni geçmem) şu (daha önceki senin beni) geçme(nin) karşılığıdır" buyurdu.[378]

 

Açıklama

 

Bu  hadis-i  Şerif  Hz.  Peygamber'in  aile  fertlerinin gönüllerini almak ve onların morallerini yükseltmek için

ne kadar hassas olduğunu ve aile fertleri içerisindeki alçak gönüllülüğünü ifâde etmektedir.[379]

 

62. Muhallil (Denilen) Yarışmacı Hakkında

 

2579. ...Ebü Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Pey­gamber (s.a.) (şöyle) demiştir ; "Kim, yarışı kaybedeceği önceden kesinlikle belli olmayan bir atı, iki atın arasına (yarışmak üzere) sokarsa, (bu ödüllü yarışma) kumar değildir. Eğer bir kimse, kaybe­deceğinden kesinlikle emin olduğu bir atı, (yarışmacı) iki at arasına (yarışmacı olarak) sokarsa bu kumardır."[380]

 

Açıklama

 

Tarafların karşılıklı Ödüller koyarak düzenledikleri ödüllü at koşularına, yarışı kazanıp kazanamayacağı kesinlikle bilinemeyen ve binicisi yahütta sahibi tarafından hiçbir Ödül kon­mayan üçüncü bir atın iştirak etmesiyle bu "koşular kumar olmaktan ve dolayısıyla ortaya konan ödüller de kumar parası olmaktan çıkar. Fakat bu üçüncü atın yarışı kaybedeceği kesinlikle bilinirse, yarış kumar olmak­tan kurtulamaz. Zira her iki tarafın karşılıklı olarak koymuş oldukları ödülleri kazanmak için yapılan bir yarış kumardan başka bir şey değildir. Bilindiği gibi kumar her iki tarafın mevcut olan malına bir yenisini kat­mak ya da mevcut malından bir kısmını kaybetmek uğruna düzenlenen bir yarışmadır. Yansı kaybedeceği önceden kesinlikle bilinen üçüncü bir yarışmacının böyle bir yarışmanın neticesini değiştirmeyeceği kesinlikle bel­lidir. Bu bakımdan onun yanşa katılmasıyla katılmaması arasında bir fark yoktur. Yarışma da kumardan başka birşey değildir. Yarışmaya sonradan katılacağını farzettiğimiz üçüncü yarışmacının yarışı kazanacağının Önce­den bilinmemesi halinde ise, sözügeçen yarışmaların kumar olduğu söyle­nemez. Fakat bu nevi yarışmalar bahse girerek bir malı elde etme gayesine matuf bulunduklarından ye diğer yarışmacıların da spora katılma istekle­rini kırdığından caiz değildir. Fakat üçüncü bir yarışmacının yarışmayı kazanma şansının esas yarışmacılara denk olması ve dolayısıyla yarışı kay­bedip kaybetmeyeceğinin önceden kesinlikle bilinememesi halinde ise bu yarış, kumar olmaktan çıkar. Her ne kadar bu durumda da bir bahs so­nunda mal kazanma şansı varsa da, tüm yarışmacıları spora teşvik ettiğin­den ve cihada hazırlayıcı bir çalışmayı gerçekleştirmek gibi dini bir menfa­atten vğ zaruretten dolayı meşru kılınmıştır.

Aynı şekilde taraflardan sadece birisinin ödül koymasıyla yapılan ödül­ler de kumar değildir. Çünkü bu yarış karşılıklı ödül koyarak yapılan ya­rışmalardan farklıdır. Çünkü iki tarafın da ödül koyması şartıyla yapılan yarışmalarda her iki tarafın mevcut malına bir yenisinin ilâvesine ya da mevcut mallarının noksanlaşmasına sebep olan bir durum vardır. Buna kumar denir. Ayrıca iki taraf arasında bir de bahis vardır. Taraflardan sadece birinin ödül koymasıyla yapılan yarışmalarda ise, kumar yoktur. Sadece bahis vardır. Bu bakımdan bu iki yarışı birbirine kıyas etmek doğ­ru değildir. Her ne kadar ikinci yarışma şeklinde bahis varsa da cihada hazırlayıcı bir spor mahiyetinde olduğu için istihsânen caiz kılınmıştır. İki tarafın da ödül koymasıyla düzenlenen bir yarışmada bir mu hail ilin, yani hiç ödül koymadan yanşa katılan ve yansı kazanmada diğerlerinin şansına denk olan üçüncü bir yarışmacının da yarışa katılmasıyla yapılan yarışma­lar da aynen bu şekilde kumar olmaktan çıkar.[381] Muhallilin katılmasıyla yapılan yarışlarda ödülün nasıl paylaştırılacağı 2575 numaralı hadisin şer­hinde geçti.[382]

 

2580. ...(Önceki hadisin) manası (bir de) Mahmud b. Halid, Velid b. Müslim, Said b. Beşir, ez-Zühri (zinciriyle ve) Abbâd isnadıyla rivayet olunmuştur.[383]

Ebû Dâvud dedi ki: "(önceki), Ma'mer, Şuayb ve Akif, Züh-rt'den o da bazı ilim ehlinden rivayet etmiştir. Bize göre bu rivayet daha sahihtir."[384]

 

63. Yarışta Atı Daha Hızlı Koşmaya Zorlamak Maksadıyla Atın Peşine Nâra Atan Ve Çığlık Koparan Bîr Kimse Takmanın Hükmü

 

2581. ...İmran b. Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur;

“Yarışta atın (daha hızlı koşması için) peşine nara atacak bir kimse takmak ve (Yorulduğu zaman onun yerine yarışa devam et­mesi için) yanına yedek bir at almak yoktur."

(Ravilerden) Yahya (b. Halef, rivayet ettiği) hadisinde, "ödüllü yarışta” kelimesini de ilave etti.[385]

 

Açıklama

 

Celeb: Zekat toplamakla görevlendirilen memurun zekatla mükellef olan kişilerin zekatlarını başka bir adam va-

sıtasıyla toplatıp ayağına getinmesidir.

Celebin diğer bir mânâsı da at yarışlarında yarışçılardan birinin kendi atı daha hızlı koşsun diye nara atması için bir adam tutup hayvanın peşine düşürmesidir ki, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte kasdedilen mâ­nâ budur.

Ceneb ise, zekat verenin zekât malını bulunduğu yerden uzaklaştır-masıdır. At yarışlarında bu kelime, at yarışlarına katılan bir binicinin atı yorulduğu zaman at değiştirerek yarışa aynı hızla devam edebilmek mak­sadıyla yedeğinde ikinci bir at taşımasıdır. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte kasdedîlen mânâ budur.

Hz. Peygamber bu hadisiyle, cihada hazırlık maksadıyla düzenlenen at koşullarında celeb ve ceneb tutma yollarına tevessül etmeyi yasaklamış­tın Çünkü bunlar at yarışlarında gözetilen cihada hazırlanma gayesinin ruhuna aykırı olan ve sadece Ödül kazanmayı hedef alan tutum ve davra­nışlardır.[386]

 

2582. ...Katâde (r.a.)'den; demiştir ki: Yarışlarda (yarışacak) atın (daha hızlı koşması için) peşine nara atacak bir kimse takmak ve (yorulduğu zaman onun yerine yarışa devam etmesi için) yanına yedek bir at almak mes'elesi

 

ödüllü yarışlar(konusun)dadır.[387]

 

Açıklama

 

Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiş bulunmaktadır.[388]

 

64. Kılıç Süslenebilir

 

2583. ...Enes (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.)'in kılı­cının kabzasının başı gümüştü."[389]

 

Açıklama

 

kelimesini Hattâbî, kılıcın kabzası üstünde bulunan demir diye açıklamıştır. Kamus müellifi ise, bu kelimenin, "kılıcın kabzasının ucunda bulunan gümüş ya da demir” anlamına geldiğini söylüyor. Biz tercümemizde bu mânâyı tercih ettik.

Avnü'l-ma'bud yazarının naklettiğine göre Şerhü's-Sünne isimli eser­de bu mevzuda şu görüşler yer almaktadır.

Bu hadis fazla olmamak kaydıyla kılıcı gümüşle süslemenin caiz oldu­ğuna delâlet etmektedir. Kemerleri az bir gümüşle süslemek de aynı şekil­de caizdir. Ancak atların gemlerini ve eğerlerini gümüşle süslemenin hük­mü ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın bir kısmı bunları gümüşle süsle­menin caiz olduğunu söylerken, bir kısmı da gem ve eğerleri süslemenin aslında hayvanları süslemek demek olduğu görüşünden hareketle haram olduğunu söylemişlerdir. Aynı şekilde harpte kullanılan bıçak, kasatura ve benzeri kesici aletlerin az bir gümüşle süslenmesinin cevazı da ulema arasında ihtilaflıdır. Sözü geçen bütün eşyaları altınla süslemenin haram olduğunda ise, ulema ittifak etmiştir.[390]

Hanefi ulemasından İbn Âbidin de bu mevzuda şunları söylüyor: "Ki­şinin, altın ya da gümüşle süslenmesi kayıtsız şartsız haramdır. Ancak süslenme kasdedilmeksizin gümüş yüzük, gümüş kemer takmak ve kılıcı gü­müşle süslemek bu hükmün dışındadır.[391] Fakat kullanılmasına cevaz ve­rilen gümüş eşyalarda bulunan gümüş miktarının bir miskali geçmemesi gerekir."[392]

Tirmizi bu hadis hakkında şunları söylüyor:

"Bu hadis hasen-garîbdir. Hammâm-Katâde-Enes senediyle rivayet edil­miştir. Bazıları bu hadisi Katâde tarikiyle Said b. Ebi'l-Hasan'dan rivayet ediyor. Said dedi ki: Rasûlullah (s.a.)'in kılıcının kabzasının başı gümüş-tendi." Nesâî de Katâde tarikiyle Said b. Ebi'l-Hasan'dan gelen rivayetin en sağlam rivayet olduğunu söylemiştir. Nitekim bir numara sonra tercü­mesini sunacağımız hadis-i şerif bu senedle rivayet edilmiştir.[393]

 

2584. ...Said b. Ebi'l-Hasen'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.)'in kılıcının kabzasının ucu gümüş idi."[394]

(Ebu Dâvud diyor ki her ne kadar) "Katâde (hadisin birini Enes'-ten muttasıl olarak Saidfden de mürsel olarak) rivayet etti (ise de) bu hadisi muttasıl olarak rivayet etmekte Cerir b. Hazim*e uyan bir kimse bilmiyorum."[395]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadîs-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi bu hadis-i şerif de kılıcı gümüşle süslemenin caiz oldu­ğuna delâlet etmektedir.

Bilindiği gibi bazı kayıt ve şartlarla gümüşün erkekler tarafından da kullanılmasına cevaz verilmişse de altın ve gümüşün kap-kacak ve ev eşya­sı olarak kullanılması kadın erkek tüm müslümanlara haram kılınmıştır. İmam Gazzâlî bu maddelerin iktisadî hayattan çekilerek evde kullanılmasının topluma zararını şu mânâya gelen sözleriyle ne güzel ifâde etmiştir: "Bu, bir şehrin valisini dokumacılık veya süpürgecilikte kullanmaya ben­zer ki onu hapsetmekten daha kötüdür."

Avnü'l-ma'bud müellifinin açıklamasına göre, metnin sonuna ilâve edilen cümle Katâde'ye ait değil, musannif Ebû Davud'a aittir. 2585 nu­maralı hadisin sonundaki ta'likte bu gerçeği teyid etmektedir. Ve bir önce­ki hadisi rivayet eden Cerir b. Hazım rivayetinde tek kalmıştır. Dolayısıy­la bir önceki hadisi Katâde'nin Hz. Enes'den muttasıl olarak rivayet ettiğini söyleyen sadece Cerîr b. Hâzim'dır. Mevzumuzu teşkil eden Hadis-i şerif ise, mürsel olmakla birlikte bir önceki hadisten daha sağlamdır. Nitekim musannif Ebû Dâvud bir numara sonra gelecek olan hadİs-i şerifin talikinde bu görüşünü tekrar etmiş ve Dârimî ile Münzirî de bu görüşü savunmuşlar­dır. İbnu'l-Kayyım ise, aksi görüştedir.[396]

 

2585. ...Enes b. Mâlik (önceki hadisin) bir benzerini (daha)rivayet etmiştir.

Ebû Üâvud dedi ki: "Bu (babdaki)hadislerin en sağlamı Said b. Ebi'l-Hasen'in hadisidir. Kalanı zayıftır.[397]

 

Açıklama

 

2583-2584 numaralı hadislerin açıklamaları bu hadis-i şerif için de geçerlidir.[398]

 

65. Ok İle Mescide Girmenin Hükmü

 

2586. ...Cabir (r,a.)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) mescidde sadaka olarak ok dağıtmakta olan bir adama, onların (uç­larındaki keskin) demirlerinden tutmadan mescide girmemesini em­retti.[399]

 

Açıklama

 

Nebi kelimesi "oklar" demektir. Müfredi yoktur. Bir kavle göre müfredi neble cemisi de "enbâl" gelir. Arapların kullandıkları özel oklar için kullanılan kelimedir.[400]

Hadis-i şerif mescid âdabına riâyet edilmesini ve müslümanlara zarar veren ve onları rahatsız eden davranışlardan kacınıldığı gibi onlara zarar vermesi ya da onları rahatsız etmesi ihtimal dâhilinde olan davranışlardan da kaçınılması gerektiğini ifâde etmektedir.

Uçlarında demir bulunan oklarla mescidlere ve müslümanların bulun­duğu yerlere girmek onların bir kaza sonucu yaralanmasına veya korkma­larına sebep olması ihtimal dahilinde olduğu için ümmetine son derece merhametli olan fahr-i kainat efendimiz, böylesi oklarla mescidlere giril­mesini yasaklamıştır. Müslim'in bu mevzuda rivayet ettiği bir hadis de şu mealdedir: "Bir adam birtakım oklarla mescide uğradı. Okların demir­leri açıkta idi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir müslümanı yaralamasın diye okların demirlerinden tutmasını emretti."[401]

 

2587. ...Ebu Musa (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) "Biriniz, yanında bir okla mescidimize ya da pazanmiza uğra­yacak olursa, oklarının demirlerine sahip olsun.*' Yahut, "(onları) "eliyle yakalasın" yahut da "bir miislümana çarpmasın(lar) diye (demirleri) eliyle sıkıca tutsun." buyurmuştur.[402]

 

Açıklama

 

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre bu hadis müslumanlann kanının az bir mikdarını dökmenin de, çoğunu dökmek gibi haram olduğunu ve müslümanlara zarar vermemek için gerekli tedbirleri almak şartıyla silahla mescide girmenin caiz olduğunu ifâde etmektedir.

Bezlii'l-mechûd yazarının ifade ettiği gibi bu hadis-i şerif ayrıca müslümanlar arasında fitnenin doğmasına sebep olacak bütün yolların kapa­tılmasını, bir başka tâbirle, fitne kapısının açılmaması için bütün tedbirle­rin alınmasını emretmekte, fitneye sebep olacak bütün davranışları yasak­lamaktadır.[403]

 

66. Kınından Sıyrılmış Halde Îken Kılıcın Alınıp Verilmesi Yasaktır

 

2588. ...Câbir (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, "Peygamber (s.a.) kılıcın kınından sıyrılmış halde alınıp verilmesini yasakla­mıştır."[404]

 

Açıklama

 

Kınından sıyrılmış olan bir kılıcı o haliyle bir müslümana vermek ya da birisinin elinden almaya kalkmak tehlikeli bir iştir. Çünkü en küçük bir dikkatsizlik kılıcın bir müslümanı yara­lamasına veya düşerek birinin ayağına ya da başka bir tarafına zarar ver­mesine sebep olabilir. Bu bakımdan Rasûl-i Ekrem efendimiz müslüman-ların çıplak kılıcı biribirlerinden alıp vermelerini yasaklamıştır. Dolayısıy­la İslâmiyette müslümanlar arasında fitne ve fesada sebep olacak veya ha­ramlara götürecek yollar ve kapılar kapatılmıştı . İslam uleması da müslümanların birbirlerinden çıplak kılıç alıp vermelerini tahrimen mekruh gör­müşlerdir.[405]

 

67. İki Parmak Arasında Gön Kesmek Yasaktır

 

2589. ...Semûre b. Cündüb (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) iki parmak arasında sırım kesmeyi yasaklamıştır.[406]

 

Açıklama

 

Kamus yazarının açıklamasına göre "kadde" fiili birinci babdandır. Bir şeyi tamamen kesmek anlamına gelir. Uzunluğuna kesmek, uzunluğuna yarmak anlamına geldiğini söyle­yenler de vardır. "Seyr" kelimesi ise, "deriden kesilen sırım" mânâsına gelir. Burada kasdedilen ayakkabıcıların kullandıkları deriler ve gönlerdir. Bu iş, bir kişinin bir deriyi parmakları arasında tutup diğerinin de ayakka­bıcı bıçkısıyla kesmesi ile olur. Fakat en küçük bir hata bıçağın parmaklar arasından kayarak deriyi tutan kişinin elinin tamamen veya kısmen kesil­mesine sebep olabilir. Hz. Peygamberin bu fiili yasaklaması da zarara gi­den yolları kapatmak anlamına gelen "sedd'üz-zerîa" kabilinden bir ted­birdir.

Çoğu zaman küçük gibi görülen bu ve benzeri tedbirler alınmadığı zaman fert ve cemiyet için büyük zararların doğmasına ve hatta cemiyetle­rin tamamen çöküp yok olup gitmesine sebep olur. Çünkü hadiselerin ça­pı ne kadar farklı olursa olsun, onların temelindeki mantık aynıdır. Çapı küçük görülen hâdiselerdeki tedbirsizlikler netice itibariyle büyük çaplı hadiselerdeki tedbirsizliklerden farksızdır. Önemli olan zarara giden yollan zarar doğmadan önce kapatabilmektir.[407]

 

68. Zırh Giymek

 

2590. ...es-Sâib b. Yezid'in, ismini verdiği bir adamdan rivayet ettiğine göre, "Rasûlullah (s.a.) Unut günü üst üste iki zırh giymiş­tir", yahut da, "İki zırh giymiştir."[408]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "zâhera" kelimesi yardımlaşma ve dayanışma mânâsına gelen "tezahür" mânâsında kullanılmıştır.[409] Burada iki zırhı üstüste giymek anlamına gelmekte­dir. Çünkü üst üste giyilen zırhlar arasında bir yardımlaşma ve dayanışma vardır.

Bu hadisi İbn Mâce de rivayet etmiş, fakat senedinde Ebû Davud'un rivayetinde sözü geçen fakat ismi açıklanmayan adamı hiç anmamıştır. Aynı şekilde Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'i ile Tirmizi'nin Şemail'inde de bu hadis-i şerif rivayet edildiği halde senetlerinde sözkonusu kimseden bahsedilmemiştir.Hanefi ulemâsından Aliyyül-Kârî Şemail Şerhi*nde bu ha­disin sahabî mürsellerinden olduğunu, çünkü es-Saib b. Yezîd'in Unut sa­vaşında bulunmadığını ve o zaman henüz dünyaya gelmediğini söylemiş­tir. Hafız Abdurrauf el-Münâvi de aynı kanaattedir. Bu da gösteriyor ki musannifimiz Ebû Dâvud (r.a.)'in tesbit ettiği gibi râvî es-Sâib, bu hadisi bizzat Rasûl-i zîşân Efendimizden değil, bir başka sahâbîden almıştır, es-Sâib'in bu hadisi aldığı sahâbînin kim olduğu ihtilaflıdır. îbn Abdilberr'in el-İstiab isimli eserinde Muâz et-Temîmî'nin hayatından bahsederken ver­diği bilgiler, bu zatın Zübeyr b. Avvâm olduğunu göstermektedir. Fakat bu zatın Talha b. Ubeydillah olması ihtimali de vardır. Doğrusunu Allah bilir.

Hz. Peygamberin Uhüd savaşında üstüste iki zırnı birden giymesinin hikmeti Allah Teâlâ ve takaddes hazretlerinin "Ey inananlar (uyanık bu­lunup) korunma tedbirlerini alın..."[410] emriyle, "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız..."[411] mealindeki ayet-i kerimeye en ileri derecede titizlikle sarılmasından başka bir şey değildir. Nitekim 2514 nu­maralı hadis-i şerifte beyan edildiği üzere "Gözünüzü açın, ki kuvvet atmaktır" buyurarak, mücâhidlerin zırhlı, torpido, denizaltı gemileri, tay­yare, tank, makineli gibi son model harp taarruz ve savunma araçlarıyla donatılmaları ve en güçlü silahları kullanmaları gerektiğini ifade etmiş­tir.[412] Aliyyü'I-kâri'nin açıklamasına göre bu hadis-i şerif savaşa çıkar­ken zırh ve miğfer gibi teçhizatla cihazlanıp düşmanın saldırılarına karşı tedbir almanın tevekküle mani olmadığını ifade etmektedir. Fahr-i kainat efendimizin diğer bir hadisi şerifinde de "Onu (önce) bağla (sonra) tevek­kül et.” buyuruluyor.

Hattâbî'nin de açıkladığı gibi Bu hadisin râvîlerinden Süfyan, bu hadisi es-Saib b. Yezid'den duyduğundan emin değildir. Dolayısıyla bu hadis zayıftır. Ancak diğer hadislerle takviye edilmiştir.[413]

 

69. Bayraklar Ve Sancaklar

 

2591. ...Muhammed b. eI-Kâsım*ın azatlı kölesi Yunus b. Ubeyd dedi ki; Muhammed b. el-Kasım Rasûlullah (s.a.) bayrağının nasıl olduğunu sormak üzere beni el-Bera b. Âzib'e gönderdi. (el-Bera b. Âzib de), "Bayrak Nemîre kumaşından, siyah renkli ve kare şek­linde idi." diye cevap verdi.[414]

 

Açıklama

 

Aliyyü'l-kâri'nin açıklamasına göre "râye" büyük bayrak   demektir.Hz.Peygamber'in bayrağının  adı  "Ukâb" idi. Bir askeri birliğe ait olan âleme "liva" denir, "liva" mızrağın ağaç kısmına sarılan bir bez parçasıdır. "Râye" ise, askeri birli­ğin alâmeti olup, "ümmü'1-harb" ismiyle künyelendirilir. Livadan daha üstündür. Turbeştî'nin beyânına göre “râye", harp kumandanını temsil eden bir âlem, liva ise, devlet reisini temsil eden bir alemdir. Binaenaleyh "liva" râye'den üstündür. Müslim şerhinde de "râye" küçük bayrak, "li-va"ise, büyük bayraktır,denilmek suretiyle bu görüş tercih edilmiştir. Nitekim, "Kıyamet gününde livâü'l-hamd benim elimde olacaktır. Hz. Âdem ile ondan sonra dünyaya gelmiş olan kimseler de benim livamın altında toplanmış olacaklardır" mealindeki hadis-i şerif te bu gerçeği te'yid et­mektedir.[415] Mütercim Âsim Efendi Kamus tercümesi Okyanus'ta "râye" kelimesinin sancak, "liva" kelimesinin de bayrak anlamına geldiğini ifâde ettikten sonra bu kelimelerden herbirinin diğeri yerinde kulamlageldiğini de söylemiştir. Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözcüğü'nde M.Zeki Pakalın da vak'a-nüvis Vasıf Efendiden naklen şu açıklamaları kaydediyor: "Ulemay-ı luğat beyninde, liva ve râyet bir manadadır. Fakat asrımızın ıstılahına göre liva bayrak ve râyet sancak diye tercüme olunur.”[416] Bu mev­zuda İmam Muhammed (r.a.) es-Siyer'l-Kebîr isimli meşhur eserinde şun­ları söylüyor: "Ukab, Peygamber (s.a.)'in bayrağının ismiydi. Nitekim başka eşyalarının da isini vardı. Sarığının ismi es-Sahab, atının ismi es-Sekb, katırının ismi de Düldül'dür. Liva sultana ait olan ve onun önünde çeki­len sancaktır. Râye ise, her komutan ve askeri birliğin ve o birliğin fertle­rinin altında toplandıkları bayraktır.[417]

Asrımızın kıymetli ilim adamlarından Muhammed Hamidullah da bu mevzuda şunları söylemiştir: "Meselenin çözüm yolu olarak şunu düşünü­yoruz: Liva müşrik Mekke'de düşmana karşı hücum ve çarpışma esnasın­da ordunun en kahraman ve yiğit eri tarafından taşınan umumiyetle aske­ri sancaktır. Halbuki râye ordu kumandanının alâmet veya timsali olan bir bayraktır. Bu iki kelime bazan eşanlamlı olarak da kullanılmıştır. îs-lâm'da ise bu, zıt anlama bürünmüştür...”[418]

"...Görüldüğü gibi aynı şey bazı kaynaklar tarafından liva, diğerleri tarafından da râye olarak adlandırılmaktadır ki bu durum, her iki ıstıla­hın da esasında eş anlamlı olduğunu ve birbirlerinin yerine kullanılabilece­ğini ve henüz Hayber devrindeki teknik manayı iktisab etmediğini ve an­cak bu Hayber savaşındadır ki ordu kumandanının liva çekme hakkına ve orduya mensub her birliğin de râye sahibi olma hakkına malik olduğu­nu isbat etmektedir.

Kelime aslı bakımından liva sarılıp dürülen şey'e işaret eder ki, teşhi­re ihtiyaç duyulmadığı vakit rabtedilmiş bulunduğu bir nevi mızrağın üze­rine sarılıp dürülen kumaş parçası manasınadır. Râye kelimesinin kökü görmek'dir ki, kendisinin veya düşman ordusunun merkezini gösteren şeye işaret eder, yani kumandanın itibarî olarak bulunduğu yeri gösterir.[419] Daha sonraki devirlerde Milli varlığı temsil eden sembollere bayrak (râye), askeri birlikleri temsil eden sembollere de (liva = sancak) ismi verilmiştir. Metinde geçen "N emir e" siyah ve beyaz çizgili yün kumaş demektir. Kaplan derisine benzediği için bu kumaşa Kaplan anlamına gelen nemir kelimesinden türetilen "Nem i re" ismi verilmiştir.

Bayrakların siyah olmasının hoş karşılanması savaşçıların siyah rengi seçmelerindendir. Her topluluk kendi bayrağının çevresinde toplanırlar. Siyah renk günün aydınlığında daha iyi ve rahat görünür. Hele tozlu ve dumanlı zamanlarda başka renklerden daha iyi seçilir. Askerler savaş es­nasında birbirlerini kaybettikleri zaman siyah bayrakları sayesinde biribirlerini daha rahat bulabilirler. İşte bu yüzden mücâhidler bayrakları için siyah rengi tercih ederler.

Şer'î yönden ise, bayrakların beyaz, sarı yahut kırmızı olmalarında bir sakınca yoktur. Sancaklarda beyazın seçilmesi ise, Rasûlullah (s.a.)'ın; "Al­lah yanında elbisenin en sevimlisi beyaz olanıdır. Canlılarınız beyaz giysin ölülerinizi de onunla kefenleyin'* hadis-i şerlerinden kaynaklanmaktadır ve her orduda ancak bir sancak bulunur.[420]

 

2592. ...Cabir (r.a.)'den merfu' olarak rivayet olunduğuna gö­re "Peygamber (s.a.) Mekke'ye girdiğinde sancağı beyazdı."[421]

 

2593. ...Simak'm haber verdiğine göre, kavminden bir kimse, "Ben peygamber (s.a.) in bayrağını sarı renkli olarak gördüm" de­miştir.[422]

 

Açıklama

 

Bu hadisi rivayet eden ravinin ismi ile Hz. Peygamberin sarı bayrak taşıdığı  bu savaşın hangi savaş olduğu hadis

sarihleri tarafından tesbit edilememiştir.

Bazı hâdis-i şeriflerde hz. Peygamberin bayrağının siyah olduğu ifade edilirken[423], burada sarı olduğundan bahsedilmesi bu hadisler arasında bir çelişki olduğu anlamına gelmez. Çünkü Hz. Peygamberin bazı seferlerde siyah bazılarında da beyaz bayrak taşımış olması mümkündür. Nitekim, Prof. M. Hamidullah'ın şu sözleri de bu gerçeği te'yid etmektedir.

"....Hz. Peygamber zamanında orduya mahsus asgari iki nevi bayrak bulunuyordu ki renkleri başka başkaydı...."[424]

 

70. (Zayıf Atlar, Yada) Zayıf Atlılar Ve Aciz Kimseler Yüzüsuyu Hürmetine (Allah'tan Düşmana Karşı) Zafer İstemek

 

2594. ...Cübeyr b. Nüfeyr el-Hadrami'den rivayet olunduğuna göre kendisi Ebu'd-Derdâ'yı şöyle derken işitmiştir: "Ben Rasûlul-lah'ı(s.a.) şöyle buyururken dinledim:

"Bana zayıfları çağırınız (da ben onların yüzü suyu hürmetine Allah'dan düşmanlara karşı zafer dileyeyim). Çünkü siz ancak za­yıflarınızın duası bereketi) ile nzıklandınlır ve yardım edilirsi­niz..."[425]

Ebu Davud dedi ki: "Zeyd b. Ertat, Adiyy b. Ertat'ın kardeşi­dir."[426]

 

Açıklama

 

Bab başlığında geçen " = Hayl" kelimesi "atlar" manasına gddiği gibi athlar mânâsına da gelebilir. Bu başlık altında verilen hadis, başlıkta,bulunan"hayl" kelimesinin ifade etti­ği bu iki mânâdan ikincisine daha uygun düşmektedir. Buna göre başlığın mânâsı şöyledir: "Zayıf atlılar yüzüsuyu hürmetine zafer dilemek". Eğer sözkonusu kelimenin "atlar** manasında kullanıldığı kabul edilirse başlık "zayıf atlar yüzüsuyu hürmetine zafer dilemek" anlamına gelir. Nitekim "Eğer Allah'ın rükûda bulunan kullan ile süt emen çocuklar, merada ot-layan hayvanlar olmasaydı üzerinize azab üstüne azab yağardı."[427] mea­lindeki hadis-i şerifte hayvanlar sebebiyle Allah'dan yardım istemenin caiz olduğunu ifâde etmektedir. Binaenaleyh bab başlığında geçen hayl kelime­sine iki şekilde de mânâ vermek caizdir.

Mevzumuzu teşkil eden bu Ebû Davud hadisinin mânâsı şudur: "Siz bana güçten kuvvetten yoksun olan ve fakr u zaruretden dolayı halk tara­fından önemsenmeyen müslümanları çağırınız, ben onlarla birlikte oturup Allah'dan düşmana karşı zafer dileyeyim. Çünkü siz onların yüzüsuyu hür­metine rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz. Zira onların ihlaslan ve Allah'a yakınlıkları sizden daha fazla olduğundan onların yüzü suyu hürmetine yapılan dualar makbuldür. Kuvvetli kimseler ise, kuvvetlerine güvenip kibre kapılırlar ve cesaretlerine güvenirler. Oysa zafer sadece azîz ve hakîm olan Allah'ın yardımıyla kazanılır.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle, "Kuvvetli mü'min, Allah yanında zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha makbuldür. Ama her iki­sinde de hayır vardır...”[428] mealindeki hadis-i şerif arasında bir çelişki yok­tur. Çünkü övülen kuvvetten maksat, mü'minin Allah yolundaki azimeti­nin şiddetidir. Övülen zayıflıktan maksat da bedenen zayıf olan mü'minin etrafına karşı takındığı mülayim tavır, şefkat ve Allah'ın celal sıfatının tezahürünü görmesinden doğan tevâzuudur. Yahut da burada yerilen kuv­vetten maksat büyüklenme ve zâlinüeşmedir, orada yerilen zayıflıktan maksat da yüce Allah'ın haklarını yerine getirme hususunda gösterilen zaaf ve gayretsizliktir. Nitekim Hadis-i şerifte, "Siz zayıfların kuvvetiyle zafere erersiniz" demeyip de; "Siz onlar (in duası) He zafere erd iri I irsiniz" buyurulması da bunu gösterir.[429]

 

71. Kişinin Parola Kullanması

 

2595. ...Semüre b. Cündüb (r.a.)'den; demiştir ki: "Muhacirle­rin parolası "Abdullah", Ensâr'ın parolası ise "Abdurrahmân" idi.[430]

 

Açıklama

 

Şiar; alâmet, parola, muharebe zamanlarında birbirini tanıyıp bilmek için askerlerin kendi aralarında tayin ettikleri alâmet ve tâbirdir. Ashab-ı kiramın birçok muharebelerde şiarları, "emit, emit = Öldür, öldür" kelimesi idi. Düşman kahr ve tenkile muvaffakiyetle­rine tefe'ül için bunu şiar ittihaz etmişlerdi. İnsanların gömleğine ve mut­lak bedenine temas eden libasına ve at kısmının çuluna da şiar denir.[431] Hz. Peygamber devrinde üniforma yoktu. Muhammed (s.a.) harp es­nasında kendi askerlerinin silah arkadaşlarını düşmandan ayırması için us­ta bir metod kullanıyordu. Her cihat için bir "şiar” (ayırıcı kelime, paro­la) seçiyor, müslümanlar ferden karşılaştıkları zaman yüksek sesle bunu söylüyorlardı. Bu parola kelimeler, üniformaların görülemeyeceği zaman yani geceleyin dahi fevkalâde kullanışlıydı. Bununla beraber Bedir muha­rebesinde elbiselerde bazı ayırıcı işaretler bahis mevzuudur.[432] Yukarıda ter­cümesini sunduğumuz ve mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif Hz. Pey­gamberin harp zamanlarında parola kullandığını, muhacirlerin parolasının "Abdullah", ensarın parolasının da "Abdurrahman" olduğunu ifade et­mektedir. Fakat Münzirî'nin beyânına göre, senedinde el-Haccac b. Ertat bulunduğundan bu hadiste delil olma niteliği yoktur.[433]

 

2596. ...İyas b. Seleme'nin babası (Seleme)'den; demiştir ki; "Biz Peygamber (s.a.) zamanında, Ebu Bekr (r.a.)'le birlikte savaşa çıktık, parolamız, "Öldür, öldür" idi.[434]

 

Açıklama

 

Hz. Ebu Bekr*in "öldür öldür" kelimelerini parola olarak kullandığı savaşın, Seleme b. el-Ekvâ ile birlikte Necid üzerine düzenlediği seriyye olması gerekir. Bazılarına göre bu savaşta kullanı­lan "öldür Öldür" kelimesinin muhatabı Allah'dır. Çünkü her ne kadar darbeyi vuran kul ise de o darbeyi yiyen kimseyi öldüren Allah'dır. Allah onun ölmesine izin vermemişse, indirilen darbe onun ölmesini sağlayamaz. Bu görüşe göre sözü geçen parolanın tamamı "Ey yardım edici olan Allah, düşmanı öldür" şeklindedir. Fakat cümlenin başında bulunan "Yâ nasır!" kelimesiyle sonundaki "el-adüvve" kelimesi hafzedilmiş ve cümleye kuvvet kazandırmak için "emit" kelimesi tekrar edilmiştir. Bazılarına göre de bu cümlenin muhatabı tüm müslüman gazi­lerdir ve cümlenin aslı "Ey Allah'ın yardımına mazhar ol­muş asker, öldür" şeklindedir. Fakat "Ya mansur!" kelimesi hazfedilmiş ve cümleye kuvvet kazandırmak için kelime tekrar edilmiştir. Hadiste "emit" kelimesinin iki defa tekrarlanmış olması, parolanın böyle "emit" kelime­sinin üstüste iki defa tekrarlanmasından meydana geldiğini ifade etmek için değil de bu kelimenin bir parola olarak tüm askerlerin dilinde dolandı­ğını ifade etmek için böyle üstüste iki defa zikredilmiş olabileceği de düşü­nülebilir.

Hattâbî'nin de açıkladığı gibi ashab-ı kiram savaşta geceleri karşılaş­tıkları kimselerin kendilerinden olup olmadığını anlamak için aralarında "emit emit" kelimelerini parola olarak seçerlerken aynı zamanda bu keli­melerin kendileri için uğur getireceğine de inanmışlar. Bütün düşmanları­nın öldürüleceğine ve kendilerinin zafere ulaşacağına dair olan temennile­rini bu kelimelerle ifade etmişlerdir.[435]

 

Bazı Hükümler

 

1. Harpte parola kullanmak caizdir.

2. Bazı kelimeleri hayırlı saymak caizdir.[436]

 

2597. ...(Sahabe-i kiramdan) bir kimse Peygamber (s.a.)'i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir; "Eğer geceleyin baskına uğrarsanız parolanız, ha mîm lâ yünsarûn olsun"[437]

 

Açıklama

 

Hattâbî'nin açıklamasına göre, "ha mîm lâ yünsarûn" cümlesi, dua cümlesi değil, ihbârî bir cümledir. Bir başka ifadeyle bu cümle kafirlerin muzaffer olamamaları için bir duâ değil, kafirlerin muzaffer olamayacağını bildiren bir haberdir. Cümlenin başında bulunan harfleri, yemin manasında kulamlan Allah'ın isimlerinden bir isimdir ve'İbn Abbas (r.a.) den rivayet edilen "Ha mîm, Allah'ın isimlerinden bir isimdir" anlamında bir de hadis vardır. Binaenaleyh bu cümle "Allah'a ye­min olsun ki o kâfirler size karşı muzaffer olamayacaklardır** anlamına gel­mektedir. Nitekim lbnü'1-Esir de en-Nihâye isimli eserinde bu manayı tercih etmiştir. Bazılarına göre bu cümlenin başında "deyiniz'* kelimesi var­dır. Yani cümlenin aslı "kûlû hâmîm = Ha mim deyin" şeklindedir. Bu emri duyan kimselerin, "Bu sözü söylediğimiz zaman ne olur? dedikleri ve bu so­ruya da, "La yünsarûn = düşmanlar galib gelemezler" diye cevap verildiği farkedümiş ve bu şekilde ortaya çıkan "Hamim lâ yünsarûn" cümlesi müs-lümanların parolası olmuştur. Hadis imamlarından Ebu İsa et-Tirmizi bu hadis hakkında şunları söylemiştir: "Bu babda Ebu Seleme el-Ekva (r.a.) dan da bir hadis rivayet edilmiştir. Bazıları bu hadisi Ebu İshak'dan, es-Sevri'nin rivayeti gibi rivayet ettiler. Aynı zamanda bu hadis Ebu İshak -el-Mühelleb b. Ebi Sufre yoluyla- Rasûlullah (s.a.) den mürsel olarak rivayet edildi."[438]

 

72. Kişi Yolculuğa Çıktığı Zaman Nasıl Dua Eder?

 

2598. ...Ebu Hüreyre (r.a.) den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) yol­culuğa çıktığı zaman (şöyle) dua ederdi: "Ey Allah'ım (hazarda oldu­ğu gibi) yolculukta (da) arkadaş(ım) ve aile(m) de vekil(im) sensin. Yolculuğun sıkıntısından, üzüntülü dönüşten, aile ve malda kötü hal(e düşmek) den sana sığınırım. Ey Allahım, bizim için yeri dür ve bu yol­culuğu bize kolaylaştır."[439]

 

Açıklama

 

"Va'sa" kelimesi şiddet ve meşakkat anlamlarına gelir. Üzerine basınca ayak gömüldüğü için üzerinde zorluk la yürünebilen kumlu yol anlamına gelen " = el-va'su" kökünden tü­remiştir.Binaenaleyh ta'biri burada, "yolculuğun meşakkati ve sıkıntısı" anlamında kulanılmıştır. Metinde geçen cüm­lesinin aslı  =Hazarda olduğu gibi seferde de gerçek sahibim sensin" şeklindedir. Tercümemizde bu hususu göz önünde bulun­durduk ve cümlenin aslında bulunduğu halde, metinde zikredilmeyen keli­melere parantez içerisinde yer verdik. Hz. Peygamberin duasının bu cümlesinde "... .Nerede olursanız olun, o sizinledir..." [440], âyeti kerimesine İşaret vardır. Metinde geçen "keâbe" kelimesine gelince, seferden eli boş ola­rak dönmek veya dönüşte malının mülkünün helak olduğunu görmek, ya da ailesinin hastalandığını veya öldüğünü öğrenmek gibi durumların tevlid edeceği gam, keder, sıkıntı ve üzüntülerdir. el-Münkaleb ise, "seferden dönmek" anlamına gelen bir mimli masdardır.

sözü ise, ailenin ve malın bakılınca insana sıkıntı ve üzüntü verecek kötü bir duruma düşmesi demektir[441]. Yâni, ey Allahım yolculuğumdan döndüğüm zaman ailemi ve mallarımı kötü bir şekilde gör­mekten sana sığınırım, yolculuğumun bu şekilde sonuçlanmasından ve yol­culuğumun sonunda böyle bir manzara ile karşılaşmaktan beni koru*' demektir.

cümlesi ise, "Yeri dürmek suretiyle bu uzun yolculuğu bi­zim için kısalt ve kolaylaştir" demektir. Bu cümle Allah'ın dilediği zamanı ve mekanı tayyedeceğine bir işarettir. Nitekim Allah'ın bu işle görevli me­lekleri vardır. Allah Teâlâ istediği anda o melekler zamanı ve mekanı kağıt gibi katlayıp dürmek suretiyle zaman ve mekan sınırlarını altüst ederler.[442]

 

2599. ...îbn Ömer'in Aliy el-Ezdi'ye anlattığına göre Rasûlullah (s.a) yolculuğa çıkarken devesinin üzerine dimdik oturduğu vakit, üç (defa) tekbir getirir sonra, "Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)ın şanı yücedir. Yoksa biz bunu (hizmetimize) yanaştıramazdık. Biz el­bette Rabbimize döneceğiz"[443] "Ey Allahım! Senden bu yolculuğu­muzda (bize) iyilik ve takva (üzere olan) amel(ler)den de senin razı olacaklarını (nasibetmeni) dilerim. Ey Allah'ım! Bize bu yolculuğu­muzu kolaylaştır. Bizim için uzaklığı dür. Yolculukta arkadaş, ailede ve malda vekil sensin." derdi. (Yolculuktan) döndüğü vakit de aynı duayı okur ve bu duaya (şunu da) ilâve ederdi; "Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, ibâdet edenleriz. Rabbimize hamdedicilerîz." Peygamber (s.a.) ve askerleri (savaşa giderlerken) tepelere çıkınca; "Allahü ekber" (tepelerden) inince de; "sübhanaflah" derlerdi. Namaz(daki tekbir ve teşbihler) buna göre konmuştur.[444]

 

Açıklama

 

Fahr-i kainat efendimiz herhangi bir yolculuğa çıkarken bu hadis-i şerifte öğretilen duayı ya da önceki hadis-i şerifte gev'en dua gibi bir dua okurdu.

Şafii ulemasından Nevevi, Hz. Peygamberin yolculuk esnasında ve di­ğer zamanlarda okumuş olduğu duaları "el-Ezkâr" isimli meşhur eserinde toplamıştır. Sefere çıkacak olan bir kimsenin Hz. Peygamberin yola çıkar­ken okuduğu dualardan birini okuması müstehabdır.

Hz. Peygamberin askerleri savaşa giderken tepelere çıktıkça Allahu ekber, Allahu ekber sadalarıyla tekbir getirir, tepelerden inince de "sübhanellah, sübhanellah" sadalarıyla Allahı teşbih ederlerdi. Namaz da şeklini buradan almış, cihâd ruhu ve neşvesi bu şekilde namazda da tecelli etmiştir. Şöyleki namaza başlarken kıyamda iftitah tekbiri alınır. Kıyamdan rükuya eğilince "sübhâne rabbiyelazim" denildiği gibi rükûdan secdeye inince de "sıibhâne rabbiye'l-a'la" denilir. Bu durum namazın, bütün faziletleri için­de toplayan en faziletli bir ibadet olduğunu gösteren delillerden birisidir.[445]

 

73. Mücâhîdleri Uğurlarken Yapılacak Dua

 

2600. ...İbn Ömer Kaze'a'ya hitaben "Gel! Ben seniRasûlullah (s.a.)'ın (mücahidleri ve) beni uğurladığı gibi uğurlayayım" dedi (ve şöyle dua etti): "Senin dinini, emanetini ve amellerinin sonuçlarını Al­lah'a emânet ediyorum"[446]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber yolculuğa çıkan mücâhidleri uğurlarken, "Senin dinini, arkanda emanet olarak bıraktığın çoluk-çocuğunu ve diğer emânetlerini Allah'a emanet ediyorum ve ondan muhafaza etmesi­ni hayatın boyunca yapacağın amellerini hayırla neticelendirmesini diliyorum" diye dua ederdi.

İbn Ömer, Kaze'a'yı bu şekilde uğurlamış ve Hz. Peygamberin mücâ­hidleri bu şekilde uğurladığını ifâde etmiştir.

Bir hadis-i şerifte ifâde edildiğine göre, "Azîz ve celîl olan Allah'a bir şey emânet edildiği zaman o şeyi mutlaka muhafaza eder"[447]. O emâneti he­der olmaktan korur. Ona musallat olan zâlimleri dünyada ve âhirette ceza­landırır.[448]

 

2601. ...Abdullah el-Hatmî'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) (düşmanla savaşmak üzere yola çıkan) asker(ler)i uğurlamak istediği zaman; "Sizin dininizi, emanetlerinizi ve amellerinizin sonuçlarını Al­lah'a emanet ediyorum” derdi.[449]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "emânet" kelimesinden maksat, kişinin yola çıkarken geride emânet olarak bıraktığı aile fertleri ve mallan olabileceği gibi, yola çıkarken kendisine bırakılan emânetler de olabilir. Fahr-i kainat efendimizin uğurlamak istediği kişilerin geride bıraktıkları ve­ya yanlarında taşıdıkları emânetlerin muhafazasını Allah'dan isterken bu emâ­netler arasında dinin muhafazasını da istemesi yolculuğun pek çok meşakkatlerle dolu olması cihetiyle en büyük emânetlerden biri olan dini sorumlulukların yerine getirilmesi hususunda bir takım tehlikelerin ve engelle­rin mevcut olmasından ileri gelmiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber uğurlamak istediği kimselerin dinlerini de iyice muhafaza edebilmeleri için Allanın on­lara yardım etmesini dilerdi.

Bu hadisle ilgili diğer hususlar bir önceki hadisin şerhinde açıklanmış olduğundan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[450]

 

74. İnsan (Bir Hayvana Veya Araca) Bindiği Zaman Nasıl Dua Eder?

 

2602. ...Ali b.Rabia'dan; demiştir ki: Ben Ali (r.a.)'yi binmesi için kendisine bir hayvan getirildiği sırada gördüm. Ayağını özengiye basınca, "bismillah = Allah'ın adıyla" dedi; hayvanın sırtına dosdoğ­ru yerleşince de "Elhamdülillah; Hamd Allah'a mahsustur" dedi. Son­ra "Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)'in şanı yücedir, yoksa biz bunu (hizmetimize) yanaştıramazdik. Biz elbette rabbimize döneceğiz"[451] (âyetini) okudu. Sonra üç defa "elhamdülillah" sonra üç defa da "Allahü ekber=Allah en büyüktür" dedi. Sonra da " =Seni her türlü noksan sıfat­lardan tenzih ederim. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla, gerçekten, günahtan ancak sen bağışlarsın" diye dua etti ve arkasından gülüm­sedi. Bunun üzerine (kendisine)

Ey müminlerin emiri! Seni güldüren nedir? diye soruldu. (Ö da şöyle) cevap verdi:

Ben Peygamber (s.a.)i benim yaptığım gibi yaptıktan sonra gü­lerken gördüm. Bunun üzerine, Ey Allah'ın Rasulü, seni güldüren ne­dir? diye sordum. "Şüphe yok ki senin Rabbin, bir kulunun - günahlan kendisinden başka bir kimsenin affedemeyeceğini bilerek- (ey Allahım) günahlarımı affet demesinden memnun olur" buyurdu.[452]

 

Açıklama

 

Hz. Ali'nin, hayvanına binerken sırasıyla okuduğu bu duaların tümünü Hz. Peygamberden öğrenmiş ve onun sünnetine uymak için bu duaları belli bir sıraya ve sayıya göre okumuştur. Hayva­na binerken, Önce besmele çekmiş, sonra üç defa elhamdülillah üç defa da "Allahu ekber" demiştir. "Elhamdülillah" ve "Allahu ekber" cümleleri­nin üç defa tekrarlanmasmdaki hikmet, bu duaların insanın içinde bulundu­ğu üç zamana da yani mazi (geçmiş), hal (şimdiki zaman) ve istikbal (gelecek zaman)a da şâmil olması içindir. Ya da bu duaların dünya hayatı, ruhlar alemi ve âhiret hayatına da şâmil olması içindir. Hayvanın sırtına dosdoğru otur­duktan sonra elhamdülillah demekten maksat, Allah'ın hayvanları veya di­ğer vasıtaları insanın emrine müsahhar kılmasının büyük bir nimet olduğunun hatırlanması ve bunun şükrünün lisanen ifasıdır.

Bazılarına göre elhamdülillah cümlesinin üç defa tekrarlanmasından mak­sat şudur: Birinci hamd, Allah'ın hayvanları müsahhar kılmasındandır. İkinci hamd, Allah belalardan koruduğu içindir. Üçüncüsü de Allanın verdiği di­ğer nimetlere şükür içindir. Tekbirin üç defa tekrarlanmasmdaki hikmet ise şudur: Birinci tekbir Allah'ın zatındaki azamet ve kibriyasına işaret içindir.İkincisi sıfatlarım ta'zim içindir. Üçüncüsü ise, Allah'ın mekandan ve me­kanı istiva etmekten münezzeh olduğuna işaret içindir. Allah'ın azametini ve nimetlerinin çokluğunu bilen ve zikreden bir kimsenin bu nimetlerin şük­rünü edâ etme hususundaki kusurunu göreceği gayet tabii olduğundan, sö­zü geçen duaları "Ben nefsime zulmettim, beni bağışla" anlamına gelen dualar ta'kib ediyor.

Hz. Ali bu duaları okuyup bitirdikten sonra kendisine "Ey müminlerin emiri seni güldüren nedir?" diye sorulması bu hadisenin Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde vukua geldiğine delalet etmektedir.

Memnun olmak veya olmamak, hadiselerden müteessir olan aciz var­lıklara mahsus hissi haller olduğundan Allah teâlâ bu gibi hallerden münez­zehtir. Binâenaleyh metinde geçen "memnun olur" kelimesi "Allah ona çok sevab yazar" anlamına gelir.[453]

 

75. Bir Yerde Konaklayan Kimse Hangi Duayı Okur?

 

2603. ...Abdullah b.Amr (r.a.) demiştir ki: Rasûlüllah (s.a.) yol­culuğa çıktığı zaman gece oldumu (şöyle) dua ederdi: "Ey arz! Benim Rabbım da senin Rabbın da Allah'dır. Senin şerrinden, sende olanla­rın şerrinden, sende yaratılanların şerrinden ve üzerinde gezen yaratıkların şerrinden Allah'a sığının m. Aslan'ın şerrinden» büyük yılanın şerrinden, yılan ve akreb şerrinden, bu yerde oturan (yaratıklar)ın şer­rinden, doğuran kimselerin ve doğurduklarının şerrinden de Allah'a sığınırım.”[454]

 

Açıklama

 

Her ne kadar hitaba elverişli olart sadece akıl sahipleri ise de canlı, cansız tüm yaratıklar Hz.Peygamberin hitabına müsâid ve müsteiddirler. Binaenaleyh Hz. Peygamberin yere hitabı aynen şuur­lu ve akıl sahibi bir yaratığa yapılan hitap gibi hakiki bir hitaptır. Nitekim Allah teâlâ yere ve göğe hitaben, "Ey arz, suyunu yut ve ey gök tut" buyurmuştur.[455]

Yerin şerrinden maksat, insanın orada isyan edip günah işlemesi, yolu­nu şaşırması, bir takım zorluklarla ve belâlarla karşılaşması iniş ve çıkışlar­da düşüp kalkmasıdır.

Yerde olanların şerrinden maksat, oranın soğuğu, sıcağı ve iklimin bozukluğudur. Oradaki yaratılanların şerrinden maksat ise, orada bulu­nan zararlı böceklerdir.

"el-Esved" kelimesiyle kasdedilen büyük yılanlar, el-hayye kelimesiy­le kasdedilen de tüm yılan cinsidir. Büyük yılanın şerrinden Allah'a sığı­nıldıktan sonra ayrıca tüm yılanların şerrinden de Allah'a sığınılması, hu-sûsdan sonra, umûm'un zikri kabîlindendir. Nevevî'nin açıklamasına göre metinde geçen, "yerin sakinleri" kelimesinden maksat, orada yerleşen cin­lerdir. Doğurandan maksat iblis, doğandan maksatda şeytanlardır.

Hattâbî'ye göre beled kelimesi, üzerinde bina ve ev olsun veya olma­sın canlıların, barınağı olan yer anlamına gelir. Ancak burada üzerinde bina bulunmayan yer anlamında kullanılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber bu duayı yolculuğu esnasında, çölde yapmıştır.

Hadisin zahirine bakılırsa Hz. Fahr-i kainat efendimiz yolculuğu es­nasında güneş batınca bir yerde konaklasa da konaklamasa da bu duayı okurdu. Muhakkik müfessirlerden Kurtubî'nin "...Alemler içinde Nuh'a selam var."[456] ayet-i kerimesinin tefsirinde açıkladığına göre her kim ge­celeyin bir yerde konaklar da bu ayet-i kerimeyi okursa o kimseyi yılanlar ve akrepler sokamazlar.[457]

 

76. Akşam ile Yatsı Arasında Yolculuk Yapmanın Kerahati

 

2604. ...Cabir (r.a.) den; demiştir ki: “Resulullah (s.a.);

“Güneş batınca yatsının koyu karanlığı çökünceye kadar hayvanlarınızı (dışarı) salmayın.Çünkü şeytanlar güneş batınca, yatsının karanlığı gidinceye kadar (ortalıkta) fesat çıkarırlar.”[458]

Ebu Davud dedi ki: “Fevaşi yeryüzüne daılan her şey demektir.”[459]

 

Açıklama

 

Fevaşi: Koyun, keçi, sığır gibi dört tarafa dağılan hayvanlar ve çocuklar demektir.Faşiye kelimesinin çoğuludur.

Fahme: Kömür demektir. Akşamla yatsı arasının karanlığı  kömüre benzediği için Araplar bu vakte fahme ismini vermişlerdir.Yatsı ile sabah arasında kalan vakte de “as’as” derler.

Bu hadis-i şerif akşam ile yatsı arasında hayvanları ve çocukları dışarı salmanın doğru olmadığını çünkü o saatlaede şeytanların fesat çıkarmak üzere ortalıkta kol gezdiklerini, binaenaleyh şeytanların şerrinden emin olamnın  yolarını bilmeyen çocuklara ve hayvanlara musallat olabilceklerini ifade etmektedir.İmamı Nevebi’nin açıkladığı gibi şeytanın kapalı bir kabı açabilmesi, bağlı bir tulumu çözebilmesi, kilitli bir kapıyı açabilmesi bir çocuğa veya başkasına musallat olabilmesi için ortamın müsaid ve ara­dığı sebeplerin mevcut olması gerekir. Ancak o zaman buna muvaffak olabilir. Aksi takdirde hiçbir yaratığa bir zarar veremez. Nitekim bir hadis-i şerifte açıklandığı üzere "kul evine girerken besmele çekerse şeytan, -bize bunların yanında gecelemek yoktur- der” ve oradan uzaklaşıp gider.[460] Bab başlığından anlaşıldığı üzere her ne kadar Musannif Ebû Dâvud bu hadisten akşam ile yatsı arasında yolculuk yapmanın mekruh olduğu mânâsım çıkarmışsa da bu mânâ çok uzak bir ihtimaldir.[461]

 

77. Hangî Gün Yolculuğa Çıkmak Müstehabdır

 

2605. ...Ka'b b.Mâlik'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) Per­şembe gününün dışında pek az yolculuğa çıkardı."[462]

 

Açıklama

 

Bu hadiste ifade edildiği üzere Hz. Fahri kâinat efendimiz yolculuğa çıkmak için Perşembe gününü tercih ederdi. Bu sebeple ekseriyetle yolculuklarını perşembe günleri yapardı. Nitekim hacca giderken de perşembe günü yola çıkmıştı.[463]

Bu bakımdan yolculuğa çıkmak için perşembe gününü seçmek sünnet ise de, herhangi bir engelle karşılaşıldığı takdirde haftanın diğer günlerin­de yolculuğa çıkmakta da bir sakınca yoktur.[464]

 

78. Erken Yola Çıkmanın Fazileti

 

2606. ...Sahr el-Gâmidî'nin rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.), "Ey Allahımî Ümmetim için (gündüzün) erken vakitlerim be­reketli kıl." diye dua etmiştir. (Sahr sözlerine şöyle devam etti: Pey­gamber) "bir askerî birliği veya orduyu savaşa gönderdiğinde, onla­rı gündüzün ilk vaktinde gönderirdi." Sahr ticaretle uğraşan bir adam­dı. Ticaret mallarını gündüzün ilk vakitlerinde gönderirdi. Bu yüz­den zenginleşti ve malı çoğaldı.[465]

Ebû Dâvud dedi ki; "Bu, Sahr b. Vedea'dır"[466]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber, erken saatlerin bereketli olması için dua etmiş. Allahdan, ümmetinin gündüzün erken saatlerinde

yaptıkları ticâretlerin, yolculukların ve diğer işlerin bereketli olmasını, yi­ne sabahın erken saatlerinde yapılan ibâdetlerin de feyz ve sevabının diğer vakitlerinde yapılan ibâdetlere nisbetle daha bol olmasını istemiştir. Gü­nün ilk vaktinden maksat, fecr-i sadıktan güneşin doğmasına kadar geçen süredir. Fecri takibeden zamanlar sıra ile şu isimleri alırlar. Sabah, Gâdât, Bükre, Dûhâ, Dahve, el-Hâcira, Zühr, Revâh, el Mesâû, el-Asr, el-AsîI, el-lşâül-evvel (İlk yatsı) el-İşâülâhıra (son yatsı). el-Münzirî'ye göre sabahın ilk vaktinden maksat, fecrin doğması ile güne­şin doğması arasında kalan süredir.

İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, ilim tahsili ile meşgul olan kim­selerin ders çalışmaları için sabahın ilk saatlerini seçmeleri sünnet olduğu gibi, teşbih, i'tikafa girme, herhangi bir iş yapma, yolculuğa çıkma ve nikah kıyma gibi dini ve dünyevi işler için de sabahın erken saatlerini seçmek sünnettir.[467]

el-Münzirî'nin açıklamasına göre bu hadis-i şerifi sahâbe-i kiramdan pek çok kimseler rivayet etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır. Ali, İbn Abbâs, İbn Mesud, İbn Ömer, Ebu Hüreyre, Enes b.Mâlik, Abdullah b. Selâm, Nevas b. Semân, İmran b.Husayn, Câbir b.Abdillah, Büreyde ve Evs b.Abdullah (r.anhum) sahabenin dışında daha pekçok kişiler de rivayet etmişlerdir.

Aişe (r.a.) dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.), "Rızık talebinde sabahleyin erken davranınız, çünkü sabahın erken vakitleri berekettir ve muvaffakiyettir." buyurmuştur.

Osman (r.a.) den rivayet edildiğine göre, Peygamber efendimiz, "sa­bah uykusu rızka manîdir” buyurmuştur. Fâtıma bint Muhammed (r.a.) den şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ben sabahleyin sırtüstü uzanmış yatıyordum. Resûlullah (s.a.) bana uğrayıp ayağıyla dokunarak, "kızım kalk, Rabbinin rızık taksiminde hazır bulun, gafillerden olma. Çünkü Al­lah Teâlâ halkın rızkını fecrin doğmasıyla güneşin doğması arasında tak­sim eder" buyurdu.[468]

 

79. Kişinin Yalnız Başına Yolculuk Yapması

 

2607. ...Amr b.Şuayb'ın dedesi (Abdullah b.Amr) den; demiş­tir ki: "Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu":

“Tek yolcu şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç (yolcu) ise, cemaattir."[469]

 

Açıklama

 

Tek başına yolculuk yapmak şeytan işidir. Ve şeytanlar insanların da kendileri gibi tek başlarına yolculuk yapmalarını arzu ederler. Binaenaleyh yalnız başına yolculuk yapmış olanlar bu halleriyle şeytanların arzusuna uygun bir iş yapmış olurlar.

Yalnız başına yolculuk yapan kimseler yolda vefat edecek olsa yanın­da kendisini yıkayıp, kefenleyecek ve defnedecek bir kimse bulunmayaca­ğı gibi vasiyyetini bildirecek ve yanındaki malını ailesine iletip, kendisinin vefat haberini onlara verecek bir kimse de bulunmaz. Bu da şeytanı mem­nun eder. İki kişinin yolculuğu da buna benzer. Çünkü bunlardan biri ölse diğeri çok zahmet çeker. Ancak üç kişi bir arada yolculuğa çıktıkları zaman bunlar bir cemaat oluştururlar. Bunlar her bakımdan birbirlerine yardımcı olabilirler. Bu sebeple yolculuğa çıkarken sünnet olan, üçten az kişiyle yola çıkmamaktır. Ayrıca hadîsi şerif, mü'minlerin bir işe koyul­duklarında, yada hayatlarının bir çok noktasında birleşmeleri ve cemaat olarak hareket etmelerinin gereğine işaret etmektedir. Birleşmenin şeytana karşı oluşu önemli bir olaydır. Dolayısıyla küfre karşı birlik içinde hare­ket etmenin önemi de ayrıca ortaya çıkıyor.[470]

 

80. Yolculuğa Çıkan Bir Topluluk İçlerinden Birini Başkan Seçer

 

2608. ...Ebu Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a) "üç kişi yolculuğa çıktığı zaman içlerinden birini başkan seçsinler" buyurmuştur.[471]

 

Açıklama

 

Yolculuğa çıkan bir topluluk en az üç kişi oldukları zaman aralarında anlaşmazlıkların ve dolayısıyla bir takım kırgınlıkların çıkmaması için içlerinden birini başkan seçmeleri müstehabdır. Se­çilen bir başkan sayesinde, ihtilaf ve kırgınlıkların ortaya çıkması önlen­miş olur.

Bu hadis, yolculuğa çıkan kişilerin en az üç kişi olmaları halinde biri­ni başkan seçmelerinin müstehab olduğuna delâlet ettiği gibi, iki kişinin aralarında bulunan bir anlaşmazlığı halletmek üzere bir kimseyi hakem ta'yin etmeleri halinde o kimsenin hakka uygun olarak vereceği karara uymaları gerektiğine de delâlet etmektedir.[472]

 

2609. ...Ebû Hüreyre (r.a.) den rivayet olunduğuna göre Rasû-lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bir yolculukta (en az) üç kişi bu­lunduğu zaman (içlerinden) birini başkan seçsinler" (Bu hadisin râ-vîlerinden) Nâfi' dedi ki: Bunun üzerine biz de Ebû Seleme'ye "sen bizim başkanımizsın' dedik [473]

 

Açıklama

 

Fahr-i kainat, yolculuğa çıkan kimselerin en az üç kişi olmalarım tavsiye edince içlerinde Nafi' ile Ebû Seleme'nin de bulunduğu bir cemaat yolculukları esnasında, Hz. Peygamberin bu em­rine uyarak Hz. Ebü Seleme'yi başkan seçmişlerdir.

Bilindiği gibi Nâfi’ (r.a.) hazretleri Ebu Abdullah künyesiyle anılan ve Hz. Ömer b. el-Hattâb'm hürriyetine kavuşturduğu bir tabiîdir.

Ebû Seleme ise Abdurrahman b.Avf hazretlerinin oğludur. Bu hadis ve konuyla ilgili diğer hadislerden anlaşıldığına göre, sefere çıkma ve ben­zeri hareketlerde (cihad, şeytani birliklere karşı birleşme gibi) mü'minlerin hem cemaat oluşturmaları, hem de aralarında bir başkan seçerek gerek yol ve strateji tayininde gerekse hayatlarının diğer noktalarında Allah ve Râsulünün ahkâmına uygun karar verme olayında idarî bir yapıya kavuş­maları istenmektedir. Yolculukta böyle olursa Hazarda nasıl olması gerek­tiği gayet açıktır.[474]

 

81. Bir Kimsenin Yanında Bulunan Bir Mushafla Birlikte Düşman Ülkesine Yolculuk Yapması

 

2610. ...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûllullah (s.a.) Kur'anla birlikte düşman ülkesine yolculuk yapmayı yasak­ladı."[475]

(Bu hadisin râvilerinden) Mâlik dedi ki, öyle zannediyorum ki (yasaklama) düşmanın Kur'ânı ele geçirmesi korkusundandır."[476]

 

Açıklama

 

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre hadisin sonunda bulunan "bu (yasaklama), düşmanın Kuran’ı ele geçirmesi

korkusundandır." Cümlesinin Hz. Peygambere mi yoksa râvilerden birine mi ait olduğu meselesi Hadis uleması arasında ihtilaflıdır. Bu sebeple bazıları bu sözü Hz. Peygambere ait bir sözmüş gibi rivayet ederken bazı­ları da İmam Mâlik'e ait bir sözmüş gibi rivayet etmişlerdir. Aslında bu söz imam Malik'in bu hadisle ilgili bir açıklamasından ibarettir.

İbn Abdilberr'in açıklamasına göre yanında mushaf bulunan bir kim­senin, düşmana yenilmesinden korkulan küçük bir cemaat içerisinde düş­man ülkesine seyahat etmesinin caiz olmadığında tüm fıkıh uleması ittifak etmişlerdir. Ancak düşmana galip geleceğinden emin olunan bir askeri bir­lik içerisinde bulunan bir kimsenin yanındaki mushafla düşman ülkesine girip girmemesi meselesi ulema arasında ihtilaflıdır. İmam Malik bunu da caiz görmemiştir. İmam Ebû Hanife'ye göre düşmana galib geleceğin­den emin olunan bir askeri birlik içerisinde bulunan bir kimsenin yanında­ki mushafla düşman ülkesine girmesinde bir sakınca yoksa da, düşmana yenileceğinden korkulan küçük askeri birlikler içerisinde bulunan bir kim­senin mushafla düşman ülkesine girmesi caiz değildir. İmam Şafiî'ye göre ise, düşmana yenilme korkusu bulunsa da bulunmasa da, düşman ülkesine mushafla girmek tahrimen mekruhtur.

Bu yasağın sebebi mushafın kafirlerin eline geçmesi ve kafirlerin de ona hakaret etme fırsatını bulmaları tehlikesidir. Mushafa hakaret edilme­sine imkan verilmesinin haram olduğunda ise, ihtilaf yoktur.

Bu sebeple bu hadis-i Şerifin, kafire mushaf satmanın haram olduğuna delâlet ettiğine hükmedildiği gibi,kafireKur'an öğretmenin caiz olmadı­ğına hükmedenler de olmuştur. Nitekim İmam Malik kâfire Kur'an öğret­menin caiz olmadığına hükmetmiştir. İmam Ebu Hanife'ye göre ise, kafi­re Kur'an öğretmek 'kayıtsız şartsız caizdir. İmam Şafii'den bu görüşlerin ikisi de rivayet edilmiştir.

Mâlikîlerden bazıları "Kâfirlere delil gösterebilmek için Kur'an'ın ba­zı âyetlerini onlara Öğretmekte herhangi bir sakınca yoksa da kâfirlere Kur'an âyetlerinin bundan fazlasını öğretmek caiz olmaz." demişlerdir. Nitekim Hz. Peygamberin İslama davet için Kur'an-ı Kerim'in bazı âyetle­rini Herakliyus'e göndermiş olması da bu görüşü teyid etmektedir.

İmam Nevevi'nin açıklamasına göre "kâfirlere içerisinde âyet bulu­nan bir mektup yazıp göndermenin caiz olduğunda ulema ittifak etmişler­dir. Fıkıh kitapları gibi içinde âyet ve hadis bulunan kitapları düşman ülkesine sokmanın caiz olmadığını söyleyenler olduğu gibi, içerisinde âyet ve hadis bulunmayan ilmi eserleri düşman ülkelerine sokmanın bile caiz olmadığını söyleyenler de vardır.[477]

 

Ordu, Arkadaşlar Ve Müfrezelerde Müstehab Olan Şeyler[478]

 

2611. ...İbn Abbas (r.a.) dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"(Yolculukta) Arkadaşlarının (sayı bakımından) en hayırlısı dört (kişilik), serîyyelerin en hayırlısı (en az) dört yüz (kişilik), orduların en hayırlısı da (en az) dört bin (kişilik) olanıdır ve oniki bin (kişilik bir kuvvet) azınlıktan dolayı yenilmez.”[479]

Ebû Dâvud dedi ki: "doğrusu bu hadis mürsel'dir."[480]

 

Açıklama

 

Sahabe: Arkadaş anlamına gelen "sahib" kelimesinin çoğuludur. «Fâiıün» vezninde olup da çoğulu "feâle" vez­ninde gelen sadece bu kelime vardır.

Seriyye: Dörtten veya yüzden dörtyüze kadar olan askeri müfrezeye verilen addır. "Ya geceleyin yürüyüş demek olan "sery"den veya "nefis şey" demek olan “seriy"den, yahut müntehab (seçkin) mâ­nâsına olan "iştira" den geldiği ifade edilen seriyye hakkında Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu'nda (III.350) de şu tafsilat var­dır: "Seriyyeleri teşkil eden erler, ekseri geceleri yürüyüp, gündüzleri sak­landıkları veya bahadır, güzide efrad seçildikleri için bu nâmı almışlar­dır.” Seriyyenin cem'i serayadır.[481]

Askeri birliklerin sayılarına göre aldıkları isimler şunlardır.

1. Sayı bakımından en az olan askeri birliğe "ceride” ismi verilir. Özel olarak teşkil edildiği ve bu haliyle diğer birliklerden tecrid edildiği için bu ismi almıştır.

2. "Seriyye" elli kişiden dörtyüz kişiye kadar olan birliklerdir.

3. "Ketîbe" yüz kişiden bin kişiye kadar olan birliklere denir.

4. "Ceyş" ise, bin kişiden dörtbin kişiye kadar olan askeri birliklere verilen isimdir. Bu sayıdaki birliklere "el-felik" ve "el-cühfül" isimleri de verilir.

5. "el-Hamîs" kelimesi ise, sayıları dörtbinden onikibine kadar olan askerî birlikler için kullanılır. Asker kelimesi ise, bu birliklerin hepsini içine alır. Ancak Hanefi uleması "ceyş" ve "seriyye" kelimelerinin hangi askerî birlikler için kullanıldığı meselesinde ihtilaf etmişlerdir.

Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte en hayırlı olan yolculuğun en az dört kişiyle yapılan yolculuk olduğu ifâde edilmektedir. Bu mevzuda imâm Gazâlî hazretleri şunları söylüyor: "Yolculuğa çıkan'bir kimse yanından ayrılmayacak bir kimseye kesinlikle muhtaç olduğu gibi, kafilenin ihtiyaçları için çaba sarfedecek ikinci bir arkadaşa daha ihtiyacı vardır. Eğer yola üç kişiyle çıkılacak olursa, kafilenin ihtiyaçlarıyla meşgul olan kimse yalnız kalmaya mahkumdur. Dolayısıyla kafilenin ihtiyaçları için çaba sarfeden kimse yalnızlığın verdiği can sıkıntısından kurtulamaz. Eğer yolculardan ikisi kafilenin ihtiyaçları peşinde koşacak olsa, bu sefer eşya­ların başında bekleyen kimse yalnız kalır. Bu bakımdan yolculuğun sıkın­tısız geçmesi için yolcu sayısının en az dört kişi olması gerekir.[482] Dörtten fazlasına ise ihtiyaç yoktur.

Evet korkulardan emin olmak için arkadaşların çokluğuna ihtiyaç var­dır. Fakat dört olmaları umûmi arkadaşlık için değil, hususi arkadaşlık içindir.[483]

Tîbî'nin açıklamasına göre, bu hadis-i şerifte yolcular için tavsiye edi­len sayılarda hâkim olan dört rakamıdır. Şöyle ki seriyyeler için tavsiye edilen dört yüz sayısı aslında yüz sayısının dört katı olduğu gibi ordular için tavsiye edilen dört bin sayısı da bu sayının dört katından ibarettir. Binaenaleyh bu sayıyla işaret edilmek istenen, bu binanın ayakta durması için dört rükün üzerine oturması gerektiği gibi, bir askeri birliğin de dört başı mamur bir şekilde takviye ve teçhiz edilmesinin önemi ve gereğidir.

Yine bu hadis-i şerifte on iki bin kişiden oluşan bir askeri birliğin az sayılamayacağı, şayet bu kuvvet mağlub edilecek olursa bu mağlubiyetin, kuvvetin azlığına değil; iyi teçhiz edilmemiş veya iyi sevk ve idare edilme­miş, ya da gurura düşüp, Allah'a olan güvenini kaybetmiş olmasına bağ­lanması gerektiği ifâde buyurulmuştur. Nitekim Huneyn savaşında müslümanlar on iki bin kişilik kuvvetlerine güvenmeleri sebebiyle mağlup olmuş­lardır. Allah Teâlâ "Andolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn günün­de de yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz sizi böbürlendirmiş ti. Fa­kat size hiçbir yarar da sağlamamıştı."[484] buyurarak bu gerçeği kendileri­ne bildirdi.

Binaenaleyh, on iki bin kişilik müslüman bir kuvvet üçe bölünüp dör­der bin kişilik kuvvetler halinde ordusunun kalbine sağ ve sol cenahlarına yerleştirildikten sonra şayet yenilecek olursa, bu mağlubiyeti, askerin sayı­ca azlığında değil başka sebeplerde aramak gerekir.

Ulema bu hadisi delîl göstererek müslümanların kuvvetleri on iki bine ulaşınca düşman kuvvetlerinin çokluğu gerekçesiyle cepheyi terketmelerinin haram olduğunu söylemişlerdir. Kurtubi de ilim adamlarının büyük çoğunluğunun bu görüşte olduklarını ifade etmiştir.[485]

 

82. (Harbden Önce) Müşrikleri (İslama) Çağırmak

 

2612. ...Süleyman b. Büreyde babası (Büreyde) den; şöyle de­miştir: Rasûlullah bir seriyyenin yahut da bir ordunun başına bir kumandan gönderdiği zaman ona kendi nefsi hakkında Allah'dan korkmayı, (yine ona) yanında bulunan müslümanlar hakkında hayrı tavsiye eder ve (şöyle) buyururdu:

"Müşriklerden olan düşman(lar)ınla karşılaştığınız zaman, onları şu üç yoldan birine çağırınız. Bunlardan hangisinde sana icabet eder­lerse onu kabul et ve kendilerini bırak. Onlan (önce) İslam'a çağır, eğer icabet ederlerse (bunu) onlardan kabul et ve kendilerini (ser­best) bırak. Sonra onları kendi ülkelerinden muhacirlerin ülkesine göçe davet et ve bunu yaptıktan takdirde, muhacirler için (tanınmış) olan (haklar)ın onlar için de (tanınacağını) muhacirlerin üzerine (ge­tirilmiş) olan (yükümlülükler)in onların hakkında da (geçerli) oldu­ğunu kendilerine bildir. Eğer (bunu) kabule yanaşmazlar da kendi yurtlarını tercih ederlerse, onlara müslüman bedeviler gibi olacakla­rını, kendilerine Allah'ın mü'm inler üzerine cereyan eden hükmü­nün uygulanacağını, müslümanlarla birlikte cihad etmeleri dışında haraç ve ganimetten hiçbir hisselerinin olmayacağım kendilerine bil­dir. Eğer İslâmı kabul etmezlerse onlan cizye vermeye çağır. Eğer buna yanaşırlarsa (bunu) onlardan kabul ve kendilerini (serbest) bı­rak. Eğer kabul etmezlerse artık Alan'dan yardım dileyip onlarla savaş, eğer bir kale halkını kuşattığında senden kendilerine, Allah'­ın hükmünü uygulamanı isterlerse (bunu) onlara uygulama. Çünkü siz Allah'ın onlar hakkındaki hükmünün ne olduğunu bilemezsiniz. Yalnız onlara kendi hükmünüzü uygulayınız. Sonra onlar hakkında dilediğiniz hükmü veriniz.”

Süfyân dedi ki: Alkame (şöyle) dedi: "Beii bu hadisi Mukâtil b. Hayyan'a naklettim de (bu hadisi) bana Müslim rivayet etti, diye karşılık verdi.

Ebû Dâvûd dedi ki; (Müslim) îbn Heyzam'dır. Nu'man b. Mu-karrir'den (naklen) Peygamber (s.a)'den Süleyman b. Büreyde'nin hadisinin bir benzerini (rivayet) etmiştir.[486]

 

Açıklama

 

Cizye "ceza" kökünden türemiş bir kelimedir. Gayr-i müslimnlerden fert başına alınan bir vergi anlamında kullanılır.

Cizye ile haraç arasındaki temelli farkların en önemlisi şudur: Haraç, arazi ve tarım mahsulleri vergisidir. Cizye ise, fert başına alınan bir vergi­dir. Nitekim 2951 ve 3081 numaralı hadislerin şerhinde açıklanacaktır. İn-şallahü Teâlâ.

Bu hadis-i şerif, devlet başkanının bir gazaya ordu gönderirken, ordu kumandanına Allah'dan korkmasını ve beraberindeki mü'minlere de hayır murad etmesini tavsiye etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü Müslü­man, toprak işgali veya maddi çıkar için cihâd etmez. Cihâdın anahattını, İslâm davası ye küfre karşı mücadele teşkil eder. Dolayısıyla, ordu ku­mandanına Allah'tan korkmasını tavsiye bu sebepledir.

Fahr-i kainat efendimiz, devlet reisinin, ordu kumandanının şahsıyla ilgili olarak Allah'dan korkmasını tavsiye ederken yine ona emrindeki mü-cahidlerle ilgili olarak hayır tavsiye etmesi ordu kumandanı­nın, karşılaştığı tüm meselelerde, başkalarına karşı ise kolay­lık göstermesi gerektiğine ve dolayısıyla "Kolaylaştırınız, zorlaştır m ayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" anlamındaki hadis-i şerife bir işarettir.

Yine mevzumuzu teşkil eden bu Ebû Dâvud hadisinde ordu kuman­danının harpten önce müşrikleri şu üç yoldan birine davet etmesinin lüzu­mu ifâde ediliyor:

1. İslâm'a davet; bu davet aslında İslâmiyet'in varlığından haberi ol­mayan düşmanlar için gereklidir. Ulemanın büyük çoğunluğuna göre bu davet farzdır. Bu davet yapılmadan öldürülen o düşmanların diyetini öde­mek borç olur. Daha önce İslâm kendilerine teklif edildiği halde kabule yanaşmayanlar için harp sahasında yeni bir davet mecburiyeti yoksa da, İslâm tarihinde bütün uygulamalarda bunların da harp başlamadan önce İslama davet edildikleri görülmektedir.[487]

İmam Malik bu durumda olan kimseleri İslama davet etmeden onlar­la savaşmanın caiz olmadığını söylemişse de, İmam Sevri ile ashab-ı rey, İmam Şafiî, Ahmed b.Hanbel ve İshak b.Rahûye caiz olacağını savunmuşlardır. İmam Şafii İbnıTl-Hukaykın İslâm'a davet edilmeden öldürül­mesini    bu görüşüne delil olarak göstermiştir.

2. İslâm ülkesine göç etmeye çağırmak: Aslında bu madde birinci mad­deye bağlıdır". Şöyle ki bilindiği gibi Mekke'nin fethinden önce küfür ülke­sinde bulunan kimselerin o zamanki tek islâm ülkesi olan Medine'ye göç etmeleri farzdı. Hatta Medine'ye göç etmek İslâmın rükünlerinden sayılı­yordu. Fakat Mekke'nin fethinden sonra bu hüküm neshedildi.

Birinci daveti kabul ettikleri takdirde kendilerine savaş açmaktan vaz­geçilir. Fakat kendilerinden İslâmın bir emri olarak Medine'ye göç etmele­ri istenir ve Medine'ye göç ettikleri takdirde Medine muhacirlerinin sahip oldukları bütün haklara sahip olacakları, bu hakların karşılığında onların tüm mükellefiyetleriyle de mükellef olacakları hatırlatılacaktır. Hattâbî'-nin beyanına göre, bu mükellefiyetten maksat cihaddır. Çünkü muhacirler savaşa çağırıldıkları zaman katılmak mecburiyetinde idiler. Medineli müs-lümanlarsa, mücâhidlerin sayısı yeterli olduğu sürece savaşa katılmak mec­buriyetinde değillerdi. Katılırlarsa ganimetlerden pay alırlardı, katılmaz-larsa alamazlardı. Katılmadıkları için günahkar sayılmazlar ve ayıplan-mazlardı.

Bu ikinci teklifi kabul etmedikleri takdirde ise, Medineli yerli müslü-manlar araplar gibi sayılacaktan, yani sadece iştirak etmiş oldukları ci-haddan pay alabileceklerini "savaşmadan müslümanların düşmanlardan ele geçirdikleri mal" anlamına gelen Fey'den pay almanın sadece Medine'­ye göç eden muhacirlere ait özel bir hak olduğu kendilerine hatırlatılacak­tır. Nitekim bu hadisi kendisine delil alan İmam Şafiî'nin görüşü de bu­dur. Diğer imamlara göre hadisin bu hükmü neshedümiştir. Avnu'I-ma'bud yazarının açıklamasına göre îslâmı kabul edip te Medineye göçetmekten kaçınan kimselere ayrıca namaz, oruç, zekat ve hacla mükellef oldukları, suç işledikleri takdirde islam kanunlarına göre cezalandırılacakları da ha­tırlatılır.

3. Cizye istemek: Birinci ve ikinci davetlerin her ikisini birden redde­den düşmanlara cizye vermeleri teklif edilir. Cizye vermeyi kabul etmeleri halinde yine kendilerine savaş açmaktan vazgeçilir. Fakat cizye vermeyi de reddetmeleri halinde kendilerine savaş açılır.

Bu hadis-i şerif her kâfirden mutlak surette vergi alınacağına delildir. Bu babda arap olanlarla olmayanlar arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü hadiste geçen düşman sözü, kâfirlerin Arap olanına da acem olanı­na da şâmil olan genel bir sözdür. İmam Mâlik ile İmam el-EvzâTnin görüşü budur. Hanefilere göre ise, cizye arap olsun, acem olsun ehl-i kitap denilen hristiyanlarla yahudilerden ve mecusilerle acem putperestlerin­den alınır. Arap putperestleriyle mürtedlerden alınmaz. Bunlar ya müslüman olur, yahut kılıçtan geçirilir. Kadın, çocuk ve sakatlara da cizye yok­tur. İmam Şafiî'ye göre ise, cizye denilen vergi arap olsun acem olsun yalnız ehl-i kitap ile mecûsilerden alınır. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri ehl-i kitabı zikrettikten sonra "ta cizyeyi verinceye kadar"[488] buyurmuştur. Hz. Peygamber de, "Onlara karşı ehl-i kitap muamelesi yapın.” buyur­maktadır.

Bunlardan geriye kalanlar, "Onlarla muharebe edin, ta ki fitne olmasın"[489] ve "Müşriklerle bulduğunuz yerde harbedin"[490] âyet-i kerime­lerinin umûmuna dahildirler.

Şâfiîler mevzumuzu teşkil eden hadis hakkında; "Bu hadis Mekkenin fethinden önce vârid olmuştur. Ayetler îse, hicretten sonra nazil oldu. Bi­naenaleyh, Büreyde hadisi ya mensuhtur, yahut ondan murâd ehl-i kitap olan düşmanlardır" diyerek hadisle istidlalden özür beyan etmişlerdir. Hadis-i şerifte kâfirleri Allah'ın hükmüne arzetmek de nehy buyrulmakta ve bu nehyin sebebi izah edilirken "Çünkü sen onlar hakkında Allah'ın hükmü­ne isabet edip etmediğini bilemezsin." denilmektedir. İslâm kumandanın­dan onlar hakkında kendi içtihadı ile hüküm vermesi isteniyor. Bu da gösterir ki ictihadî meselelerde hak birdir ama her müctehid hakka isabet edemez.[491]

 

2613. ...Süleyman b. Büreyde'nin babasından rivayet olundu­ğuna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın ismiyle Allah yolunda ve Allah'ı inkar eden(ler)le sa­vaşınız ve ahdinizi bozmadan, (ganimetlere) hıyanet etmeden, müsle yapmadan çocuk(ları) öldürmeden savaşınız."[492]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif bir önceki hadisin tamamlayıcısı durumundadır.

Bir önceki hadis-i şerifteki tavsiyelere uyarak düşmana önce müslüman olması ve Medine'ye göç etmesi teklif edildikten sonra bu teklifleri reddetmesi halinde son olarak cizye vermesi teklif edilir. Onu da reddede­cek olursa o zaman Allah'dan yardım dileyerek savaş açılır. Ancak bu savaşta diğer milletlerin düşmana reva gördükleri vahşiyane tecavüzlere ve tahribata asla izin verilmemiştir. Bu savaşta esas olan "Sizinle muhare­be edenlerle Allah yolunda sizde mukatele edin (lakin) haddi aşmayın (ya­ni adalet, insaf ve hakkaniyet hududunu aşıp da zulme koyulmayın) mu­hakkak ki Allah haddi aşanları sevmez."[493] âyeti kerimesidir.

Harbe, "bismillah" deyip Allah'ın yardımı istenerek başlanır ve harp sadece Allah'ın dinini yüceltmek gayesiyle, Allah'ı inkar eden kafirlere karşı yapılır. Bu savaşta düşmana karşı verilen sözler yerine getirilir, onla­ra verilen ahdlere riâyet edilir. Çünkü mevzumuzu teşkil eden hadis-i şe­rifte görüldüğü gibi bütün bu esasları bizzat Allah'ın Rasûlü tesbit etmiş ve ümmetine bu esaslara uymalarını emir buyurmuştur. Ayrıca harpten elde edilen ganimetlere ihanet edilemez. Rasûlü zişan efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de bu manayı şöyle ifâde ediyor; "Ganimete hıyanet et­meyin, zira hıyanet bir ateştir, hem sahiplerine dünyada ve ahirette bir ardır."[494]

Yine mevzumuzu teşkil eden bu hadisi şerifte müsle ve çocukları Öl­dürmek yasaklanmıştır. Bilindiği gibi Müsle, başkalarına ibret olmak için burnunu, kulağını vesair bazı uzuvlarını kesmek, gözlerini oyarak kendisi­ni çirkin bir şekle sokarak düşmanı cezalandırmaktır.[495] Bu islâmiyette ya­saklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamberin ilk halifesi Hz. Ebû Bekir'in Suri­ye'ye müteveccihen gönderdiği orduya verdiği talimat şu mealdedir: "Dai­ma, Allah'ın nazargâhında ve ölüme iriaruz bir halde bulunduğunuzu der hatır   ve tezekkür  ediniz   ve   kıyamet   gününün   hesap   günü   olduğunu

işlediğinizin hesabını vereceğinizi unutmayınız... Allah yolunda dövüştü­ğünüz zaman erkekçe, mertçe davranın, düşmana sırtınızı çevirmeyin; za­ferinizi kadın, çocuk, ihtiyar kanıyla kirletmeyin. Hurma ağaçlarını kes­meyin. Buğday tarlalarını tahrip etmeyin, yemiş veren ağaçları devirme­yin. Açlığınızı gidermek için zaruret hasıl olmadıkça koyun, inek, deve gibi hayvanları kesmeyin. Söz verdiğiniz vakit, ahdinizin şartlarını ifâda mütekayyıt olun. Yolunuzda ilerledikçe bir takım keşişlere rastgeleceksiniz. Ki, manastırlarda yaşarlar ve inziva halinde Allah'a ibâdetle iştigal ederler, onları kendi hallerinde bırakın ve manastırlarını yakmayın..” Hz. Ebu Bekir'e halef olan Hz. Ömer'in de talimatı şu mealdedir: "Kimseye taaddi ve zulüm etmeyin, zira Hak Teâlâ mu'tedleri ve zalimleri sevmez; savaşta korkak olmayın; kuvvetinizi gaddarlık suretinde kullan­mayın; muzaffer olduğunuzda haddi aşmayın, insafa ve adalete aykırı dav­ranmayın; ihtiyarlan, çocukları, kadınları öldürmeyin ve atlı çarpışmalar­da veya süvari akınlarında onları telef etmekten sakının."[496]

 

2614. ...Enes b. Malik (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın ismiyle Allah için ve Allah Resulünün dininde (sebat ederek) savaşa çıkınız, aciz kalmış ihtiyarlan, buluğ çağına ermemiş çocukları ve kadınları öldürmeyin, ganimete ihanet etmeyin gani­metlerinizi toplayınız, (halinizi) düzeltiniz, ihsan ile muamele ediniz.Çünkü Allah ihsan edenleri sever."[497]

 

Açıklama

 

Cihaddan maksad Allah'ın ismini yaymak ve yüceltmek ve buna mani olan güçlerle savaşmaktır. Bu hikmete bağlı olarak Hz. Peygamber, cihada giden askerî birliğe ve onun kumandanına cihadın gayesini hatırlatmak için önce savaşa Allah'ı anarak, ismini zik­retmek suretiyle ondan yardım dileyerek ve sadece onun dinini yüceltmek için savaşa çıkmalarını ve her zaman olduğu gibi savaş süresince Allah'ın ve Rasûlünün yolundan ayrılmamalan emretmiştir. Özellikle muharip sımfdan olmayan âciz ihtiyarlarla, daha ergenlik çağına gelmemiş çocukları ve. kadınları öldürmemelerini ganimet mallarından hisselerine düşenle yeti­nip hırsızlık yoluna gitmemelerini, hal ve davranışlarını ıslah edip müslüman kardeşleriyle ve kâfirlerle olan münâsebetlerinde ihsandan ayrılma­malarını hatırlatmıştır.

Hadis sarihlerinin ifadelerinden anlaşıldığına göre harpte öldürülme­leri yasaklanan ihtiyarlardan maksat, savaşa gücü yetmediği gibi düşman kuvvetlerinin cesaretini artırmak için dellalhk yapmaya ve feryadu figan etmeye, harp hilelerini icraya gücü yetmeyen ve düşman kuvvetlerine akıl ve tedbir öğretenlerden olmayan İhtiyarlardır. Fakat bu hususlara gücü yeten ihtiyarlar da diğer muharipler gibi öldürülürler. Çünkü bu özellikte­ki ihtiyarlar feryat ve figanlanyla düşmanları müslümanlar üzerine kış­kırttıkları ve müslümanların işlerini zorlaştırdıkları için muhâribler sını­fından sayılırlar. Nitekim Hz. Peygamber de yüzyirmi yaşındaki bir riva­yete göre, yüzaltmış yaşındaki Düreyd b. es-Sâmme'yi düşmana akıl hoca­lığı yaptığından dolayı öldürmüştür. İmam Şârânî el-Mizanü'1-kübra'da mezheb imamlarının dördünün de bu görüşte olduklarını söylemiştir. An­cak İmam Şafii'nin benimsenen görüşüne göre ihtiyarlar her bakımdan aciz de olsalar harpte öldürülürler.

Metinde geçen, "  = küçük" kelimesi, " = çocuk" kelime­sinden bedel veya atf-ı beyândır. Bu bakımdan biz "tıflen vela sağiran" kelimelerini "buluğ çağına ermeyen çocuk" diye tercüme ettik. Bu ifâdeye göre harpte erginlik çağına gelmeyen çocukları öldürmekde yasaklanmış­tır. Çünkü erginlik çağına gelmeyen çocuklar muharipler sınıfına dahil değildir. Fakat çocuğun bizzat harbe iştirak etmesi ya da hükümdar olma­sı halinde düşman kuvvetlerinin önemli ölçüde işlerine yarar. Bu bakım­dan İslam uleması harbe iştirak eden veya düşman kuvvetlerine başkanlık eden bir çocuğun harpte öldürülebileceğine hükmetmişlerdir.

Bu mevzuda Hattâbî şunları söylüyor:

"Harpte kadınların, çocukların öldürülmesinin yasaklanmasını iki şe­kilde anlamak mümkündür:

1. Bunları esir aldıktan sonra öldürmek yasaktır,

2. Esir almadan önce de esir aldıktan sonra da öldürmek yasaktır.

Öldürülmeleri yasaklanan çocuk ve kadınlardan maksat, savaşan düş­man kuvvetlerinin içine katılmayan, çocuklar ve kadınlardır. Fakat düş­man muhariplerinin arasında bulunurlar da bunları muhariplerden ayır­mak mümkün olmaz ve onları öldürmeden düşman kuvvetlerini imha et­mek mümkün olmazsa o zaman çocuklarla kadınlar da öldürülür. Düş­man kuvvetleri arasında savaşmadıkça kadını öldürmek caiz değildir. Fı­kıh ulemasının çoğunluğu bu görüştedirler. İmam Şafii'ye göre savaşmaya gücü yeten çocukları öldürmek caizdir. el-Evzai ile İmam Ahmed de bu görüştedirler. Harbe katılmayan rahiplerin öldürülüp öldürülmeyeceği ko­nusu ulema arasında ihtilaflıdır. İmam Mâlik ile rey ehline göre onları öldürmek caiz değildir. İmam Şafii ise, müslümanlığı ya da cizye vermeyi kabul etmemeleri halinde öldürülürler. Rey ehline göre düşkün ve âciz ihtiyarları öldürmek caiz olmadığı gibi kör ve kötürümleri öldürmek de caiz değildir. İmam Şâfiiye göre ise, bunların hepsi öldürülebilir.

Peygamber Efendimiz bu hadisinde ayrıca düşmanlara karşı da ihsan­la muamele etmeyi emir buyurmuştur. Bilindiği gibi ihsan, iyilik etme, yapılması uygun olan bir hayrı yapma demektir. İhsan adaletten daha üs­tündür. Harpte düşmana karşı yapılacak ihsan, onları kulaklarını burun­larını keserek Öldürmekten ve sebepsiz yere ekili ve dikili arazilerini tahrib etmekten kaçınmakla ve benzeri davranışlarla olur.[498]

 

83. (Savaşta) Düşmanın Yurtlarını Yakmak

 

2615. ...İbn Ömer (r.a.)den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) Nadîr oğullarının hurmalarını yaktırmış ve kestirmiştir. (Bu hurmalık) Büveyre (diye anılan yer)dir. Bunun üzerine Azız ve Celîl olan Allah, "hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz, yahut kökleri üzerinde bırakmanız (hep) Allah'ın izniyledir ve (bu izin, yahudilerin antlaşmalarını bozmaları nedeniyle) Fâsıkları al­çalması (ve kahretmesi) içindir."[499] (ayet-i kerimesini) indirmiştir.[500]

 

Açıklama

 

Şafii ulemâsından imam Nevevi'nin açıklamasına göre bu  hadis, harpte kâfirlerin yaş ağaçlarını kesmenin ve yakmanın caiz olduğuna delâlet eder. Abdurrahman b. el-Kasım, îbn Ömer'in azatlı kölesi Nâfi, Mâlik, Sevri, Ebu Hanife, Şafii, Ahmed, İshak ve ule­manın büyük çoğunluğu bu hadisle amel etmişlerdir. Ebu Bekr es-Sıddık, el-Leys b. Sa'd, Ebu Sevr ve el-Evzaî ise, bunun caiz olmadığı görüşünde­dirler.

Hz. Peygamberin Benî Nadîr denilen yahudilerin hurmalıklarını yak­tırması hadisesi Uhut savaşından sonra müslümanlarla, Benî Nadîr arasın­da olan savaşta olmuştur. Bu hadiseyi gören ya da duyan müşrikler Hz. Peygambere, "Sen yer yüzünde fesat çıkmasını yasak ediyorsun. Bir de ağaçları kesmek ve yakmak ne oluyor?'* diye itiraz bile etmişlerdir. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ yukarıda tercümesini sunduğumuz ayet-i kerimeyi indirdi ve harpte düşmanın mallarını yakıp yıkmanın caiz olduğunu açık­ladı. Ancak ulemanın açıklamasına göre düşmanın mallarım yakıp yıkma­nın caiz olması için, bu yakıp yıkmanın müslümanlara bir menfaat sağla­ması gerekir. Bu mevzuda Hattâbî de şunları söylemiştir: "Hz. Peygam­berin Nadîr oğullarının hurmalarını yakıp yıkmasını ulema çeşitli şekiller­de tefsir etmişlerdir. Ağaç kesmenin mekruh olduğu görüşünde olan kim­selere göre Hz. Peygamberin bu hurmaları yakması, hurmalar düşman askerleriyle müslümanların arasında bulunduğu ve müslümanlarm düşman­ları görmesine engel teşkil ettiği için Hz. Peygamber onların kesilmesini istemiştir. Yoksa bu ağaçların kesilmesine izin vermezdi. Delilleri ise, Hz. Ebu Bekr'in düşman elinde bulunan Şam arazisindeki ağaçların kesilmesi­ne izin vermemesidir. el-Evzâî'den diğer bir kavle ve İmam Malİk'e göre düşman diyarındaki ağaçları yakıp yıkmak caiz olduğu gibi oradaki evleri tahribetmek de caizdir. Rey taraftarlarına göre de caizdir. İshak b. Rahûye de bu görüştedir. İmam Ahmed ise, ihtiyaç duyulmadıkça düşmana ait olan mamur yerleri harabetmenin tahrimen mekruh olduğunu söylemiştir.

İmam Şafii'ye göre Hz. Ebu Bekr'in Suriye'yi fethe giden müslüman fâtihlere kesilmesini yasakladığı hurma ağaçlarından maksadın meyveli hur­ma ağaçları olması ihtimali vardır. Çünkü Hz. Ebu Bekr oraların müslü-manların eline geçeceğini Hz. Peygamberden işitmiş ve dolayısıyla bu meyveli ağaçların olduğu gibi kalmasmı istemiş olabilir.

İmam Nevevî'nin açıklamasına göre ayet-i kerimede harpte kesilmesi­ne Allah'ın izin verdiğinden bahsedilen "lîne" kelimesinden maksad, acve denilen en üstün hurma cinsinin dışındaki bütün hurma çeşitleridir. Bazı­larına göre hurma kütükleridir. Bu kelimeyle tüm hurma ağaçlarının kasdedilmiş olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi tüm ağaç cinslerinin kasde-dildiğini söyleyenler de vardır. Medine'de 120 çeşit hurma ağacı olduğu söylenir.[501]

 

2616. ...Üsâme (r.a.)'nin haber verdiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (vefatından önce) sabahleyin (erkenden) Übna'ya baskın yap ve yak" diye kendisine vasiyet etmiş.[502]

 

Açıklama

 

"Übna" Filistin'de Askalân ile Remle arasında bugün “Yükna” diye anûan bir yerdir.

Hz. Peygamber vefatından önce buranın halkı üzerine sabahleyin şa­fak sökerken baskın yapması için Hz. Usâme'ye emir vermiştir. Bilindiği gibi, "Rasül-i zîşân efendimiz genellikle düşman üzerine şafak söktükten ve ezan sesini bekledikten sonra baskın yapardı."[503] Eğer o beldeden bir ezan sesi duyarsa ora halkının müslüman olduğuna hükmederek saldırı­dan vazgeçerdi. Fakat ezan sesi duymayacak olursa, saldırıya geçer, halkın tam bir gaflet içinde bulunduğu o vakitlerde onları kılıçtan geçirirdi. Netice itibariyle şunu söylemek istiyoruz ki mevzumuzu teşkil eden bu hadis icabında ani bir baskınla düşmanın yerini yurdunu tahrip etmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.

Hz. Peygamberin, Hz. Üsâme'yi Rumlarla savaşmak Üzere Şam ta­raflarına göndermesi safer ayının bitmesine üç gün kala sah günü olmuş­tur. Kısa bir süre sonra Rabiülevvel ayının onikinci pazartesi günü vefat etmiştir.[504]

İmam Şa'rânî'nin el-Mizanii'1-kübrâ'sında açıkladığına göre İmam Ebu Hanife ile îmam Malik müslümanların savaşta ele geçirdikleri düşmana ait mallan kendi Ülkelerine geçiremedikleri zaman tekrar düşman eline geç­memesi için imha etmelerinin, düşmana ait hayvanları kesmelerinin eşya­ları yakmalarının caiz olduğunu söylemişlerdir, tbn Rüşd ise imam Şafiî'­nin, müslümanlann ele geçirip de kendi ülkelerine götüremedikleri malları yakmaya cevaz verdiğini İmam Malik'in ise cevaz vermediğini söylüyor.

"Ağaç üç kısımdır. Birincisi, düşmanın sütre olarak faydalandığı ağaç.' Bu tür ağaçların kesilmesinin caiz olduğunda icma vardır.

İkincisi, kesilmesi müslümanlann aleyhine olan ağaçlar. Bunların ke­silmesi caiz değildir.

Üçüncüsü, kesilmesi müslümanlara fayda da zarar da getirmeyen ağaç­lar. Bu ağaçlar hakkında iki görüş vardır:

a) Selef-i salihine göre bu ağaçlan kesmek caiz değildir.

b) İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre ise, caizdir. Bu mevzu için 2615 numaralı hadisin şerhine bakılabilir.[505]

 

2617. ..Abdullahb.Amr el-Gazzîdedi ki:Ben Ebû Müshir'e Ubnâ (neresidir) diye sorulduğunu işittim, (o da): "Biz (bunu başkaların­dan) daha iyi biliriz. Orası Yübnâ Filistin (Filistin Yübnâsı denilen bir yer)dir." diye cevap verdi.[506]

 

Açıklama

 

Ebû Müshir'in "Biz bunu başkalarından daha iyi biliriz" diye cevap vermesinin sebebi, kendisinin Şam'h olmasındandır. Çünkü Übnâ Filistin taraflarında olduğundan Şam halkı Übnâ'-nın neresi olduğunu başkalarından daha iyi bilir. Ancak el-Muvaffak Üb-nâ'nın Şam taraflarında Yübna'nın da Filistin'de olduğunu, Hz. Peygam-ber'in Hz. Usâme'yi Yübna'ya değil, Übna'ya gönderdiğini söylemiş ve bu mevzuda en doğru görüşün de bu olduğunu ifade etmiştir.[507]

 

84. Casus Göndermek

 

2618. ...Enes (r.a.) den; demiştir ki: ."Peygamber (s.a.) Büsey-se'yi Ebû SüfyârTın kafilesinin ne yapmakta olduğunu gözetlemek üzere casus olarak gönderdi.”[508]

 

Açıklama

 

Burada söz konusu edilen casusluk, Kureyş'in kadın-erkek herkesten büyük sermayeler toplayarak Şam'a gönderdikleri büyük ticâret kervanı ile ilgilidir. Hz. Peygamber, Kureyşlilerin harp hazırlıkları için işlerine yarayacağı bu kervanla ilgilenmiş dönüşünde onu gözetleyip, hakkında bilgi toplamak üzere Hz. Büseyse'yi casus olarak gö­revlendirmişti. Bu durum düşmanın harp planlarını öğrenmek için casus kullanmanın meşruiyyetine delâlet etmektedir.

Harpte düşman hakkında iyice malumat toplama ve tam bir haber alma, bunun yanında kendi maksat ve niyetlerini ondan saklama veya karşı casusluk, Hz. Peygamberin takibettiği önemli bir umdedir. Benû Mustalik kabilesi müslümanlar arasına bir casus göndermişler ve bu müslümanlar tarafından yakalanmıştı. Bir müslüman olan Hatib, İslam düşmanlarına hitaben Hz. Peygamberin onlar hakkında hazırladığı plan ve niyetlerden bahseden bir mektup yazdı. Fakat bu hıyanet yazısını götüren kadın, yol­da Hz. Peygamberin adamları tarafından yakalandı. Muhammed (s.a.) Mekke'de, Evtas'da ve diğer havalilerde buraların fethinden evvel casuslar bulunduruyordu. Bunlar kendi bulundukları havalide cereyan eden olay­lar hakkında Hz. Peygamberi gizlice ve muntazam süratte haberdar edi­yorlardı.[509]

Hz. Peygamber iki türlü casus kullanırdı:

1. Gören casus (ayn)

2. Dinleyen ve haber alan casus[510]

Eski devirlerde casuslar modern zamanlarda olduğu gibi mukabil ta­rafa bu kadar çok zarar veremezlerdi. Zamanımızda casusluk bir sanat olmaktan çıkmış hakiki bir ilim halinde inkişaf etmiştir. Bununla beraber eski zamanlarda da düşmandan haberleri saklamak için, inceden inceye düşünülmüş tedbirler alınırdı. Bazı defalar Peygamber (s.a.) bütün yolla­rı, askeri ehemmiyeti haiz haberlerin sızmasını önlemek maksadıyla, husu­si şahıslara karşı kapatırdı.

Ebu Yûsuf, İslâm devletinin tebası olsun veya olmasın gayri müslim casuslara ölüm cezası ve islam dininde olanlara da hapis ve bedenî işkence cezaları verilmesi fikrindedir. Muasırı eş-Şeybâni, casusluğu hırsızlıktan daha hafif görür ve İslam devletinin tebaasının casusluktan dolayı boyun­larının vurulmaması mütalaasında bulunur. Yabancılara gelince onlara karşı hiç merhameti yoktur.

Ceza bahis konusu olunca erkek ile kadın arasında hiç bir fark göze­tilmez. Bununla beraber İslam hukukşinasları rüşde varmamış bir kimse­nin hiç bir şekilde ölüm cezasına çarptırılanı ayacağı m söylerler.[511]

 

85. Yolcu (Yolda) Rastladığı Hurmayı Yiyebilir, Ve Önüne Gelen (Temiz Hayvanların) Sütünden İçebilir Mi?

 

2619. ...Semûre b. Cundub (r.a.)den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Biriniz (yolculuğu esnasında sağlıklı) bir hayvanla karşılaşırsa (bir baksın eğer) onun sahibi varsa (sahibinden) izin istesin. Eğer kendisine izin verirse (hayvanı) sağsın ve (sütünü) içsin.Eğer sahibi yoksa üç (defa) seslensin eğer (sahibi) ona cevap verecek olursa, ondan izin istesin. Eğer cevap veren olmazsa (hayvanı) sağsın, (sü­tünü) içsin ve (artanı) götürmesin."[512]

 

Açıklama

 

Bu hadisin tefsirinde ulema ihtilaf etmiştir. Hadis ulemasından bazılarına göre bu hadis-i şerif, bir yolcunun önüne gelen koyun, sığır ve deve cinsinden sahipsiz bir hayvanın sütünü sağıp içmesinin ve uğramış olduğu bir bahçenin meyvesini yemesinin caiz oldu­ğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber bunun caiz olduğunu haber verdiğine göre sahipsiz olan bir hayvanın sütünü sağıp içen, ya da uğradığı bir bahçenin meyvesini yiyen bir kimse, içtiği sütün ya da yediği meyvenin kıymetini sahibine ödemesi de gerekmez. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü budur.

Bazılarına göre ise, zaruret olmadıkça bir yolcunun sahipsiz bir bah­çeye girip meyvesini yemesi, sahipsiz bir hayvanı sağıp sütünü içmesi caiz değildir. Ancak zaruret icabı böyle bir bahçenin meyvesini yiyebildiği gibi sahipsiz bir hayvanın sütünü de içebilir. Ancak daha sonra kıymetini sahi­bine ödemesi gerekir, imam Malik ile Şafiî ve Ebu Hanife bu görüştedir­ler. Bu görüşte olan ulemanın delillerinden bazıları şunlardır:

1. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerimende; "Ey inananlar, mallarınızı ara­nızda (İslam şeriatının helâl kılmadığı, faiz, kumar, hırsızlık ve gasb v.s. gibi) bâtıl sebeblerle yemeyin..."[513] buyurmuştur. Sahibinden izin alma­dan sağmal bir hayvanın sütünü sağıp içmek o kimsenin malını haksızlıkla yemektir.

2. O hayvanın bir yetim malı olması ihtimali de vardır. Eğer yetim malıysa o zaman "zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sa­dece ateş   doldurmaktadırlar   ve çılgın bir ateşe gireceklerdir."[514] âyet-i kerimesindeki tehdidin kapsamına girmiş olurlar.

3. "Sizin kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız biribirinize haramdır..."[515]

4. "Sizden biriniz, iznini almadan din kardeşinin sağmal hayvanını sağmasın..."[516] Birinci görüşü savunanlar bu delillerin hepsine ayrı ayrı cevap vermişlerdir. İbn Kayyım el-Cevziyye bunlan uzun uzun açıklamış­tır.[517]

Tuhfetu'l-ahvezî yazarının açıklamasına göre bazıları bu mevzudaki farklı hadislerin arasını şu şekilde uzlaştırmışlardır:

1. Bu mevzuda gelen hadislerdeki bir bahçeye uğrayan kimsenin onun meyvelerinden yemesine, karşısına gelen sağmal bir hayvanın sütünden iç­mesine izin veren hadisler mal sahibinin özel veya genel mânâda izni bu­lunmasıyla ilgilidir. Bu mevzudaki yasaklayıcı hadisler ise, mal sahibinin izni bulunmamasıyla ilgilidir.

2. Bazılarına göre ise, bu hadislerdeki izin, yolculardan zaruret halin­de olanlara, açlıktan ölme durumunda kalanlara aittir. Bu mevzudaki ya­saklayıcı hadisler ise, bunların dışında kalan kimselerle ilgilidir.

3. Bazılarına göre ise, bu mevzudaki yasaklayıcı hadisler mal sahibi­nin, malını yiyen veya içen kimseden daha muhtaç olması ile ilgilidir. Ni­tekim şu hadis-i şerifde bu gerçeği ifade etmektedir: "Biz (bir defa) Rasû-lullah (s.a.) ile birlikte yolculuk ederken memeleri "ıda" denilen bitki ile bağlanmış bir deve sürüsü ile karşılaştık. Biz (sütünü sağıp içmek üzere) develerin olduğu yerde toplandık. Bunun Üzerine Rasûlullah (s.a.) bizi ça­ğırdı. Biz de onun yamna döndük. Rasûl-i Ekrem: "Şüphesiz      bu deve sürüsü müslümanlardan bir ev halkının malıdır. Sütü de onların azığı ve Allah'dan sonra (muhtaç oldukları) bereket (ve hayırlı malı) dir. İçinde yol azığınız bulunan kaplarınızın yanma döndüğünüzde içindeki azıkları­nızın götürülmüş olduğunu görmeniz sizi sevindirir mi?" buyurdu. Sahâ-bîler "Hayır" dediler. Rasûl-i Ekrem de: "Şüphesiz bu da öyledir" buyurdu.[518]

4. Bazıların a göre bu mevzudaki hadislerdeki izin mal sahibinin zengin olmasıyla yasak da   fakir   olmasıyla ilgilidir.

5. Bazılarına göre ise, bu mevzudaki yasaklayıcı   hadisler   memeleri kese ile bağlı koyunların sağılmasıyla İlgilidir. İzin ise, memeleri sarılı ol­mayan koyunların sağılmasıyla ilgilidir. Ancak tmam Ahmed'in rivayet ettiği; "Eğer siz bu hayvanı mutlak sağacaksanız sağın, sütünü için (fakat kalanı da sağıp evlerinize) götürmeyin."[519] anlamındaki hadis bu mevzuda memeleri sarılı hayvanla sarılı olmayan arasında bir fark olmadığını ifade etmektedir.

6. bmVl-Arabî'ye göre ise, bu mevzuda gelen bazı hadislerdeki ruh­satlar bu ruhsatların âdet halinde yaşadığı memleketlerle ve oranın halkıy­la ilgilidir. Hicaz, Şam ve diğer bazı memleketler ve ruhsatın ta eski za­manlardan beri âdet halinde yaşayıp geldiği yerlerdir.

7. bû Davud'a göre, bu iznin bulunduğu hadisler sadece yolcular içindir.

8. Bazılarına göre ise, bu izin zimmîlerin mallarına aittir. Bu mevzu­daki yasaklar da müslümanlann mallarıyla ilgilidir.

9. Hanefi ulemasından Tah&vTye göre ise, sözkonusu hadis-i şerifler­de geçen izin, yolcuları evlerde misafir etmenin vâcib olduğu dönemlere aittir. Daha sonra bu vacibin neshedilmesiyle bu izin de neshedilmiştir.[520]

 

2620. ...Abbad b. Şurahbîl'den; demiştir ki: Ben yoksul ve aç­tım. Bunun üzerine Medine'nin bahçelerinden bir bahçeye girip, bir (mikdar) başağı ovalayıp yedim. (Bir kısmını da) elbisemin içerisine koydum. Az sonra bahçenin sahibi çıkageldi, beni doğdu ve elbise­mi aldı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)e vardım (durumu ona ha­ber verdim) Bunun üzerine (Hz. Peygamber) Ona (hitaben) "Sen (bu adama) bir şey Öğretmedin; o cahildi. Ve onu doyurmadın, O açtı." dedi ve ona elbisemi bana geri vermesini emretti. (Bahçe sahi­bi de) bana bir vesk, yahut da yarım vesk buğday verdi"[521]

 

Açıklama

 

Sene: Halka isabet eden umûmî açlık ve kıtlık için kullanılan bir kelimedir, tbn Mâce'nin rivayetinde bu kelime, "açlık ve kıtlık yılı" anlamına gelen kelimesi vardır. Bu­rada anlaşılıyor ki olay bir kıtlık yılında cereyan etmiştir.

Râvi bu hadisi rivayet ederken Hz. Peygamberin “ç" anlamına ge­len, kelimesini mi, yoksa yine aynı manaya gelen keli­mesini mi kullandığını kesinlikle hatırlayamadığından, bu tereddüdünü, ıil. ju y wu Jtf liifeCai iken yahut da sağib iken" cümlesiyle ifade etmiş­tir. Bir başka ifadeyle bu cümledeki tereddüt, Hz. Peygambere değil, âviye aittir.

Hz. Peygamber bahçe sahibine; "Sen ona bir şey öğretmedin. O da cahil idi. Sen onu doyurmadın o aç idi.”özleriyle; "Senin bahçene giren bu adam, sadece bahçeye giren aç bir adamın, bahçenin ürünlerinden yi­yebileceğini biliyordu. Fakat yedikten sonra kalan kısmı yanında götüremeyeceğini bilmiyordu. Bunu kendisine öğretmen gerekirdi. Oysa sen bu­nu yapmadığın gibi o fakiri doyurmaya da yanaşmadın" demek istemiştir. Daha sonra bahçe sahibine sözü geçen fakirin elbisesini geri vermesini em­retmiş. Bunun üzerine bahçe sahibi fakire elbisesini geri verdiği gibi bir yahut da yarım vesk buğday vermiştir. Bilindiği gibi bir vesk altmış sa'dır.[522] ltmış sa\ 62.400 dirhem mikdarıdır.[523]

Bir dirhem, 3,2 gram olduğuna göre bir vesk 19 kilo 960 gram ağırlı­ğa eşittir. Ebû Davud'un rivayetinde bu buğdayı bahçe sahibinin verdiği ifade edilirken Nesai'nin rivayetinde Hz. Peygamberin verdiği ifade edil­mektedir. Nitekim İbnü'l-Esir'in Usdü'1-ğâbe isimli eserindeki rivayette Ne-sâî'nin rivayetini te'yid etmektedir.

Bu farklı rivayetler için Bezlu'l-mechûd yazarı şunları söylüyor, "Bahçe sahibi bu buğdayı sözü geçen fakire Hz. Peygamberin emriyle verdiği için, Nesai'nin ve İbnü'l-Esir'in buğdayı sanki Hz. Peygamber vermiş gibi riva­yet etmiş olmaları ayrıca Hz. Peygamberin bahçe sahibiyle birlikte beytü'l-mâle giderek bu buğdayı fakire vermek üzere ona teslim ettiği bu yüzden de râvilerden bir kısmı, bu verme işini Hz. Peygambere isnad ederken bir kısmının da bahçe sahibine isnadettiği ve aslında bu rivayetler arasında bir çelişki bulunmadığı söylenebilir."

Bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi ekili bir bahçeye ya da tarlaya uğrayan bir kimsenin zaruret olmadıkça oranın meyvelerin­den veya sebzelerinden yemesi caiz değildir. Zaruret halinde ise, kıymetini ödemek şartıyla yiyebilir. Cumhur-u ulemanın ve imam Şâfiînin görüşü budur. Seleften bazılarına göre ise, zaruret halinde olan bir kimsenin uğ­ramış olduğu bir bahçeden yediği meyve ya da sebzelerin parasını ödemesi gerekmez.

İmam Ahmed'den gelen en sahih rivyete göre bir kimse etrafı duvarla veya çitle çevrili olmayan bir bahçenin yaş meyvelerinden zaruret olmasa bile yiyebilir.

İmam Ahmed'den gelen ikinci bir rivayete göre ise, ancak zaruret halinde yiyebilir. Her iki halde de bu kimseye yediği meyvelerin veya seb­zelerin bedelini ödemesi gerekmez.

İmam Şafiî bir kimsenin uğramış olduğu herhangi bir bahçenin mey­velerinden zaruretsiz olarak yiyip içmesinin, caiz olup yediğinin bedelini de borçlanmamasını, bu görüşe temel teşkil eden hadislerin sıhhatine bağ­lamış ve "Eğer buna cevaz veren hadis sahihse bu fetva da sahihtir." de­miştir. Beyhaki'nin açıklamasına göre bu hadisten maksat şu hadistir: "Mey­ve bahçesine giren (meyvelerden) yesin ve (fakat) eteğini doldurmasın."[524] Her ne kadar Beyhakî bu hadisin ğarib olduğunu söylemişse de Hafız İbn Hacer bu mevzuda gelen hadislerin tümünü bir arada mütalaa ederek bu hadisin sahih olduğu kanaatine varmıştır.[525]

Hanefi uleması ise bu cevazın, i s lamın ilk yıllarına ait olduğu fakat sonradan neshediidiği görüşündedir. Hanefî ulemâsının bu mevzudaki gö­rüşü cumhur-ı ulemânın görüşü gibidir. Binaenaleyh, Hanefilere göre bir kimse zaruret hali olmadan başkasının bahçesine giremez. Zaruret halinde başkasının bahçesine giren kimse de yediğinin parasını borçlanır.[526] Bütün bu görüşlerin delillerini bir önceki hadisin şerhinde kısaca anlatmış bulu­nuyoruz.[527]

 

2621. ...Ebu Bişr, "Ben Ğuber oğullarından biri olan Abbad b. Şürahbil'i (şöyle derken) işittim" dedi ve (önceki hadisin) mânâ­sını rivayet etti.[528]

 

Bir Kimsenin (Başkasına Ait Bir Bahçedeki Ağaçların Dallarından Ere) Düşenleri Yiyebileceğini Söyleyenler(İn Delili Olan Hadis)[529]

 

2622. ...Ebû Rafi b. Amr el-öıfâif nin amcasından rivayet olun­muştur; dedi ki: Ben çocuktum. Ensann hurmalarını taşlıyordum. Peygamber (s.a.)'ın huzuruna getirildim.

"Ey çocuk, hurmaları niçin taşlıyorsun?" buyurdu.

Ben de; düşürdüklerimi yiyorum (da onun için taşlıyorum) diye cevap verdim. (Peygamber -s.a.- de)

"Hurma ağaçlannı taşlama, altlarına dökülenleri ye" buyur­du. Sonra çocuğun başım okşayıp; "-Ey Allahım bunun karnını doyur" diye dua etti.[530]

 

Açıklama

 

Metinde geçen "yiyorum diye cevap verdi" anlamına gelen "Kale âkilu" cümlesini îbn Mace "kültü âkilü = yiyorum diye cevap verdim" şeklinde rivayet etmiştir. Aralarında netice itibarıyla herhangi bir fark yoktur.

Bu hadis-i şerif bir bahçede bulunan ağaçların altına kendiliğinden dökülen meyveleri toplayıp yemenin caiz olduğunu ifâde etmektedir.

Nitekim kıymetli âlimlerimizden Ö.N. Bilmen Efendi de bu mevzuda şunları kaydetmiştir: "Yollarda, bostanlarda, ağaçların altlarında bulunan başaklar, mayveler hakkında da lukata hükümleri caizdir. Maamafih bu hususta tafsilat vardır. Şöyle ki;

Yazın şehirlerde ağaçların altlarına dökülen meyveler sahipleri tara­fından serâhaten veya adeti vechi ile delâleten ibâhe edilmiş ise, alınıp yiyilebilir, aksi durumda yiyilemez haramdır.

Şehirlerde bahçe ve bostan içinde bulunan meyveler ceviz vesaire gibi bozulmayıp kalabilecek şeylerden ise, sahiplerinin seraheten izinleri bulun­madıkça alınamaz. Çabuk bozulacak şeylerden ise muhtar olan kavle göre seraheten veya adeten men edilmemiş olunca alınıp yiyilebilir. Diğer bir kavli göre de sahiplerinin rızaları bilinmedikçe alınıp yiyilemez.

Bu vaziyet olunca bakılır; eğer meyveler bozulmayıp kalabilecek şey­lerden ise sahiplerinin izinleri bilinmedikçe alınıp yiyilemez. Fakat bozula­cak şeylerden ise, -muhtar olan kavle göre- men edildiği tebeyyün edilme­dikçe alınıp yiyilebilir.

Ağaç üzerinde bulunan meyvalara gelince bunlar, her nerede bulu­nurlarsa bulunsun, sahiplerinin izinleri olmadıkça efdal olan alınıp yenil-memesidir. Meğer ki pek mebzul olup da yiyilmeleri sahiplerine ağır gel­mesin. O halde, o meyvalardan bir miktar alınıp orada yiyilebilir. Fakat toplanıp başka bir yere götürülemez. Bu caiz değildir.

Akar ırmak suları üzerinde bulunan meyveleri çok olsa da toplayıp yemek caizdir. Çünkü bunlar bu halde bırakılsa çabuk bozulurlar, bunları toplamaya delâleten izin vardır. Fakat böyle su üzerinde bulunan ağaçlara gelince bakılır. Eğer sudan çıkarılacakları zaman kıymetli bulunmayacak şeyler ise alınmaları helal olur. Fakat kıymetli bulunacak şeyler ise helal olmaz, haklarında lukata muamelesi yapılır. Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları eğer dut yaprakları gibi kendisiyle istifade olunacak şeyler ise, bunları toplayıp almak caiz değildir. Aksi takdirde kıymetini sahibine borçlu olurlar. Fakat istifade olunmayacak şeyler ise, toplanıp alınabilirler, öden­meleri lazım gelmez.

Ekin tarlalarında veya karpuz, ve salata bostanlarında ekinler alın­dıktan ve karpuzlarla salatalar toplandıktan sonra başkalarının toplanmalarına adeten izin verilmiş olan başak vesaire döküntülerini toplamak caizdir.[531]

 

86. Bir Kimse Herhangi Bir Sağmal Hayvanı Sahibinin İzni Olmadan Sağamaz Diyenlerin Delili

 

2623. ...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Sakın bir kimse (sahibinin) izni olmadan başka birinin davarı­nı sağmasın. Biriniz kilerine varılıp da hazinesinin kırılıp zahiresinin sanl(ıp alın)masını hoş görür mü? İnsanların hayvanlarının memele­ri de onlara yiyeceklerini biriktirir. Binaenaleyh kimse izin almadık­ça diğer bir kimsenin davannı sağmasın.”[532]

 

Açıklama

 

Mâşiye; deve, sığır, koyun ve keçi anlamlarında kullanılırsa   da   daha   ziyâde   koyun   için   kullanılır.

Meşrebe ise içinde buğday, un gibi yiyecek maddelerinin sak­landığı anbar veya kiler demektir.

Duru; kelimesi "Dur*' kelimesinin çoğuludur. Sağmal hay­vanların memeleri için kullanılır. 2619 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Hanefilerle, Şâfiîlere, Mâlikilere ve Cumhur-ı ulemâ­ya göre izinsiz hiç bir kimse, birinin bağ ve bahçesinden yemiş yiyemez; davarının sütünü içemez. Meğer ki muztar kala. O zaman zaruret miktarı yiyip içebilir. Bu zevat cevaz bildiren hadisler hakkında muhtelif yönler­den cevaplar vermişlerdir.

a) Kurtubi: "Malum kaide ile amel etmek daha iyidir" demiştir.

b) Nehy bildiren hadis, cevaz hadisinden daha sahihtir.

c) Cevaz bildiren hadisler âdete nazaran mal sahiplerinin razı olduk­larının bilinmesine hamledilirler.

d) Cevaz meselesi zaruret zamanlarına hamledilir. Nitekim İslâm'ın ilk zamanlarında hal böyle idi.

Bu hususta Tahâvî de şunları söylemiştir: "Bu hadisler misafir kabul etmenin vâcib olduğu zamanlara mahsustur. Rasûlullah (s.a.) bunu emir buyurmuş, gelen misafiri kabul etmeyi hane sahibine vacip kılmıştır. Bila-here vücup neshedilerek hükmü kaldırılınca adı geçen hadislerin hükmü de kalkmıştır."

Hicret esnasında Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekr'in içtikleri süt hakkında Kurtubî; Bu, koyun sahibine bir idlal(yani nazı geçme)idi. Çün­kü Hz. Ebû Bekir onu tanıyordu. Yahut o çobanın oradan geçenlere süt takdim edilmesine izin verdiğini biliyordu.Yahut o süt kendisine eman ve­rilmemiş bir harbiye ait olduğu için içmişlerdi, diyor. Bu hususta daha başka sözler de söylenmiştir.[533]

 

Bazı Hükümler

 

1. Hadis-i şeref zahire biriktirmenin mutlak surette câiz olmadım söyleyenlerin aleyhine delildir.

2. Süte yiyecek denilebilir. Binaenaleyh, yiyecek yememeğe yemin eden bir kimse süt içmekle yeminini bozmuş olur. Ancak sütü yiyecek sayma­maya niyet etmişse yemini bozulmaz.

3. Sağmal koyun, süt karşılığı satılabilir. Fukaha sağmal koyunun süt ve sair yiyeceklerle peşinen veya veresiye satılıp satılamayacağı husu­sunda ihtilaf etmişlerdir, tmam Malik'e göre, koyunun memesinde süt bu­lunmamak ve peşin olmak şartı ile sağmal bir koyunu süt mukabilinde satmakta beis yoktur. Koyunun memesinde süt bulunursa, süt mukabilin­de peşin satmak caiz değildir. Koyun sağmal değilse peşin ve veresiye satı­labilir.

Hanefilerle imam Şafiî'ye göre sağmal koyunu, yiyecek mukabili ve­resiye satmak caiz değildir. İmam Şafiî memesinde süt olan koyunun süt mukabilinde hiç bir suretle satılamayacağına kaildir.

4. Kıyasın sahih olabilmesi için fer'in asla her hususta müsâvî olması şart değildir. Zira muhafaza hususunda meme hazineye müsavi değildir; bununla beraber peygamber (s.a.) izinsiz sağmanın haram olması babında memeyi yiyecek hazinesi hükmünde saymıştır.

5. Bir meseleyi zihinlere iyi yerleştirmek için ata sözlerinden istifâde caizdir.[534]

 

87. (Allah'a, Rasûlüne Ve Ulü'l-Emre) İtaat Etmek

 

2624. ...Ibn Cüreyc dedi ki: "Ey inananlar, Allah'a itaat edin. Rasûle ve sizden olan (halifelere, hakimlere, âlimlere, hak ve adalet üzere olan) emir sahibine itaat edin..."[535] (âyet-i kerimesi) Abdul­lah b. Kays b. Adiyy (hakkında indi) Peygamber (s.a.) onu bir seriyye de gönder(miş)di. Bana bunu Ya'la, Said b . Cübeyr'den O da îbn Abbas'dan naklen haber verdi.[536]

 

Açıklama

 

Ulu'l-emr: Buyruk sahibi sözü geçerli olan kişi demektir. Bunun devlet başkanı, vâlîler ve daha genel anlamıyla yöneticiler olduğu âyetin siyakından anlaşılmaktadır. Fakat Ibn Ab-bas'a dayanan bir görüşe göre buyruk sahipleri din bilginleridir. "Onlara emniyet ve korku haberi geldiği zaman, onu hemen yaytverirler. Halbuki bunu, Rasûle ve aralarındaki emir sahiplerine götürselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi”[537] mealindeki âyet-i kerimeden alimlerin de ululemr olduğu anlaşılmaktadır. Fahr-i Râ-zi'ye göre buyruk sahiplerinin hail ve akd denilen ittifakları bütün ümmeti temsil ederek kitap ve sünnetten başka başlıbaşına bir delil teşkil eden ehl-i icma olması gerekir. Ulemâya, ümeraya, hukemaya itaat ise, Allah'a, rasûlüne ve hal ve akd sahiplerine itaattan kaynaklanan ve ona bağlı olan bir itaattir.[538] İbn Kesir de ulema olsun, ümera olsun bütün buyruk sa­hiplerinin ululemr olduğunu söylüyor. Hanefi ulemasından Aynı âyet-i ke­rimede geçen "ulu'l-emr = emir sahipleri" hakkındaki görüşleri onbir mad­dede özetlemiştir:

1. Âmirlerdir. Ibn Abbas (r.a.) ile Ebu Hüreyre, İbn Zeyd ve Süddî bu- görüştedirler.

2. Hz. Ebû Bekr ile Ömer (r.a.) dir. Hz. İkrime bu görüştedir.

3. Tüm sahabedir. Mücâhid (r.a.)'in görüşü budur.

4. Dört halifedir. Sa'lebi, Ebu Bekr el-Varrak'ın bu görüşte olduğunu söylemiştir.

5. Ata (r.a.) e göre ise, âyet-i kerîmede geçen ulu'l-emr sözüyle kas-dedilen Muhacirler ile Ensardır.

6. Sahabe ve tabiûndur

7. İbn Keysan bu kelimeyle kasdedilen halkı idare eden akıllı kimse­lerdir.

8. İlim adamları ile fıkıh ulemasıdır. Cabir b. Abdillah ile Hasan el-Basri ve Ebu'l-Aliyye (r.a.) bu görüştedirler.

9. Seriyye kumandanlarıdır. Meymun b. Mehran, Mukâtil ve Kelbi bu görüştedirler.

10. Mücâhid'e göre Ulu'l-emr tüm ilim adamları ve Kur'an alimleridir. İmam Mâlik de bu görüşü tercih etmiştir.

11. Liyakatlerinden dolayı bir iş başına getirilmiş olan herkes Ulu'l-emr'dir.[539] Buhari şârihi, Aynî de bu görüşler içerisinde son görüşü tercih ederek "Sahih olan da budur" demiş ve Buhârî'nin de bu görüşte olduğu­nu ifade etmiştir. Ancak Allah'a veRasûlüne itaat mutlak olmakla bera­ber, ulu'1-emre itaat mutlak değildir. Bazı kayıt ve şartlara tabidir. Bu mânâyı ifade için Cenab-ı Hak, Allah'a ve Rasûlüne itaati ayrı ayrı zikret­tiği halde ulu'l-emr için ayrıca  “ = itaat ediniz” buyurmamış, ulu'1-emre itaati, Rasûlüne atfen bağlı olarak zikretmiştir. Bu atıf şundan dolayıdır. Eğer Ulu'1-Emr sizden ise, yâni müslümansa, iktisâdi, sosyal ve toplum hayatının her noktasında Allahm emirlerine göre hüküm veri­yor, Rasûlullah'ın sünnetine bağlı kalıyorsa, idare ediş şekli Allah'ın Ahkâmı ve Rasûlullahın hayat tarzıyla çatışmıyorsa itaat ediniz. Bunun aksi ise Tâğûtlar ve saptırıcı ve idarecilere yaranmak için yağ çeken âlimlerdir ki onlarda idareci ve âlimdirler. Eğer idarecinin vasfı Tâğut ve bu tür alim kavramına uygunsa onlarada isyan etmek bir mü'min üzerine farzdır.

Burada şâyân-ı dikkat olan kayıtlardan birisi de mü'minlere hitaben  kaydıdır ki mânâsı vazıhtır. Mü'minlerden olmayan ulu'1-emre itaat dînen vâcib kılınmamıştır.[540]

Yine Aynî'nin açıklamasına göre, Davûdî bu âyetin Abdullah b. Hu-zafe hakkında indiğini ifâde ederek Abdullah b. Abbas (r.a.) dan gelen rivayeti reddetmiş ve bu rivayetin Hz. Abbas'dan rivayet eden râvilerden biri tarafından yanlışlıkla tahrif edilerek değiştirilmiş olabileceğini savun­muştur. Davûdî'nin bu mevzudaki görüşü şudur: Abdullah b. Huzafe'nin başından geçen bu mevzu ile ilgili olayda[541] Rasûl-i ekrem askerlerin ona isyan etmesini hoş karşılamamıştır. Binaenaleyh bu ayetin Abdullah b. Huzafe hakkında indiğini iddia etmek, âyeti indirilmiş gayesine zıt bir yönde tefsir etmek olur.[542] ancak Davûdi'ye şöyle cevap verilmiştir: "Abdullah b. Huzâfe kıssasından murad,

"Eğer bir şeyde münakaşa ederseniz onu Allah'a ve Rasûle ar/ediverin" âyetidir. Hz. Abdullah'ın seriyyesine gereken de bu idi. Kendimizi ateşe atalım mı atmayalım mı diye münaza'a ederken meseleyi Allah ve Rasûlü­ne irca edeceklerdi. Onlar bunu yapmadılar, âyet onun için inmiştir."[543] Bu mevzuda İbn Kesir de şunları söylüyor: "Allah (c.c)'a itaatten murad, Kur'an-i Kerim'in hükümlerine uymak; peygambere itaatten murad, sün­nete riâyet etmek; ulu'l-emr'e itaattan murad, Allah'ın emirleri doğrultu­sundaki emirlerine uymaktır"[544] Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in;"Her kim Ulu-lemr'e (halifeye) itaatten bîr el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah (c.c.)'a fiili hususunda lehinde hiç bir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (halifeye) bey'atı olmayarak ölürse cahiliyye ölümü ile ölür”[545] buyurduğu sabittir. İmam Ebu Muîn en-Nesefî, "Üzerimizde İslam devlet başkanı olan imam (ululemr'i) görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmam devlet başkanı olan halifedir.

İmametin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kafir olur." demiştir.[546]

 

2625. ...Ali (r.a.) den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) bir ordu göndermiş ve başına da bir adamı kumandan tayin edip, onlara kumandanı dinlemelerini ve ona itaat etmelerini emretmişti. Bir süre sonra kumandan bir ateş yaktı ve askerlere ateşe girmelerini emretti. Bunun üzerine bazı askerler, "biz sadece ateşten kaçtık" dediler. Diğer bir kısmı da ateşe girmek istediler. Bu haber peygam­ber (s.a.)e erişince; "Eğer onlar ateşe girselerdi ebediyyen ateşte kalacaklardı.' dedi ve "Allah'a isyan hususunda (kula) itaat yoktur (kula) itaat ancak dine uygun olan işlerdedir" buyurdu.[547]

 

Açıklama

 

Bu hadis-i şerif yetkili kişilerin emirlerini yerine getirmek için Allah'ın ve Rasûlünün emirlerini çiğnemenin Allah'a ve Rasûlüne isyan sayılacağını, âmirin, Allah'ın ve Rasûlünün emirlerine aykırı olarak verdiği emirlerin, bu emri yerine getiren memuru sorumluluktan kurtaramayacağını ve içinde mâsiyet bulunan taat ve ibâdetin mak­bul olamayacağını ifade etmektedir.

Metinde geçen "Eğer onlar ateşe girselerdi ebediyyen o ateşte kalacaklardı” cümlesindeki "ateş” ten maksat cehennem ateşi değil, ku­mandanın yakmış olduğu ateştir. Hafız îbn Hacer bu ateşten maksadın kumandanın yaktığı ateş mi yoksa cehennem ateşi mi olduğu meselesinde bazı ihtimaller üzerinde durduktan sonra bu ateşten maksadın, kumandan tarafından yakılan ateş olduğunun kanaatine varmıştır. Buna göre cümle­nin mânâsı şöyledir: "Eğer onlar bu ateşe girselerdi zannettikleri gibi za­rarsız olarak kurtulamayacaklardı. Bilakis orada yanıp gideceklerdi." Yine aynı cümlede geçen ebediyyen kelimesi de "sonsuza kadar** anlamında kullanılmayıp "uzun süre” anlamında kullanılmıştır. Nitekim "ebed" ke­limesi "Amma onlar, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü (işler) yüzünden ölümü asla temenni etmezler...”[548] meâlindeki âyet-i kerimede de aynı şekilde "uzun süre" anlamında kullanılmıştır.

Binaenaleyh bu cümle ile, "Eğer bu askerler kumandanın emrine ita­at etmeyi vâcib zannederek ve ateşin kendilerine zarar vermeyeceğine ina­narak ateşe girselerdi kendilerine böylesine yakından ilgilendiren hayatî bir meselenin asılını öğrenmek için gereken çabayı göstermediklerinden ve neticede intihar gibi bir yasağı çiğnediklerinden dolayı günahkâr ola­caklar ve içine girdikleri ateşte yanıp gitmeye müstehak olacaklardı" de­nilmek istenmiştir.

Bazılarının rivayetine göre bu emri veren kumandan çok şakacı bir kimseymiş, bu emriyle onlara şaka yapmak istemiş. Müslim'in rivayetine göre ise, askerler onu kızdırdıkları için böyle yapmış. Doğru olan da bu ikinci rivayettir.[549]

 

2626. ...Abdullah b. Amr'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kendisine (Allah'a ve Rasûlüne) isyan emredilmedikçe hoşlan­dığı ve hoşlanmadığı bir işte (âmiri) dinlemek ve (ona) itaat etmek müs-liiman bir kimseye vaciptir. Fakat kendisine (Allah'a veya Rasûlüne) isyan emredilirse o zaman (hiç bir amiri) dinlemek de yoktur, itaat da yoktur.”[550]

 

Açıklama

 

2624 numaraİ1 nadism şerhinde açıkladığımız, "Ulu'l-emr" denilen yetkili kimselere itaat etmek, sözlerini dinlemek, emir­lerine uymak her müslümana farzdır. Ancak bu farziyyet, sözü geçen yetki­lilerin emirlerinin Allah'ın ve Rasûlünün emirlerine uygun olmasıyla kayıtlı­dır. Binaenaleyh, dine uygun emirlerine uymak her müslüman üzerine farzdır. Allah'a isyan ve günah sayılan emirlerine uymak ise haramdır. Kadı Iyaz bu hususta İslam uleması arasında ittifak bulunduğunu ifâde etmektedir.[551] Hariciler bu hadisi delil göstererek zâlim devlet reisine başkaldırmanın farz olduğunu söylemişlerse de Cumhur-ı ulemâya göre iman ettikten sonra küf­re dönmedikçe yahut namazları kılmayı terketmedikçe ona başkaldırmak vâcib değildir.[552] Mevzumuzu teşkil eden bu hadis itaati emreden tüm hadisleri ka­yıtlamakta ve hadislerdeki yetkililerin emirlerine itaat edilmesiyle ilgili ifâ­delerin sadece, Allah'ın ve Rasûlünün emrine uygun emirlerle ilgili olduğunu açıklamaktadır. Allah'ın ve Rasûlünün emirleri ise kapsayıcıdır. Geneldir. Hayatın girdi çıktısı, fert, aile, toplum yapısı ve idari oluşum bu kapsayıcılığın içindedir.[553]

 

2627. ...Ukbe b. Mâlik'den; dedi ki: Peygamber (s.a.) bir seriyye göndermişti. Ben de askerlerden birine bir kılıç verdim. (Bu kim­se seferden) dönünce bana: Rasûlullah (s.a.)in bizi kınadığını görür­sen (şaşma) dedi. (Gerçekten Hz. Peygamber de onlara hitaben şöy­le) buyurdu:

"Benim (askerin başında kumandan olarak) gönderdiğim adam, emrimi yerine getirmeyince emrimi yerine getirecek birisini onun ye­rine geçirmekten âciz mi kaldınız?"[554]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız gibi bu hadis-i şerifte, Allah'ın  ve Rasûlünün   emirlerine   uymayan yöneticiye itaat etmek gerekmediğini,onların yerine Allah'ın ve Rasûlünün emirlerine uygun emirler veren ve iş yapan kişilerin geçirilmesini sağlamak için gereken çabayı sarfetmek lâzım geldiğini, bu gibi kişileri yerlerinden uzaklaştırmaya gücü yettiği halde bu görevi yapmaktan kaçınan kimsele­rin bu hareketinden Hz. Peygamberin memnun olmayacağını ifade etmek­tedir. Yine bu hadis, idare edilenin seçme yetkisini, idareciyi azl edip, yerine başka bir idare eden getirme yetkisini belirlemiştir. Müslüman top­luluklar Allah ve Rasûlünün emirlerine bağlı olan ve bu emirleri uygula­yan idarecileri seçmek ve gidişatın bu minval üzere olmasını sağlamakla mükelleftirler.[555]

 

88. Yolculukta Askerin Toplanması Ve Yayılması İle İlgili Emirler

 

2628. ...Ebu Sa'lebe el-Huşenî dedi ki: (Sefer esnasında) Sahâ-bîler, bir yere indikleri zaman [(ravi) Amr (bu cümleyi) "Rasûlullah (s.a.) bir yere indiği zaman sahâbîler" diye rivayet etti.] dağ yolları­na ve vâdîlere dağılırlar (oralarda dağınık olarak konaklarlardı. Bu­nun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem;

"Sizin şu dağ yollarına ve vadilere dağılmanız ancak şeytandandır" buyurdu. Bundan sonra bir yerde konakladıklarında birbirlerine iyice yaklaşırlardı. Hatta; "Üzerlerine bir örtü yayılacak olsa hepsini kaplar" deni(lebi)lirdi.[556]

 

Açıklama

 

Düşmanla savaşa çıkan bir cemaatin yollarda konakladıkları zaman gelişigüzel, birbirinden kopuk bir halde şuraya bu­raya dağılmaları düşmana cesaret verdiği gibi bu dağınıklık, din düşmanla­rını sevindirir. Gerçek müslümanları da mahzun eder. Ayrıca dıştaki dağı­nıklık zamanla yavaş yavaş kalplere de sirayet ederek gönüllerde yaşayan kardeşlik ve sevgi bağlarının kopmasına sebep olur. Çünkü zahirdeki işleri­mizin ruhumuz üzerinde çok büyük tesiri vardır.

Bu sebeple Hz. Peygamber devamlı olarak cemaatleşmeyi tavsiye etmiş, tefrikadan sakındırmış, "Birlikte rahmet, ayrılıkta azab vardır."[557] buyu­rarak meselenin önemini en veciz bir şekilde ortaya koymuştur.[558]

 

2629. ...Muaz b. Enes el-Cühenî'den; demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.) ile birlikte bir savaşa çıkmıştım. Askerler evleri daralttılar ve yolu kestiler. Bunun üzerine, Nebî (s.a.) askerler arasında, "Kim bir evi daraltırsa ya da bir yolu keserse onun için cihad(dan nasib) yoktur." diye bağıracak bir dellal gönderdi.[559]

 

Açıklama

 

Askerlerin evleri daraltmasından maksat, girdikleri memleketlerde her askerin rastgele bir evi işgal ederek, ihtiyaçlarından fazla evleri «İlerinde tutmaları, bu yüzden de memleket halkını ellerinde kalan az sayıdaki evlerde sıkışıp kalmaya mecbur etmeleridir.

Askerlerin yolları daraltmalarından maksat ise eşyalarını halkın geçe­ceği yollar üzerine indirerek, trafiğin akışım Önlemeleridir. Rasûl-i zişan efendimiz askerlerin evleri ve yolları daraltarak Allah'ın kullarını lüzum­suz yere sıkıntıya düşürmelerinin doğru olmadığına dikkatleri çekmiş ve askerlerin bu hareketten son derece kaçınmalarını sağlamak için mübala­ğalı bir dille bu şekilde hareket eden askerlerin yaptıkları cihaddan hiçbir sevab alamayacaklarını söylemiştir.

Askerlerin, halkın evlerini ve yollarını daraltmaları nasıl çirkin bir iş ise; hakkın, memleketlerine uğrayan askerlere zorluk çıkarmaları yolla­rını daraltmaları ve ihtiyaç duydukları evlerin temininde onları müşkil du­rumda bırakmaları da o derece çirkin bir iştir.[560]

 

2630. ...Muaz b. Enes'den; elemiştir ki: "Biz Allah'ın peygam­beri (s.a.) ile birlikte savaşa çıkmıştık." dedi. (ve sözlerine devam ederek önceki hadisin) mânâsını (rivayet etti)[561]

 

89. Düşmanla Karşılaşmayı Temenni Etmek Hoş Değildir

 

2631. ...Ömer b. Ubeydillah'ın azatlı kölesi ve katibi olan Sa­lim Ebu'n-Nadr'dan; demiştir ki: Ömer b. Ubeydillah Harûrîler üze­rine yürüdüğü vakit, Abdullah b. Ebi Evfa ona bir mektup yazıp Rasûlullah (s.a.)'in düşmanla karşılaştığı bazı günlerinde (askerle­re); "Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah'dan sağlık isteyiniz. Eğer onlarla karşılaşırsanız sabrediniz ve cenne­tin, kılıçların gölgesi altında olduğunu biliniz." diye konuşma yaptı­ğını, sonra da; "Ey (peygamberlerine) kitap indiren bulutları hare­ket ettiren (kâfir) cemâatleri bozguna uğratan Allah'ım. Onları peri­şan et ve onlara karşı bize yardım et." diye dua ettiğini bildirdi.[562]

 

Açıklama

 

el"Haruriyye kelimesi hâricilere verilen bir isimdir. Hz. Ali'ye isyan eden hariciler, Hz. Ali'den ayrıldıktan sonra Harûra denilen yerde toplandıkları için buraya nisbet edilerek "Harûriyye" ismini almışlardır.

"Harûra", Küfe civarında bir yerin adıdır. Bir rivayete göre Kûfe'ye 2 mil uzaklıktadır.

Düşmanla karşılaşmayı temenni etmek aslında nefse güven, böbürlen­me ve üstünlük duygularından kaynaklandığı için Hz. Fahr-İ kainat efen­dimiz düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyi yasaklamıştır. Bu temenni­nin temelinde bu gibi duyguların bulunması yanında, ayrıca harbin nasıl neticeleneceğini kesin bir şekilde önceden tayin etmek de mümkün değil­dir. Bu bakımdan harbin müslümanlar aleyhine neticelenmesi de müm­kündür. O zaman bu acı neticeye katlanmak sabır ister. Ayrıca düşmanla karşılaşmayı istemek düşmanı küçük görmektir ki, bu ihtiyat ve tedbire aykırıdır. Düşmanın kuvvetini hesaba katmayan taraf bu tutumuyla tedbirde hata etmiş demektir. Nitekim müslümanlar kuvvetçe düşmanlarından da­ha az oldukları halde nice zaferler kazanmışlarken kendi kuvvetlerine gü­venip düşmanlarını küçük görmelerinden dolayı, Huneyn savaşında bir ara mağlup duruma düşerek bu hatalarını pahalıya Ödediler. Bu itibarla insanlar devamlı surette Allah'a güvenmeli kendilerinde de bir kuvvet gö­rerek zafer ümidine kapılmaktan sakınmalıdırlar.

Şurasını da unutmamak gerekir ki, sabır hususunda insanların hepsi bir değildir. Hz. Peygamberin maiyyetinde savaşırken yaralanan bir adam yarasının acısına dayanamayarak intihar edince Hz. Ebu Bekr es-Sıddık, "afiyette olup da şükretmem, benim için belâya uğrayıp ta sabretmekten daha iyidir." demekten kendini alamamıştır. Bu mevzuda Ali (k.v.)nin de oğluna şöyle nasihat ettiği rivayet edilir: "Yavrucuğum, kimseye mey­dan okuma, kavga çıkarma, fakat seni kavgaya çağıran olursa o zaman onun karşısına çıkıp mertçe doğuş. Çünkü o kimse zâlimdir. Allah Teâlâ ise, zulme uğrayanlara yardım edeceğini vadetmiştir.”[563]

Yüce Allah harp âdabını şu ayet-i kerimesinde çok veciz bir şekilde özetlemiştir: "Ey iman edenler! Bir bölükle karşılaşırsanız, derhal sebat ediniz! Allah'ı da çok anın ki felah bulaşınız. Hem Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Çekişmeyin! Yoksa başarısızlığa uğrarsınız, kuvvetiniz gider, sabredin! Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir. Yurtlarından, sı­ma rarak, insanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan (Allahın Di­ninden) menedenler gibi olmayın!"[564]

Hz. Peygamber "Allah'tan afiyet isteyin" buyruğuyla "bedene ait iç ve dış hastalıklarla dünya ve âhirete ait bütün kötülüklerden kurtulmak istemeyi tavsiye etmiştir. Çünkü yegâne koruyucu ve yardımcı Allah*dır. Ondan başka güven kaynağı yoktur. Onun irâdesi haricinde insana hiçbir kimse afiyet kazandıramaz. "Cennet kılıçların gölgesi altındadır" Cümle­siyle, "Allah yolunda kılıç sallamanın sevabının cennet olduğu, kılıcın göl­gesinin kılıçtan ayrılmadığı gibi cennetin de, Allah yolunda kılıç sallayan kimseden ayrılmadığı" vurgulanmak istenmiştir. Burada harp aletleri içe­risinde özellikle kılıcın zikredilmesinin sebebi, Hz. Peygamber devrinde en büyük ve en faydalı* harp aletinin kılıç olmasıdır. Yine, kılıcın özellikle zikredilmesinden anlıyoruz ki, Allah yolunda cihâd etmek ve gerekirse bu cihâdın sürekli eylem halinde devam etmesi gerekir. Cihâdın silahlı olarak yapılması gerektiği zaman başka yollar aramaktan kaçınmalı ve "Allanın yardım vadi" gibi bir teminatı olan müslümanlar silahlı mücadeleye girişmeleridir.[565]

 

90. Düşmanla Karşılaşınca Nasıl Dua Edilir?

 

2632. ...Enes b. Mâlik (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) savaş sırasında

"Ey Allahım, benim (yegâne) dayanağım ve yardımcım sensin. (Düşmanların hilesini) senin (desteğin) le önlerim. Senin (verdiğin güç)le (düşmana) saldırırım ve (yine) Senin (desteğin)le (düşmana karşı) savaşırım." diye dua ederdi.[566]

 

Açıklama

 

Hattâbf nin açıklamasına göre, metinde geçen cümlesi, "ben ancak senin yardımınla din düşmanlanna karşı üstünlük sağlamanın çaresini bulabiliyorum" manası­na gelmektedir. Nitekim araplar çaresiz kalan bir kimse için derler ki "adamın hiç çaresi yoktur" anlamındadır. "= Kötülüğü önlemekte Allah'ın yardımından başka bir çare, hayra erişmekte de Allah'ın yardımından başka bir çare, hayra eriş­mekte de Allah desteğinden başka bir güç yoktur." cümlesinde de bu kelime çare anlamında kullanılmıştır. Hattabi'ye göre bu kelime ayrıca "önle­mek, engel olmak, def ve men'etmek” anlamlarına da gelir. Mesela birisi iki şeyin arasına girip de birinin diğerine kavuşmasına engel olduğu zaman "hâle beyneşşeyeni = iki şeyin arasına girdi” denilir.

Bu manaya göre cümlesi "ancak senin yardımınla (düş­manın hilelerini ve vermek istedikleri zararları) önleyebilirim" anlamına gelmektedir. Bu hadis düşmanla karşılaşınca saldırıya geçmeden önce Al­lah'a bu şekilde dua etmenin müstehab olduğuna delâlet etmektedir.

Tirmizi bu hadis hakkında "Hasen-garib" demiştir.[567]

 

91. Savaştan Önce Müşrikleri İslama Davet Etmek

 

2633. ...İbri Avn dedi ki: Ben Nâfi'ye bir mektup yazarak, ona harbden önce müşrikleri (İslama) davet etmeyi sordum, o da bana: "Bu islamuı başlangıcında idi. (Nitekim daha sonraki tarihlerde) Al­lah'ın peygamberi Müstakil oğullarına, gafil bulundukları, hayvanlarının suya götürüldüğü bir sırada baskın yaptı. Savaşabilecek olan­larını öldürdü, zürriyetlerini de esir aldı. Haris'in kızı Cüveyriye'yi de o gün aldı. Bu hadisi bana (o sırada) kendiside o ordunun içinde olan, Abdullah (b. Ömer) rivayet etti. diye mektup yazdı.

Ebû Dâvud der ki; Bu hadis sahihtir. Onu İbn Avn, Nâfi'den rivayet etmiştir. Bu hadisi ondan başka rivayet eden bir kimse daha yoktur.[568]

 

Açıklama

 

Daha önce, "Harbden önce müşrikleri İslama davet etme"başlığı altında sekseniki numaralı bir bab açılmışken, aynı isimli bir babın burada tekrar açılmış olduğunu görüyoruz. Bezlu’I-mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmed, musannif Ebû Davud'un bu başlığa niçin tekrar lüzum gördüğünü şöyle anlatıyor: "Bundan önceki başlık savaştan önce İslâm'a davet edilmeleri vâcib olan müşriklerle ilgili hadisleri toplamakta­dır. Bu müşrikler o ana kadar kendilerine islam daveti hiç erişmemiş olan müşriklerdir.

Bir de kendilerine savaştan önce çeşitli vesilelerle İslâm dayeti erişen müşrikler vardır. Bu ikinci türdeki müşrikleri savaştan önce İslama davet etmek mendupsa da vacip değildir. İşte 82 numaralı babın sadece birinci türden olan müşriklere ait olduğunu, ve daha önce çeşitli vesilelerle kendi­lerine İslâm daveti erişmiş olan müşrikleri harpten önce İslama davet et­menin şart olmadığını vurgulamak için burada sadece ikinci türe giren müşriklere ait olmak üzere özel bir bab daha açılmış ve ilgili hadisler bu babda toplanmıştır."

"Müreysi Gazvesi" diye de anılan Benû Mustalik gazvesi hicretin be­şinci yılında vuku bulmuştur. Peygamber efendimiz bu kabilenin müslü-manlar üzerine hücuma hazırlandığını öğrenince onlardan önce davranıp üzerlerine yürüdü. On kadar Mustalikli öldürüldü. Yüzden fazlası kadın olmak üzere altı yüzün üzerinde esir alındı. İki bin deve ve beşbin koyun ele geçirildi. Esirler arasında bulunan kabile başkanının kızı Cüveyriye fidye karşılığında azad edilmiş, sonra da Hz. Peygamberle evlenmişti.[569]

 

Bazı Hükümler

 

1. Harpten Önce kendilerine İslam daveti ulaşmış olan kafirlere habersiz olarak baskın yapmak caizdir. İmam   Nevevî   bu   mevzuda   üç   görüş zikrediyor:

a) Harbden önce düşmanı İslam'a davet etmek mutlak surette vâcib-dir. İmam Malik bu görüştedir.

b) Kafirleri harpten önce İslam'a davet etmek mutlak surette vacib değildir.

c) Kafirler daha önce İslâm'a davet olunmamıslarsa, onları harpten önce İslam'a davet vâcib; daha önce davet olunmuşlarsa mestehab olur.

İmam Nevevî bu görüşlerden birincisinin zayıf, ikincisinin bâtıl, üçün­cüsünün de sahih olduğuna hükmetmiştir. Nâfî, Hasan el-Basri, Sevri, Leys, Ebu Sevr, İbnü'l-Münzir ve Cumhur-u ulemânın görüşü de budur.

2. Arapları harpte esir almak caizdir. Çünkü Mustalik oğullan Arap ırkından oldukları halde Hz. Peygamber onları esir almıştır. Hanefi ule-masıyla Mâlikîlerin ve Cumhur-ı ulemanın görüşü bu olduğu gibi İmam Şafiî'nin son görüşüde budur. İmam Şafiî'nin ilk görüşüne ve ulemadan bazılarına göre ise, Arapları esir almak caiz değildir. Onlar Islâmı kabul etmedikleri takdirde kılıçtan geçirilirler. Başka bir seçenekleri yoktur.[570]

 

2634. ...Enes (r.a.) den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, (düşmana) sabah namazı (vakti girince) baskın yapardı. (Sabah namazı vakti girdimi) iyice kulak verirdi. Eğer ezan sesi duyarsa (baskından) vazgeçerdi. Yoksa hücuma geçerdi.[571]

 

Açıklama

 

Ezan, İslâmın sembolü ve parolası hükmündedir. Bir beldeden ezan sesi işitildiği zaman, o beldenin halkının müslüman olduğuna, en azından içlerinde müslüman bir cemaatın yaşadığına hükmedilir.

Fakat namaz vakti geldiği halde oradan hiçbir ezan sesi yükselmezse, o belde halkının kâfirliğine hükmedilir. Bu bakımdan bir memleket ahâlisi memleketlerinde ezan okunmaması için ittifak etseler, devlet başkanının o belde halkı üzerine savaş ilan etmesi icâbeder.

Rasûl-i Zîşân efendimizin küffar üzerine baskınyapmak için sabah namazı vaktini seçmesinin sebebi, o vaktin uyku ve gaflet vakti olması ve bu vakitte onları yakalamanın veya imha etmenin diğer vakitlerden da­ha kolay olmasıdır.[572]

 

Bazı Hükümler

 

1. Ezan okunan bir yere baskın yapılamaz.

2. Kafirleri dine davet etmeden üzerlerine baskın yap­mak caizdir.Bir önceki hadisin şerhinde mezheb imamlarının bu madde ile ilgili görüşlerini açıklamış bulunmaktayız.[573]

 

2635. ...îbn-i îsam el-Müzenî'nin babasından; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) bir seriyyede bizi (savaşa) gönderirken şöyle buyurdu;

"Eğer (uğradığınız memleketlerde) bir mescid görür ya da bir müezzin (sesi) işitirseniz, (oranın halkından) kimseyi Öldürmeyiniz.”[574]

 

Açıklama

 

ŞevkânTnin Neylii'l-evtâr isimli eserindeki açıklamasına göre bu hadis-i şerif bir memlekette bir mescid bulunmasının ve orada bîr ezan sesi işitilmesinin o memleket halkının müslüman sayıl­ması için yeterli bir alâmet olduğuna delildir. Binaenaleyh, İslâm orduları bir memlekete saldıracakları zaman orada bir mescid görecek olurlarsa veya onlardan bir ezan sesi duyarlarsa o memlekete saldırıdan vazgeçmele­ri gerekir. Çünkü mescid ve ezan müslümanhğın alâmetidir. Zahirde o memleket halkının müslüman olduğuna hükmedilir. Kalblerinde imanın yerleşip yerleşmediğini arama yoluna gidilmez. Çünkü kalbleri yarıp da içini görmek mümkün değildir. Onu ancak Allah bilir.[575]

 

92. Harpte Hile Yapmak

 

2636. ...Amr'dan rivayet olunduğuna göre kendisi Câbir'i (r.a.) şöyle derken işitmiş; "Rasûlullah (s.a.) "Harb hiledir" buyurdu.[576]

 

Açıklama

 

Hud'a; aldatmak, hile yapmak niyetinin aksini göstermek manalarına gelir. Hattâbî'nin açıklamasına göre kelimeyi şekillerinde okumak mümkündür. Bunlardan en fasîhi, "hud'a" şeklinde okunanıdır. Hz. Peygamber de bu kelimeyi "hud'a" şeklinde okumuştur.

Bu kelime had'a şeklinde okunduğu zaman masdar-ı merre olur. Bu takdirde hadis-i şerife şöyle mânâ vermek icabeder: "Savaş bir defa hile yapmaktan ibarettir" Bunu yapabilen, harbi zaferle sona erdirir. İkinci bir hileye ihtiyaç kalmaz. "Hud'a" şeklinde kullanıldığı zaman "hile" anlamında bir isim olur. Bu takdirde hadis "Harbin en önemli tarafı ve rüknü düşmana hile ve oyun yapmaktır" anlamına gelir.

Hudea şeklinde okunduğu zaman çok hilekar ve aldatıcı anlamına gelir. Bu takdirde hadis-i şerif "Harb çok aldatıcıdır. Hilelerle doludur" her zaman için karşı tarafın iki tuzağına düşmek mümkündür. Dolayısıyla çok dikkatli hareket etmek gerekir." anlamına gelir.

Bu hadis-i şerif harpte düşmana her fırsatta hile yapmanın meşru ol­duğunu açıkça ifade etmektedir.

Ancak ulema, 2756 ve 2760 numaralı hadisler gibi, verilen ahdi boz­manın vebalini ve ahde riâyet etmenin lüzum ve önemini belirten hadisleri göz önüne alarak "ahd ve emân" bozmamak şartıyla harpte düşmana karşı hile yapmanın caiz olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.

Hanefi ulemasından İmam Muhammed bu mevzuda şunları söylüyor:

Burada mücâhidin savaş anında kendisiyle savaştığı kimseyi aldatabileceğine ve bunun ihanet olmadığına delil vardır.

Bazı alimler, bu sözün zahirini alarak savaş durumunda yalana izin verildiğini söylemişler ve Rasûlullah (s.a.)'in Ebu Hüreyre'den nakledilen: "Yalan ancak üç yerde caiz olur: tki kişinin arasını barıştırmada, savaşta ve bir kimsenin hanımının gönlünü almasında"[577] Hadisini de buna delil olarak göstermişlerdir.

Lâkin mezhebimiz odur ki, hadîs-i şerifte kastedilen, mahza yalan değil, tevriye yapmak ve üstü kapalı söz söylemektir. Bunun benzeri, İb­rahim (s.a.)'in üç yalan söylediğini belirten hadistir. Bundan maksat onun üç yerde üstü kapalı söz söylediğidir. Çünkü Peygamberler, mahza yalan söylemekten ma'sumdurlar.

Hz. Ömer "üstü kapalı söz söylemede (tevriye yapmada) yalandan kurtuluş vardır," demiştir.

İmam Muhammed (Rahimehullah) kitabın metninde bu sözü şöyle açıklar:

Kişinin kendisiyle savaştığı kimseye, zahirin hilâfına bir şey söyleme­sidir ki, hakikatte, ona açıkladığı şeyin hilafını gizlemesidir.

Hz. Ali'nin, Hendek günü kendisiyle mübareze yaptığı Amr b. Abdu Udde'ye yaptığı gibi Hz. Ali (r.a) ona: "Hani, kimsenin sana yardım et­meyeceğine dair bana garanti vermiştin? Peki, sana şu yardım edecekler kimlerdir?" demişti. Amr, kendisine bu söylenenleri garipser gibi arkasına bakınca, Hz. Ali, birden iki ayağına vurup ikisini de kesmişti.

Mücahidin, arkadaşlarıyla konuşup onu duyan kimseye kendilerinin zafere ulaştığını yahut daha güçlü olduklarını vehmettirmesi de aldatma­dır. Hakikat kendisinin söylediği şekilde olmadığı halde, sözün zahirine göre yalancı duruma düşmeyecek şekilde konuşur. Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ali (r.a.) katıldığı savaşlarda başını önüne eğerek bir kere yere ve sonra yukarı kaldırıp bir defada göğe bakıyor ve şöyle diyordu: "Ne sen yalan söyledin ve ne de ben" Bu davranışıyla çevresinde bulunanlara sanki Rasûlullah (s.a.) kendisine bu durumu haber vermiş ve ashabına da bunu emretmiş intibaını veriyordu. Halbuki onun vukuu mümkün ol­duğu gibi olmaması da mümkündür. Bu ve buna benzer söz ve davranış­larda bir sakınca yoktur.

Aldığımız bir nakil'e göre, Hendek günü adamın biri Rasûlullah (s.a.)'e gelerek;

"Ya Rasûlallah! Benû Kurayza size ihanet edip antlaşmayı bozarak Ebu Süfyan tarafına bey'at etti, dedi. Rasûlullah (s.a.)

"Belki de biz onlara bunu emretmişizdir." buyurdu. Bu sefer adam, Ebu Süfyan'a gidip;

Benû Kurayza'nın sana tabi olmalarını Muhammed istemiş, dedi. Ebu Süfyan;

Bunu kendi kulaklarınla mı duydun? diye sordu. Adam:

Evet deyince Ebû Süfyan:

Yalana yemin ederim ki Muhammed yalan söylememiştir, dedi.[578]

 

2637. ...Ka'b b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre; Peygam­ber (s.a.) bir savaş(a çıkmay)ı istediği zaman başka bir savaşa çıkı­yormuş gibi görünür ve; "Harp hiledir" buyururmuş.

Ebû Dâvûd der ki: "Harp hiledir” hadisini bu isnadla sadece Ma'mer rivayet etmiştir.

Amr b. Dinar'ın hadisi de sadece Cabir'den rivayet edilmiştir ve bir de bu hadisi Ma'mer, Hemmam b. Münebbih'den, o da Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.[579]

 

Açıklama

 

"Verra" kelimesi insanın esas maksadını gizleyip, onu bir başka şekilde açıklaması manasına gelir.

İbn-i Melek bu kelimeyi şöyle açıklıyor: "Başka bir maksadı izhar ederek asıl maksadı gizlemektir."

Rasûl-i zişân efendimiz, bir savaşa çıkacağı zaman gideceği yeri açık­lamadığı gibi, önce asıl gitmek istediği yere doğru yola çıkmaz bilakis askerlerine başka bir hedef göstererek, başka bir istikamete gidiyormuş hissini verirdi. Şehirden hayli uzaklaştıktan sonra asıl maksadını ve nereye gitmek istediklerini askerlerine açıklardı. Bu şekilde hareket etmekle hem düşmanı gafil bir şekilde avlama imkanı bulurdu, hemde düşman hesabına çalışan casusların doğru haber almasını önlemiş olurdu. Yalan söylemek ve hile yapmak kesinlikle haram olmakla beraber, harpte caiz kılınmıştır. Taberi, harpte düşmana yalan söylemenin ancak ta'rız yoluyla caiz oldu­ğunu, sarih kelimelerle "hakiki yalan" söylemenin caiz olmadığını söylemişse de, tmam-ı Nevevi hakiki yalan söylemenin de mubah olduğunu fakat bu yalanı tariz yoluyla söylemenin daha efdal olduğunu ifade etmiştir.[580]

 

93. Geceleyin Baskın Yapmak

 

2638. ...Seleme (r.a.)'den; demiştir ki; (Bir savaşta) Rasûlullah (s.a.), Ebu Bekr (r.a.)'i bize kumandan tayin etmişti. Müşriklerden bir toplulukla savaşmaya başladık, derken hepsini Öldürmek üzere geceleyin onlara ani bir baskın yaptık. O gece parolamız "öldür, öldür!" idi.

Seleme dedi ki: "Ben o gece, kendilerine baskın yapılan müş­riklerden yedi tanesini kendi ellerimle öldürdüm."[581]

 

Açıklama

 

2633 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi kafirlerle savaşa tutuşmadan önce onları İslâm'a davet etmek gerekir. Ancak davet edildiği halde müslümanlığı kabul etmezlerse o zaman kendilerine savaş açılabilir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif kendileri İslama davet edildikleri halde islamı kabul etmeyen müşrik­lere gece baskını düzenlemenin ve savaşta parola kullanmanın caiz oldu­ğunu ifade etmektedir. Ancak savaşta kadınları ve çocukları öldürmek caiz olmadığı halde gece baskınlarında onları diğerlerinden ayırabilmek mümkün olmadığından diğerleriyle birlikte onları da Öldürmek caiz kılın­mıştır.

Savaşta parola kullanmanın cevazı ile ilgili açıklama, 2596 numaralı hadisin şerhinde harpte kimlerin öldürülüp kimlerin öldürülemeyeceği de 2614 numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum gör­müyoruz.[582]

 

94. Artçı Birlikleri Bulundurmanın Gereği

 

2639. ...Cabir b. Abdillah'dan demiştir ki: Rasûlullah  (s.a.), yolculukta (yolculardan) geride kalırdı. Zayıf (olan hayvanlar)ı sü­rer, (yola devam edemeyen yolcuları da hayvanının) arkasına bindi­rir ve onlara duâ ederdi.[583]

 

Açıklama

 

Hz. Peygamber hazarda ve seferdeki  tüm yolculuklarında, yol arkadaşlarının arkada kalan ve kafileye ayak uy-

duramayanlarıyla ilgilenir, zayıf olan hayvanları arkadan sürerek onların kafileye yetişmelerine yardımcı olurdu. Hayvanını süremeyecek derecede yorgun düşen ya da rahatsızlanan kimseleri de kendi hayvanının arkasına bindirirdi. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis Hz. Peygamberin yolculukta yol arkadaşlarına karşı gösterdiği bu ilgiyi ifâde etmektedir.

Rasûl-i Zîşan efendimizin bu uygulaması, savaşta bizzat düşmanla karşı karşıya gelip savaş veren mücahidlerin dışında, bir de hastalarla ilgilenen ve geri hizmetleri yürüten yeterli sayıda birlikler ve teşkilatlar bulundur­manın lüzumunu ortaya koymaktadır.

Hadisten anlaşılabilecek en önemli hususlardan biri İse, Rasûlullah (s.a.) efendimizin, düzenli ordu kurma ve harp stratejisinde geri destek birliklerinin kaçınılmaz olduğunu ima etmesidir.

Hanefi imamlarından İmam Muhammed bu mevzuda şunları söylüyor:

"Daru'l-Harbe girdikten ve ondan çıkmak için yola koyulduktan sonra komutanın birini artçı olarak tayin etmesi iyi olur. Çünkü bu hareket müslümanlan gözeten bir harekettir. Olabilir ki uykusuzluğa dayanamayıp uyu­yan, yahut yolunu kaybedip o korku verici yerde ne yapacağına karar veremeyip orada bekleyenler bulunabilir."[584]

 

 

95. Müşriklerle Niçin Savaşılır?

 

2640. ...Ebû Hüreyre (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.v.) (şöyle) buyurmuştur:

"İnsanlar, "Allah'dan başka ilah yoktur" deyinceye kadar ken­dileriyle savaşmak üzere emrolundum. Eğer bunu söylerlerse kanla­rını ve mallarını benden korurlar. Ancak tevhid kelimesi hakkı ile olması müstesnadır. Onların (kalbierinde saklamış oldukları küfr ve nifaklarıyla ilgili) hesaplan ise Allah'a aittir."[585]

 

Açıklama

 

îmam Buharı, Sahih'inde îmânı, söz (ikrar) ve fi'l (amel)  diye tanf etmiştir.

Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre, Buhari'nin bu tarifindeki söz­den maksat, "Eşhedü enlfi ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûluhû" cümlesini dille söylemektir. Yine Buhârî'nin bu ta­rifinde geçen, "amer* den maksat ise, vücûdu bütün organlarıyla yapılan amelle birlikte kalbin ameli, yani tasdikidir. Buhârî bu tarifiyle "Kalbin tasdikiyle birlikte ibadeti de" İmanın bir rüknü saymıştır. Bu şekilde kal­bin tasdikini imanın tarifine sokan ve tasdikin, imanın bir rüknü olduğu­nu binâenaleyh kalbinde tasdik olmayan kişilerde imanın bulunmadığını söyleyen kimseler meseleye Allah'ın ilmi açısından bakan kimselerdir.

İman meselesine bu açıdan bakınca elbette kalbde tasdikin bulunup bulunmaması sözkonusu olur. Fakat meseleye kullar açısından bakınca durum tamamen farklıdır. Çünkü insanlar başkalarının kalbinde tasdikin bulunup bulunmadığına tahkik ve tesbit etme imkanına sahip değillerdir. Binaenaleyh meseleye bu açıdan yaklaşanlar kalbin tasdikini imanın ta'rifi içine almamışlardır. Selef-i salihin ise imanı, "kalp ile tasdik dil ile ikrar ve vücudun tüm organlarıyla ameldir" şeklinde tarif etmişlerdir. Selef bu tarifle amelin imandan bir cüz olduğunu ve amelsiz bir kimsede imanın bulunamayacağını değil de imanın kemâle ermesi için amel şart olduğunu ifade etmek istemişlerdir.

İmanın kemale erip ermemesi sözkonusu olunca da haliyle imanın artıp eksilmesi meselesi de önemli bir mesele olarak kelâm mevzuları ara­sına girmiştir. Neticede iman meselesinde şu görüşler ortaya çıkmıştır;

1. Bazılarına göre iman dil ile ikrar kalp ile tasdiktir.

2. Kerramiye'ye göre sadece dil ile ikrardan ibarettir.

3. Mutezile'ye göre ise dil ile İkrar, kalp ile tasdik ve vücudun diğer organlarıyla amel etmekten ibarettir. Vücudun organları ile ameli imanın tarifine sokan Mutezile ile Selefi salihin aslında bu mevzuda birbirlerinden tamamen farklı düşünmektedirler. Çünkü selefi salihin, amel imandandır derken, imânın kemâle ermesi içîh amelin şart olduğunu kasdetmektedir-ler. Mu'tezile ise, "amel imandandır" derken amelin imanın bir rüknü olduğunu ve amelsiz olan bir kimsenin aynı zamanda imansız bir kimse olduğunu ifade etmek istemektedirler.

İmanın tarifini kalbin tasdiki yönünden ele alan bütün tarifler, aslın­da Allah nezdinde makbul olan imanı ifade etmek için yapılan tariflerdir. Meseleye kullar açısandan yaklaşınca kalbin tasdiki sözkonusu değildir ve sadece dil ile ikrar etmek kullar yanında imanlı sayılmak için yeterlidir. Binaenaleyh dille Allah'a ve Rasûlüne inandığını söyleyen bir kimsenin müslüman olduğuna hükmedilir ve kendisinden putlara tapmak gibi küfre delalet eden bir fiil tezahür etmedikçe kendisine dünyada müslüman mua­melesi yapılır. İkrarı bulunduğu halde büyük günah işleyen kimselere ge­lince kimisi bunların ikrarına bakarak mü'min olduklarını söylerken, ki­misi de meseleyi imanın kemali cihetinden ele alarak, "Bu kimselerin ima­nı yoktur." demişlerdir.

Bazıları da bu kimselerin yaptığı işlerin kâfirlerin yaptığı işlerden baş­ka bir şey olmadığını nazar-ı itibara alarak ve meseleye bu açıdan yaklaşa­rak "Bu kimseler kafirdir" demişlerdir. Meseleyi imanın hakikati cihetin­den ele alan kimseler de, onların kâfir olmadığını söylemişlerdir. Mu'tezile ise, iman ile küfr arasında bir menzil bulunduğunu iddia ederek dille ikrarı bulunduğu halde fası klik yapan kimselerin mü'min sayılmadığı gibi kafir de sayılamayacağım küfür ile iman arasında kalacaklarını söylemişlerdir.[586]

Hz. Peygamber, "Ben em rol undum" sözüyle; "Allah bana emretti"

demek istemiştir. Fakat kendisine emir veren yegâne emredicinin Allah olduğunu, bunu açıklamaya ihtiyaç bile bulunmadığını ifade için birinci cümledeki ifade tarzını, ikinci cümledeki ifade tarzına tercih etmiştir. Hz. Peygamber, "Ben emrolundum" deyince emredenin Allah olduğuna hük-medildiği gibi buna kıyasla bir sahabi de; "Ben emrolundum" dediği za­man emri verenin Rasûlullah olduğuna hükmedilir. Netice olarak tek bir başkandan emir alan kimse, "Bana emredildi" dediği zaman emir verenin onun reisi olduğuna hükmedilir.

Metinde geçen, "Allah'dan başka ilah yoktur deyinceye kadar" cüm­lesini Buhari; "AllahMan başka ilah olmadığına şehadet edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edinceye kadar" şeklinde rivayet etmiştir. Müslim'in bir rivayetinde de aynı ifadeler yer almaktadır. Buhari'nin tbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste ise; "İnsanlar, Allah'dan başka bir ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın rasûlii olduğuna inanıp namaz kılıncaya ve zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum." şek­linde ifâde edilmiştir.

Bu da gösteriyor ki insanlar sadece "lâ ilahe illallah" demekle kurtu­lamazlar. Müslümanların kendilerine cihad ilân etmeleri, yani kendilerine savaş açmalarından kurtulabilmeleri için Allah'a iman ettikleri gibi, Al­lah'ın Rasûlüne ve onun getirdiklerine de iman etmeleri gerekir. Ancak Hanefi ulemâsından Aynî'nin açıklamasına göre, mevzûmuzu teşkil eden bu hadiste sadece, "la ilahe illallah" dedikleri için islamiyyeti kabul ettikterine hükmedilip malları ve canları saldırıdan masum kalacakları ifade edilen kimseler, putperestlerdir. Çünkü bunlar, "...Onlara Allah'dan baş­ka tanrı yoktur dendiği zaman büyüklük taslarlardı.”[587] âyet-i kerîmesin­de de ifade edildiği gibi kelime-i tevhidi söylemeye yanaşmazlardı. Kelime-i tevhidi söylemeleri Islamiyeti kabul etmeleri anlamına gelirdi. Bu bakım­dan mevzumuzu teşkil eden ve bazı kimselerin sadece kelime-i tevhid ge­tirdikleri için müslümanlıklarına hükmedilerek, kendileriyle savaşmaktan vazgeçileceğini bildiren bu hadis, sâdece Kelime-i Tevhîdi söylemeye ya­naşmayan putperestlerle ilgilidir. Kelime-i Tevhidi söyledikleri halde Hz. Peygamberi tasdik etmeyen ehl-i kitap bu hükme dahil değildir. Onların, müslüman olduklarına hükmedilebilmesi için kelime-i tevhidi söyledikleri gibi, Rasûlullah'ın peygamberliğini ve onun getirdiklerini de tasdik etme­leri gerekir. İşte mevzumuzu teşkil eden hadisin sadece Kelime-i tevhidi içine alan şekli putperestlerle ilgili olduğu gibi, Allah'ın birliğine imanın yanında Hz. Peygambere ve onun getirdiklerine iman etmeyi içine alan rivayetlerde Ehl-i kitapla ilgilidir.[588] Nevevi'nin açıklamasına göre Hattâ-bi ile kadı İyaz'da bu görüştedirler.[589]

İşte yukarıda açıklanan şartlar içerisinde İslam dairesine giren kimse­lerin malları ve canları taarruzdan masundur. Ancak kelime-i tevhidin hakkına tealluk ettiği zaman onların mallarına ve canlarına taarruz edilebi­lir. Kelime-i tevhidin hakkı üç halde onların mallarına ve canlarına tealluk eder:

1. Zina etmeleri halinde,

2. Allah'ın haram kıldığı bir cana kıymaları halinde,

3. Dinden dönmeleri halinde.

Bu durumlarda yaptıklarının cezalarını, bazan mallarıyla bazan da canlarıyla öderler ve müslümanların mükellef oldukları bütün yükümlü­lükleri yerine getirmekle mükelleftirler. Bu hususta sonradan müslüman olan ehli kitapla, sonradan müslüman olan müşrikler arasında herhangi bir fark yoktur. Metinde geçen "onların hesabı Allah'a aittir." cümlesin­de maksat, bazı kimselerin zahirde inanmış göründükleri halde aslında kalplerinde saklamış oldukları küfür, nifak ve gizli yerlerde işlemiş olduk­ları suçlardır. Bunların cezası ahirete kalmıştır. Çünkü insanlar zahire gö­re hükmetmekle mükelleftir. İnsanların kalplerini anlamakla ve gizli halle­rini araştırmakla mükellef değillerdir. Bu bakımdan bu gibi gizli hallerin hesabı Allah'a aittir.[590]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müşrikler, "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla harbedılır.

2. Bir müşrikin Kelime-i Tevhîdi söylemesi müslüman sayılması için yeterlidir.

3. Zahiri ameller makbuldür. Hüküm zahire göre verilir.

4. İslam cemiyetinde suç işleyenler cezalarını mallarıyla ya da canla­rıyla öderler.[591]

 

2641. ...Enes (r.a.)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.);

"Ben, insanlar; "Allah'dan başka ilah yoktur ve Muhammed onun kulu ve Rasûlüdür" deyinceye ve kıblemize yönelinceye, kes­tiklerimizi yiyinceye ve namazımızı kılıncaya kadar onlarla savaş­mak üzere emrolundum.

Bunu yaparlarsa, onların (kanlarının ve mallarının) hakkı (olan cezaların) dışında kanları ve malları bize haram olur. Müslümanla­rın (lehine) olan (hüküm)Ier, onlarında lehinedir. Müslümanların üze­rinde bulunan (yükümlülük)ler, onlar hakkında da câridir.[592]

 

Açıklama

 

Bir önceki hadisi şerifin şerhinde açıkladığımız gibi, ehli kitabın müslüman sayılabilmesi için sadece "Lâ ilahe illallah" demesi yeterli değildir. Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar ettikleri gibi aynı zamanda, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun getirdiği hükümleri de kabul etmeleri gerekir. Aski takdirde müslüman olduklarına hükmedilemez.

Mevzu m uzu teşkil eden bu hadis-İ şerifte Rasûl-i zîşan efendimiz, is-lamın bütün hükümlerini ve inanç nizamını kabul edinceye kadar ehli ki­tapla savaşmakla emrolunduğunu ifade etmektedir. Bu hadis-i şerifin met­ninde insanların müslüman sayılabilmeleri için, kelime-i tevhidi söylemele­ri ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik etmeleri gerektiği açıkça belirtilmiştir. Fakat insanlardan kasıt ehl-i kitaptır. Ayrıca hadisin met­ninde geçen; "Bizim kıblemize yönelinceye, kestiklerimizi yiyinceye ve bi­zim namazımızı kılıncaya kadar" cümleleri, müslüman olmak için Allah'a ve Rasûlüne iman etmenin gereğini ifade eder.

Çünkü beş vakit namaz Allah'ın varlığına, birliğine, Hz. Muham­med'in onun elçisi olduğuna inanan kimselere farz olur. ancak bu imanın kalbinde yerleştiği kimselerin namaz kılması sözkonusudur. Her ne kadar yeryüzünde bazı milletlerin namaza benzeyen bazı ibadetleri varsa da her yönüyle namaza benzeyen ve beş vakit icra edilen bir ibadet yoktur. Bu bakımdan "bizim namazımızı kılıncaya kadar" sözü tam manasıyla, "Al­lah'ın varlığına, birliğine, Muhammed'in peygamberliğine inanıncaya kadar" anlamına gelmektedir. Hadis-i Şerifte ayrıca namazın bir mütemmimi ola­rak "bizim kıblemiz" sözü zikredilmiştir.

Bütün bu inançlar ve ibadetle ilgili esasların yanında tamamen islâmî esaslara göre kesilen hayvanların etlerinin yenebileceğini kabul etmek ve dolayısıyla, hayvanları boğazlarken islâmî esaslara göre boğazlamak da müslüman olmanın bir alâmeti sayılmıştır. Bununla, Ehl-i Kitâb'ın müslü­man olabilmeleri ve kendilerinden savaşın kaldırılması için, islâm'ın tüm ahkamını kabul etmeleri istendiği gibi, İslâm'a aykırı olan inançlarını, iba­detlerini ve adetlerini de terketmeleri gerektiği ifade edilmek istenmiştir.[593]

Ayrıca hadis-i şerifte, yukarıda açıkladığımız şartlar dahilinde müslümanlığı kabul eden kimselerin mallarının canlarının korunacağı, ancak bu mallarda ve konularda Allah'ın hakkı bulunduğu, bu haklar ortaya çıkın­ca onlara taarruz edilebileceği ifade edilmektedir. Allah'ın bu hakları, ku­lun müslüman olduktan sonra ölünceye kadar müslümanlığını devam et­tirmesi, Allah'ın çizdiği sınırları gözetmesi, namaz kılması, zekat vermesi, kulların hakkına tecavüz etmemesidir. Eğer irtidat ederse canıyla Öder. Sınırları gözetmezse kendisine had cezası uygulanır. Namaz kılmazsa ceza­landırılır. Zekatı vermezse elinden zorla alınır. Eğer kulların hakkına teca­vüz ederse işlediği suçun cinsine göre cezasını malıyla ya da kanıyla öder.

İşte bütün bu esaslar çerçevesinde Islâmiyeti kabul eden kimseler, dünyada ve ahirette müslümanlann yararlandığı tüm haklardan yararlanırlar. Buna karşılık müslümanlann sorumluluklarını da yüklenmiş olurlar. Bu hususta İslâmiyeti sonradan kabul eden müşriklerle tslamiyeti sonradan kabul eden Ehl-i kitap arasında hiçbir fark yoktur.

Eğer müslümanlığı kabul etmezlerse, müslümanlann taarruzundan emin olamazlar. Bu hadisle ilgili açıklamalardan bir kısmı bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçtiği için burada tekrara lüzum görmedik.[594]

 

2642. ...Enes b. Malik (r.a.)'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.):

"Ben müşriklerle savaşmak üzere emrolundum..." buyurmuş­tur. (Enes b. Malik sözlerine devamla bir önceki hadisin) manasını rivayet etmiştir.[595]

 

Açıklama

 

Bu hadisle ügih açıklama 2641 numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden  burada  tekrara  lüzum  görmedik.Da­ha ayrıntılı açıklama için 2682 numaralı hadisin şerhine müracaat edilebilir.[596]

 

2643. ...Üsame b. Zeyd'den demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) bizi bir seriyye olarak el-Hurakat (denilen kabileler) üzerine gönderdi. Onlar (bizim kendilerine yaklaşmakta olduğumuzu, bizim kendileri­ne saldırıya geçeceğimizi) hissederek kaçtılar (bunlardan) bir adama yetiştik. Biz üzerine çullanınca adam, "Lâ ilahe illallah (Allah'dan başka ilah yoktur)" deyiverdi. Biz ona, öldürünceye kadar (kılıçla­rımızla) vurduk. Sonra bunu peygamber (s.a.)'e anlattım.

"Kıyamet gününde (bu adamın söylediği) lâ ilahe illallah (keli­mesi) karşısında senin için (yardımcı olabilecek) kim vardır?" bu­yurdu. Ben de:

Ey Allanın Rasûlü b bunu ancak silah korkusuyla söyledi, dedim.

"Bari onun kalbini  arsaydın da (kalbinin) bu sözü korkudan dolayı söyleyip söylemediğini (iyice bir) buseydin. (Yarın) kıyamet gününde "lâ ilahe illallah" (sözü) karşısında senin için (yardımcı olabilecek) kim vardır?" buyurdu. Bu sözü (tekrar tekrar) söyleme­ye o kadar devam etti ki (daha önce) müslüman olmayıp ta o gün müslümanlığa (yeni) girmiş olmamı arzu ettim."[597]

 

Açıklama

 

Hadis-i şerifte sözkonusu edilen hadisenin cereyan ettiği bu savaş hicretin yedinci senesinde vuku bulmuştur. Siyer sahiplerinin rivayetlerine göre bu seriyye emir kumandasında yapılan ve hicretin yedinci senesinde vuku bulan seriyyedir. Ancak Hakim'in iklîlinde bu seriyyenin, hicretin sekizinci senesinde vuku bulan bir seriyye olduğu ve yedinci senedeki seriyyenin başka bir seriyye olduğu bildirilmektedir.

Rivayetin birine göre hazreti Üsâme birinci seriyyeye iştirak etmişti. Bu seriyye Emir Gâlib'in kumandasında idi. İkinci seriyye de ise Hazreti Usame'nin bizzat kumandayı ele aldığı anlaşılmaktadır. Yani bu Huraka seriyyesinde, kumandanın Hazreti Üsame de olduğu Buhari'nin, yine bu seriyyenin hicretin yedi veya sekizinci senesinde vuku bulduğu da Hâkimin rivayetinden anlaşılmaktadır.[598]

Her ne kadar Buhari bu seriyye ile ilgili özel bir bab açmışsa da, seriyyede Hz. Üsame'nin kumandanlık yaptığına delalet eden bir hadis rivayet etmemiştir. "Ey inananlar, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin, size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek -sen müzminlerden değilsin- demeyin."[599] ayet-i kerimesi de bu savaşta inmiştir.[600]

îbn-i Hişâm'ın rivayetine göre Hz. Üsame'nin bu savaşta öldürdüğü adamın ismi Mirdas b. Nehlik'dir.

Metinde geçen, "La ilahe illallah (sözü) karşısında senin için (yardım­cı olabilecek) kim vardır?" uyarısı "Eğer Lâ ilahe illallah sözü kıyamet gü­nünde bir insan suretine girerek karşısına çıkarsa o zaman, o kadar güçlü kuvvetli bir düşmanla karşılaşmış olursun ki hiçbir yaratık seni onun elin­den kurtaramaz." anlamında kullanılmıştır. Rasûl-i zişan efendimiz bu sözüyle kelime-i tevhidin değerini, kafirin ağzından bile çıkmış bu yüce ifâdeye karşı gösterilecek saygıyı ve sahibine karşı takınılacak tavrı ifade etmek istemiştir.

Fakat, Hz. Üsame'nin zaten el-Hurakat kabilesini öldürmek üzere gön-dirilmiş olması ve, "Azabımızı gördükleri zaman iman etmeleri onlara fay­da verecek değildir."[601] âyet-i kerimesine bakarak kelime-i tevhid okuma­sının o anda müslüman sayıtabümesi için yeterli olamayacağı zannıyla adamı öldürmüş olması gibi sebeplerle Rasûlullah (s.a.) kendisini mazur görmüş, onu kısas ya da diyet cezalarından biriyle cezalandırmaya lüzum görme­miştir. Metinde geçen "daha önce müslüman olmayıp ta o gün müslü-manlığa yeni girmiş olmamı arzu ettim." temennisi hakkında Kirmanı, "daha önce müslümanlığa girmemiş olmayı temenni etmek nasıl doğru olabilir?" ve bu soruyu yine kendisi şöyle cevaplıyor: "Hz. Üsame bu temennisiyle o güne kadar İslamiyete girmemiş olmayı değil içinde hiçbir günah bulunmayan bir islamî hayat yaşamış olmayı temenni etmiştir." Üsame'nin temennisi bu büyük cinayetten salim kalmak içindir. Yani işle­miş olduğu suçun büyüklüğü karşısında, daha önce müslüman olarak işle­diği salih amelleri küçük görmüş gibidir. Üsame (r.a.)'mn bu temennisi hakikat değil mecazdır. Çünkü hakikatte küfür üzere kalmayı, istemek caiz değildir. O bu sözle Peygamber (s.a.)'in şiddetli tekdirinden son dere­ce korktuğunu ifade etmiştir. Hatta bu hadiseden sonra hiç bir müslümanla mukatele etmeyeceğine yemin etmiş; Sıffın vak'asında Hz. Ali (r.a.)'ye yardım etmemiştir.[602]

 

Bazı Hükümler

 

1. Bir kimse şehâdet getirdikten sonra onu katletmek haram olur. Kanının haram olması için onun şehadet getirmekle ne demek istediğini açıklaması gerekmez, sadece şehâ­det getirmesi yeterlidir.

2. İnsanların fiilleri ve sözleri hakkında zahire göre hükmedilir, için­de sakladığı sırların hesabı ise Allah'a aittir.

3. Kafirlerin kanını dökmek mubahtır.

4. Müctehid, ictihâdındaki hatasından dolayı sorumlu değildir.

5. Hataen adam öldürmenin diyeti yoktur. Bu hadis bu görüşte olan­ların delilidir.

6. Bir müslümanı öldürmek büyük günahlardandır.[603]

 

2644. ...El-Mikdad b.el-Esved'in anlattığına göre kendisi (Hz.Pey-gamber'e);

“Ey Allah'ın Rasûlü! Ben kafirlerden bir adama rastlasam da benimle savaşsa ve kılıçla vurarak ellerimden birini kesse sonra ben­den (kaçıp) bir ağaca sığınsa ve -Ben Allah'a teslim oldum- dese bu sözü söyledikten sonra ben o adamı öldürebilir miyim? Ne buyurur­sun?" diye sormuş. Rasûlullah (s.a.) da;

"Onu öldüremezsin" buyurdu. Ben de;

Ey Allah'ın Rasûlü o benim elimi kesti, dedim. Rasûlullah (s.a.) da;

Onu öldüremezsin. Çünkü eğer öldürürsen o, senin onu öldür­meden önceki yerine geçer. Sen de onun, söylediği o sözü söylemeden önceki yerine geçersin.” buyurdu.[604]

 

Açıklama

 

Ehl-i bid'alten olan hariciler ve onların görüşünde olanlar metinde geçen; "...Eğer öldürürsen, sen de onun o sözü

söylemeden önceki yerine geçersin", anlamındaki cümleleri te'vil ederek, bu cümlelerin; "Eğer sen onu öldürecek olursan onun şehadet kelimesini öldürmeden önceki haline düşersin, yani kâfir olursun.*' manasına geldi­ğini iddia etmişlerdir. Bu hadis-i şerifi, "Büyük veya küçük günah işleyen­lerin kafir olarak ebediyyen cehennemde kalacağı" yolundaki inançlarına delil olarak gösterirler. Gerçekte bu te'vil fasit bir te'vîldir. Çünkü metin­de geçen sözkonusu cümlenin gerçek anlamı şudur: "O kimse bu sözü söylemeden önce kafirdi, dolayısıyla kamnı dökmek helaldi. Eğer bu keli­meyi söyledikten sonra onu öldürecek olursan, bir müslümanı öldürmüş olacağın için kısas cezasına çarptırılarak senin kanının dökülmesi de helâl olur. Bu bakımdan onun bu kelimeyi söylemeden önceki durumuna düş­müş olursun." Ya da diğer bir bakış açısıyla,

"Eğer onu öldürürsen O, sertin onu öldürmeden önceki yerine ge­çer," cümlesi; "Eğer onu öldürürsen bir müslümanı öldürmüş olursun. Onu öldürmeden önce nasıl senin kanını dökmek haram idiyse bu kelime­yi söyledikten sonra aynı şekilde onun kanını dökmek de haramdır. Bu hususta onun bu kelimeyi söyledikten sonraki haliyle, senin onu öldürme­den önceki halin arasında en küçük bir fark yoktur." anlamına gelir.[605]

 

Bazı Hükümler

 

1. Henüz vukua gelmeyen bir hadisenin hükmünü sormak ve cevap vermek caizdir.

2. "Ben Allah'a teslim oldum" gibi, kelime-i şehadetin yerini tutacak bir sözle veya benzeri bir işle islam dinine girilmiş olur.

3. Hüküm zahire göre verilir.[606]

 

Secdeye Sığınan Bir Kimseyi Öldürmek Yasaktır[607]

 

2645. ...Cerir b. Abdillah'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)Has' am kabilesine (baskın yapmak üzere) bir seriyye gönderdi. O kabi­leden bazı kimseler (müslümanlann saldırısından kurtulmak için) secde ederek korunma yoluna başvurdular. Bu (durum) onları öldürmeyi (daha da) hızlandırdı. (Cerir b. Abdillah rivayetine devam ederek) dedi ki: Durum Peygamber (s.a.)'e ulaşınca onlar için yarım diyet (Ödenmesini) emretti ve;

"Ben müşrikler arasında ikamet eden her müslümana uzağım" buyurdu.

Neden ya Rasülallah?" diye sordular.

(Müslümanlarla müşriklerin) "Ateşleri birbirini görmesin", diye cevap verdi.

Ebu Dâvûd der ki: Bu hadisi Ma'mer ile birlikte Hükeym, Halid el-Vasıtî ve bir topluluk da rivayet ettiler fakat Cerir'den bahset­mediler.[608]

 

Açıklama

 

Müslümanların Has'am kabilesine yaptıkları bu baskın sırasında Has'am kabilesi içerisinde bazı müslümanlar da bulunuyordu.

Bunlar o zaman henüz müşriklikten kurtulamayan Has'am kabilesi içerisinde hayatlarını sürdürmekteydiler.

Müslümanlar Has'am kabilesi üzerine ani bir baskın yapınca o kabile arasında yaşamakta olan müslümanlar, bu saldırıdan canlarını kurtarabil­mek için hemen secdeye kapandılar. Bu hareketleriyle kendilerinin de müslüman olduklarını müslümanlara isbat etmek ve dolayısıyla canlarını kur­tarmak istiyorlardı. Fakat müslümanlar onların bu hareketine hiç iltifat etmeden hepsini kılıçtan geçirdiler.

Hz. Peygamber, bu hadiseyi öğrenince bu çarpışmada öldürülen müs­lümanlann varislerine yarım diyet ödenmesini emretti.

Hz. Peygamberin onlar için tam diyet değil de yarım diyet ödetmesi­nin sebebi ulemâ arasında ihtilaf konusu olmuştur. îbn Kayyım el-Cevzi'ye göre bu sebebi açıklama yolunda ileri sürülen en güzel fikir şudur: "Çünkü Hz. Peygamber, müslümanlarm diyar-ı küfür ülkesinde yaşamaya de­vam etmişler ve bu tutumlarıyla da kendilerinin Öldürülmelerine bir nevi yardımcı olmuşlar ve dolayısıyla bir başkasıyla yardımlaşarak kendisini öldüren bir kimsenin durumuna düşmüşlerdir."[609]

Nasıl ki başkalarıyla anlaşarak canına kıyan kimse için sadece yarım diyet takdir edilirse bu kimselere de aynı şekilde yarım diyet takdir edilmiştir.

Müslüman mücâhidlerin, secde ederken görmelerine rağmen gene de onları öldürmelerinin sebebi ise, secde etmenin sadece müslümanlara a bir fiil olmadığındandır. Bilindiği gibi kafirler de büyüklerinin ve ta'zim v rini arzetmek veya selamlamak istedikleri kişilerin önünde secdeye kapa­nırlar. Bu sebeple müslüman mücahidler onların secdeye varmış olmaları­na hiç iltifat etmeden onları kılıçtan geçirdiler.

Metinde geçen, Ben müşrikler arasında ikamet eden her mü si uman­dan uzağını", cümlesi; "Müşrikler arasında ikamet eden müslümanlara yardımcı olamam", anlamına gelebildiği gibi "Artık bu hadiseden sonra katledilenlere diyet ödetmem," anlamına da gelebilir.[610]

"Müşriklerle müslümanlarm ateşleri birbirini görmesin!" anlamında­ki cümle ise birbirine komşu olan iki ev halkında, "Şu iki ev birbirine bakıyor" denilmesi kabilinden mecazi bir anlam taşımaktadır. "Bir müs-lümanla bir müşriğin evi birinin yaktığı ateşi diğerinin görebileceği şekilde yakın olmamalıdır." anlamında kullanılmıştır ki, müslümanlarm müşrik diyarından müslüman ülkelerine göç etmelerinin lüzumunu ifade etmek için söylenmiştir.[611]

 

Bazı Hükümler

 

1. Müslümanlar esir bile olsalar müşriklerin ellerinden kurtulma imkam buldukları takdirde orada ikamet etmeleri kendileri için helal olamaz. Hattabi'nin açıklamasına göre müşriklerin elinde bulunan bir esir İslam ülkesine kaçmamak üzere yemin ederek müşriklere söz vermiş bile olsa yine de fırsatını bulunca oradan İslam ülkesine kaçması gerekir. Eğer bu yemini kendisine müşrikler zorla yaptırmışlarsa, bu yemini bozduğundan dolayı kendisine keffaret de lazım gelmez. Fakat kendi arzusuyla yemin etmişse o zaman yeminini bozdu­ğundan dolayı keffaretini ödemesi gerekir. Çünkü Rasûl-i zîşân efendimiz; "Kim bir işe yemin eder de sonra aksine hareket etmenin daha hayırlı olduğunu anlarsa, hayırlı gördüğü işi yapar, sonra yemininin keffaretini öder." buyurmuştur.[612]

2. Secde sadece müslümanlara mahsus bir alâmet değildir.

3. Allahü Teâlâ küfür ülkesiyle İslam ülkesini kesinlikle birbirinden ayırmıştır.

 

 

 

  

 

 



[1] el-Bedâyi VII, 97; Fethu'l-kadir IV, 276; ed-Dürrü'l-muhtar III, 273.

[2] et-Tevbe (9), 41.

[3] el-Tevbe (9),  111.

[4] Hâsiyet-üş Şerkâvî II, 391.

[5] bk. Züheylî Vehbe, el-Fıkhu'l-İslamî II, 448.

[6] et-tevbe (9), 29.

[7] et-Tevbe (9), 36.

[8] el-Hucûrât (49),  15.

[9] Mişkatu'l-Mesâbih, II, 355.

[10] Müslim, iman 20.

[11] Ahmed b. Hanbel, VI, 387.

[12] Bk. Aclûnî, Keşfu'l-hafa, I, 425.

[13] Tirmizî, cihâd 2.

[14] bk. Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, 104, 105.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/435-437.

[15] Buhârî, zekât 36, hibe 35, menakıb'ül-ensar 45, edeb 95; Müslim, imâre 87; Nesâî bey'at 11; Ahmed b. Hanbel, III, 14.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/437.

[16] Muhammed suresi (47), 35.

[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/438.

[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/438.

[19] Müslim, el-birr 78; Ahmed b. Hahbel, VI, 58, 222.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/438-439.

[20] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/439.

[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/439.

[22] Darimî, siyer 70, Ahmed b. Hanbel, VI, 99.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/440.

[23] el-En'âm (6),  158.

[24] bk. Buhari, fiten 25.        

[25] en-Nisâ (4),  100.

[26] bk. el-Hattabi, Mealim'üs-sünen, III, 8.

[27] Ahmed b. Hanbel, V, 270.

[28] bk. S. Ateş, Kur'an-ı Kerim'in Yüce Meali ve Çağdaş Tefsiri, I, 619, 620.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/440-442.

[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/442.

[30] Buhârî, Sayd 10; Cihad I, 127, 194; menakib'ül-ensâr 45; meğazî 53; Müslim, imâre .58; Tİrmizî, siyer 33; Nesâî, bey'at 15; Îbn Mâce, keffarat 12; Dârimî, siyer 69; Ahmed b. Hanbel, 1, 226, 266, 316, 355; II, 215; III, 22, 401, 430, 431, 467, 469; V, 71,  187; VI, 466.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/442.

[31] en-Nisa (4) 97.

[32] bk. Nesâî, zekât 73; îbn Mâce, hudûd 2; Ahmed b. Hanbel, V, 4, 5.

[33] bk. 2645 numaralı hadis.

[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/442-444.

[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/444.

[36] Buhârî, İman, 4, 5; rikâk 26; Müslim, iman 64, 65; Tirmizi, kıyâme 52; imân 12, Nesâi, iman, 8, 9,  11; Dârimî, rikak 4, 8; Ahmed b. Hanbel, II,  160,  163,  187, 191, 192, 195, 205, 206, 209, 212, 215, 224, 379; III, 154, 372, 440; IV,. 114, 385, VI, 21, 22.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/444-445.

[37] bk. Müslim, imân  107,  108.

[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/445-446.

[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/446.

[40] Ahmed b. Hanbel, II, 84, 199, 209.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/446-447.

[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/447-448.

[42] Ahmed b. Hanbel, V, 33, 288.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/448.

[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/449.

[44] Buhârî, i'tisâm 10; Müslim, iman 247; İmare 170, 173, 174; Tirnıizî, fiten 27, 51; İbn Mace, mukaddime  1; fiten 9; Ahmed b. Hanbel, V, 34,269, 278, 279.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/449.

[45] Müslim, fiten  177.

[46] bk. Müslim, fiten 110; Tirmizi,  fiten 59; İbn Mace,  fiten, 33.

[47] bk. Müslim, imâre 176.

[48] bk. Davudoğlu A., Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, II, 122, 123.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/450-452.

[49] Buhârî, cihad, 2, rikak 34; Müslim, imâre 122,  123, 127; Tirmizi, fezail'ül-cihad, " 24; Nesaî, zekal 74; Cihad 7; İbn Mace, fiten 13; Darimî, cihad 6; Ahmed b. Hanbel,I, 237, 319, 322; II, 443; III,  16, 37, 56, 77, 461, 477, IV, 234.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/452-453.

[50] bk. Davudoğlıı A., Saih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 85.

[51] Tirmizî, kıyâme 55; İbn Mâce, fiten 23; Ahmed b. Hanbel,  II, 43; V, 365.

[52] bk. Molla Mehmetoğlu O.Z., Sünen-i Tirmizî Tercemesi, IV, 42 (H. No. 2255).

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/453-454.

[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/454-455.

[54] bk. Mütercim Asım Efendi, Tercümetü'I-kamus. I, 483.

[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/455.

[56] Ahmed b. Hanbel, II, 174.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/455-456.

[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/456.

[58] Sâdece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/456-457.

[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/457-458.

[60] Kütübi Sitte içinde sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/458-459.

[61] bk. el-Azîmâbâdî, Avnü'l-ma'bud, VII, 166.

[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/459-460.

[63] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[64] Buhârî, tabir 12, cihad 3, 7, 63, 75, isti'zan 41; Müslim, imâre 160, 161; Tirmizi, fedailü'l-cihad 15; Nesai, cihad 40; İbn Mace, cihad 10; Darimî, cihad 28; Mu vat ta, cihad 39; Ahmed b. Hanbel, III, 243, 264, VI, 361, 423, 435.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/460-461.

[65] Müslim, imâre 165.

[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/461-462.

[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/463.

[68] Buhârî, ta'bir 12; cihad 3, 7, 63, 74; isti'zân 41; Müslim, imâre 160, 161; Tirmizi, fedailü'l-cihad 15; Nesai, cihad 40, İbn Mace, cihad 10; Dârimî, cihad 28, Muvatta, cihad 39; Ahmed b. Hanbel, III, 243, 264;  VI, 361r 423, 435.

[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/463-464.

[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/464.

[71] bk. Abdürrezzak, el-Musannef, V; 285.

[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/465.

[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/465-466.

[74] Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ,  IV, 335.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/466.

[75] en-Nahl  (16), 15.

[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/466-467.

[77] Müslim, imare J03, Nesaî, cihad 14, iman 24; İbn Mace, cihad 1.

[78] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/467-468.

[79] el-Hakka (69), 24.

[80] et-Târık (86), 6.

[81] en-Nûr (24), 61.

[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/468-469.

[83] Müslim, imâre 130.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/469.

[84] bk.Müslim,İmare 131.

[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/469-470.

[86] Müslim, imare 139; Nesai, cihad 47, 48; Ahmed b. Hanbel, V, 352, 355.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/470-471.

[87] el-Benna AA. el-Fethu'r-rabbani, XIV, 25.

[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/471-472.

[89] Müslim, imare 153; Nesâî, cihâd 15; İbn Mâce, cihad H; Ahmed b. Hanbel, II, 169.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/472-473.

[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/473-475.

[91] Nesâî, cihâd 45; Ahmed b. Hanbel, III, 438.

   Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/475.

[92] bk. Mollamehmetoğlu O.Z., Sünen-i Tirmizi Tercümesi, VI, 8.

[93] bk. A.g.e. VI, 9.

[94] bk. Buhârî, mevakıt'üs-salat 5; eihad 1, iman 18; tevhid 47, 48, 56; Müslim, iman 137-139; Tirmizi, birr 2;salat  13; Nesaî, mevâkit 51; cihad  17,  18.                   

[95] bk. Buhârî, savın 2; Müslim, siyam 161-162.

[96] bk. Tirmizi, deâvat 86; İbn Mace, siyam 44.

[97] bk. ez-Zümer (39),  10.

[98] bk. el-münâvi, Feyzu'l-kadir, II, 365.

[99] Bk. el-Münâvi, Feyzu’I-kadir, II, 365.

[100] el-Enfâl (8), 45.

[101] Azimabâdi, Avnü'l-ma'bud, VII,  176.

[102] A.g.e.

[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/475-477.

[104] Sâdece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/478.

[105] el-Bakara (2), 249.

[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/478-479.

[107] Tirmizi, fedailü'l-cihad, 2; Darimi, cihad 32; Ahmed b. Hanbel, IV, 146, 150, 157; VI, 60.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/479.

[108] Müslim, vasıyyet 14; Ebû Dâvud, vesâya 14; Tirmizi, ahkâm 36; Ahmed b. Hanbel, II, 372.

[109] Şeyh Halil Ahmed, Bezlu'l-mechud XI, 405.

    Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/479-480.

[110] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/481-483.

[111] Mansur Ali Nasıf, et-Tac, IV, 336.

[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/483.

[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/483.

[114] Müslim, imâre 158; Nesai, cihad 2; Darimi, cihad 25; Ahmed b. Hanbel, II, 374.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/484.

[115] Suyuti e-Camiu's-sağir, II,  175.

[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/484.

[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/485.

[118] İbn Mâce, cihad 5; Darimi, cihad 25.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/485.

[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/486.

[120] Nesai, cihad  1; Dârimi, cihâd 38; Ahmed b. Hanbel, III,  124, 153, 251.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/486.

[121] et-Tevbe (9), 89.

[122] Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yollan, IV, 91.

[123] Âl-i İmrân (3),  187.

[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/486-487.

[125] el-Tevbe (9), 39.

[126] et-Tevbe (9),  120.

[127] bk. et-Tevbe (9), 121.

[128] et-Tevbe (9), 122.

[129] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/487-488.

[130] bk. Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, IV, 2544.

[131] et-Tevbe (9),  120.   

[132] et-Tevbe (9),  122.

[133] et-Tevbe (9), 39.

[134] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/488-489.

[135] et-Tevbe (9), 39.

[136] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/489-490.

[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/490.

[138] en-Nisa (4), 95.

[139] Buharî, tefsir; Nisa 18; Cihad 31; Müslim, imare 141; Ahmed b. Hanbel, V, 190, 191.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/490-492.

[140] el-Feth (48), 15,  17.

[141] en-Nisâ (4), 95.

[142] bk. Ateş Süleyman, Kur'an-ı Kerim'in Yüce Meali ve Çağdaş Tefsir, I, 615, 617.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/492.

[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/492-493.

[144] Buhâri, cihâd 35, meğâzî 81; Müslim, imâre 159; İbn Mâce, cihâd 6; Ahmed b. Hanbel, III, 103,  160, 182, 214, 300, 341.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/493.

[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/494.

[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/494.

[147] Buhârî, cihad 38; Müslim, imare 135-136; Tirmizî, fedâil 6; Nesaî, cihad 44; Darimi, cihad 26; Ahmed b. Hanbel, I, 20, 53; IV,  115,  117; V, 192,  193, 234.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/494-495.

[148] bk. Müslim, imare 138.

[149] bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bari, VI, 390.

[150] Buharı, rikak 31; tevhid 35; Müslim, iman 203, 204, 206, 207, 209; Tirmizî, sûre 6/10; Ahmed b. Hanbel, i, 227, 279; II,  149.

[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/495-496.

[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/496.

[153] Müslim, imâre 138.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/496-497.

[154] Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VI,  15.

[155] Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VI,  16.

[156] Aliyyu'1-kâri, Mirkatü'I-Mefâîtih, IV,  173.

[157] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/497.

[158] Ahmed b. Hanbel, II, 302.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/497-498.

[159] bk. Ahmed Rıfat, Tasviri ahlâk 34.

[160] el-Leyl (92), 8-11.

[161] et-Teğâbûn (64),  16.

[162] Erdem H. Hüsnü, Riya Zu's-Salihin Tercemesi, I, 584.

[163] bk. Ahmet Rıfat, Tasviri ahlâk 41.

[164] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/498.

[165] el-Bakara (2),  195.

[166] el-Bakara (2), 195.

[167] Tirmizî, tefsiru'l-kur'ân, 3.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/499-500.

[168] el-Bakara (2), 216.

[169] Âl-i İmrân (3),  169,  170.

[170] et-Tevbe (9), 39, 40.

[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/500-501.

[172] Müslim, imâre 169; Tirmizİ, Fedâilu'l-Cihâd 18; Nesâî, hayl 8; İbn Mâce, cihâd 19; Darimi. Cİhâd 14.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/502.

[173] el-Enfâl (8), 60.

[174] Bk. Aliyyü'1-kari, Mirkat'ül-mefâtih, IV, 205; el-Mübârek fûri, Tuhfetü'l-Ahvezi,

[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/503-504.

[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/504.

[177] el-Enfâl (8), 60.

[178] Müslim, imâre 167; Tirmizi, tefsir-sure 8; İbn Mâce, cihad 19; Dârimi, cihâd 14; Ahmed b. Han bel, V, 157.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/504-505.

[179] el-Enfâl (8), 60.

[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/505.

[181] Nesaî, cihad 46, bey'a 29; Darimi, cihad 24; Muvatta, cihad 43; Ahmed b. Hanbel, V, 234.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/506.

[182] Aliyü’l-kari, Aynü'I-ilm ve Zeynü'1-hılm, II, 85, 86.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/506-508.

[183] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/508-509.

[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/509.

[185] Concordancc bu bab'a numara vermemiştir.

[186] Buharî, ilim 45; cihad 15; humus 10; tevhid 28; Müslim imare 149, 151; Nesai, cihad 21; İbn Mace, cihad 13; Ahmed b. Hanbel, IV, 392, 397, 402, 405, 417.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/509-510.

[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/510-511.

[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/511.

[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/511.

[190] Beyhakî, es-Sünemı'1-kübrâ, IX, 168.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/511-512.

[191] el-Hadîd (57), 20.

[192] et-Tekâsür (102), 1.

[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/512-513.

[194] Âl-i İmrân (3), 169.

[195] Müslim, imâre 121; Tirmizi, tefsir sûre III, 19; Fedai]'iil-cihâd 13; tbn Mâce, cenâiz 4; Darimi, cihâd 18; İbn Mace, cihad 16; Ahmed b. Hanbel, I, 266; VI, 386.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/513-514.

[196] bk. İbn Mace, cihad, 16.

[197] bk. Nesai, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd 22; Muvatta, cenâiz 49; Ahmed b. Hanbel, III, 455, 456, 460.

[198] bk. Kurtûbi, el-Cami'l-ahkami'l-Kur'ân II, 173., IV, 269.

[199] bk. Davudoğlu A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi IX, 82, 83.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/514-516.

[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/516.

[201] Ahmed b. Hanbel, V, 58.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/516.

[202] et-Tekvîr (81), 17.

[203] el-Hadid (57), 19.

[204] bk. Fahri Razi, et-Tefsiru'l-kebir XXIX, 232.

[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/516-517.

[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/518.

[207] bk. el-Münavi, Feyzu'l-kadir, VI, 462.

[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/518-519.

[209] Sâdece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/519.

[210] bk. İslam Ansiklopedisi, IX, 153.

[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/519-520.

[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/520.

[213] Şu'be, metinde geçen ve orucu anlamına gelen "savmihi" kelimesinde şüphe etti.

[214] Nesâî, cenaiz 77; Ahmed b. Hanbel, III, 500; IV, 219.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/520-521.

[215] Ahmed b. Hanbel, I,  163.

[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/521-522.

[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/522.

[218] Ahmed b. Hanbel, V, 413.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/523.

[219] el-Bakara (2), 198.

[220] bk. Müslim, cihâd  132.

[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/524-525.

[222] Ahmed b. Hanbel, II,  174.

      Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/526.

[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/526-527.

[224] Hâkim, el-Müstedrek, II, 112; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VI, 331.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/527-528.

[225] Bk. Aliyyu’l-kari, Mirkatu’l-Mefatih, IV, 193.

     Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/528-529.

[226] Nesâî, bey'ât 10; İbn Mâce, Cihâd 13; Ahmed b. Hanbel, II, 160, 194, 198, 204.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/7.

[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/7-8.

[228] Buhârî, cihad 138, Edeb 3; Tirmizi cihâd 2; Müslim, birr 5; Ahmed b. Hanbeİ, II, 165, 172, 188, 193, 197, 221.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/8.

[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/9.

[230] Hakim, el-Müstedrek, II, 103; Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, IX, 29.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/9-10.

[231] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/10.

[232] Buharı, cihâd 37; Müslim, cihâd 135; Tirmizi, siyer 22; Ahmed b. Hanbel, VI,    I, 224, 463; V, 271; VI, 380.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/10-11.

[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/11.

[234] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, IX, 156.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/12.

[235] bk. Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, I, 52 (Hadis No: 41).

[236] Aliyyü'1-kâri, Mirkât, IV, 183.

[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/12-14.

[238] Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ, III, 121; IX, 159.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/14.

[239] Birgivi, Şerhu'l-hadis'il-erbain s. 117.

[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/14-15.

[241] Hâkim, el-Müstedrek, III, 48; Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ, IX, 172.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/15-16.

[242] Bilmen Ö. Nasuhi, Hukuk-i Islamİyye III, 359.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/16-17.

[243] Ahmed b. Hanbel, V, 288.

[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/17-18.

[245] Müslim, fiten 131.

[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/18-19.

[247] Ahmed b. Hanbel, I, 416.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/20.

[248] bk. Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 381.

[249] el-Bakara (2), 207.

[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/20-21.

[251] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, IX, 167.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/22-23.

[252] bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 204, 205.

[253] el-Mütteki, Kenz'ul-ummal, IV, 285.

[254] bk. Buhârî, cihâd 2; Müslim, imâre 110; Nesâî, cihâd 1.

[255] Ahmed b. Hanbel, V, 266.

[256] bk. Buharî, ilim 145; Müslim, İmâre 149, 151; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 16.

[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/23-24.

[258] Buhârî, meğazî 38; edeb 90, diyât 17; Müslim, cihâd, 123, 124; Ahmed b. Hanbel, V, 266.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/24-25.

[259] bk. Müslim, cihâd 123.

[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/25.

[261] Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ, VIII, 110.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/26.

[262] bk. Şimşek Sâid, İslam Devletler Hukuku, I, 117.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/26-27.

[263] Darimi, salat 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/27.

[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/28.

[265] Tirmizî, fedailu'l-cihâd 17; Nesâî, cihad 25; tbn Mâce, cihad 15; Darimi, cihâd 5; Ahmed b. Hanbel, II, 442, 524; IV, 387; V, 230, 235, 244.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/28-29.

[266] bk. AIiyyu'1-kârî, Mirkâtu'l-Mefatih, IV, 185.

[267] et-Tevbe (9), 34.

[268] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/29-30.

[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/30.

[270] Ahmed b. Hanbel, IV, 184; Beyhâkî, es-Sünenu’I-kübrâ, VI, 331.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/31.

[271] el-Bakara (2), 180.

[272] bk. Miras Kâmil, Tecrid Tercemesi, VIII, 360.

[273] bk. Miras Kâmil, Tecrid Tercemesi, V, 361.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/31-32.

[274] Nesâî, hayl 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 345.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/32-33.

[275] bk. Ahmed b. Hanbel, IV. 345.

[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/33.

[277] Beyhâkî, es-Sünenu’l-kübrâ, VI, 330.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/33-34.

[278] bk. Şimşek Saıd, İslam Devletler Hukuku 1, 100.

[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/34.

[280] Tirmizi, cihad 20; Ahmed b. Hanbel, I, 272.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/34-35.

[281] Tirmizi, cihad 20.

[282] Şimşek Said a.g.e. I, 100.

[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/35.

[284] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[285] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/35-36.

[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/36.

[287] Müslim, imâre 101, 102; Tirmizi, cihâd, 21; Nesaî, hayl 4; İbn Mâce, cihâd 14; Ahmed b. Hanbel, II, 250, 436, 461, 476.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/36-37.

[288] Aliyyü'l-kâri, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 204.

[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/37.

[290] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/38.

[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/38.

[292] Müslim, hayl 79, 90; fedâil 68; İbn Mâce, tahâre 23; Dârimi, vudû' 5, 72; Ahmed b. Hanbel, I, 204, 205.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/39.

[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/40.

[294] Buhari, müsakât 9; mezalim 23; edeb 27; Müslim, selâm 153; cihâd 44; tbn Mâce, edeb 8; Muvatta, sıfatünnebiyy 23; Ahmed b. Hanbel, II, 222, 375, 517; IV, 175.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/40-41.

[295] Buharî, sayd 7; bed'ül-halk 1; Müslim, hacc 71, 73; Tirmizi, hacc 21; menasik 116, 117; Ahmed b. Hanbel, I, 257.

[296] bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-l Müslim tercüme ve şerhi IX, 703.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/41.

[297] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.

[298] Sadece Ebu Dâvud rivayet etmiştir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/42.

[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/42.

[300] Buhari, cihad, 139; Müslim, Libas 105; Muvatta', sıfatünnebiyyi 39; Ahmed b. Hanbel; V, 216.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/43.

[301] bk. Bezlü'l-mechud, XII, 51.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/43-44.

[302] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.

[303] Nesaî, hayl 3, Ahmed b. Hanbel, IV, 345.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/45.

[304] bk. Buhari, cihâd 48; Müsâkât 12; menâkıb 28; Tefsir sûre (99) I, i'tisâm 24; Müslim, zekât 24; İbn Mâce, cihad 104; Muvatta cihâd 3; Ahmed b. Hanbel, 1, 395; IV, 69; V, 381.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/45-46.

[305] Buhâri, cihâd 139; Müslim, libâs 103; Tirmizi, cihâd 25; Dârimi isti'zân 44; Ahmed b. Hanbel, 11, 263, 311, 327, 343, 383, 444.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/46-47.

[306] bk. el-Azîzı, es-Siracü'l-Münir III, 430.

[307] bk. Şimşek Sâid İslam Devletler Hukuku, 104, 105.

[308] Mubârekfurî, Tuhfetü'l-ahvezi, V, 359.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/47-48.

[309] Müslim, libâs 104; Tirmizi, cihad 25; Nesai, zîne 54; Darimi, istİ'zân 44; Ahmed b. Hanbel, II, 263, 311, 327, 343, 385, 392, 414, 444, 476; VI, 242, 327, 426.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/48-49.

[310] bk. Müslim, libas 81.

[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/49.

[312] bk. Buharı, cihad 81, Müslim, libas 104; Ahmed b. Hanbel, II, 366. 372.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/49.

[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/50.

[314] Tirmizi, etime 24; Nesaî, dahaya 43, 44; İbn Mace, zebaih 11; Muvatta, edahi 28; Ahmed b. Hanbel, I, 219, 226, 241, 253, 321, 339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/50.

[315] bk. Mübârekfûri, Tuhfetü'l-ahvezi V, 549, 550.

[316] Bilmen 0. N., Büyük islam İlmihali s. 417.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/50-52.

[317] bk. Ebû Dâvud, et'ime. 24, 33, eşribe 14; Tirmizi, et'ime 24; Nesâî, dahaya 43, 44; Îbn Mâce, zebâih 11; Muvatta, edahî, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 219, 226, 241, 253, 321, 339.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/52.

[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/52.

[319] Buhari, cihad 46, Müslim, iman 48, 49; Nesâî, hac 228, 229.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/52-53.

[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/53.

[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/53.

[322] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/53-54.

[323] bk. Koksal A. Hz. Muhammed (a.s.) VI, 20.

[324] bk. A.g.e. s.24.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/54-55.

[325] Müslim, birr 80, 81; Dârimi, isti'zân 45; Ahmed b. Hanbel, IV, 429, 431.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/55-56.

[326] bk. 4905 numaralı hadis Tirmizi, birr 48.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/56.

[327] Tirmizi, cihâd 30.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/57.

[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/57.

[329] Buhârî, zebâih 35; Libâs 22; Müslim, libas 111; İbn Mâce Libâs 4, 109, 110; Ahmed b. Hanbel, İH, 171, 254, 259.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/58.

[330] bk. Buhârî, zebâih 35.

[331] bk. Buhârî, libâs 22.

[332] bk. Buhârî, cihâd 149; Tirmizî, siyer 20; Ahmed b. Hanbel, II, 307, 338, 453.

[333] bk. Buharı, zebâih 25; Nesâî, Dahaya 41; Dârimi, edahi 13.

[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/58-59.

[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/59.

[336] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.

[337] Müslim, libâs 107; Ahmed b. Hanbel, III, IV, 323.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/60.

[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/60-61.

[339] Ahmed b. Hanbel, I, 98, 100, 108; Nesâî, hayl 10.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/61.

[340] en-Nahl (16), 8.

[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/62.

[342] Müslim, fedâil 65; İbn Mâce, edeb 47; Ahnıed b. Hanbel, 1, 203.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/63.

[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/63-64.

[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/64.

[345] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/64.

[346] bk. Avnü'l-mâbûd VII, 235.      

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/65.                                               

[347] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/65-66.                      

[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/66.                                    

[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/67.

[351] Müslim, imâre 178; Tirmizi, edeb 75; Ahmed b. Hanbel, II, 337, 378; III, 305, 382.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/67.

[352] bk. Müslim, imâre 178.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/67-68.

[353] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/68.

[354] bk. Bilmen Ö. N. Büyük İslam İlmihali s. 173.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/68.

[355] Concordance bu bab'a numara vermemiştir.

[356] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 256; Hakim el-Müstedrek, I, 445.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/69.

[357] bk. Buhârî, teheccüd 14; Müslim, musafirin 168, 170.

[358] Hûd(ll), 81.

[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/69-70.

[360] Buhari, libâs 100; Tirmizi, edeb 25; Ahmed b. Hanbel, III, 32.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/70.

[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/70-71.

[362] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/71-72.

[364] bk. Nesâî, dahaya 42, sayd 34; Dârimi, edahi 16; Ahmed b. Hanbel, II, 166, 197, 210; IV, 389.

[365] bk. Bezlül-raechûd XII, 72.

[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/72.

[367] Tirmizi, cihad 66; Nesâîhayl 14; Ibn mâce, cihâd 44; Ahmed b. Hanbel, II, 256, 358, 425, 474.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/73.

[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/73-74.

[369] Buharı, cihâd 56, 57; i'tisâm 16; Müslim, imâre 95; Tirmizi, cihad 22; Nesâî, hayl 12, 13; îbn Mlâce, cihad 44; Muvatta, cihâd 45; Dârimî, cihad 35; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 56.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/74.

[370] bk. Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezî V, 350, 351.

[371] bk. Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yolları, IV, 157.

[372] bk. Mubârekfürî, Tuhfetu’l-ahvezi, V, 251.

[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/74-76.

[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/76.

[375] İbn Mâce, cihâd 44.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/77.

[376] Ahmed b. Hanbel, II, 157.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/77.

[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/77.

[378] İbn Mace, nikah 50; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 139, 182, 261, 280.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/78.

[379] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/78.

[380] Ibn Mace, cihad 44; Darimi, cihad 62; Ahmed b. Hanbel, II, 505.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/79.

[381] bk. Bezlü'l-mechud XII, 79.

[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/79-80.

[383] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/81.

[385] Ebû Dâvud, zekât 9; Tirmizi, nikâh 30; Nesâî, nikâh 60; hayl 15, 16; Ahmcd b. Hanbel, II, 59, 180, 215, 216; III, 162, 197.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/81-82.

[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/82.

[387] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübra, X, 121, IV, 429, 439, 443.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/82.

[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/83.

[389] Tirmizi, cihâd 16; Nesaî, zine 119; Darimi, siyer 21.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/83.

[390] bk. Azimâbâdi Avnü'l-mabud VII, 248.

[391] bk. Sehârenfuri, Bezlu'l-mechûd XII, 83.

[392] bk. Kamîl Miras, Tecrid Tercem esi, IV, 287; XII, 108.

[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/83-84.

[394] Tirmizi, cihad 16; Nesai, zine 119; Dârimî, siyer 21.

[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/84.

[396] bk. Azimâbâdî, Avnü'l-ma'bûd VII, 249.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/84-85.

[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/85.

[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/85.

[399] Buhârî, salât 66, 67; Müslim, birr 122; Ahmed b. Hanbel, III, 350.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/86.

[400] bk. Mütercim Asım Efendi, Okyanus III, 356.

[401] bk. Müslim, birr 121.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/86.

[402] Buhari, salat 66, 67; fiten 7; Müslim, birr 124; İbn Mace, edeb 51; Ahmed b. Hanbel, IV, 397, 400, 410, 418.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/87.

[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/87.

[404] Tirmizi, fiten 5; Ahmed b. Hanbel, III, 300, 361; V, 62.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/88.

[405] bk. Mubârekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezi VI, 381.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/88.

[406] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/89.

[407] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/89.

[408] Tirmizi, cihad 17; ibn mâce, cihâd 18; Ahmed b. Hanbel, III, 449.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/90.

[409] bk. İbnü'1-Esir, en-Nihâye, III, 166.

[410] en-Nisâ (4) 171.

[411] el-Enfâl (8), 60.

[412] bk. Tuhfetü'l-ahvezî V, 341.

[413] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/90-91.

[414] Tirmizi, cihad 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 297.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/93.

[415] bk. Aliyyii'1-kâri, Mirkâdı'I-mefâtih IV, 210.

[416] bk. Tarih Deyimleri ve Terimleri I, 47 (alem maddesi).

[417] bk. Ayintabi se'yyid Muhammed Münib, Tercümetü's-siyer'il-kebir, I, 44.

[418] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 249.

[419] bk. A.g.e, 254.

[420] bk. Seyyid Muhammed Münib, Tercümetü’s-siyeri'l kebir 1, 44.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/93-95.

[421] Tirmizi, cihad 9,10; Nesâi, menâsik 106; İbn Mâce cihâd 20.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/95.

[422] Beyhâkî, es-Sünenu'1-Kübrâ, VI. 293.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/96.

[423] 2591 nolu hadis ve İbn Mâce, cihâd, 21; Tirmizi cihâd 10.

[424] bk. İslam Peygamberi II, 255.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/96.

[425] Nesâi, cihâd 43; Tirmizi, cihâd 24; Ahmed b. Hanbel V, 198.

[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/96-97.

[427] bk. Münâvî, Feyzü'l-kâdir V, 344.                                         

[428] bk. Müslim, kader 34.

[429] bk. Münâvj, Feyzü'l-kâdir, I, 82.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/97-98.

[430] Beyhâkî es-sünenül-kübrâ, VI, 361.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/98.

[431] bk. Bilmen Ö. Nasûhi, Hukuk-i İslâmiyye III, 351.

[432] bk. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi II, 241, 242.

[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/98-99.

[434] Dârimi, siyer 14; Ahmed b. Hanbel V, 46.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/99.

[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/99-100.

[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/100.

[437] Ahmed b. Hanbel, V, 65, 289, VI, 377; Tirmizi, cihâd II.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/100.

[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/101.

[439] Müslim, hac 425, 426; Nesâî, istiâze 43; Tirmizi, deavat 41; Ibn Mâce, dua 20; Dâri-mi, istizan 42; Muvatta, istizan 34; Ahmed b. Hanbel, I, 256, 300, II, 150, 401, 433.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/101-102.

[440] el-Hadîd, (57) 4.

[441] bk. Aliyyü'1-kari, Mirkâtü'l-mefâtih III,  116-117.

[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/102.

[443] bk. ez-Zuhrûf (43), 13,14.

[444] Müslim, hac 425; Tirmizi, da'vet 46; Ahmed b. Hanbel, II, 144-150.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/103.

[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/104.

[446] Tirmizi deavât 43; İbn Mâce, cihâd 24; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 25, 38, 136, 358.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/104.

[447] bk. Ahmed b. Hanbel, II, 87.

[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/105.

[449] Tirmizi, deavât 43; İbn Mâce, Cihad 24; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 25, 36, 138.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/105.

[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/105-106.

[451] ez-Zuhrûf, (43),  13-14.

[452] Tirmizi, da'vat, 46.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/106-107.

[453] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/107-108.

[454] Ahmed b. Hanbel, II, 132; III, 124.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/108-109.

[455] Hûd (11), 44.

[456] es-Saffât (37), 79.

[457] el-Câmi Ii ahkâmil-Kur'ân, XV, 90.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/109.

[458] Müslim, eşribe 98; Nesai, mevakıt 45; Ahmed b. Hanbel, II, 12; III. 312, 362,386,395; VI, 11.

[459] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/110.

[460] bk. Davudoğlu A, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 314.

[461] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/110-111.

[462] Buhari, cihad 103; Darimi, siyer 2; Ahmed b. Hanbel, III, 455-456; VI, 390.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/111.

[463] bk. Avnu'l-ma'bud, VII, 265

[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/111.

[465] Ahmed b. Hanbel, I, 154, 155, 156; III, 416, 417, 432; IV, 384, 390, 391; Tirmizi buyu' 6; İbn Mâce, Ticare, 41.

[466] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/112.

[467] bk. Münâvi, Feyzü'l-kadir, II,  104.

[468] bk. Mübarekfûrî, Tuhfeüil-ahvezi, IV, 403-404; Münzirî, et-Tergıb ve't-Terhîb, II, 529-530.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/112-113.

[469] Muvatta, istizan, 35, Tirmizi, cihâd, 4; Ahmed b. Hanbel, II,  186-214.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/114.

[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/114.

[471] Beyhâki, es-Sünenül-Kübrâ, V, 257.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/115.

[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/115.

[473] Beyhâki, es-Sünenül'-Kübrâ, V, 257.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/115-116.

[474] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/116.

[475] Buhari, cihad, 129; Müslim, imâre 93, 94; İbn Mâce, cihâd 45; Mu vatta, cihâd 7; Ahmed b. Hanbel II, 6,7,10,55,63,128; V, 448.

[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/116-117.

[477] bk. Zürkâni, Şerhu'l-Muvatta, III, 287-288.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/117-118.

[478] Concordance bu baba numara vermemiştir.

[479] Tirmizi, siyer 7; Ibn Mâce, cihad 25; Darimi, siyer, 4; Ahmed b. Hanbel, I, 294, 299.

[480] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/118-119.

[481] Pakalın M.Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 186.

[482] Gazzali, İhya-u Ulumiddîn, II, 252, 253.

[483] bk. A.g. yer.

[484] et-Tevbe (9), 25.

[485] bk. Azimâbadi, Avn'ül-mabud. VII, 270.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/119-121.

[486] Müslim, cihad 3; Tirmizİ, siyer 47; Ibn Mâce, 38; Darimi, siyer 8; Ahmed b. Hanbel, V, 352.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/121-123.

[487] bk. Turnagil A. Reşid, İslamiyet ve Milletler Hukuku, 173.

[488] et-Tevbe (9), 29.

[489] el-Bakara (2), 193.

[490] en-Nisâ (4), 89.

[491] bk. Davudoğlu A. Selâniet Yollan, IV, 103, 104.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/123-125.

[492] Tirmizi, diyat 14; Siyer 47; Fedailu'l-Kur'an, 17, İbn Mâce, cihâd 38, Darimi, siyer 5; Muvatta; cihâd 11; Ahmed b. Hanbel, II, 524; IV, 240; V, 352, 358.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/125-126.

[493] el-Bakara (2), 190.

[494] Ahmed b. Hanbel, V, 316, 226

[495] bk. Bilmen Ö.N., Hukuki İslamiye, III, 345.

[496] bk. Turnagil A.Reşid, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, 152, 153.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/126-127.

[497] el-Bakara (2), 195.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/127-128.

[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/128-129.

[499] el-Haşr (59), 5.

[500] Buharı, cihâd 154; hars 6; Meğazi 14; Tefsir-Sûre (59) 2; Müslim, cihâd, 29-31; İbn Mâce, cihâd, 31; Darimi, siyer 22; Ahmed b. Hanbel, II, 8,52,80, 123.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/129-130.

[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/130-131.

[502] İbn Mâce, cihâd 31; Ahmed b. Hanbel, V, 209.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/131.

[503] bk. Müslim, sala 9; Tirmizi, siyer 48.

[504] bk. Koksal Âsim, İslâm Tarihi, XI, 8, 63.

[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/131-132.

[506] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/132.

[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/133.

[508] Müslim, İmâre 145; Ahmed b. Hanbel, 111, 136.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/133.

[509] M.Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 275, 276.

[510] bk. M. Hamiduliah, İslamda Devlet İdaresi, s.51.

[511] bk. A.g.e, s.  189,  190.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/133-134.

[512] Tirmizi, buyu, 59.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/135.

[513] en-Nisâ (4), 29.

[514] en-Nisâ (4), 10.

[515] bk.  1905 numaralı hadis.

[516] bk. 2623 numaralı hadis.

[517] Tefsilat İçin bk. Avnü'l-Ma'bûd, VII, 277-285.

[518] bk. Ibn Mâce, ticâret, 68.

[519] bk. Ahmed b. Hanbel, 11-405.

[520] Mubârekfûri, Tufetül-ahvezi, IV, 519-520.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/135-137.

[521] Nesâi, adabü'l-kudât 21; İbn Mâce, ticare 67; Ahmed b. Hanbel, VI, 167.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/138.

[522] bk. 1560 numaralı hadis; ibn Mâce, zekât 23.

[523] bk. Bilmen Ö.N., Hukuki Islâmiyye, IV, 126.

[524] bk. Tirmizi, buyu 54.

[525] bk. Mubârekfüri, Tuhfetü-ahvezİ, IV, 510-511.

[526] bk. A.g.e., s.511.

[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/138-140.

[528] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/140.

[529] Concordance bu baba numara vermemiştir.

[530] Tirmizi, büyü 54; İbn Mâce, ticâret 67; Ahmed b. Hanbel, V.31.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/141.

[531] bk., Büyük İslam İlmihali, s, 453-454.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/142-143.

[532] Buhari, lükata 8; Müslim, lükata 13; İbn Mâce, ticâre 68; Muvatta, istizan 17; Tirmi-zi, büyü 59; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 57.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/143.

[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/143-144.

[534] bk. Davudoğlu Ahmed, Sahihi Müslim Tercümesi ve Şerhi, VII, 440-442.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/144-145.

[535] en-Nisâ (4), 59.

[536] Buhâri, tefsir, suret'un-Nisâ, II; Müslim, imâre 31; Nesâi, bey'at 28.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/145.

[537] en-Nisâ (4), 83.

[538] bk. Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1377.

[539] bk. Aynî, Umdetu'1-kâri, c. XVIII, 176.

[540] Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, II,  1374-1375.

[541] bk. 2625 no'lu hadis.

[542] bk. Ayni, Umdetu'l-Kâri, XVIII,  177.

[543] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, VIII, 708.

[544] bk. İbn Kesir, Tefsirü'l-Kur'an'il-azîm, (Beyrut, 1969 Darul Marife), 518.

[545] Müslim, imâre 58.

[546] İmam Ebu'1-Muin en-Nesefî, "Bahru'l-Kelam fi akaidi ebli'l-îslam" (Konya 1977) s. 179.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/145-148.

[547] Buhari, ahkâm 4; Ahbarü'1-ahad 1; Meğâzî 59; Müslim, İmâre 39, 40; Nesâi, Beyât 34; Ahmed b. Hanbel, I, 82, 94, 164.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/148.

[548] el-Cum'a (62), 7.

[549] bk. Hafız Şemsüddin Ibnü'l-Kayyim, Avnü'l-mâ'bûdun Hafiyesi VII, 279-280.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/148-149.

[550] Buhârî, ahkâm 4; cihâd 108; Tirmizi, cihâd 29; Nesâi bey'at 34; tbn Mâce, cihâd 40; Ahmed b. Hanbel, II, 17, 142.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/149-150.

[551] BK. Aynî Umdetii'l-kâri XIV, 221.

[552] bk. a.g.e.

[553] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/150.

[554] Ahmed b. Hanbel, III, 110.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/150-151.

[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/151.

[556] Ahmed b. Hanbel, IV, 193.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/152.

[557] bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 278, 375.

[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/153.

[559] Ahmed b. Hanbel, III, 441.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/153.

[560] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/153-154.

[561] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/154.

[562] Buhârî, cihâd 112, 156; temenni 8; Müslim, cihâd 19, 20; Darimî, siyer 6; Ahmed b. Hanbel, II, 400-526.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/154-155.

[563] bk. Aynî, Umdetü'1-kâri XIV, 274.

[564] el-Enfâl (8), 45-47.

[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/155-157.

[566] Tirmizî, deavât 121; Ahmed b. Hanbel, III, 184.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/157.

[567] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/157-158.

[568] Buhârî, itk 13; Müslim, cihad 1; Ahmed b. Hanbel, 11-31, 32, 51.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/158-159.

[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/159.

[570] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/159-160.

[571] Buhârî, ezan 6; cihâd 102; meğâzi 38; Müslim, salât 9; Tinnizî, siyer 3,48; Muvatta, cihâd48; Dârimi,siyer 9.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/160.

[572] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/160-161.

[573] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/161.

[574] Tirmizî, siyer 2; Ahmed b. Hanbel, III, 448.       

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/161.        

[575] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/161.

[576] Buhârî, cihad 157; Mcnakıb 25; istiâbe 6; Müslim, cihâd 17, 18, zekât 153; Tirmizi, cihâd 5; İbn Mâce, cihâd 28; Ahmed b. Han bel, I, 81, 90, 113, 126, 131, 134; II, 312, 314; III, 224, 297, 308, IV, 387, 459.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/162.

[577] bk. Müslim, birr 101; Ahmed b. Hanbel, VI, 403, 404, 459, 461.

[578] Şimşek M.Said Siyer-i kebir I, 135-136.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/162-164.

[579] Buharı, cihâd 103; Meğâzi 79; Müslim, tevbe 54; Dârimi, siyer 14; Ahmed III, 456,457; IV 387.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/164.

[580] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/164-165.

[581] Ibn Mace, cihâd 30; Ahmed b.Hanbel, IV, 46.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/165.

[582] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/166.

[583] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/166.

[584] Şimşek Said, Siyer-i Kebîr 1,216.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/166-167.

[585] Buhârî, imân 17; sâlât 28, zekât 1, cihâd 102, itisâm 2, 28, Müslim, imân 32-36,Tirmizi, tefsir sûre 88, Nesâi, zekât 3; İbn Mâce, fîten 1-3; Dârimİ, siyer 10; Ahmedb.Hanbel IV, 8.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/167.

[586] el-Mubârekfûri, Tuhfetii'l-Ahvezî, VII, 333.

[587] Sâffat, (37) 35.

[588] Aynî, Umdetul-kârî, XIV, 215.

[589] Nevevî, Şerhû Müslîm, I, 205-206.

[590] Ayrıntılı bilgi için bk. 2682 numarala hadisin şerhi.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/168-170.

[591] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/171.

[592] Buhârî, imân 17; salât 28, zekât 1, cihad 102, İ'tisâm 2,28, Müslim, imân 32,36; Tirmizi, tefsir sûre 88; Nesâî, zekât 3; Nesâî, iman 9,15; İbn Mâce, fîten 1-3; Dârİmî, siyer 10; Ahmed b.Hanbel, IV, 8.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/171.

[593] Aynî, Umdetü'l-karî, 125.

[594] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/171-173.

[595] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/173.

[596] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/173.

[597] Buharî, meğazî 45, dİyât 2; Müslim, imân 158; İbn Mâce, fîten 1; Ahmed b.Hanbel IV, 339; V, 207.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/173-174.

[598] Edip Eşref, Peygamberimizin ashabı, III, 217.

[599] en-Nisa, (4) 99.

[600] Aynî, Umdetü'1-kârî, XVII, 272.

[601] Gâfir; 85.

[602] Davudoğlu A.Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi I, 400.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/174-175.

[603] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/176.

[604] Buhari, diyar 1, meğazi 12; Müslim, iman 155.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/176-177.

[605] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/177.

[606] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/177.

[607] Bu baba Concordance’da numara verilmiştir.

[608] Tirmizi, siyer 41; Nesai, kasâme 27.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/177-178.

[609] İbn Kayyim el-Cevzî Avnü'l-mabûd, VII, 304.

[610] Sünen-i Nesâî, VIII, 36.

[611] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/178-179.

[612] bk. 3274 no'lu hadis.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/179.