96. Savaş Gününde Harpten Kaçmak
97. Küfre Zorlanan Esirin Durumu
100. Pasaportla İslam Ülkesine Girip Casusluk Yapan Kimselerin Durumu
101. Düşmanla Karşılamak İçin En Uygun Olan Vakit Hangisidir?
102. Düşmanla Savaşırken Sessiz Olmak Tavsiye Edilmiştir.
104. Savaşta (Düşmana Karşı) Çalım Satmak Caiz Midir?
105. İnsan Eline Düştüğü Düşmanın Kendisini Esir Etmesine Boyun Eğebilir
Mi?
107. (Savaşta) Saflar(ın Düzeni)
108. Düşmanla Karşılaşınca Kılıç Çekmek
109. (Savaştan Önce Taraflardan) İki Kişinin Vuruşması
110. El, Ayak, Kulak, Burun Keserek Cezalandırmak (Müsle) Yasaktır
111. Harpte Kadınları Öldürmek (Yasaktır)
112. Düşmanı Ateşle Yakmanın Keraheti
114. Esir Zincir Ve Bukağılarla Bağlanabilir
115. Esirlere Sözlü Hakarette Bulunma, Onları Dövme Ve İtirafa Zorlama
116. Esirin Müslümanlığı Kabule Zorlanması
117. İslâm'ı Telkin Etmeden Esîri Öldürmenin Hükmü
118. Bir Esîri (Elini Kolunu Bağlayıp) Hedef Yaparak Öldürmenin Hükmü
119. Esiri Okla Öldürmenin Hükmü
120. Esir(Ler)i Karşılıksız Olarak Serbest Bırakmanın Hükmü
121. Esirin Mal Karşılığında Serbest Bırakılması (Nın Hükmü)
Hevazin Temsilcilerin İsteklerini Dile Getirişleri:
Peygamberimizin Hevazin Temsilcilerine Teklif Ve Tavsiyesi:
Muhacirlerin Ensar'ın Hisselerini Peygamberimiz İçin Bağışlamaları
Akra B. Habis, Uyeyne B. Hısn Ve Abbas B. Mirdas'ın Hisselerini
Bağışlamaktan Kaçınmaları
122. Ordu Kumandanı Yenmiş Olduğu Düşmanın Toprağında Bir Süre Kalabilir
123. (İki) Esiri Birbirinden Ayırmak
124. Ergenlik Çağına Gelmiş Olan Esirleri Birbirinden Ayırmak Caizdir
126. Müşriklere Ait Olup Da Müslümanlara Sığınarak Müslümanlığı Kabul
Eden Kölelerin Durumu
128. Düşman Ülkesinde Yiyecek Az Olduğu Zaman Orada Yağma Yapmak Yasaktır
129. (Ganimet Olarak Ele Geçirilen) Yiyecek Maddelerini Düşman Ülkesinden
(İslam Ülkesine) Götürmek
130. Düşman Ülkesinde (Ganimetlerden Artan) İhtiyaç Fazlası Yiyecekleri
Satmanın Hükmü
131. Bir Mücahidin (Henüz Paylaşılmamış) Ganimet Mallarından
Yararlanmasının Hükmü
133. Ganimet Malını Çalmak Büyük Bir Günahtır
135. Ganimet Malı Çalan Kimsenin Cezası
Ganimetten Mal Çalan Bir Kimsenin Bu Suçunu Saklamak Yasaktır
136. Seleb Düşmanı Öldürene Verilir
138. Selebden Hazine İçin Beşte Bir Hisse Ayrılmaz
139. Çökertilmiş Yaralı Bir Düşmanı Öldüren Kimse Onun Selebinin Bir
Kısmını Alabilir
140. Ganimetler Dağıtıldıktan Sonra Savaşa Gelen Kimse Ganimetten Bir Pay
Alamaz
141. Ganimetten Kadınla Köleye De Pay Verilir
142. (Müslümanların Safında Çarpışan) Bir Müşrike De (Ganîmet
Mallarından) Pay Verilebilir (Mi?)
143. Atlı Mücahitlerin Ganimetlerdeki Payları
144-145. Nefel (Gazilere Ganimet Hissesinden Fazla Olarak Verilen
Mükafat)
145. Ordu İçerisinden Gönderilen Seriyye Birliklerine Nefel Verilmesi
147. Seriyye (Baskından) Ele Geçirdiği Ganimetleri Orduya Gönderir
149. Devlet Başkanı Ele Geçen Ganimetlerin Bir Kısmını Kendisi İçin
Ayırabilir
151. Devlet Başkanı (Savaşta Ve) Barışta Kendisine Sığınılan Bir
Kalkandır
157. Kılıklarına Girilerek Ansızın Düşman Üzerine Yapılan Baskın
(Hakkında Hadisler)
158. Yolculukta, (Çıkılan) Her Tepe Üzerine Tekbir Getirmek
159. Yasaktan Sonra (Allah Ve Rasûlü Tarafından, Yasaklanan Fiile Tekrar) Dönme İzni (Verilebilir)
163. Yoldan Gelen Kimsenin (Evine) Geceleyin Girmesi (Mekruhtur)
164. (Seferden Dönenleri) Karşılamak
166. Yolculuktan Dönünce Namaz Kılmak
167. Hisselerin (Ayırdetme) Ücreti
169. Düşman Ülkesine Silah Götürmek
170. Şirk Ülkesinde İkamet Etmek
2646. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan demiştir ki: "...Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa
(onlar) ikiyüz kafiri yenerler..."[1]
(ayeti) indi (ğinde), Allah (bu ayetle) bir müslümanın on kafirden kaçmamasını
müslümanlara farz kılınca bu (durum) müslümanlara (çok) ağır geldi. Sonra
(Allah'dan) hafifletmek (üzere başka bir ayet) geldi (Allah Teâlâ bu
ayetinde); "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti..."[2]
buyurdu.
(Ravi) Ebû Tevbe (inen
bu ayeti bildirmek maksadıyla başından itibaren) "İkiyüz (kafiri)
yenerler.”[3]
cümlesine kadar okudu. (Ibn Abbas rivayetine devam ederek) dedi ki:
"Allah, onlar (müslü-manlar)dan (yapmakla mükellef oldukları) harp
hazırlığını hafifletince, kendilerinden hafifletilen (yük) kadar (göstermekle
mükellef oldukları) sabr (in mikdannıda) azal(t)dı.[4]
Enfâl sûresinin 65.
ayeti Bedir savaşında harp başlamadan önce Beydâ denilen yerde nazil oldu. Bu
ayet-i kerime ile müslümanlar, kendilerinin on misli olan bir düşman kuvveti
karşısında sebat edip yılmadan çarpışmakla emrediliyorlar ve kendilerinden on
kat fazla olan bir düşman kuvveti karşısında harp sahasını terketmeleri halinde
sorumlu tutuluyorlardı. Bu yük onlara çok ağır geliyordu. Bunun üzerine Yüce
Allah, "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Sizde zayıflık bulunduğunu
bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, ikiyüz (kafir)! yenerler ve
eğer sizden bin kişi olsa Allah'ın izniyle iki bin (kafir)i yenerler. Allah
sabredenlerle bareberdir."[5]
mealindeki ayet-i kerimeyi indirerek mü'minlerin yükünü hafifletmiş oldu. Bu
âyet-i kerîmeye göre, müslümanlar kendilerinin iki katı olan düşman kuvvetleri
karşısında savaşmakla mükellef tutulmuşlardır. Binâenaleyh harp sahasında
müslüman kuvvetleri düşmanın yansı derecesinde az ve zayıf olsalar yine de
düşmanla çarpışmak üzerlerine vacib olur. Böyle bir durumda korkuya kapılarak
kaçmaları caiz olamaz. Fakat müslümanlar bundan da az ve zayıf bir duruma
düşecek olurlarsa o zaman düşmana karşı saldırıya geçmek Üzerlerine vacib
değildir. Belki düşmanın harp vesilesi olabilecek bazı tutumlarına göz yumarak
harp tehlikesini atlatmaya çalışmaları kendileri için caiz olur.[6]
Bezlü'l-Mechûd yazarı
eş-Şeyh Halil Ahmed'in açıklamasına göre, metindeki Enfâl sûresinin
altmışaltıncı ayetinde geçen; "Allah sizde zayıflık olduğunu bildi"
cümlesindeki "bildi" kelimesinden maksat, "Allah'ın ezelden
ebede mevcut olan ilminin taalluk etmesidir." Yoksa bu kelimeyi,
"Allah daha önce bunu bilmiyordu da daha yem bildi" şeklinde anlamak
son derece yanlış olur ve küfrü gerektirir.[7]
2647. ...Abdullah
b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Rasûlullah (s.a.)'ın (düşmana
baskın yapmak üzere gönderdiği) seriyyelerinden birinde imiş. (Hz. Abdullah bu
seriyyede bulunduğu sırada başından geçen olayları) şöyle anlattı:
"Askerler tamamen bozguna uğradılar. Ben de bu bozguna uğrayanlar arasında
idim. (Bu kargaşalıktan kurtulup da bir kenara) çıkınca; "(şimdi) ne yapacağız?
Biz harpten kaçtık (Allah'ın) gazab(ı) ile geri döndük" demeye başladık
ve; "Medine'ye girelim (gündüzün) orada kalalım, (geceleyin) bizi hiç bir
kimse görmeden (evlerimize) gideriz." dedik. Ve (Medine'ye gir(meye
kesinlikle karar ver)dik. (fakat) hemen arkasından da; "Eğer biz
Rasûlullah (s.a.)'a (varıp da) durumumuzu arzetseydik, (daha hayırlı olurdu. O
zaman) eğer bize tevbe gerekiyor idiyse (tevbe eder ondan sonra tevbekâr
olarak Medine'de) kalırdık. Eğer bundan başka bir şey (yapmamız gerekiyor)
idiyse (Medine'den) gider (o görevi yerine getirir)dik." dedik. Bunun
üzerine sabah namazından Önce Rasûlullah (s.a.)(ı beklemek) için oturduk.
(Evinden) çıkınca kendisine (doğru) ayağa kalktık ve; Biz (savaştan)
kaçanlarız! dedik.
"Hayır! Bilakis
siz tekrar savaşa dönen kimselersiniz." buyurdu. Biz de yaklaşıp elini
öptük. Bunun üzerine;
"Ben de müslüman
birliğinden bir kimseyim." buyurdu. [8]
kelimesi: Meyletmek,
kaçmak için yer aramak maksadıyla sağa sola gidip gelmek, geri
dönmek, hamle yapmak gibi manalara gelir. Eğer metinde geçen cümlesindeki
dan maksat düşman askerleriyse o zaman kelimesi, "hamle yapti..." anlamına
gelir. Ve bu cümleye, "düşman bizim üzerimize bir hamle yaptı biz de
bozguna uğradık." şeklinde mana vermek icâbeder.
Fakat metnin daha
aşağısında gelen, "harpten kaçtık" ve, "Hz. Peygamberin
huzuruna vardık" mealindeki cümleler, sözü geçen cümledeki kelimesiyle,
müslüman askerlerin kasdedildiğini ortaya koyuyor ki o zaman bu kelimeye,
"kaçmak geri dönmek, düşman karşısında durmayıp geri çekilmek"
manası vermek gerekir. Nitekim "İşte onların varacağı yer cehennemdir.
Oradan kaçacak bir yerde bulamazlar."[9]
mealindeki âyet-i kerimede de "hasa" kelimesi bu mânâda
kullanılmıştır. el-Cevherî'nin şu sözü de bu gerçeği ifâde etmektedir:
"Hasa, kelimesi dost birliklerin yenilgisini anlatmak için kullanılır.
"İnhezeme" kelimesi de düşman birliklerinin yenilgisini ifade etmek
için kullanılır."[10]
Metinde geçen,
"Ben de müslüman birliğinden bir kimse)yim" cümlesindeki kelimesi
aslında cemaat, takım, birlik manalarına geldiği gibi: Ordunun bozulması
halinde onu takviye etmesi ve hezimete uğrayan askerlere bir sığınak olması
için ordunun arkasında bulundurulan özel birlikler anlamına da gelir. Hz.
Peygamber bu cümlede geçen kelimesini ikinci manada kullanmış ve "Siz
aslında savaştan kaçmadınız, tekrar savaşa dönmek için, müslüman birliklerin
bozulmaları halinde onları korumakla görevli olan özel bir birliğe sığınmış
oldunuz. İşte ben o birliğin fertlerinden biriyim." demek istemiştir.
Hadis sarihlerinin açıklamasına göre Hz. Peygamber bu sözüyle kendisine sığınan
müslüman askerlerin kafasında doğan, "Acaba biz bu savaştan kaçmakla;
"Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe
katılmak dışında arkasını döner (de savaştan firar eder)se o Allah'dan bir
gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir. O, ne kötü bir varılacak yerdir."[11]
ayet-i keri-mesindeki tehdide hedef olma korkusunu gidermek istemiş ve onların
bu hareketleriyle ayet-i kerimedeki, "savaşmak için bîr tarafa çekilen ve
başka bir birliğe katılan" cümleleriyle bu tehdidin dışında bırakılan
kimselerin içine girmiş olduklarını ifade buyurmuştur.[12]
1. Harpten
kaçmak büyük günahlardandır.
2. Abdullah
b. Mes ud un açıklamasına göre kendisinden üç misli fazla olan bir düşmandan
kaçan bir askeri birlik harpten kaçmış sayılmaz. Fakat kendisinden iki misli
fazla olan düşman kuvvetinden kaçan bir birlik savaştan kaçmış sayılır.
Dolayısıyla bu kaçış esnasında gayr-i meşru bir iş peşinde olduğundan bir nevi
asi ve yol kesici durumuna düşeceği için ima ile namaz kılmak gibi seferin
sağladığı ruhsatlardan yararlanamaz.
3. Savaş
yapan müslüman askerlerin arkasında, onlardan hezimete uğrayanların
sığınabilecekleri özel birlikler bulundurmak caizdir. Bu birliğe sığınan
kimseler harpten kaçmış sayılmazlar.[13]
2648. ...Ebû
Sâid (r.a.)'den demiştir ki:
"Kim o gün
savaşmak için bir tarafa çekilmek ya da başka bir birliğe katılmak dışında
arkasını döner (de savaştan firar eder)se"[14]
(mealindeki ayet-i kerime) Bedir (savaşı) günü indi.[15]
Bazı kimseler bir
önceki hadisin şerhinde mealini tüm olarak sunduğumuz ve mevzumuzu teşkil eden
hadisin metninde geçen ayet-i kerîmedeki = bugün"kelimesine bakarak bu
ayetin hükmünün sadece Bedir mücahidleri için geçerli olduğunu fakat daha sonra
bu ayetin hükmünün, "Şimdi Allah sîzden yükü hafifletti."[16]
ayet-i kerimesiyle neshedildiğini, bu ayetin inmesinden sonra bir müslüman
birliğin kendinin iki katından daha fazla olan bir düşman birliğinden kaçabilmesine
izin verildiğini söylemişlerdir. İmam Ebu Hanife (r.a.) ile Nafi, Hasen,
Katade, Dahhak ve Yezid b. Ebi Habib bu görüştedirler.
Ulema'nın büyük
çoğunluğuna göre, bu ayet-i kerimede geçen kelimesiyle Bedir savaşı gününde
değil, )[17] ayet-i
kerimesinde geçen ve kıyamete kadar müslümanların düşmanla karşılaşacakları tüm
zamanları ifade eden, cümlesine işaret edildiğini söylemişlerdir. Bu ayetin Bedir
savaşı günü savaş bittikten sonra inmiş olmasını da bu görüşlerine delil olarak
göstermişlerdir. İmam Malik ile İmam Şafii, de bu görüştedirler.[18]
2649. ...Habbab'dan
elemiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Ka'be'nin gölgesinde çizgili bir kumaşı
başının altına yastık olarak koymuş bir halde (dinlenir) iken (yanına) varıp
kendisine (kafirleri) şikayet ettik.
"Sizden önceki
(ümmetlerde) bir kimse (küfre zorlanırdı kabul etmeyince) tutulur ve kendisi
için yerde bir çukur kazılır (sonra bu çukurun içine yatırılır) di. (Daha)
sonra bir testere getirilip başının üzerine konur (onunla) başı iki parça
edilirdi de bu (işkence) onu dininden çeviremezdi. Kemiği üzerinde (bulunan)
etten ve sinirden (ne varsa hepsi) demir taraklarla taranırdı da (yine) bu
(işkence) onu dininden çevir (e) mezdi. Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini
tamamlayacak. Öyle ki (Hayvanına) binen bir kimse Allah'tan (başka) ve
koyunları hakkında da kurttan başka hiç kimseden korkmadan (yalnız başına)
San'a ile Hadramevt arasında yolculuk yapabilecektir. Fakat siz acele
ediyorsunuz." buyurdu [19]
Hz.Peygamber bu
sözleriyle, ashâb-ı kiramın çektikleri sıkıntıların acısını dindirmek, onları
teselli etmek, karşılaşacakları sıkıntılara sabrettikleri takdirde huzurlu ve
emniyetli günlere kavuşacaklarını müjdelemek istemiştir.
Hafız İbn Hacer'in
ifadesine göre: Arabistan çevresinde birisi Şam'da diğeri de Yemen'de olmak
üzere iki tane San'a vardır. Hadramevt'te Yemende'dir. Bu hadis-i şerifte
müslümanların gelecekte çok uzun mesafeli yolculukları yalnız başına
yapabilecekleri bir güven ve huzur ortamına kavuşacakları müjdesi verilmek
istendiğine göre, buradaki San'a'dan maksadın Şam'da bulunan San'a olması
gerekir. Çünkü Hadramevt ile Şam'da bulunan San'a arasındaki mesafe Hadramevt
ile diğer Sana arasındaki mesafeden daha uzundur ve hadis-i şerifte anlatılmak
istenen uzun yolculuğa daha uygundur.
Sahabe-i Kiramdan
bazılarının Rasûl-i Ekrem'e gelerek kendilerinin çekmiş oldukları sıkıntıların
sona ermesi için dua etmesini rica ettikleri halde Hz.Peygamberin bu ricayı
kabul etmemesinin sebebini Hafız îbn Hacer şöyle açıklıyor:
Yüce Allah Kur'an-ı
Kerim'inde "... Bana dua edin, duanızı kabul edeyim..."[20]
"Hiç olmazsa kendilerine böyle şiddetimiz geldiği zaman yalvarsalardı!"[21]
buyurduğu halde Hz.Peygamber ashâb-ı kiramın acılarının sona ermesi için dua
etmekten kaçınmasının sebebi Allahu Teâlâ'-nın diğer peygamberlerin ve
sahabelerinin başına da gelmesini takdir ettiği belâların kendinin ve
sahabelerinin başına da gelmesini takdir etmiş olduğunu, diğer
peygamberlerinin ümmetlerinin çektiği sıkıntılar sayesinde ermiş oldukları
nimetleri ve yüksek makamları bilmesidir. İşte Hz. Peygamber haklarındaki
Allah'ın takdirini ve Allah'ın bu takdiri sayesinde yüksek derecelere
erişeceklerini bildiğinden dolayı ümmetinin de başına gelecek olan belaların
dinmesi için dua etmedi. Allah'ın o takdirine razı oldu. Bu sayede umduğunu
elde etti. Korktuğundan kurtuldu.
Ancak şurasını da
unutmamak gerekir ki her ne kadar Allah'ın takdiri karşısında peygamberlerin
bu şekilde davranması icab ediyorsa da, peygamberlerin dışındaki kimselerin
başlarına gelen musibetler hakkında Allah'a el açıp bu belalardan kurtulmaları
için dua etmeleri vaciptir. Çünkü peygamberlerin dışında kalanlar Peygamberlerin
muttali oldukları kaza ve kaderle ilgili sırlara muttali olamazlar.
İbn Battal'ın
açıklamasına göre: Ulema ölümle küfür arasında bir tercih yapmaya zorlanıp da
Ölümü küfre tercih eden bir kimsenin ecrinin, küfür lafızlarını mecburen
söylemeyi ölüme tercih eden kimsenin ecrinden daha fazla olduğunda ittifak
etmişlerdir. Fakat domuz eti yemek, şarap içmek gibi bir günahı işlemekle
küfretmek arasında bir tercih yapmaya zorlanıp da domuz eti yemeyi veya şarap
içmeyi ölüme tercih eden kimsenin sevabı, ölümü bu günahlardan birini işlemeye
tercih eden kimsenin sevabından daha azdır. Maliki ulemasından bazılarına göre
ölümle, leş yemek arasında bir tercih yapmaya zorlanan kimse eğer ölümü leş
yemeye tercih ederse günahkâr olur. Bu mevzuda Hanefi ulemasının görüşü de
şöyledir; Leş yemek, şarap içmek, domuz eti yemek gibi günahlardan birini
işlemekle hapsedilmek dövülmek, zincire vurulmak gibi işkencelerden birini
tercihe zorlanan bir kimsenin, bu günahlardan herhangi birini işlemeyi
hapsedilmeye veya dövülmeye ya da zincire vurulmaya tercih etmesi helal olmaz.
Fakat bu günahlardan
biriyle ölüm arasında bir tercih yapmaya zorlanan bir kimsenin, sözü geçen
günahlardan birini öldürülmeye ya da organlarından birinin kesilmesine tercih
etmesi caizdir. Eğer ölümü yahut ta herhangi bir organının telef edilmesini bu
günahlardan birine tercih edecek olursa günahkâr olur. Çünkü aslında domuz eti
veya leş yemek gibi fiiller insan vücuduna zararlı oldukları için haram
kılınmışlardır. Zaruret durumlarında bunları yemekten kaçınmak ise vücudu
büsbütün imha etmek demektir. Yine Hanefî ulemâsına göre Allah'ı veya Rasûlünü
inkâr etmek ya da onlara sövmekle öldürülmek veya organlarından birini
kaybetmek şıklarından birini tercih etmeye zorlanan bir kimse, zorlayan kimselerin
bu tehdidi yerine getireceklerini kesinlikle anlarsa o zaman Allah'a ve
Rasûlüne olan îmânını kalbinde saklayarak zahiren Allah'ı ve Rasûlünü inkâr
ederek onların emrini yerine getirmek suretiyle kendisini kurtarır. Bundan
dolayı asla günahkâr olmaz. Fakat ölümü tercih edecek olursa çok büyük ecre
nail olur.[22]
2650. ...Ali
b. Ebi Talib'in katibi olan Ubeydullah b. Ebi Rafi' dedi ki: Ben Ali (r.a.)'yi
(şöyle) derken işittim: Rasûlullah (s.a.) benî Zübeyr ve Mikdad-ı; "Haydin Hâh bahçesine gidin! Orada,
yanında mektup bulunan bir câriye vardır. Mektubu ondan alın"
diyerek gönderdi.
Atlarımızı koşturarak yola koyulduk. Bahçeye vardık. Derken ansızın cariye
karşımıza çıkıverdi. Bunun üzerine: Mektubu getir, dedik.
Bende mektup yok,
cevabını verdi. Ben de: Ya mektubu çıkarırsın, yahut da elbiseleri bırakırsın!
dedim. Bunun üzerine örülü saçlarının arasından mektubu çıkardı. Biz de onu
peygamber (s.a.)'e getirdik. Bir de ne görelim mektup Hatıb b. Ebi Beltea
(tarafın)dan Rasûlullah (s.a.)'in bazı işlerini haber vermek üzere bazı
müşriklere (hitaben yazılıp gönderilmiş) Rasûlullah (s.a.);
"Ey Hatıb! Bu
nedir?" diye sordu. (Hatıb);
Ey Allah'ın Rasûlü!
Benim hakkımda (hüküm vermekte) acele etme. Ben Kureyş'in müttefiki idim. Ama
onlardan değildim. Şurası bir gerçek ki (Muhacirlerden) Kureyş (kabilesine
mensup bazı kimseler) in Mekke'de hısımları vardır. (Bu akrabalar) hısımlıkları
sebebiyle (muhacirlerin) Mekke'de bulunan ailelerini koruyorlar. Benim
(Mekkelilerle olan hısımlığım) kalmayınca onlara bir iyilik yapmayı ve bu
iyilik sebebiyle (oradaki) akrabalarımı korumalarını (sağlamayı) arzu ettim.
Allah'a yemin olsun ki ey Allah'ın Rasûlü bende küfürde yok, dinden dönme de
yok dedi. Rasûlullah (s.a.)'de;
"(Bu adam), size
doğru söyledi" buyurdu. Bunun üzerine Ömer;
Beni bırak ta şu
münafığın boynunu vurayım, dedi. Rasûlullah (s.a.) de;
“Gerçekten o Bedir
(muharebesin) de bulunmuştur. (O'nun katle layık olduğunu nereden biliyorsun.
Allah onların durumuna muttali olduğu için Bedir ehli hakkında;
"İstediğinizi
yapınız. Ben sizi affettim." buyurmuştur." cevabını verdi.[23]
Hz. Hâtıb'ın babası
Ebu Beltea'nın ismi Amr b. Umeyr b. Seleme'dir. Hz. Hâtıb'ın başından geçen bu
hadise üzerine yüce Allah onun hakkında; "Ey iman edenler Benim de
düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri veliler (dostlar) edinmeyin. Onlar
size gelen gerçeği inkar ettikleri, Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Rasûlü
ve sizi (yurdunuzdan sürüp) çıkardıkları halde siz onlara sevgi (belirtecek
mektup) ulaştırıyorsunuz. Eğer benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak
için çıktınızsa içinizde onlara sevgi (mi) gizliyorsunuz? Oysa ben sizin
gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz h erse yi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa
doğru yoldan sapmış olur."[24] mealindeki
ayet-i kerimeyi indirdi. Müfessirlerden Ebü Ömer'e göre bu ayette geçen
"Ey mü'-minler!..." hitabına Hz. Hatıb da dahil bulunduğundan Cenab-ı
Hak bu ayet-i kerime ile Hz. Hâtıb'ın imanına şahitlik etmiştir. Aslında Hatıb
mühim hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi hicretin altınca yılında
Hudeybiye dönüşünde Peygamber efendimiz tarafından bir mektupla Mısır ve
İskenderiye Meliki Mukavkıs'e elçi olarak gönderilmesidir. Bu elçiliğinde Hz.
Hatıb Mukavkıs'm yanında beş gün kalmış ve bir takım hediyelerle dönmüş
gelmiştir. Bu hediyeler Düldül adındaki meşhur beyaz katır, gufeyr adında bir
merkep, elbise vesaire ile Peygamberimizin oğlu İbrahim'in anası Mariye ve hemşiresi
"Şirin" idi. Rasûlullah Sirin'i Hassan b. Sabit'e hediye etti.
Hz. Hâtıb, Ebu Bekr
Sıddık'ın hilafeti zamanında Mısır'a gönderilmiş ve Mısırlılarla sulh
akdetmiştir. Bu sulh, Mısır'ın, hicretin 20. yılında Amr b. As tarafından fethi
zamanına kadar yürürlükte kalmıştır. Hz. Hâtıb tacirdi. Vefatında dört bin
dinar nakit ile birçok servet bıraktı. Hicretin otuzuncu yılında vefat etmiş
ve namazı Hz. Osman tarafından kıldırılmıştır.[25]
Hz. Hatıb'ın sözü
geçen mektubu gönderdiği kimseler, Mekkeli müşriklerden Süheyl b. Amr ile
Safvan b. Ümeyye ve İkrime b. Ebi'Cehl idi. Hz. Hatıb bu mektubunda Hz.
Peygamberin bir savaş hazırlığı içinde bulunduğunu ve Mekke üzerine yürümesi
ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu yazmıştır. Hz. Ali'nin rivayetine göre Yüce
Allah peygamberini bu mektuptan haberdar etti ve Mekke'yi fethetme
düşüncesinin Mekkeli müşriklere ulaşmasına engel oldu. Buhârî sarihlerinden
Bedrüddin Ayni'nin bildirdiğine göre bu mektup şu mealde idi:
"... Ey Kureyş
cemaatı! Rasûlullah (s.a.) size karşı mühim bir kuvvetle varıyor ki gece
karanlığı gibi korkunç olan bu ordu sel gibi akacaktır. Allah'a yemin ederim
ki, Rasûlullah üzerinize yalnız başına gelse bile Allah onu size galip
kılacaktır ve verdiği va'di yerine getirecektir. Vaktinde başınızın çâresine
bakınız! vesselam."Sözü geçen mektubu Mekke'ye iletmek isterken yakalanan
kadının ismi Sârâ'dır. Hatib bu kadını on dinara tutmuştu. Hz.Peygamber bu
kadının Ebu Süfyan'ın karısı Hind ile beraber öldürülmesini emretmişti. Fakat
bu kadın Abdülmuttalip oğullarının azatlı cariyelerinden bulunduğundan
affolunması rica edilince affolunmuştur. Hz. Ömer'in hilafeti zamanına kadar
yaşamış nihayet bir süvarinin atının ayakları altında çiğnenerek ölmüştür.[26]
Metinde her ne kadar Hz. Peygamber, Hz. Hatıb'ın doğru söylediğini ifade
ettikten sonra, Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin bu açıklamasıyla yetinmeyip Hz.
Hatıb'ın boynunu vurmak için izin istediği ifade ediliyorsa da, İbn Hacer'in
bildirdiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in emrine aykırı hareket eden bir kimsenin
boynunun vurulacağını zannettiği için onu öldürmeye niyetlenmiş, fakat bu düşüncesinin
isabetli olup olmadığını iyice kestiremediği için de Hz. Peygamber'den izin
istemiştir. Yoksa Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin sözü veya hükmünden kılpayı
ayrılması bile düşünülemez. Tarih buna şahittir.
Ayrıca Halebî'nin
siyerinde Hz. Ömer'in bu çıkışının aslında Hz. Peygamberin yaptığı açıklamadan
önce olduğu, fakat ravilerden bazılarının yanlışlıkla takdim ve tehir suretiyle
bu sırayı değiştirdikleri ifade edilmektedir.
Yine Hafız İbn
Hacer'in açıklamasına göre bazı kimseler, Rasûl-i zişan efendimizin metinde
geçen, "İstediğinizi yapın sizi affettim*' anlamına gelen cümlesindeki,
Bedir mücahidlerinin günahlarının affedilmesi ile ilgili müjdenin Bedir
mücahidlerinin geçmiş günahlarıyla ilgili olduğunu, Bedir savaşından sonra
işleyecekleri günahların da affın kapsamına girmeyeceğini iddia etmişlerse de
aslında bu müjde, Bedir mücahidlerinin ölünceye kadar işleyecekleri günahları
kapsamına almaktadır.
Binaenaleyh metinde
geçen, "Affettim" kelimesinin geçmiş zaman sığasıyla (kipiyle)
kullanılmasından maksat, Bedir mücahidlerinin sadece geçmiş günahlarının
affedilmiş olduğunu bildirmek değil, Bedir mücahidlerinin günahlarının
kesinlikle affedileceğini bildirmektir. Çünkü istikbale ait bir haberin mazi
siğasıyla bildirilmesi o haberin kesinlikle meydana geleceğini ifade eder.
Nitekim Hz. Peygamberin, Hz. HatnVın, bu günahı Bedir savaşından sonra
işlemesine rağmen, Bedir mücahidlerinden olduğu için onun bu günahının affedilmiş
olabileceğinden bahsetmesi de bu gerçeği tekid etmektedir.
Yine metinde geçen,
"İstediğinizi yapınız." anlamındaki cümleyle Bedir mücahidlerinin
şerefi, büyüklüğü ve işleyecekleri günahların affedildiği ifade edilmek
istenmiştir. Yoksa, "size herşey helaldir her istediğinizi yapınız."
gibi bir mânâ kasdedilmemiştir.[27]
1. Bir kimse
te'vile müsait bir suç işlerse suçlu olması ihtimali kuvvetle muhtemel bile
olsa bu durumda bu sanığın yapacağı açıklamaya itibar edilir. Zann-ı galibe itibar
edilmez.
2. Düşman
hesabına casusluk yaptığı tesbit edilen bir müslümanm Öldürülmesi caiz
değildir. Böyle bir casusun ölüm cezasının dışında bir ceza ile cezalandırılıp
cezalandırılmayacağı hususu ulema arasında ihtilaflıdır.
Rey taraftarlarına göre
eğer bu kimse müslümanların sırlarını düşmana bildirmişse şiddetli bir şekilde
dövülür ve uzun zaman hapsedilir.
İmam Evzai'ye göre,
eğer bu casus müslüman ise, devlet reisi veya onun vekîli bu casusu ibret
teşkil edecek şekilde cezalandırır ve onu sürgün eder. Eğer zımmî ise
müslümanlarla olan antlaşması bozulmuş olur. İmam Mâlik kendisine bu mevzuda
hiç bir hadis ulaşmadığını söylüyor ve bu gibi casusların devlet reisinin
yapacağı içtihadla cezalandırılması gerektiğine inandığını ifade ediyor.
İmam Şafiî'ye göre
ise, eğer bu casus müslümanlara hizmet etmiş ve hizmetiyle onların güvenini
kazanmış biri olursa ve bu suçu yanlışlıkla yaptığı anlaşılırsa ona ceza
verilmez. Eğer bu özellikleri taşımıyorsa ta'zir cezasıyla cezalandırılır.
3. Müctehid
seviyesinde bulunan bir kimse kendi içtihadına dayanarak bir kimsenin kâfir ya
da münafık olduğunu söyleyecek olursa bu isnadından dolayı cezalandırılması
gerekmez.
4. Gerçeğin
meydana çıkarılması hususunda lüzumlu belgeleri ele geçirmek üzere veya
haddlerin infazı için kadınların kendiliğinden açılan yerlerini gözden
geçirmek caizdir.
5. Müşavirler
hükümdara ve hâkimlere fikirlerini söyleyebilirler.
6. Casusların
mektuplarını okuyarak sırlarını ortaya çıkarmak caizdir.
7. Bedir
mücâhidlerinin geçmiş ve gelecekleri günahları affedilmiştir.[28]
2651. ...Şu
(bir önceki hadis-i şerifte geçen) olay Ali (k.v.)'den de rivayet olunmuştur.
(Ali r.a.) dedi ki: (Hz. Peygamberin Mekke üzerine yürümeyeceğini Öğrenen)
Hatip (meclisten kalkıp) gitti ve Mekke halkına;
Muhammed sizin
üzerinize bir sefer yapmak üzere kesin karar aldı diye bir mektup yazdı. (Ebu
Abdirrahman) dedi ki; (Hz. Ali'nin rivayet ettiği) bu hadiste şu (sözler)
bulunmaktadır: (Mektubu götüren kadın yakalandığında);
"Benim yanımda
herhangi bir mektup yoktur dedi.
Biz de onu (n
devesini) çöktürdük. (Fakat) yanında herhangi bir mektup bulamadık. Bunun
üzerine AH b. Ebi Talib;
"Kendisine yemin
edilen zata yemin olsun ki seni öldürürüm. Yahut da (bu) mektubu çıkarırsın
dedi. (Vehb b. Bakıyye bu sözlerden sonra bir önceki) hadisi (aynen) rivayet
etti.[29]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiş olduğundan burada tekrara lüzum
görülmemiştir.[30]
2652.
...Fürat b. Hayyan'dan rivayet edildiğine göre kendisinin öldürülmesi için
Rasûlullah (s.a.) emir vermiş. Fürat o sırada Ebu Süfyan'ın casusu imiş ve
Ensar'dan bir adamla da müttefik imiş. (Bir gün) Ensardan bir topluluğun yanına
varıp; "Ben müslümanım demiş. Bunun üzerine (orada bulunan) Ensardan bir
adam (Hz. Peygambere varıp);
Ey Allah'ın Rasûlü o
adam ben gerçekten müslümanım, diyor demiş. Rasûlullah (s^a.) da;
Sizden bazı kimseler
var ki, iman etmeleri konusunda biz onlara güveniriz. Fürat b. Hayyan da
onlardandır." buyurmuş.[31]
İbni'l-Esîr'in Üsdu'1-Gâbe
isimli eserinde açıklandığına göre Hz. Peygamber, Fürat b. Hayyan'ın
delaletiyle yolculuk yapan bir ticaret kervanını vurmak üzere Zeyd b. Harise'yi
görevlendirmişti. Bu baskında yakalanan Fürat, Rasûlü Ekrem'in huzuruna
getirilmiş, Rasûl-i zîşan efendimiz de onu Öldürmemişti. Fürat o sıralarda
En-sardan bir topluluğun yanına varıp kendisinin müslüman olduğunu kesin bir
dille ifade edince Hz. Peygamber onun bu ikrarını kabul etmiş ve Fü-rât'ın
kendisine güvendiği kimselerden biri olduğunu söylemiştir.
Fakat Sünen-i Ebû
Davud'un bütün nüshalarında ve İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz.
Peygamberin onun öldürülmesini emrettiği fakat sonradan onun müslüman olduğunu
ifade etmesiyle onu serbest bıraktığı ifade edilmektedir. Aynı şekilde, İbn
Abdilberr'in, Elistiabı ile Hafız İbn Hacer'in el-İsabe* sinde de, Hz.
Peygamberin onun öldürülmesi için emir verdiği fakat sonradan onun müslüman
olduğunu öğrenmesiyle bu kararından vazgeçtiği kaydedilmektedir. Netice
itibariyle istiabda, Fürat b. Hayyan'ın öldürüldüğünden bahsedilmediği gibi,
el-Isabe'de de onun Ensardan bir adamın müttefiki olduğundan bahsedilmiyor.
Görülüyor ki mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif bütün bu rivayetlerde
gözden kaçan kısımları tesbit etmekte ve bu mevzuda rivayet edilmiş olan tüm
hadiseleri içerisinde toplamaktadır.
Ancak müellif Ebu
Davud bu hadîs-i şerifi, "Zımmî casusların durumu" başlığı altında
rivayet ettiği halde bu hadis-i şerifte Hz. Fürat'ın zimmiliğine dair hiçbir
kayıt yoktur.
Ancak bu hadisin
Neylu'l-evtâr'da geçen lafızlarında, Hz. Fürat'ın zimmî olduğu ifâde ediliyor
ve kaynak olarak da Ahmed b. Hanbel'in müsnedine dayanılıyor.[32]
Avnü'l-Ma'bûd yazarı bu kaynağa dayanarak Hz, Fürat'ın zımmîliğine hükmetmiş ve
mevzumuzu teşkil eden hadisle bab arasındaki İlgiyi kurmuştur. Aynı şekilde Tâc
yazan da, bu hadisin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki lafızlarında Hz. Fürat'ın
zımmî olduğu ifâdesi bulunduğunu söylüyor.[33]
Bezlû'l-mechûd yazan ise, bütün bu rivayetlerin kaynağı olarak gösterilen Ahmed
b. Hanbel'in Müsned'inde, Hz. Fürat'ın zımmîliğine dâir bir ifâde bulunmadığını
ve sözü geçen müs-nedde bu ifâdenin bulunduğu herhangi bir hadise
rastlayamadığını, binâenaleyh Hz. Fürat'ın o günkü haliyle zımmî bir casus
değil harbî bir casus sayılması gerektiğini söylüyor ve bir müslümanla anlaşmış
olan bir müşrik zımmi hükmüne girdiği için, Musannif Ebu Davud'un bu hadisi
"zımmî casusların durumu" başlığı altında rivayet etmiş olması
ihtimali üzerinde duruyor. Ahmed el-Bennâ'nın verdiği bilgiye göre, Hz. Fürat,
Hendek savaşında Ebu Süfyân hesabına müslümanlar arasında casusluk yapmış, bu
yüzden Hz. Peygamber onu ölüme mahkum etmiştir. Fakat sonradan müslüman olmuş,
Hz. Peygamberin yanma göç etmiş Hz. Peygamberin vefatına kadar ondan ayrılmamış
ve harplere iştirak etmiştir. Hz. Peygamberin vefatından sonra ise Kûfe'ye
göçetmiş hayatının sonuna kadar orada yaşamıştır.[34]
Bu hadîs-i şerif
casusluk yapan bir zımminin öldürülmesinin caiz olduğuna delalet etmektedir.
Fethu'l-Bârî'de ifâde edildiğine göre casusluk yapan kafir bir harbînin
öldürülmesinin caiz olduğunda ulema ittifak etmişlerse de müslümanlarla
antlaşması olan kimselerle zımmîler hakkında ihtilaf vardır. Bunlardan biri
casusluk yaparsa imam Mâlik ile el-Evzâî'ye göre öldürülmez fakat antlaşması
bozulmuş olur. Şafiîlere göre ise eğer antlaşmalarında casusluk yapmamak şart
koşulmuş olursa bu şarta riayet etmediğinden antlaşması bozulmuş olur. Eğer
böyle bir şart yok ise o takdirde mesele Şafiî ulemâsı arasında ihtilaflıdır.
Münzîrî'nin açıklamasına göre bu hadîsin senedinde, kendisine güvenilmeyen
Muhammed b. Mu-habbeb bulunduğundan bu hadis delil olma niteliğinden uzaktır.[35]
2653. ...İbn
Seleme b. el-Ekvâ'mn babasından; demiştir ki: Peygamber (s.a.) (Huneyn)
sefer(in) de iken huzuruna müşriklerden bir casus geldi ve ashabın yanında
oturdu. Sonra çıkıp gitti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Onu arayıp bulun
ve Öldürün" buyurdu. (Seleme) dedi ki; Ben (bazı sahabelerden) önce
yetişip onu öldürdüm ve eşyasını aldım.
(Hz. Peygamber de) ganimet
olarak onun eşyasını bana verdi.[36]
Bu hadis-i şerif kısa
bir şekilde rivayet edilmiştir. Hatta mevzubahis olan casusluk hadisesinin
hangi seferde oldu
ğu bile
açıklanmamıştır. 2654 numaralı hadisle Müslim'in rivayetinden bu hadisenin
Huneyn seferinde cereyan ettiğini, casusun süvari olduğunu İslâm ordusu içinde
dostça konuşup görüştüğü ve yiyip içtiği sırada inceden inceye ashabın halini
gözden geçirdiğini anlayabiliyoruz.
Metinde geçen
"Nefl" kelimesi lügatta ziyâde manasınadır. Gazilere, paylarına düşen
ganimetten fazla olarak verilen mallara da Nefl denir.[37]
Yine metinde geçen
Se'leb kelimesi Fıkhi bir terim olarak maktulün elbisesine, binitine, silahına,
heybesine, hayvanı üzerinde yüklü olan malına denir. Maktulün bunlar
haricindeki malı Seleb değildir. Yine böyle maktulün başka hayvan üzerinde
bulunan kölesi ile hizmetçisi ve yüklü malı da selebten sayılamaz.
Bu, İbn-i Ekva'
hadisini Buhâri, düşman diyarından emansız ve izinsiz olarak gelen bir harbî,
islam memleketine girdiğinde bunun hükmünün ne olabileceğine dâir açtığı bir
babında rivayet etmiştir. Fakat Buhâri: "Bu harbi öldürülür mü, öldürülmez
mi? Bu konuda nefyen ve isbâten hiç hüküm bildirilmemiştir. Sebebi de meselenin
mezheb sahibi âlimler arasında ihtilaflı olmasındandır. İmam Mâlik, İslam
diyarına izinsiz gelen harbî hakkında tayin edilecek cezayı devlet reisinin ve
hükümetin re'yine bırakmıştır ve bu makule harbînin hükmü, diğer muhariplerin
tabi oldukları hüküm gibidir," demiştir.
Evzâî ile îmam Şâfıî;
"Eğer emansız ve izinsiz gelen harbî, elçilikle ve düşman tarafından
siyâsi bir vazife ile geldiğini iddia ederse bu iddiası kabul olunur,"
demişlerdir. îmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yûsuf ve Ahmed İbn Hanbel;
"Harbî'nin bu tür bir iddiası kabul olunmaz. Bu, müslümanlar için fey'dir
kendisi esir ve selebi ganimettendir," demişlerdir. İmam Muhammed de:
"Harbî ve mallan, onu yakalayan gaziye aittir," demiştir.
Eğer emansız ve
izinsiz gelen harbî casus olursa mevzumuz olan İbni Ekvâ hadisinden istifâde
edilen hükme göre bu casus öldürülür. Bu babda ulemânın icmâı vardır. Casus
harbi olmaz da, muâhid bir devlete mensup, yahut zımmî veya haraca bağlanmış
birisi olursa, Mâlikle Evzâi'ye göre bu casus, ahdini bozmuş sayılır. Devlet
isterse onu köle yapar, dilerse katleder, katli caizdir; demişlerdir. Fakat
ulemânın cumhuruna göre bu kimsenin ahdi bozulmuş olmaz. Fakat ahitnamede
taraflardan birinin casusluk yapması halinde ahdinin bozulacağı zikredil m
işse o zaman ahdi bozulur.[38]
2654. ...İyâs
b. Seleme'nin babası Seleme'den; Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Hevâzin'de
savaşa katıldım. Kahvaltı yapıyorduk. Çoğumuz yaya idi ve bizde bir zayıflık hâli vardı. Ansızın kırmızı bir erkek
deve üzerinde bir adam çikageldi. Devenin boşböğründen deriden yapılmış bir ip
çıkardı, onunla devesini bağladı, sonra geldi cemaatle birlikte kahvaltı
yapmaya başladı. (Cemaatin) zayıflığım ve hayvanların cılızlığını görünce,
(birdenbire) çıkıp devesine doğru koştu ve onu çözdü sonra çöktürüp üzerine
oturdu, sonra da onu koşturmaya başladı. Boz bir dişi deve üzerinde Eşlem
(kabilesin)den bir adam da onun ardına düştü. Bu deve cemaatin hayvanlarının en
iyisiydi. Ben de koşarak çıktım ve o (birinci adamı takip eden) adama yetiştim.
Dişi devenin başı erkek devenin kalçası hizasında idi. Ben de dişi devenin
kalçası hizasında idim. Sonra ilerledim erkek devenin kalçası hizasına geldim.
Sonra daha da ilerledim, devenin yularını yakalayıp onu çöktürdüm. Deve dizini
yere koyunca kılıcımı çekip (adamın) başına vurdum. Derhal (yere) düştü. Hayvanı
yüküyle birlikte çekip getirdim. Rasûlullah (s.a.) (yüzünü) dönerek beni
karşıladı ve
"Bu adamı kim
öldürdü?" diye sordu. (Oradakiler);
Seleme b. el-Ekva
(öldürdü) dediler. Bunun üzerine Rasûlullah;
"Bunun bütün
eşyası onundur." buyurdu.[39]
Râvi Harun dedi ki; bu
rivayet Hâşime aittir.[40]
Metinde geçen kelimesi,
yan, böğür ve kemer gibi mânâlara gelir. Burada devenin böğrü anlamında
kullanılmıştır. Bu durumda sözü geçen kimsenin devenin böğründe sarih olan bir
ipi çözüp aldığı anlaşılıyor. Bu kelime Müslim'in sahihinde şeklinde rivayet
edilmiştir ise; "Develerin bağlanmasına yarayan deriden yapılmış ip"
demektir.[41]
1. Harbden
dönen bölükleri karşılamak, başarılı işler yapanlara, medh-u senada bulunmak müstehabdır.
2. Küfür
diyarının kâfir casusu öldürülür. Bu hususta bütün ulemânın ittifakı vardır.
Hatta Nesaî'nin rivayetinde Peygamber (s.a.) in ashabına bu adamı arayıp
öldürmelerini emir buyurduğu bildirilmektedir.
3. Tekellüfsüz
olmak ve maksada halel getirmemek şartıyla cinaslı konuşmak caizdir.[42]
2655.
...En-Nu'man b. Mukarrin dedi ki: Ben (bazı savaşlarda) Rasûlullah (s.a.) ile
birlikte bulundum. Gündüzün evvelinden savaşa başlamazsa güneşin (tepeden
batıya) kayıp ta rüzgarlar esmeye ve (Allah'ın) yardım(ı) ininceye kadar savaşı
ertelerdi.[43]
Hz. Peygamberin,
savaşa girmek için güneşin tepe noktasıhdan batıya kayıp da öğle namazı vaktini
ve rüzgarların esmesini beklemesinin sebebi Farz namazlarından sonra duaların
kabul olmasıdır. Genellikle rüzgarlar, öğle namazından sonra esmeye başladığı
için Hz. Fahr-i Kâinat efendimiz öğle namazını kıldıktan sonra zafer için dua
ederdi. O sırada da rüzgarlar esmeye başlardı. Dolayısıyla sıcağın şiddeti de
kaybolur mücahidler harbe daha canlı ve istekli olarak girmiş olurlardı.
Nitekim Hendek
savaşında, Allah'ın yardımı rüzgarların esmeye başlamasıyla geldiğinden
dolayı, Hz. Peygamber savaşa başlamadan önce rüzgarların esmeye başlamasını
arzu eder ve bunu zafer alameti sayardı. Nitekim Tirmizî'nin rivayet ettiği şu
hadis-i şerif de bu gerçeği açık bir şekilde ifade etmektedir.
"...Hz. Peygamber
fecir doğduğu zaman güneş doğuncaya kadar savaşı durdurur ve güneş doğunca
savaşı başlatırdı. Gündüz yarılandığı vakit, zeval vaktine kadar savaşı
durdurur ve güneş tepe noktasından batıya kayınca savaşa başlar, ikindi vaktine
kadar savaşırlardı. Sonra ikindi namazını kıhncaya kadar savaşı durdurur
.namazdan sonra tekrar harbederdi. O (savaşı durdurduğu) sırada, "Zafer
rüzgarları esiyor" denir ve müslü-manlar namazlarında ordularına dua
ederlerdi."[44]
Ancak Tirmizi'nin bu
hadisinin senedinde inkıta vardır. Çünkü Katâ-de, En-Nu'man b. Mukarrin'e
ulaşmamıştır.[45]
2656.
...Kays b. Ubad'dan dedi ki: "Peygamber (s.a.)'irı sahabeleri (düşmanla)
savaşırken ses çıkarmayı çirkin görürlerdi."[46]
ŞevkânFnin de ifâde
ettiği gibi bu hadis, düşmanla savasırken lüzumsuz yere bağırıp çağırmanın,
gürültü-patırdı yapmanın, feryâdü figân etmenin mekruh olduğuna delalet
etmektedir. Çünkü savaşırken bağırıp çağırmak, düşmandan korkma ve paniğe kapılma
alâmetidir. Sessizlik ise azimlilik, kararlılık, cesaret ve metanet alâmetidir.[47]
Ancak Aliyyü'l-kârî,
savaş esnasında yüksek sesle Allah'ı zikretmeyi bundan istisna etmiştir.
Bezlü'I-Mechüd yazarı, 1528 numaralı hadisi delil göstererek harpte yüksek
sesle zikrin de uygun olmadığını söylemiştir. Nitekim bir numara sonra gelecek
olah hadiste bu görüşü te'yid etmektedir.[48]
2657. ...Şu
(bir önceki) hadisin bir benzeri Ebû Bürde'nin babası, Ebû Musa el-Eş'arî'den
de rivayet olunmuştur.[49]
Bezlü'l-mechûd
yazarına göre burada kasdedilen, Ebu Mûsâ (r.a.)'dan rivayet edilen şu mealdeki hadis-i
şeriftir:
"Biz Rasûlullah
(s.a.) ile beraber (seferde) bulunurduk da her vadi üzerine çıktıkça sesimizi
mutadından ziyade yükselterek tehlil ve tekbir ederdik. Bunun üzerine Nebi
(s.a.):
"Ey Nâs canınıza
acıyın, sesinizi yükseltmeyin. Şüphesiz siz ne sağın çağırıyor, ne de gaibe
bağırıyorsunuz! Dua ettiğiniz O (Allah), muhakkak sizinle beraberdir. Hem o
sesinizi çok iyi işitir. O, size (uzak değil) çok yakındır." buyurdu.[50]
Musannif Ebu Davud'a
göre bu hadis-i şerifte bir önceki hadis-i şerif gibi düşmanla savaş esnasında
bağırıp çağırmanın mekruh olduğuna delâlet etmektedir.[51]
2658.
...el-Bera (r.a.)'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Huneyn gününde müşriklerle
karşılaşınca müşrikler bozguna uğradılar. (Sonra Hz. Peygamber) katırından inip
(düşman üzerine) yürüdü.[52]
Bu hadise Huneyn
savaşında olmuştur. Buhari'nin rivayetinde hadise şöyle anlatılıyor. el-Bera'
b. Azîb (r.a.) den
rivayet olduğuna göre
kendisine, (Kays kabilesinden) bir kişi: "Huneyn günü Rasûlullah (s.a.)'ın
yanından kaçtınız mı?" diye sormuştu. O da şöyle cevap verdi:
"Huneyn günü
Rasûlullah (s.a.) kaçmadı (düşmanımız) Hevazin (halkı) iyi ok atan bir
kabileden idiler. Biz (harp meydanında) bunlarla yüzyü-ze gelince bunların
üzerine atıldık. Bunlar hemen perişan oldular. Bunun üzerine, müslüman askerler
ganimete yöneldiler. Hevazin ise (bundan istifade ederek) bizi oklarla
karşıladılar. (Biz kaçtık) Fakat Rasûlullah (s.a.) kaçmadı. Onu pek iyi gördüm
ki, o beyaz katırın üstünde fütursuzca duruyordu. Ebu Süfyan da katırın gemini
tutuyordu. Bu sırada peygamber (s.a.);
"Ben peygamberim
yalan yok. Ben Abdulmuttalib oğluyum." diyordu.[53] Bu
savaşta Hz. Peygamberin yanında Ebû Süfyân oğlu Cafer, Ali b. Ebî Tâlib, Rebîa
b. Haris, Fadl b. Abbâs, Üsâme b. Zeyd, Eymen b. Ümmü Eymen, Ebû Bekr ve Ömer
(r.a.) dan başka kimse kalmamıştı.
Fakat Hz. Peygamberin
bu metin azim ve iradesi ordunun sağ kanadını bozguna uğramaktan
kurtaramamıştı. Bu sırada gür sesli olan Abbas vasıtasıyla:
"Ey Akâbede
bey'at eden Ensâr! Ey şecere-i rıdvân altında söz veren Aslı ab!" diye
davet etti. (Lebbeyk) diyerek döndüler ve Rasûlullah'ın yanına gelip
toplandılar.Bozulan asker bu sûr&le toplandı ve zafer kazanıldı.
Hadis sarihlerinin
açıklamasına göre bu hadis-î şerif ordu kumandanının veya askerlerden birinin
orduyu cesaretlendirmek maksadıyla hayvanından inip düşmana piyade olarak
saldırmasının caiz olduğuna delildir.[54]
2659.
...Cabir b. Atik'den rivayet olunduğuna göre, Allah'ın peygamberi (Muhammed)
(s.a.) şöyle buyururmuş:
"Allah
kıskançlığın kimisini sever, kimisine de öfkelenir. Allah'ın sevdiği
kıskançlık, şüphe (doğuran işler) hakkındaki kıskançhk(lar)dır. Allah'ın
kızdığı kıskançlık ise şüphe (doğurmayan işlerin) dışındaki
kıskançlık(lar)dır.
Yine Allah büyüklük
taslamaların kimisine kızar, kimisini de sever.
Sevdiği, büyüklük
taslama kişinin savaş esnasında büyüklük taslaması ile sadaka verirken
büyüklük taslamasıdır. Allah'ın kızdığı büyüklük taslama ise zulümden büyüklük
taslamadır.
(Bu hadisin
ravilerinden) Musa (b. İsmail son cümleyi zulümde ve) övünmekte (büyüklük
taslamadır, şeklinde) rivayet etti.[55]
Yüce Allah, insanın
annesi, bacısı ve eşi hakkında duyduğu kıskançlık duygularının bir kısmını
sevdiği halde bazı kıskançlıklardan hoşlanmaz ve bu tür kıskançlıkların
sahibine buğzeder, öfkelenir.
Allah'ın hoşlandığı
kıskançlıklar, kadınların kendilerine nikah düşen kimselerle şakalaşıp
karşılıklı gülüşmelere kadar varan samimiyet kurmaları karşısında duyulan
kıskançlıklardır.
Yabancı bir kadınla
erkek arasında kurulan ve karşıdan bakan, insanların kalbinde haklı olarak bir
şüphe tevlid eden bu çeşit samimiyetler ve senli benli olmaları, karşısında
duyulan kıskançlıklar Allah'ın hoşuna giden davranışlardır. Yüce Allah yabancı
erkek ve kadınlar arasında kurulan bu gibi ahbablıklar için; "Allah'dan
daha kıskanç kim olabilir? İşte Allah zinayı da bu kıskançlığından dolayı haram
kılmıştır." buyurmaktadır.
Allah'ın hoşlanmadığı
ve sahibine buğzettiği kıskançlıklar ise Allah'ın caiz kıldığı meşru
davranışlar ve muameleler karşısında duyulan kıskançlıklardır. Bir kimsenin,
annesinin, kızkardeşinin veya yakını olan diğer kadınların evlenmeleri
karşısında duyduğu kıskançlık gibi.
Müslümana yaraşan
Allah'ın razı olduğu herşeye razı olmak, razı olmadığı şeylere de razı
olmamaktır.
Aynı şekilde büyüklük
taslama, bir başka tabirle kibirlenme veya büyüklenme de iki kısımdır.
Bunlardan Allah'ın sevdiği btiyüklenmeler; harpte düşmana karşı gösterilen
buyüklenmeler, çalım satmalar ve kasılmalardır. Çünkü harpte düşmana karşı
takınılan bu gibi tavırlar, müslümamn heybetli görünmesini sağlayıp düşmanın
moralini bozmaya yaradığı gibi, müslümanların da cesaretini yükseltir. Bu
bakımdan harp esnasında büyüklük taslamak Allah'ın hoşuna gider. Harp esnasında
düşmana karşı gösterilecek tevazu ise, kibrin tam tersine düşmanın moralini
yükseltmeye ve mtislümanın cesaretini kırmaya yarayacağından makbul değildir,
mezmûmdur.
Allah'ın hoşlandığı
büyüklenmelerden biri de sadaka verirken gösterilen büyüklüktür. Bir başka
ifadeyle sadaka veren kimsenin verdiği sadakanın mikdarına hiç önem vermemesi
ve verdiği sadakayı devamlı olarak küçük görüp kendisinin ona hiçbir ihtiyacı olmadığını
içinde hissetmesi içten gelerek vermesi ve dolayısıyla hiçbir zaman verdiği
sadakayı başa kakmamasıdır.
Allah'ın gazabettiği
büyüklenmeler ise, kişinin yaptığı zulümlerle asalet ve soy iddialarıyla
övünmesi gibi, böbürlenme ve başkalarını küçük görmeleridir. Oysa şan, şeref,
soy ve sopta değil takvadadır. Allah Teâlâ, insanların biribirlerine övünmeleri
için değil biribirlerini rahatlıkla tanıya-bilmeleri için, onları ayrı ayrı
kabileler halinde yaratmıştır.[56]
2660. ...Ebû
Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (Mekke'ye) on (kişilik) casus
göndermişti. Asım b. Sabit'i de onlara komutan tayin etmişti. Huzeyl
(kabilesi) de bunlar (ı takib) için yüze yakın okçu çıkardı (ve peşlerine
taktı). Asım (r.a.) onları(n kendilerini izlediğini) hissedince Karded
(denilen yüksekçe bir yer)e sığındı-larsa da okçular (oradan) ininiz ve bize
elinizdekile(süahla)rı teslim ediniz. Sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize
dair söz ve teminat veriyoruz, dediler. Bunun üzerine Asım:
Bana gelince ben bir
kafirin sözüne güvenerek (buradan) inmem (ve onlara teslim olmam) dedi. Bunun
üzerine (kafirjer) müs-lümanlar üzerine ok yağdırıp Asımla birlikte yedi kişiyi
şehid ettiler. (Geriye kalan) üç kişi ise (kafirlerin verdiği) söz ve
teminattan dolayı (bulundukları yerden) indiler. Bu üç kişiden (birisi)
Hubeyb, (birisi) Zeyd b. ed-Desinne, (birisi de) başka bir adamdı. (Kâfirler)
bunları ele geçirince oklarının tellerini çözüp o iplerle kendilerini (sımsıkı)
bağladılar. Bunun üzerine üçüncü zat;
İşte (bize) ilk ihanet
budur. Vallahi size teslim olmam. Bu şehidler benim için bir örnektir, dedi.
Onu sürükledüerse de onlarla gitmeye razı olmadığı için onu da şehid ettiler.
Hubeyb bir süre esir olarak kaldı. Nihayet (haram aylar çıkınca) onu da
öldürmeye ittifakla karar verdiler. Bu jöldürme kararı üzerine Hubeyb ödünç
olarak bir ustura aldı. Onunla bir etek tıraşı yaptı onu öldürmek için (harem-i
şerif haricindeki tenim'e) çıkardılar. Hubeyb onlara;
Beni bırakınız da iki
rekat namaz kılayım, dedi ve sonra:
Allah'a yemin olsun
ki, eğer bende olan şu halin bir korku eseri olduğunu düşünmeyecek olsaydınız
(bu namazı) daha da artırırdım. dedi.[57]
Bu hadis-i şerifte
casus olarak gönderildikleri halde muşrikler tarafından pusuya düşürülerek
şehid edildiklerinden bahsedilen on kişinin, bazı rivayetlerde, Uhud
muharebesinden sonra, Adal ve Kare kabilelerinin peygamber efendimize
müracatları üzerine o kabilelere dini tebliğle vazifeli mürşid ve muallim
olarak gönderilen kişiler olduğu açıklanmaktadır.
Ebu'I-esved'in
Urve'den naklettiğine göre, Hz. Peygamber bu kimseleri Kureyş hakkında haber
toplamak üzere Mekke'ye göndermişti.
İbni Hacer'in de ifade
ettiği gibi, İbn İshâk sözü geçen zatların altı kişi olduğunu ifade ettikten
sonra isimlerini şu şekilde açıklıyor:
1. Âsim b.
Sabit, 2. Mersed b. Ebî Mersed, 3. Hubeyb b. Adiyy, 4. Zeyd b. ed-Desinne, 5. Abdullah b. Târik, 6. Halîd b. El-Kebîr.
İbn Sa'd'da bunların
on kişi olduğunu ve yedinci kişinin adının da Hatb. b. Ubeyd olduğunu
söylemiştir. Ulemâdan bazılarının kanaatine göre on kişiden üç kişinin isminin
açıklanmamasımn sebebi onların bu on kişiye tabi kişiler olmasıdır. Bu sebeble
onların ismi üzerinde durulmamış ve açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu zatların
şehid edilmesi Beni Lihyan gazvesinin vuku bulmasına sebeb olmuştur.
Hz. Peygamberin, bu on
kişilik cemaatin başına emir tayin ettiğinden bahsedilen Asım b. Sabit;Hz.
Ömer'in oğlu, Âsım'ın ana tarafından dedesidir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, Huzeyl kabilesinden yüz kadar kişinin müşriklerin yardımına
koştuğu ifade edilirken bazı rivayetlerde bu yardımcı kuvvetin ikiyüz kişi
olduğu ifâde edilmektedir.
Fakat îbn Hacer'in de
açıkladığı gibi aslında bu ifâdeler arasında herhangi bir çelişki yoktur.
Çünkü Müellif Ebu Davud'un rivayet ettiği yüz kişi sadece okçulardır. Diğer yüz
kişi okçuların dışında ayrı bir birlik oluşturduğu için Ebu Davud onlardan
bahsetmemiş, sadece Hz.Âsım'ı ok yağmuruna tutan okçulardan bahsetmekle yetinmiştir.[58]
Buharî'nin rivayetine
göre Hz. Âsim, müşriklerin, Teslim
olun!" çağrısını reddedikten sonra; "Ey Allahım halimizden peygamberin
(Muhammed) (s.a.)i haberdar et" diye dua etmiş.
Tayalîsî'nin
rivayetine'göre de Allah (c.c.) hazretleri, Hz. Âsım'in bu duasını kabul
buyurarak Hz. Peygamberi Hz. Asım'ın ve arkadaşlarının bu durumundan haberdar
etmiş ve onların başlarına gelen musibeti o gün ashabına anlatmıştır.[59]
Büreyde'nin rivayetine
göre, Hz. Âsim şehid olmadan önce Cenâb-ı Hakk'a, "Ey Allah'ım ben bugün
senin dinini nasıl koruyorsam sen de benim vücudumu öylece koru." diye dua
etmiştir. Buhârî'nin şu rivayeti yüce Allah'ın, onun da duasını kabul ettiğini
ifâde ediyor: "Âsim b. Sabit hazretlerinin katledildiğini haber alan
Kureyş'den bazıları, cesedinden onu tanıtacak bir parça getirmek üzere şehidin
yanına haber gönderdiler. Çünkü Âsim b. Sabit hazretleri Bedir'de Kureyş'in
ileri gelenlerinden birini, Ukbe b. Ebi Muayt'ı öldürmüştü.
Cenab-ı Hakk'ın Âsım'ı
hıfz-ü himaye için arı nevinden kara bir bulut halinde gönderdiği mahlukların
müdafaaları karşısında kâfirler, Hz. Asım'ın yanına bile sokulmadıklarından
onun naşından bir şey kesip götürmeye kadir olamadılar.[60]
Hz. Asım ile birlikte
altı arkadaşı müşriklerin, "teslim olunuz" çağrısını reddederek
şehid olduktan sonra geriye kalan üç kişi müşriklerin can güvenlikleri
hususunda verdikleri söz ve teminata inanarak teslim olmuşlardı. Bunlardan
birisi Bedir savaşında müşriklerden Haris b. Amir'i öldüren Hubey o.Adiyy idi.
Diğeri Zeyd b. ed-Desinne, öbürü de Abdullah b. Tarık idi.
Metinde açıklandığı
gibi bunlardan Abdullah b. Tarık müşriklerin ihanetini görünce onlarla
birlikte gitmeyi kabul etmemiş ve daha önce şehid olan arkadaşları gibi o da
şehid olmuştu. Bunun üzerine müşrikler Hubey b ile Zeydi Mekkelilere esir
olarak sattılar. Onları satın alanlar birikmiş intikam hislerini tatmin için
almışlardı. Bir müddet hapse attılar. Hu-beyb, bilâhere müslüman olan Maviyye
isimli hizmetçi kadının bulunduğu bir evde hapsedilmişti. Maviyye Hubeyb'in
hapis hayatını şöyle anlatırdı:
i Yemin ederim ki
Hubeyb'den daha hayırlı bir insanı ömrümde görmedim. Bir gün kapı aralığından
hücresine bakmıştım, zincirlere vurulmuş oturuyordu. Mevsimi olmadığı halde
elindeki kocaman salkımı yiyordu. Bunun kudretten olduğuna şüphe yoktu.
Geceleri yüksek sesle Kur'an okurdu. Kadınlar onun sesini duyar acıyarak
ağlaşırlardı. Mukaddes aylar geçtikten sonra onları öldürmeye karar verdiler.
Ben hemen koştum, Hubeybe haber verdim. Hiç aldırış etmedi. Benden tıraş için
keskin bir bıçak istedi. Bununla etek tıraşı yaptı.
Ertesi sabah Hubeyb
ile arkadaşı Zeyd'i ölüm meydanına götürdüler. Kadın, erkek, köle... bütün
Mekke halkı oradaydı. Kimi intikam hislerini tatmin etmek, kimi de seyretmek
için gelmişti. Her ikisi için de bağlanıp öldürülebilecekleri birer kazık
hazırlanmıştı. Hubeyb'i ölüm kazığına götürürlerken iki rek'at namaz kılmak
için izin istedi kabul ettiler. Erkanına uyarak iki rekat namaz kıldı ve:
"Ölümden
korktuğum için uzattığımı zannetmeseydiniz daha uzatırdım." dedi.
İslam tarihinde
öldürülmeden önce iki rek'at namaz kılma adetini ilk defa başlatan Hz. Hubeyb
oldu.
Hz. Hubeyb'i kazığa
bağladılar. İlim yolunun bu bahtiyar şehidinin son sözleri şunlardı:
"...Allah'ım bu merhametsiz inkarcıların neslini tüket topluluklarını
dağıtarak mahvet onlardan hiç kimseyi sağ bırakma."
Hafız îbn Hacer'in
ifadesine göre bir yıl sonra Hz. Hubeyb'i şehid edenlerden bir kişi dahi
hayatta kalmadı. Çünkü Allah Hz. Hubeyb'in bu duasını kabul etmişti.
Nihayet her ikisini de
şehid ettiler. Bu acıklı hadiseden sonra Rasûlü Ekrem efendimiz, Mekke'ye
gizlice iki komando casus gönderdi. Bunlardan Umeyye oğlu Amr Mekke
müşriklerine gözdağı vererek bazı işler becerdikten başka hâlâ ölüm kazığında
bağlı duran Hubeyb'in cesedini çözerek gömmeye de muvaffak oldu.[61]
1. İdama
mahkum edilen bir kimsenin idam edilmeden önce iki rekat namaz kılması müstehabdır.
2. İdama
mahkum edilen bir kimsenin idamdan önce etek tıraşı yapması sünnettir.
3. Bir
müslümanın kendisini esir etmek isteyen düşman kuvvetlerine teslim olması
caizdir. Hanefî ulemâsından
Bedrü'ddîn-i Aynî, Hubeyb ve
arkadaşlarının müşriklere teslim olmasının bu manaya geldiğini ifade etmiştir.
Bu mevzu da el-MÜhelleb şunları söylüyor:
"Eğer insan
kendisini öldürmek ya da esir etmek isteyen düşmandan canını kurtarmak için bir
ruhsat yolu ararsa Hz. Hubeyb ve arkadaşlarını örnek alarak kendisini esir
etmek isteyen kafirlere teslim olarak canını kurtarabilir."
Hasen el-Basri de bir
müslümanın kendisine galip geleceğinden korktuğu düşmana teslim olmasında,
herhangi bir sakınca olmadığını söylüyor. İmam-ı Sevri ise, bir müslümanın
mecbur olmadıkça kafire teslim
olmasının mekruh
olduğu görüşündedir.
İmam-ı Evzâi bir
müslümamn kafire köle olmamak için kendisinden daha güçlü düşman kuvvetleriyle
Hz. Asım gibi şehid oluncaya kadar savaşmasında bir sakınca olmadığını
söylüyor.[62]
2661. ...(Şu
bir önceki) Hadisi Ebû Hureyre'nin arkadaşlarından Amr b. Ebî Sufyan b. Esîd
b. Cariyetes-Sakafî de rivayet etmiştir.[63]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde yer aldığından açıklama için oraya
bakılabilir.[64]
2662.
...el-Berâ'dan demiştir ki: Uhud (savaşı) günü Rasûlullah (s.a.) elli kişi (den
ibaret) olan okçuların başına, Abdullah b. Cu-beyr'i koymuş ve (onlara);
"Bizi kuşların
kaptığını bile görmüş olsanız ben size haber gönderi nce> e kadar sakın şu
yerinizi terketmeyiniz. Bizim onları bozguna uğratıp yendiğimizi görseniz bile
ben size bir haberci iletinceye kadar (sakın şu bulunduğunuz yerden)
ayrılmayınız." diye emretti. (el-Berâ b. Azîb) dedi ki: Allah müşrikleri
bozguna uğrattı, ve Allah'a yemin olsun ki ben (müşriklerin safında bulunan)
kadınları (korkularından) dağa tırmanırlarken gördüm. Bunun üzerine Abdullah
b. Cübeyr'in arkadaşları:
Ey arkadaşlar ganîmet
ganimet! Arkadaşlarınız galip geldi. Siz ne bekliyorsunuz?" dedi(ler)
Bunun üzerine Abdullah b. Cübeyr;
Siz Rasûlullah
(s.a.)'ın size ne dediğini unuttunuz mu? dedi. Onlar da;
Müslüman askerlerin
yanına varacağız, biz de ganimetten pay alacağız! diye karşılık verdiler ve
müslüman askerlerin yanına varır varmaz yüzgeri edildiler. Müslümanlar da
bozulmaya başladı.[65]
tbn Aziz'e göre Uhud
savaşı hicretin üçüncü yılında Şevval'in onbirine tesadüf eden Cumartesi
gününde vâki olmuştur. Uhud Medine'ye bir fersahtan az bir mesafede bir dağdır.
İslam tarihinde büyük bir yeri vardır. Rasûl-i zîşân efendimiz birçok
vesilelerle "Uhud bir dağdır, o bizi sever biz de onu severiz."
buyurmuştur. Uhud savaşı, Kur'an-ı Kerim'de Al-i İmran suresinin pek çok
ayetlerinde tasvir edilmiştir. İbn İshak'a göre, ÂI-i İmrân suresinin
altmışyedi âyeti Uhud savaşıyla ilgilidir. İbn Ebi Hatem'in rivayetine göre
Abdurrahman b. Avf, "ÂI-i İmran sûresinin yüzyirminci âyeti Uhud savaşıyla
ilgilidir" dermiş. Buharî bu hadisi tefsir bölümünde; "Hani sen (bir
sabah) erkenden (Uhud'da) müminleri savaş üslerine yerleştirmek üzere
ailen(Âişe'nin evin)den ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten ve bilendir."[66]
başlığını taşıyan on numaralı babda rivayet etmiştir.
Hadisin metninden
anlaşıldığına göre kafirlerle birlikte Kureyşli kadınlar da savaşa
katılmışlardır.
tbn tshak bu
kadınların kimliklerini açıklarken şu isimleri veriyor:
1. Hind
Bint-i Utbe (Ebû Süfyân'ın karısı).
2. Ümmü
Hâkim binti el-Haris b. Hişam (tkrime b. Ebu Cehrin karısı).
3. Fatımâ
binti Velid b. Muğîre; (Haris b. Hişâm'ın karısı).
4. Berze
binti Mes*ûd es-Şakafi (Safvan b. Ümeyye'nin karısı)
5. Reysâ
binti Şeybe es-Sehmiyye (Amr b. As'ın karısı).
6. Sülâfe.
binti Sa'd (Talha b. Ebi Talha el-Hacbi'nin karısı).
7. Hannâs
binti Mâlik (Musab b. Umeyr'in annesi).
8. Umre
binti Alkâme b. Kinâne
bazılarına göre,
müşrikler safında Uhud savaşına katılan müşrik kadınların sayısı onbeş idi.
Yine bu hadisin
metninde Hz. Peygamber, harp için büyük bir stratejik Önemi haiz olan bir
gediği tutmaları ve Kureyş'in arkadan yapacakları çevirme hareketini önlemeleri
için elli kadar okçuyu görevlendirmiş ve başlarına da Abdullah b. Cübeyr'i
yerleştirmişti.
Her ne kadar îbn
Kayyim el-Cevziyye, "Zâd'iil-meâd" isimli eserinde elli kişilik
kuvvetin okçular değil süvariler olduğunu söylemişse de, tbn Hacer'in dediği
gibi bu söz tamamen yanlıştır. Çünkü İslam tarihçilerinin açıklamalarına göre o
gün müslümanlann elinde bulunan at sayısı yok denecek kadar azdı.[67]
1. Savaştan
önce stratejik önemi haiz olan yerlerin belirlenip oralarda düşmana pusu
kurulması zaferin kazanılması bakımından son derece önemlidir.
2. Harp
halinde ordu içinde bir ihtilafın başgöstermesi ve ordu kumandanına veya onun
vekiline isyan edip emirlerini dinlememek düşmana yenilmeye sebep olur. Nitekim
Buharî de bu hadisi cihad bölümünde, "Harp halinde ordu içinde muhasame ve
ihtilafın fenalığına ve başkumandana karşı isyankâr hareketin ukubeti ve
hezimeti tevlid edeceğine dair" başlıklı 164 numaralı babda rivayet
etmiştir.[68]
2663. ...Hamza
b. Ebî Useyd'in babası Ebû Useyd (Mâlik b. Rabîate'I-Ensâri's-Sâidi)'den;
demiştir ki: Biz Bedir (savaşı) gününde saf tuttuğumuz zaman, Rasûlullah
(s.a.) (şöyle) buyurdu: "(Düşman askerleri) Size yaklaştıkları zaman yani
sizi (iyice yakından) sardıkları zaman onlara ok atınız. (Ok menzilinin dışında
kalacak kadar uzak oldukları zaman ise) oklarınızı (atmayınız, yanınızda)
muhafaza ediniz.”[69]
Yüce Allah Kur'ân-ı
Keiîm'de; "Allah kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf
bağlayarak çarpışanları sever."[70]
buyurarak kendi yolunda saf bağlayarak savaşanları övmüştür. Hz. Peygamber de
Allah'ın bu emrine uyarak İslam mücâhidlerini harpteki görevlerine göre saflar
halinde mevzilendirerek Allah'ın nzasına uygun bir harp düzeni kurduğu gibi,
her saf için gerekli talimatı vermiş ve bu suretle Allah'ın yardımına kavuşup
büyük zaferler kazanmıştır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber Bedir savaşında da
askerlerini saflar halinde harp düzenine soktuktan sonra, okçulara hitaben,
"Ok menzili içine girmedikçe düşmana ok atmamalarına, çünkü uzakta bulunan
düşmana atılan okların isabet etme ihtimallerinin zayıf olduğuna," dair
bir konuşma yapmış ve, "Okların hedefini bulup zaferin kazanılması için
sadece kendilerine yaklaşan ve ok menzili içine giren düşman askerlerine ok
atmaları gerektiğini" hatırlatmıştır.[71]
2664.
...Malik b. Hamza b. Ebî Üseyd es-Saidi'nin dedesi (Malik b. Rabiâ
el-Ensârîs-Sâîdî) den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Bedr (savaşı) gününde;
"Size
yaklaştıklarında onlara ok atınız. Onlar sizi iyice yakından sarıncaya kadar
da kılıç çekmeyiniz/' buyurmuştur.[72]
Bir önceki hadis-i
şerifte de açıklandığı gibi Hz. Peygamber her silahın kendi tesir sahası
içerisinde kullanılması gerektiğini ifade etmiş ve buna riayet edilmediği
takdirde malzeme ve enerji israfına yol açılacağı için harbin kaybedileceğine
dikkati çekmiştir.[73]
2665. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Utbe b. Rabîa (düşman saflarından çıkıp harp
meydanına) ilerledi oğlu ile erkek kardeşi de onun arkasından yürüdüler. Utbe
(Benimle) Kim savaşacak? diye haykırdı. Ensar'dan bazı gençler (biz
savaşacağız, diye) ona cevap verdiler (Utbe);
Siz kinsiniz? dedi.
Onlar da kendilerini ona bildirdiler. Bunun üzerine (Utbe);
Bizim sizinle
(döğüşmeye) ihtiyacımız yok. Biz (kendileriyle vuruşmak için karşımıza) sadece
amca oğullarımızı istiyoruz, dedi. Peygamber (s.a.) de;
"Ey Hamza kalk,
ey Ali kalk, ey Ubeyde b. el-Hâris sen de kalk"buyurdu. Hamza Utbe'ye
yöneldi. Ben de Şeybe'ye yöneldim. Ubeyde ile Velîd arasında karşılıklı iki
darbe inip kalktı ve her ikisi de hasmını yaraladı. Sonra biz (Hamza ile ben)
Velid'in üzerine çullanıp onu öldürdük, Ubeyde'yi de (yine birlikte) yüklendik
(yakaladık) geldik.[74]
Yapılan bunrabareze
neticesinde Hz. Ali ile Hz. Hamza hasımlarım öldürmüşlerdi. Ancak Hz. Ubeyde
hasmını ya-ralamışsa da hasmından gelen bir kılıç darbesi dizine isabet ettiği
için kendisi de yaralanmış ve yaranın tesiriyle "Safra" denilen
yerde vefat etmiştir.[75]
1. Savaş
başlamadan önce müslüman mucahıdlerden bazılarının er dileyerek ya da
kafirlerden er dileyen kimselerin karşısına çıkarak onlarla vuruşması caizdir.
Devlet reisinin veya
vekilinin izin vermesi halinde yapılacak olan bu vuruşmanın caiz olduğunda tüm
ulemâ ittifak etmişlerdir. Hatta bâzıları; "Bunlar Rableri hakkında
birbirlerine husûmet eden iki hasımdır.”[76]
ayet-i kerîmesinin savaştan önce bu şekilde mübâreze yapan mücahidler hakkında
indiğini söyleyenler vardır.
Ancak devlet reisinin
veya vekilinin izin vermemesi hâlinde yapılan mübârezenin caiz olup olmadığı
ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, Süfyân-ı Sevrî, "devlet reisinin veya vekilinin izni
olmadan yapılan mübârezenin mekruh olduğunu" söylemiştir. İmam Ahmedle
İshâk (r.a.) da bu görüştedirler. İmam Mâlik ile İmam Şafiî (r.a.) ise devlet
reislerinin veya vekilinin izni olsun veya olmasın savaştan önce mübâreze
yapmakta bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.
2. Mübâreze
yapan müslüman bir mücâhidin hasmı karşısında acze düşmesi halinde ona yardım
etmek caizdir. Çünkü Hz. Ubeyde Velid karşısında yaralanıp acze düşmüş Hz. Ali
ile Hamza (r.a.) onun imdadına koşmuşlardır. Ulemânın büyük çoğunluğu da bu
görüştedirler.
Ancak İmam el-Evzâî
bunun caiz olmadığını söylemiştir.[77]
2666. ...Abdullah
(tbn Mes'ûd)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) "Öldürme yöntemi yönünden
insanlann en iffetlisi (merhametlisi) iman sahihleridir.[78]
kelimesi insanın
kendisini, Allah'ın haram kıldığı fiillerden ve davranışlardan koruması anlamına
gelir.Metinde gecen, kelimesi ise, en şefkatli ve en merhametli mânâsına
veya yaratıkların organlarını kesmek ve dağlamak suretiyle onlara işkence
etmekten en çok sakınan kimse mânâlarına gelir. Çünkü İslâmiyet:
"Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz
vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi iyi becerin. Her
biriniz bıçağını bilesin ve kestiği hayvanı dinlendirsin.”[79] gibi
buyruklarla müslümanların kalplerine merhameti ve şefkati yerleştirmiştir. Binâenaleyh,
gerçek müslümanlar bir şefkat ve merhamet timsali oldukları için harpte
ellerine geçen düşmanları öldürürken dahi, onun organlarını keserek onu
dayanılmaz işkencelere tabi tutmaktan son derece kaçınırlar. Kâfirler ise,
duygulardan tamamen mahrumdurlar. Onlar ellerine geçirdikleri düşmanlarına en
feci işkence metodlarını uygulamaktan geri kalmazlar. Hatta bundan zevk
alırlar. Bu eskiden beri böyle olmuştur, günümüzde de böyledir.
İşte Hz. Peygamber bu
hadis-i şerifte iman sahiplerinin en iffetli en merhametli kimseler olduğunu
söylemekle gerçek mü'minlerin böyle olması gerektiğini anlatmak istemiş ve
mü'minleri böyle olmaya davet etmiştir.[80]
2667.
...el-Heyyac b. îmran'dan dedi ki: İmrân b. Havayn'ın bir kölesi kaçmıştı.
Köleyi eline geçirdiği zaman onun elini keseceğine dair Allah için nezretti.
Bunun üzerine beni (bu mes'eleyi) kendi adına sormam için (Hz. Peygamberin
sahabelerine) gönderdi. Bende Semûre b. Cündüb'e gelip (meseleyi) ona sordum. O
da;
"Rasûlullah
(s.a.) bizi sadaka vermeye teşvik ederdi. Canlıların organlarını keserek
onlara işkence yapmaktanda nehyederdi." diye cevap verdi. Sonra İmran b.
Husayn'a varıp bir de O'na sordum. O da;
"Rasûlullah
(s.a.) bizi sadaka vermeye teşvik ederdi. Yaratıkların organlarını keserek
onlara işkence yapmaktan nehyederdi, cevâbım verdi.[81]
Bir önceki hadisin
şerhinde, tslamda canlıları işkence yaparak organlarını keserek öldürmenin
yasaklanmış oldu-
ğunu açıklamıştık.
Bu mevzuda Hanefî
fıkhının meşhur kitaplarından Reddü'l-Muhtâr isimli eserde şöyle deniliyor:
"Harp devam ederken burun ve kulaklar gibi azaların kesilmesinde beis
yoktur... Fetihde zikredilmiştir ki: Harp sırasın da bir müslüman kılıcıyla bîr
kafire vurup kulağını kesebilir, ikinci sefer vurup gözünü çıkarabilir. Üçüncü
sefer vurup elini kesebilir. Bir müslüman harp devam ederken bir kafiri
yakaladığında onun azalarını kesme-yip doğrudan doğruya öldürür.[82]
Sahih-i Buhârî ile,
Sahih-i Müslim'de ve diğer önemli kitaplarda harp halinde kafirlerin azalarının
kesilmesi yasaklanmıştır.
Nitekim Hattabi de;
"Müsle yasağı daha önce bir müslümanın herhangi bir uzvunu kesmemiş olan
kimseler hakkında geçerlidir. Fakat bir müslümanın herhangi bir organını kesen
bir kimseye aynı cezayı vermekte sakınca yoktur. Nitekim Yüce Allah Kurân-ı
Keriminde "Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar, siz de ona
saldırın."[83] buyurarak, bu mânâya
işaret etmiştir buyurmaktadır.[84]
2668. ...Abdullah
(b.Ömer) den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) in gazalarından birinde
bir kadın ölü olarak bulunmuş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a) kadınlarla
çocukların öldürülmesini yasaklamıştır.[85]
Bu hadis"i
Şerifte, savaşta kadınlarla çocukları öldürmenin yasak olduğu ifade
edilmektedir.
Bu mevzuda
ed-Dürrü'1-muhtar yazarı şunları söylüyor: "Savaşta kadınlar, çocuklar,
deliler, harpte bağırıp çağıramayacak ve (mürted bile olsalar) çocuğu olmayacak
derecede yaşlı olanlar, körler, topallar, kötürümler,bunamışlar, insanlara
karışmayan rahipler Ve kilise hademesi öldürülmez. Ancak bunlardan biri kral,
yahut savaşabilir, yahut harpte rey sahibi olur, yahut mal sahibi olup, malıyla
savaşa yardım ederse öldürülür.[86]
Peygamber efendimiz,
Durey b.Sımne'nin harp işlerinde görüşünden istifade edilen bir kimse olduğu
için yüzyirmi yaşında ve kör olduğu halde öldürülmesini emretmiştir. Çocuk ve
deliller savaşırlarken öldürülürler. Kadınlar, rahipler vesaire esir
edildikten sonra savaştıkları takdirde öldürülürler. Hükümdar olan kadın her
ne kadar savaşamasa bile öldürülür. Keza hükümdar olan çocuk ta öldürülür.
Çünkü hükümdarların öldürülmesinde karşı tarafın önemli bir dayanağı yıkılmış
yıkılmış olur."[87]
2669. ...Rebâh
b.Rebî'den, demiştir ki: Biz Rasülullah (s.a) ile bir savaşta idik. Halkı bir
şeyin etrafında toplanmış halde görünce; "Bunlar neyin etrafında
toplanmışlar, bak gel." diyerek (oraya) bir adam gönderdi. (Bu adam oraya
bakıp) geldi ve;
Öldürülmüş bir kadının
etrafında (toplanmışlar) dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber);
"Bu (kadın)
öldürülmez " buyurdu. (Ravi devamla şöyle dedi) İleri birliğin başında da
Halid b. el-Velid vardı. (Hz.Peygamber oraya tekrar) bir adam gönderip;
"Halid'e söyle
hiç bir kadını ve (savaşın dışında bir iş için) kiralanmış (ve emir altında)
olan bir kimseyi öldürmesin/' diye emir verdi.[88]
Bu hadisenin Mekke'nin
fethi esnasında vuku bulmuş olması ihtimali kuvvetlidir.Nitekim Taberânî'ninlbn
Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste Hz.Peygamberin Mekke'ye girişinde böyle bir
olayın meydana geldiğinden bahsedilmektedir.
Her ne kadar mevzûmuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte savaş esnasında hiç bir kadını öldürmenin caiz
olmadığı ifade ediliyorsa da, İbn Mâce'nin rivayetinde geçen; "... Bu
kadın savaşanlar içinde savaşmış değildi..." ifadesi, harpte öldürülmesi
yasaklanan kadınların, sadece savaşa katılmayan kadınlar olduğunu, bilfiil
harbe katılmış olan kadınları öldürmekte bir sakınca bulunmadığını ifade
etmektedir. Nitekim Musannif Ebû Dâvûd'un mürsellerinde, îkrime'den rivayet
ettiği şu hadis-i şerifte bu gerçeği te'yid etmektedir: "Peygamber (s.a)
Taif'te öldürülmüş bir kadın gördü. Bunun üzerine
"Ben sizi
kadınları öldürmekten menetmedim mi? Bunun sahibi kim? dedi. Müteakiben bir
adam:
Ya Rasûlallah, ben bu
kadını terkime aldım, o ise beni yere vurarak öldürmeye kalkıştı. Artık ben de
onu öldürdüm, dedi. Rasûlullah (s.a.) kadının gömülmesini emir buyurdu."
Rasûlullah (s.a.)'in
katile birşey demeyip onu takrir buyurması çarpışmaya iştirak eden bir kadının
öldürülebileceğine delâlet etmektedir.[89]
Hafız İbn Hacer
el-Askalâni'nin açıklamasına göre, İmam Malik ile İmam Evzâî; düşman,
müslümanlara karşı kalkan olarak kullansa bile yine de savaşta kadın ve
çocukların öldürülemeyeceği görüşündedirler.
İmam Şafiî ile Küfe
ulemasına göre ise, savaşta savaşan kadınlarla münafık çocukları öldürmek caizdir.
Mevzûmuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisi İmâm-ı Şafiî ile Küfe ulemâsının delilini teşkil etmektedir.
Yine mevzûmuzu teşkil
eden bu hadisi şerifte savaşta harple ilgisi olmayıp ta, harple ilgisi olmayan
işleri görmek üzere kiralanan kimseleri öldürmenin de yasak olduğu ifâde
edilmektedir. Hanefî ulemâsından Aliy-yü'1-Kârî'nin açıklamasına göre bir
kimsenin harple ilgisi olmayan ücretli bir kimse olduğunun alâmeti silahsız
olmasıdır.[90]
2670.
...Semûra b. Cündüb'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.); "Müşriklerin
yaşlılarını öldürün, çocuklarını bırakın” buyurmuştur.[91]
Henüz bulûğa ermeyen
çocuklardır.Kendişinde yaşlılık alâmetleri beliren, yahut 50-51 yaşlarına varan
kimsedir. Burada kastedilen, gücü kuvveti yerinde olup harbe yarayacak adamlardır.
Yahut mutlak surette bulûğa erenler kasdedilmiştir. Yoksa elden ayaktan düşmüş
ihtiyarlar kasdedilmemiştir. Şu halde "Buluğa ermeyen çocuklarla işe
yaramayan ihtiyarlar öldürülmeyecek," demek olur ve hadis, çocukların
öldürülmesini yasaklayan hadise muvafık düşer.
Şerh sözünden,
bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar da kastedilmiş olabilir. Böyleleri
müslüman olurlar ümidi ile öldürülmeyebilir. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel:
"Yaşlılar hemen müslüman olmazlar; gençler İslâmi-yeti kabule daha
yakındırlar" demiştir. Binâenaleyh bu hadis vergi karşılığında kâfir
olarak bırakılanlarla tahsîs edilmiş olur.[92]
2671.
...Âişe (r.anha) den demiştir ki; Kureyza oğullarının, bir tek kadınından başka
hiçbir kadın öldürülmedi. Rasûlullah (s.a.) (Kureyza oğullarının) erkeklerini
kılıçla öldürürken bu kadın benim yanımda, sarsıla sarsıla gülüyor ve (kendi
kendine) söyleniyordu. Derken sahibini göremediğim bir ses
Falanca kadın
nerededir? diye, kadının ismiyle çağırdı. Kadın da;
Benim! diye cevap
verdi. (Hz. Âişe diyorki); "Ben (o kadına);
Bu hâlin ne? dedim.
Ben bir iş yaptım (da
ondan dolayı aranıyorum), dedi ve hemen götürülüp boynu vuruldu. Ben o kadına
olan şaşkınlığımı hala unutamıyorum. Çünkü öldürüleceğini bildiği halde sırtı
ve karnıyla (sağa sola döne döne) gülüyordu.[93]
Bilindiği gibi, Benû
Kureyza Medine'deki yahudi kabilelerindendi. Medine İslam devletine tabi
idiler. Fakat hicretin beşinci, (milâdi 627) senesinde Hendek Savaşında
düşmanla birleşerek İslam devletine ihanet ettiler.
Hz. Peygamber, Hendek
savaşından sonra Benû Kureyza mahallesini kuşattı ve eli silah tutan tüm
erkekleri idam etti. Kadınlardan da sâdece bir kadının boynunu vurdu.
Hattâbî'nin beyânına
göre, kadının suçu Hz. Peygambere sövmekti. Hanefî ulemâsı da bu kadının
suçunun Hz. Peygambere sövmek olduğuna hükmetmiş ve Peygamberlerden herhangi
birine sövmenin cezasının ölüm olduğunu söylemişlerdir.
Ulemâ peygambere söven
bir kimsenin had vurularak mutlaka öldürülmesi mi gerektiği, yoksa ceza
vermeden kendisine tevbe etmesi için bir teklifte bulunmak mı gerektiği
hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bâzıları onun tevbesinin makbul olmadığı ve
dolayısıyla hemen cezalandırılması lâzım geldiğini söylerken bir kısmı da bu
kimsenin de mürted gibi tevbesinin makbul olduğunu binâenaleyh tevbe ettiği
takdirde kendisine had vurulamayacağını söylemişlerdir.
Hanefî fıkıh
kitaplarından ed-Dürrü'1-Muhtâr isimli eserde deniliyor ki: "Musannifin
Fetavâsında zikredilmiştir Ki; Peygamber efendimize dil uzatma cür'etinde
bulunan veya ona kalbiyle buğzeden müslüman hadden öldürülür. Nitekim yukarıda
geçmiştir, fakat Kitabü'ş-Şifâ'da: "Peygamber Efendimize dil uzatma
cür'etinde bulunan veya kalbiyle buğzeden müslümanın hükmü mûrted'in hükmü
gibidir." diye zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, o müslümanın
tevbesi kabul edilir yani hadden öldürülmez. Nitekim akıl sahiplerine gizli
değildir.
Musannif kendi
şerhinde: "Ben Mısır'da Hanefi müftüsü Şeyhülislam İbnAbdülaFden işittim
ki, kemal ve diğer fukaha, Bezzâziye sahibine tabi olmuşlar. Bezzâziye sahibi de
es-Seyfu'1-MeslûI sahibine tabi olmuş. es-Seyfül-Meslûl sahibi Peygamber
efendimize dil uzatan veya buğzeden müslümanın tevbesinin kabul edilmeyeceğini
kendisine nisbet edip, kendisinden başka Hanefî âlimlerinden hiçbir kimseye
nisbet etmemiştir." diye zikretmiştir. Netf, Muînu'l-hükkam,
Şerhü't-Tahâvi, Haviz-Zâhidi ve diğer mu'teber fıkıh kitaplarında:
"Peygamber efendimize dil uzatan müslümanın hükmü, mürtedin hükmü
gibidir." diye açıklanmıştır.
Netf'in ibaresi
şöyledir: Peygamber efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Hükmü mürtedin
hükmü gibidir. Mürted'e tatbik edilen ceza ona da tatbik olunur. Bundan
anlaşılmıştır ki; Peygamberimize dil uzatan kişinin tevbesi kabul edilir,
hadden öldürülmez. Nitekim evvelce geçtiği vecihle Kitabü'şşifa'da da böyle
zikredilmiştir.[94]
2672.
...es-Sa'b b. Cessâme'den rivayet olunduğuna göre; Kendisi (bir gün) Peygamber
(s.a.)'e, (savaşta) üzerlerine gece baskını düzenlenen müşriklerin saldırıya
uğrayan, kadın çocuk ve evlerinin durumunu sordu. Peygamber (s.a.)'de:
“Onlar da
onlardandır'1 buyurdu. Amr b. Dinar (bu son cümleyi) “Onlar
babalarındandır." diye rivayet ederdi.
ez-Zührî dedi ki; Daha
sonra Rasûlullah (s.a.) (savaşta) kadınların ve çocukların öldürülmesini
yasakladı.[95]
Buhârî sarihlerinden
Kastalânî'nin açıklamasına göre metinde geçen; "Onlar da onlardandır"
cümlesinden maksat; "Savaşta çocuklar ve kadınlar da mutlak surette
müşrik erkekler gibi öldürülür" demek değildir. Ancak savaşta, gece
baskını gibi müşriklerin kadın ve çocuklarını kendilerinden ayırdetmenin
mümkün olmaması gibi hallerde çocuklar ve kadınlar da öldürülebilir. Bu gibi
haller dışında çocuklar ve kadınlar Öldürülemez, demektir. Kastalânî'nin bu
izahı bu mevzuda gelen hadisler-deki farklı ifadelerin arasını
uzlaştırmaktadır.
Hattâbî de bu cümleyi
açıklarken, "Müşriklerin çocukları ve kadınları din bakımından müşrikler
gibidirler ve harpte onlar, ancak müşriklerden ayır-dedilemedikleri zaman
öldürebilirler, aksi takdirde öldürülemezler" demek suretiyle
Kastalânî'nin bu sözlerini te'yid etmiştir.
Biz mezheb imamlarının
bu mevzudaki görüşlerini 2667-2669 numaralı hadislerin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz. Metinde geçen, "Onlar
da onlardandır” cümlesi, Müslim'in Amr b. Dînâr'-dan naklettiği hadiste;
"Onlar babalarindandır"[96]
şeklinde geçmektedir.
Her ne kadar Zührî
mevzuumuzu teşkileden bu hadisin neshedildiğini söylemişse de bu doğru
değildir. Çünkü yukarıda da açıkladığımız gibi bu hadis müşriklerin kadınları
ile çocuklarının öldürülmesini mutlak surette emretmiş değildir. Müşriklerin
Öldürülmesi cevazı gece baskını gibi çoklarla kadınları erkeklerden
ayırdetmenin mümkün olmadığı hallerle ilgilidir ve bu hüküm kıyamete kadar
geçerlidir.[97]
1. Düşmana
gece baskını düzenlemek caizdir.
2. Daha önce
dine davet edilen kafirlere, bılahere habersiz olarak baskın yapılabilir.
3. Kâfirlerin
çocukları dünyevi muamelelerde babalarına tabidirler.Hadisin Âhiretle ilgili
hükümleri hakkında ise üç görüş vardır:
a) Kâfirlerin
çocukları ergenlik çağına varmadan ölürlerse cennetlik olurlar,
b) Cehennemliktirler,
c) Bu
mevzuda birşey söylenemez.[98]
2673.
...Muhammed b. Hamza el-EsIemî'nin babasından rivayet olunduğuna göre,
Rasûlullah (s.a.) onu bir seriyye'nin başına başkan tayin etmiş (Bu zat
başından geçen hadiseyi) şöyle anlattı: Seriyyenin yanma vardım. Rasûlullah
(s.a.);
"Eğer falan
kimseyi bulursanız onu ateşle yakınız," buyurdu. Sonra ben (seriyyenin
yanından) geri döndüm. (Rasûlü Ekrem) beni çağırdı. Huzuruna varınca;
"Falan kimseyi
bulursanız onu öldürünüz. (Fakat) onu yakmayınız. Çünkü ateşle ancak ateşin
sahibi (olan Allah) azâbeder." Buyurdu.[99]
Şevkâni'nin
açıklamasına göre ulemâ ateşle cezalandırma mevzuunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Hz. Ömer ile İbn Abbas (r.a.) bunun mutlak surette mekruh olduğunu
söylemişlerdir. Hz. Ali (k.v. ile Halid b. Velîd'e göre ise mahlûkatı bu
şekilde cezalandırmak caizdir.
el-Mühelleb, bu
hadis-i şerifte geçen yasağın tahrim ifade etmediğini ve canlıları bu şekilde
cezalandırmanın da buna delâlet ettiğini söylemiştir. Mühelleb, Hz. Peygamberin
Arenîlerin gözlerine mil çekmesini, Hz. Ebû Bekr'in bazı kimseleri sahabenin
huzurunda yakmasını ve Halid b. Velîd'-in dinden dönen bazı kimseleri ateşle
cezalandırdığı gibi Hz. Ali'nin de bu cezayı tatbik edişini delil olarak
göstermiştir.[100]
Ateşle cezalandırmanın
caiz olduğunu söyleyenler, Hz. Peygamberin, hadis uyduran bir kimse hakkında
diri yakalandığı takdirde öldürülmesi, ölü olarak yakalandığı takdirde
yakılması için emir verdiğini ve neticede, o kimsenin yılan sokması neticesinde
ölü olarak bulunup cesedinin ateşte yakıldığını ifade eden hadis-i şerifle
Buhari'nin rivayet ettiği şu hadisi de delil olarak gösterirler.[101]
"Nebilerden
birini bir karınca ısırdı. O peygamber, karıncaların ocağının yakılması)nı
emretti de (onların ocağı) yakıldı. Bunun üzerine Allah Teâlâ o peygambere:
"Seni bir karınca
soktu değil mi? Ya sen Allah'ı teşbih eden ümmetlerden bir ümmeti yakmadın
mı?" diye hitâb etmiştir.[102]
Tirmiziyyü'l-Hâkim bu
hadis hakkında, "Allah bir karıncanın yakılmasına izin verdiğine göre bu
karıncanın dışında kalan canlıları yakmanın da caiz olduğu ortaya çıkar."
demiştir.[103] Canlıları yakmanın caiz
olmadığını söyleyen ulemaya göre, canlıları yakmanın caiz olduğuna dâir deli!
olarak ileri sürülen hadislerin hiç birinde de böyle bir cevaza delâlet eden
bir mânâ yoktur. Çünkü Hz. Peygamberin Arenîlerin gözlerine kızgın mil çekmesi
bir kısas idi. Çünkü onlar daha Önce bâzı müslümanların gözlerine kızgın mil
çekmişlerdi. Ayrıca bu uygulama sonradan neshedildi. Her ne kadar sahabilerden
bazısı ateşle cezalandırmayı caiz görmüşlerse de, bâzıları bunun yasak olduğunu
söylemiştir. Oysa bilindiği gibi sahabilerin bazılarının muhalefetiyle
karşılanan bir sahabinin uygulaması delil olma niteliğinden mahrumdur. Ayrıca
bu hadis canlıları ateşle cezalandırmanın haram olduğunu ifade etmekte,
canlıları ateşle cezalandırmaya cevaz veren baş taraftaki cümleler, son cümleyle
neshedilmiş bulunmaktadır:[104]
Kâmil Miras bu hadisle
ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: "Hadiste adlan açıkça söylenmeyip
kinaye târiki ile zikredilen bu iki şerirden birisi Hebbar İbn Esved'dir. Ve
bunda ravilerin ittifakı vardır. Ötekini tayinde ihtilaf edilmiştir. İbn Hişam,
Siyretinde Halid İbn Abdi Kays diye gösterir. Peygamberimizin bunlar hakkında
ateşte yakmak gibi ağır bir ceza tayin buyurması, peygamberin kerimesi
Zeyneb'in ölümüne sebeb olmaları ile suçlu olmalarındandır. Şöyle ki:
Rasûlullah hicretten evvel kızı Zeynebi, Ebü'l-Âs îbn Rebi' ile evlendirmişti.
Ebü'l-As müşrik olduğundan Zeyneb, peygamberimizle hicret edemeyip Mekke'de
kalmıştı. Bedir harbinde, Ebû Cehil ordusunda, Ebu*l-As da bulunup esir düşmüş
ve Zeynebi Medine'ye göndermek şartıyla bırakılmıştı. Ebu'l-As bu şarta bağlı
kalarak Zeyneb'i rahat bir şekilde Medine'ye göndermek için mükemmel teçhiz
ederek yolcu etmiş ve kendisine hizmet etmek üzere bu iki şahsı refakatine
vermişti. Bunlar yolda Zeyneb'in bindiği deveye mü-dahele ederek o sırada
hamile olan Hz. Zeynebi mahfesinden düşürmüşler ve karnındaki çocuğuyla
birlikte ölümüne sebeb olmuşlardır. Bu ağır cinayetin cezasının da o nisbette
ağır olacağı tabii idi. O devirde ihrak (yakma) cezası da vahşet sayılmazdı.
Bu cihetle Rasûlullah ilk önce böyle bir cezanın tatbikini emretmişken bunu,
İslam dîninin tesis etmekte olduğu yüce medeniyetle bağdaştırmadığından
bilahere ölüm cezasıyla cezalandırılmalarını emir buyurmuştur.[105]
1. Bir
hükümle amel edilmeden önce, o hükmün neshedılmesı caizdir.
2. Hadlerde
ateşle yakma cezası yoktur. Hadler kılıçla yerine getirilir. Küfe ulemâsıyla
en-Nehâî, es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve taraftarları ile Hicaz ulemâsından Atâ bu
görüştedirler.
Ulemadan bir topluluk
ta, Hz. Ali'nin görüşüne tabi* olarak dinden dönenleri yakmanın caiz olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da, ancak bir kimseyi yakmış olan kimselerin
yakılabileceğini, bunların dışında kimsenin yakılamayacağını söylemişlerdir.
İmam Mâlik ile Medîneliler, Şafiî ulemâsı İmam Ahmed ve îshak (r.a.)'de bu
görüştedirler.
3. Bir
müctehîdin kendi içtihadıyla vermiş olduğu bir hükümden dönmesi caizdir.
4. Bir hüküm
verdikten sonra delilini zikretmek müstehabdır.
5. Sünnet,
sünneti neshedebilir. Bu mevzuda ittifak vardır.[106]
2674. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den demiştir ki: Rasûluliah (s.a.) bizi (bir miktar askerle birlikte
savaşa) gönderdi ve gönderirken (şöyle) buyurdu: "Eğer, falan kimse ile
falan kimseyi bulursanız...” (Hz. Ebû Hureyre rivayetinin bundan sonraki
kısmında bir önceki hadîsin) mânâsını nakletti.[107]
Bir önceki hadisin
şerhinde bu hadisle ilgili açıklama bulunduğundan burada tekrara lüzum
görülmemiştir.[108]
2675.
...Abdullah b. Mes'ûd'dan; demiştir ki: Rasûluliah (s.a.) ile bir seferde idik,
bir ihtiyacından dolayı (yanımızdan) uzaklaşmıştı. O sırada iki tane
yavrusuyla birlikte bir kaya kuşu gördük ve yavrularını yakaladık. Bunun
üzerine (anne) kuş gelip kanatlarını (onların üzerine) germeye başladı. Derken
Peygamber (s.a.) geldi ve;
"Bunu
yavrularıyla üzen kimdir? Onları kendisine geri veriniz!" buyurdu. Yine
(Fahr-i kainat efendimiz) bizim yakmış olduğumuz bir karınca yuvasını gördü
de;
"Bunu kim
yaktı" diye sordu. Biz de,
Biz dedik.
"Ateşle
cezalandırmak, ateşin yaratıcısından başka hiçbir kimse için uygun
değildir," buyurdu.[109]
2673 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi bu hadis-i şerifte yaratıkları ateşle
cezalandırmanın yasak olduğuna delalet etmektedir.
Metinde geçen hummare
kelimesi başı ve gagası kırmızı olan ve Türkçede kaya kuşu diye bilinen bir kuş
türü anlamına gelir.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre bu hadis eşek arılarının ocağını yakmanın mekruh olduğuna
delalet etmektedir. Karıncalara gelince bunların ocağım yakmak için bir sebep
yok gibidir. Çünkü bunların yuvalarım yakmadan da zararları önlenebilir.
Esasen karıncalar iki
kısımdır. Bunlardan bir kısmı insanı rahatsız eder ve zararlıdır. Bunların
zararını önlemek için ateşle yakma yoluna gidilmeden öldürülmeleri caizdir.
İkinci kısım
karıncalar ise uzun bacaklıdırlar. Bunlar zararsız oldukları için
Öldürülmeleri caiz değildir.[110]
1. Karıncaların
yuvalarını ateşe vermek caiz değildir.
2. Hayvanların
kendilerine muhtaç olan yavrularını yakalayarak onları rahatsız etmek yasaktır.[111]
2676.
...Vasile b. el-Eşkâ'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Tebûk savaşma (gidilmek
üzere) çağrıda bulundu. Bunun üzerine ben hemen (harp için gerekli malzemeyi
temin etmek için) ailemin yanına vardım. Geri döndüğümde Rasûlullah (s.a.)m
sahâbilerinin ilki (savaş için yola) çıkmış bulunuyordu. Bunun üzerine
Medîne'de
Bir adama (savaştan
kazanacağı) ganimeti karşılığında kiralık at verecek kim vardır? diye bağırmaya
başladım. Derken Ensardan yaşlı bir adam;
Savaştan kazanacağı
ganimetin bizim olması şartıyla ona bizimle nöbetleşe bineceği bir hayvan
veririz, yemesi de bizimledir diye haykırdı.
Ben de;
Kabul dedim. (Yaşlı
adam);
Yüce Allah'ın bereketi
üzere (savaş için) yürü dedi. Ben de (bu) hayırlı arkadaşla (yola) çıktım.
Nihayet Allah bize (bu yolculuktan) bir fey nasibetti. Benim hisseme de
birtakım genç develer isabet etti.Develeri sürüp ona getirdim. (Arkadaşım)
çıkıp develerin (arkasına konan) heybelerinin birinin üzerine oturdu. Sonra;
Bunları geriye, doğru
sür dedi. Sonra da;
İleri doğru sür dedi.
Arkasından da;
Senin genç develerinin
kıymetli olduklarım görüyorum, dedi. (Ben de ona);
Bu(nlar) benim sana
şart koştuğum sana ait ganimet(Ier)dir dedi(m).
Ey kardeşim (bu) genç
develerini al (götür). Bizim arzumuz (aslında) senin ganimetinden başka (Ahiret
sevabı ve senin arkadaşlığın) idi. cevâbını verdi.[112]
Bir fıkıh terimi
olarak "fey", savaşmaksızın müslümanlann, düşmanlar dan ele
geçirdikleri mal demektir.
Hadîs-i şerifte açıkça
belirtildiğine göre bu hadise hicretin dokuzuncu yılında cereyan eden Tebûk
seferinde geçmiştir.
Bilindiği gibi Tebûk
seferi, Bizanslıların müslümanlara karşı besledikleri düşmanca niyyetlerin
bertaraf edilmesi maksadıyla yapılmıştı. Fakat bu sefer Bizanslıların harp
sahnesinde görülmemeleri üzerine herhangi bir çatışma olmadan sonuçlanmıştı.
Ancak Halid b. Velid
bu seferden sonra, DûmeCül-Cendel'e gidip orada Ukeydir'i esir etmiş ve onu iki
bin deve sekizyüz at, dörtyüz zırh ve dörtyüz mızrak karşılığında serbest
bırakmıştı. Hz. Vâsıla da Hz. Ha-lid'in birliğinde olduğu için kendisine bu
fey'den birtakım genç develer isabet etti.
Her ne kadar Hz.
Vâsılâ'nın elde edeceği ganimet karşılığında bir hayvan kiraladığından bahseden
bu hadisin, bab başlığındaki, "Bir kimsenin bir kimseye (savaştan elde
edeceği) ganimet karşılığında hayvan kiraya vermesi" cümlesiyle ilgisi
açıksa da bu hadisin, yine bab başlığındaki; "Bir kimsenin diğer bir
kimseye (hayvanla kazanacağı kârın yarısı karşılığında) hayvan kiraya vermesi
cümlesiyle bir ilgisi görülmemektedir.
Demek ki Musannif Ebû
Dâvûd şu noktadan hareket ederek bu hadisle başlıktaki sözkonusu cümle
arasında şöyle bir ilgi kurmuştur: "Madem ki miktarı meçhul olan bir
ganimet karşılığında bir hayvanı kiraya vermek caiz oluyor o halde bu hayvanla
kazanılacak miktarı meçhul bir kârın yarısı karşılığında hayvanı kiraya
vermenin de caiz olması gerekir."
Fakat hadis sarihleri;
"Hz. Peygamber, Hz. Vâsılâ'nın bu şartlarla hayvan kiraladığını, ne
görmüştür ne duymuştur, ne de takrir veya emretmiştir. Binâenaleyh, Hz.
Peygamberin böyle bir kiralama olayını tasvib ettiği sabit değildir. Hem de Hz.
Vâsılâ'nın yaptığı bu kiralama, kiralamanın sıhhatinin şartlarına uygun
olmadığından sahih değildir." gerekçesiyle Musannif Ebû Dâvûd (r.a.)'in bu
görüşünü tenkid etmişlerdir.
Hadis ulemâsından
Hattâbî (r.a.) bu mevzuda şunları söylüyor: "Bir kimsenin diğer bir
kimseye savaşta kazanacağı ganimet karşılığında hayvanını kiraya vermesinin
caiz olup olmadığı mevzuunda ulemâ İhtilâfa düşmüşlerdir." Ahmed b.
Hanbel (r.a.) bunda herhangi bir sakınca görmediğini söylemiştir.
İmam Evzâî de bunu
caiz görmektedir. Malik b. Enes'e göre hayvanı bu şartla kiraya vermek
mekruhtur. İmam Şafiî de bunun caiz olmadığını, ancak hayvanını bu şekilde
kiraya veren kimsenin işi bittikten sonra pazarlık ettiği kirayı değil de o
gün için o hayvanın benzerlerinden alınan binme ücretini alabileceğini
söylemiştir.[113]
2677. ...Ebû
Hüreyre, Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittiğini söylüyor:
"Azîz ve Celîl
olan Allah bukağılarla bağlı olarak cennete sürüklenen bir toplumdan hoşnut
olmuştur."[114]
Metinde geçen
"acibe" kelimesi kıymet verdi, Önem verdi memnun ve hoşnut oldu gibi mânâlara gelir.
Bu cümlede ise, değer
ve önem verdi mânâsında kullanılmıştır. Buna göre, cümlesi; "Bukağılarla
bağlanmış olarak cennete sürüklenip götürülen kimselere Allah çok değer verir.
Onların Allah yanındaki değeri büyüktür," mânâsına gelir. Bu cümlenin;
"Allah bukağılar içerisinde cennete sürüklenen kimselerden memnun ve razı
olur, onlara çok sevab verir," anlamına geldiği de söylenmiştir.
Hanefi ulemasından
Alüyyü'l-kari'ye göre bu cümle ile övülmek istenenler savaşta esir edilerek
zorla kelepçelenip tslam ülkesine getirilen, sonra Allah'ın lütfuyla
kendilerine îmân nâsib olan ve bu sayede cennete girmeye hak kazanan
kimselerdir. Binâenaleyh burada bukağılarla cennete sürüklenen kimselerden
maksat elleri ve ayakları bağlı olarak, İslâm ülkesine getirilen ve sonra da
kendi arzularıyla "İslam dinine giren kimselerdir". İslam insanı
cennete götürdüğü için hadisi şerifte, "İslama girme" yerine,
"Cennete girme" tabiri kullanılmıştır.[115]
Kirmânî ile Bermavî'ye
göre ise bu hadîs-i şerifte övülmek istenenler, "Savaşta kafirlere esir
düşerek elleri ayakları bağlanıp şehid edilen ve kıyamet gününde de bu haliyle
Allah'ın huzuruna çıkartılan müslüman mü-câhidlerdir."
Bu mevzuda Hafız
Münziri de şunları söylüyor: "Aslında bu cümle ile övülmek istenen
kimseler, zorla İslama sokulan esirlerdir. Ulemâdan bâzıları hayırlı bir işe
zorlanan herkesi bu hadisin hükmü içerisine sokmuşlardır."[116]
AIiyyü'l-Kârî'nin
açıklamasına göre, burada övülen kimselerin nefs-i emmârenin tuzaklarına düşüp
elleri ayakları bağlanan, nevasının bataklıklarına saplanıp kalan fakat
Allah'ın cezbesiyle hidâyet yoluna sürüklenen, sûflî duygulardan kurtulup ulvî
duygulara ve dolayısıyla cennete yol bulan kimseler olması ihtimali de vardır.
Pranga ve kelepçelerle
hastalık, fakirlik, musîbet gibi insanı dünyevi lezzetlerden ve günahlardan
koruyup da Allah'a sığınmaya zorlayan haller de kasdedilebilir.[117]
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki, Aliyyü'1-kârî (r.a.) bu hadisin zahiri ve batınî mânâsım en
güzel ve doğru bir şekilde açıklamıştır. Buna göre harp esirlerinin ellerini
ayaklarını bağlayarak İslam ülkesine sevket-mek caizdir.[118]
2678.
...Cündûb b. Mekis'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), Abdullah b. Gâlib
el-Leysî'yi bir seriyye ile (savaşa) göndermişti. Seriyye de ben de vardım.
(Seriyyeyi oluşturan) askerlere el-Kedîd (denilen yer) de,bulunan el-Mülevveh
oğullarına ayrı ayrı kollardan baskın yapmalarını emretti. (Yola) çıktım.
el-Kedîd (denilen yer)e varınca el-Haris b. el-Bersa el-Leysi'yle karşılaştık
ve onu yakaladık.
Ben (buraya) sadece
Islamı isteyerek geldim ve ancak Rasûlullah (s.a.)'a (varmak) için (yola)
çıktım, dedi. Biz de;
Eğer sen (gerçekten)
müslüman isen bizim seni bir gün ve bir gece bağlamamız sana zarar vermez. Eğer
bunun aksine ise biz de seni bağlıyoruz, dedik ve onu sıkıca bağladık.[119]
Bezlu'l-mechûd yazan,
Eş-Şeyh Halil Ahmed es-Sehârenfûrî'nin ifadesine göre, Rasûl-i zîşân
efendimizin sözü geçen seriyyenin başına kumandan olarak tayin ettiği kişinin
adı metinde geçtiği gibi Abdullah b. Galib değil, Galib b. Abdillah'dır. Her
ne kadar, bazı kayıtlarda bu kişinin ismi mevzumuzu. teşkil eden hadiste olduğu
gibi Abdullah b. Gâlib şeklinde geçiyorsa da kayıtlara bir yanlışlık eseri
olarak böyle geçmiştir. Doğrusu Gâlib b. Abdillah'dır. Siyer ulemâsının
verdiği bilgilere göre mevzumuzu teşkîl eden hadîs-i şerifte anlatılan hadise
hicretin beşinci yılında vuku bulmuş ve seriyye onbeş kişiden ibaretmiş.
Hattâbi'nin de ifade
ettiği gibi bu hadis-i şerif, kâfir olan bir esîri, bukağı ve kelepçelerle
bağlamanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Serbest bırakıldığı takdirde
şerrinden emin olunamayan veya kaçmasından korkulan tüm esir, cani ve mahbuslar
da bu hükme girerler.[120]
2679. ...Sâid
b. Ebi Said'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Ebû Hüreyre'yi (şöyle) derken
işitmiş; Rasûlullah (s.a.) Necid taraflarına bir süvari birliği gönderdi. (Bu
birlik) Hanife oğullarından olan ve Semâme b. Üsal diye anılan Yemâme halkının
başkanını (yakalayıp) getirdi. Onu mescidin direklerinden birine bağladılar. Rasûlullah
(s.a.) onun karşısına geçti ve;
"Ey Sümame içinde
taşıdığın (gerçek düşünce) nedir?" dedi.
Ey Muhammed içimdeki
hayırdır. Eğer öldürürsen kan sahibi birini öldürmüş olursun. Eğer bir iyilikte
bulunursan (iyiliğe) şükreden bir kimseye iyilik etmiş olursun. Eğer mal
istiyorsan. îşte ondan sana istediğin kadar verilir. Cevabını verdi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) onu öylece bıraktı. Ertesi gün olunca (Hz. Peygamber)
ona;
“Ey Sümame içinde
taşıdığın (gerçek düşünce) nedir?" diye (tekrar) sordu. O da (bir gün
önceki) sözün aynısını tekrarladı. Rasûhıllah (s.a.) onu tekrar bırakıp gitti,
ertesi gün olunca (burada ravi daha önce geçen) şu (yukarıdaki soru ve
cevab)ların aynısını anlattı (ve rivayetine şöyle devam etti); Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.):
"Sümame'yi
serbest bırakınız" dedi (Serbest bırakılan Sümame) Mescide yakın bir
hurmalığa gitti. Orada yıkandı sonra mescide girip "Eşhedüenlâ ilahe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdü-hû ve rasûluhu" diyerek şehadet
getirdi (Bu) hadisi (bu şekliyle Ku-teybe) rivayet etti.
İsa (bu hadisdeki
-Eğer öldürürsen kan sahibi birini öldürmüş olursun- cümlesindeki "kan
sahibi'* lafzını); Bize el-Leys*in haber verdiğine göre, (Sümame Hz.
Peygambere;)
Eğer öldürürsen söz
sahibi birini (öldürmüş olursun) cevâbını vermiştir, diye rivayet etti.[121]
Beni Hanîfe Yemâme'de
yaşayan meşhur bir kabiledir. Hz. Sümame bu kabilenin reîsi idi. Islâmiyeti
kabulünden sonra da sahabe-i kiramın büyüklerinden olmuştur. Kıssa, Mekke'nin
fethinden evvel geçmiştir. Onun için de "Sümame'yi esir edip getiren
Abbas b. Abdi'l Muttalib'dir." diyenlerin sözüne itibar edilmemiştir.
Çünkü Hz. Abbas o zaman henüz müslüman olmamıştı. O müslümanlığı Mekke'nin
fethinde kabul etmiştir.[122]
Metinde geçen ve
"...İçinde taşıdığın duygu nedir?" manasına gelen cümleye
"Kalbinde İslama rağbet veya nefret hislerinden hangisi vardır?"
"Sana nasıl
muamele yapacağımı zannediyorsun?" gibi değişik manalar verilmiştir.
Aslında bu cümlede bulunan istifhamiyye, ism-i mevsul, de sıla olur. Bununla
beraber bu cümleyi daha başka şekillerde tahlil etmek te mümkündür. Şöyle ki:
Hz. Üsame'nin bu soruya, "Ey Muhammed içimdeki hayırdır." diye cevap
vermesi; "Sen Zalimlerden değilsin; afvını ve ihsanını umarım."
manasınadır. Peygamber (s.a.) bu soruyu üç gün tekrarlamış, Sümame (r.a.) de üç
gün aynı cevâbı vermiş, "Eğer öldürürsen kan sahibi birini Öldürmüş
olursun..." demiştir.
Kadı Iyâz'ın beyânına
göre bundan maksat; "Öldüreceğin adam şerefli bir reis olduğu için kanı
dava edilecek ve katilinden öç alınacak bir adamdır..." demektir. Diğer
ulemâ: "Sümame'nin bu sözü kanı heder olmaya lâyık, ölümü haketmiş birini
öldürmüş olursun. Binaenaleyh onu öldürmekle mes'ûl olmazsın manasına
gelir." demişlerdir.[123]
"Zademin" kelimesinin "za zemmin" şeklindeki rivayeti
nazar-ı itibara alınacak olursa o zaman bu cümleye "Eğer öldürürsen
kendisine hürmet edilen, sayılan ve sözü dinlenen bir kimseyi öldürmüş
olursun." şeklinde mânâ vermek gerekir.
Hz. Peygamberin aynı
suali üç gün tekrar etmesi kalpleri İslâmiyete yatıştırmak ve müslüman olması
ümit edilen eşrafa bir lütufkarlık göstermek içindir. Zira bu gibi zevatın
ardından onlara tabi bir çok kimselerin müslüman oldukları bilinen bir şeydir.[124]
1. Esiri
bağlayıp hapsetmek ve kafiri mescide sokmak caizdir. Halife Ömer b. Abdılazız
ile Katade ve İmam Malik'e göre kâfirin mescide girmesi caiz değildir.
İmam-ı Âzam, kitab
ehli olanların girmesine cevaz vermiş, imam Şafiî ise müsİümanın izin vermesi
şartı ile ehl-i kitap olsun, olmasın, bütün kâfirlerin mescide girebileceğini
söylemiştir. Müşriklerin Mescid-i Harama girmelerini yasak eden âyete gelince,
Şâfiîler bunu, Mescid-i Harama mahsus kabul etmiş ve oraya girmelerinin caiz
olmadığını söylemişlerdir. Hanefî-lere göre bu âyetten murad, müşriklerin
istila için yâhud kendi âdetleri olan çırılçıplak tavaf etmek maksadı ile
girmeleridir. Ehl-i kitabın ziyaret için girmelerinde sakınca yoktur.
2. Esiri
karşılık almadan serbest bırakmak caizdir.
3. Kâfir
müslüman olunca yıkanması gerekir. Ancak bu kısım ihtilaflıdır. Hanefiler'den
rivayet edilen bir kavle göre cünüb iken müslüman olan kâfirin yıkanması farz;
diğer kavle göre, müstehaptır. Şâfiîlere göre müslüman olmak isteyen bir
kâfirin hemen İslâmı kabul etmesi, şayet küfür halinde cünüp oldu ise ondan
sonra yıkanması icâb eder. Küfür halinde iken yıkanması yeterli değildir.
Bazıları yeterli olacağını söylemişlerdir. Yine Şâfiîlerden bazıları ile,
Mâlikîler hiç gusul icâbetmeyeceğine kail olmuşlardır; onlara göre cünüblük
hükmü, müslüman olunca sükût etmiştir. Fakat bu kavil zâif görülmüştür.- Cünüb
olmayan bir kâfir müslüman olursa, îmam Mâlik ile Şâfiîlere ve diğer ulemâya
göre yıkanması müste-hâb olur.
İmam Ahmed'le bazı
ulemâ: "Müslüman olan kâfirin mutlak surette yıkanması vacibtir."
demişlefdir.[125]
2680.
...Yahya b. Abdillah b. Âbdirrahman b. Sa'd b. Zürâre'-den; demiştir ki:
(Kureyşli) esirler (Medine'ye) getirildikleri zaman, Şevde binti Zem'a,
Afrâ'nın (o anda) evlerinde bulunan Avf ve Muavvız isimli oğullarının yanında
idi. Bu (hadise) Hz. Peygamber'in hanımları hakkında örtünme (emri) gelmeden
önce (olmuş) idi. Şevde (r.anha) diyor ki; Ben (o gün) onların yanında idim.
(yanıma) gelindi ve (o anda Medine'ye getirilen esirlere işaret edilerek);
Şu esirler (Bedir'den)
getirildiler, denildi. Ben de evime döndüm. Rasûlullah (s.a.) evde idi. Bir de
ne göreyim, Ebû Yezîd Süheyl b. Amr odanın bir köşesinde elleri bir iple
boynuna bağlanmış bir halde duruyor: (Ravi Yahya rivayetine devam ederek)
hadisi (sonuna kadar) nakletti.
Ebû Dâvûd der ki; Avf
ile Muavvız (Bedir'de) Ebû Cehl b. Hişâm'ı öldürdüler. Onunla karşılaştıklarında
(onu) tanımamışlar bile. Her ikisi Bedir'de şehid edildiler.[126]
Ebû Abdillah
el-Hakîm'in Müstedreki ile Zehebi'nin Telhîsinde de rivayet edilen bu hadisin
devamı şöyledir: "Al
lah'a yemin olsun ki
ben Ebû Yezid'i bu halde görünce;
Ey Ebû Yezid şerefle
Ölmekten kaçtınız da kendi ellerinizle kendinizi teslim mi ettiniz? demekten
kendimi alamadım. Ancak Rasûlullah (s.a.) in evden
"Ey Şevde! Bu
sözü Allah'a ve Rasûlüne karşı mı söylüyorsun?" diye seslenmesiyle kendime
gelebildim. Bunun üzerine;
Ey Allah'ın Rasûlü
seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki: Ebû Yezid'i iple elleri boynunda
kavuşturulmuş görünce kendime hakim olamadım da onun için bu sözleri söyledim,
dedi.
Hakîm'in bu rivayeti
Müslim'in şartlarına göre sahihtir. Her ne kadar musannif Ebû Dâvûd bu hadiste
Ebu Cehl'in Afra isimli kadının oğullarından Muavviz ile Avf tarafından
öldürüldüğü ifade ediliyorsa da aslında musannif Ebû Dâvûd'la İbn Sa'd'dan
başka Ebu Cehli öldürenler arasında Hz. Avf'ın ismini zikreden yoktur. Bezlü'I-Mechûd
yazarı, Ebu Cehli öldürenler Afra hatunun Muaz ve Muavviz isimli oğullarıdır.
Ancak Ebû Cehl'in Muaz b. Amr b. Cemûh ile Muaz b. Afra tarafından
öldürüldüğüne dair rivayetler de vardır.[127]
Buhârî'de bu hadise
şöyle anlatılıyor: Muâz b. Amr b. Cemûh ile Muaz b. Afra peygamberimizin
huzuruna geldiler ve hadiseyi anlattılar. Peygamberimiz onlara;
“Kılıçlarınızı
şildiniz mi?" diye sordu.
Hayır silmedik
dediler. Bunun üzerine, peygamberimiz onların kılıçlarını gözden geçirdi.
"İkiniz de
öldürmüşsünüz" dedi. Fakat Ebu Cehl'in kılıcını ve eşyasını Muaz b. Amr
b. Cemûh'a verdi."[128]
doğrusu da budur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisi şerifte Bedir'de ele geçirilen esirlerin Medine'ye getirildiği
sırada, Hz. Muavviz b. Afra ile Avf b. Afra'nın Medine'de bulundukları ifâde
edilmektedir. Oysa bazt haberlerde Muavviz b. Afra ile Avf b. Afra'nın
Bedir'de Ebu Cehil tarafından şehid edildiği ifade edilmektedir.[129]
İşte mevzûmuzu teşkil eden hadîste geçen bu ifâdenin tarihi gerçeklere aykırı
olduğunu ifade etmek için musannif Ebû Dâvûd hadisin sonuna bir ta'lik ilâve
ederek, "Avf ile Muavvız Bedir'de şehid edildiler." demek lüzumunu
hissetmiştir. Bu hadis-i şerifte anlatılmak istenen şudur: "Bir esirin
kaçmasını önlemek, ya da tehlikesinden emin olmak için ellerini, kelepçelemek
veya bağlamak caizdir."[130]
2681.
...Enes'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) es-hâbını (Bedr'e
gitmeye) davet etmiş, onlarda Bedr'e (doğru) yola çıkmışlar, (yolda) Kureyş'in
su taşıyan develeriyle karşılaşıvermiş-ler, (develerin idarecisi olarak)
başlarında da Haccac oğullarına ait siyah bir köle varmış, bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.)'ın ashabı onu yakalayıp
"Ebû Süfyân
nerededir? diye köleyi sorguya çekmişler. O da;
"Vallahi benim,
onun işi hakkında hiçbir bilgim yoktur. Fakat işte Kureyş geldi, içlerinde Ebû
Cehîl, Râbiâ'nın iki oğlu Şeybe ile Utbe ve Umeyye b. Halef de vardır, diyordu.
O bunu söylüyor (sahabe-i kiram da) onu dövüyordu. Bunun üzerine (köle korkusundan);
Beni (dövmeyi)
bırakınız, beni bırakınız, size (gerçeği) haber vereceğim." diyordu.
Bıraktıkları zaman da;
Vallahi benim Ebû
Süfyân hakkında hiçbir bilgim yok. Ama işte Kureyş (size doğru) yola çıktı
içlerinde Ebu Cehil, Râbiâ'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe ve Umeyye b.Halef de
var. (Size doğru) yöneldiler." diyordu. Peygamber (s.a) de namaz kılıyor
ve bu konuşmayı işitiyordu. Namazı bitince;
"Nefsim yedi
elinde olan Zât'a yemîn olsun ki, siz onu doğru söylediği zaman dövüyürsunuz,
yalan söylediği zaman da bırakıyorsunuz. İşte Kureyş Ebu Süfyam (sizin
saldırınızdan) korumak için (size) yönelmiş (üzerinize gelmektedir."
buyurdu.
(Daha sonra) Enes
şöyle devam etti; Rasûlullah (s.a.) (onlara bu ikazı yaptıktan sonra);
"Şurası yarın
falanın düşeceği yerdir." deyip elini yere koydu "ve şurası da yarın
falanın düşeceği yerdir." deyip elini tekrar (bir başka) yere koydu.
"Şurası da yarın falanın düşeceği yerdir." deyip elini tekrar (bir
başka) yere koydu. Şurası da yarın falancanın değeceği yerdir." deyip elini
(bir başka) yere (daha) koydu. (Enes) dedi ki: Nefsim elinde olan Allah'a yemin
ederim ki ertesi gün müşriklerden hiçbiri Rasûlullah (s.a.)'m elini koyduğu
yerden öteye geçemedi. (Hepsi de işaret edilen yerlere düştüler). Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) onlar hakkında emir verdi ayaklarından tutulup
çekilerek Bedr'in Kuleyb isimli kuyusuna atıldılar.[131]
Metinde geçen Ravâyâ
kelimesi, Râviye kelimesinin çoğuludur. Râviye ise, "Su taşıyan deve"
demektir. Bu hadis mürseldir. Fakat bilindiği gibi sahabinin mürsel haberi
merfu' hükmündedir.[132]
1. Kendisine
eman verilmeyen kâfir esir, fayda temın edileceğine inanıldığı zaman
dövülebilir.
2. Hz.
Peygamber bir mucize olarak istikbâle âit bâzı haberler verirdi ve bu haberler
aynen onun ağzından çıktığı şekilde vukua gelirdi.[133]
2682.
...İbn-i Abbas (r.a.)'den demiştir ki: (İslam'dan önce) çocuğu yaşamayan (bir)
kadın çocuğu yaşadığı takdirde onu yahudi olarak yetiştireceğine dair adakta
bulunurdu. İçlerinde Ensar çocukları da bulunan (yahudilerden) Nâdir oğulları
(Medine'den) sürgün edilince (Ensâr);
"Biz
çocuklarımızı bırakmayız, dediler. Bunun üzerine Azız ve Celîl olan Allah;
"Dinde zorlama
yoktur. Gerçek hak, bâtıldan iyice ayrılmıştır...”[134]
ayet-i (kerimesi)ni indirdi.
Ebû Dâvûd dedi ki;
Miklât, çocuğu yaşamayan kadın demektir.[135]
Metinde geçen âyet-i
kerîmenin iniş sebebi hakkında çeşitli rivayetlerden birine göre; İslâm'dan
önce çocuğu yaşamayan ensâr kadınları, çocuğu olduğu takdirde onu yahûdîler
arasında yetiştirip yahûdî yapacaklarını adarlardı. Çünkü Yahudileri, din
bakımından kendilerinden üstün görürlerdi. Böylece bazı ensar çocukları,
yahûdîler arasında büyümüş ve yahûdî olmuşlardı. İslam gelip de yahudilerden,
Na dır oğullan yurtlarından sürülünce Ensarlılar: "Biz çocuklarımızın
onlarla beraber gitmesine izin vermeyiz" dediler ve çocuklarını müslüman
olmaya zorlamak istediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Nitekim
mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifte de bu rivayete yer verilmiştir.
Diğer bir rivayete
göre ise bu âyet yine ensârın bir kolu olan Salim b. Avf oğullarından el-Husayn
hakkında inmiştir.
Bu zâtın iki oğlu
vardı. Bunlar Şam'dan Medine'ye kuru üzüm götüren iki tüccarın telkiniyle
hristiyan olmuşlardı. Bu çocuklar da o tüccarla beraber Şam'a gitmek isteyince
babaları, bunları zorla İslama sokmak istedi ve Allah'ın Rasûlünden, arkadan
adam gönderip bunları İslama döndürmesini rica etti. Bunun üzerine bu âyet-i
kerime nazil oldu.
Bu iniş sebeplerine dayanarak
bazı müfessirler bu ayetin ancak kitap ehlinden olan kimselerin müslüman olmaya
zorlanamayacakları görüşünü ileri
sürmüşlerdir. Bâzılarına göre de âyet önce bütün insanlara şâmil olmak
üzere inmiş, sonra kıtal âyetiyle müşriklerle olan ilişkisi neshedilmiş ve
hükmü yalnız kitap ehline ilişkin olmak üzere baki kalmıştı.[136]
Şöyle ki Ehl-i kitap
cizye vermeyi kabul etmeleri halinde dinleri üzerinde bırakılırlar. İslama
girmeleri için zorlanmazlar. Fakat arap müşrikleri doğrudan doğruya İslam'a
girmeye zorlanırlar. İslam'a girmedikleri takdirde 2640 numaralı hadis-i
şerifte ifade edildiği gibi, "La ilahe illallah" deyinceye kadar
onlarla savaşılır. Cizye vererek kendilerini kurtaramazlar.[137]
Ancak bu mesele mezhebler arasında ihtilaflıdır. Biz bu görüşleri 2612 numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımızdan tekrara lüzum görmüyoruz. Müşrikleri bu
şekilde İslama girmeye zorlayarak cihâd etmek aslında hak din olan İslâmın
ulviyyetini fiilen isbât eden bir beyyine-i haktır. Çünkü aklî ve ilmî
beyyineleri dinlemeyen kâfir ve zâlimlerin tecâvüzleri böyle fiili bir beyyine
(açık delil) olmadan önlenemez. Ayrıca küffâra karşı ilân edilen bu savaş,
ikrahın yasak olduğu İslâm ülkesi hâricinde cereyan edeceği için bunu,
"İslam inançlara baskı yapıyor" şeklinde değerlendirmek yanlış olur.
Aslında îslâmın bu baskıyı, insanlığın tek alternatifi ve kaçınılmaz hayat
düzeni olan islâmı kabul etmeyip, hakkın kabul ve intişarına engel olmaya
çalışan ve gücünün yettiği kadar başkalarının inancına baskı yapmaktan geri
durmayan kâfirlere uyguladığını unutmamak gerekir.[138]
Binaenaleyh İslâmın bu
mücadelesi, hakkın kabulüne zorla engel olan zorbalığa karşı, yapılan bir
mücadeledir. Hadis ulemasından Hattabi'nin açıklamasına göre İslâmiyet gelmeden
önce hrıstiyanlığa veya yahûdîliğe giren kimseler ehli kitaptan sayılırlarsa da
islamiyet geldikten sonra hrıstiyanlığa ya da yahûdîliğe giren bir müşrik
ehl-i kitap sayılamaz, yine müşrik olarak kaldığına hükmedilir. Çünkü
İslâmiyet geldikten sonra hrısti-yanlık ve yahûdîlik neshedilmiş olduğundan
artık hrıstiyanlığa veya yahu-diliğe girmenin bir hükmü yoktur.
Binâenaleyh, islâmdan
önce yahûdîlik veya hrıstiyanlığa giren bir kimse ehl-i kitaptan sayılacağı
için cizye vermeyi kabul ettiği takdirde kendisine kılıç kaldırılmaz. Kendi
dîni üzere kalmasına izin verilir, müslümanlar tarafından kızları alınabilir
ve kestikleri yenilebilir.
Fakat İslamiyyet
geldikten sonra hrıstiyanlığı veya yahûdîliği kabul eden bir müşrik böyle
değildir. Onun yine müşrik olarak kaldığı kabul edilir ve hakkında müşriklik
hükümleri uygulanır. Bazılarına göre de, "dinde zorlama yoktur'
ayeti, "Fitne kalmayıncaya ve din
tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaş.”[139]
âyetinden sonra inmiş ve bundan sonra hiçbir kimsenin zorla dine
sokulamayacağını açıklamıştır. Fakat kıymetli alimlerimizden Elmalık Muhammed
Hamdi Efendinin de açıkladığı gibi müfessirlerden, Süddi; "Fitne kalmayıncaya
kadar., onlarla savaş."[140]
ayet-i kerîmesi, Arap müşriklerinin tslâmı kabul etmemeleri halinde kılıçtan
geçirmeleri icabettiğini açıklamak için; "Dinde zorlama yoktur."[141]
âyet-i kerîmesi de cizye veren ehl-i kitabın İslama girmeye zorlanamayaca-ğtnı
açıklamak üzere ve Arap Yarımadasındaki müşrikler tamamen müslü-man olduktan
sonra nazil olmuştur." Fakat bu ayetlerin iniş tarihleri belli olmadığından
birinin diğerini nesh ettiğini söylemek mümkün değildir. "Dinde zorlama
yoktur." ayet-i kerimesini; "savaşarak müşrikleri İslama zorlamak,
İslam'a girmeyen hnstiyanları da vergiye bağlamak yoktur." şeklinde
değilde; "genel olarak islamın daire-i hükmünde zorlama yoktur"
şeklinde anlamak icâbeder. Binâenaleyh harp ve harbî mes'elesi esâs itibariyle
bu âyetin hükmünden hâriç kaldığı gibi, zorlamaya karşı zor kullanma ve suça
karşı ceza uygulama da bu hükmün dışında kalır. Ancak bu ayeti, "Fitne
kalmayıncaya kadar ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar savaşın."[142]
ayetiyle birlikte mütâlâa etmek gerekir. O zaman İslâm'ın daire-i hükmünde
zorlama olmamasının fitnenin bulunmasına bağlı olduğu, fitnenin ortaya
çıkmasıyla gerekli zorlamanın yapılabileceği anlaşılır.[143]
2683. ...Sâ'd'dan;
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), Mekke'nin fethi günü dört erkek iki kadının,
dışında (Mekke'de bulunan tüm) halka eman verdi. (Ravi Mus'âb) bunların
(hepsinin) isimlerini verdi ve (bu isimler arasında) İbn Ebî Şerhi de zikretti.
Sonra hadisi (sonuna kadar) rivayet etti. (Ravi Sa'd rivayetine devam ederek)
dedi ki:
İbn Ebi Şerh'e gelince
o, Osman b. Affân'ın yanında gizlendi. Rasûlullah (s.a.), halkı kendisine beyat
(etmeleri) için çağırınca (Osman b. Affân) onu ta Rasûlullah (s.a.)'in yanına
kadar getirdi ve;
"Ey Allah'ın
elçisi Abdullah ile de bey'atlaş" dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber)
başını kaldırıp (Abdullah'a) üç.defa baktı bu bakışların hiç birinde de (Osman
r.a)'ın ba(sözü) nü kabule yanaşmadı ancak üçüncü (defa baktık)dan sonra
onunla bey'atlastı. Sonra ashabına dönüp:
"İçinizde
Abdullah'ın (benimle) bey'atlaşmasın(ı istemediğimden (dolayı) ellerimi
sakındığımı görünce kalkıp da onu öldürecek anlayışlı birisi yok muydu?"
buyurdu. (Orada bulunanlar da:)
Ey Allah'ın Rasûlü,
biz senin içindekini ancak bize gözle işaret edersen (o zaman) anlayabiliriz
dediler. (Hz. Peygamber de);
“Bir peygambere
hain gözlere sahip
olmak yakışmaz.'' buyurdu.[144]
Ebû Dâvûd der ki:
Abdullah, Osman*in sütkardeşiydi, Velid b. Ukbe ise Osman Un anne bir
kardeşiydi ve Osman ona şarap içtiğinden dolayı hadd vurmuştu.[145]
Fahr-i kâinat
efendimiz Mekke'ye girince Mekkelilere hitâben yaptığı bir konuşmada;
"Kim Ebû Süfyân'ın
evine girerse o, emindir. Kim silahı bırakırsa o da emindir, kim kapısını kaparsa
o da emindir." buyurmuş[146] ve
isimlerini sayarak istisna ettiği kişilerin dışında tüm Mekkelilere emân
vermiştir. Hadis ve siyer ulemâsının verdikleri bilgilere göre bu emân'ın
dışında kalan kimselerden bazıları şunlardır:
1. Abdullah
b. Sa'd b. Ebisserh; onu Hz. Osman evinde himaye etmişti. Metinde de
açıklandığı gibi daha sonra Hz. Peygamberin huzuruna gelip müslümân oldu.
2. Abdullah
b. Hatal; Bunu da Ebu Berze öldürdü.
3. 1krime b.
Ebî Cehl: İkrime gemiye binerek kaçtı. Bir ara gemi fırtınaya tutuldu. Bunun
üzerine gemide bulunan bazı kimseler;
Hak dînine ihlasla
sarılın çünkü burada ilahlarınızın (putlarınızın) size hiç bir faydası olmaz,
deyince îkrime;
Vallahi denizde beni
ihlasdan başka bir şey kurtaramazsa burada da kurtaramaz. Allahım sana söz
veriyorum, eğer beni bu tehlikeden kurtarırsan Muhammed'e gidip eline
yapışacağım. Mutlaka beni affeder, dedi. Gemiden kurtulunca gidip müslümân
oldu.[147]
4. El-Huveyris
b. Nakid: Bunu Hz. Ali öldürdü
5. Mekîs b.
Subabe: Bunu da müslümanlar çarşıda yakalayıp öldürdü.
6. Hebbar b.
Esved; Hz. Peygamberin kızı Zeyneb Medine'ye hicret ederken devesini ürküterek
bir kayanın üstüne düşmesine ve karnındaki çocuğunun düşmesine sebeb olan
kimsedir. Bu zat daha sonra müslümân oldu.
7. Ka'b b.
Zübeyr: Bu zatta sonradan müslümân oldu.
8. Vahşi b.
Harb: Bu da müslümanhkla müşerref oldu.
9. Safvan
b.Ümeyye:, Bu zat da Umeyr b.Vehbel Cümehi'ye sığınarak onun delaletiyle Hz.
Peygamberin huzuruna geldi ve müslüman oldu.
10. Haris b.
Talatıle: Bu herif Hz. Peygamberi hicvederjji. Kendisini Hz. Ali öldürdü.
11. Abdullah
b. ez-Zebâri; Bu zat kendisinin öldürüleceğini işitince Necrân'a kaçıp buraya
yerleşti. Fakat bir süre sonra kalbine İslam sevgisi düştü. Bunun üzerine Hz.
Peygamber'in huzuruna gelip müslüman oldu.
Hz. Peygamberin emân
vermediği kadınlar da şunlardı:
1. Ebû
Süfyân'ın karısı Hind binti Utbe'dir. Bu kadın Unut savaşında Hz. Hamza'nın
şehadetinden sonra, karnım yardırıp ciğerlerini çıkarttırmış, ağzında
çiğnemiş, yutamayınca da yere atmış, şehidlerin, burun ve kulaklarını
kestirerek halhal ve gerdanlıklar yapmış ve böylece hıncını almıştı.[148]
Hind kocası Ebu
Süfyan'a gelerek:
Ben gidip Muhammed'e
bey'at etmek istiyorum deyince Ebu Süfyan;
Dün senin bu sözünü
yalanlar bir şekilde davrandığını görmüştüm, dedi. Hind de;
Vallahi şu mescidde,
bu geceden öncesine kadar Allah'a hakkıyla ibâdet olunduğunu görmedim. Vallahi
onlar geceyi namaz kılarak geçiriyorlar, dedi. Ebu Süfyan da;
Sen yapacağın şeyi
muhakkak yaparsın kavminden bir adamı yanına al da bey'at etmeye onunla
birlikte git, dedi. Hind tanınmamak için peçe-lenmiş, kılık değiştirmişti.[149]
Babam anam sana feda
olsun. Sen bizi ne kadar güzel şeylere davet ettin, diyerek müslüman oldu.[150]
2. Fertena
(veya Kureyna); Bu kadın, Fetih günü Mekke'den kaçmıştı. Sonradan emân diledi.
Kendisine eman verilince kılık kıyafet değiştirerek gelip müslüman oldu.
3. Kureybe
(veya erneb); Bu kadın fetih günü yakalanarak öldürüldü. Aslında bu iki kadın
tbn Hatal'ın cariyesi idiler, tbn Hatal kafayı çeker, peygamberimizi hicv ve
tahkir eden şiirler söyler onları bu cariyelere okuturdu.
Kureyş müşrikleri de
İbn Hatal'ın ve bu şarkıcı karıların yanlarına gelirler, içki içerlerdi, İbn
Hatal'ın söylediği hicv şiirleri okunurdu.[151]
Her ne kadar mevzumzu
teşkil eden hadis-i şerifte bu kendisine eman verilmeyen kimselerin dördü
erkek, ikisi kadın olmak üzere altı kişi oldukları rivayet edilmişse de, bu
rivayet sözü geçen kişilerin daha fazla olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü râvi
hatırlayabildiklerini rivayet etmiştir.
Hz. Osman Abdullah b.
Ebi Şerh'e eman verdiği halde Hz. Peygamberin; "İçimizde... onu öldürecek
anlayışlı biri yok muydu?" diyerek onun öldürülmesini arzu etmiş
olması;"müslümanların-kısas ve diyet açısından-kanları müsâvîdir. Onların
en azı veya en aşağı tabakadaki ferdi bile ahd ve emân verme hakkına sahiptir."[152] mealindeki
hadis-i şerife aykırı değildir. Çünkü Hz. Osman, ona eman vermeden önce Hz.
Peygamber onun öldürülmesini istemiş ve kanını heder etmişti. Bilindiği gibi
Hz. Peygamberin kanını heder ettiği bir kimseye, başka birisi eman veremez.
Metinde geçen; "Bir peygambere hain gözlere sahip olmak yakışmaz."
sözü, "Bir peygamberin göz ederek konuşması ona yakışmaz." anlamında
kullanılmıştır. Çünkü göz ederek konuşmak karşısındakileri aldatmaktır. Bu bir
peygambere yakışmaz.[153]
1. Mekke-i
Mükerreme'nin evlerini satmak ve kiraya vermek caizdir. Hanefılerle Şafiler ve
bazı ulema bu görüştedir.
Çünkü bu hadiste Ebu
Süfyân'ın ikâmet ettiği ev, Ebu Süfyân'a izafe edilmiştir. Bilindiği gibi bir
insana izafe edilen bir şeyin o insanın mülkü olması kaidedendir. Bilindiği
gibi bir insan mülkünde meşru çerçeve içerisinde olmak şartıyla istediği gibi
tasarrufta bulunabilir.
2. Mekke'nin
harple mi sulhla mı alındığı meselesi ihtilaflıdır. İmam Ebû Hânife ile İmam
Mâlik ve Ahmed (r.a)'e göre ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre harple
alınmıştır. îmam-ı Şafiî'ye göre ise sulh yoluyla alınmıştır.
3. Bir
esirin kendisine İslam telkin edilmeden öldürülmesi caizdir. Çünkü harpten
önce gereken davet yapılmıştır.
4. Hz.
Peygamberin, huzurunda işlenen bir fiili sükutla karşılaması onu tasvib ettiği
anlamına gelir.
5. Ebû
Süfyân, İslam ile müşerref olmuş şerefli bir kimsedir.[154]
2684.
...Sâid b. Yerbu'dan rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) Mekke'nin fethi
günü (şöyle) buyurmuştur:
"Dört kişi vardır
ki onlara harem dışında da harem içinde de eman vermiyorum." buyurmuş ve
(onların) isimlerini vermiş. (Râvî) dedi ki; (Hz. Peygamber bu isimler arasında)
Makîs'e ait şarkıcı iki cariye (nin isimlerini) de (yerdi). Bunlardan birisi
öldürüldü, diğeri de (önce) kurtulup kaçtı. Bir süre^sonra da müslüman oldu.
Ebû Dâvûd der ki: Bu
hadisin (Şeyhim) Ibnü'l-Ala'dan (gelen) isnadını iyice anlayamadım.[155]
Her ne kadar metinde
sözü geçen cariyelerin Makyes'e ait oldukları ifade ediliyorsa da siyer
ulemasının açıklamasına göre bu cariyeler İbn Hatal'a aittir. Bu iki cariyenin
hayat hikayeleri bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[156]
2685.
...Enes b. Malik'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.) fetih yılında
Mekke'ye başında miğferle girmiş. Miğferi çıkarınca yanına bir adam gelip;
İbn Hatal Ka'be'nin
örtüsüne sarılmış (duruyor), demiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber),
"onu öldürün'*
diye emir vermiş.[157]
Ebû Dâvûd dedi ki:
İbn-i Hatal'ın ismi Abdullah 'dır. O'nu Ebû Berze el-Eslemî öldürdü.[158]
İbn-i Hatal, Ka'be'nin
örtüsü altına sığınmış olarak bulunsalar bile, öldürülmeleri emr ve kanlan
heder edilen kişiler arasında idi.
Heder lügatta, lağv ve
bâtıl anlamına gelir. Boşa gitmeye ve boşa gidene denir.
Devlet başkanınca,
kanı heder edilip öldürülen kimse için, ne kısas ne de diyet gerekir.
İbn Hatal,
BeniTeymülEdrem b. Galiplerden idi. Asıl adı, AbduFuzza b. Hatal idi. Bazı
kaynaklara göre ismi, Hilâl b. Abdullah b. Abd-i Menafü'l-Edremî idi.
İbn Hatal, müslüman
olmuş, Medine'ye hicret etmişti.
Peygamberimiz, onu,
zekat ve sadaka toplayıcılığı vazifesine tayin etmişti. İbn-i Hatal'ın
hizmetini gören, azadlı, Müslüman bir kölesi vardı. Hu-zaalardandı.
Peygamberimiz, bu köleyi de yanına katarak İbn Hatal'ı tahsilata yollamıştı.
Köle, îbn Hatal'ın hizmetini görüyor, yemeğini yapıyordu.
Bunlar, bir konak
yerinde konakladılar. İbn Hatal, kendisi için erkek bir davar kesip yemek
yapmasını köleye emretti. Öğle vakti, yatıp uyudu. Uyandığı zaman kölenin
kendisi için yapacağı yemeği yapmadığını gördü. Çünkü, köle de uyuya kalmıştı.
İbn Hatal, son derece öfkelendi. Kölenin üzerine atıldı. Onu döve döve öldürdü.
Öldürdüğü zaman "vallahi Muhammed'in yanma varırsam, bu suçumdan dolayı,
muhakkak beni öldürür!*' dedi. İrtidad etti, islamiyetten müşrikliğe döndü.
Topladığı zekat ve sadaka mallarını da sürerek Mekke'ye kaçtı. Mekkelİler, İbn
HataPa, "Seni bizim yanımıza geri çeviren nedir?" diye sordular.
îbn Hatal, "Sizin
dininizden daha iyisini bulamadım" dedi. Müşrik kalmakta devam etti.
tbn Hatal, tepeden
tırnağa kadar silahlanmış, uzun kuyruklu bir at üzerinde ve mızrağı elinde
olduğu halde, Mekke'nin yukarısından çıkıp gelirken Said b. As'ın kızları,
peygamberimizin, Mekke'ye girdiğini İbn-i HataFa haber verdiler.
Îbn Hatal onlara
"Fakat, vallahi göreceksiniz ki: Vücudları kılıç darbelerinden, su
tutmayan tulumların ağızlarına benzemedikçe, Mekke'ye giremeyeceklerdir!"
dedi. Handeme'ye kadar çıkıp gitti.
Handeme'de İslam
süvarilerini ve yapılan çarpışmaları görünce içine korku düştü. Titremeye
başladı. Ka'be'ye kadar gitti. Atından indi silahlarını çıkardı. Ka'be'nin
örtüleri arasına girdi.
Beni Ka'b'dan birisi,
tbn Hatal'in zırhını, zırh altına giydiği gömleğini, miğferini, tulgasını,
kılıcını aldı. Atına binip Hacûn'a Peygamberimizin yanına geldi.
İbn Hatal'ı Ebu
Berzetü'l-Eslemî ile Said b. Hureys'ül Mahzumî'nin elbirliğiyle öldürdükleri
bildirildiği gibi, Şerik bin AbdetüTadanî veya Am-mar b. Yasir'in öldürdüğü de,
rivayet edilir.
Ebû
Berzetü'l-Eslemî'nin öldürdüğü sabittir deniliyor.
Ebû Berzetü'l-Eslemî,
onu, kendisinin öldürdüğünü açıklamış, "İbn Hatal'ı Kâ'be'nin örtüsüne
sarılmış olduğu halde yakalayıp, Rükünle Makam arasında boynunu vurdum"
demiştir.[159] Hattabi'nin açıklamasına
göre, Hz. Peygamberin fetih günü Mekke'ye başında miğferle girmesi tecavüze
uğrayacağından bir kimsenin ihramı terkederek zırh ve miğfer gibi kendisini
koruyacak elbiseler giymesinin caiz olduğuna delalet ettiği gibi, hac veya umre
niyyeti olmaksızın herhangi bir ihtiyacını görmek isteyen bir kimsenin de
ihrama girmesi gerekmediğine delalet etmektedir. Biz fıkıh ulemasının bu
mevzudaki görüşlerini 1738 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[160]
1. Mekke
harp yoluyla fethedilmiştir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüşte olduğu gibi mezheb imamlarından İmam-ı Ebû Hanîfe ile
İmam Mâlik ve İmam Ahmed (r.a.) bu görüştedirler. İmam Şafiî (r.a.)'e göre ise
sulh yoluyla alınmıştır.
2. Harem-i
şerifde had ve kısas cezalarının uygulanabileceğini söyleyenler bu hadisi
şerifi delil getirirler.
3. Harpte
miğfer giymek caizdir
4. Taarruza
uğrayacağından korkan bir kimsenin harem sınırları içine ihramsız olarak
girmesi caizdir.
5. Fesad
çıkaranları, yetkili makam ve mercilere şikâyet etmek caizdir. Bu hareket
gıybet veya koğuculuk olarak nitelendirilemez.[161]
2686. ...İbrahim
en-Nehai'den; demiştir ki: Dahhak b. Kays, Mesrûk'u vali tayin etmek istediği
zaman Umare b. Ukbe Dahhak'a;
Hz. Osman'ın
katillerinden arta kalan birini mi vali tayin ediyorsun? dedi. Mesrûk da,
Umâre'ye:
Bizce sözüne güvenilir
bir kişi olan Abdullah b. Mesud(un) bize haber verdi (ğine göre); Peygamber
(s.a.) babanı öldürmek isteyince (baban Ukbe);
(benim) çocuklara kim? (kefil olacak) diye
sormuş. Rasûlullah sal-lallahü aleyhi ve sellem de:
"ateş (kefil
olacak)! buyurmuş, cevâbını verdi (Bunu işiten mesrûk Umâre'ye):
Rasûlullah (s.a)'ın
senin için hoş gördüğünü biz de hoş görürüz" dedi.[162]
Ukbe b. Ebi Muayt Mekke
döneminde Hz.Peygambere zulmetmekten zevk alan ve bunu kendine görev edinen
kimselerin başında gelenlerinden biri idi. Bir gün Rasûli zişân efendimiz,
Kabenin yanında namaz kılarken secdede bulunduğu bir sırada yeni boğazlanmış
olan bir devenin işkembesini getirerek onu kanlı kanlı peygamberimizin iki
küreğinin arasına koymuştu.[163]
Bu yüzden, Bedir
savaşında esir edilince, elinden bütün silahları ve kendini müdafaa imkanları
alınarak öldürülmüştü.[164]
Bu hadise dayanarak
ulemâdan bazıları, esirlerin ellerini ayaklarını bağlayıp onları hedef yaparak
Öldürmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. İmam Buhari'ye göre ise herhangi bir
canlıyı bu şekilde öldürmek mekruhtur.[165]
Hz.Peygamberin, Bedir
savaşında bu şekilde öldürdüğü Ukbe ile aralarında şöyle bir konuşma
geçmiştir: Ukbe b. Muayt, peygamberimizin, Mekke'den Medine'ye hicreti
üzerine:
Hicret edip bizden
uzaklaştın ey Kasvâ adındaki devenin binicisi, Göreceksin pek yakında beni atlı
olarak karşında!
Saplayıp duracağım
size mızrağımı, sulayacağım onu kanınızla
Kılıç da bırakmayacak sizin
hiç bir örtülü yerinizi.” kıt'asını söylemişti. Peygamberimiz onun bu
sözlerini işitince:
"Allahım onu,
yüzükoyun, burnunun üzerine düşür", diyerek beddua etmişti.
Ukbe b. Ebi Muayt,
Bedir'de Kureyş ordusunun hezimete uğradığı sırada kaçıp kurtulmak isterken
atı, hırçınlaşarak onu yere vurmuş, Abdullah b. Seleme de esir etmişti.
Peygamberimiz,
Irkuz-Zubya'dan çıkıldığı sırada Âsim b. Sâbit'e, Ukbe b. Ebî
Muayt'ınboynununvurulmasını emretti. Ukbe:
Yazıklar olsun sana ey
Kureyş Cemaati. Şunlar arasında burada, neden bir tek ben öldürülüyorum dedi.
Peygamberimiz;
"Allah'a ve
Rasûlüne olan düşmanlığından dolayı" dedi. Ukbe:
Yâ Muhammed!
Kavmimden, herkese yaptığım bana da yap, onları öldürürsen beni de öldür.
Onlara, eman verirsen, bana da eman ver. Onlardan kurtulmalık akçesi alırsan,
benden de onlar gibi kurtulmalık akçesi al!
Ya Muhammed! Sen beni
öldürürsen, küçüklere kim bakacak?" dedi. Peygamberimiz;
"Ateş! Git, ey
Asım! Vur onun boynunu!" dedi. Asım gidip Ukbe'nin boynunu vurunca
Peygamberimiz;
"...Allah'a
hamdolsun ki o seni öldürdü. Senin ölümünden dolavı eözünü aydınlattı."
dedi.[166] Aliyyü'l-kari'nin
ifadesine göre Ukbe'nin, "Benim çocuklara kim kefil olacak" sözüne
Rasulullah'ın "ateş" diye cevap vermesi şu iki manaya da gelebilir:
1. Kimse
kefil olmayacak. Onlar zayi olup gidecekler.
2. Sen
kendini bekleyen ateşi düşün, onları düşünme çünkü yüce Allah;
"Yeryüzünde
hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın...”[167]
buyurarak herkesin rızkına kefil olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh sen onları
düşünme de kendini bekleyen cehennem ateşini düşün. Uygun olan da bu ikinci
manadır.[168]
2687. ...İbn-i
Ti'lî'den; Demiştirki; Abdurrahman b. Halid b. Ve-lid ile birlikte savaşa
girmiştik. Dört düşman (askeri) getirildi. (Abdurrahman) onlar hakkında
(öldürülmeleri için) emir verdi. Bunun üzerine bir yere bağlanıp (üzerlerine ok
atılmak suretiyle) öldürüldüler.
Ebû Dâvûd der ki;
Said'den başka birisi bu hadisi bize, îbn-i Vehb'den, (rivayet eden
Şeyhlerimizden) birisi (îbn Ti'UJ'nin şöyle dediğim rivayet etti -(onlar) bir
yere bağlanıp (üzerlerine) ok (atılmak suretiyle) öldürüldüler. Bu durum Ebû
Eyyub el-EnsarVye ulaşınca;
Rasûluüah (s.a.)dan,
eli kolu bağlı kişinin öldürülmesini neh-yettiğini duydum. Nefsim elinde olan
zata yemin olsun (öldürmek istediğim canlı) bir tavuk bile olsa onu bağlayıpta
hedef yaparak öldürmem dedi. (Ebû Eyyûb el-Ensâri'nin söylediği) bu (söz)
Abdur-rahman b. Halid'e ulaşınca (bu cinayetine karşılık olmak üzere) dört tane
köleyi azad etti.[169]
Sabr, bir canlıyı
nişan alıp öldürmek için hapsetmek veya bağlayıp hedef yapmak anlamına
gelir.Hareket halindeki bir
av hayvanını veya
savaş alanındaki düşmanı öldürmek bu hükmün dışındadır. Burada kasdedilen ise
bir düşmanın elini kolunu bağlayıp iyice hareketsiz bir hale getirilerek atış
hedefi yapmak ve ok yağmuruna tutarak öldürmektir. Bir canlıyı bu şekilde hedef
alarak öldürmek İslamiyette yasaklanmıştır. Nitekim mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte canlıları bu şekilde öldürmenin Hz. Peygamber tarafından
yasaklandığı ifâde edilmektedir.
Enes b.Malik
hazretleri de bir tavuğu dikip atış yapan çocukları görünce "Rasulullah
hayvanların hedef olarak dikilmesini yasaklamıştır" diyerek çocukları ikaz
etmiştir. Aynı şekilde Îbn Ömer'in de bir ikazı sözkonusudur.
Canlıyı hedef alarak
öldürmek ona işkencedir. İşkence ise yasaktır. İbn Ömer(r.a);
"Nebi(s.a)hayvanaişkence veazabedene lanetetti" demektedir.
Öte yandan dinimizde
her konuda, îhsan-iyilik ikram emredilmiştir. Şed-dad b. Evs,
"Rasulullahtan iki haslet öğrendim" dedikten sonra Rasulul-lah'ın
şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz
kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz
zaman da kesmeyi iyi becerin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvanı
rahat ettirsin"[170]
2688. ...Enes
(r.a) den; demiştir ki: Sabah namazı vaktinde Mekkelilerden seksen kişi Tenim
dağlarından Peygamber (s.a) in ve ashabının üzerine, onları öldürmek için.
(ansızın) indiler. Rasûlullah (s.a) onları esir olarak ele geçirdi. Sonra
serbest bıraktı. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, "Mekke'nin
göbeğinde onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların ellerini sizden,
sizin ellerinizi de onlardan çeken odur."[171]
ayet-i kerimesini sonuna kadar indirdi.[172]
Tenîm, Mekke ile Şerif
arasında, Mekke'ye üç ya da dört rriil uzaklıkta bir yerdir. Mekke'ye en yakın
mikat burası olduğu için harem dairesi içerisinde bulunup da Umre yapmak
isteyenler, ihrama girmek için buraya gelirler. Bu sebeple halk arasında burası
"umre" ismiyle anılır.
Mekkeli müşriklerin
Hudeybiye musalehası yılında müslümanlara saldırmak için sabah namazı vaktini
seçmiş olmalarının sebebi, kendilerince müslümanları ansızın ve gafil olarak
yakalamaktı. Fakat aslında gafil olan kendileri oldukları için müslümanlar
tarafından kıskıvrak yakalandılar.
Metinde geçen kelimesi
"selem" ve "silm" şeklinde okunabilir.
"Selem"
şeklinde okunduğu zaman esir etmek, "silm" şeklinde okunduğu zaman da
sulh yapma, uzlaşma anlamına gelir. Hattabi ile lbnü'1-esir bu kelimeyi esir
etme anlamına gelen "selm" şeklinde okumanın daha doğru olacağını
söyledikleri için biz de tercümemizde bu manayı tercih ettik.
Bu hadisri şerif esiri
karşılıksız olarak serbest bırakmanın caiz olduğunu söyleyen İmam-ı Şafiî'nin
delilidir.
Hanefi ulemasına göre
ise esiri meccânen serbest bırakmak caiz değildir. İsterse bu esir islamiyeti
kabul etmiş olsun.
İmam Malik ile İmam
Ahmed'e göre de esirleri serbest bırakmak caiz değildir.
İmam Şafiî (r.a)'e
göre ise veliyyüM-Emr, göreceği bir gerekçeye bağlı olarak, esirleri bir bedel
mukabilinde olmaksızın serbest bırakabilir.[173]
2689. ...Muhammed
b. Cübeyr b. Mut'îm'in babasından-rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.)
Bedir esirleri hakkında; "Eğer Mut'îm b. Adiyy sağ olsaydı da şu kokmuşlar
hakkında şefaatta bulunsaydı onun hatırına bunları serbest bırakırdım."
buyurmuştur.[174]
Hz.Peygamber'in müşrik
Mut'îm'i, oğlunun yanında bu şekilde saygıyla anması, Mut'îm'in oğlu Cübeyr'in
gönlünü İslam'a ısındırma gayesine matuf olabileceği gibi, gerçekten mut'imin
yaptığı iyilikleri dile getirmek için onu bu şekilde yadetmiş de olabilir.
Çünkü Mut'im b. Adiy
aslında Hz. Peygamber'e kötülük eden müşriklerden biri olmakla beraber,
müşriklerin müslümanları açlığa mahkum etmek için uyguladıkları boykot kararının
metnini yırtan kimsedir.[175]
Ayrıca Hz.Peygamber,
taif seferinden sonra Nahle'ye gelip geceleyin namaza durmuştu. O sırada
Nusaybin cinlerinden yedisi oradan geçerken Hz.Peygamberin okuduğu Kur'an-ı
Kerim'i dinleyip müslüman oldular. Hz.Peygamber orada birkaç gün kaldıktan
sonra Mekke'ye yöneldi. Fakat yalnız başına Mekke'ye girmesi çok tehlikeliydi.
Mutlaka birisinin himayesine ihtiyacı vardı. İşte Mut'im bu görevi de
yüklenerek Hz.Peygamberin Mekke'ye sağ-salim girmesini sağladı.[176]
Ulemâ, savaşçı
esirlere yapılacak muamele hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmam Şafiî'ye göre
devlet reisi esirleri isterse öldürtür, isterse karşılıksız olarak serbest
bırakır, ister fidye karşılığında serbest bırakır, isterse köle yapar. Hasan-ı
Basri (r.a)'ye göre ise, esirleri öldürmek mekruhtur. Binâenaleyh, esir ya
fidye karşılığında ya da karşılıksız olarak serbest bırakılır. Atâ (r.a) da bu
görüştedir. Rivayete göre ıstaharın ileri gelenlerinden bir esir öldürülmek
üzere Hz.İbn Ömer'e gönderilmişti .İbn Ömer (r.a), "...Ondan sonra artık
(esirleri) ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız.”[177]
ayet-i kerimesini okuyarak o esiri öldürmekten imtina etti. İbn Şîrîn ile
Mü-câhid (r.a)'in esirleri öldürmenin mekruh olduğu görüşünü taşıdıkları rivayet
edilmektedir. Hanefi ulemâsının bu mevzudaki görüşü Ed-Durru'1-muhtar isimli
eserde özetle şöyle açıklanıyor:
Hükümdar, esir aldığı
kafirler, islamiyeti kabul etmezlerse muhayyer olup dilerse onları öldürür,
dilerse köle olarak kullanır, dilerse müslüman-lara haraç ve cizye vermek üzere
kendilerini hür ve zımmî olarak bırakır. Arap olan müşrikler ile mürtedler
ehl-i zimmet olarak bırakılmaz (kılıçtan geçirilir)
Kafirleri yenip esir
ettikten sonra, islamiyeti kabul ettikten sonra olsa bile meccanen
salıverilmeleri haramdır. Çünkü gazilerin hakkı taalluk etmiştir. İmam Şafii
Allahu Teâlâ'nın:
"Ya iyilik
(karşılığında hiçbir şey almayarak azâd) edin, yahut fidye (alın)" nazm-ı
cehlinin gereğince esirlerin meccanen bırakılmasını caiz görmüştür..
Hanefîler; İmam
Şafii'ye, "bu ayet-i kerime, "Müşrikleri, nerede bulursanız
öldürün" ayet-i kerimesiyle neshedilmiştir." diye cevap verirler, Harb
ettikten sonra kafirlerden biraz mal alıp da esirlerini salıvermek şer'an
haramdır. Ama harb bitmeden önce mal karşılığında esirlerin bırakılması
caizdir. Müslüman esir karşılığında caiz değildir. Imameyn'e göre caizdir.
İmam-ı A'zam'ın iki rivayetinden kuvvetli olanı da budur.[178]
Bu mevzuda İbn Abidin
de şöyle diyor; "Hatta (esirlerin) mal veya müslüman esir karşılığında
bırakılmaları da caiz değildir, ihtiyaç zamanında mal karşılığında
bırakılmaları caizdir. İmam Muhammed'e göre çocuğu olmayacak. derecede yaşlı
olursa mal karşılığında bırakılması caizdir, tmameyn'e göre ise müslüman esir
karşılığında bırakılması caizdir. Diğer üç mezheb imamlarının kavilleri de
böyledir. Nitekim RasûM Ekrem Efendimiz, bir müşrikle iki müslümanı
değiştirmiştir. Bir müşrik kadınla Mekkelilerin esir ettiği müslümanları
değiştirmiştir."[179] Ben
derim ki; Kâfir esirlerin mal karşılığında bırakılmalarının haram olması
ihtiyaç olmadığına göredir. Ama ihtiyaç olursa mal veya müslüman esir karşılığında
bırakılmaları caizdir."[180]
2690. ...Ömer
b. el-Hattabdan; demiştirki: Bedir günü Peygamber (s.a.) (serbest bıraktığı
esirler için) bir karşılık alınca, Aziz ve Celil olan Allah; “Yeryüzünde ağır
bas (ip küfrün belini iyice kır) ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi
olmak yaraşmaz.”[181]
ayetini "...Aldığınız (fidye) dan dolayı size mutlaka bir azab
dokunurdu."[182] ayetiyle
birlikte indirdi. Sonra Allah ganimetleri onlara helal kıldı. Ebu Dâvûd der ki;
Ahmed b. Hanbeİ'e Ebu Nuh 'un isminden soruldu da onun; "Onun ismini ne
yapacaksın? Onun ismi çirkin bir isimdir" diye cevap verdiğini duydum. Ebu
Nûh 'un ismi "kuradadır. (Fakat onun isminin) doğrusu Abdurrahman b.
Gazvan'dır.[183]
Bedir savaşı
müslümanların zaferiyle neticelendikten sonra Hz.Peygamber esirler hakkında
Hz.Ebûbekir ve Ömer ile istişare etti. Bu istişare Müslim'in rivayetinde şöyle
anlatılıyor; "Müslümanlar esirleri aldıktan sonra, Rasûlullah (s.a.) Ebû
Bekir'le Ömer'e;
Bu esirler hakkında
rey'iniz nedir?" diye sordu. Ebû Bekir:
Ya Nebiyyallah! Bunlar
amca oğulları ve akrabadırlar; ben onlardan fidye almanın doğru olacağı
fikrindeyim. Bu suretle, kafirler üzerinde kuvvetimiz olur. Umulur ki Allah,
onları İslâm'a hidâyet buyurur, dedi. Müteakiben Rasûlullah (s.a.);
"Sen ne
fikirdesin ey Hattâb oğlu?" diye sordu. Ömer diyorki; Ben:
Hayır, vallahi ya
Rasûlullah, Ben Ebû Bekir'in fikrinde değilim. Lâkin ben, bize müsaade
buyursan da şunların boyunlarını vuruversek fikrindeyim. Ukay'le karşı Ali'ye
müsaade buyurmalısın ki onun boynunu vursun! Bana da filana karşı müsaade
buyurmalısın, ben de onun boynunu vurmalıyım. Zira bunlar küfrün imamları ve
eşrafıdırlar, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Ebu Bekir'in söylediğine
meyletti. Benim söylediğimi beğenmedi. Ertesi gün olunca ben geldim. Bir de ne
göreyim Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekir oturmuş ağlıyorlar! Bunun üzerine ben;
Ya Rasûlallah, bana
haber ver; sen ve arkadaşın neden ağlıyorsunuz? Ağlayacak bir şey bulursam ben
de ağlarım, ağlayacak bir şey bulamazsam siz ağladığınız için ben de ağlar
görünürüm» dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
"Bana senin
arkadaşlarının teklif ettiği fidye alma meselesine ağlıyorum. Gerçekten
onların azapları bana şu ağaçtan daha yakın bir şekilde arz olundu." dedi
ve yakın bir ağaca işaret etti.[184]
Mevzumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisinden anlaşılıyor ki, Bedir esirlerine uygulanacak muamele
hakkında çıkan bu farklı görüşlerin ortaya çıkması üzerine Yüce Allah,
"yeryüzünde ağır bas (ip küfrün belini iyice kır) ıncaya kadar hiçbir
peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malım istiyorsunuz,
Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Aliah daima üstün ve hikmet sahibidir.”
(İslâm iyice yerleşip küfür ezilmedikce, sizin esirleri tutup onlardan fidye
almayı beklemekle uğraşarak vakit kaybetmeniz doğru değildir)
"Eğer Allah'tan
(yanılma ile verilen hükümlerden ötürü azabetmemek hakkında) bir yazı geçmemiş
olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu."
(Ama Allah, islam için çarpışan sizleri desteklemeye ve korumaya söz
vermiştir. Bunun için size azab etmeyecektir)[185]
ayet-i kerimesini indirmiştir.
Hz. Peygamberin Bedir
esirleri hakkında böyle bir istişarede bulunması bazı hadis kitaplarında şöyle
anlatılıyor;
"Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: Cebrail, kendisine inerek şöyle dedi: "Onları -yani
ashabını- Bedir esirleri hakkında muhayyer kıl; ya öldürülmelerini veya gelecek
yıl kendilerinden onlar kadar öldürülmek şartı ile fidyeyi ihtiyar
etsinler." Ashab, "fidyeyi ve bizden de öldürülmesini ihtiyar
ediyoruz." Dediler.[186]
Görülüyor ki
Tirmizi'nin rivayeti ile Müslim'in rivayeti arasında zahirde bir çelişki
mevcuttur. Şöyle ki, Allahu Teâlâ hazretleri, Cebrail (a.s) aracılığıyla
müslümanları, esirleri öldürmekle fidye karşılığında serbest bırakmak arasında
muhayyer bırakmışla bu tercihlerden her ikisinin de mubah olması gerekirdi ve
dolayısıyla, esirleri fidye karşılığında bırakma yolunu tercih ettiklerinden
dolayı mesul tutulmamaları gerekirdi.
Oysa Müslim'in
rivayetinde, bu yolu tercih eden müslümanların mes'ul oldukları ve bu yüzden
hak ettikleri azabın Hz.Peygambere çok yakından gösterildiği ifâde
edilmektedir. Ulemâ bu meseleyi şöyle açıklamışlardır. Bu tercihi yapmalarından
dolayı azaba müstehak olanlar, bu tercihe katılanların tümü değildir. Sadece
dünya menfaati temin etmek gayesiyle bu tercihe katılanlardır. Fakat, esirleri
ve onların nesillerini kazanmak, rahmet yoluna sarılmak, esirlerden alınacak
mallarla müslümanları düşmana karşı daha güçlü hale getirmek gibi sebeplerle,
bu tercihe katılanlar, tercihlerinden dolayı sorumlu değillerdir. Metinde bu
mevzu ile indiği ifade edilen; "...sîz, geçici dünya malını istiyorsunuz.
Allah ise (sizin için) ahircti istiyor..."[187]
ayet-i ke-rimesiyle kasdedilenler, dünya menfaati elde etmek gayesiyle bu
tercihe katılanlardır. Bedir savaşına katılanların büyük çoğunluğu bu
sorumluluğun dışındadır. Hz.Fahr-i kainat ile, Ebû Bekr Sıddık'ın bu tercihe
katılmala-rındar dolayı mesul olmaları ise asla sözkonusu değildir.
Hz. Pey amberin, bu
tercihe katıldıklarından dolayı mesul olan kişiler hakkında ağlaması ise
onların bu günahlarının bağışlanması için olmuştur ve Yüce Allah sevgili
peygamberinin döktüğü gözyaşları neticesinde onları azaba çarptırmayacağını ve
küfrün belini kırıp düşmanı tamamen mağlup etmeden hiçbir peygamberin elinde
esirler bulundurarak bunların karşılığında fidye almasının doğru olmadığını,
bunun ancak kafirleri zelil, müslümanlan aziz kıldıktan sonra meşru olacağını[188]
bildirmiştir.
İbn Kayyım
el-Cevziyye'nin ifâde ettiğine göre ulemâ Bedir esirlerini kılıçtan geçirme,
ya da fidye karşılığında serbest bırakma şıklarından hangisinin daha isabetli
olduğunda ihtilafa düşmüş, bir kısmı kılıçtan geçirilme şıkkını tercih ederken
bir kısmı da fidye karşılığında serbest bırakılmaları şıkkını tercih etmeştir.
Bu ikinci şıkkı tercih edenler, şu gibi sebeblerden dolayı bu görüşü tercih
etmişlerdir:
1. Çünkü
daha sonra hüküm bu görüş üzerinde karar kılmıştır.
2. Enfal
suresinin 68. ayetinde ifade edilen, Allah'ın ezeli yazgısına uygun düştüğü ve
bu uygulama müslümanlara helal kılındığı için,
3. Allah'ın
gazabına galip gelen rahmet sıfatına uygun düştüğü için,
4. Hz.Peygamberin
bu görüşü tercih eden Hz.Ebu Bekir'i Hz.İbrahim ve İsaya (a.s.) benzettiği
için,
5. Sözkonusu
esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmaları pek çok kimselerin müslüman olmasına vesile olduğu için,
6. Elde
edilen fidyelerle müslüman mücâhidler takviye edildikleri için,
7. Allah ve
Rasûlü bu görüşü tercih ettikleri için.
Yine metinde geçen
"...sonra Allah ganimetleri onlara helal kıldı..." cümlesiyle, daha
önce yaşayan ümmetlere ve peygamberlere ganimetleri yemenin haram olduğu,
ganimet yemenin ancak ümmet-i Muhammed'e helal kılındığı İfade edilmek
istenmiştir. Çünkü geçmiş ümmetler ele geçirdikleri ganimetleri yiyemezlerdi.
Nitekim, "...Eğer Allah'dan bir yaa geçmemiş olsaydı size mutlaka büyük
bir azab dokunurdu..."[189]
ayet-i kerimesiyle bu gerçeğe işaret edilmiş ve; "...Artık elde ettiğiniz
ganimetleri helal ve temiz olarak yeyin..."[190]
ayet-i kerimesiyle ganimetlerin bu ümmete helal kılındığı açıkça ifade
edilmiştir.
Esirlerin mal
karşılığında bırakılması hakkında fıkıh ulemâsının görüşlerini bir önceki
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[191]
2691. ...Ibn
Abbas'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.), Bedir (savaşı) günü
(fidyeyle serbest bıraktığı) her bir müşrik hakkında dört bin (dirhem para)
takdir etmiştir.[192]
es-Sfretü'l-Halebiyye'de
ifâde edildiğine göre, Bedir savaşında esirlere mali güçlerine göre fidye
takdir edilmiştir. Binâenaleyh, takdir edilen fidyelerin miktarı 1000 dirhem
ile 4000 dirhem arasında değişen mikdarlarda olmuştur. Takdir edilen bu mikdarı
ödemeye gücü yetmeyenlerde, okuyup-yazma bilmeyen bir müslümana okuyup yazma
öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmışlardır. Hz.lbn Abbas sadece bildiği
miktarı anlatmakla yetinmiştir. Aslında esirlerden alınan fidye mikdarı
2000-4000 dirhem arasında değişmektedir. Bu hadisle ilgili hükümler 2689 ve
2690 numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görülmemiştir.[193]
2692. ...Aişe
(r.anha)'dan; demiştir ki: Mekkeliler (Bedir'de müs-lümanların eline geçen)
esirlerine fidye olmak üzere (mal) göndermeye başlayınca (Hz.Peygamberin kızı)
Zeyneb de kocası Ebu'İ-As'ın fidyesi olmak üzere (bir miktar) mal gönderdi.
(Hz.Zeyneb'in gönderdiği) bu mallar arasında kendisine ait bir de gerdanlık
vardı. (Aslında) bu gerdanlık Hz. Hatice'nin idi ve Zeyneb'i Ebu'l-As ile
evlendirirken bu gerdanlığı ona vermişti. Rasûlullah (s.a) gerdanlığı görünce
Zeynep için çok üzüldü ve (yanındaki Müslümanlara);
"Eğer Zeyneb'in
esirini serbest bırakmayı (uygun) görürseniz (onu şerbet bırakın) ve Zeyneb'e
ait olan (mal) ı da kendisine iade ediniz" dedi. Onlar da;
Olur, diye cevap
verdiler. Rasûlullah (s.a) Ebu'l-As'dan (Zeyneb'i kendisine göndereceğine
dair) söz almıştı. -Yahut da- Ebu'l-Âs (Zeyneb'i Hz.Peygambere göndereceğine
dair) söz vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Zeyd b. Harise İle ensardan
bir adamı (Hz.Zeyneb'i getirmek üzere Mekke'ye) gönderdi, (gönderirken onlara)
"Ye'cic (denen yer)in çukurunda bekleyin. Nihayet sizin yanınıza gelince
beraberce yola çıkar ve onu alıp getirirsiniz." buyurdu.[194]
Bedir esirleri
arasında Peygamberimizin damadı ve Hz.Zeyneb'in kocası Ebu âs b.Rebi'de
bulunuyordu.
Ebu'l-As; Mekke'de
zengin, güvenilir ve ticarette sayılı kişilerdendi. Annesi Hâle binti
Huveylid, Hz.Hatice'nin kızkardeşi idi. Hz.Hatice, yeğenini, kızı Hz.Zeyneb'le
evlendirmesini Peygamberimizden istemiş, Peygamberimiz de buna muhalefet
etmemişti. Bu, peygamberimize, peygamberlik ve vahiy gelmeden önce idi.
Peygamberimiz
Hz.Zeyneb'i Ebu'1-As'a nikahladı. Hz.Hatice yeğeni Ebu'1-As'ı oğlu yerinde
tutardı.
Yüce Allah,
Peygamberimizi peygamberlikle şereflendirdiği zaman Hz.Hatice ile kızları
peygamberimize iman ettiler. Peygamberimizin Allah'tan getirip tebliğ ettiği
şeyleri tasdik, peygamberimizin dinini kabul ettiler. Ebu'l-As ise, müşriklikte
kaldı.
Peygamberimiz, kızı
Hz.Rukiyye'yi veya Ümmü Külsüm'ü de Utbe b Ebî Leheb'e nikahlamıştı.
Kureyş müşrikleri,
yüce Allah'ın emirlerine karşı koymaya ve düşmanlığa başladıkları zaman;
Siz Muhammed'in
kızlarını almakla onu derdinden kurtardınız. Kızlan geri çevirip onlarla
kendisini meşgul ediniz, dediler. Ebul As'a gittiler, ona,
Aileni kendinden ayır.
Biz, seni Kureyş kadınlarından*hangisini istersen, onunla evlendiririz,
dediler.
Ebu'l-As;
Hayır. Vallahi, ben
zevcemden ayrılmam. Onun yerine Kureyş kadınlarından bir kadının, benim karım
olmasını da istemem, dedi...
Müslümanların
karşılıksız olarak serbest bıraktığı Ebu'l-As, Mekke'ye gidince, birkaç gece
Mekke'de oturduktan sonra, bir gece, Hz.Zeyneb'le birlikte Mekke'den yola
çıktı. Onu, Zeyd b.Harise'ye ve arkadaşına teslim etti. Onlar da Zeyneb'i
peygamberimize getirdiler.[195]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, "Esirleri mal karşılığında
serbest bırakmak caizdir." diyenlerin delilidir. Biz fıkıh ulemasının bu
mevzudaki görüşlerini 2690 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[196]
2693. ...Urve
b. ez-Zübeyr (in) el-Misver b. Mahreme ile Mervan'dan naklettiğine göre;
Rasûlullah (s.a) Hevâzin (kabilesi) elçileri müs-lümanlığı kabul ederek
kendisine gelip de mallarının kendilerine geri verilmesini istedikleri zaman
onlara (şöyle) konuştu:
Benim yanımda şu
gördüğünüz (askerler) vardır." (onların hepsinin de bu mallarda hakkı
vardır) söz (ler)den en hoşuma gideni en doğru olanıdır. (Binaenaleyh) ya esir
(leriniz)i tercih ediniz ya da mallarınız)!" Bunun üzerine (Hevazin
elçileri);
Biz esir(ler)imizi
tercih ediyoruz dediler. Rasûlullah (s.a) de (onlara bir hitabede bulunmak
üzere ayağa) kalktı Allah'a (hamd-ü) senada bulunduktan sonra dedi ki:
"...Gelelim
mevzumuza! Sizin şu (Hevazinli) kardeşleriniz (müslümanlığı kabul edip) tevbe
ederek geldiler. Ben onlara esirlerini (karşılıksız olarak) geri vermeyi uygun
görüyorum. Sizden kim kendi arzusuyla bunu yapmayı istiyorsa (bunu) yapsın. Kim
de bizim kendisine Allah'ın bize vereceği ilk feyden (biraz mal) vermemize
kadar (esirler üzerindeki) hakkını elinde tutmak istiyorsa (o da bunu)
yapsın" (orada bulunan) halk;
Ey Allah'ın Rasûlü biz
kendi gönlümüzle bu esirleri onlara (karşılıksız olarak) veriyoruz, dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.)
"Biz (esirleri
karşılıksız olarak bırakmamız hususunda bize) izin verenle vermeyeni
biribirindcn ayırdedemiyoruz. Gidiniz başkanlarınıza (danışınız) sizin
kararınızı bize onlar getirsinler." dedi. Halk da (başkanlarının yanına)
gitti. Başkanları onlarla konuştular ve hepsinin de esirleri karşılıksız
olarak bırakmayı gönülden istediklerini ve (buna) izin verdiklerini
bildirdiler.[197]
Bu hadis-i şerifte
mevzuu bahis edilen olayın özeti şudur: Hz.Peygamber hicretin sekizinci yılında
Mekke'yi fethedip de sonra Huneyn üzerine bir sefer düzenlemiş ve neticede
Hevazinlerden pek çok kimseyi esir etmişti.[198] Bu
seferi müteakip yapılan Taif gazasından sonra da zilkade ayının altıncı günü
Cirâne'ye geldi ve orada on üç gece kaldı. Hevazinden alınan harp esirleriyle
ganimet mallan da Cirane'de bulunuyordu.[199] Bir
temsilci gelmeyince Hz. Peygamber, Hevazinden alınan ganimetleri mücahitler
arasında taksim etti. Nihayet Hevazin temsilcileri peygamberimizin yanına
gelip müslüman oldular ve gerilerdeki kavimlerinin de müslüman olduklarını
haber verdiler.
Bunlar başlarında Ebu
Sured Züheyr b. Sured olmak üzere ondört kişi idiler.
Peygamberimizin süt
annesinden amcası olan Ebu Burkan da aralarında bulunuyordu.[200]
Hevâzin temsilcileri;
Ya Rasûlullah! Biz, köklü bir kabileyiz.
Sana meçhul olmadığı
üzre biz bu musibete uğramış bulunuyoruz. Allah'ın sana lutfu ihsanda bulunduğu
gibi, sen de bize karşı lutufkâr ol! dediler.
Benî Sa'd b. Bekir
oğullarından Ebû Sured Züheyr, ayağa kalktı.
Ya Rasûlallah! Şu
gölgeliklerde bulunanlar, senin süt halaların, teyzelerin ve sana süt emdirip
bakmış olan kadınlardır. Eğer biz, Şam kralı Haris b. Ebi Şimr'i veya Irak
kralı Numan b. Münzir'i emdirmiş ve şimdiki duruma düşüp te kendilerinin
şefkat ve ihsanlarını dilemiş olsaydık, bize esirgemezlerdi. Halbuki, sen süt
emdirip bakılanların en hayırhsısın! dedi. Bu hususta bir de şiir söyledi.
Hevazin temsilcileri
mallarının ve esirlerinin kendilerine geri verilmesini istediler.[201]
Peygamberimiz;
"Ben, sîzin için
gelmeyeceğinizi sanıncaya kadar -işi bekletmiş- geciktirmiştim. Fakat siz çok
geç kaldınız. Esirler bölüşülmüş bulunuyor. Bana sözün en sevimli, en güzel
olanı, doğru olanıdır. Görüyorsunuz ki yanımda bunca müslümanlar var onların
hepsini haklarından vazgeçirmek zordur. Şimdi siz iki şıkkın birisini; ya
esirleri, ya da malları tercih ediniz! Size çocuklarınızla kadınlarınız mı
daha sevgilidir, yoksa mallarınız mı?” buyurdu.
Temsilciler,
Peygamberimizin ancak ikisinden birisini geri verebileceğini anlayınca,
Ya Rasûlallah! Sen
bizi, mallarımızla, çoluk çocuklarımız arasında onlardan birini seçmekte
serbest bıraktın. Sen bize kadınlarımızı ve çocuklarımızı geri ver! Çünkü
onlar bizim yanımızda maldan daha sevgilidir, dediler. Peygamberimiz:
"Benim hissemi ve
Abdulmuttalip oğullarının hisselerine düşenleri size bağışladım. Halka öğle
namazını kıldırdığım zaman, sizler ayağa kalkıp:
("Biz
çocuklarımız ve kadınlarımız hakkında Rasûlullah'ın müslüman-lar katında
müslümanların da Rasûlullah katında şefaatini diliyoruz") deyiniz.
Bunun üzerine ben de
(bana ve Abdulmuttalip oğullarına düşenleri size bağışladım) derim.
Müslümanlardan da
sizin için istekte bulunurum." buyurdu.[202]
Peygamberimiz,
müslümanlara öğle namazını kıldırınca, Hevazin temsilcileri Peygamberimizin
kendilerine emrettiği üzre ayağa kalktılar;
Biz çocuklarımızla
kadınlarımız hakkında Rasûlullah'ın, Müslümanlar katında, Müslümanların da
Râsulullah katında şefaatini diliyoruz dediler.
peygamberimiz;
"Benim hisseme ve
Abdulmuttalip oğullarının hisselerine düşenler, sizin olsun" buyurdu.
Bunun üzerine,
muhacirler;
"Biz de
hisselerimize düşenleri, Rasûlullah Aleyhisselam için bağışladık, dediler.
Ensar;
Biz de hisselerimize
düşenleri, Rasûlullah Aleyhisselam için bağışladık dediler.[203]
Akra b. Habis;
Ben ve kabilem olan
Temim oğulları adına hayır, bağışlamayız, dedi. Uyeyne bin Hısn,
Ben ve kabilem olan
Fezare oğullan adına hayır, bağışlamayız, dedi. Abbas b. Mirdas ü's-sülemî;
Ben ve kabilem olan
Beni süleymler adına; "hayır, bağışlamayız dedi. Fakat her iki kabile
halkı, Akra ile Abbas'ın;
Hayır, bağışlamayız
sözleri üzerine onlara;
Hayır, yalan
söylüyorsun. Esirler, Rasûlullah Aleyhisselama bağışlanmıştır, dediler.
Süleymoğullan; Biz hissemize düşenleri Rasûlullah Aleyhisselama
bağışladık." dedikleri zaman, Abbas b. Mirdas, onlara Siz, beni, zaif ve küçük düşürdünüz, diyerek
çıkıştı.[204]
1. Ganimetler
bölüşüldükten sonra, askerlerin özel mülJcü durumuna geçer.
2. Arap
ırkından olan kâfir esirleri köleleştirmek caizdir.
3. Süresi
belli olmayan bir zaman için borçlanmak caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, esirleri
fidye karşılığında bırakmak isteyenlere, fidyelerini Allah'ın nasibedeceği ilk
feyden vermeyi vadetti. Allah'ın ilk feyi ne zaman nasibedeceği de belli
değildi.
4. Ganimetler,
müslümanlar arasında paylaştırıldıktan sonra düşman kuvvetleri müslümanlığı
kabul ederek gelirler de mallarını isteyecek olurlarsa devlet reisi veya
vekili, bir yarar gördüğü takdirde ganimetleri geri verebilir.
5. Müslümanların
güvendikleri kişileri kendilerine rehber edinip işlerini onlara danışmaları
caizdir.
6. Haber-i
vahide itimad etmek caizdir.
7. Vekilin
müvekkili adına yaptığı ikrar makbuldür. İmam-ı Ebu Hanife (r.a)'ye göre ise
vekilin müvekkil adına yapacağı ikrar sadece hakim huzurunda geçerlidir. Bunun
dışında geçersizdir.[205]
2694. ...Amr
b. Şuayb'ın dedesinden, demiştirki: Şu, (hevazin el-çileriyle ilgili) hadisede
Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem;
“Onların kadınlarını
(ve oğullarını) kendilerine geri veriniz (içinizden) her kim şu ganimetten bir
hisse ele geçirir (de sonra onu geri verir) se (şunu bilsin ki iade edeceği) bu
ganimet karşılığında ona Allah'ın bize vereceği ilk ganimetten altı deve
vermek üzerimize borçtur." buyurmuş sonra bir deveye yaklaşıp hörgücünden
bir tüy kopararak:
"Ey insanlar
benim için şu ganimetten ve şu (elimdeki)nden hiç bir pay yoktur" (demiş)
ve (tüy tuttuğu) iki parmağını kaldırıp (sözlerine devam ederek), "Ancak
beşte biri müstesna. O beşte bir de (tarafımdan) size geri verilmiştir.
Binaenaleyh (ganimetten almış olduğunuz mallardan her şeyi hatta) iplik ile
iğneyi (bile sahiplerine iade edilmek üzere geri) veriniz." buyurmuş.
Bunun üzerine elinde kıldan yumak olan bir adam kalkıp;
Ben Devemin palanı
altında bulunan çulu tamir etmek için (ganimet mallarından) şu yumağı almıştım
dedi. Rasûlullah (s.a.)'da;
"Benim ve
Abdulmuttalib oğulları için olan (ganimet) senindir" buyurdu. (O adam da
bir yumak hukuki bakımdan şu)
Gördüğüm (hal)e
erişmişse artık benim ona ihtiyacım yoktur dedi ve onu (elinden) atıverdi.[206]
Hevazin elçileriyle
ilgili olayı bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık. Bilindiği gibi
Hz.Peygamberin ganimetlerde üç hakkı vardır:
1. Ganimetlerin
tümünün beşte birinin beşte biri. Yani ganemitlerin tümünün beşte biri
ayrılınca bu beşte bir de tekrar beşe ayrılıp şu beş sınıf arasında
paylaştırılır:
a) Hz.Peygamber
b) Hz.Peygamberin
yakınları
c) Öksüzler
d) Miskinler
e) Yolcular
2. Safiyy;
Hz. Peygamberin bir peygamber olarak seçip alabileceği pay
3. Mücahidlerle
birlikte onlardan birine denk olarak aldığı pay
Ancak Hz.Peygamber
Hevazinlilerden elde edilen ganimetlerden sadece beşte birden düşen hakkını
almış onu da geri vermiş ve ileri de eline ganimetten yada feyden geçecek olan
payını da yine esirlerini karşılıksız olarak bırakmak istemeyen mücahidlere,
bırakacakları esirler için fidye olarak vermeyi vadetmek suretiyle
borçlanmıştır.
Biz bu hadisle ilgili
hükümleri bir önceki hadisin şerhinde ve fıkıh ulemasının bu meseleyle ilgili
görüşlerimde 2690 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara
lüzum görmüyoruz.
Ancak şurasını ilâve
etmek isteriz ki, bu hadis-i şerif "Hz.Peygamberin vefatıyla ganimetlerden
aldığı payı ve dolayısıyla, akrabalarının payı yürürlükten kalkmıştır. Bu
paylar ayet-i kerimede hak sahibi oldukları Rasulü ek-remle birlikte zikredilen
öksüzlere, miskinlere ve yolculara intikal etmiştir." diyen Hanefi
ulemasının delilidir. Bazıfarına göre ise Hz.Peygamberin ve akrabalarının bu
payı Rasûlüllah'ın hayatında harcadığı yerlere harcanmak şartıyla devlet reisine
bırakılmıştır. Devlet reisi onu, islamm savunması için gerekli olan
hazırlıkları yapmak için sarfeder. Metinde geçen "...İplik ile iğneyi
(bile) veriniz." cümlesi, "ganimetler arasında bulunan az miktardaki
malların da taksime tabi olduğuna delalet etmektedir. Ayrıca bundan yiyecek
maddeleri müstesnadır." diyen İmam Şafii (r.a) in delilidir. îmam Malik
ise ganimet malları arasında bulunan kıymetsiz şeylerin taksimden önce
alınmasında bir sakınca görmemiştir.[207]
2695. ...Ebû
Talha'dan; Dedi ki: Rasûlullah (ş.a) bir kavmi yendiği zaman (onlara ait olan)
toprak (lar) da üç (gün) kalırdı. (Ebu Davud'un diğer şeyhi) İbnü'l-Müsenna
(bu hadisi); "Bir kavmi yendiği zaman onların toprağında üç (gün) kalmayı
severdi" diye rivayet etmiştir.
Ebû Dâvud der ki;
Yahya b. Sâid bu hadisi tenkid ederdi. Çünkü bu hadis Said'in (Kaîade'den
rivayet ettiği) ilk hadis (ler) den değildir. Oysa Said kırkbeş yaşında iken
bunamıştır. Bu hadisi de ömrünün son zamanlarında rivayet etmiştir. (Fakat)
Veki'in de Said'den bunak halinde iken (hadis) aldığı söylenir.[208]
Metinde, ömrünün son
zamanlarında bunadığından bahsedilen Said, Said b. Ebi Urube'dir. Bu Said'den
rivayet edilen hadislerin bazılarını tenkid eden Yahya ise; "Yahya b. Said
el-Kattan"dır.
Ve bu hadisi rivayet
eden kişilerin hepsi de Said b. Ebi Urube'den rivayet etmişlerdir. Kavilerden
birisi Muaz b. Muaz, diğeri Ravh, öbürü de Abdü'l-A'la'dır Gerçi bunların
hepsinin de bu hadisi Said'den rivayet ettiği doğru olmakla beraber bu hadisi
Said'den bunaklığı döneminde aldıklarına dair bir delil yoktur. Ayrıca bu
hadisi Buhari ile Müslim de hiçbir tenkide uğramadan sahihlerine almışlardır.
Binaenaleyh bu hadisi, Said b. Ebî Urube'-den rivayet edildiği gerekçesiyle
reddetmek doğru olmaz.
el-Mühelleb'in
açıklamasına göre Hz. Peygamberin, zafer kazandıktan sonra düşman topraklarında
üç gün daha kalmasının hikmeti, savaşın verdiği yorgunluğu gidermektir. Ancak
orada böyle bir istirahatı göze almak için ortamın müsait olması ve düşmanın
yeni bir saldırıya geçmesi ihtimalinin olmaması gerekir. Bu istirahat
süresinin üç günle kayıtlanması ise, bir yerde konaklayan bir yolcunun orada üç
gün kalmakla misafirliğinin ikamete dönüşeceğindendir. Bu bakımdan
Hz.Peygamber fethettiği düşman topraklarında üç günden fazla kalmamıştır.
Îbnü'l-Cevzi'ye göre
Rasûlullah'ın zaferden sonra düşman topraklarında üç gün kalmasının hikmeti
müslümanların güç ve kuvvetini küffara göstermek, orada infaz edilecek ahkamı
infaz etmek ve müslümanların, kafirlerin güç ve kuvvetine hiçbir değer
vermediklerini bilfiil isbat etmek içindir.
İbnu'l-Munîs'e göre
ise, Rasûlü ekremin düşman topraklarında zaferden sonra üç gün kalması, o güne
kadar isyana sahne olan o topraklar üzerinde Allah'a taatta bulunarak ve
Allah'ı zikrederek ziyafette bulunmak ve müslümanların şiarını izhar etmektir.
Ziyafetin süresi en fazla üç gün olduğu için de dördüncü gün orayı terketmeyi
uygun bulmuştur.[209]
2696. ...Ali
(k.v) den rivayet olunduğuna göre, kendisi bir cariye ile çocuğunu birbirinden
ayırmış da Rasûlullah (s.a) onu bu işten neh-yetmiş ve (yaptığı bu) satışı da
reddetmiştir.
Ebu Davud der ki; (Bu
hadisi Hz. Ali'den rivayet eden) Meymun Ali'ye kavuşmadı. Cemacim (savaşın) de
öldürüldü. Cemacim (savaşı hicretin) yetmişüçüncü sene (sin) de oldu. Hine
(savaşı da hicretin) altmışüçüncü sene (sin) de (olmuştur). îbn Zübeyrde
(hicretin) yetmişüçüncü sene (sin) de katledildi.[210]
Tirmizî bu hadîs-i
şerif hakkında şunları söylüyor; "Bu hadis hasen garibdir. Peygamber
(s.a)'in ashabından ve sonrakilerden bazı ilim adamları akraba olan savaş
esirlerini satışta biribirinden ayırmayı mekruh görmüşlerdir. Bâzı ilim
adamları İslam diyarında dünyaya gelen akrabaları birbirinden ayırmayı caiz
görmüşlerdir. Birinci kavi daha sahihdir. İbrahim'den, satışta anne ile
çocuğunu birbirinden ayırdığı, bunun sebebi kendisine sorulunca –“Ben,o anneden
bu hususta izin istedim de razı oldu-" dediği rivayet edilmiştir.[211]
Şevkanî'nin ifâdesine
göre bu hadis harp esirlerinden anne ile çocuğu ya da kardeş olan iki çocuğu
ayrı ayrı kimselere satmak suretiyle veya benzeri yollarla birbirinden
ayırmanın haram olduğuna delildir. Anne ile çocuğu birbirinden ayırmanın haram
olduğunda ittifak vardır. Anne ile çocuğun birbirinden ayrılmasına sebep olan
bu satışın sahih olup olmadığı ihtilaflıdır. İmam Şafii (r.a)'e göre bu satış
sahih değildir. Ebu Hanife (r.a)'ye göre ise sahihdir. Diğer akrabaları
birbirinden ayırmak da buna kıyasla haram sayılmıştır. İmam-ı Şafii'ye göre ise
diğer akrabaları birbirinden ayırmak haram değildir.
Hanefi fıkhının meşhur
kitaplarından "Hidâye" isimli eserde bu mevzuda şöyle deniliyor:
"Biribirleriyle evlenmeleri haram olan iki küçük köleye sahip olan bir
kimsenin bunları biribirinden ayırması caiz olmadığı gibi biribirleriyle
evlenmeleri haram olan biri küçük diğeri büyük iki köleyi birbirinden
ayırmakda caiz değildir. Biribirinden ayrılmaları yasaklananlar, biribirlerine
nikah düşmeyen ve aralarında akrabalık bulunan kölelerdir. Biribirleriyle
akraba olduğu halde evlenmeleri caiz olan ya da evlenmeleri haram olduğu halde
aralarında akrabalık bulunmayan köleler bu hükme girmezler. Onları
biribirinden ayırmak caizdir. Binaenaleyh karı-koca olan iki köleyi satmakta
bir sakınca yoktur.
Fakat aralarında hem
akrabalık bulunan, hem de biribirleriyle evlenmeleri caiz olmayan ikisi de
küçük ya da biri büyük diğeri küçük iki köleyi biribirinden ayırmak mekruhtur.
Fakat cinayet ve bunlardan birinin ayıplı çıkması gibi hallerde birini
diğerinden ayırmakta bir sakınca olmadığı gibi bunlardan birinin satılması
halinde yapılan satış da sahihtir. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, iki köleyi
biribirinden ayırmanın veya birini satmanın haram olması, sadece aralarında
doğum sebebiyle akrabalık bulunan köleler için geçerli, bunların dışındaki
akrabalıklar için geçerli değildir. Fakat aralarında doğum sebebiyle akrabalık
bulunan köleleri, iki ayrı kişiye satarak birini diğerinden ayırmak mekruhtur
ve yapılan satış fâsiddir. Çünkü Hz.Peygamberin bu satışı reddetmesi onun
fasit olduğunu ifade eder. Bu mevzuda İbn Abidin de şunları söylüyor:
"Allame Nuh Dürer haşiyesinde Ebu Yusuf'tan bu konuda iki rivayetin
olduğunu nakletmektedir. Bir rivayette ıralarında doğma akrabalığı olan ana, baba
torun, dede gibi olanlar da caiz değil, diğerlerinde caiz olduğunu
söylemektendir. Şafii mezhebinde sahih olan da budur. Bir rivayete göre de
akrabalık isterse doğum sebebiyle olsun hiç bir suret de caiz olmayacağı
istikametindedir. Bu da aym zamanda İmam-ı Ahmed'-in görüşüdür. Zira hadis-i
şerifin yasaklaması ancak böyle bir akdin fasid olmasını gerektirir, imam Malik
ise anne ile çocuk arasında bir ayırma caiz değildir, bunun dışındakiler de
caizdir demektedir..."[212]
Birbirlerinden
ayırmanın yasak olduğu köleler hakkındaki bu hükmün ne zamana kadar devam
edeceği hususu da ulema arasında ihtilaflıdır.
1. İmam
Şafii'ye göre köle yedi yaşına girinceye kadar bu yasak devam eder.
2. İmam
Evzai'ye göre babasına ihtiyacı kalmayıncaya kadar devam eder.
3. İmam Ebu
Hanife ve arkadaşlarına göre baliğ oluncaya kadar devam eder. Ancak İmam
Ahmed'e göre akraba olan köleleri ergenlik çağına varsalar bile biribirlerinden
ayırmak caiz değildir.[213]
Ebu Dâvûd, metnin
sonuna ilave ettiği ta'likte, bu hadisi Hz. Ali'den rivayet eden Meymun'un
aslında Hz.Ali'ye yetişmediğini söylemekte, buna delil olarak da Meymun'un
İbnü'l-Eş'as ile Haccac arasında vukubulan "Deyrül-cemacım" savaşında
öldüğünü göstermektedir. Musannif Ebu Da-vud bu sözüyle hicretin yetmişüçüncü
yılında vefat eden Meymun'un hicretin kırkıncı yılında vefat eden Hz.Ali ile
görüşmesinin mümkün olamayacağını ifade etmektedir. Ancak Meymun'un hicretin
yetmişüçüncü yılında vefat etmesi aslında Hz.Ali ile görüşememiş olduğunu
ifade etmez. Çünkü Meymun'un Hz.Ali'nin vefatından yedi veya sekiz yıl önce
dünyaya gelmiş olması görüşebilmeleri için yeterlidir. Musannif Ebu Dâvûd
burada Meymun'un doğum yılını tesbit etmediği için delili yeterli değildir.
Yine sözü geçen
ta'likte sözkonusu edilen Hirre savaşının ve İbn Zü-beyr'in hicretin
yetmişüçüncü senesinde şehid edilmesinin bu hadisle hiçbir ilgisi yoktur.
Musannif ebu Davud bu olayları sadece söz arasında zikretmiş olmak için
sözkonusu etmiştir.[214]
2697. ...Selemeden;
dedi ki: Biz Ebu Bekir'le birlikte (bir sefere) çıktık. Rasûlullah (s.a) onu
bizim başımıza kumandan tayin etmişti. Fezâre (kabilesi) ile savaşa başladık.
Süvarileri (hücum için) dağıttık sonra içlerinde çocuk(lar) ve kadınlar bulunan
bir topluluğa bak (maya başla) dım. (Onlara doğru) bir ok attım, (ok) onlarla
dağm arasında düştü. (Okun düştüğünü görünce ileri gidemeyip orada) durdular.
Ben de onları (alıp) Ebu Bekr'e getirdim. İçlerinde üzerinde deriden bir yaygı
(elbise) bulunan Fezare (kabilesin) den bir kadın vardı. Yanında da bir kızı
vardı ki arabın en güzel (ler) indendi. Ebu Bekir de bana o kadının kızını
nefel (fazladan) olarak verdi. Bunun üzerine Medine'ye geldim. Derken
Rasûlullah (s.a) bana rastladı ve;
"Ey Seleme! Bu
kadını bana bağışla” dedi. Ben de;
Vallahi (o) benim
hoşuma gitti. Ve daha elbisesini bile açmadım, dedim. Sükut etti. Ertesi gün
olunca Rasûlullah (s.a) çarşıda (yine) bana rastladı ve;
"Ey Seleme! Bu
kadını bana bağışla" dedi. Ben de;
Vallahi (o) benim
hoşuma gitti. Ve daha elbisesini bile açmadım dedim. Sükut etti. Ertesi gün
olunca Rasûlullah (s.a) çarşıda (yine) bana rastladı ve;
"Ey Seleme! Baban
Allah'a emanet (Bu) kadını bana bağışla." dedi. Ben de;
Ey Allah'ın rasûlü ben
henüz onun elbisesini bile açmadım. O senin olsun, dedim. Bunun üzerine o kızı
Mekkelilere gönderdi. Mekkelilerin elinde (müslüman) esirler vardı. O esirleri
de (Mekkelilerden) bu kadına karşılık olarak aldı.[215]
Metinde geçen
"lillahi Ebûke" sözü, "senin baban tamamen Allaha emanettir. Bu
bakımdan O Allah'ın izniyle senin gibi asil bir evlada sahib olmuştur."
gibi manalara gelir ve karşıdakini övgü için kullanılır. Ebu'1-Baka bu tabirin
yemin makamında kullanıldığını söylemiştir. "Ben henüz onun elbisesini
bile açmadım" sözü ise, "daha onunla hiç cinsi münasebette
bulunmadım." demektir.[216]
1. Askere
nefel (yani harbe teSvik etmek için bahşiş) vermek caizdir.
2. Cinsi
münâsebeti kinayeli sözlerle anlatmak müstehabdır.
3. Müslüman
erkekleri kurtarmak için kâfir kadınları fidye olarak vermek caizdir.
4. Esir
edilen bir anne ile yetişkin (akıl baliğ) çocuğunun arasını ayırmak caizdir.
5. Kumandanın,
askerinden bazı ganimet hisselerini isteyerek, onları bir müslümam kurtarmak
için fidye vermesi, veya daha başka amme menfaatlarında kullanması caizdir.
Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bunu Huneyn savaşında da
yapmıştır.
6. "Baban
Allah'a emanet, ceddine rahmet... gibi sözleri söylemek caizdir.[217]
2698. ...İbn
Ömer'den rivayet olunduğuna göre, kendisine ait bir köle düşman (tarafın) a
kaçmış, bir süre sonra da müslümanlar düşmana galip gelmişler. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.) o köleyi îbn Ömer'e geri vermiş ve (o köle) taksime tabi
tutulmamıştır.
Ebu Dâvûd der ki, bu
hadisi Yahya'dan başka bir ravi de, "O, köleyi'Halid b. Velid, îbn Ömer*e
geri Verdi" şeklinde rivayet etti.[218]
Bu hadis-i şerif,
"İslam ülkesini istilâ eden müşrikler müslümanlardan ele geçirmiş
oldukları mallara hiçbir zaman malik olamazlar” diyen ulemânın delilidir. Ancak
İslam ulemâsı bu meselede ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Ahmed ile Hanefî
ulemâsına göre, kâfirler istila ettikleri İslam ülkelerindeki müslümanlara ait
malları kendi ülkelerine götürmekle bu mallara malık olurlar. İmam Ahmed'den
gelen ikinci rivayete göre ise, mâlik olamazlar.
İmam MahVe göre,
Kafirler müslümanlar in ellerinde bulunan bir ülkeyi istila edip oradaki
müslümanlara ait malları ele geçirmekle, o mallara sahip olurlar. Onlara sahip
olabilmeleri için, kendi ülkelerine götürmüş olmaları şart değildir. Delilleri
ise, "Akil bize bir ev bıraktı mı da?" manasına-gelen 2010 numaralı
hadis-i şeriftir. Bu görüşte olan kimselere göre; Hazreti Peygamber bu sözüyle,
Mekke'yi ele geçiren müşriklerin oradaki mallara sahip olduklarını ifâde etmek
istemiştir.
İmam Şafii'ye göre
ise; Kafirler bir ülkeyi istila edip orada müslümanlara ait mallan ele
geçirmekle asla onlara malik olamazlar. Binâenaleyh müslümanlar bir küfür
ülkesini istilâ edip de orada daha önce kafirlerin eline geçen mallarım tekrar
ellerine geçirecek olurlarsa, İmam Şafii'ye göre bu mallar derhal ilk
sahiplerine iade edilir. Mücâhidler arasında taksim edilmiş bile olsa yine
hüküm böyledir. Hanefî ulemâsıyla İmam MahVe ve İmam Ahmed'den bir rivayete
göre ise bu mal mücahidlere taksim edilmeden önce sahibinin eline geçerse
meccanen ona verilir. Fakat taksimden sonra eline geçecek olursa değerini
ödeyerek alır.
Kâfirlerin, savaşta
müslümanlara galib gelerek ehl-i İslamdan hür kadın veya kızları ele
geçirmeleri halinde onlara hiçbir zaman sahip olamayacakları hususunda
müetehidler ittifak etmişlerdir. Kâfirlerin, Müslümanlara ait Müdebber Hükateb
ve Ümmü veled denilen köle ve cariyeleri ellerine geçirmeleri halinde onlara
sahip olup olamayacakları meselesi de ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın
pekçoğuna göre kafirler savaşta müslümanlardan ganimet olarak elde ettikleri
sözü geçen köle ve cariyelere sahip olurlar. Hanefi ulemâsına göre sahip
olamazlar.
Efendisinden kaçıp da
küffarın eline geçen kölenin, onların mülkiyetine girip girmeyeceği meselesi
hanefi uleması arasında da ihtilaflıdır. İmam Ebû Hanife (r.a)'ye göre, bu
köleye düşman sahip olamaz. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed ile diğer üç
mezheb imamına göre ise, bu köle düşmanın mülkü olur. Fakat mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerifte bu kölenin kafirlerin mülkiyetine geçemeyeceği açıkça
ifade edilmektedir.
Sunuda belirtmek
isterizki; "savaşçı bir topluluk müslümanların mallarını, kadınlarını,
çocuklarını elde ederek dar-ı harbe götürmek isterse ve böyle bir girişimde
bulunursa buna engel olmaya çalışmak bütün müslümanlar için bir
vecibedir."[219] Ebu
Davud'un açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a) o köleyi İbn Ömer'e geri verdi." anlamına gelen
cümleyi Yahya b. Zaide'den başka bir ravi de; "O köleyi Halid b. Velid İbn
Ömer'e geri verdi." anlamına gelen lafızlarla rivayet etmiştir. 2699 numaralı
hadis-i şeriften anlaşılıyor ki: Hadisi bu şekilde rivayet eden ravi İbn
Numeyr'dir.[220]
2699. ...İbn
Ömer'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) zamanında, kendisinin(Ibn.Ömerin) bir
atı (düşman ordusu tarafına) kaçınca, düşman (lar) da onu yakalamıştı. Akabinde
müslümanlar onları yenmişler ve o (at) kendisine geri verilmiştir. Ve (yine)
kendisine ait bir köle, Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellemin vefatından
sonra kaçıp Rum topraklarına girmiş, bir süre sonra müslümanlar rumlara galib
gelince Halid b.Velid o köleyi İbn-i Ömer'e geri vermiş.[221]
Bu hadis-i şerif,
efendisinden kaçarak kafirlerin eline geçen bir kölenin, hiçbir zaman eline
geçtiği kafirlerin mülkü olamayacağını ve o kölenin müslümanların eline geçtiği
anda esas sahibine geri verilmesi icab ettiğini söyleyen İmam Ebu Hanİfenin ve
bir müslüman ülkesini istilâ eden kafirlerin orada ellerine geçirdikleri
müslümanlara ait mallara sahip olamayacaklarını binaenaleyh, müslümanların
tekrar o ülkeyi ellerine geçirmeleri halinde düşman elinden geri alınan
malların eski sahiplerine verilmesi gerektiğini söyleyen imam Şafiinin
delilidir. Bu meselelerle ilgili ayrıntılı bilgi bir önceki hadisin şerhinde
geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[222]
2700. ...
Ali b. Ebi Talib'den; dedi ki: (Mekkeli müşriklere ait birtakım) köleler
Hudeybiye gününde, sulhtan önce Rasulullah (s.a)'ın yanına çıkageldiler. Bunun
üzerine onların efendileri (Hz Peygambere),
Ey Muhammed Allah'a
yemin olsun ki onlar sana senin dinine (karşı) bir istek duymuş değildirler.
Onlar sadece kölelikten kaçmak için (sana) gelmişlerdir, diye bir mektup
yazdılar (orada bulunan Ku-reyş'ten) bazı kimseler,
Ey Allah'ın Rasûlü (bu
mektubu yazanlar) doğru söylemişler.
Binaenaleyh bu
köleleri onlara geri'ver. dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) öfkelendi ve;
"Ey Kureyş
topluluğu Allah şu tutumunuzdan dolayı boynunuzu vuracak bir kimseyi
gönderinceye kadar (bu hareketinizden) vazgeçeceğinizi zannetmiyorum."
dedi, onları geri vermeyi kabul etmedi ve
"Bunlar aziz ve
celil olan Allah'ın hürriyete kavuşturduğu kimselerdir." buyurdu.[223]
Müslümanlarla savaş
halinde olan kâfirlere ait bir köle, müslümanlığı kabul ederek gelip
müslümanlara sığınacak olursa, yahut da müslümanlar kafirleri yenerek müslüman
olmuş bir köleyi ele geçirecek olurlarsa bu köle kölelikten kurtulmuş,
hürriyetine kavuşmuş olur. Bu hüküm Hanefilerin fıkıh kitaplarından, Hidaye
isimli eserde şöyle ifade edilmektedir; "İmam Ebu Hanife'ye ve
taraftarlarına göre düşmana ait bir köle müslüman olarak gelip bize sığınacak
olursa, yahut da kafirlerin ülkesi ele geçirilecek olursa bu köle hürriyetine
kavuşmuş olacağı için serbest bırakılır. Düşmanlardan kaçarak müslüman karargahına
sığınan bir köle de aynı şekilde hürriyetine kavuşmuş olur."
Düşmandan kaçarak
müslümanlara sığınan köleler, sahibinin veya herhangi bir şahsın yardımı ya da
isteği olmadan, sadece Allah'ın emri icabı hürriyetine kavuşmuş olduklarından
Rasûl-i zîşan efendimiz mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte bu köleler için,
"Allah'ın hürriyete kavuşturduğu kimseler" kelimesini kullanmıştır.
Aslında bu hadis-i
şerifte sözkonusu edilen olay hicretin sekizinci yılının şevval ayında cereyan
edenTâif seferinde vukua gelmiştir. Fakat râviler-den birinin hatası yüzünden
Ebu Davud'un Sünen'i ile Tirmizi'nin süneninde ve Hakim'in Müstedrekinde bu
olayın Hudeybiye musalehasında meydana geldiği ifade edilmiştir. Oysa
Bezlü'l-mechûd yazarının da ifade ettiği gibi, bu olayın Taif seferinde meydana
geldiğinde siyer ulemasının tümü ittifak etmişlerdir.
Hafız Zeylai'nin
tahrıc ettiği bir hadis-i şerifte bu olay şöyle anlatılıyor;
"Peygamberimiz,
"Ne zaman bir
köle, kaleden iner ve yanımıza gelirse, o hürdür diyerek nida ettirdi.
Bunun üzerine kaleden
bazı köleler inip müslüman olunca Peygamberimiz, onları azâd etti.
Kaleden inen köleler
10-19 kadardı.Onlardan bazılarının isimleri şöyledir
1. Münbaas,
ismi Muztaca iken müslüman olunca Peygamberimiz onun ismini Münbaas koydu. Münbaas,
Osman b. Ammar b. Muattibin kölesi idi.
2. Ezrak b.
Ukbe b. Ezrak, Benî Maliklerden Kaledetü's-Sakafînin kölesi idi. Sonra Benî
Ümeyyelerin müttefiki oldu.
Beni ümeyyeler,
Ezrâk'ı kendilerinden bir kadınla evlendirdiler.
3. Verdan,
Abdullah b. Rebiatü's-Sakafînin kölesi idi.
4. Yuhannes
ünnebbal, Yesar b. Malik'in kölesi idi. Sonradan Yesar Müslüman olunca,
Yuhannes'i Peygamberimiz ona geri verdi
5. İbrahim
b. Cabir Hareşetü's-Sakafînin kölesi idi.
6. Yesâr,
Osman b. Abdullah'ın kölesi idi.
7. Ebû Bekre
Nüfey b. Mesrûh, Haris b.Kelede'nin kölesi idi. Kendisi Makaradan yararlanarak
kaleden indiği için Ebû Bekre diye anıldı.
Ebu Bekre Taifden
Peygamberimizin yanına inen yirmi üç kölenin üçüncüsü idi.
8. Nafi
Ebü's-Sâib Gaylan b. Seleme'nin kölesi idi. Sonradan Gaylan müslüman olunca,
Peygamberimiz, onu, Nafi'ye geri verdi.
9. Merzûk,
Osman'ın kölesi idi.
Peygamberimiz, kaleden
inen kölelerin hepsini azâd etti.[224]
Hafız Zeylâi bu hadisi naklettikten sonra dört hadis daha zikretmiştiı ki dördü
de bu hadisenin Taif savaşında cereyan ettiğini ifâde etmektedir.
Müslümanlara sığınan
kölelerini istemeye gelen Kureyşli müşriklerin, Hz.Peygambere, bu kölelerin
müslümanlara sığınmasının esas sebebinin kölelikten kaçmak olduğunu, aslında
müslümanlığa hiç de rağbet etmediklerini söylemeleri üzerine, orada hazır
bulunanlardan bunları tasdik eden kimseler Hz.Peygamberin ashabından
değillerdi. Bunlar fcureyş'ten orada hazır bulunan bazı müşriklerdi. Esasen
ashab-ı kiramın Hz.Peygambere rağmen ku-reyş müşriklerinin iddialarını tasdik
etmeleri düşünülemez.
Kureyş kâfirlerini
tasdik eden bu kimselerin Rasûl-i zîşan efendimize, "Yâ Rasulallah"
diye hitabetmeleri ise müslümanların Hz.Peygambere hitap tarzına riayet
etmelerinden ileri gelmektedir. Yoksa onların Hz. Peygamberi Allah'ın Rasûlü
olarak tanımadıkları malumdur.
Ayrıca Kureyşli
müşrikleri tasdik edenler eğer müslümanlar olsaydı, içtihadlanna dayanan yanlış
kanaatlarından dolayı onları böyle ağır bir şekilde azarlamazdı.
Nitekim Useyd b.
Hudayr ile Abbad b. Bişr kendi ictihadlanna dayanarak, Hz.Peygambere gelip;
"Ey Allah'ın Rasûlü biz kadınları hayızhiken nikahlamaz mıyız?"[225]
demelerini ve Hz. Ömer'in Hudeybiye musalehâsın-daki sulh metnine itiraz
etmesini müsamaha ile karşılaması da bunu gösterir. Ancak müşrikleri tasdik
eden bu kimselerin o anda orada bulunan müellefe-i kulûbden bazı kimselerin
olması da düşünülebilir.[226]
2701. ...İbn
Ömer'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) zamanında (yapılan bir
savaşta) ordu ganimet olarak (bir mikdar) yiyecek ve bal ele geçirmiş de
onlardan beşte bir hisse alınmamıştır.[227]
Bilindiği gibi savaş
esnasında düşmandan ele geçen ganimetlerin beşte biri Hz.Peygambere, yakın
akrabalarına, öksüzlere, miskinlere ve yolda kalmışlara vermek üzere ayrılır.
Geriye kalan beşte dördü de mücahidler arasında usulüne göre paylaştırılır.
Ancak ganimetler un,
buğday gibi yiyecek maddelerinden ibaret olursa daha islam ülkesine taşınmadan
önce mücahidler yiyip bitirirler. Yenmiş olan bu yiyecek maddeleri mücahidlere
ödetilmez. Hanefi ulemasından Hafız Zeylâi de böyle demiştir. Hattabi'nin
açıklamasına göre ise; "Mücahidlerin düşman ülkesinde kaldıkları sürece
düşmandan ganimet olarak ele geçirdikleri yiyecek maddelerini, ihtiyaçlarını
giderecek kadar yiyebilirler. Bunlardan beşte bir hisse alınmaz. Çünkü
ganimetlerden Allah'ın, Rasulullahın, Rasulullah'ın .yakınlarının, öksüzlerin,
miskinlerin ve yolda kalmışların hakkı olarak beşte bir hisse ayrılmasını
emreden ayet-i kerime[228] nin
genel hükmü dışında kalan özel bir durumdur. Bu sebeple ordunun ganimetten az
mikdarda olmak üzere ihtiyaçlarını gidermek için tükettikleri yiyecek
maddelerinden beşte bir hisse (humus) alınmaz. Aynı şekilde Hz.Peygambere
ganimetlerden ayrılan, mücahidük ve başkanlık paylarından da beşte bir hisse
alınmaz. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre mücâhidlerin ganimet mallarından
hayvanlarına yedirdikleri yiyeceklerde böyledir. İmam Şafii eğer hayvanlarına
ihtiyaç mikdanndan fazla yedirecek olurlarsa kıymetini öderler. Aynı şekilde
yiyecek maddesinden sayılmayan meşrubat ve ilaçları içen kimseler de
kıymetlerini öderler, demiştir. Bu mevzuda Hanefi fıkhının meşhur kitaplarından
Hidaye'de şöyle deniyor: "Askerlerin düşman topraklarında kaldıkları
sürece ganimet malları içiresinde bulunan yemleri hayvanlarına yedirmelerinde
ve kendilerinin buldukları yemekleri yemelerinde bir sakınca yoktur. Çünkü
Rasulullah (s.a), Hayber savaşında ele geçen yiyecekler hakkında, "onları
kendiniz yiyiniz, hayvanlarınıza da yediriniz fakat onları alıp götürmeyiniz.
Odunları ve silahları kullanabilirsiniz.'* buyurmuştur. Fakat obütün bu izinler
sözügeçen maddelere ihtiyaç duyulması halinde taksime tabi tutulmadan öncedir.
Bu maddelerin satılmaları caiz olmadığı gibi taksimden önce elbise gibi
maddelerden ihtiyaç duyulmadan yararlanmak ta mekruhtur." Ancak bu hüküm
kıyasa göredir. Siyer-i kebirde gazilerin taksim edilmedik ganimet malları
içindeki yiyecek maddelerini yemelerinin istihsa-nen caiz olduğu ifade
edilmektedir.[229]
2702. ...Abdullah
b. Muğaffel'den; demiştir ki: Hayber (savaşı) günü atılmış (dolu) bir yağ
tulumunu (gördüm) ve varıp onu aldım ve sırtıma attım. Sonra:
"Bugün bundan
kimseye birşey vermem" dedim, derken (etrafıma) bakındım ve bir de ne
göreyim Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem bana gülümseyip duruyor.[230]
Tîbî*nin açıklamasına
göre yağ tulumunu bulan kimse, "Bugün bundan kimseye birşey
vermeyeceğim" demekle o gün o yağa zaruret derecesinde muhtâc olduğunu ve
bu zaruretin kendisini mü'min kardeşlerine tercih edecek kadar elzem olduğunu
ifâde etmiştir. Her ne kadar böylesine ihtiyaç içinde bulunan bir kimsenin
ihtiyaç duyduğu meselede kendisini mü'min kardeşine tercih etmesi caizse de
sözü geçen zat, kendisini tercih ettiği için "...Kendilerinin ihtiyaçları
olsa dahi (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler..."[231]
ayet-i kerimesiyle övülen kimselerin faziletinden mahrum kalmıştır. Bununla
beraber Rasulü zişan efendimiz onun bu yağa olan zaruri ihtiyacını bildiği için
onun bu halini tebessümle karşılamış ve Ebu Davud et-Tayalisi'nin rivayetinden
anlaşıldığına göre yağ tulumunu ona vermiştir.[232]
1. Müslüman
savaşçılar harp ülkesinde kaldıkları sürece ganimetler içerisinde bulunan
yiyecek maddelerinden ihtiyaç miktarı yiyebilirler. Bu mevzuda tüm ulemâ
ittifak etmişlerdir. Bu cevazı kumandanın iznine bağlayan el-Ezher'den başka
bir ilim adamı da yoktur. Sâdece Evzai bu cevaz için kumandanın iznini şart
görmektedir.
2. Harb
ülkesinden İslam ülkesine yiyecek götürmek caiz değildir. Şayet götüren olursa
o yiyeceğe sahip olamaz. Mücahidler arasında usulüne göre taksime tabi tutulur.
Cumhuru ulemâ bu görüştedirler. Evzâi'ye göre ise İslam ülkesine taşınan bu mal
taşıyan kimsenin olur taksime tabi tutulmaz.
3. Yahudilerin
kestiği hayvanları ve o hayvanların iç yağlarını yemek caizdir. îmam-ı Azam,
Malik, Şafii ve Cumhur buna kaildirler. îmam-ı Azam'la Şafii'ye göre, bunda
kerahet dahi yoktur. İmam Malik mekruh olduğunu söylemiştir. Hanbelilerden
bazıları ile Malikilerden Eşheb ve tbni Kaâsim'e göre haramdır. Bu kavil İmam
Malik'ten de rivayet olunmuştur.
4. Ehli
kitabın kestikleri de yenir. Bu hususta ehl-i sünnet ulemâsı müttefiktir.
Yenmez diyen yalnız Şiilerdir.
5. Hadis-i
şerif sahabenin Peygamber (s.a.)*e karşı gösterdikleri saygı ve hürmete işaret
etmektedir.[233]
2703. ...Ebû
Lübeyd'den; Dedi ki: Biz Abdurrahman b. Semure ile beraber Kabilde idik. Halk
bir ganimete rastgeldi ve onu yağma ettiler. Derken (Abdurrahman) söze başlayıp;
"Ben Rasûlullah sallalIahtt aleyhi ve sellemi, yağmacılığı yasaklarken
işittim." dedi. Bunun üzerine (Halk da) aldıkları mallan geri verdiler ve (Abdurrahman)
malları onlara bölüştürdü.[234]
Nühbfc: Ganiroet
mallarının gaziler arasında usûlüne uygun olarak taksim edilmeyip, gaziler
tarafından yağma edilmesidir. Bu ise, askerlerden bir kısmı hakkından daha
fazlasını alırken bir kısmının da hak ettiği ganimeti alamamasına sebep
olduğundan ve adaletli bir taksimi engellediğinden Rasûlü zîşan efendimiz
tarafından yasaklanmıştır. Bilindiği gibi ganimet mallan taksim edilirken
piyadelere iki hisse süvarilere de bir hisse verilir .Yağmacılıkta ise bu şer'î
ölçü kaybolduğu gibi piyadelerin süvarilerden daha çok ganimet ele geçirmesi
bile mümkündür. Bezlü'l-Mechûd yazarı Şeyh Halil Ahmet'in açıklamasına göre, bu
hadis-i şerifte yağma edildiğinden bahsedilen mallar, yiyecek maddeleridir.
Çünkü yiyecek maddelerinin taksim edilmeden yağma edilmesi caizdir. Ancak
yiyecek maddesi az olup asker yiyecek sıkıntısı içinde bulunursa o zaman devlet
yetkilisi tarafından taksim edilmeden önce askerlerin ganimetler arasındaki
yiyecek maddelerini yağma etmeleri de yasaktır. Böyle bir durumda gaziler
taksim edilmedik yiyecek maddelerinden sadece ihtiyaçları kadar alabilirler.
Fazla alamazlar.
Nitekim Musannif Ebû Dâvud da bu görüşte olduğu için bu hadisi, "Düşman
ülkesinde yiyecek az olduğu zaman, orada yağma yapmak yasaktır" başlığı
altında rivayet etmiştir. Diğer malları yağma etmenin hiçbir zaman caiz
olamayacağı kesin olarak bellidir. O mallar burada söz-konusu değildir.[235]
2704. ...(Muhammed
b. Ebu'l-Mücâhid) dediki:Ben Abdullah b. Ebi Evfaya;
Siz, Rasûlullah (s.a.)
zamanında (ganimet olarak ele geçen) yiyecek maddelerinden beşte bir hisseyi
çıkanrmıydınız? diye sordum da;
Biz Hayber (savaşı)
günü (ganimet olarak) yiyecek maddesi ele geçirmişdik. Adam gelip ondan
kendisine yetecek kadarını alıyor sonra dönüp gidiyordu.[236]
Hz. Peygamber in
Hayber savaşında ganimet olarak ele geçi-rilen yiyecek maddelerini nasıl bir
işleme tabi tuttuğuna dâir soru soran kimse Muhammed b. Ebi'l-Mücâhid'dir.
Bu sorunun,
yöneltildiği kimse de, Hz.Abdullah b. Ebî Evfâ; (r.a) hazretleridir. Bu husus
Ahmed b. Hanbel'in müsnedinde gayet açık bir şekilde ifâde edildiği halde
Avnü'l-Ma'bud yazan bu meselede hata etmiş, Bezlü'l-Mechud yazarı da bu hataya
işaret ederek tashihi cihetine gitmiştir.
Bu hadis-i şerifte
ganimet olarak ele geçirilen yiyecek maddeleri dağıtılmadan önce mücahidlerin
onlardan faydalanmasının caiz olduğu ifade edilmektedir. Hanefi ulemâsından
Ibn Abidin bu mevzuda şunları söylüyor; "Gaziler, insan yiyeceği,
odun,silah ve yağ kabilinden olarak ele geçen şeylerden dar-ı harpte taksim edilmeden
istifâde edebilirler."[237]
"Bu yiyecek,
yenilmek için hazırlanmış olsun veya olmasın, gazilerin alması caizdir. Hatta
koyun sığır gibi hayvanları kesip yemeleri caizdir. Ancak, derilerini ganimet
mallarına koyarlar. Gazilerin taksim edilmedik ganimet malı içindeki yenilecek
maddelerden istifade edebilmeleri için bunlara muhtaç olmaları şart
değildir."
"Ben derim ki;
Mültekâ sahibi bu kavli tercîh etmiştir. Bilindiği gibi hak olan da
budur."[238] "Velhasıl
hükümdarın taksim edilmedik ganimet malları İçerisinde bulunan silahdan
hayvanlardan ve ilaçdan faydalanmayı menetmesi bunlara muhtaç olunmadığı
takdirdedir.[239]
Ibn Abidin'in bu
ifadesinden de anlaşılacağı üzere taksim edilmeyen mallar içerisinde bulunan
silah, hayvan ve ilaçlardan gazilerin faydalanmalarının caiz olabilmesi için o
anda sözü geçen mallara ihtiyaç duymuş olmaları şarttır. Yoksa o mallardan
faydalanmaları caiz olmaz.[240]
2705. ...Ensar'dan
bir adam dedi ki; Biz Rasûlullah (s.a) ilebir-likte bir yolculuğa çıkmıştık.
Halka şiddetli bir açlık ve sıkıntı arız oldu. Bir süre sonra bir koyun
sürüsüne rastladılar ve onu yağma ettiler. Tencerelerimiz kaynıyordu. Derken Rasûlullah
(s.a.) (elindeki) yayına dayanarak çıkageldi ve yayıyla (tüm) tencerelerimizi
devirdi. (Ten-cerelerdeki) etleri de toprakla karıştırmaya başladı. Sonra
(şöyle) buyurdu:
"Yağmacılıktan
elde edilen bir mal(ı yemek) ölü (eti yemek) den daha helal değildir."
Yahut da (şöyle buyurdu);
“Ölü (eti yemek) yağmacılıktan
elde edilen bir mal (ı yemek) dan daha helal değildir." (Buradaki)
tereddüt (ravi) Hennâd'a aittir.[241]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi darü'l-harpte ganimet malları içerisinde
bulunan koyun, sığır gibi hayvanları mücâhidlerin kesip yemelerinde herhangi bir
sakınca yoktur. Hatta buna ihtiyaçları olmasa bile yine de bu hayvanları kesip
yemeleri caizdir. Çünkü bunlar, "yiyecek maddesi" hükmündedirler.
Dört mezhep imamının görüşü de budur. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
ise, Hz.Peygamberin bir seferde iken kendilerine şiddetli bir açlık arız olan
mücâhidlerin ganimet olarak ellerine geçirdikleri koyunları kendilerine taksim
edilmediği halde, keserek etlerini pişirmek üzere tencereye koyduklarını
görünce gelip kaynamakta olan tencereleri devirdiği etleri de kumlara buladığı
ifâde edilmektedir. Mezheb imamlarımızın bu meseledeki görüşleriyle, mevzumuzu
teşkil eden hadis arasında bir çelişki olduğu iddia edilemez. Çünkü Hanefi
ulemasından Ayni (r.a) nin tahkikine göre hicretin sekizinci senesinde, Huneyn
savaşında vukua gelen bu olay müstesna bir olaydır, bu sebeple bu olayı
diğerleriyle kıyas etmemek icâbeder. Zira bu olayın vukua geldiği günlerde
orada yiyecek kıtlığı vardı. Bu bakımdan o gün herkesin o koyunların etlerine
aynı derecede ihtiyacı vardı. Aliyyü'l-kari'nin İbnü'l-Humam'dan naklettiği
açıklamaya göre böyle bir durumda mücâhidlerin hazır yiyecek maddelerinden ya
da bu hükümde olan koyun ve keçi gibi hayvanlardan taksim edilmeden önce
faydalanamazlar. îşte Hz.Peygamber bu yüzden sözkonusu etlerin yenilmesine izin
vermemiştir.
Bazıları da bu
meseleyi şöyle açıklamışlardır: Müslümanlara harp ülkesinde şiddetli bir açlık
isabet edecek olursa, o zaman ganimet malları içerisinde bulunan hazır yiyecek
maddelerinden ya da bu hükümde olan koyun, keçi gibi hayvanlardan, ganimet
malları taksim edilmeden önce ihtiyaçları nisbetinde faydalanabilirler. Daha
fazlasından faydalanamazlar. Oysa sözkonusu hadise de mücahidler ihtiyaç
miktarını gözününde bulundurmadan o malları yağma suretiyle rastgele paylaşmışlardı.
Kimisi ihtiyacı kadar et elde edememişken, kimisi ihtiyacından kat kat
fazlasını ele geçirmişti. Hz.Peygamber de bu yüzden onlara tencerelerini
devirmelerini emretti.
Bu hadis-i şerifte
izaha muhtaç olan diğer bir mesele de Hz.Peygamberin tencereleri devirmesi
meselesidir. Rasûlü zişan efendimiz tencereleri devirmekle ve tencerelerdeki
etleri kumlara bulamakla askerin fevkalade muhtaç olduğu yiyecek maddelerini
imha edip, aynı zamanda bir israfa mı yol açmıştır. Yoksa bunun bir başka
anlamı mı vardır?
Hiç şüphesiz ki
Hz.Peygamberin bu hareketiyle bir israfa yol açtığı söylenemez. Çünkü
Hz.Peygamber tencereleri devirmeyi emretmekle onların içinde bulunan suyu
dökmelerini emretmiş ve bununla onları yaptıkları gayr-i meşru işten dolayı
cezalandırmak istemiştir. Etlerin kumlara bulanmasını istemekle de onların
taksimden önce yenmesini önlemiştir. Yoksa etleri imha etmemiş bunları daha
sonra usulüne göre taksim ederek tekrar mücahidlerin istifadesine sunmuştur.[242]
2706. ...Peygamber
sallallahü aleyhi ve sellemin ashabından birisi (şöyle) dedi: "Biz
savaşta iken (ganimet malları içerisinde bulunan) kesilmiş deve (ve koyun)
etlerini yerdik, onları taksime tabi tutmazdık. Hatta yerlerimize (veya
evlerimize) heybelerimiz bu etlerle dolu olarak dönerdik."[243]
Metinde geçen
"rihâl" kelimesi ile mücahidlerin savaş esnasında konakladıkları
yerler kasdedilmiş olabileceği gibi, Medine'deki evleri de kasdedilmiş
olabilir.
Eğer burada bu
kelimeyle gazilerin savaş esnasında ikâmet ettikleri yerler kasdedilmişse o
zaman mücahidlerin ganimet malları arasında bulunan etleri ganimetler taksim
edilmeden önce ihtiyaçları kadar alıp istirahat ettikleri yerlerde yedikleri
anlaşılır. Daha önceki hadislerin şerhinde de açıkladığımız gibi savaş
meydanında kalındığı sürece ganimet mallan içerisinde bulunan yiyecek
maddelerini devlet reisi veya vekili tarafından yasaklanmamış olmak şartıyla
taksim edilmeden önce alıp yemek caizdir. Bu durumda meselede kapalı kalan bir
taraf yoktur. Fakat eğer bu kelimeyle mücahidle-rin Medine'deki evleri
kasdedilmişse o zaman mesele izaha muhtaçtır. Çünkü Aliyyü'l-Karinin de ifade
buyurduğu gibi Harp ülkesinde ganimetler arasındaki yiyecek maddelerin
taksimden önce yenmesinin caiz oluşunun sebebi orada bulunmanın verdiği
zaruret halidir. Fakat islam ülkesi sınırlarına girildiği andan itibaren bu
zaruret hali ortadan kalkmış olacağı cihetle, devlet reisi veya vekili
tarafından ganimet mallan taksim edilmedikçe onlardan hiçbir şey alınamaz ve
daha önce harp bölgesinde usulüne göre taksim edilmedik ganimet mallarından
alınan malların da tekrar yerine iadesi gerekir.59
Hadis-i şeriflerden
anlaşılan bu mana gözönünde bulundurulursa, mü-cahidlerin Medine'deki evlerine
götürdükleri et çuvallarını, ganimet mallan dağıtıldıktan sonra götürdüklerini
kabul etmek icâbeder. Bu mevzuda Hat-tabi (r.a) şöyle diyor: "Harb
ülkesinde ganimet malları dağıtılmaksızın ganimetler arasında bulunan yiyecek
maddelerini İslam ülkesine götürmenin caiz olup olmadığı meselesinde ulema
ihtilafa düşmüşlerdir. Süfyan-ı Sevrî'ye göre, harp bölgesinde böyle bir malı
alan kimsenin İslam ülkesi sınırlarına girer girmez devlet reisine geri
vermesi gerekir. İmam Ebû Hanife (r.a) de bu görüştedir. İmam Şafii'den bu
mevzuda iki görüş rivayet edilmiştir.
İmam Evzâi (r.a)'ye
göre ise böyle bir malı harp bölgesinde taksimden önce almış olan bir mücâhid
İslam ülkesine döndükten sonra da o mala sahip olur. Devlet reisine iade etmesi
icâbetmez. Ancak o malı satamaz. Çünkü o mal sadece yemesi için o kimsenin
mülkü olmuştur.[244]
2707. ...Abdurrahman
b.Ganm'den; demiştirki; Biz Şürahbil b. es-Simt ile birlikte Kinnasr'ın şehri
(sınırı) nde (savaşmak üzere) hazır kıta olarak bulunuyorduk. (Şürahbil) orayı
fethedince orada (düşmandan bir mikdar) koyun ve sığır ele geçirdi. Bunun
üzerine ganimetin bir kısmını bizlere bölüştürdü, kalanını da ganimetlerin
toplandığı yere koydu. Kısa bir süre sonra ben Muaz b Cebel (r.a) ile
karşılaştım ve bu durumu ona anlattım. Bunun üzerine Muaz (r.a):
Biz de Rasûlullah
{s.a) ile birlikte Hayber'de savaşa katılmış ve orada (bir mikdar) ganimet ele
geçirmiştik Rasûlullah (a.s.) (ganimetlerin) bir kısmını bize bölüştürmüş,
kalanını da ganimetlerin toplandığı yere koymuştu, diye cevap verdi.[245]
Musannif Ebû Davud'a
göre bu hadis-i şerif, düşman ülkesinde ele geçirilen ganimet malları arasında
bulunan ve zaruri ihtiyaca binâen, ganimetlerin taksiminden önce gazilere
dağıtılan yiyecek maddelerinden ihtiyaç fazlasının, gaziler tarafından orada
satılmasının caiz olduğuna delalet etmektedir. Çünkü aslında ganimet mallarının
taksiminde gerçekten bir "değişim" manası vardır. Zira ganimet
mallarının her birinde ayrı ayrı her gazinin hakkı vardır. Ganimet malları
gaziler arasında taksim edilince, gaziler ganimet mallarının her birine
yayılmış olan haklarını kendi aralarında değişmiş sayılırlar. Binaenaleyh
aslında alış-veriş anlamı taşıyan böyle bir taksim neticesinde ele geçmiş olan
yiyecek maddelerinin ihtiyaç fazlasını henüz İslam ülkesine taşımadan düşman
ülkesinde satmakta da bir sakınca olmaması gerekir.
Ancak Hattabi'nin de
açıkladığı gibi ganimet mallarındaki Allah ve Ra-sûlünün beşte bir hakkı
öncelikle ayrılmadan ganimet malları gaziler arasında bölüştürülemez. Fakat
zaruretten dolayı yiyecek maddeleri bu hükmün dışındadır. Yiyecek maddeleri
zaruretten dolayı daha ganimetler düşman ülkesinde iken ihtiyaç mikdan
nisbetinde gazilere bölüştürülebilir. İhtiyaç mik-darından fazlası ise
satılamaz. Yine ganimet mallan arasına konmak üzere geri verilir. Sonra İslam
ülkesine nakledilerek usulüne göre bölüştürüıuı. Hadis-i şeriften anlaşılan da
budur. Nitekim Hanefi fıkıh kitaplarından ed-Dürrü'l-Muhtar isimli eserde de bu
mevzu şöyle açıklanıyor; "Dar-i harpte ganimet malı taksim edilemez. Ancak
hükümdar ganimet malının gaziler arasında taksim edilmesinin faydalı olduğu
içtihadında bulunur veya gazilerin ona ihtiyacı olursa bu takdirde taksim sahih
olur..."[246]
"Gerek hükümdar
gerekse başkası.mülk edinmek için ganimet malını taksim edilmeden önce satamaz.
Ama yenilecek şey için ganimet malından bir mikdar satılsa caizdir. Satılması
caiz olmadığı halde, ganimet malı satılmış olursa fesadı önlemek için geri
alınır. Geri alınması mümkün olmazsa ganimete konulmak üzere parası alınır.”[247]
2708. ...Ruveyfi'
b. Sâbiti'l-Ensarî'den; Peygamber (s.a.) in şöyIe buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, müslümanların (henüz
dağıtılmamış) ganimet mallarından olan bir hayvana, zayıflatıncaya kadar binip
de onu, (bu haliyle) gerisin geriye ganimet malları arasına bırakmasın. Vine
Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse müslümanların (henüz dağıtılmamış)
ganimet mallarından olan bir elbiseyi eksikitinceye kadar giyip de onu (bu
haliyle) gerisin geriye ganimet malları arasına bırakmasın."[248]
Sübülu's-selâm yazarı
bu hadisi açıklarken şöyle diyor; "Bu hadis-i şerif, ganimet olarak
düşmandan alman hayvana bi-nilebileceğine, ganimet malları arasında bulunan
elbiselerin giyilebileceğine delalet ediyor. Ancak yasak olan, hayvanı zayıflatmak
ve elbiseyi eskitmektir."[249]
Musannif Ebu Davud bu
hadis-i şerifi delil getirerek harp bittikten sonra yiyecek maddeleri ile
hayvan yemi dışında henüz dağıtılmamış olan ganimet mallarının hiçbirinden
yararlanmanın caiz olmadığını söylemiştir.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre Hanefi uleması harpten sonra henüz
paylaştırılmamış olan ganimet malları içerisinde bulunan yiyecek maddelerinden
ve hayvan yemlerinden gazilerin ihtiyaçları nisbetin-de faydalanmaları caiz
olduğu gibi, ganimet mallan içerisinde bulunan elbise, silah ve hayvanlardan
da ihtiyaç nisbetinde faydalanıp, ihtiyaçları sona erdikten sonra onları tekrar
ganimet malları arasına iade etmelerinin de caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bu mevzuda imam-ı
Malik'den iki görüş rivayet edilmiştir:
1. Harp sona
erdikten sonra henüz dağıtılmamış olan ganimet mallan arasındaki yiyecek
maddelerinden faydalanmak mutlak surette caizdir.
2. İkincisi
sözü geçen maddelerden yararlanmak altın ve gümüş gibi caiz değildir.
İmam-ı Şafii (r.a)'ye
göre ise harbin sonunda henüz dağıtılmamış olan ganimet mallarından istifade
etmenin cevazı sadece silahlar içindir. Bunun dışındaki mallar için geçerli
değildir. Şayet herhangi bir mücahid ganimet maddelerinden silahın dışında bir
maldan yararlanmak isterse ücret karşılığında ondan yararlanır veya kendi
payına düşecek olan eşyalardan yararlanma yoluna gider.
Fethü'l-bari sahibi
İbn Hacer el-Askalanî*nin açıklamasına göre, "Harp süresince mücahidlerin
ganimet olarak ele geçen hayvanlara binmelerinin ve elbiseleri giymelerinin,
silahları kullanmalarının caiz olduğunda ulema ittifak etmişlerdir."
tmam-ı Evzai ise bu
cevazı devlet reisinin yahut da onun vekilinin iznine bağlamıştır. Harp
halinde ganimetler arasında bu mallardan yararlanan bir mücahidin ihtiyacını
gördükten sonra bu malı iade etmesi icâbeder. Harp sona erdikten sonra bu
mallan kullanmaya devam etmek caiz değildir.[250]
2709. ...Ebû
Ubeyde, babası (Abdullah)dan; demiştir ki: (Bedir savaşı sona erince ölüler
arasında) dolaşmaya başladım. Bir de ne göreyim Ebu Cehil ayaklan kesilmiş bir
halde yere yıkılmış yatıyor. Bunun üzerine:
Ey Allah'ın düşmanı
Ebu Cehl, gerçekten Allah hayırdan uzak olan (senin gibi) bir kimseyi (nihayet
bu şekilde) rezil etti dedim ve bunu söylerken kendisinden (hiç) korkmadım. O,
da
Bir kimseyi kavminin
öldürmesinde şaşılacak ne vardır? diye cevap verdi. Bunun üzerine işe yaramaz
bir kılıçla ona vurdum bu darbeyi önleyemedi. Kılıcının elinden düşmesi
üzerine kılıcıyla ölünceye kadar vurdum.[251]
Bu hadis-i §erif, bir
mücahidin henüz taksim edilmemiş olan ganimet
mallan arasındaki bir
silahı düşmana karşı kullanmak için almasının bir sakıncası
olmadığına harp bittikten sonra da onu ganimet mallan arasına iade etmek
gerektiğine delil teşkil ediyor. Her ne kadar Hz. Abdullah b. Mes'ud, Ebu
Cehlin silahını alıptâ ona kendi silahıyla vurduğu zaman Hz. Peygamber orada
yoktuysa da Hz. Abdullah'ın bu silahı Ebu Cehl'e karşı kullanmasından
Rasulullah'ın habersiz olduğu ve dolayısıyla buna izin verip vermediğinin belli
olmadığı anlamına gelmez.
Çünkü Rasûlullah
(s.a.), taksim edilmemiş olan ganimet malları arasındaki silahları düşmana
karşı kullanma hususunda izin vermemiş olsaydı veya bu silahları düşmana karşı
kullanmanın hükmü üzerinde kesin bir açıklama yapmamış olsaydı Hz. Abdullah bu
kılıcı Ebu Cehl'e karşı kullanamazdı.
Ayrıca bu hadiseyi Hz.
Peygamberin sonradan işitip de Hz. Abdullah*-ın bu davranışını tasvip etmiş
olması da mümkündür.[252]
2710. ...Zeyd
b. Halid el-Cüheni'den (rivayet olunduğuna göre) Hayber (savaşı) günü Peygamber
(s.a.)'in sahabilerinden birisi vefat etmiş. (Sahabe-i Kiram) bunu Rasûlullah'a
haber vermişler. (Fahri kainat efendimiz de):
"Arkadaşınızın
üzerine (cenaze) namaz(ın)a durunuz. (Ben bu namazda bulunmayacağım)"
buyurmuş. Bu sözden dolayı halkın yüzlerinin fengi,değişmiş. Bunun üzerine
(Hz. Peygamber)
"Gerçekten sizin
(bu) arkadaşınız Allah yolunda (savaşılırken elde edilen) ganimet malından
çalmıştır." buyurmuş (Ravi Zeyd b. Halid dedi ki:) Bu açıklama üzerine
biz o kimsenin eşyasını araştırdık ve iki dirhem bile etmeyen bir Yahudi boncuğu
bulduk.[253]
Hz. Peygamberin
"Arkadaşınızın cenaze namazını kılınız*' sözü üzerine
sahabe-i kiramın yüzlerinin kızarıp bozarmasının sebebi, onun sözü
geçen kişinin cenaze namazım kıldırmayacağını ve bu namaza katılmayacağını
anlamış olmalarıdır.
Fıkıh âlimleri bu
hadisi delil getirerek, "Halkın her hususta kendisini örnek kabul ettiği
müslüman ilim adamlarının, günahta ısrar eden kimselerin cenaze namazlarını
bizzat kıldırmaktan kaçınıp, halka onun cenaze namazını kılmalarını
emretmesinin caiz olduğunu ve kafirlere ait bir boncuğun dahi savaşta
müslümanların eline geçmesi halinde ganimetten sayılacağını söylemişlerdir.
Ayrıca bu hadis çok az bile olsa ganimet malını çalmanın sorumluluğunun
büyüklüğünü vurgulamaktadır.[254]
2711. ...Ebû
Hureyre'den demiştir ki: Hayber yolunda Rasûlullah (s.a) ile birlikte (Hayber
gazvesine) çıktık. (Allah'ın izniyle Hay-ber'i fethettik. Fakat) Ganimet olarak
altın ve gümüş elde edemedik. Ancak giyecek yiyecek (birtakım) mallar aldık
derken Rasûlullah (s.a) Vadi'1-Kura tarafına yöneldi ve (orada) kendisine Midam
isimli siyah bir köle hediye edildi. Nihayet (tüm müslüman gaziler)
Vadi'l-Kura'ya vardıkları zaman, (bu köle) Rasûlullah (s.a.)'in (hayvanının)
palanını indirirken birden bir ok gelip köleyi öldürdü. Bunun üzerine halk
Ona cennet mübarek
olsun, dedi(ler). Rasûlullah (s.a.) de
"Hayır, asla!
Hayatım elinde olan Allah'a yemin olsun ki Hayber günü henüz paylaştırılmayan
ganimetlerden aldığı hırka onun üzerinde alev alev yanıyor." buyurdu.
Halk bunu duyunca bir adam Rasûlullah sallallahü aleyhi ve selleme bir nalin
tasması getirdi. Rasûlullah (s.a.)'da;
"Ateşten bir
nalin parçası!" ya)ıut da "Ateşten iki nalin tasması!" buyurdu.[255]
Metinde ismi geçen
vadi Medine'ye yakın bulunan : “Vadi’l- kura ismiyle maruf koydur.
Rasûlullah (s.a.)'ın
kölesinin ismi Mid'amdı. Bu köleyi Kifa'a b. Zeyd. Hudeybiye musalehasında bir
cemaatla Hz. peygamber'e gelerek müslümanlığı kabul ettiği sırada hediye
etmişti.
Rasûlullah (s.a.)'ın
"Hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır."
"Ateşten bir nalin tasması -yahud ateşten iki nalin tasması../* buyurması
ganimet malları arasından bu malı çalan kimseye bu ihanetinden ötürü verilecek
uhrevi cezadan kinayedir. Yani çalınan eşyanın ateş haline getirilerek çalanın
bu ateşle azab edileceği anlatılmak isteniyor. Bununla birlikte ibarenin böyle
gelişiyle manâ şu şekilde de olabilir. "Hıyanet edenler, ganimetten
çaldıkları eşya yüzünden cehennemde azab olunurlar."[256]
1. Ganimete
ihanet edilerek o maldan birşey çalmak BAZI HÜKÜMLER kesinlikle haramdır.
2. Bu babda
çalınan eşyanın az veya çok olmasının farketmeyeceği belirtiliyor. İmam Ebû
Hanife ile İmam Şafii ve İmam Ahmed (r.a) bu görüştedirler.
3. Hain
harpde öldürülse bile ona şehid denilemez.
4. Kâfir
olarak ölen bir kimse cennete giremez. Bu hususta islam ulemâsının icmâı vardır.
5. Zaruret
yokken de yemin edilebilir
6. Ganimetten
çalınan bir malın tekrar ganimete geri verilmesi iade edildiği takdirde de
kabul edilmesi icâbeder.
7. Ganimet
mallarına ihanet eden kimse çaldığı eşyayı iade etsin etmesin kendi eşyası
yakılamaz. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ve İmam Malik bu görüştedir.[257]
Nitekim 2713 Nolu hadisin şerhinde de açıklanacaktır.
8. Bir kimse hakkında cennetlik veya
cehennemliktir diye kestirip atmak doğru değildir.[258]
2712. ...Abdullah
b. Ömer'den Demiştirki: Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (bir seferde)
ganimet elde edince halkın ellerinde bulunan ganimetleri getirmelerini ilan etmesi
için Bilal'e emir verdi. Bunun üzerine (Hz. Bilal ellerindeki ganimetleri
getirmelerini) halka ilan etti. (Halk ellerinde bulunan) ganimetlerini
getirince(Hz. Peygamber) bu ganimetlerin beşte birini (kendine) ayırıp (geri
kalanını gazilere) paylaştırdı. Taksimden hemen sonra bir adam kıldan bir
yular getirdi ve
Ey Allah'ın Rasûlü
işte bizim ele geçirdiğimiz ganimet budur. dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber)
üç defa:
"Sen Bilali ilan
ederken duymadın mı?" dedi. (O zat da)
Evet (duydum) diye
cevap verdi. (Hz. Peygamber de)
"Onu (zamanında)
getirmene engel olan neydi?" diye sordu. Bunun üzerine (adam) Hz.
Peygamber'den özür diledi ama Rasûlullah (s.a.)
"Sen bunu kıyamet
gününde getirirsin (şimdi) bunu senden asla kabul etmeyeceğim." buyurdu.[259]
Hz. Peygamber her
mücahidin yanında bulunan ganimet eş-yasım getirip ona teslim etmesini Hz.
BilaFe ilan ettirdiği halde mücahidlerden birinin yanında bulunan ganimet
mallarını, zamanında getirmeyip, ancak ganimetlerin taksiminden sonra
getirdiği için bu mallan ondan teslim almayı reddetmesi ve ona "Sen bunu
kıyamet gününde getirirsin" diyerek, onu tehdit etmesi sebebiyle, İslam
ulemâsı, ganimet eşyalarından mal çalmanın haram olduğuna ve bu hususta
aşırıları malın az ile çoğu arasında bir fark olmadığı görüşüne varmışlardır.
Şafii ulemâsından Nevevi'nin açıklamasına göre ganimet mallarından çalmanın
büyük günahlardan olduğunda icma vardır.[260]
Nitekim Cenab-ı Hak
Kur'an-ı Keriminde: "... kim böyle bir hainlik ederse, kıyamet günü hainlik
ettiği şey ile gelir..."[261]
buyurarak bu meseleyi açıkladığı gibi, Hz. Peygamber de "... sizden
hiçbirinizle kıyamet gününde bir omuzunda meleyen bir koyun, diğer om uzunda da
kişneyen bir at olduğu halde karşılaşmayayım. O kimse bana ya Muhammed, yetiş,
diye feryad eder ben de ona -Benim elimden birşey gelmez, ben sana bunu dünyada
iken haber vermiştim- diye karşılık veririm."[262]
buyurarak bu gibi kimselerin kıyamet gününde düşecekleri acıklı durumu haber
vermiştir.
Şevkanî'nin
açıklamasına göre, bir kimse yanında bulunan ganimet malını zamanında
getirmeyip de ganimet malları paylaştırıldıktan sonra getirirse bu malın devlet
yetkilisi tarafından kabul edilip edilmeyeceği meselesi ulema arasında
ihtilaflıdır.
İmam Mâlik ile İmam
Sevrî, Evzâi ve el-Leys'e göre yanında bulunan ganimet malını zamanında teslim
edemediği için pişman olup tevbe ederek teslim etmek üzere gelen bir kimsenin
elindeki bu malın beşte birini devlet başkanı veya temsilcisi alır, geriye
kalan kısmını da kendisi sadaka olarak fakirlere dağıtır. Ancak İmam Şafii;
"Eğer bu mal gerçekten o kimsenin kendi malı ise başkasına sadaka olarak
vermeye mecbur değildir. Yok eğer bu mal kendisine ait değilse o zaman sadaka
olarak dağıtmasının hiçbir anlamı yoktur. Kanaatime göre bu kişinin, bu malı
buluntu bir malmış gibi devlet yetkilisine teslim etmesi gereklidir."
diyerek bu görüşe itiraz etmiştir.
Hanefilerin meşhur ve
muteber fıkıh kitaplarından biri olan es-Siyeru'l-Kebîr şerhinde zikredilmiştir
ki, ganimetten gizlice bir şey çalan kimse, pişman olup ordu dağıldıktan sonra
çalmış olduğu şeyi emir'e getirse, emir isterse onu tekrar getirene verip hak
sahiplerine vermesini emreder, istersede ondan alıp beşte birini hak
sahiplerine verir. Geri kalan dört kısmı buluntu gibi olur. Hak sahiplerini
bulamazsa onu ya tasadduk eder veya beytülmala koyup üzerine emrini yazar.
Ganimete ihanet ederek birşey çalan kimse çaldığı şeyi devlet başkanı veya
kumandana getirmezse bakılır; eğer hak sahipleri bulunmazsa tasadduk etmesi
müstehabdır. Hak sahiplerini bulursa, ondan beşte biri alınıp hak sahiplerine
verilir. Bir mücahidin ganimet malı taksim edilmeden Önce kendi payım satması
doğru değildir. Taksim edilmeden önce payından vazgeçmesi de doğru değildir.[263]
Kendisindeki ganimeti
ganimetlerin taksiminden önce teslim etmek üzere getiren kimse için Münziri, o
malın bu kimseden kabul edileceğinde ulemânın ittifak ettiğini
söylemiştir."[264]
Mevzûmuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, bir rahmet peygamberi olan Hz. Muhammed'in ganimetlerin
taksiminden sonra, yanındaki ganimet mallarım taksime getiren bir kimseden
getirdiği bu malı kabul etmeyerek, cezasını çekmek üzere o malla birlikte
ahirete gelmesine razı olup onun bu müşkilini dünyada halletmeye yanaşmaması izaha
muhtaç bir husustur. Tîbî'nin açıklamasına göre aslında, Hz. Peygamber böyle
bir tavır takınmakla, onun Allah'ın huzuruna suçlu olarak çıkmasını arzu etmiş
değildir. Bilakis ona yaptığı işin ne büyük bir suç olduğunu anlatarak bu malı
sahiplerine teslim edip sonra da tevbe etmesini sağlamak istemiştir.
el-Muzhir'e göre ise
bu kimsenin elindeki ganimet malında hakkı olan gaziler dağıldığı için bu malı
hakkı olan kimselere dağıtması veya onlarla helalleşmesi imkansız olduğundan
Hz. Peygamber o kimseyi günahıyla baş-başa bırakmaktan başka çare bulamamış ye
ona böyle davranmak zorunda kalmıştır. Hanefî ulemâsından Aliyyü'1-Kâri de Muzhîr'in
görüşünü desteklemiştir.[265]
1. Ganimetlerin
beşte biri toplum yararına tahsis edilmıştır.Nitekim Yüce Allah (c.c); Biliniz
ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, peygambere, yakın
akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir."[266]
buyurmaktadır.
2. Ganimet
mallarından bir eşya çalmak büyük günahlardandır.
3. Yanında
bulunan bir ganimet malını ganimetler paylaştırıldıktan sonra getiren bir
kimseden o mal kabul edilmez.[267]
2713. ...Salih
b. Muhammed b. Zaide'den, demiştirki; [Ebû Davud dediki; sâlih denen kişi Ebû
Vakid'dir.
Mesleme ile Rum
topraklarına girmiştik. (Ganimetten) mal çalmış bir adam getirildi (Mesleme)
Salim'e bu adamı (n nasıl cezalandırılması gerektiğini) sordu. ((Salim de)
Babamı, Ömer b.
Hattab'dan naklen, Peygamber (s.a.)'in; "Ganimet eşyalarından mal çalan
bir kimseyi ele geçirecek olursanız eşyasını yakınız. Kendisini de
dövünüz." buyurduğunu rivayet ederken işittim." diye cevap verdi.
(Salih b. Muhammed sözlerine devam ederek) şöyle dedi: O esnada (sözü geçen)
adamın eşyaları arasında bir Kur'ân-ı Kerim bulduk. Bunun üzerine (Mesleme)
Salime bunu sordu. O da
Sen onu sat parasını
da sadaka olarak dağıt diye cevap verdi.[268]
Hattabi (r.a)'nin
açıklamasına göre, ganimet mallarından bir eşya çalan kimsenin bedeni üzerinde
bir te'dip cezası uygulanmasının caiz olduğunda ulema ittifak etmişse de, malî
bir cezaya çarptırılmasının caiz olup olmayacağı konusunda ayrı görüşleri
vardır.
Hasan-ı Basri (r.a)'ye
göre ganimetten mal aşıran bir kimsenin mallan elinden alınarak yakılır. Ancak
hayvan ve Kur'an-ı Kerim bu hükmün dışındadır. Bunlar yakılamazlar. İmam Evzâi
ile İmam Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. Fakat bu imamlara göre o kimsenin
şahsi mallan yakılırsa da ganimetten çaldığı mallar yakılamaz. Çünkü onlar
gazilerin hakkıdır ve bu mallar gazilere dağıtılır.
İmam Kurtubî'nin
açıklamasından anlaşıldığına göre, İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ebû Hanife ve
taraftarlarıyla el-Leys, "Böyle bir suçu işleyen kimsenin şahsi malları
veya ganimet mallarından çalmış olduğu mallar asla yakılamaz. Ancak ganimetten
aşırmış olduğu mallar o kimsenin elinden alınıp gazilere dağıtılır, kendisi de
tazir cezasıyla cezalandırılır şeklinde görüş bildirmişlerdir. Ancak İmam Şafii
ile el-Leys ve Davud'a göre, bu kimsenin sözkonusu suçtan dolayı tazir cezasına
çarptırılabilmesi için işlediği bu suçun cezayı gerektiren bir suç olduğunu
bilmesi şarttır. Bu mevzuda İmam Evzâî'de şöyle diyor:
"Bu kimsenin
silahı, üzerindeki elbisesi, hayvanı ve hayvan üzerinde bulunan eğerinin
dışındaki tüm şahsi mallan ceza olarak yakılırsa da ganimet mallarından çalmış
olduğu mallar yakılamaz. Nitekim İmam Ahmed ile İshak da bu görüştedirler.
Hasan-ı Basrî (r.a) ise, o kişinin yakılması icabeden şahsi malları içerisinde
Kur'an-ı Kerim ile hayvanları bu hükmün dışındadır." görüşündedir.
İbn Adi'l-Berr'in
bildirdiğine göre Mekhûl ile Said b. Abdul-Aziz de ganimet malı çalan bir
kimsenin şahsi eşyasının yakılabileceğini söyleyenlerdendir."[269]
Ganimet malı çalan bir kimsenin eşyasının yakılabileceğini söyleyen ulemâ
delil olarak konumuzu teşkil eden hadisi şerifi göstermişlerdir. Ancak bu hadis
kendisinden daha kuvvetli hadis-i şeriflere aykırı olduğundan kendisiyle amel
edilerek haram sınırları çiğnenemez ve ona dayanılarak kendisinden daha
kuvvetli hadislerin hükmüne aykırı bir hüküm verilemez.[270]
Nitekim bu hadis
hakkında İmam Tirmizî de şunları söylüyor: "Bu hadis garibdir. Onu yalnız
bu vecihden bilmekteyiz. Bazı ilim adamları bu hadise göre uygulama
yapmışlardır. el-Evzaî, Ahmed ve İshak'ın görüşü de budur. Muhammed Buharî'ye
bu hadisi sordum, dedi ki: "Bu hadisi yalnız Salih b. Muhammed b. Zaide
rivayet ediyor. Salih, Ebu Vâkıd el-Leysî'dir. Ve onun rivayeti
miinkerdir." Muhammed (Buhari), "Ganimette hıyanet hakkında
Rasûlullah (s.a.)'den birden çok hadis rivayet edilmiş ve hadislerle hıyanet
edenin metaı (eşyası)nın yakılması emredilmemiştir." dedikten sonra
"Bu hadis garibdir."[271]
demiştir. Hanefi ulemâsından Tahavî ise, "Hadîs-i şerif sahihse, insanları
mali cezaya çarptırarak cezalandırmanın Islamın ilk yıllarına ait olduğunu
kabul etmek gerekir." diyerek bu hadisin mensuh olabileceği ihtimali
üzerinde durmuştur.[272]
Hafız Şemsüddin İbn-i Kayyim
(r.a.) de, bu hadisin ravisi Salih b. Muhammed'in güvenilir bir ravi
olmadığından onun rivayet ettiği hadislerin herhangi bir hükme delil
olamayacağını Buhârî ve benzeri hadis alimlerinin de onun zayıf bir ravi
olduğunu söylediklerini ifade etmiştir.[273]
Dârekutni ise,
"Salih olan bu hadis aslında Sâlim'in Fetvalarından biridir."[274]
demiştir.[275]
2714. ...Salih
b. Muhammed'den; demiştirki; Biz Velîd b. Hişam ile birlikte savaşıyorduk.
Yanımızda Salim b. Abdillah b. Ömer'le, Ömer b. Abdilaziz de vardı. Bir adam
(ganimet mallarından) bir eşya çaldı. Bunun üzerine Velid onun eşyasım(n
getirilmesini) emretti. Ve (getirilen eşyayı) yaktı sonra o kimse (halk
arasında) dolaştırılarak teşhir edilmek suretiyle cezalandırıldı. (Velid) ona
(ganimetten payına düşecek olan) hissesini vermedi.
Ebû Dâvûd der ki: Bu
hadis (Salih b. Muhammed'den rivayet edilen 2713 ve 2714 numaralı) iki hadisin
en sahihidir. Bu hadisi birçok ravi -Velid b. Hişam, Ziyad ibn Sa'd'ın çalmış
olduğu eşyasını yaktı ve onu dövdü- şeklinde rivayet etti.[276]
Velîd b. Hişam, Emevi
halifelerinden Velid b. Hişam b. Abdil Melik b. Mervan'dır.
Bilindiği gibi
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif 1713 numarada merfu' olarak rivayet
edilmişti. Burada ise mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Musannif Ebû Davud,
konumuzu teşkil eden ve mevkuf olarak rivayet edilen bu hadisin merfû' olarak
rivayet edilen bir önceki hadisten daha sahih olduğunu ve bu hadisi daha birçok
ravilerin de mevkuf olarak rivayet ettiğini söylüyor.
Bir Önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi İmam Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarından
ona tabi olanlar mevzumuzu teşkil eden bu hadisin zahirine göre fetva
vermişler, İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik, Şafiî (r.a) ve ulemânın büyük çoğunluğu
bu görüşe karşı çıkarak; "Ganimet malından çalanın eşyası yakılmaz, ancak
çaldığı mikdardan dolayı ta'zir cezası verilir, demişlerdir. Buharı de;
"Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ganimet malından çalanın üzerine
cenaze namazı kılmayı reddetmiş, fakat eşyasını yakmamıştır" demiştir.[277]
1. Ganimet
malı çalanı, devlet başkanı veya yardımcısı mallarını yakmak suretiyle
cezalandırabilir.
2. Devlet
yetkilisi sözügeçen kimsenin mallarını yaktıktan sonra ayrıca onu dövme yoluyla
ikinci defa cezalandırabilir. Nitekim İmam Ahmed (r.a) ve taraftarları bu
görüştedirler.
3. Bu suçtu
ganimetlerdeki hissesinden de mahrum edilir. Ancak Muvaffık, bir kimsenin
kazanmış olduğu haktan hiçbir zaman mahrum edilemeyeceğini ve bunun bir
hadis-i şerifle de sabit olduğunu ifâde etmiştir.[278]
2715. ...Amr
b. Şuayb'ın dedesi Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellemle Ebu Bekr ve Ömer (r.a.) ganimetten mal
çalan bir kimsenin eşyasını yakmışlar ve onu dövmüşlerdir.
Ebû Dâvud der ki:
"(Şeyhim) Ali b. Bahr'ın bu hadise ilave olarak Velid (b. Müslim) deh>
(bazı cümleler rivayet ettiği söyleniyorsa da ilave (edildiği iddia) edilen
"ona hissesini vermediler" cümlesini kendisinden duymadım."
Bu hadisi bize ayrıca
el-Velid b. Udbe ile Abdullah b. Necde rivayet ettiler ve (şöyle) dediler:
"Bize bu hadisi Velid (îbn Müslim) Zü-heyr b. Muhammed'den o da Amr b.
Şuayb'dan (Amr b. Şuayb'ın) sözü olarak rivayet etti. " (Diğer şeyhim)
Abdulvehhab b. Necdet el-Havtıyy ise (metinde geçen) -Ona hissesini vermedi(ler)-
(Cümlesini) rivayet etmedi.[279]
Senedde de görüldüğü
gibi bu hadis-i şerifi, Musannif Ebu Davud'a metinde geçtiği şekilde rivayet
eden ravi, Musannifin Şeyhlerinden olan Muhammed b. Avf'dır. Bu zat Musannif
Ebu Davud'a bu hadisi; "Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekr ve Ömer (r.a.)
ganimetten mal çalan bir kimsenin eşyasını yaktılar ve onu dövdüler."
anlamına gelen ibarelerle rivayet etmiştir.
Ebu Dâvûd (r.a)un
ifadesine göre, kendisi şeyhlerinden Ali b. Bahr'in bu hadise ilaveten
"... Ve ona ganimetten payına düşen hissesini vermediler." anlamına
gelen bir cümle rivayet ettiğine dair bir söylenti duymuşsa da kendisi bu
cümleyi Şeyhinden bizzat işitmemiştir. Ve yine musannif Ebu Davud'un ifade
ettiğne göre, şeyhlerinden el-Velid b. Utbe ile Abdul Veh-hab b. Necde metinde
geçen ".. Rasûlullah (s.a.) ile Ebû Bekr ve Ömer (r.a) ganimetten mal
çalan bir kimsenin eşyasını yaktılar ve onu dövdüler." anlamına gelen
hadisi Amr b. Şuayb'ın bir sözü olarak bir başka ifadeyle mevkuf hadis
şeklinde rivayet etmişlerdir. Ancak bu iki şeyhin mevkuf olarak rivayet ettiği
bu hadis-i şerifte, el-Velid b. Utbe'nin rivayetinde "Ve ona ganimetten
payına düşen hissesini vermediler." anlamına gelen bir ilave de vardır.
Fakat bu ilave cümle Musannifin diğer şeyhi Abdülvehhab b. Necde'in rivayetinde
bulunmamaktadır.
Fıkıh ulemasının bu
hadisle ilgili görüşlerini ve yine bu hadisle ilgili fıkhı hükümleri bu babın
daha önce gecen hadislerinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Hafız Şemsüddin b.
Kayyim (r.a.)'in açıklamasına göre bu hadis illetlidir. Çünkü senedinde Züheyr
vardır. Züheyr ise zayıf bir ravidir. Beyhaki'-ye göre bu zatın kimliği
meçhuldür.[280]
2716. ...Semura
b. Cündüb'den demiştir ki Rasûlullah (s.a.); "Ganimetten mal aşıran bir
kimseyi saklayan kimse onun gibidir." buyurdu.[282]
Bu hadis-i şerifin
zahirinden anlaşıldığına göre ganimetten mal çalan kimsenin işlediği bu suçu
bildiği halde onu yetkili mercilere haber vermeyen kimse de hırsızın bu suçuna
ortak gibidir. Dolayısıyla ganimet hırsızına uygulanan ceza hırsızın suçunu
saklayan kimseye de aynen uygulanacağı gibi, ahirette de bu hırsızın yaptığım
saklamak suçundan Allah'ın huzurunda hesaba çekilecektir.
Abdurrauf el-Münavi
de; "Bazı ilim adamları bu kimsenin sadece ahirette, hırsız gibi hesaba
çekileceğini, fakat dünyada ona hırsız muamelesi yapılamayacağım söylemişlerse
de seleften bazı kimselerin o kimsenin hem dünyada hem de ahirette aynen
ganimetten mal çalan hnırsız gibi muamele göreceğini söylediklerini"
ifade etmektedir.[283]
Ancak Hafız ez-Zehebî,
Mizanü'l-İtida) isimli eserinde, Musannif Ebû Davud'un süneninde, Semûra b.
Cündüb isnâdıyla altı hadis rivayet ettiğni ve bunların hiç birinde de hükme
medar olma niteliği olmadığını söylüyor.
Şurasını da belirtmek
isteriz ki, "Her kim bir müslümanın dünya gus-salarından bir gussasını
giderirse, Allah onun kıyamet günü gussalarından bir gussasını giderir. Kim
başı sıkılan birine kolaylık gösterirse Allah ona dünya ve ahirette kolaylık
ihsan eder. Kim bir müslümanın ayıbım örterse Allah onun hem dünyada hem de
ahirette ayıbını örter. Kul din kardeşinin yardımında bulundukça Allah da onun
yardımında bulunur."[284]
anlamındaki hadis-i şerifle bu hadis-i şerif arasında bir çelişki olduğu
zannedilmemelidir. Çünkü müslümanların günahlarını saklamayı emreden müslim
hadisinin hükmü vacib değil menduptur. Binaenaleyh, bir müslümanın gizli b ir
suçunu bilen onu hakime haber verse günahkar olmaz. Ancak bu hüküm fitne ve
fasetçılığıyla tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir suç işleyerek tevbe
eden ve bir daha yapmayan kimsenin kusurunu gizlemek icabeder. Çünkü fesatçının
kusurunu gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar çıkarmaya teşvik olur. Bir
defe suç işleyenin hali ise böyle değildir.
Buraya kadar verilen
izahat suç işlendikten sonraya aittir. Onu işlerken görenin hükmüne gelince,
menetmeye iktidarı olursa derhal müdahelede bulunarak menetmesi vaciptir. Çünkü
bu müdahale münkeri yasaklamak demektir. MUdahale etmemekse helal değildir.
Mesela hırsızı birinin malını çalarken görenin mal sahibine haber vermesi
icabeder aksi takdirde hırsıza yardım etmiş olur.[285]
2717. ...Ebû
Katade'den; Dedi ki: Huneyn (harbi) yılında Rasû-Iullah (s.a) ile birlikte
(savaşa) çıkmıştık. Biz düşmanla karşılaşınca müslümanlarda bir bozulma oldu. O
sırada müşriklerden bir adamın müslümanlardan birini altına aldığını gördüm ve
hemen arkasından dolanıp yanına vardım ve kılıçla boynuna vurdum. Bunun üzerine
(o kafir) beni yakalayarak öyle bir sıktı ki onun bu sıkışından ölümün kokusunu
duydum. Sonra (aldığı yaradan ötürü) ölünce beni bırakıverdi. Derken Ömer b. Hattab ile karşılaştım ve
kendisine;
Bu insanlara ne oluyor
(da böyle bozguna uğruyorlar) dedim.
Allah'ın işidir, diye
cevap verdi. Sonra (bozguna uğrayan) halk geri dönüp geldi. Rasûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem de oturdu ve;
"Her kim birini
öldürür de onu öldürdüğüne dair bir delili olursa Ölenin üzerindeki eşya ona
aittir." buyurdu. Bunun üzerine ayağa kalktım ve;
Bana kim şahitlik
edecek? dedim. Ve oturdum. Sonra (Fahr-i kainat efendimiz);
"Her kim birini
Öldürür de onu öldürdüğüne dair bir şahidi bulunursa ölenin (üzerinde bulunan)
eşyası öldürene aittir." (diyerek) bu sözünü ikinci defa tekrarladı. Bunun
üzerine ben (tekrar ayağa) kalkıp;
Bana kim şahidlik
edecek dedim ve tekrar oturdum. Sonra (Hz. Peygamber bu sözünü üçüncü defa
(olarak tekrar) söyledi. Ben de (yine) ayağa kalktım. Bunun üzerine Rasûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem;
"Ey Ebu Katade sana
ne oldu?" dedi ben de (başımdan geçen) olayı kendisine anlattım.
Topluluktan bir adam;
Ey Allah'ın Rasulü
(Ebu Katade) doğru söyledi. Bu Ölen kişinin zati eşyası da benim yanımdadır bu
eşyadan (payına düşeni kendisine 'vererek gerisini de bana bırakarak onu razı
et, diye seslendi. Bunun üzerine Ebu Bekr es-Sıddık:
Hayır vallahi bu
olmaz. Hiç Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Allah ve Rasulünün yolunda
savaşan Allah arslanlarından bir ars-lanın hakkını çiğneyerek onun eşyasını
sana verir mi? dedi. Rasûlullah
salallahü aleyhi ve sellem de (Bana şahitlik eden Ebû Bekir'i tasdik ederek)
“Doğru söyledi. Bunu
ona ver" buyurdu ve bana verdi. Sonra zırhı sattım da onunla beni Seleme
(kabilesin) de bir bahçe aldım. İşte İslamda ilk edindiğim mal budur.[286]
Huneyn Mekke'ye üç mil
uzaklıkta bir vadidir. Burada hicretin sekizinci yılında müşriklerle
müslümanlar ara sında harb olmuş, müslümanlar çokluklarından dolayı gurura
kapıldıkları için harbin başında bozulmuşlar, fakat sonra Allah üzerlerine sekinet
ve yardımcı melekler indirerek kafirlerin cezasını vermişti. İşte Ebû
Katade'nin "Bu insanlara ne oldu?" demesi bozulduklarına şaştığı
içindir. Bazılarına göre bu sözün manası: "Etu bozgundan sonra acaba
halleri ne olacak?" demektir. Buna mukabil Hz. Ömer'in: "Allah'ın
emri" diye cevap vermesi "Allah'ın emri geldi" yahut:
"Allah'ın emri galibtir, Netice Allah'tan korkanların lehinedir."
manasınadır.
Bu gazada müslümanlar
genel bir bozguna uğramadılar. Resûl-i Ekrem (sallalahü aleyhi ve sellem) ile
mü'minlerden bir grup yerlerinden ayrılmamışlardı. Bu hususta meşhur hadiseler
vardır ki, yeri geldikçe görülecektir. Nevevi diyor ki: "Peygamber (s.a.)
bozguna uğramıştır demenin doğru olmadığında, müslümanların görüş birliğine
vardıkları nakledilmiştir. Onun hiç bir yerde bizzat yenildiğini hiç bir kimse
rivayet etmemiştir. Bilakis sahih hadisler daima ikdam ve sebatını isbat
etmektedir.
ifadesi bütün
rivayetlerde bu şekilde tesbît edilmiştir. Hat-tabî ile lisân ulemâsı ise,
bunun raviler tarafından yanlışlıkla yapılmış bir değişiklik olduğunu,
doğrusunun şeklinde olması gerektiğini ve bunun lâ vallahi manâsında yemin
olduğunu söylemişlerdir.[287]
Cumhur; Selebi:
Savaşçının yanında taşıdığı giyecek, silah ve diğer eşyalarıdır, şeklinde
tarif etmiştir. Ahmed'e göre savaşan kişinin hayvanı selebten'sayılmaz.
Şafii'ye göre ise seleb, silahtan ibarettir. Yani savaşçının beraberinde
bulunan diğer eşya selebe dahil değildir. Bu hadislere göre savaşta müslüman
mücahidin öldürdüğü düşman üzerinde ve beraberinde bulunan eşya selebe dahil
değildir.
Bu hadislere göre
savaşta müslüman mücahidin öldürdüğü düşman üzerinde ve baraberin,de bulunan
eşya ganimet malına dahil edilmeyip öldüren mücahide verilir;.
Tirmizi, Ebu
Katade(r.a.)'nin hadisini rivayet ettikten sonra; "Peygamber
(Aleyhi's-salatü ve's-selam)'in ashabından ve başkalarından teşekkül eden alimlerden
bir grub bu hadisle amel etmişlerdir. Evzâî, Şafiî ve Ahmed'in fetvaları da
böyledir. İlim adamlarından bazıları da, "Devlet başkanı Se-leb'den beşte
bir hisseyi çıkarabilir, yani dilerse seleb'in beşte dördünü öldüren mücahide
verir ve kalan beşte birini uygun gördüğü yolda harcayabilir." demiştir.
Tuhfe yazarının beyanına göre Hanefiler ile Malikiler: "kafiri öldüren
mücahid, selebi alma hakkına sahip değildir. Ancak devlet başkanı selebin
öldürene ait olduğunu söylemişse o zaman seleb öldürenin hakkı olur,"
demişlerdir.
Tuhfe yazarı bu arada
şöyle der: "Cumhura göre öldüren mücahid, selebi alma hakkına sahiptir.
Mücahidlerin başında bulunan kumandan selebin öldürene ait olduğunu önceden
söylemiş olsun veya olmasın netice değişmez. Cumhur bu görüşünde Ebû Katade
(radıyallahü anh)'ın hadisine dayanır. Açık olan hüküm de budur.[288]
1. "Seleb
yani öldürülen kimsenin üzerindeki eşya, ganimetin aslındandır, beşte birden
değildir, diyenler bu hadisle istidlal etmişlerdir. Çünkü Peygamber (s.a.)'in
Hz. Ebû Kata-deye bu eşyayı vermesi, ganimetin taksiminden önce idi. Fakat
Hanefilerle İmam Malik bu istidlale cevap vermiş: "Hadis size değil, bize
hüccettir. Zira bu konuşma harp bitip ganimetler toplandıktan sonra olmuştur
ki, o halde gazilerin hakkı olan beşte birin dördü ayrılmış olur. Binaenaleyh
selebin beşte birden sayılması icabeder." demişlerdir. Kurtûbî ise;
"Bu hadis Malik ile Ebû Hanife'nin görüşlerinin sahih olduğuna en büyük
delildir, "demiştir.
2. tabiri
yemindir.
3. Kumandandan
istenilen bir şeyi onun cevabını beklemeden yardımcısı verebilir. Nitekim Hz. Ebu Bekr böyle yapmıştır.
4. Öldürdüğü
düşmanın üzerinden eşyayı almak isteyen gaziye bu eşyanın beyyinesiz verilip
verilemeyeceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir grup ulema, beyyine.
mutlaka lâzımdır. Delilleri bu hadistir. Leys, İmam Şafii ve cemaatin görüşü
budur. Evzai ise beyyineye gerek olmadığını söylemiştir.
5. Seleb, düşmanı
öldüren gazinin hakkıdır, velek ki, bir kadın öldürsün. Başında bulunmak kafi
değildir. Ebû Sevr ile ibnü'l-Münzîr'in görüşleri böyle. Cumhura göre ise,
bunun şartı, öldürülen kimsenin harb eden asker olmasıdır. İbn Kudâme:
"Öldürülenlerin üzerlerindeki eşya alınarak çıplak bırakılmaları
caizdir" demiş Sevri ile İbn Münzîr bunu kerih görmüşlerdir.[289]
2718. ...Enes
b. Malik'den; dedi ki Rasûlullah (s.a.) Huneyn (savaşı) günü;
"Kim bir kâfiri
öldürürse eşyası onundur." buyurdu. O gün Ebû Talha yirmi kişi öldürdü ve
onların (üzerlerinde) bulunan şahsi eşyalarını aldı. Ebû Talha (o gün orada
karısı) Ümmü Süleym ile karşılaştı. Ümmü Süleym'in elinde bir hançer vardı.
Ebû Talha ona:
Ey Ümmü Süleym
yanındaki şey nedir? dedi. Ümmü Süleym de:
Allah'a yemin olsun ki
eğer bana o düşmanlardan biri yaklaşacak olursa bununla karnını yarmak
istiyorum, diye karşılık verdi. Ebû
Talhâ da bunu Rasûlullah (s.a.)'a haber verdi.[290]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis hasendir. Biz bu hadisle (savaşta) hançer kullanmanın caiz olduğunu
belirtmek istedik.[291]
Bu hadis-i şerif,
savaşta düşmanın silah, at, elbise gibi eşyasının, onu
öldüren gaziye ait
olduğunu söyleyen ulemanın delilidir.
Hanefî ulemâsından îbn
Abidin'in beyânına göre bu hadis-şerifte geçen kâfir kelimesinin kapsamına
harpte öldürülmeleri caiz olan kâfirler girinektedir. Bu bakımdan bu ifâde
içerisine kafirlerin kiraladıkları askerler,kafir olan tacirler, efendilerine
hizmet eden köleler, dar-ı harbe kaçmış olan mürtedler veya zimmîler, harb edemese
bile hasta ve yaralı olan kafirler, rey sahibi veya çocuğu olması umulan yaşlı
kafirler girer. Çünkü bunların öldürülmeleri caizdir. Bir müslüman kafirlerin
safında savaşan müslümanı öldürse, öldürülen müslümanın eşyası öldüren
müslümanın olamaz. Çünkü her ne kadar kafirlerin safında savaşan müslümanın
öldürülmesi caiz ise de eşyası ganimet olmaz. Hükümdara isyan eden
müslümanların malları ganimet olmadığı gibi ancak kafirlerin safında savaşan
müslümanın eşyası kafirlerin blup o eşyayı müslümana ariyet olarak vermişler
ise bu takdirde bu müslümanın eşyası Öldüren müslümanın olur.[292]
Bu mevzuda
Bidâyetü'l-Müctehid isimli eserde de şu satırlar yer almaktadır: "İmamın
ganimetten, istediği kimseye payından fazlasını vermesi konusunda ulemâ
caizdir görüşünde birleşmiştir. Fakat hangi şeyden ve ne kadar verebildiği, bu
konuda savaştan önce herhangi bir kimseye söz verebilip veremeyceği bir
kimsenin öldürdüğü kişinin üzerindeki eşyanın imam tarafından kendisine
verilmese bile bu eşya üzerinde hakkı olup olmadığı mevzularında ayrılığa
düşmüşlerdir ki, bunlar bu bab'ın dört ana meselesidir.
Birinci mesele:
Kimisi: İmam herhangi
bir kimseye hissesinden fazla olarak ancak Beytül-mal'ın hissesi olan ganimetin
beşte birinden verebilir" demiştir, tmam Malik te buna kaildir. Kimisi:
"Ancak kendi payı olan beşte birin beşte birinden verebilir"
demişlerdir. İmam Şafiî de bu görüşü seçmiştir.
Bazıları da;
"Ganimetin mecmuundan çıkarır" demiştir. İmam Ahmed ile Ebu Ubeyd de
bu görüşe sahiptirler. Ulemâdan kimisi de; "İmam isterse ganimetin hepsini
istediği kimseye verebilir." demiştir. Bu ihtilâfın sebebi; "Biliniz
ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, peygambere, yakın arka
balara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir."[293]
ayet-i kerimesi yle "Sana ganimetlerin hükmünü sorarlar. De ki:
Ganimetler Allah'ın ve Paygamberinindir (istediklerine verebilirler).)Şu halde
Allahtan korkun da bunun için aranızda bulunan gerginliği kaldırın."[294]
ayeti arasında zıtlık var mıdır, yok mudur? diye ihtilaf etmeleridir.
Birinci ayet, ikinci
ayeti neshetmiştir, diyenler: "Her hangi bir kimseye hissesinden fazla
olarak verilen şey, ancak ganimetin beşte birinden veya beşte birinin beşte
birinden verilebilir" demişlerdir.
Bu iki ayet arasında
zıtlık yoktur ve ayetlerin ikisi de muhayyerliği ifade ederler, yani imam
isterse, gamimetin hepsinden verir, isterse kimseye fazladan bir şey vermez de
ganimetin beşte dördünün tamamını askerlere verir, diyenler: "Fazla olarak
verilen şey ganimetin toplamından verilebilir" demişlerdir. Bu ihtilafın
sebeplerinden biri bu mevzudaki hadîslerin çeşitli olmasındandır. Zira bu
mevzuda iki hadis bulunmaktadır. Biri; imam Malik'in İbn Ömer'den
"Rasulullah (s.a.v) bizi Necit tarafına gönderdi, ganimet olarak bir çok
develer ele geçirdik. Her birimize on iki deve düştü. Bundan başka her birimize
ayrıca birer deve daha verildi." mealinde rivayet ettiği hadistir. Bu
hadis fazladan ve/ilen develerin, ganimet taksim edildikten sonra kendilerine
verildiğini göstermektedir. İkinci hadisde, Habip b. Mesleme'nin
"Ra-sûlullah (s.a.)'in seriyelere savaşa çıkarken ganimetlerin beşte
birini ayırdıktan sonra, kalanın dörtte birini ve dönüşlerinde de beşte birini
çıkardıktan sonra üçte birini verirdi" mealindeki hadisidir.
İkinci Mes'ele
Ganimetten hisselerden
fazla vermenin cevazına inananlar, fazla olarak ne verilebilir? diye ihtilaf
etmişlerdir. Kimisi: "Habib b. Mesleme'nin hadisinde geçtiği üzere
ganimetin üçte ya da dörtte birinden fazla verilemez" demiştir. Kimisi de
yukarıda geçen Enfal süresindeki ayetin mensuh olmadığına ve âmm manasında
olduğuna kail olup "imam seriyyeye ganimetin tamamını da verse
caizdir" demiştir. Ayetin, Habip b. Mesleme'nin hadisi ile tahsis
edildiğine inananlar ise: Üçte veya dörtte birinden fazla verilemez." demişlerdir.
Üçüncü Mesele
İmam, savaştan önce
herhangi bir kimseye, ganimet vereceği vaadinde bulunup bulanamayacağı
hususunda da ihtilaf edilmiştir.İmam Malik, bunu mekruh görmüş bir gurup ta
caizdir demiştir. Bu ihtilafın sebebi, savaşın gayesinden anlaşılan mana ile
hadisin zahiri arasında bulunan zıtlıktır. Çünkü savaştan gaye, Allah rızasını
kazanmak ve Allah'ın dinini yüceltmek olduğuna göre, İmam birisine ganimet
vereceğini va'dettiği zaman, o adamın kanını dünyevi bir maksat uğruna heder
edeceği endişesi başgösterir. Bunun cevazını gösteren hadis ise yukarıda geçen
Habip b. Mesleme'nin hadisidir. Zira bu hadiste "Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz seriyelere ganimetlerin dörtte ya da üçte birini verirdi"
denilmektedir. Bu ise savaşa teşvikten başka bir şey değildir..
Dördüncü Mesele:
Kişiye, öldürdüğü
şahsın (seleb denilen) üzerindeki eşyasının (imam vermezse) düşüp düşmediğinde
ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik: "Savaş bittikten sonra maktulün selebini
eğer İmam onu öldürene vermezse ona düşmez" demiştir. İmam Ebu Hanife ile
Süfyan-ı Sevri buna kaildirler.
İmam Şafiî, İmam
Ahmed, Ebu Sevr, İshak ve seleften bir grup: "İmam, kendisine verse de
vermese de öldürdüğü kimsenin selebi ona aittir." demişlerdir. Ancak
bunlardan kimisi, selebin kendisine düşmesi için, maktul savaşırken maktulu
öldürmesini şart koşmuş ve "Eğer maktulu, kaçarken öldürürse selebi ona
düşmez" demiştir. İmam Şafii buna kaildir. Kimisi de, selebin kendisine
düşmesi için maktulu savaş başlarken ya da biterken öldürmesini şart koşmuş ve:
"Savaşın hengamesi sırasında öldürülen kimsenin sebebi öldürene
düşmez." demiştir. Bunu da Evzâî söylemşitir. Kimisi de : "Seleb
öldürene aittir. Fakat imam Selebi çok görürse taksim edebilir' demiştir.
Bu ihtilafın sebebi,
Peygamber (s.a.) Efendimizin Huneyn savaşının kargaşası dindiği sırada
buyurduğu : "Kim bir kimseyi öldürüşe onun selebi onundur" hadisinin
iki ihtimal mana taşımasındandır. Zira peygamber (s.a.) Efendimiz, bunu bir
fetva olarak söylemiş olabildiği gibi, bir hüküm olarak da söylemiş olabilir.
İmam Malik'e göre, hadisin bir hüküm olma ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü ona
göre, Peygamber (s.a.) Efendimizin bunu başka savaşlarda ne söylediği, ne de
bununla hükmettiğ sabit olmamıştır. Eğer fetva olursa yukarıda geçen Mâide
suresinin 41. ayet-i kerimesi ile çelişir. "Eğer ölenin çocuğu olmayıp da
ana ve babası ona varis olurlarsa terekesinden anasına üçtebir düşer.[295]
ayet-i kerimesinden, nasıl terekenin geri kalan üçteikisinin ölünün babasına
düşdüğü anlaşılıyorsa, bu ayetten de ganimetin geri kalan beştedördünün
ganimet ele geçiren askerlere düştüğü anlaşılmaktadır. Ebû Ömer: Bu söz
Peygamber (s.a.) efendimizden, Huneyn savaşından başka Bedir savaşında da
işitilmiştir." demiştir.
Hz. Ömer'den de:
"Peygamber (s.a.) Efendimiz zamanında selebi taksim etmezdik" diye
söylediği rivayet olunmuştur.
Ebu Davud da Avfb.
Malik el-Eşcai ile Halid b. Velid'ten: "Peygamber (s.a.) Efendimiz
maktulün selebini katile verirdi" diye rivayet etmektedir, îbn Ebi
ŞeybedeEnes b. Malik'ten "Bera b. AzıpDaresavaşındaMer-zuban'ı atı
üzerinde mızrakla öldürdü ve Merzubanın selebi otuzbin dirhemi buldu. Bunu
öğrenen Hz. Ömer Ebû Talha'ya "Biz selebleri taksim etmedik. Fakat
Merzubanın selebi büyük bir meblağ tuttuğundan taksim edilmesinin gerektiği
kanaatindeyim dedi." diye rivayet etmiştir.
İbn Ebî Şeybe, İbn
Sîrîn'den: "Enes b. Malik bana: Bu, islamiyette ilk taksime tabi tutulan
selebtir dedi" diye rivayet etmiştir. Miktarı çok ve az olan selepler
arasında ayırım yapanlar, buna dayanmışlardır. Âlimler, selebin ne olduğu
hakkında da ihtilaf etmişlerdir. Kimisi: "Maktulun üzerinde bulunan bütün
şahsi eşyası selebtir" demiştir. Kimisi: "Eğer bu eşya arasında
altun ve gümüş bulunursa bunlar selebe girmezler" demiştir.[296]
1. Kafir
olan düşmanın silah, at ve elbise gibi zati eşyası; onu öldüren gaziye verilir.
2. Harpte
hançer kullanmak caizdir.[297]
2719. ...
Avf b. Malik el-Eşcaîden demiştir ki:
Zeyd b. Harise ile
birlikte Mûte savaşına çık (mış) tim. Yemen halkından gönüllü bir asker de bana
arkadaş olmuştu. Yanında bir de kılıcı vardı. Derken müslümanlardan bir asker
bir deve kesti. Gönüllü asker de onun derisinden bir kısmını ondan istedi. O
da isteğini ona verdi. O gönüllü de bu deriden bir nevi kalkan şeklinde bazı
şeyler yaptı. Yola koyulduk ve bir rum topluluğuyla karşılaştık. Onların
arasında altın yaldızlı bir eğeri olan al bir at üzerinde birisi vardı. Bu rum
askeri, müslümanlara müthiş bir şekilde saldırıyordu. O sırada gönüllü asker
onu (vurmak) için bir kayanın arkasına oturdu. Rum askeri onun yanına varınca
hemen (harekete geçip) atının ayaklarını kesti. Bunun üzerine rum askeri
atından düştü. Gönüllü müslüman asker de üzerine çullanarak onu öldürdü ve
atıyla silahım ele geçirdi. Aziz ve Celil olan Allah müslümanlara (zafer
kapılarını) açınca Halid b. Velid, o gönüllüye (birisini) gönder (ip yanına
çağır) di ve (elinde bulunan) selebin bir kısmını (ondan) aldı. (Daha sonra
ravi) Avf (sözlerine devam ederek şunları) söyledi. Bunun üzerine Halid'in
yanına varıp "Ey Halid sen Rasûlullah (s.a.)in, selebin katile ait
olduğuna dair hüküm verdiğini bilmiyor musun?” dedim. O da "Evet, (biliyorum)
fakat ben bu (kadar) selebi (onun için biraz) fazla buluyorum" diye cevap
verdi. Ben de:
Ya bunu ona geri
verirsin ya da seni Rasûlullah (s.a.)'in yanında cezalandırırım." diye
(onu) tehdid ettim (Fakat selebi) ona geri vermeye yanaşmadı. Derken (ikimiz)
Rasûlullah (s.a.) in yanında bir araya geldik. Ben Hz. Peygambere gönüllü
askerin macerasını ve Halid'-in (ona) nasıl muamelede bulunduğunu anlattım.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.):
Ey Halid! Seni bu
harekete sevkeden (sebep)nedir?" diye sordu (Hz. Halid de)
“Ey Allah'ın Rasulü bu
(selebi onun için biraz) fazla buldum” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah
(Hz. Halid'e)
"Ey Halid ondan
aldığını ona geri ver." buyurdu. Ben de (bunu duyunca Halid'e)
"Al
işte(dediğimi) yaptım mı ey Halid" diye karşılık verdim. (Bu sözümü
işiten) Rasûlullah (s.a.):
Bu nedir? dedi. Ben de
'Halidle aramızda geçen münakaşayı) kendisine anlattım. Rasûlullah (s.a) (bana)
öfkelendi ve
"Ey Halid (bu
selebi) ona iade etme (dedi ve bana hitaben)siz kumandanlarımı bana bırakır
mısınız hiç?Oysa onların işlerinin en temiz olanı sizin olur, bulanık oluna da
kendi üzerlerinde kalır" buyurdu.[298]
Hadis âlimlerinden
Hattâbî, bu hadisle ilgili olarak şunları söylüyor.Bu hadis-i şerifte atın da seleb sayılması gerektiği, az olsun veya çok
olsun düşman askerinin üzerinde bulunan zati eşyanın (selebin) onu öldüren
müslüman askere verilmesi lazım geldiği ve se-lebden, Rasûlullah (s.a.)'a
akrabalarına, fakirlere, öksüzlere ve yolda kalmışlara verilmek üzere beşte
bir hissenin ayrılması icabetmediği ifade edilmektedir. Çünkü Hz. Peygamberin;
Hz. Halid'e Yemenli askerin, öldürmüş olduğu askerden aldığı zati eşyanın
tümünü kendisine iade etmesini emretmesi, bunu ifade eder. Fakat Hz.
Peygamberin sonradan Hz. Avf b. Ma-lik'in Hz.Halid b. Velid'e karşı takındığı
saygısızca tavrı öğrenince, hükmünden dönüp Hz. Halide sözkonusu selebi,
Yemenli askere iade etmemesini emretmesi ise, hem Hz. avf b. Maliki te'dib
etmek ve hem de halkın kumandanlara karşı haksız bir şekilde saygısızlık
yapmalarına imkan vermemek, kumandanlara isyan ve saygısızlık yolunu
kapamaktır.
Esasen Hz. Halid b.
Velid, bu mevzuda kendi içtihadıyla hüküm vermişti. Bu ictihad hatalı da olsa,
Hz. Peygamber daha büyük hataları ve büyük tehlikeleri önlemek maksadıyla Hz.
Halid'in bu içtihadını tasvib ederek içtihadının uygulanmasını emretti. Aynı
zamanda Hz. Peygamber, bu tutumuyla Hz. Avf b. MalikM de bir nevi
cezalandırmış oldu.
Hz. Peygamber, bu
hükmü vermeden önce, selebini elinden almak istediği Yemenli askere kendi
hissesinden onu razı edecek kadar mal vermek suretiyle onun gönlünü almış
olması da düşünülebilir. Metinde geçen ,
"Oysa onların
işlerinin en temiz olanı sizin olur, bulanık olanı da kendi üzerlerinde
kalır." cümlesiyle Hz. Peygamber, halk her şeyin iyisini ve hoş olanını
yer, içer rahatına bakar, çileyi ise amirler çeker, ganimet mallarını onlar
toplar ve yerli yerince sarf ederler, halkı onlar korur, idare ederler sonra bu
hususta bir soruşturma olursa hesaba yine onlar çekilir, demek istemiş
olabilir.[299]
1. At da
selebden sayılır.
2. SeleD az
olsun, çok olsun, sahibini öldüren müslüman askere aittir.
3. Bir
hükmün hiç uygulanmaya konmadan önce neshedilmesi caizdir.
4. Hz.
Peygamberin gazab halinde hüküm vermesi caizdir. Diğer insanların gazab
halinde hüküm vermeleri, tenzihen mekruhtur.[300]
2720. ...(Musannif)
Ebu Davud dedi ki: Bize Ahmed b. Hanbet (in) haber verdi (ğine göre) el- Velid
(b. Müslim el-Kureşî şöyle) demiştir. : Ben, şu (bir numara önce geçen) hadisi
Sevr (b. Yezid) 'e sordum. ( O da) Bana, Halid b. Ma "den Cübeyr b. Nüfeyr
(Cüber ibn Nüfeyr'-in) babası Avf b. Malik el-Eşcaî kanalıyla bu hadisin bir
benzerini nakletti.[301]
Bezlü'l-Mechûd
müellifi Şeyh Halil Ahmed'in açıklamasına göre; bu hadisin senedinde Cübeyr b.
Nüfeyr'den sonra geçen "babasından" kelimesi bazı nüshalarda yoktur.
Gerçekten de bu kelimenin bulunmaması gerekir. Çünkü Cübeyr, babasından hiç
hadis rivayet etmemiştir. Esasen bu kelime Sünen-i Ebu Davud'un Mısır nüshasında
ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yoktur. Bu ilave bazı katipler tarafından
yazılmış olsa gerektir.
Bu hadisle ilgili
diğer gerekli açıklamalar, bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[302]
2721. ...Avf
b. Malik el-Eşcaî ile Halid b. Velid'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah
(s.a.) (maktulün) eşya (sı) nın (tümüyle onu) öldürene ait olduğuna ve bu
eşyanın (beşte birinin hazineye konması için) beştebirinin ayrılmayacağına
hükmetmiştir.[303]
Bilindiği gibi seleb;
bir kimsenin üzerindeki elbisesi, silahı, parası ve
bindiği hayvan ile
bunun üzerindeki eşyasıdır.[304]
Mevzumuzla ilgili bu
hadis-i şerif, savaş esnasında bir kafiri öldüren mücahidin bu kafirin
selebinin tümüne malik olacağını ve diğer ganimetlerden Allah'a peygambere
yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara verilmek üzere ayrılan
beştebir hissenin[305]
selebden ayrılması gerekmediğini selebin olduğu gibi onun sahibini Öldüren
mücahide verilmesi icabettiğini ifade etmekte ve dolayısıyla "Seleb
bölünmeden olduğu gibi mücahide verilir" diyen Hanefi âlimlerinin görüşünü
teyid etmektedir. Çünkü Hanefi ulemasının görüşüne göre; bir kumandanın
"Her mücahid harp sahasında Öldüreceği düşmanın selebine nail olsun"
diye, askerleri harbe teşvik etmesi caizdir. Böyle bir emre uyarak düşman
askerini öldüren bir mücahid, onun sele-binden sayılan mallarının tümüne sahip
olur. Buna diğer gaziler iştirak edemezler."[306]
Ancak daha önce de
açıkladığımız gibi , Maliki ve Hanefi ulemasına göre; mücahidin bu selebi
hakkedebilmesi için kumandanın harp bitmeden önce herkesin ele geçirdiği
selefin kendisine ait olacağını ilan etmesi gerekir. İmam-ı Malik'e göre;
Devlet reisi isterse bu selebin tümünü mücahide verir, dilerse beşte birini
beytü'l mal için alır. Kadı İsmail de bu görüştedir. İshak'tan rivayet edilen
görüşe göre; eğer seleb çok ise devlet reisi beşte birini alabilir. Mekhûl ile
es-Sevriye göre devlet reisi mutlak surette beşte birini alır. Bu hususda İmam
Şafiî'den iki görüş rivayet edilmiştir. Seleb'in beşte birinin bölüneceğini
söyleyenler, "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beştebiri
Allah'a, peygambere, yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara
aHtir."[307] ayetinin genel hükmüne
dayanmışlardır.[308]
Bezlül Mechûd yazarının açıklamasına göre İmam Ahmed'e ve İmam Şafii'nin
meşhur olan görüşüne göre de, selebden beytü'1-mal için beşte bir hisse
bölünemez. İmam Malik'e göre ise, mücahidin hak ettiği seleb, aslında
ganimetten olmayıp humustan verildiğinden ondan ayrıca bir humus ayırmak
gerekmez.[309]
Şurasını da belirtmek
isteriz ki; Avn'el-Ma'bûd yazarının ifadesine göre; bu hadis-i şerifin
senedinde İsmail b. Ayyaş bulunmaktadır. Bu ravi; hadis âlimleri tarafından
tenkid edilmiştir. Bu hadis senedi cihetiyle cerh edil m -kiştir.[310]
2722. ...Abdullah
b. Mes'ûd'dan rivayet olunduğuna göre: "Bedir (savaşı) günü Rasûlullah
(s.a.) Ebu Cehl'in kılıcını neflolarak bana verdi." (bu hadis İbn Mes'ud'dan
nakleden ravi der ki) Onu (Abdullah b. Mes'ûd) öldürdü, (ama onu esas
yaralayarak çökertenler Muavviz İbn Afra ile Muaz b. Afra'dır)[311]
"Nefl"
kelimesi; lugatta ziyade manasına gelir.
Fıkıhta ise,
gazilere ganimetteki hisselerinden fazladan verilen mala denir.
Bu hadis, bir kimsenin
yaralayarak çökertmiş olduğu düşman askerini öldüren mücahidin o kafirin
selebini alabileceğine delalet etmektedir. Bilindiği gibi Ebû Cehl'in kafasını
keserek ölümünü gerçekleştiren Abdullah b. Mes'ud (r.a.) ise de, aslında onu
yaralayarak çökerten ve kendini müdafaa edemez hale getirenler; Muavviz b. Afra
ile Muaz b. Afra isimli iki kardeştir. Rasûli zişan efendimiz, Ebû Cehl'in
kılıcını İbn Mes'ûd (r.a.) e vermiştir. Bu hadisin sonunda bulunan "Onu
(Abdullah b. Mes'ûd) öldürdü." cümlesinin bu hadisi Hz. İbn Mes'ud'dan
rivayet eden Ebu Ubeyde'ye ait bir söz olmasi ihtimali bulunmakla beraber Hz.
tbn Mes'ud'un yukarıdaki cümlelerinden ayrı olarak, başlıbaşına ilave ettiği
veya iltifat yoluyla söylediği bir cümle olması ihtimali de vardır.
Avnu'l-Ma'bud yazarının el-Münziri'den naklettiğine göre, Ebû Ubeyde, aslında
babası İbn Mes'ud (r.a.)'den hiç hadis işitmemiştir. Binaenaleyh bu hadis
münkatıdır.
Bu hadisi şerif,
Müslim'in sahihinde geçen "...Onu ikiniz de öldürmüşsünüz, buyurdu ve Ebû
Cehl'in üzerindeki eşyanın Muaz b. Amr b. el-Cemuh'a verilmesine
hükmetti."[312]
mealindeki hadis-i şerife aykırıdır. Çünkü mevzuumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte, Rasû!-ü Ekrem'in, Ebû Cehl'in kılıcını İbn Mes'ud'a verdiği ifade
edilirken Müslim'in rivayet ettiği hadiste, Muaz b. Amr b. el-Cemuh'a verdiği
ifade ediliyor.
Bezlü'l-Mechûd yazan
bu mesele ile ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:
"Önce şurasını
belirtmek isteriz ki, Ebu Davud hadisi münkatıdır. İkinci olarak; Zeylai'nin de
Na,sbu'r-Raye'de ifâde ettiği gibi, eğer Ebû Dâvûd hadisinde ifadeedildiği
gibi maktulün selebi onu yaralayana verilmeyip de öldürenlere verilseydi, o
zaman Hz. Peygamberin Ebû Cehl'in selebini Afra isimli bir kadının oğlu olan
Muaz ile Muaz b. Amr arasında bölüştürmesi icabederdi. Çünkü Buhari ile
Müslim'in rivayetlerinde, Ebû Cehl'i bu iki gencin öldürdüğü ifade ediliyor.
Yine Müslim ile Buhari'nin rivayetlerinde Hz. Peygamberin Ebû Cehl'in selebinin
tümünü Muaz b. Amr'e verdiği ifade edilmektedir. Bu uygulama birkaç kişi
tarafından öldürülmüş olan bir maktulün selebinin bunlardan hangisine
verileceği hususunun devlet reisine bırakıldığını, binaenaleyh devlet reisinin
bu selebi istediği kimseye vermekte muhayyer olduğunu ortaya koyar. Beyhaki ise
el-Ma'rife adlı eserinde Hz. Pey gamberin bu tatbikatı Bedr muharebesinde ele
geçen ganimetlerle ilgili özel bir tatbikattır. Çünkü yüce Allah, Bedr
savaşında elde edilen ganimetlerin Hz. Peygambere ait olduğunu ve onu dilediği
gibi taksim etmekte serbest bulunduğunu, Kur'ân-ı Kerim'in de açıkça
bildirmişti. Hz. Peygamber Bedr ganimetlerini dilediği gibi dağıttı, hatta
savaşa katılmayanlara bile ganimetten pay verdi. Sonra ganimetlerin nasıl
taksim edileceğini belirleyen yeni ayetler nazil olunca, bu uygulama
yürürlükten kaldırıldı ve Rasûlü Ekrem de sele-bin katile ait olacağına
hükmetti. Daha sonra bu hüküm hiç değişmemek üzere yürürlükte kaldı[313]
diyor.
Üçüncü olarak şunu
belirtmek isteriz; aslında Ebû Cehl'in tüm selebi-nin Muaz b. Amr'in hakkı
olduğu halde Hz. Peygamber onun gönlünü yaparak sadece kılıcını, İbn Mes'ûd'a
verilmesine onu ikna etmiş, sonra da kılıcı İbn Mes'ûd (r..a.)'a vermiş
olabilir."[314] Her
ne kadar yukarıda mealini sunduğumuz Müslim hadisinin sonunda Ebû Cehl'i Muaz
b. Amr ile Muaz b. Afra'nın öldürdükleri bildiriliyorsa da, Müslim ile
Buhari'nin ittifakla rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şerifte onun Afra
isimli bir kadının iki oğlu öldürdüğü, Müslim'in diğer bir rivayetinde de
Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'un başını kestiği kaydedilmektedir. Kadı Iyaz
*'ekseriyetle siyer ulemasının kavli budur" diyor.
Nevevî, bu
rivayetlerin arasını bulmuş ve Ebû Cehl'in katline, bunların hepsi iştirak
etmiştir. Onu müdafaadan aciz hale getiren darbeyi Muaz b. Amr vurmuş, İbn
Mes'ûd can çekişirken kafasını koparmıştır, demiştir.[315]
Selebin katile
verilmesiyle ilgili görüşler 2712-2718 numaralı hadislerin şerhinde
geçtiğinden, burada tekrara lüzum görmüyoruz. Ancak şu kadarını ilave edilim
ki, yaralı bir düşman askerini öldüren mücahid, İmam Ah-med ile İmam Şafiî'ye
göre maktulün selebini alamaz. İmam Malik'e göre selebin kime verileceğini
tayin etme yetkisi devlet reisine verilmiştir. Hanefi-lere göre ise, düşman
askeri aldığı ilk yarayla kendini savunamaz bir duruma düşmüşse, onun selebini
onu ilk yaralayan mücahid alır. Eğer aldığı yara onu güçsüz duruma
düşürmemişse, ona ikinci darbeyi indirerek onu öldüren kimse alır.[316]
2723. ...Ebu
Hureyre (nin) Said b. elrAs'a anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.) Eban b. Said
b. el-As*ı bir seriyyenin başında Medine'den Necid tarafına gönder (miş) di.
Eban b. Said ve arkadaşları (Ne-cid'den dönerlerken) Hayberi fethettikten sonra
(daha) Hayber'de (bulunan) Rasaûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yanına
geldiler. Atlarının kemerleri lif (ten) idi. Eban:
"Ey Allah'ın
Rasûlü (elinize geçen ganimetten) bize de bir pay ayır." dedi. Ebu Hureyre
(sözlerine devam ederek hadiseyi şöyle) anlattı: Ben de
"Ey Allah'ın
Rasûlü (sakın onlara bir) pay ayırma" dedim. Eban da bana
"Ey tavşan
kılıklı sen (bize) bunu (söylüyorsun) dağın tepesinden üzerimize sarkıyorsun
ha? diye karşılık verdi. Peygamber Sallal-lahü aleyhi ve sellem de:
“Ey Eban otur" buyurdu
ve onlara pay ayırmadı.[317]
Eban, Ebû Hureyre'ye
"Ey tavşan kılıklı sen bize bunu söylüyorsun ha?" demekle Ebû
Hureyre'nin Rasul-ü Ekrem'in huzurunda ganimetler hakkında hüküm vermek
salahiyetini haiz olmadığım ve Rasul-ü Ekrem'in huzurunda onun bir hiç
mesabesinde olduğunu ifade etmek ve onu haddini aşmamaya davet etmek
istemiştir.
Hadis-i şerif, harpte
bulunmayan kimselerin harpte elde edilen ganimetten bir pay alamayacaklarını
söyleyen ulemanın delilidir. Bu mevzuda Hattâbî şunları kaydetmiştir:
İmam Ebû Hanife
(r.a.)'ye göre; düşman ülkesinde iken, ganimetler dağıtılmadan önce, savaşmak
üzere gelip de mücahitlere katılan kimse ganimete ortak olur ve diğer
gazilerle beraber ondan pay alır, yoksa alamaz.
İmam Şafiîye göre;
harbe bizzat katılan ya da bilfiil mücahidlere yardım eden kimse,
ganimetlerden pay almaya hak kazanır. Aksi halde ganimetten pay almaya hakkı
yoktur. İmam Ahmed ile İmam Malik(r.a.)de bu görüştedirler.
İmam Şafiî; "Bir
mücahid harp bittikten sonra daha ganimetler taksim edilmeden ölecek olursa,
onun ganimetteki hissesi varislerine intikal eder." derdi.
İmam Evzâî, Allah
yolunda savaşmak üzere yola çıkan bir kimse harbe katılsa da, harbe katılmadan
savaş sona erse de ganimetlerden pay almaya hak kazanır, demiştir.[318]
2724. ...Ebû
Hureyre'den demiştir ki:
Ben Medine'ye geldiğim
sırada, Rasûlullah (s.a.) Hayber'i fethetmişti ve orada bulunuyordu. Bunun
üzerine (yanına varıp kendisinden, Hayber savaşında ele geçirdikleri ganimet
mallarından) bana da pay ayırmasını istedim. Said b. el-As'in çocuğunun biri
söze karışıp.
"Ey Allah'ın
Rasûlü ona pay verme" dedi. Ben de "Bu (adam) İbn Kavkal'ın
katilidir." (onun sözüne itibar edilmez) dedim. Said b. el-As (in oğlu
Eban) da:
"Şu tavşan
kılıklı kişiye hayret ediyorum, hurma ağacının tepesinden üzerimize sarkıyor
da yüce Allah'ın ikramda bulunduğu, fakat beni onun önünde rezil olmaktan
koruduğu müslüman bir kişinin benim önümde ölmesinden dolayı beni ayıplıyor."
diye karşılık verdi.[319]
İbn Kavkal, en-Nu'man
b. Kavkale b. Ahram b. Fihr b. Sa'-lebe b. Ğanem b. Amr b. Avf'dır. Musa b.
Ukbe ile İbn İshak, onun Bedr savaşına katılıp Uhud savaşında şehid olduğunu,
ifade etmişlerdir. Beğavünin açıklamasına göre, İbn Kavkal savaş esnasında
güneş batmadan önce şehid olmayı arzu etmiş, güneş batmadan önce bu gayesine
ermiştir. Rasulü zişan efendimiz bu hadise üzerine "Onun cennette arzu
ettiği makamlara eriştiğini gözlerimle gördüm." buyurmuştur.
Ebû Hureyre'nin
metinde geçen sözlerinden anlaşılıyor ki, İbn Kavkal'ı Uhud'da Eban b. Said b.
el-As şehid etmiştir. O zaman Hz. Eban b. Said henüz müslüman olmamıştı.
Kendisi Hz. İbn Kavkal'ı şehid etmekle, onun şehitlik mertebesine erişmesine
sebep olmuştur. Fakat orada kendisi Hz. İbn Kavkal tarafından Öldürülmüş
olsaydı, imansız olarak gideceği için ebedi cehennemlik olacaktı. İşte Ebû
Hureyre'nin "Bu (adam) İbn Kavkal'ın katilidir." sözlerine karşılık
olarak Hz. Eban"... Yüce Allah'ın ikramda bulunduğu, fakat beni onun
önünde rezil olmaktan koruduğu müslüman bir kişinin benim önümde ölmesinden
dolayı beni ayıplıyor" demekle bunu ifade etmek istemiştir.
Her ne kadar metinde
Rasulü-Ekrem'in huzurunda cereyan eden bu münakaşa, Hz. Ebû Hureyre ile Hz.
Eban b. Said b. el-As tarafından başla-tıldıysa da sonradan bu münakaşaya Said
b. el-As'ın da katıldığı ifade ediliyor, aslında Said b. el-As bu münakaşaya
karışmamıştır. Hafız İbn Hacer'-in el-Isabe isimli eserinde de ifade ettiği
gibi, ravilerden birinin yaptığı bir yanlışlıktan dolayı, Eban b. Said b. el-Âs
yerine Said b. el-As ismi rivayet edildiğinden bu hatalı durum ortaya
çıkmıştır. Buharî'nin rivayetinde ise bu hata yoktur.
Yine Hafız İbn Hacer
(r.a), bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor: "Bu hadis-i
şerifte Hz. Peygamberden ganimet isteyenin Ebû Hureyre ve ona ganimet
verilmesine engel olmak isteyenin de Eban (r.a) olduğu, ifade edilirken bir
önceki hadis-i şerifte, tam tersine Hz. Peygamberden ganimet isteyenin Hz.
Eban, ona ganimet verilmesine engel olmak isteyenin de Ebû Hureyre (r.a) olduğu
ifade ediliyor. Bu durum hadisin senedinde isimlerin yanlışlıkla yerlerinin
değiştirildiğini, dolayısıyla bu hadisin maklub hadislerden olduğunu ortaya
koyar. ez-Züheylî, bu duruma bakarak, bu iki hadisten doğru olanın bir önceki
hadis olduğunu, ikinci hadisin de, ona göre düzeltilmesi gerektiğini söylüyor.
Aslında bu hadislerde
böyle yanlışlıkla isimler arasında bir değişiklik yapılması sözkonusu olmayıp
Ebû Hureyre ile Hz. Eban'ın her ikisinin de ganimetten pay istemesi ve ikisinin
de biribirlerine mani olmaları da ihtimal dahilindedir. Nitekim Hz. Ebû
Hureyre'nin "O İbn KavkaFın katilidir" demesi, buna karşılık Hz.
Eban'ın da Hz. Ebû Hureyre'nin ganimette hiçbir hakkı bulunmadığını ifade etmek
üzere onun hakkında"... Hurma ağacının tepesinden üzerimize sarkan
tavşan..." gibi sözler sarfetmesi de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[320]
Hanefi âlimlerden1
Şeyh Halil Ahmed, Bezlii'l-Mechûd isimli eserinde, bu hadisle ilgili olarak şu
açıklamayı yapıyor; "Eğer sen Hz. Eban ile Ebû Hureyre daha ganimetler
dağıtılmadan önce düşmanla savaşmak üzere Hay-ber'e vardıkları halde, niçin
kendilerine ganimetten pay verilmedi?" diye sorarsan ben de sana şu
cevabı veririm: Hanefi ulemasına göre mücahidlere yardım için savaş alanına
varıp onlara katılmak isteyen bir kişinin ganimetlerden hisse alabilmesi için
ganimetler daha harp ülkesinde iken ve İslam ülkesine taşınmadan önce onlara
katılmış olması gerekir. Halbuki sözü geçen sahabiler, Hayber'de savaşan
mücahidlere katılmadan önce Hayber fethedilmiş, İslam topraklarına katılmış,
harp ülkesi olmaktan çıkmıştı. Dolayısıyla ganimetler harp ülkesinde değil,
İslam ülkesinde bulunuyordu. Bu bakımdan ganimetten pay almaya haklan yoktu.
Şafiî ulemasına göre ise, mü-cahidlere sonradan katılan kimselerin ganimetten
pay alabilmeleri için savaş bitmeden önce mücahidlere katılması gerekir. Ancak
Hz. Peygamberin Hz. Ebû Musa el-Eş'arî gibi bazı zatlara savaşa katılmadıkları
halde Hayber ganimetlerinden pay ayırması, ayrı bir meseledir. Çünkü Hz.
Peygamber o payı onlara ya kendi payından vermiştir ya da diğer gazilerin
gönüllerini alarak onların payından vermiştir.[321]
2725. ...Ebû
Musa (el-Eş'arî) den demiştir ki:
"Rasûlullah
(s.a.) Hayber'i fethettiği sırada, biz de Yemen'den gelip yanına vardık.
(Ganimet mallarından) bize de hisse verdi." Yahut da (Ebû Musa el-Eşârî
şöyle) dedi: "Ganimetlerden bize de hisse verdi. (Fakat) Hayber savaşına
katılmayan kimselere ganimet mallarından hiçbir hisse vermedi. Ancak bizim
gemi halkından olan Ca'fer ile arkadaşlarına (Hayber savaşma bilfiil katılan)
kimselerle birlikte hisse verdi.[322]
Metindeki tereddüt ve
şüphe ifadesi olan yahut kelimesi
metnin aslından değil
ravi tarafından ilave
edilmiş bir kelimedir. Ravi Hz. Ebû Musa el-Eş'arî'nin sözlerini kesin
bir şekilde hatırlayamadığı için bu şüphesini de ifade etmek maksadıyla bu
kelimeyi de metine ilave etmek lüzumunu hissetmiştir.
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, aslında Şafiî ulemasına göre harp
bitmeden önce, savaş alanına varıp mücahitlere katılamadıkları için, Hanefi
âlimlerine göre de ganimet malları henüz harp ülkesinden İslam ülkesine
taşınmadan önce mücahidlere katılamadıkları için, ganimet mallarından bir pay
alamamaları gerekirdi. Onlar Hayber'e vardıkları zaman orası harp ülkesi
olmaktan çıkmış, İslam ülkesi haline gelmişti. Fakat
Hz. Peygamber, onlara
verdiği bu hisseyi, ya kendi rızasıyla kendi hissesinden vermiştir. Yahut da
mücahidlerin rızasını alarak onların hakkından vermiştir. Ayrıca gemi halkının
Hayber'in fethinden önce oraya vardıkları için ganimetten pay almayı hak etmiş
oldukları da düşünülebilir.[323]
2726. ...İbn
Ömer'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
Bedir (savaşı) günü (ayağa) kalarak: "Gerçekten Osman, Allah'ın ve
Rasulünün yolunda hizmette bulundu. Ben de onun adına biat ediyorum."
deyip (ganimet mallarından) ona da pay verdi. Oysa onun dışında, harbe
katılmayan hiçbir kimseye (ganimetten) pay vermemişti.[324]
Her ne kadar metinde
Hz. Peygamberin Hz. Osmanın dışında
Bedir savaşına bilfiil
katılmayan kimselerin hiçbirine ganimetten hisse vermediği ifade
ediliyorsa da aslında, es-Siyerü'1-Kebir isimli eserde açıklandığına göre, Hz.
Peygamber bilfiil Bedir harbine katılmayan Hz. Osman'a Bedr ganimetlerinden
pay verdiği gibi, Şam taraflarına giden Kureyş Kervanım takib etmek ve onun
hakkında haber getirmekle görevlendirdiği Talha b. Ubeydullah ile Said b. Zeyd
(r.a)'e ve Medine'den gelen münafıklarla ilgili bir haberi tahkik etmek üzere,
Medine'ye gönderdiği Ensar'dan beş mücahide de bilfiil savaşa katılmadıkları
halde, Bedir ganimetlerinden hisse vermiştir. Bu mücahidler her ne kadar
bilfiil savaşa katıl-mamışlarsa da aslında, bilfiil harp ülkesinde Rasul-i
Ekrem'in ve tüm müs-lümanların hizmetinde bulunmuşlardır. Medine'ye gönderirken
Hz. Talha ile Hz. Said'den Medine'de bulunduklarından dolayı harp ülkesinde
değil, İslam ülkesinde bulundukları iddia edilemez.
Ayrıca bazı kimseler,
"Allah Teâlâ hazretleri, Bedir ganimetlerinin paylaştırılmasını Rasulünün
arzusuna bırakmıştı. O ganimetlerde kimsenin hakkı yoktu. Bu sebeple Hz.
Peygamber sözkonusu ganimetlerden istediği kadarını istediği kimseye vermeye
salahiyetli idi de onun için sözü geçen kimselere de Bedir savaşına
katılmadıkları halde ganimetlerden pay verdi. Nitekim "... Ganimetler,
Allah'ın ve Rasûliinündür..."[325]
ayet-i kerimesi de bunu gösterir." demişlerdir. Siyer-i Kebir şerhinden
naklettiğimiz bu ifadelerden de anlaşılıyor ki aslında Bedir savaşına bilfiil
katılmadığı halde Bedir ganimetlerinden pay alan sadece Hz. Osman değildir.
Fakat Hz. İbn Ömer bundan haberi olmadığı için "Savaşa katılmadığı halde
ganimetlerden pay alan sadece Hz. Osman'dır..." diye rivayette
bulunmuştur.
Hanefi âlimlerinden
Ebû Ca'fer Tahavî, bu hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor: *'Hz. Osman
Hz. Peygamberin emriyle Medine'de kalarak ailesi Rukiyye'nin hastalığıyla
ilgilenmek üzere görevlendirildiği ve bu yüzden de katılmayı çok istediği
halde bilfiil katılamadığı, Bedir savaşının ganimetlerinden hisse aldığı
gibi,devlet reisinin bir başka cephede savaşmak üzere müslümanların işleriyle
görevlendirildiği bir kimse de müslümanların eline geçen ganimet mallarından
pay almaya hak kazanır. Kumandan, harp malzemesi ikmal etmek üzere İslam
ülkesine geri gönderdiği kimselerle, Harbe katılmayı çok arzu ettikleri halde
devlet reisinin görevlendirdiği yeri terke-demeyen ve bu yüzden de savaşa
katılmayan kimseler de ganimetten pay almaya hak kazanırlar. Her ne kadar 2723
numaralı Ebû Hureyre hadisinde Hz. Ebanı, Necd taraflarına gitmek üzere bizzat
Hz. Peygamber gönderdiği halde, dönüşte ona ve arkadaşlarına Hayber
ganimetlerinden pay verilme-mişse de, aslında bunun sebebi Hz. Peygamberin Hz.
Eban ile arkadaşlarını savaş başladıktan sonra değil de savaş başlamadan önce
göndermiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle, Hz. Eban'ı Hayber savaşına
katılmaktan alıkoyan sebep kendisine Hz. Peygamberin vermiş olduğu görev
değildi. İstese idi Hayber savaşı sona ermeden önce arkadaşlarıyla birlikte
Hayber mücahidlerine katılabilirdi.
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının ifade ettiğine göre, her ne kadar konumuzu ilgilendiren bu hadis-i şerifte
Bedir muharebesinin sonunda Hz. Peygamberin, Hz. Osman'ın gıyabında onun adına
bîat aldığı ifade ediliyorsa da, bu doğru değildir. Hadisin bu kısmını bazı
raviler yanlış rivayet etmişlerdir. Hz. Peygamberin kendi sağ elini sol eli
üzerine koyarak Hz. Osman'ın gıyabında, onunla biatlaşması hadisesi, Bedir
savaşında değil, Hudeybiye gazvesinde olmuştur. Nitekim Buharı ve Tirmizi'de
zikredilen şu hadis-i şerifte bu gerçeği ifade etmektedir:
"Osman b.
Abdullah b. Mevhibden rivayet edilmiştir ki, Mısır halkından bir adam,
Beytullah'ı haccetti ve (orada) oturmakta olan bir cemaat gördü.
"Bunlar
kimlerdir?" diye sordu.
"Kureyşdir"
dediler.
"Şu şeyh
kimdir?" diye sordu.
İbn (i Ömer)
dir." dediler. Yanına geldi ve:
"Sana birşey
soracağım; şu ka'be'nin kutsiyeti hakkı için senden bana (gerçeği) söylemeni
istiyorum. Uhud savaşı esnasında Osman'ın kaçtığını bilir misin?" dedi.
Şeyh:
"Evet" diye
cevap verdi. Adam:
"Rıdvan Matından
geri kaldığını ve bu biate katılmadığını biliyor musun?" diye sordu.
Şeyh:
"Evet" diye
cevap verdi. Adam:
"Bedir savaşından
geri kaldığını ve bu savaşa da katılmadığım bilir misin?" dedi. Şeyh:
"Evet" diye
cevap verdi. Bunun üzerine adam "Allahü ekber" diye mukabele etti.
İbn Ömer Ona:
"Gel" dedi
"sorduğun hususları sana açıklayayım. Uhud günü esnasında Osman'ın firar
etmesi ise şehadet ederim ki; Osman, Allah tarafından affedilmiş ve
bağışlanmıştır.[326]
Bedir savaşından geri kalmasına gelince, çünkü peygamber (s.a.)'in kerimesi
Hz. Osman'ın yanında veya nikahı altında bulunuyordu. Peygamber, (s.a.v) ona
"Bedir savaşına katılan kişinin sevabına ve (ganimet) payına sahip
olacaksın." buyurmuştu. Rıdvan bi'atinden geri kalması da Mekke içinde
Osman'dan daha kıymetli bir kişi olsaydı Rasûlullah (s.a) Osman'ın yerine onu
gönderirdi. Rıdvan biati Osman Mekke'ye gittikten sonra oldu. Peygamber (s.a)
sağ eli için "Bu Osman'ın elidir" buyurarak, onunla (so1 elinin
üzerine vurdu ve (biat) Osman içindir- buyurdu." İbn Ömer, ona simdi bunu
(izahı) da beraberinde götür"
dedi.[327]
2727. ...Yezid
b. Hürmüz'den rivayet olunmuştur ki: (Haricilerin başkanı) Necdet (b. Amir
el-Harûrî), İbn Abbas'a (bir mektup) yazarak ona bazı şeylerle birlikte kölenin
de ganimette bir hakkı olup olmadığım, kadınların da peygamber (s.a)le birlikte
(savaşa) çıkıp çıkmadıklarını ve onların da ganimette bir hakkı bulunup bulunmadığını
sordu. İbn Abbas (r.a) da:
(Eğer bu adamın)
Ahmakça bir iş yapmayacağından emin olsaydım, ona mektupla cevap vermezdim-
dedi (ve mektubunda ona şunları yazdı) "Kölelere gelince (onlara da
ganimetten pay) verilirdi. Kadınlarsa onlar yaralıları tedavi ederler ve su
verirlerdi."[328]
Metinde geçen
"Eğer (bu adamın) ahmakça bir iş yapmayacağından emin
olsaydım ona
mektupla cevap vermezdim." anlamındaki cümle,
Müslim'de "... Bir ilmi gizlemiş olma durumuna düşmesem buna (cevap)
yazmazdım..."[329]
anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.
Yine Müslim'in
rivayetinden öğrendiğimize göre, Haricilerin reislerinden olan Necdet'in, îbn Abbas'a
gönderdiği mektupta kendisine şu beş soru yöneltilmiştir:
1. Rasûlullah
(s.a.) kadınlarla birlikte savaşa gider miydi?
2. Onlara da
ganimetten hisse ayırır mı idi?
3. Çocukları
öldürür müydü?
4. Yetimin
yetimlik müddeti ne zaman sona erer?
5. Beştebir
kimin hakkıdır?
Hz. İbn Abbas da ona
şu cevabı vermiştir:
"Bana mektup
yazarak; Rasûlullah (sallallahü Aleyhi ve sellem) kadınlarla birlikte gaza
eder mi idi? diye sordun. (Evet) Onlarla birlikte gaza ediyordu. Onlar da
yaralıları tedavi ediyor; kendilerine ganimetten bir şeyler veriliyordu.
Hisseye gelince; onlara hisse ayırmamışlar, şüphesiz Rasûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem çocukları da öldürmezdi. O halde sen de çocukları öldürme!
Bana yazarak; yetimin
yetimlik müddeti ne zaman sona erer? diye sordun. Ömrüme yemin ederim ki adam
vardır, sakalı biter de halâ kendi hakkını almaktan zayıf, kendi namına
vermekten acizdir. İşte kendisi için başkalarının aldığının elverişlisini
almaya başladı mı artık ondan yetimlik gitti demektir.
Bana yazarak;
beştebirin kime verileceğini sordun. Biz: Bu bizim hakkımızdır, derdik, fakat
kavmimiz bunu kabul etmedi." Aslında Hz. tbn Abbas Necdet'in bu mektubuna
cevap vermek istememiştir. Çünkü bu zat, İslam. alemine saçtıkları fitne
tohumları ve ortaya attıkları bid'atlerle, İslam dairesinden çıkan ve sonu
gelmez tartışma ve fitnelerin öncülüğünü yapan haricilerin liderlerinden di.
Fakat, -'Kim bildiği
bir meseleyi kendisine soran bir kimseye açıklamaktan kaçınırsa kıyamet
gününde onun ağzına ateşten gem vurulacaktır.”[330]
hadis-i şerifindeki tehdide hedef olmaktan korktuğu ve Necdet'in de açıkladığı
gibi ahmakça bir uygulama yaparak, yeni birtakım bid'atlere yol açacağından
çekindiği için, ona cevap vermeyi daha uygun görmüştür. Konumuzla ilgili bu
hadis-i şerifte kölelere ganimetten bir şeyler verildiği ifade edilmekte ise
de, bunun mikdarı ve mahiyeti hakkında kesin bir açıklama olmadığı gibi,
kadınlar hakkında da bu hususta bir açıklama yoktur. Ancak yukarıda tercümesini
sunduğumuz Müslim'in rivayetinde ise; kadınlara ganimetten hisse mikdarına
erişmeyen birşeyler verildiği açıklanmaktadır. Daha sonra gelecek olan 2728
numaralı hadis-i şerifte, kadınlara ganimetten verilen bu mikdarın razh denilen
bir miktar olduğu ifade edilmektedir.
Ömer Nasuhi Bilmen
Razh kelimesini şöyle açıklıyor: "Harpte hizmetleri görülen kadınlara,
çocuklara, kölelere ve ziminilere ganimet mallarından verilen bir mikdar
maldır. Savaşanların paylarından eksiltilir. Bu mik-darı tayin veliyyü'1-emre
aittir.
Razh kelimesi; lügatte
az birşey vermek ve az bir mikdarda verilen şey manasındadır. Kendileri savaşçı
ve mücahidlerden sayılmadıklan halde harpte, bazı hizmetleri görüldüğünde
dolayı ganimet mallarından razh namıyla birer mikdar mal alan kimselere de Ehl-i
razh denilir.[331] Müslim'in rivayet ettiği
diğer bir hadis-i şerifte de "... Ganimet mallarının başında bulunan kölelerle
kadınlara sade bir mikdar hediyye verileceği..."[332]
ifade edildiğinden Hanefi âlimleri, ganimet mallarının başında bulunan
kölelere, kadınlara ganimet mallarından bir hisse verilemeyeceğini, sadece
"razh" adıyla bir hediyye verilebileceğini söylemişlerdir.
Burhaneddin el-Merğınani el-Hidaye isimli eserinde, Hanefî âlimlerin bu
meseledeki görüşünü şöyle ifade ediyor: "Köle ile kadına, çocuğa ve
zimmiye ganimet mallarından bir hisse verilemez. Onlara ancak razh
verilebilir. Razh'ın mikdarını da ancak devlet reisi tayin eder. Çünkü Hz.
Peygamber, sözü geçen sınıflara, ganimetten bir hisse ayırma-mıştır. Zira cihad
bir ibadettir. Zimmi ise ibadet ehlinden değildir. Çocukla kadına gelince,
bunlar cihad etmekten acizdirler. Ancak köle savaşacak olursa, kadınlar da
yaralıları tedavi edip hastalara bakacak olurlarsa, kendilerine razh denilen
bir hediye verilir.[333] İbn
Humam'm beyanına göre "Hanefi âlimleri bu Razh ganimetlerden Allah ve
Rasulü için ayrılacak olan humus çıkarılmadan önce, sahiplerine verileceğini
söylemişlerdir.
İmam Şafiî ile imam
Ahmed (r.a) bu görüştedirler. İmam-ı Ahmed'den gelen diğer bir rivayete göre
de, razh ganimetlerden humus çıkarıldıktan sonra kalandan alınır, tmam
Şafiî'nin diğer bir görüşüne göre de humusun beşte birinden alınır.[334]
İmam Malik'e göre ise bunlara nimetten hiçbir şey verilmez.[335]
1. Kadınlar
harbe katılarak, yaralıların ve hastaların hizmetinde bulunabilirler.
2. Dar'ül-Harpte
ganimetler dağıtılırken orada hazır bulunan kadınlara, ganimetten bir mikdar
hediyye verilir, tmam Ebû Hanife ile es-Sevri, el-Leys, Şafii ve ulemanın büyük
çoğunluğu bu görüştedir. İmam Evzâî'ye göre; eğer kadınlar hastaların veya
yaralıların hizmetinde bulunmuşlarsa, mü-cahidler gibi ganimetten hisse
alırlar, imam Malik'e göre, kadınlar ganimetten hiçbir şey alamazlar.[336]
2728. ...Yezid
İbn Hürmüz'den demiştir ki:
Necdetü'l-Harûrî, îbn
Abbas'a (bir mektup) yazarak ona "Kadınlar Rasûlullah (s.a)'le birlikte
savaşa katılırlar mıydı? Rasûlullah (s.a) onlara (ganimetten) bir pay ayırır
mıydı?" diye sordu. (Yezid b. Hürmüz rivayetine devam ederek şunları)
söyledi: İbn Abbas'ın Necdet'e (gönderdiği) mektubunu ben (bizat kendi
ellerimle ve şu şekilde) yazdım: "Kadınlar da Rasûlullah (s.a.)'la
birlikte savaşa katılırlardı. (Ganimetlerden) pay (ayıimay)a gelince (işte bu)
yoktu, fakat onlara razh verilirdi.[337]
Harûra: Küfeye iki mil
uzaklıkta bir yerdir. Hariciler ilk toplantılarını burada yaptıkları için daha
sonra, buraya nışbet edilerek Harûralılar diye anılmışlardır. Hariciler,
çeşitli fırkalara ayrılır. Fakat üzerinde ittifak ettikleri esaslardan biri,
mutlak olarak Kur'ân'ın emrine uymak ve hadisin Kur'ân'da bulunmayan emrini
reddetmektir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiği için
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[338]
2729. ...Haşrec
b. ZiyacTın baba annesi (Ümmü Ziyad el-Eşçiyye) nden demiştir ki; kendisi
Rasûlullah (s.a.) ile birlikte (Hayber savaşına katılan) altı kadının
altıncısı olarak Hayber savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine) şöyle
devam etti: Bizim de. erkeklerle birlikte savaşa çıktığımız haber olarak
Rasûlullah (s.a.)'e erişince bize (emir) gönderip (yanına çağırdı) Biz de (emre
uyup huzuruna) vardık. Kendisinde öfke (alametleri) gördük. (Bu savaşa)
“Kiminle ve kimin
izniyle çıktınız?" dedi. Biz de "Ey Allah'ın Rasûlü, biz yün eğirerek
(savaşa) çıktık. Bununla Allah yolunda hizmet edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda
yaralıları(tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var, (ganimetlerden) hisse alırız
(halka buğday ve arpadan yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz"
dedik, (bu hadisi Hz. Ümmü Ziyad'dan nakleden Haşrec, sözlerine devam ederek
şunları) söyledi (Bu konuşmadan sonra) "Kadınlar kalktılar"
(gittiler, Hz. Ümmü Ziyad sözlerine devam ederek bana) "Allah,
peygamberine Hay-ber'i (n kapılarım) açınca bize de erkekler gibi (ganimetten)
pay verdi." dedi. Ben de ona: "Ey nineciğim (Hz. Peygamberin size
verdiği) bu şey ne idi?" dedim. "Hurma" (idi) diye cevap verdi.[339]
Şevkanî'nin
açıklamasına göre bu hadisin senedinde bulunan Haşrec kimliği meçhul bir
kimsedir. Bu bakımdan onun rivayet ettiği hadisler delil olmaz. Hafız tbn Hacer
Telhis isimli eserinde bu ravi hakkında bu hükmü vermiştir. Hattâbî'nin bu
hadisle ilgili açıklamalarını şu şekilde özetlemek mümkündür: "Fıkıh
ulemasının büyük çoğunluğuna göre kadınlarla, kölelere ve çocuklara ganimetten
bir pay verilemez. Ancak bunlara Razh denilen ve mikdarını kumandanın tayin
edeceği, az bir hediyye verilir. Fakat imam Evzaî, savaşa katılan kadınlara da
erkekler gibi ganimetten bir hisse verilmesi gerektiğini iddia etmiş.
Kanaatimce imam bu hükmü verirken bu hadise dayanmıştır. Oysa bu hadis, delil
olma niteliği taşımayan zayıf bir hadistir. Bilfiil savaşa katılan kadınların
da erkekler gibi ganimetten hisse alabileceklerini iddia edenler olduğu gibi,
harbe gücü yeten mürahiklik çağına gelmiş çocukların da, buluğ çağına ermiş mücahidlere
denk hisse alacaklarını söyleyenler de vardır." Hafız Şemsüddin b.
el-Kayyim (r.a) de bu mevzuda şunları söylüyor: Her ne kadar bu hadis-i şerifte
"Rasûlullah ganimet eşyasından erkeklere verdiği gibi bize de verdi"
anlamında bir ifade varsa da, burada erkeklerle kadınlara, ganimetten aynı
miktarda mal verildiği kasdedilmiyor. Bir başka ifadeyle burada miktar üzerinde
durulmuyor. Sadece ganimetten erkeklere verildiği gibi kadınlara da birşeyler
verildiği ifade edilmek isteniyor."[340]
Sözü geçen kadınlara ganimetten verilen bu malların, erkeklere verilen hisse
gibi olmadığını anlamak için, onlara verilen bu malın, hurma olduğunu düşünmek
yeterlidir. Çünkü hurma bir yiyecektir. Yiyecekler ise diğer mallar gibi
değildir.[341]
2730. ...Âbîllahm'ın
kölesi Umeyr demiştir ki:
Ben, efendilerimle
birlikte Hayber savaşına katıl (mış) tim. Onlar benim hakkımda, Rasûlullah
(s.a.) le konuştular. (Rasul-ü Ekrem de silahlanmam içip) bana emir verdi. Ben
de bir kılıç kuşandım, bir de baktım ki (yaşımın küçüklüğü ve boynumun kısalığı
sebebiyle)kılıcı yerde sürüklüyorum. Benim köle olduğum (Hz. Peygambere) haber
verildi. Bunun üzerine bana (ganimetten) işe yaramaz ev eşyası (verilmesini)
emretti.
Ebû Dâvûd der ki: (Bu
son cümlenin) manası "Hz. Peygamber ona (ganimetten) pay vermedi"
(demektir). Ebû Ubeyd kendisine et yemeyi yasakladığı için abillahm diye
isimlendirildi.[342]
Metinde geçen
Âbîllahmi kelimesi kaçınan imtina eden ânlamına gelen Abi kelimesiyle et
anlamına gelen el-lahm kelimesinden meydana gelmiş birleşik bir kelimedir ki
"et yemekten kaçınan kimse" demektir. İşte bu isimle anılan kimse ev
halkının ileri gelenleriyle birlikte Hz. Peygamberin huzuruna vararak daha
küçük yaşta ve dolayısıyla kısa boylu olan Umeyr'in de Hayber savaşına girip
girmemesi hususunda istişarede bulunmuştur. Hz. Peygamber de bu çocuğun harp
sanatını öğrenmesi için techizâtlanarak savaşa girmesini tavsiye etmiştir.
Bunun üzerine Hz. Umeyr, kılıcını kuşanmışsa da boyu kısa olduğu için kılıcın
ucu yere değmiş ve etrafındakilerin dikkatini çekmiştir.
Savaştan sonra,
ganimetler bölüşülmeden önce, Hz. Peygamber'e, Hz. Umeyr'in köle olduğu haber
verilince ona diğer mücahidlere verdiği gibi bir hisse vermemiş, sadece tencere
gibi kapkacak cinsinden döküntü bazı ev eşyası vermiştir.
Bu hadis-i şerif, köleye
ve çocuğa ganimetten hisse verilmez, ancak sadece razh denilen bir hediye
verilir, diyen Ebû Hanife (r.a.)»üe tmam Şafiî'nin ve ulamenan büyük
çoğunluğunun delili olduğu gibi, köleye ganimetten hiçbir şey verilmez diyen
İmam Malik ile "harbe iştirak eden köleye de diğer mücahidler gibi hisse
verilir."diyen Hasan, İbn Şirin, Nehai ve Hakim'in aleyhine delildir.[343]
2731. ...Cabir'den
demiştir ki:
Ben Bedr (savaşı) günü
(orada bulunan ve tabanındaki su gayet az olduğu için içine atılan kova boş
çıkan) bir kuyuya inip kovaya bizzat kendi ellerimle su doldurururdum (ve)
arkadaşlarıma (dağıtırdım).[344]
Metinde geçen kelimesi
ikinci babdan olan fiilinden gelen muzari bir fiildir.fiili tabanında su az
olduğu için atılan kovanın, dolmadığı bir kuyuya inip kovayı elle doldurmak
anlamında kullanılır. Buna göre hadis-i şerifte Hz. Cabir'in Bedir savaşında
orada bulunan bir kuyuya inerek bizzat elleriyle doldurduğu kovalarla gazilere
su taşıdığı.bu suretle hizmette bulunduğu ifade edilmektedir. Avnü'l-Ma'bud
yazarının da ifade ettiği gibi, bu hadis-i şerifin mevzu-muzu teşkil eden
"Kadınlarla kölelerin ganimet mallarından pay alıp almayacağı"
mevzuundaki hadisleri ihtiva eden babla hiçbir ilgisi yoktur. Ancak bu hadis
savaşta mucahidlere su dağıtarak da hizmet edilebileceğini ifade etmesi
sebebiyle, savaşın bir ayrıntısını teşkil ettiğinden musannif Ebû Dâvûd onu da
bu babdaki hadislerin sonuna ilave etmeyi uygun bulmuştur.[345]
2732. ...Yahya
(b. Meîn) Hz. Aişe'den naklen (şöyle) demiştir.
(Müslümanlar, Bedir
savaşına çıktıklarında) Bir müşrik Hz. Peygamberle birlikte savaşmak için
yanına vardı. (Hz. Peygamber de onun bu teklifini reddederek)
"geri dön"
dedi. (Hadisin bundan) sonra (ki kısmını Yahya b. Main ile Müsedded) aynı
lafızlarla rivayet ettiler. (Bu iki ravinin ittifakla rivayet ettiklerine göre
Uz. Peygamber o müşrike şöyle) buyurmuştur: - "Biz bir müşrikten yardım istemeyiz."[346]
Hanefi âlimlerinden
Burhaneddin el-Merğaninî'nin açıklamasına göre; Hanefi âlimleri; "Müslümanlar safında kafirlere karşı savaşan bir kafirin
ganimetten bir hisse alamayacağını, çünkü cihad bir ibadet olduğundan kafirlerin
cihada katılmaya ve dolayısıyla ci-haddan elde edilen ganimetten pay almaya
ehil olmadıklarını söylemişlerdir. Delilleri ise mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şeriftir. Bu hadisle ilgili olarak Hanefi ulemasından İbn Abidin
şunları söylüyor: Cihadda kafirden yardım istemek caiz değildir. Zira peygamber
Efendimiz, Bedir gazasına çıktıklarında kendilerine bir kafir yetişip
müslümanlar safında savaşmak için geldiğini söyledi. Peygamber Efendimiz
kendisine
"Allah'a ve
Rasûlüne iman ediyor musun?" diye sordu, o da: "Hayır" dedi.
Bunun üzerine Rasul-i Ekrem efendimiz
"Öyle ise dön!
Ben bir kafirden asla yardım istemem" buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Müslim
rivayet etmiştir.
İmam Şafiî demiştir
ki; Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir gazasında bir veya iki kafirin cihada
katılmasını reddetmiştir. Sonra Peygamber Efendimiz, Hayber gazasında Beni
Kaynuka yahudilerinden yardım istemiştir. Hu-neyn gazasında, Saffan b.
Umeyyeh'den, kafir olduğu halde yardım istemiştir. Buna göre Peygamber
Efendimiz, kafirden yardım istemekle istememek arasında muhayyer olduğu için,
Bedir gazasında kafirin yardımını reddetmiş ise de iki hadis arasında ihtilaf
yoktur. Bedir gazasında o kimsenin kafir olduğu için yardımını reddetmiş ise,
sonra Hayber gazasında ve diğer gazalarda kafirlerden yardım istemesi
hakkındaki hadis-i şerifleri Bedir gazasında kafirden yardım istemediğine dair
hadis-i şerifin hükmünü neshetmiştir.[347]
Yine Hanefi
âlimlerinden İbnü'l-Humam'ın açıklamasına göre; Peygamber Efendimizin Hayber
gazasında yahudilerden yardım istuneleri hakkındaki hadis-i şerifin senedinde
zayıflık vardır. Çünkü fukahadan bir çokları -cihadda kafirden yardım istemek
caiz değildir- demişlerdir."[348]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının bildirdiğine göre İmam Şafiî ve diğer ulemaya göre, müslümanlar
hakkında iyi düşündüğüne inanılan bir kafirin, yardımına ihtiyaç duyulduğu
zaman, ondan yardım istemek caizdir. Böyle bir ihtiyaç yokken, ondan yardım
istemek ise tahrimen mekruhtur. Bu şekilde müs-lümanların kendine güvenmesi ve
imamın da kendisine izin vermesi neticesinde müslümanlar safında kafirlere
karşı savaş veren bir kimse ganimetlerden pay alamaz sadece "razh"
denilen az bir hediye alır. İmam Malik ile İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife (r.a.)
ve ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedirler.
İmam Şa'rânî ise
Mizan'ül-Kiibra isimli eserinde "İmam Malik ile İmam Ahmed'e göre
kafirlerden asla yardım istenemez, İmam Şafiîye göre ise, kafirden yardım
istenebilmesi için iki şart vardır: Birincisi müslümanlar az olması lazım,
ikincisi de o kafirin müslümanlar hakkında iyi niyet beslediğinin bilinmesi
gerekir.
Nitekim Bahrü'r-Raik
isimli eserde, kendisine verilen talimata uygun hareket ettikleri takdirde
savaşta kafirlerden ve fasıklardan yardım istenebilir. Küffara karşı yapılan
savaşlarda münafıklarla, fasıklardan yardım istenebileceğinde icma vardır.
Bağilere karşı yapılan savaşta da fasıklardan yardım istemek Hanefi ulemasına
göre caizdir. Çünkü Hz. Ali, bağilere karşı Eş'as'dan yardım istemiştir.
Kâfirlere karşı yapılan savaşlarda, kafirlerden yardım istemenin cevazına
delâlet eden bir hâdisede Hz. Peygamberin kâfirlerle yaptığı bir savaşta kafir
kısmına müslümanlar safında savaşması için izin vermesi ve sonra da
"Allah bu dinî
facir kimselerle de kuvvetlendirir," buyurmasıdır.[349]
2733. ...İbn
Ömer'den demiştir ki
Rasûlullah (s.a)
mücahid ve atı için birisi kendisine ikisi de atma (olmak üzere ganimet mallarından)
üç pay vermiştir.[350]
Ulema, bir mücahidin
ganimet mallarından alması gereken pay
hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.
Esasen bir mücahid,
savaşta ya süvari olarak bulunur ya da piyade olarak bulunur.
Savaşa piyade olarak
katılan bir mücahidin, ganimet mallarından sadece bir hisse alması
gerektiğinde tüm ulema ittifak etmişlerdir.
Fakat, süvari olarak
katılması halinde, alması gereken hissenin mikda-rı hakkında ihtilafa
düşmüşlerdir. İmam Ebû Hanife (r.a) ile İmam Züfer (r.a)'e göre savaşa süvari
olarak katılan bir mücahid, birisi kendisi, diğeri de hayvanı için olmak üzere
ganimet mallarından iki hisse alır. Yine Hanefi imamlarından İmam Ebû Yusuf ile
İmam Muhammed (r.a.)'e göre; birisi kendisi için, ikisi de hayvanı için olmak
üzere üç hisse alır. İmam Şafii ile İmam Malik, Ahmed, İshak, İbn Abbas,
Mücahid, el-Hasen, İbn Şîrîn, Ömer b. Abdülaziz, el-Evzâî, es-Sevri, Ebû Ubeyd,
İbn Cerir ve diğer ulema da İmam Ebû Yusuf'un görüşündedirler.
Şafiî ulemasından
Hafız İbn Hacer ise, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Ömer (r.a)'in de bu mevzuda cumhurun
görüşünde olduklarını söylemiştir.
Süvari olarak savaşa
katılan bir mücahidin, birisi kendisi için, ikisi de hayvanı için olmak üzere
ganimet mallarından üç hisse alacağını söyleyen cumhur ulemanın bu mevzudaki
delili; konumuzu teşkil eden İbn Ömer hadisi ile benzeri hadislerdir. İmam Ebû
Hanife (r.a)'nin bu mevzudaki delili ise 2736 numaralı Mücemmi b. Cariye
hadisidir. İmam Ebû Hanife (r.a) kendisine göre tesbit ettiği bazı deliller
sebebiyle mevzumuzu teşkil eden İbn Ömer hadisiyle amel etmeyi uygun
görmemiştir.
Çünkü İbn Ömer
hadisinde, sözü geçen ganimet taksiminin hangi savaşta elde edilen
ganimetlerle ilgili olduğu açıklanmamıştır. Bu ganimetlerin Hayber savaşından
Önceki savaşlarda ele geçen ganimetlerle ilgili olması ihtimali vardır. Oysa
Rasul-ü Zişan efendimizin Hayber savaşından önceki ganimetlerle ilgili
uygulaması daha sonraki ganimetlerin taksimi için bir ölçü olamaz. Allahu Teâlâ
Hayber ganimetlerini hiçbir ölçüye tabi olmaksızın istediği şekilde dağıtmak
üzere Hz. Peygamberin arzusuna bırakmıştı. Ayrıca konumuzla ilgili bu hadis-i
şerif te at için verildiği ifade edilen, iki hisseden birinin normal ganimet
payı olarak diğerinin de tenfil olarak verilmiş olması, savaşta kullanılan
atlar için iki hisse değil bir hisse verilmiş olması, ihtimal dahilindedir.
Buharî sahihinde, bu
hadisi iki yerde rivayet etmiş. Bunlardan birisi ci-hâd bölümünde
"Rasûlullah (s.a) Hayber günü at için iki, piyade için bir hisse
verdi." anlamına gelen lafızlarla rivayet etmiştir. Ancak burada söz
konusu ganimetlerin Hayber ganimetleri olduğu ifade edilmekle beraber,
bu-•adaki at için verildiği ifade edilen iki hissenin sadece ata verilmiş
olmayıp sahibiyle birlikte ata verilmiş olması ihtimali vardır. Bu durumda
aslında ata ve sahibine birer hisse verilmiş demektir.
Ayrıca metinde geçen
at anlamındaki Feres kelimesinin aslında atlı anlamına gelen faris olduğu
halde yanlışlıkla elifi düşerek metne "feres" şeklinde geçmiş daha
sonraki devirlerde gelen raviler bu metne itibar ederek, "bir ata iki
hisse bir piyadeye de bir hisse verildiğine göre bir atlıya üç hisse verilmesi
icabeder." mantığından hareketle, bu mevzudaki hadisleri "Bir süvariye
üç hisse verilir" şeklinde rivayet etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Nitekim İbn Ebî Şeybe'nin Musannafındaki "Rasulullah (s.a.) süvariler
için iki piyadeler için de bir hisse verirdi." mealindeki hadis-i şerifle
benzerleri bu gerçeği te'yid etmektedir.
Darekutnî'nin
el-Mü'telif ve'l-Muhtelif isimli eserinde de bu hadiste geçen el-feres kelimesi
el-far(is şeklinde rivayet edilmiştir. Bu kelimeyi, Faris şeklinde rivayet
eden ravilerin tümünü görmek isteyen okuyucularımıza Bezlü'l-Mechûd isimli
Sünen-i Ebu Davud şerhinin 335-336. sayfalarına bakmalarını tavsiye ederiz.
Şevkanî'nin bu
mevzudaki görüşünden dolayı İmam Ebû Hanife'ye saldırması, kendisine
yakışmayan bir tutumdur.[351]
2734. ...(Ebû
Umre'nin) babasından rivayet etmiştir ki: Biz dört kişi, yanımızda bir(er) atla
Rasulullah (s.'a.)'in yanına gelmiştik. Bizden herkese bir hisse, her bir at
için de iki hisse ayırdı."[352]
Münziri'nin
açıklamasına göre, bu hadisin senedinde el-Mesudı vardır. Bu ravı çeşitli
yönlerden tenkit edilmiştir. Fakat Buharı bu zatın rivayetlerini şahid
getirmiştir. Bu durum Buhari'-nin ona güvendiğini gösterir. Bu hadisle ilgili
açıklamalarımız bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[353]
2735. ...(Şu
bir önceki hadis-i şerifin) manası Ebû Ömer'den de (rivayet olundu) Ancak Ebû
Umre (bir Önceki hadisten farklı olarak Hz. Peygamberin ganimet verdiği
atlıların) üç kişi (olduklarını) söyledi (ayrıca) "Her bir atlı için üç
hisse verildi" (cümlesini de) ilave etti.[354]
Bu hadis-i Şerif,
süvari olarak savaşa katılan bir mücahidin bir
hisse kendisi için,
iki hisse de
atı için olmak üzere ganimetlerden üç hisse alması
gerektiğini söyleyen cumhur ulemanın delilidir. Biz fıkıh ulemasının bu
mevzudaki görüşlerini 2733 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[355]
2736. ...Kur*an-ı
(Kerim-i en güzel bir şekilde) okuyanlardan biri olan Mücemmi b. Cariyeti'l-Ensarî'den
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) ile
birlikte Hudeybiye'de bulunduk. Oradan döndüğümüz sırada, halk (Hz.
Peygamber'in bulunduğu yere doğru) develerini koşturmaya başladı. Halkın bir
kısmı, diğerlerine "Halka ne oluyor?" (da hayvanlarını böyle
koşturuyor?) diye sormaya başladılar. Onlar da Rasûlullah (s.a.)'e vahy
geldi." (de onu görmek için koşuyorlar) diye cevap verdiler. Bunun
üzerine (bulunduğumuz yerden) koşarak çıktık ve peygamber (s.a.) Kürâf 1-Ğamîm
(denilen yer) de devesi üzerinde dururken bulduk. Halk (tamamen) yanında toplanınca
(Hz. Peygamber) onlara = Biz sana apaçık bir fetih verdik."[356]
(ayet- kerimesini) okudu, (orada bulunan) bir adam "Ey Allah'ın Rasûlü bu
(ayet-i kerimede va'dedilen) bir fetih midir?" dedi. (Hz. Peygamber de)
"Muhammed'in hayatı kudret elinde olan zata yemin olsun ki bu(sulh) bir
fetihdir." buyurdu. Kısa bir süre sonra da (Hayber fethedildi ve) Hayber
(ganimetleri) Hudeybiye mücahid-leri arasında paylaştırdı. (Bu taksimde)
Rasalullah (s.a.) (ganimetleri) onsekiz pay üzerinden bölüştürdü. Asker (in
sayısı ise) binbeşyüz (kadar) idi. İçlerinde üçyüz de atlı vardı. Her bir
atlıya iki hisse, her bir piyadeye de bir hisse verdi.
Ebû DâvûÜ der ki: (Bir
önceki) Ebû Muaviye hadisi daha sahihtir ve amel onunladır. Öyle zannediyorum
ki MücemmVnin hadisinde hata var-dır. Çünkü Mücemmi (orduda) üçyüz atı
olduğunu söylemiştir. Oysa (orduda) iki yüz atlı var idi.[357]
Bilindiği gibi,
Hudeybiye sulhu görünüşte müslümanların aleyhine gibi idi. Bu sulh yürürlüğe
girdiği andan itibaren, müslümanlığı kabul eden bir Mekkeli Medine'ye gelip
müslümanlara sığınacak olursa, anlaşma gereği bu kimse Mekkeli müşriklere geri
verilecekti. Bunun yanında bir müslüman dininden dönüp Mekke'ye sığınacak olursa
Medine'ye geri gönderilmeyecekti. İlk bakışta bu anlaşma müslümanların
aleyhine gibi görünüyordu. Hatta Hz. Ömer bu sulha itiraz eder gibi bir tavır
takınmıştı. Fakat aslında bu sulh tamamen müslümanların lehine idi. Çünkü sözü
geçen sulh maddeleri sayesinde, Müslümanlar Mekkeli müşrikler içinde kalma ve
onlara İslâmı anlatma imkânı buldular. Dolayısıyla bu sulh Mekke'nin kapılarını
müslümanlara açan bir anahtar vazifesi gördü.
İlk bakışta
müslümanlar sulhun aleyhlerine olduğunu zannettikleri için, bu anlaşmanın
Mekke'nin kapılarını kendilerine açacağını anlatmak çok zordu. Bu yüzden
Rasûl-i Zişan Efendimiz Allah' in kendilerine fethi müjdelediğini bu
anlaşmanın büyük bir fethin kapısını açacağını açıklarken sözlerini yeminle
te'yid etmek lüzumunu hissetmişti.
Hazret-i Peygamberin
feth hakkındaki kesin açıklamasından sonra, Sa-habilerden bazıları "ey
Allah'ın Rasülü bu fetih sana mübarek olsun, peki Allah bizim için ne vahyetti
diye sordular. Bunun üzerine de "O, imanlarına îman katsınlar diye mü* m
ünlerin kalplerine huzur (ve sebat) indirdi...[358]
mealindeki ayet-i kerimeyi indirdi.
İbn Kayyim'in
Zâd'ül-Mead isimli eserinde belirttiğine göre, Hudeybi-ye'de Hz. Peygambere
"Ey Allah'ın Rasûlü bu bir fetih midir?" sorusunu yönelten zat Hz.
Ömer'dir.
Her ne kadar musannif
Ebû Dâvûd (r.a), savaşta süvarilere ikişer hisse verilir, diyen İmam-ı Ebû
Hanife (r.a)'nin delilini teşkil eden bu hadisi senedinde Mücemmi b. Yakub
isimli kimliği meçhul bir ravi olduğu gerekçesiyle, tenkid ederek Cumhurun bu
mevzudaki delilini teşkil eden 2733 ve 2734 numaralı hadis-i şerifleri, bu
hadise tercih etmişse de aslında, o tenkid isabetli değildir. Çünkü Hafız
Zeylaî'nin de belirttiği gibi musannif Ebû Dâvûd bu tenkidini isbatlayacak bir
delil de göstermemiştir. İmam Şafiî de bu
hadisi aynı gerekçe
ile tenkid etmiştir. Hafız Zeylânî'nin ifadesine göre her-ne kadar bu hadis,
ravisi Ya'kub b. Mücemmî'nin kimliğinin meçhulluğu gerekçesiyle tenkid
edilmişse de Ya'kub b. Mücemmî'den hem kendi oğlu hem de başkaları hadis
rivayet etmişlerdir. Oysa Ya'kub'un oğlu Mücemmî güvenilir bir ravidir. Hafız
ibn Hacer de şu sözleriyle Ya'kub'un güvenilir bir ravi olduğunu ifade
etmektedir. "Ya'kub'dan oğlu Mücemmî hadis rivayet ettiği gibi, kardeşinin
oğlu İbrahim b. İsmail b. Mücemmî ile Abdüla-ziz b. Ubeyd b. Süheyb de ondan
hadis rivayet etmişlerdir. Ibn Hibban Ab-dülaziz'i güvenilir raviler arasında
zikretmiştir. Bu durum onun kimliği meçhul bir ravi olmadığını, bilakis
güvenilir bir ravi olduğunu gösterir."
Hafız İbn Hacer, İmam
Şafii'nin bu hadise yönelttiği tenkitleri de cevaplandırırken şunları
söylemiştir: "Ya'kub'dan Yunus b. Muhammed el-Müeddeb, Yahya b. Hassan,
İsmail b. EbîÜveys, el-Ka'nebi, Kuteybe, Muhammed b. et-Tabba, gibi güvenilir
raviler hadis rivayet etmişler. Böylesine sağlam ravileri olan bir kimsenin
hüviyetinin meçhul olduğu nasıl iddia edilebilir. Sonra İbn Meîn, en-Nesâî,
Ebû Hatim gibi hadis uleması, bu ravi-den hadis almakta bir sakınca olmadığını
söyldikleri gibi, İbn Sa'd da onun güvenilir bir ravi olduğunu söylemektedir.
İbnü'l-Katlan da İmam Ebû Ha-nife'nin delilini teşkil eden bu hadisin ravisi
Ya'kub'un güvenilir bir ravi olduğunu ve bu hadisi Hakim'in de Müstedrek'inde
rivayet ettiğini, senedi ci-hetiyle asla şüphe edilemeyecek sahih bir hadis
olduğunu ortaya koymuştur."[359]
2737. ...îbn
Abbas'dan demiştir ki:
Bedir (savaşı) günü
Rasûlullah (s.a.):
"Kim (savaşta)
şöyle şöyle yaparsa, ona ganimet hissesinden fazla olarak, şu kadar mükafat
var." buyurdu. Bunun üzerine gençler, ileri atıldılar, ihtiyarlar da
bayraklara sarılıp onlardan ayrılmadılar. Allah, onlara fethi nasib edince,
ihtiyarlar; (gençlere hitaben; bu savaşta) "Biz size yardımcı olduk, eğer
siz bozguna uğrasaydınız (sizleri bayrakların altında bekleyen) bize
dönecektiniz. Binaenaleyh (biz eliboş) kalırken sizler ganemitler (in hepsin)
i, alıp götürmeyin" dedi (ler).
Gençlerse
"Rasûlullah (s.a.) ganimetleri bize va'detti" diyerek (onların bu
teklifini) kabul etmediler.
Bunun üzerine Allah,
"Sana savaş ganimetlerinden sorarlar."[360]
(ayetini) "... Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için)) Rabbin seni
evinden çıkardığı zaman, mü'mirilerden birtakımı bundan hoşlanmıyorlardı...”[361] ayet-i
kerimesine kadar indirdi. (İbn Abbas bunları anlatırken şöyle) diyor (du);
"Bu (savaşa çıkmak) Bedir mücahidleri için çok daha hayırlı oldu .
Ganimetlerin gençlerle ihtiyarlar arasında eşit olarak paylaştırılması da aynı
şekilde (hayırlı oldu). Öyleyse (bu anlattığım hususlarda şimdi) siz de bana
uyun. Çünkü ben bu (ganimetlerin paylaştırılması) işi (ni) sizden daha iyi
bilirim."[362]
Kafirlerden ele geçen
mallar hakkında üç tabir kullanılır:
1. Nefel: Gazilere,
ganimet hissesinden fazla olarak verilen mükafatlar. Bu kelime mutlak olarak
kullanıldığı zaman ganimet anlamına gelir.
2. Ganimet: Kafirlerden
harp yoluyla ele geçirilen mallar için kullanılir. Çünkü nefl kelimesi ziyade
anlamında kullanılır. Ganimetler, bizden önceki ümmetlere haram olduğu haelde,
bize helal kılındığı için "nefl" ismini almıştır.
3. Fey’: Kafirlerden
savaşsız olarak ele geçirilen mallardır.
Bu hadis-i şerifle,
ganimetlerin Allah'a ve Rasûlüne ait olduğu, onu paylaştırma işinin de Allah
tarafından Hz Peygambere havale edildiği, Allah ve Rasûlünün dışında hiçbir
kimsenin, ganimetlerin taksimi hususunda herhangi bir söz söyleme yetkisi
olmadığı ifade edilmektedir.
Metinde geçen
"... Ganimetler, Allah'ın ve Rasûlünündür."[363]
ayet-i kerimesinin mensuh olup
olmadığı konusunda ulema ihtilaf etmiştir.
Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre; bu ayet-i kerime ganimetlerin hükmünü icmali olarak
açıklayan muhkem bir ayettir ve "...Bilin ki ganimet (olarak) aldığınız
şeylerin beştebiri, Allah'a, Rasûlüne ve (Allah'ın rasulü ile) akrabalığı
bulunan (lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Allah her şeye
kadirdir."[364] ayet-i
kerimesi bu ayeti açıklamak üzere gelmiştir.
Bazılarına göre ise;
sözkonusu ayet-i kerime mealini sunduğumuz En-fal suresinin 41. ayet-i
kerimesiyle neshedilmiştir. Ulema, devlet başkanının veya devlet yetkilisinin
mücahidlerden bazılarına hisselerinin dışında gani-
metmallarından bağışta
bulunmasını caiz görmekle beraber,bunun zamanı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir.
Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre, devlet yetkilisinin humus ayrılmadan önce, gazilerden
bazılarına hisselerinin dışında ganimet mallarından bir mikdarını bağış olarak
vermesi caizdir. Delilleri ise; "Kim bir kafiri öldürürse ona şu kadar
mükafaat vardır. Kim bir kafiri esir ederse ona da şu kadar mükafat
vardır." mealindeki 2738 numaralı hadis-i şeriftir.
İmam Malik'e göre,
nefel; caiz ve mekruh olmak üzere iki kısma ayrılır: Caiz olan nefel; savaş
sona erdikten sonra verilen nefeldir. İmam Malik (r.a.)'in bu mevzudaki delili
2717 numaları hadis-i şeriftir.
Caiz olan nefel; savaş
sona erdikten sonra verilen nefeldir. İmam-ı Malik (r.a.)'in bu mevzudaki
delili 2717 numaralı hadis-i şeriftir.
Mekruh olan nefel;
savaştan önce kumandanın, savaşta şöyle hareket edene şu kadar mükafaat var,
diye vaadde bulunması neticesinde verilen nefeldir. Çünkü böyle bir mükafaata
nail olmak için yapılan bir savaş dünyalık için yapılmış olur. Nitekim Rasûl-i
zişan Efendimiz, savaşın Allah yolunda yapılıp yapılmadığını tesbit etmenin
ölçüsünü verirken "Allah kelimeşini yükseltmek için savaşan kimse Allah
yolundadır." Buyurmuştur.[365]
Ayrıca ulema, nefelin ganimet mallarından mı, yoksa ganimet mallarından humus
çıkarıldıktan sonra geriye kalan kısımdan mı veya humustan mı, yoksa humusun
beşte birinden mi? verileceğinde de ihtilafa düşmüşlerdir.
İmam Şafiî'nin bu
husustaki üç görüşünden en sahih olanına göre nefel, humusun beşte birinden,
İmam Malik'e göre humustan, İmam Ahmed'e göre ise; humus çıkarıldıktan sonra
ganimetin geriye kalanından verilir. Ancak İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in seleb
hakkında görüşleri, buradaki görüşlerinden farklıdır. Bu iki mezheb imamına
göre seleb, ganimetlerdendir, dolayısıyla, seleb, daha humus ayrılmadan önce
mevcud ganimetin tümünden verilir. İmam Malik ile Hanefilere göre; nefel ile
selebin taksimleri arasında bir fark yoktur. Hanefilere göre eğer, kumandan
nefeli mevcud ganimetin tümünden değil de humus çıktıktan sonra, geriye kalan
ganimetten vereceğini vadederse, nefeli bu kayda uyarak verir. Böyle bir şart
koşma-mışsa; mevcut ganimetin tümünden verir.
Hanefi mezhebinin
nefel hakkındaki görüşleri Durrü'l-Muhtar isimli eserde şöyle özetlenmiştir.
"Hükümdarın, savaş zamanında mücahidleri harbe tergib ve teşvik için
tenfili (nefel vereceğini vadetmesi) menduptur."[366] Bu
ibare er-Reddü'1-Muhtar isimli eserde şöyle açıklanıyor: Kuduri sahibi, ten-fil
harp devam ederken caizdir, harp bittikten sonra hükümdarın tenfilde bulunması
caiz değildir, demiştir. Bazı fukaha hükümdarın dar-ı harpte olduğu müddetçe,
tenfilde bulunması caizdir, demiştir. Bunların sözünü Peygamber Efendimizin,
Huneyn muharebesi bittikten sonra "her kim bir kafiri öldürürse, eşyası
öldürenin olacaktır” hadis-i şerifleri teyid etmektedir.
Ben derim ki; Bu söz
şüphe götürür. Çünkü Peygamber efendimiz bu hadis-i şeriflerini, müslümanlar
hezimete uğradıklarında onları tekrar savaşa teşvik etmek için
buyurmuşlardır."[367]
2738. ...İbn
Abbas'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a) Bedir (savaşı) günü:
"Kim bir kafir
öldürürse ona şu kadar (mükafat) vardır. Kim de bir kafiri esir ederse ona şu
kadar (miikafaat) vardır." buyurmuştur. (Daha) sonra (Hz. İbn Abbas bir
önceki hadisin) bir benzerini rivayet etti. (Ancak bir önceki) Halid'in hadisi
(bundan) daha da uzundur.[368]
Siyer-i Kebir'de,
açıklandığına göre Bedir (savaşı) günü Hz.Peygamberin münadilerinden bir münadi
ortaya çıkıp "kim bir kafiri öldürürse, Selebi öldürenindir. Kim de bir
kafir esir ederse bu esir onun olacaktır." diye haykırmıştır. Nihayet
savaş sona erdikten sonra Ebû Cehrin selebini, onu öldüren kimse almış ve
ganimetler de eşit olarak paylaşılmıştır. O gün herkes öldürdüğü kafirin
selebini almıştır. Asım b. Ömer b. Katade'den rivayet olunduğuna göre; o gün
el-Velid b. Ukbe'nin Selebini Ali (r.a.), Utbe'nin selebini Hamza (r.a.),
Şeybe'nin Selebini de Ubeyde b'. el-Haris hak etmiş iken savaşta aldığı yara
sonucu Medine'ye varmadan yarı yolda vefat ettiğinden bu selep onun varislerine
intikal etmiştir.[369]
2739. ...Şu
(bir önceki) hadisi (yine bir önceki) senediyle Davûd da rivayet etti.
(Davud'un bu rivayetine göre Hz. İbn Abbas şöyle) demişti:
Rasûlullah (s.a.) (ele
geçirilen) ganimetleri (yaşlı mücahidlerle genç mücahidler arasında) eşit
olarak paylaştırdı. Halid'in(2736 nolu)hadi-si (bu hadisden) daha
tafsilatlıdır.[370]
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 2736 numaralı hadis-i şerifte, Bedir savaşı sonunda elde edilen
ganimetler, taksim edilmeden önce, ileri atılarak bu ganimetleri ele geçiren
genç mücahidlerle, ordunun bayraklarını taşıyan ve bu sebeple de ileriye atılıp
ganimet toplama imkanı bulamayan yaşlı mücahidler, arasında ihtilaf çıktığı ve
neticede bu mevzuu ile ilgili, ayet-i kerimelerin nazil olmasıyla Rasûl-i Zişan
Efendimizin ganimetleri, harbe iştirak eden tüm mücahidler arasında, yaş farkı
gözetmeden eşit olarak dağıttığı ifade edilmişti. Mevzuumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifte, yine aynı mevzu ile ilgilidir ve yine İbn Abbas (r.a.) den
rivayet olunmuştur.
Bezlü'l-Mechûd,
yazarının açıklamasına göre "Esasen, Bedir savaşında ganimetlerin taksimi
hususunda anlaşmazlığa düşen üç grup vardı:
Birinci gurup, bozguna
uğrayan düşmanı takibe koyulanlardı. Bunlar düşmanı daha da perişan duruma
getirerek tam bir hezimete uğratmak ve tekrar toplanmalarına fırsat vermemek
için, düşmanın peşinden gittiklerinden, ganimet toplamaya fırsat bulamadıkları
gibi, bunu akıllarından bile geçirmemişlerdi.
İkinci grup , düşman
bozguna uğrar uğramaz ganimet toplamaya koyulanlardı.
Üçüncü grup, da Hz.
Peygamberi, düşmanın herhangi bir saldırı ve ihanetinden korumak için, onun
etrafından ayrılmayanlardı.
Neticede ikinci grubu
teşkil edenler, bütün harp ganimetlerini ele geçirince, bu ganimetlerin
kendilerinin olması gerektiğini iddia ederek bunları diğer mücahidlerle
paylaşmaya razı olmadılar. Bunun üzerine "Sana savaş ganimetlerinden
sorarlar, de ki: "Ganimetler Allah'ın ve Rasûlünün-dür..."[371]
ayet-i kerimesi indi de Hz. Peygamber ganimetleri Bedir Harbine iştirak eden
tüm mücahidler arasında eşit olarak taksim etti."[372]
2740. ...
(Mus'abb. Sa'd'ın) Babasından (rivayet olunmuştur ki:)
Bedir (savaşı) günü,
peygamber sallallahü aleyhi ve selleme, bir kılıç getirdim ve "Ey Allah'ın
Rasûlü, bugün Allah, düşman (la savaşmak) dan kalbime bir şifa verdi.
Binaenaleyh şu kılıcı bana ver." dedim. "Bu kılıç benim de değildir.
Senin de değil." buyurdu. Bende "Bugün bu kılıç (bugünkü) benim
başıma gelenler, kendisinin başına gelmeyen bir kişiye verilecektir."
diyerk (oradan uzaklaşıp) gittim.
Ben (böyle düşünüp
durur) iken yanıma (Rasûlullah'ın göndermiş olduğu) bir elçi çıkageldi ve
(Rasûlullah seni çağırıyor) "Haydi emrine icabet et" dedi. Ben de
(Biraz önceki) sözümle ilgili olarak, bir ayet indiğini zannetim. Ve derhal
(Hz. Peygamberin huzuruna) geldim. Bunun üzerine Peygamber sallallahü aleyhi
ve sellem bana "Sen (biraz önce) bu kılıcı benden iste(miş)tin. (O zaman)
bu kılıç ne be-nimdi ne de senindi, (şimdi ise)Allah onu bana verdi (Ben de
sana veriyorum) Binaenaleyh şimdi o senindir." buyurdu. Sonra da Sana savaş
ganimetlerinden sorarlar, de ki: Ganimetler Allah'ın ve Rasûlü-nündiir...”[373] (ayetini)
sonuna kadar okudu.[374]
Ebû Dâvûd der ki: İbn
Mes'ud bu âyeti şeklinde okudu.[375]
Bu hadis-i şerif,
ganimet malından, kimseye bir şey vermenin helal olamayacağına delalet ediyorsa
da Kadı lyaz:
"İhtimal bu
hadis, ganimet ayeti inmezden ve ganimet helal kılınmazdan önce varid olmuştur.
Doğrusu da budur. Hadis buna delalet ediyor. Zira hadisin tamamında peygamber
sallallahü aleyhi ye sellemin ayet indikten sonra Hz. Sa'd'a:
"Al kılıcını! Sen
onu istediğin vakit o ne benimdi ne senin. Şimdi Allah onu bana verdi, ben de
sana veriyorum.'* buyurduğu rivayet olunmuştur." Diyor.[376] Bu
mevzuda fazla tafsilat için 2740 numaralı hadisin şerhine de bakılabilir.
Konumuzla ilgili bu
hadiste sözkonusu edilen Hz. İbn Mes'ud'un kıraati cumhurun kıraatından iki
cihetten farklıdır:
a) Cumhur
ulemanın; enfal şeklinde çoğul olarak okuduğu kelimeyi İbn Mes'ud tekil olarak
"nefl" şeklinde okumuştur.
b) Cumhurun
kıraatinde enfal kelimesinden önce harf-i cerri bulunduğu halde, İbn Mes'ûd'un
kıraatinde ^ harf-i cerri yoktur.
Bu farklı iki kıraat
tarzı, ayete iki ayrı mana vermeyi gerektirir.
Cumhur'un okuyuşuna
göre âyete "Sana ganimetlerin hükmünü soruyorlar." şeklinde mana
vermek gerekirken, İbn Mes'ûd'un kıraati Halk senden ganimet istiyor"
şeklinde mana vermeyi gerektirir.
Müslim'in rivayetinde
ise; mevzumuzu teşkil eden bu hadis, şu manaya gelen lafızlarla rivayet
edilmiştir. "Babam (ganimetin) beşte bir (in) den bir kılıç aldı. Ve onu
peygamber (s.a.)'e getirerek bunu bana hibe et dedi. Fakat o razı olmadı.
Bunun üzerine Allah (Azze ve Celle): "Sana enfalin hükmünü soruyorlar. De
ki: Enfâl Allah ve Rasûlüne aittir..”[377]
ayet-i kerimesini indirdi."[378]
Müslim'in bu rivayetinde bir kapalılık vardır. Çünkü Müslim'in bu rivayetinde
"beşte bir" anlamına gelen "humus" kelimesi, bulunmaktadır.
Oysa humusun hükmü ile ilgili olarak inen"... Bilin ki ganimet aldığınız
şeylerin beşte biri Allah'a, rasûlüne ve (Allah'ın rasûlü ile) akrabalığı
bulunan (lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu (lar)a aittir..."[379]
mealindeki ayet-i kerime, Bedir savaşından epey bir zaman sonra inmiştir.
Hatta bu sebeple ulemadan bazıları, Enfal suresinin bu 41. ayet-i kerimesinin,
yine Enfal suresinin 1. ayetini neshettiğini söylemişlerdir. Müslim'in, Bedir
savaşı ganimetleriyle ilgili bu rivayetinde humustan bahsedilmesi izahı güç
bir hususdur.
Bu hadis-i şerifte
bulunan izahı güç meselelerden biri de, Bedir savaşında, daha ganimetlerin ve
dolayısıyla selebin hükmüyle ilgili bir ayet inmemişken, Rasûl-i Zişan
Efendimizin gazileri harbe teşvik için, "Kim bir kafiri öldürürse selebi
öldürene olur.”[380] ve
buyurduğu halde, Sa-id b. el-As'ı öldüren ve onun kılıcını hakkeden Sa'd b. Ebi
Vakkas hazretlerini bu kılıcı almaktan menetmesidir.
Herhalde, buna şöyle
cevap vermek mümkündür: Bilindiği gibi eski ümmetlere harp ganimetlerini yemek
haramdı. Onlar, ganimetleri yakarlardı. Ateşin ganimetleri yakmasıganimetlerin
Allah tarafından kabulünün alameti sayılırdı. Hz. Peygamber, İslâm dininin
kolaylık dini olduğunu bildiği için, Allah'ın birgün bu ümmete ganimetlerden
faydalanmayı helal kılacağını ümid ediyordu. Ayrıca, Allahü Teâlâ'nın indirmiş
olduğu "Allah yolunda savaş. Sen yalnız kendinden sorumlusun! İnananları
da (savaşa) teşvik et...”[381]
"Ey Peygamber, mü1 m inler i savaşa teşvik et..."[382]
gibi ayetleri de, mü'minleri savaşa teşvik etmeyi emrediyordu. Hz. Peygamber,
bu ayetlerin tavsiyesine uyarak ve ele geçen ganimetlerin de helal kılınacağını
ümid ederek "Kim bir kafiri öldürürse selebi onun olacaktır
inşaallah" anlamındaki sözlerle, onlan harbe teşvik etti. Bir taraftan da
ganimetlerin helal kılındığını haber veren bir ayetin inmesini de dört gözle
bekliyodu. Sa'd b. Ebî Vakkas hazretleri öldürmüş olduğu Said b. el-As'ın
kılıcını istediği sırada, henüz bu mevzuyu açıklığa kavuşturan bir ayet-i
kerime gelmemişti. Fakat birz sonra AI-lahu Teâlâ "... Ganimetler Allah'ın
ve Rasûlünündür..."[383]
ayet-i kerimesini indirip ganimetlerin taksimini Rasûlünün takdir ve arzusuna
bıraktığını açıklayınca, hemen Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın isteğini hatırlayıp
derhal o kılıcı, kendisine teslim ederek onun arzusunu yerine getirdi.[384]
2741. ...İbn
Ömer'den demiştir ki:
Rasûlullah, (s.a.)
bizi bir askeri birlik içerisinde (seriyye olarak) Necid taraflarına
göndermişti. Seriyye ordudan ayrıldı (yaptığımız baskın sonunda bizim)
seriyyenin (fertlerinin herbirinin) hisseleri onikişer deve idi. (Rasûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem) seriyye askerleri ne nefel olarak birer deve daha
verdi de onların hisseleri on üçer (deve) oldu.[385]
Seriyye; dörtyüze
kadar olan askerî bir bölüktür. "Seriyye" lafzı geceleyin yuruyuş
demek olan seradan alınmıştır.[386]
Necd; Hicazın Irak tarafına düşen kısmıdır. Rivayete göre; Hz. Abdullah b.
Ömer'in de iştirak ettiği bu seriyye, on kişiden ibaretmiş. Ganimet olarak 150
deve almışlar. Bunlardan otuz tanesini Peygamber (s.a.) almış. Kalan 120
deveyi, on kişi aralarında taksim etmişler. Kendilerine Peygamber (s.a.)
tarafından birer deve de nefel olarak verilmiş. Ulemadan bazıları oniki devenin
bütün gazilere verilen yekûn olduğunu söylemişlerse de Nevevî bunun hata
olduğunu ifade etmiştir. Çünkü Ebû Davud'un bazı rivayetlerinde, oniki devenin
bir gaziye isabet ettiği açıklanmıştır.
Rivayetlerin birinde
oniki, yahut onbir denilerek şek edimiştir. İbn Ab-dilberr'in beyanına göre,
*el Muvatta' ravilerinden Velid b. Müslim'den başkası onuşekk'li rivayet
etmişlerdir. Nafi'in diğer ravileri ise "on ikişer" diye seksiz
söylemişlerdir.
Bazı rivayetlerde:
Nefel verildi" denirken bir rivayette de "Rasûlullah sallallahü
aleyhi vesellem nefel olarak verdi" deniliyor. Bunların arası şöyle
bulunur: Seriyye kumandanı arkadaşlarına nefeli taksim etmiş; paygamber
sallallahü aleyhi ve sellem de buna cevaz ve izin vermiştir. Bu suretle bu işin
ikisine de nisbeti sahih olmuştur.[387]
Hafız İbn Hacer'in
beyanına göre, bu hadiste seriyyeye iştirak eden askerlere onikisi ganimet
olarak bir de nefel olarak verildiği ifade edilen on üç devenin tümünün seriyye
kumandanı tarafından mı Hz. Peygamber tarafından mı yoksa bu develerden bir
kısmının ganimet veya nefel olarak Hz. Peygamber tarafından, diğer bir kısmını
da seriyye kumandanı tarafından mı verildiği hususunda, ganimet olarak
verilenlerin de Hz. Peygamber tarafından mı, verildiği hususunda gelen
rivayetler oldukça farklıdır. îbn îshak'ın rivayetinde, nefel olarak verilen
develerin, seriyye kumandanı tarafından, ganimet olarak verilenlerin de Hz.
Peygamber tarafından, verildiği açıkça ifade edilmektedir. el-Leys'in
rivayetinin zahirinden anlaşılan manaya göre ise; tüm develerin seriyye
kumandanı tarafından verildiği Hz. Peygamberin de seriyye kumandanının bu
taksimini tasvib ettiği anlaşılmaktadır.[388]
el-Leys'in bu rivayeti, bu mevzudaki farklı rivayetlerin arasını te'lif
etmektedir. Rivayetten anlaşılıyor ki, aslında bu taksimi yapan seriyye
kumandanıdır. Hz. Peygamber de bu taksimi geçerli kılmıştır. Netice itibariyle»
bu mevzudaki rivayetlerin hepsi doğrudur." İbn Hacer'in sözleri burada
sona erdi.
Ayrıca şurasını da
ifade etmek isteriz ki; siyer ulemasını verdikleri bilgilere göre; sözkonusu
seriyyenin bu baskında ellerine ikiyüz deve ile ikibin koyun geçmişti. îbn
Abdil-Berr'in bildirdiğine göre; bu seriyye Necid taraflarına gönderilmeden
önce, îslâm ordusunda bulunan askerlerin sayısı dört bin kişi idi. Askerlerin
içinden seriyye birliği olarak ayrılan askerler ise, on-beş kişiden ibaretti.
Bu durumda seriyyenin ele geçirdiği, İkiyüz devenin dört-bin asker arasında
bölüştürülüp, her birinin nasibine, onikişer deve düşmesi imkansız
görülmektedir. Ancak bu meseleyi şu şekilde açıklamak mümkündür: Sözü geçen
ikiyüz deve ile ikibin koyun sadece seriyyenin ele geçirdiği ganimetlerdir.
Seriyye Necid taraflarına gittikten sonra îslâm ordusu da bazı ganimetler elde
etmiştir. İşte, bu iki ganimet birleştirilince, ordunun fertlerinden herbirine
onikişer deve düşmesi ve fazladan seriyye fertlerine bir deve daha verilmiş
olması, son derece mümkündür. Bu te'vil seriyyenin elde ettiği develerin tüm
ordu arasında dağıtıldığını ifade eden bazı rivayetler içindir. Fakat
seriyyenin elde ettiği ganimetlerin sadece seriyye fertleri arasında
dağıtıldığı, sahih ve muteber rivayetler esas alınacak olursa o zaman bu tevile
de lüzum yoktur.[389]
1. Seriyye
göndermek müstehabdır.
2. Ordunun
herhangi bir kısmı, görevli olarak ordudan ayrılacak olursa ordunun elde
ettiği ganimete, görevli olarak ayrılan birlik de ortak olur. Ancak harple
hiçbir ilgisi olmaksızın, harp sahası dışında, oturan kimselerin bu ganimette
bir hakları yoktur. Bu şekilde ordudan ayrılan bir seriyyenin elde ettiği
ganimetlerde de onları bekleyenin diğer ordu fertlerinin hakkı vardır.
Ganimetler seriyye birliğiyle diğer ordu birlikleri arasında bölüştürülür.[390]
2742. ...Velid
b. Müslim demiştir ki:
Ben (Abdullah) îbn
el-Mubarek'e şu (bir önceki) hadisten bahsettim ve (bunu) "bize aynı
şekilde îbn Ebî Ferve'de Nafi'den rivayet etti" dedim de (Bana)
"Senin (Şuayb b. Ebî Hamza ve îbn Ebî Ferve diye) ismini zikrettiğin
kimseler (adalet ve zapt yönünden) Malik b. Enes'e uymaz" (lar) şeklinde
veya buna benzer şekilde bir cevap verdi.[391]
Bu hadis-i şerifte, bu
hadisin ravilerinden Îbn Ebî Ferve ile bir önceki hadisin ravisi Şuayb b. Ebî
Hamza'nın adalet ve zapt yönlerinden, Malik b. Enes'e denk olamadıkları, ifade
edilmekte ve her ne kadar îbn Ebî Ferbe ile Şuayb'ın hadisleri birbirini teyid
etse de, aslında Malik b. Enes'in rivayet ettiği hadisin daha sağlam ve muteber
olduğuna işaret edilmektedir. Bilindiği gibi, tbn Ebî Ferve ile Şuayb'ın
rivayet ettikleri hadis-i şerifte, önce savaş için bir ordu gönderildiği, sonra
da bu ordu içerisinde bir grubun da Neeid taraftarlarına gönderildiği neticede
ise ele geçen ganimetlerden ordu ve seriyye fertlerin herbirine ganimet olarak
onikişer deve düştüğü, taksim sonunda, seriyye fertlerinin her birine de
oni-kisi ganimet, biri de nefel olmak üzerfe, onüç deve düştüğü ifade
edilmektedir.
Malik b. Enes'den
rivayet edilen hadis-i şerifte; savaşmak üzere gönderilen bir askerî birlikten
ve bir seriyyeden bahsedilmekle beraber gönderilen bu seriyyenin, sözü geçen
askeri birlik içerisinden ayrılıp gittiğinden söz edilmemektedir. Sadece bir
seriyye gönderildiğinden ve ganimet mallarında bu seriyye fertlerinin eline
geçen miktardan bahsedilmektedir o kadar.[392]
Bir Önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi, Malik b. Enes hadisi, diğerlerine tercih
edildiği takdirde "Seriyyenin ganimet olarak ele geçirdiği ikiyüz devenin
dört bin kişilik ordu fertleri arasında dağıtılıp her birine oni-ki deve
düşmesi nasıl mümkün olur?" diye bir müşkil ve bu müşkili halletmek için
bazı te'villere ihtiyaç kalmaz.[393]
2743. ...İbn
Ömer'den; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
Necid'e bir seriyye gönderdi. Bu seriyye ile ben de (yola) çıktım. Derken
(ganimet olarak) birçok deve ele geçirdik. Kumandanımız nefel olarak içimizden
her askere birer deve verdi. Sonra Rasûlullah (s.a.)'e geldik, ganimetlerimizi
aramızda paylaştırdı da bizden her bir kişiye humus (çıktık)tan sonra
(paylaştırılan bu ganimetten) onikişer deve düştü. Rasûlullah (s.a.) bize
vermiş olduğu şeylerden dolayı kumandanımızı hesaba çekmedi. Yaptığı bu işten
dolayı onu ayıplamadı. Neticede (seriyyeye katılmış olan) her adamın (kumandandan
almış olduğu) ganimetiyle birlikte (toplam) onüç devesi oldu.[394]
2144. ...Abdullah
b. Ömer'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) içerisinde Abdulah b. Ömer'in de
bulunduğu bir seriyyeyi Necid taraflarına göndermiş ganimet olarak birçok deve
ele geçirmişler. Kumandanlarının bu develeri paylaştırması neticesinde
paylarına düşen (ganimet mikdarı) oniki deve olmuş kendilerine birer deve de
nefel olarak verilmiş.
(Bu rivayete) İbn
Mevhib (şu cümleyi de) ilave etmiştir: Rasûlullah (s.a.) (huzuruna vardığımız
zaman, kumandanımızın yapmış olduğu) bu taksimi değiştirmedi.[395]
2745. ...Abdullah
b. Abbas'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)bir seriyye ile beraber bizi
(düşman üzerine akın yapmak üzere) göndermişti. (Ganimetlerden ele geçen)
paylarımız oniki deveye ulaştı. Bize nefel olarak birer deve de Rasûlullah
(s.a.) verdi.
Ebû Dâvûd der ki: Bürd
b. Sinan da (bu hadisi) aynen Ubeydul-lah hadisi gibi (yani mevzumuzu teşkil
eden hadis gibi) Nafi'den rivayet etmiştir. Bu hadisi Eyyub'da aynı şekilde
Nafi'den rivayet etmiştir. Ancak (farklı olarak) Eyyub Peygamber (s.a.)'i hiç
anmaksızın "bize nefel olarak birer deve verildi." dedi.[396]
2746. ...İbn
Ömer'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (düşman üzerine baskın yapmak üzere)
gönderdiği seriyyeler içerisinden bazı kimselere ordunun genel olarak
hissesine düşen payın dışında özel olarak nefel verirdi. (İbn Ömer dedi ki):
Ancak (ganimet payı ile nefelin) her ikisinin de (verilmesinden önce) humus (un
ganimetlerden çıkarılması) gerekir."[397]
Bilindiği gibi
"nefel" gazilere ganimet hissesinden fazla olarak verilen mükafattır.
Humus: Yoksullara,
muhtaçlara ve yolculara verilmek üzere ganimetten ayrılan beşte bir mikdardır.
Bu husus Elimize geçen ganimetin beşte biri Allah'a, Peygambere, onun
akrabalarına öksüzlere, yoksulara ve yolculara aittir.”[398]
ayet-i kerimesine dayanmaktadır.
2741 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Mekke'nin fethinden önce hicretin
sekizinci senesinde Şaban ayında, Ebû Katade başkanlığında Necid
taraftarlarına baskına giden bu akıncı birliğine dağıtılan ganimet malları ile
nefel olarak verilen mükafatların hepsinin seri yy e kumandanı Hz. Ebû Katade
tarafından mı yoksa Hz. Peygamber tarafından mı veya birinin kumandan
tarafından da diğerinin Hz. Peygamber tarafından mı verildiği hususundaki
rivayetler oldukça farklıdırlar. Nitekim tercümesini sunduğumuz ve mevzuumuzu
teşkil eden 2745 ve 2746 numaralı hadislerde ganimetlerin kimin
bölüştürdüğünden hiç bahsedilmeyip, sadece Hz. Peygamberin nefel olarak
verdiği mükafattan bahsedilirken, 2743 numaralı hadis-i şerifte de nefelin
kumandan tarafından ganimetlerin de Hz. Peygamber tarafından dağıtıldığı ve
seriyyeye iştirak eden askerlerden herbirinin eline toplam olarak onüç deve
düştüğü ifade edilmektedir. Bir başka ifadeyle rivayetler arasındaki
ihtilafları bu hadis-i şeriflerde de görmek mümkündür. Ancak konumuzu teşkil
eden 2744 numaralı hadis-i şerif rivayetler arasındaki ayrılıkları
uzlaştıracak niteliktedir.
Bu hadis-i şerifte
ganimetlerin ve nefel olarak verilen mükafatların aslında seriyye kumandanı
tarafından dağıtıldığı ve Hz. Peygamberin de onun bu uygulamasını tasdik ve
takrir ettiği ifade edilmektedir. Bu ifade gerek ganimetlerin gerekse
nefellerin hem seriyye kumandanının hem de Hz. Peygamberin eliyle dağıtıldığı
anlamına gelir ki, bu mevzudaki rivayetlerin hepsim de uygun düşer.
Ayrıca bu hadisler,
sözkonusu seriyyenin elde ettiği ganimetlerin tüm ordu mensupları arasında
değil sadece seriyyeye katılan onbeş kişilik askerler arasında dağıtıldığını
ifade etmektedirler. Bu durum, bazı rivayetlerin kafalarda doğurmuş olduğu
"Acaba bu seriyyenin elde ettiği 200 deve 4000 kişilik ordu mensubu
arasında dağıtıldığı halde nasıl olup ta herbirine oniki-şer deve
düşüyor?" şeklindeki sorulan kafalardan sildiği gibi bu sorulara cevap
aramaya da ihtiyaç bırakmıyor.
Ayrıca 2746 numaralı
hadis-i şerifte ganimetler dağıtılmadan önce ganimetlerde bulunan Allah'ın ve
peygamberin hakkı olan beşte bir (humus) un ganimetlerdan çıkarıp ayrılması
icabettiği ifade ediliyor.
Avnu'l-Ma'bûd yazan
el-Azimabadî'nin açıklamasına göre ganimetlerden öncelikle humus ayrılır sonra
harpte fevkalade yararlılıklar gösterecek olanlara vadedilmiş olan nefel
ayrılır. Daha sonra da kalan ganimetler usulüne göre gaziler arasında
paylaştırılır. Mezhep imamlarının bu mevzudaki görüşlerini 2737 numaralı
hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımızdan burada bu kadarla yetiniyoruz.[399]
2747. ...İbn
Ömer'den demiştir ki;
Rasûlullah (s.a.)
Bedir (savaşı) günü üçyüz onbeş (kişi) ile (savaşa) çıkmış ve;
“Ey Allahım bu
askerler kendilerini taşıyacak bir binekten yoksundur. Onları sen taşı,
çıplaktırlar, onları sen giydir, açtırlar, sen doyur." diye dua etmiş.
Neticede Allah Bedir günü kendisine fetih nasi-betmiş (fetihden sonra harbe
iştirak eden askerler) öyle bir değişikliğe uğramışlar ki onlardan herbiri
mutlaka bir ya da iki deveyle elbiseli ve karınları tok olarak (Medine'ye)
dönmüşlerdir.[400]
Metinde geçenHufâtünkelimesi
sözlükte yalınayak, ayakkabısız
olarak yürüyen kimseler,
anlamına geldiği gibi binecek bir hayvanı veya vasıtası
olmayan kimseler anlamına da gelir. Metne ikinci mana daha uygun düştüğü için
biz de tercümemizde bu ikinci manayı tercih ettik. Ayrıca bu hadis-i şerifte
sözkonusu edilen Bedir savaşı hicretin ikinci yılı Ramazan ayının onyedisinde
cuma günü (Miladi Mart 624) vukubulan ikinci Bedir savaşıdır. Buna "Büyük
Bedir" de denir. Harbi kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Hz.
Peygamber Mekke'li müşriklerin ticaret kervanlarının geliş ve gidişlerini
engellemek için tedbirler alıyor, bunun için komşu kabilelerle ittifaklar
yapıyordu.
Yine Hz. Peygamber
Suriye'den dönmekte olan böyle bir kervanı üç-yüzü aşkın bir kuvvetle zabdetmek
istemişti. Bunu haber alan kervan reisi Ebû Süfyân yolunu değiştirerek
Mekke'den yardım istedi. Mekkeliler bin kişilik silahlı kuvveti kervanın
yardımına gönderdiler. Bunlar kervanın Mekke'ye kaçıp kurtulduğunu öğrenmekle
beraber yollarına devam edip Bedir'e kadar geldiler. Daha önce Mekkeli
müşriklerin hareketini öğrenen Hz. Peygamber ashabıyla müşavereden sonra
kervanı takibetmeyip savaşmaya karar verdi. Bunun üzerine İslam kuvvetleri
Bedir'e gelmiş ve Hz. Peygamber harekat için en uygun yeri seçerek müşriklerin
su ile de alakalarını kesmişti. Yine Hz. Peygamber îslam ordusunun savaş
nizamını geceden tesbit etmişti. O gece Hz. Peygamber Allah'a şöyle dua
etmişti: "Yarabbi! Bana va-dediğin yardımı bugün lütfet. Yarabbi bu İslam
cemaati bugün telef olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kimse
kalmayacaktır."
Ayrıca Hz. Peygamber
mevzumuzu teşkil eden hadiste ifade edildiği şekilde de Allah'a yalvarıp dua
ve niyazda bulunmuştur.
Nitekim bu savaşta
melekler müslümanlara yardım etmişlerdi. Savaşta düşman ağır bir yenilgiye
uğradı. Yetmiş ölü ve bir o kadar da esir bırakarak kaçtılar.
Bu hadisin "Ordu
içerisinden gönderilen seriyye birliklerine nefel verilmesi" anlamına
gelen ve mevzuumuzu teşkil eden babla ilgisini şöyle açıklayabiliriz:
Bu hadis-i şerifte
Bedir savaşına katılan mücahidlerin savaşa piyade olarak gittikleri halde
dönerken düşmandan ele geçirdikleri ganimetten aldıkları hisseleri sayesinde
kimisinin bir, kimisinin de iki deveyle döndükleri ifade
edilmektedir.
Oysa harbe piyade olarak
katılan askerlerin ganimetten eşit miktarda hisse almaları icabederdi. Burada
kimisinin bir deve kimisinin de iki deveyle döndüğü ifade edildiğine göre, iki
deve ile dönenlerin devenin birini ganimet hissesi olarak, ikinci deveyi de
nefel olarak aldıkları ve bu kimselerin de seriyye birliklerine katılmak gibi
yiğitlik gösteren müstesna kişiler olduğu ortaya çıkar.
İşte bu hadisin bab
başlığı ile ilgisi burası olması gerekir.[401]
2748. ...Habib
b. Meslem el-Fihrî'den, denilmiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Humus (denilen beşte
bir hisseyi ganimetlerden ayırdık) tan sonra (kalanın) üçte biri (ni) nefel
olarak (müeahidlere) verirdi.[402]
Bu hadis-i şerife iki
türlü mana vermek mümkündür:
1. Rasûlullah
(s.a.) seriyye birliklerine "Elde edilen ganimetlerden humus denilen beşte
bir hiseyi ayırdıktan sonra kalanın üçte-b irin i de size mükafat olarak
vereceğim" diye va'dederdi. Sonra bu va'dine uyarak önce ganimetlerden
beşte bir hisseyi ayırırdı. Kalanının üçte birini de va'dde bulunduğu seriyye
birliğine nefel olarak dağıtırdı. Kalanı da tüm müeahidlere bölüştürürdü.
Hanefi ulemasına göre Hz. Peygamber ancak vereceği nefeli bu şekilde
kayıtladığı zaman bu şartlara uyardı. Aksi takdirde nefeli humusu ayırmadan
önce vermekte sakınca görmezdi.
2. Rasûlullah
(s.a.) savaştan sonra ganimet olarak elde bulunan mallardan öncelikle humus
denilen beşte bir hisseyi ayırırdı, sonra geriye kalan ganimetlerin üçte birini
de (kahramanlıklarıyla dikkatleri çeken kimselere) nefel olarak verirdi.
Kalanı da mücahidler arasında bölüştürürdü. Hadis ulemasından Hattâbî:
"Bu hadisten nefelin humus ayrılmadan önce de ayrıldıktan sonra da
verilebileceği anlaşılmaktadır" demiştir.
Fıkıh âlimlerinin
nefelle İlgili görüşlerini 1337 numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıklamış
olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[403]
1. Savaşta
mücahidleri harbe teşvik için mükafat va'detmek mustehabdır.
2. Ganimetlerin
taksiminde esas olan; önce ganimetlerden humus denilen beşte bir hisse
ayrılır. Kalanın üçte biri harpte kahramanlıklarıyla dikkatleri çeken
yiğitlere nefel olarak verilebilir.
3. Ganimetlerin
üçte birine kadar olan kısmı nefel olarak verilebilir. Ancak ganimet
mallarının nefel olarak verilebilecek miktarı ulema arasında ihtilaflıdır.
Ulamedan Mekhûl ile
Evzâî'ye göre ganimetlerin üçte birinden fazlası nefel olarak verilemez. İmam
Şafiî'ye göre ise nefel için bir sınır yoktur. Devlet reisi ganimetten istediği
kadarını nefel olarak verebilir. Bunun takdiri devlet başkanının içtihadına
bırakılmıştır.[404]
2749. ...Habib
tbn Mesleme'den demiştir ki
Rasûlullah (s.a.) (bir
seriyyeyi savaşa gönderirken) Humus (denilen beşte bir hisseyi ganimetlerden
çıkardık) tan sonra (kalanın) dörtte birini nefel olarak vereceğini va'dederdi.
(Seriyye savaştan) dönerken (bir nefel vadetmek isterse o zaman da) Humus
(denilen beşte bir hisseyi ganimet mallarından çıkardık) tan sonra (kalanın)
üçte biri(ni nefel olarak vereceğini va'dederdi).[405]
Hz. Peygamber; ordu
içerisinden bazı kimselerden bir seriyye birliği ttşkil ederek düşman üzerine
gönderirken, onlara ganimet paylarının dışında bir de nefel vereceğini
vadettiğinde mevcut ganimetlerden Allah'ın ve Rasûlünün hakkı olan beşte bir
hisse çıkarıldıktan sonra kalanın dörtte birini nefel olarak vereceğini
va'dederdi. Fakat savaştan dönerken gösterilecek yeni bîr yiğitlik için bir
nefel vadederse humus ayrıldıktan sonra kalan ganimetlerin üçte birini nefel
(bağış) olarak vereceğini va'dederdi.
Hz. Peygamberin savaşa
çıkan gazilere ganimet mallarından Allah'ın ve Rasûlünün beşte bir hissesi
çıkarıldıktan sonra kalan ganimetin dörtte birini va'detttiği halde harpten
dönerken düşmana ikinci defa galebe çalması halinde, beşte bir hisse
çıkarıldıktan sonra kalan ganimetin üçte birini vermeyi va'detmesinin
hikmetini İbnü'l-münzir şöyle açıklıyor: ".... Çünkü harbe girerken
askerlerin hayvanları kuvvetli, harpten sonra ise daha yorgun ve zayıftırlar.
Askerlerin kendi durumları da böyledir. Bu bakımdan mücahid-ler bir an önce,
çoktandır kendilerinden uzak kaldıkları, ailelerine kavuşmak isterler. Bu
sebeple dönüşte kendilerine daha fazla vermeyi va'detmiş-tir. Hattabi,
İbnü'l-Münzir'in yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra şu görüşlere yer
veriyor:
"Bu söz vazih
(açık) değildir. Çünkü hadisdeki dönüş tabirinin yurtlarına dönüş manasına
geldiği kanaatini uyandırıyor. Halbuki hadisin manası bu değildir. Hadisteki
sefere çıkmak sözüyle kastedilen bir müfrezenin gaza için sefere çıkmasıdır.
Bunlar düşmandan bir gruba üstünlük sağlarlarsa aldıkları ganimetten
dörttebiri kendilerine verilir. Geriye kalan kısmına da tüm ordu iştirak eder.
O savaştan kendi birliklerine dönerlerken düşmanı ikinci defa daha yenilgiye
uğratacak olurlarsa bu defa aldıkları ganimetten kendilerine üçte bir verilir.
Zira düşman daha dikkatli ve uyanık olduğu için harpten sonra tekrar hezimete
uğratmak daha güç olur." Hattâbî'nin bu görüşü daha çok kabul görmüştür.
Hanefi ulemasına göre Hz. Peygamber seriyye mensuplarına ''ganimetlerden beşte
bir hisseyi ayırdıktan sonra kalan ganimet mallarının dörtte birini veya
üçtebirinî size nefel olarak vereceğim" diye şart koştuğu için onların
nefelini ganimetlerden beşte bir hisseyi çıkardıktan sonra vermiştir. Eğer devlet
reisi bu durumda olan askerlere "Size nefelinizi beşte bir hisseyi
ayırdıktan sonra ganimet mallarının kalanından şu kadarını vereceğim" diye
bir şart koşmazsa onların nefellerini ganimet mallarından beşte bir hisseyi
çıkarmadan önce verebilir. Nitekim Hattâbî bunun da caiz olacağını söylemiştir.
Hanefilerin meşhur kitabı Hidaye Haşiyesinde açıklandığına göre İmam-ı Ahmed
"Ganimetler ele geçmeden önce va'dedilen nefelin ganimetlerden beştebir
hisse ayrıldıktan sonra ganimet mallarının kalanından verilir. Fakat
ganimetler ele geçtikten sonra vadedilen nefeller sadece ganimet mallarından
ayrılan humustan (beşte bir hisseden) verilebilir." demiştir. İmam Malik
ile İmam Şafiî'ye göre ise nefeller hiçbir zaman ganimetlerden verilemezler.
Ancak ganimetlerden ayrılan beşte bir hisseden verilirler. Hatta îmam-ı
Şafiî'ye göre nefeller bu beştebir hissenin beşte birinden verilir. Bu sebeple
İbn Raslan metinde geçen "üçtebir" kelimesini "beş-tebirin,
beştebirinin üçtebiri" şeklinde te'vil ettiği gibi "dörttebir"
kelimesini de" beşte birinin beşte bHnin dörtte biri" şeklinde
te'vil etmişlerdir.[406]
2750. ...Mekhûl
(şöyle) diyor: Ben Mısır'da Huzeyl oğullarından bir kadının kölesiydim. Beni
hürriyetime kavuşturdu. Öyle zannediyorum ki, ben Mısır'da ilimden ne varsa
hepsini alarak çıktım. Sonra Hicaza geldim. Orada da ilimden ne varsa hepsini
aldım da öyle çıktım. Sonra Irak'a vardım. Irak'ta bulunan ilmi de toplayıp
çıktım. Sonra Şam'a geldim. Şam (halkm)ı iyice inceledim ve hepsine nefel sordum.
Bana nefel hakkında bilgi verecek kimse bulamadım. Nihayet Ziyad b. Cariye
et-Temimî denilen bir ihtiyarla karşılaştım. Kendisine hiç nefel hakkında
birşey (ler) duydun mu? diye sordum. O da -evet Habib b. Mesleme el-Fihrî'yi
"Ben Peygamber (s.a.)'in (harbe) başlarken (ganimetin) dörtte biri (ni)
dönüşte de üçte biri (ni) verdiğini gördüm..." derken işittim, cevabını
verdi.[407]
Metinde Bed'e ve Rac'a
kelimeleri hakkında Hattâbî şunlan söylüyor: "Bede "savaş yolculuğunun başlangıcı demektir. Ordu savaş için yola
çıktığı zaman içlerinden bir müfreze, kumandanın emriyle ordudan ayrılarak
düşman kuvvetlerine saldırıp bir ganimet elde edecek olursa bunun dörtte biri
müfrezeye ait olurdu. Geriye kalan kısım ise müfrezeyi teşkil eden askerlerle
diğer ordu birlikleri ortak olurdu. Savaştan sonra eğer bu müfreze, kumandanın
emriyle tekrar düşmana sal-rır da ikinci defa bir ganimet elde ederse üçte biri
müfrezeye ait olup geri kalan kısım da müfreze fertleri ile geride bekleyen
ordu mensupları arasında ortak olarak paylaşılırdı. İlk elde edilen
ganimetlerden dörtte biri müfreze fertlerine verilirken ikinci ganimetlerin
müfreze birliklerine daha fazlasının verilmesinin hikmeti; düşman üzerine
ikinci defa saldırıya geçmenin ve onları ansızın yakalamanın birinciye nisbetle
daha zor oluşudur."
Fıkıh âlimlerinin bu
meseleyle ilgili görüşlerini bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıklamış
olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[408]
2751. ...Abdullah
b. Amr b. As'dan rivayet olunmuştur ki: Ra-sülullah (s.a.)
"Müslümanların
kanları (kıymetçe) birbirlerine eşittir. Müslümanların (sayıca)en azı(bile)
onların zimmetleri uğrunda koşar. Müslümantarın en uzak olanı (dahi) onlar
adına eman verebilir. Müslümanlar kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir
el (hükmünde) dirler. Onların kuvvetli olanı (elde ettiği ganimetleri
ortaklaşa bölüşmek üzere) zayıf olana, gönderir. Seriyye olarak (düşman
üzerine) giden(ler) de (ele geçirdikleri ganimetleri beraberce paylaşmak üzere,
cephede kendilerini bekleyip) oturanlarına gönderirler. Bir mü'min, bir kafir
karşılığında, öldürülemez. Ahdinde (sadık) olan bir zimmi de bir (harbi) kafir
karşılığında öldürülemez" buyurdu. îbn îshak Kısası ve (kanlardaki)
eşitliği rivayet etmedi.[409]
Zimmet sözlükte, eman,
zaman ve ahd manalarını ifade eder. Ahdi
bozmak, zemmi mucib
olduğu için ahde "zimmet " denilmiştir. Çoğulu "zimem"
dir.
İslâm zimmetini , ahd
ve eman sahibi olan gayri müslimlere ehl-i zimmet denir. Bunların
erkeklerinden her birine zimmî kadınlarından her birine de zımmiye denilir.[410]
Metinde geçen
"müslümanların kanı biri birleri ne eşittir." cümlesinden maksat;
kanları dökülen müslümanların diyetleri ve kısasları hususunda birinin
diğerinden farkı yoktur. Bir kabilenin öldürülen en şerefli kimsenin kısası ve
diyeti ne ise cemiyette itibarı en az olan bir kimsenin kısası ve diyeti de
odur. Ayrıca öldüren kimse şerefli de olsa kendisine kısas cezası uygulanır.
Cemiyetin en zayıf bir ferdi de olsa katili kısas cezasına çarptırılır. İslam
gelmeden önce; cahiliye dönemi arapları kısası sadece zayıflara uygulayıp,
itibarlı kişileri bağışlarlardı. Ayrıca bazan öldürülen şerefli kişilerin karşılığında,
karşı kabilelerden birden fazla sayıda insan öldürülerdi.
İslâmiyet gelince
insanlar arasındaki bu adaletsiziği kaldırdı ve kan ci-hetiyle hiçbir kimsenin
diğerinden farkı olmadığını ilan etti.
Yine metinde geçen
"Müslümanların en aşağısı" sözü burada "sayıca en aşağısı"
yani "en azı" anlamında kullanılmıştır ki, müslümanların "tek
bir tanesi" demektir. Bu kelimeyi "müslümanların en aşağısı olan bir
köle" şeklinde anlamak doğru değildir.[411]
Metindeki kelimesine
"Müslüman askerlerin derece itibarıyla en aşağısı olan, efendisinin harbe
girmesine izin verdiği köle, diye mana verilmişse de Hattâbî'ye göre bu kelime
"müslümanların, İslam diyarından en uzak olanları" anlamında
kullanılmıştır. Hattâbî'nin verdiği bu manaya göre bu kelimenin geçtiği cümleyi
şöyle anlamak, gerekir. "Savaş alanında bulunduğu için İslam ülkesinden
uzak ve kafirlere yakınolan bir kimse bile bir kafire eman verecek olsa onun
bu emanı geçerlidir. Hiçbir müslümanın bu emanı (emniyete nâiliyyet, hakkında
düşmana verilen söz veya işareti) bozmaya hakkı yoktur."
Ancak yine Hattâbî'nin
beyanına göre bir müslümanın diğer müslüman-lar adına vermeye yetkili olduğu
eman sınırlıdır. Bu emanı sadece kafirlerin bazılarına verebilir. Kafirlerin
tümü için böyle bir eman veremez. Kafirlerin tümüne birden eman verme yetkisi
sadece devlet reisine aittir. Hanefi ulemasından el-Kasânı'nin el-Bedayî
isimli eserinde bildirdiğine göre müslümanın eman verme yetkisine sahip
olabilmesi için akıl ve baliğ olması gerekir. Delinin ve çocuğun verdiği eman
geçerli değildir. Genel olarak ilim adamlarının görüşü budur. Ancak İmam
Muhammed'e göre buluğ şart değildir. İslamı idrak eden mürahik bir çocuk da
eman verebilir. Eman verecek bir kimsede aranacak şartlardan biri de islamdır.
Müslümanların safında çarşıpan bir-kafirin vereceği eman geçerli değildir.
Ancak Şafiî
âlimlerinden Hafız İbn Hacer'in beyanına göre, el-Evzâî; "müslümanlar
safında kafirlere karşı çarpışan bir zımminin verdiği emanın geçerli sayılıp
sayılmaması devlet başkanının kararına bağlıdır. Devlet başkanı, isterse bu
emanı geçerli kılar, isterse iptal eder.*' demiştir.
Verilen bir emanın
geçerli sayılabilmesi için, bu emanı veren kimsenin hür olması şart değildir.
Efendisi tarafından harbe katılmasına izin verilmiş olan bir kölenin verdiği
emanın geçerli olmasında icma vardır. Fakat efendisinin harbe girmekten men
ettiği bir kölenin verdiği emanın geçerli sayılıp sayılmaması ulema arasında
ihtilaflıdır. Ebû Hanife (r.a.) ile Ebû Yusuf (r,a.)e göre bu durumda olan bir
kölenin verdiği eman sahih değildir. İmam Muhammed (r.a.) ile İmam Şafii (r.a.)
e göre ise bu eman sahihdir. İmam Muhammed (r.a) ile İmam Şafii (r.a.) in bu
mevzudaki delilleri mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen cümlesidir. Sözü geçen
bu iki İmama göre hadiste geçen kelimesi "onların en aşağısı''anlamına
gelir ki bundan maksat müslümanların köleleridir. Binaenaleyh, müslümanların
kölelerinden herbirinin verdiği eman geçerlidir. Bu hususta kendisine harbe
girmesi için izin verilen köleyle verilmeyen köle arasında bir fark yoktur.
Eman da zimmet gibi bir ahd olduğundan her kölenin verdiği eman geçerlidir.
Ebû Hanife ile Ebû
Yusuf'a göre metinde geçen sözkonusu cümle efendisinin harbe girmeye izin
vermediği kölelere şamil değildir. Çünkü bu cümledeki edna kelimesi birisi
aşağılık, horluk, diğeri de yakınlık olmak üzere iki manaya gelir. Curada bu
kelimeye aşağılık ve horluk manası vermek mümkün değildir. Çünkü mü'minlerin
hiçbirisi hor, hakir görülemez. Nitekim hadisin müslümanların kanları
(kıymetçe) biribirlerine eşittir" anlamındaki ilk cümlesi de edna
kelimesine hor ve hakir manası vermeye engeldir. Bu bakımdan bu kelime burada
"yakın" anlamında kullanılmıştır ki "düşmana en yakın olan, yani
kendisine harbe katılması için izin verilen ve bizzat savaşan köle manasına
gelmektedir. Harbe girmesine izin verilmeyen kölenin verdiği eman geçerli
değildir.
Ancak Hafız İbn Hacer
âlimlerin büyük çoğunluğuna göre her kölenin verdiği eman geçerli olduğunu, bu
hususta savaşa katılan bir köleyle katılmayan bir köle arasında bir fark
olmadığını söylemiştir. Yine metinde geçen "Müslümanlar kendilerinin
dışındakilere karşı bîr el (hükmünde) dirler." cümlesi adeta bir nevi
kendinden önce geçen cümlelerin bir açıklaması hükmündedir.
"Müslümanların birinin verdiği emanı hepsi kabul eder. Birine yapılan bir
saldırıyı hepsi kendine yapılmş kabul eder. Bir anda hepsi sıkılmış bir yumruk
haline gelirler/* anlamındadır.
"Müslümanların
kuvvetli olanlarının ganimetleri zayıf olana göndermesi demek gerek vücut,
gerekse mali cihetiyle daha kuvvetli olan askerlerle toprakları, ganimetleri
kendilerinden daha zayıf olan müslüman askerlere bölüşmeleri, demektir.
Gerçekten savaşta müslüman askerlerin toplamış oldukları ganimetler bir yerde
toplanır, sonra tüm askerler arasmdada usulüne göre paylaştırılır. Aynı şekilde
seriyye olarak gönderilen askerler de ele geçirdikleri ganimetleri kendilerini
cephede beklemekte olan tüm müslüman askerlerle paylaşırlar. Metinde geçen
"seriyye olarak (düşman üzerine) giden(ler) de (ele geçirdikleri
ganimetleri beraberce paylaşmak üzere cephede kendilerini bekleyip) oturanlarına
gönderirler." anlamındaki cümleden kasdedilen de budur. Rey taraftarlarına
göre metinde geçen kelimesi ..." cümlesindeki "müminûn" kelimesi
üzerine atfedilmiş-tir. Bir başka ifadeyle bu cümlenin aslı = hiçbir mü'min ve ahdinde duran bir zimmi kafir
karşılığında öldürülemez." şeklindedir. Bu bakımdan İmam Ebû Hanife'ye
göre her ne kadar harbi bir kafir karşılığında bir mü'min kısas olarak
öldürülemezse de bir zimmi karşılığında bir mü'min öldürülebilir. Çünkü
hadiste mü'minle zimmi arasında bir ayırım yapılmamış, kafirin karşısında
birlikte zikredilmişlerdir. Ancak imam Şafiî ile İmam Ebû Yusuf ve İmam
Muhammed (r.a.)e göre bir mü'min kafir karşılığında öldürülemediği gibi
ahdinde duran bir zımmî karşılığında da öldürülemez. Çünkü kelimesiyle cümlesi arasında bir ilgi
yoktur. İkisi de müstakil iki ayrı cümledir. Bu ikinci cümle atıf olarak değil,
ancak birinci cümleden sonra kafalarda doğacak olan "acaba zımmilerin
kanını dökmek helal midir?" sorusuna Haramdır cevabını vermek ve her ne
kadar bir zımmî karşılığında bir mü'min (kısas olarak) öldürülemezse de meşru
bir sebep olmaksızın zimmilerin kanını dökmenin de haram olduğunu açıklamak
üzere gelmiştir.[412]
2752. ...Seleme'den
(şöyle) dediği rivayet edilmiştir: Abdurrahman b. Uyeyne Rasûlullah (s.a.)in
develerine baskın yapıp, çobanını öldürmüş ve yanındaki süverilerle o develeri
sürüp gitmişti. Bunun üzerine ben yüzümü Medine'ye doğru çevirdim sonra üç
defa "yetişin" diye feryad ettim ve onları takibe koyulup (onlara ok)
atmaya ve onları yaralamaya başladım. (Onlardan) Bir atlı (beni öldürmek için)
geriye dönecek olursa bir ağacın dibine oturuyor (ve onlara ok atıyor) dum.
Nihayet Allah'ın yaratmış olduğu develerden Peygamber (s.a.) e ait ne varsa
onu (müşriklerin elinden kurtarıp) arkama almıştım. Otuzdan fazla mızrak ve
otuz (kadar) elbise bıraktılar, hafiflemek istiyolardı. Sonra Uyeyne onlara
yardımcı olarak geldi ve (onlara benim hakkımda) "Sizden bir grup onun
yanına var (ip onunla anlaş) sın" dedi. Bunun üzerine onlardan dört kişi
bana doğru gelmeye ve dağa tırmanmaya başladılar (onların bana yaklaşmasıyla
sesimi) kendilerine işittir (ebilecek bir duruma gel) ince "Beni tanıyor
musunuz?" diye seslendim. Onlar da: "Sen kimsin?" dediler (Ben
de): "Ben el-Ekvâ'nın oğluyum,Muhammed (s.a.) in yüzünü şereflendiren zata
yemin olsun ki; sizden beni (yakalamak) isteyip de yakalayacak bir adam
olmadığı gibi (içinizde) ben (yakalamak) isteyince elimden kurtulabilecek (bir
kimse) de yoktur." diye cevap verdim (Onlarla konuşmaya) devam ettim. Nihayet
Rasûlullah (s.a.)'m süvarilerini ağaçların arasına girerlerken gördüm, onların
başı(nda) el-Ahram ül Ese-di (var idi) ve Abdurrahman b. Uyeyne'nin üzerine
varıyordu. Abdur-rahman b. Uyeyne'de onun üzerine çullandı. Karşılıklı
vuruştular, der: ken el-Ahram Abdurrahmanı (n atını) yaraladı. Abdurrahman da
el-Ahram'ı şehid etti ve onun atma geçti. Bu esnada Ebû Katâde de
Ab-durrahman'ın karşısına çıktı. Karşılıklı olarak vuruşmaya başladılar. Derken
(Abdurrahman) Ebu Katade' (nin atı) nı yaraladı. Ebû Kata-de de onu öldürdü ve
el- Ahram'ın atına geçti. Sonra ben, onları kovduğum suyun başında bulunan
Rasûlullah (s.a.) in yanına geldim. (Bu su) zü kared (denilen su idi) Bir de ne
göreyim Peygamber (s.a) beş-yüz kişi ile birlikte (orada bekliyor. O gün Rasûlullah)
bana hem süvari hem de yaya hissesi verdi.[413]
Zûkarad Sam vom
üzerinde Medine ile Hayber arasında Medine'ye bir beridlik (oniki millik)
uzaklıkta bir sudur. Sel dağına sekiz mildir. Sık ağaçlı bir yerdir. İşte bu
sudan, ismini alan Zalükarad gazvesi aynı zamanda Gazvetü'1-Ğâbe adıyla da
anılır. Bu mevzuda siyer kitaplarında şöyle söylenmektedir: "Vakıdî, İbn
Sa'd, îbn Kayyim ve daha başkalan bu gazayı Gâbe gazası diye andıkları gibi tbn
İshak Ahmed b. Han-bel, Buhârî, Belâzurî, Taberî ve daha başkaları da Zûkarad
gazası diye an-mışlardır. Hz. Peygamberin sağmal develerinin ğabe'de
yağmalanıp, çobanın orada şehid edilmiş olması, Seleme b. Ekva ile ona yetişen
tslam süvarilerinin öâbe'den itibaren baskıncıların ardına düşerek onlarla
çarpışa çarpışa Zûkarad'a kadar ilerlemiş bulunmaları, bu gazanın Gâbe gazası
olarak anılmasına tslam karargahının Zûkarad'de kurulmuş olması da ayrıca Zûkarad
diye adlandırılmasına yol açmış olabilir.
Gazanın sebebi;
peygamberimizin Ğâbe (orman) yaylımında yayılmakta bulunan sağmal ve
doğurmaları yaklaşmış yirmi devesini, Uyeyne b. Hısn el-Fezari'nin Gatafan ve
Fezarilerden kırk atlı salarak baskıp yaptırıp sürdürmesi ve Ebû Zerr
el-Ğıfarî*nin oğlunu da $ehid ettirmesidir.[414]
Bu savaşın ne zaman
yapıldığı hangi tarihte vukubulduğu meselesi ihtilaflıdır. Buhârî'nin
rivayetine göre bu savaş Hayber savaşından üçgün önce vuku bulmuştur. Delili
ise Seleme b. Ekva'nın "Biz bu savaştan döndükten sonra Medine'de ancak üç
gün kaldık, üç gün sonra Hayber savaşına çıktık.*' sözüdür. Siyer uleması ise
bu savaşın hicretin altıncı yılında vuku bulduğu noktasında birleşmektedirler.
Metinde geçen Ya
sabâhahü (ey sabahım) sözü arapçada baskına uğrayan kimselerin yardıma
çağırmak için kullandıkları bir tabirdir. Genellikle baskınlar sabaha doğru
yapıldığı için baskına uğrayan kimselerin bu tabirle başkalarını yardıma
çağırması Araplar arasında adet olmuştur. Bu şekilde feryad eden bir kimse
sanki "Düşman sabahleyin etrafımızı çevirdi yetişin" diye haykırmış
ve başkalarını yardıma çağırmış olur.
Her ne kadar siyer
kitaplarında bu olayda yağma edilen develerin yirmi kadar olduğu ve Hz.
Seleme'nin bunlardan sadece on kadannı düşmanın elinden kurtardığı ifade
edilirse de metinde geçen "Nihayet Allah'ın yaratmış olduğu develerden
peygamber (s.a.)'e ait ne arsa onu (müşriklerin elinden kurtarıp) arkama
almıştım." sözü, Hz. Seleme'nin bu develerin tümünü düşman elinden
kurtardığını ifade etmektedir.
Bu savaş hadis ve
siyer kitaplarında çok ayrıntılı ve çok uzunca anlatıldığından okuyucularımıza
oralara bakmalarım tavsiye ederiz.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisin, "Serİyye, baskından ele geçirdiği ganimetleri orduya
gönderir." anlamındaki bab başlığımızla ilgisi şöyledir "Hz. Seleme
müşriklerden ele geçirdiği elbise, zırh gibi ganimetleri olduğu gibi cephede
kendisini bekleyen İslam ordusuna göndermiş, Hz. Peygamber de ona bu
ganimetlerden bir piyade hissesi vermiştir." Ancak Hz. Peygamber onun bu
savaşta özel bir başarısı ve yiğitliği görüldüğü için ayrıca kendisine nefel
olarak bir de süvari hissesi vermiştir. İşte bu hadisle bab başlığı arasındaki
ilgi budur. 2737 ve 2738 numaralı hadislerin şerhinde de açıkladığımız gibi
nefel humusdan yahut da humusun beşte birinden verilir. Ganimet payı ise humus
çıkarıldıktan sonra, geriye kalan ganimet mallarından verilir. Bu duruma göre;
Hz. Peygamberin, Hz. Seleme'ye nefel olarak verdiği bir süvari hissesi kadar
olan mükafatı humustan veya humusun beşte birinden ganimet payı olarak verdiği
bir piyade hissesi kadar olan payı da humus çıkarıldıktan sonra geriye kalan
ganimet mallarından vermiş olabileceği kolayca anlaşılır.[415]
2753. ...Ebû'l-Cüveyriyet'ü
Cermi'den demiştir ki Muaviye'nin emirliği zamanında Rum ülkesinde, içirde
dinarlar bulunan bir küpe rastlamıştım. Başımızda da Peygamber (s.a.)'in
sahabilerinden Süleym oğullarından Ma'n b. Yezid adında bir adam vardı.
Dinarları ona getirdim (O da bunları) müslümanlar arasında paylaştırdı.
Onlardan birine verdiği kadar bu dinarlardan bana da verdi. Sonra da "Eğer
ben Rasûlullah (s.a.)ı “Nefel ancak humustan sonradır” derken işitmiş
olmasaydım sana (nefel de) verirdim." dedi ve (kendi) payını bana vermeye
kalktı. (Fakat) ben kabul etmedim.[416]
Altın ile gümüşten ve
daha düşman ülkesinde savaş başlamadan önce
harpsiz düşmandan ele
geçirilen mallardan nefel
vermenin caiz olup olmadığı; ulema arasında ihtilaflıdır.
Musannif Ebû Dâvûd bu
mevzuya dair özel bir bab açmıştır. Bu mevzuda Hanefi fıkhının meşhur
kitaplarından olan Siyer-i Kebir şerhinde şöyle deniyor: "Eğer devlet
reisi (veya temsilcisi) - Kim kafir bir askeri öldürürse onun şahsi eşyası
öldürenin olacaktır.- diye harbe teşvik eder de bunun üzerine bir mücahid bir
düşman askerini öldürecek olursa; öldürülen askerin altın veya gümüş tüm şahsi
malları öldüren mücahidin olur. Ancak Şam halkı altınla gümüş mallardan nefel
verilemeyeceğini nefelin ancak; yiyecek, giyecek, altın ve gümüşün dışındaki
mallardan verilebileceğini söylemişlerdir.
Musannif Ebû Dâvûd
mevzumuzun bab başlığında bulunan "min evvel-il-mağnem" tabiriyle
îslam askerlerinin harp ülkesine girdiği sırada savaştan önce harpsiz olarak
ele geçirdikleri mallan kasdetmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Bezlü'l-Mechûd
sahibinin görüşü de budur. Bu durum Musannif Ebû Davud'un devlet reisi veya
temsilcisinin ganimet malları içinde bulunan altın ve gümüşten nefel
veremeyeceği gibi savaştan önce harp ülkesinde düşmandan ele geçirilen mallardan
da nefel veremeyeceği görüşünde olduğu ihtimalini ortaya koymaktadır.
Esasen bu görüş imam
Evzâî'nin görüşüdür. Bu bakımdan Musannif Ebu Davud aslında kendisi bu görüşte
olmadığı halde sadece imam Evzai'-nin görüşüne işaret etmek istediği için bu görüşe
temas etmiş de olabilir. Hafız İbn Hacer'in de açıkladığı gibi îmam Evzai'nin
bu görüşü cumhur'un (ulemanın büyük çoğunluğunun) bu mevzudaki görüşüne
aykırıdır. Mevzumu-zu teşkil eden bu hadisin zahirinden anlaşıldığına göre Hz.
Peygamberin sa-habilerinden olan Man b. Yezid'in, Ebû Cüveyriye'nin Rum
diyarında ele geçirdiği ganimetlerden kendisine nefel vermeyişinin sebebi bu
malların altın veya gümüş oluşu değil, henüz bunlardan humusun ayrılmamış
olmasıdır. Çünkü Ma'n b. Yezid Hz. Peygamberi humus ayrılmadıkça ganimet mallarından;
nefel verilemez" derken işitmiştir. Nitekim 2748-2749 numaralı hadis-i
şeriflerde de ifade edildiği üzere nefel; ganimetlerden humus ayrıldıktan
sonra, kalan ganimet mallarından verilir. Hadisin zahirinden anlaşılan mana bu
olmakla beraber, Hz. Ebu'İ Cüveyriye'ye nefel verilmeyişinin sebebini; bu
malların savaşsız olarak ele geçmesi nedeniyle fey hükmüne girmiş olmalarına
bağlamak da mümkündür. Çünkü fey savaşsız ele geçirilen ganimet demektir ve
feyden nefel verilemez. Kadı Iyaz'ın da ifade ettiği gibi Şafii ulemasından
bazı Sarihler Hz. Ma'n, nefelin humus ayrıldıktan sonra kalan ganimetlerden
verilebileceğine ve verilecek mikdann sadece devlet reisinin takdirine
bırakılmış olduğuna inanıyordu. Kendisi kumandan olunca bu düşünceden hareket
ederek Hz. Ebû Cüveyriye'ye bu mallardan nefel vermedi." demişlerdir.
Bazıları da "Bu hadis yanlış rivayet edilmiştir. Hadisin aslı -humustan
sonra nefel yoktur- yanı ganimetler İslam ülkesine taşındıktan ve ganimetler
içerisinden Allah Rasûlünün hakkı olan humusu ayırmak ica-bettikten sonra artık
nefel va'detmek yoktur anlamına gelen -la nefele ba'delhumusu-şeklindedir."
demişlerdir.[417] el-Muvaffık'ın
açıklamasına göre; eğer bir kimse küfür diyarında define bulur da bunu kendi
başına eline geçirmeye gücü yetecek olursa bu define İslam ülkesinde bulunan
definelerin hükmüne girer. Dolayısıyla bu definenin beşte birini devlet alır,
kalanı da bulan kimsenin olur. Eğer bu defineyi islam askerlerinin yardımı ile
ele geçirecek olursa; o zaman bu define ganimet hükmüne girer, Ganimet taksimi
esaslarına göre taksim edilir. İmam Malik ile el-Evzâî bu görüştedirler. İmam
Şafiî'ye göre ise; bu define kafirlerin ölü arazisinde bulunmuşsa, İslam
ülkesinde bulunan definelerin hükmüne tabi olur. Hanefi ulemasına göre ise, bu
define ganimet hükmündedir. Gaziler arasında taksim edilir. Delilleri,
mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir. "Altın ile gümüşten ve düşman
ülkesine girince savaşsız olarak ele geçirilen mallardan da nefel
verilebilir" diyen Cumhur ulemanın delilini teşkil eden bu hadisin
senedinde Asım b. Küleyb vardır. Ali b. el-Medenfye göre, bu ravinin yalnız
başına rivayet ettiği hadisler delil olma niteliğinden mahrumdurlar. Ahmed b.
Hanbel, Ebû Hatim er-Râzî, Nesâî gibi hadis alimleri ise onun rivayet ettiği
hadislerde bir kusur görmemişlerdir.[418]
2754. ...(Bir
Önceki hadisin) manası yine aynı senedle Asım b. Küleyb'den de (rivayet
edilmiştir)[419]
Bu hadis mana
itibariyle bir önceki hadisin aynısıdır. Bu bakımdan bir önceki hadis üzerinde
yapmış olduğumuz acıklama bu hadis için de geçerlidir.[420]
2755. ...Amr
b. Absete dedi ki; Rasûlüllah (s.a) ganimet olarak ele geçen develere doğru
bize namaz kıldırmıştı. Selam verince, devenin yan tarafından bir kıl aldı.
Sonra "Bana sizin ganimetlerinizden şu kadarı bile helal değildir (Bana
helal olan) sadece humusdur. Humus da size sarfedilir." Buyurdu.[421]
Bu hadis-i şerif mana
olarak 2694 numaralı hadiste geçmiş-ti. Ancak 2694 numaralı hadis üzerinde
yaptığımız açıklama bu hadis için geçerli değildir. Çünkü Resulü Ekremin 2694
numaralı hadiste geçen sözleri, sadece Hevazin kabilesinden alınan
ganimetlerle ilgili idi. Ve sözü geçen hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi,
Hz. Peygamber Hevazin kabilesinden alınan ganimetlerdeki haklarından sadece
humus hakkını almış, peygamber olarak alabileceği safiyy hakkı ile bir mücahid
olarak alabileceği ganimet payı hakkını almaktan feregat etmişti.
Hz. Peygamberin bu
hadisteki ifadesi; belli bir ganimete tahsis edilemez: Buradaki ifade tüm
ganimetlerle ilgilidir. Çünkü bu hadisin metninde geçen "sizin ganimetlerinizden" sözü tüm
ganimetlere şamildir.
Fakat bu hadisin
metninden bazı kısımlar atlanmıştır. Bu hadisin Ah-med b. Hanbel'in
Müsnedindeki metnini incelediğimiz zaman, atlanan kısimIan orada görmemiz
mümkündür. Sözü geçen Müsned'de bu hadisin tamamı şu manaya gelen lafızlarla
rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a).bize bir gazvede -henüz takdim edilmemiş-
bir deveye doğru namaz kıldırdı. Selam verince kalkıp (deveden) bir kıl aldı şu
kıl sizin ganimetlerinizdendir. Benim bu ganimetlerde humusun dışında sizinle
beraber alacağım paydan başka bir payım yoktur. Ancak (sizden fazla olarak bir
humus alıyorum) humus'ta size sarfedilir. Binaenaleyh yanınızda iğne-iplik
(iğne-iplikten) daha büyük veya daha küçük (ganimet namına ne varsa) getirip
teslim ediniz.” buyurdu.[422]
Buna göre, mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin bir mücahid olarak, ganimetlerden
diğer mücâhidler gibi bir pay alma hakkı yanında, devlet reisi olarak da humus
(beştebir pay) alma hakkı olduğu ifade edilmektedir.
Bilindiği gibi Hz.
Peygamberin peygamber olarak ganimetler taksim edilmeden önce alacağı bir pay
daha vardır ki; buna "safiyy" denilir. Nitekim şu manaya gelen
lafızlarla rivayet edilen bir hadis bunu açıkça ifade etmektedir: "Siz
namazı kılıp, zekatı, ganimetlerin beştebirini ve peygamberin hakkı olan
safiyyi peygambere verirseniz, Allah'ın ve Rasûlünün ema-mnda olursunuz.”[423] Hz.
Peygamberin ganimetler dağıtılmadan önce, peygamber olarak Safiyy adıyla
alacağı hisse, kendi seçimine bırakılmıştır. Şöyle ki; ganimetler dağıtılmadan
önce bir köle, ya bir cariye veya bir at seçip alır. İşte safiyy budur.[424]
Fakat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte safiyyden bahsedilmemiş sadece bir
devlet reisi olarak ganimetlerden alabileceği humustan ve almış olduğu bu
humusu (beşte bir hisseyi de) yine müslümanla-rın ortak menfaatlerine sarf
ettiğinden bahsedilmiştir,
Hanefi âlimlerine göre
ise Safiyy; Hz. Peygamberin, peygamber olarak ganimetlerin taksiminden önce
onların içinden bir kılıç veya zırh ya da bir cariyeyi seçip alma hakkıdır. Hz.
Peygamberin vefatıyla humustan alacağı beşte bir hisse ve safiyy hakkı
düşmüştür.[425] Dolayısıyla Hz.
Peygamberin, ganimetlerden ayrılan humustan, kendisi için aldığı beşte bir
hisse de, yine ümmetine kalmıştır. Sağlığında ise ganimetler bölüşülmeden önce
"... Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a Rasulüne ve
(Allah'ın Rasû-lüne) akrabalığı bulunan (lar) a, yetimlere, yoksullara ve
yolculara aittir. Allah herşeye kadirdir."[426]
ayet-i kerimesi emrince humusu şu şekilde beş kısma ayırırdı:
1. Hz.
Peygamber için,
2. Hz.
Peygamberin akrabaları için
3. (Fakir
olan) öksüzler için
4. Yoksullar
için
5. Yolcular
için.
Ayet-i kerimede her ne
kadar bir de Allah'ın hakkından bahsediliyorsa da bu, Hz. Peygamber'in humustan
alacağı beştebir paydan başka bir pay değildir. Allah ismi aslında ayet-i
kerimenin başında teberrüken zikredilmiştir. Ayrıca Allah'a bir hisse daha
ayrılması için zikredilmiş değildir.
Görülüyor ki, Hz.
Peygamber sağlığında humusun tümünü kendi ihtiyaçları için harcamamıştır.
Humusun sadece beşte birini kendi ihtiyaçları için harcamış, vefatından sonra
alınan ganimetlerdeki hakkı düşmüştür. Hz. Peygamberin yakınlarının humustaki
haklan, sağlığında kendisine yaptıkları hizmete bağlıydı. Bu yüzden, hem
cahilliyye döneminde hem de islamiyet geldikten sonra Hz. Peygambere yardımda
geri durmadıkları için Abdulmutta-lib oğullarına humustan pay verdiği halde»
kendisine onlardan daha yakın olan Ümeyye oğullarına vermemiştir.
Hz. Peygamberin
vefatından sonra, yakınlarının ganimetlerden pay almaları, fakir olmalarına
bağlıdır. Eğer fakirlerse ganimetten pay alırlar, fakir değilseler alamazlar.
Bir başka ifadeyle, Hz. Peygamberin vefatından sonra akrabalarının humustan
beştebir hak alabilmeleri için, humustan beştebir hak alan diğer üç sınıftan
birinin içine girmeleri gerekir. Yani ya yoksul, ya öksüz vey4.yolcu olmaları
gerekir. Netice olarak Hz. Peygamberin vefatından sonra humustan üç sınıf
beştebir pay alma hakkına sahiptir. Bunlar yoksullar, yolcular, yoksul olan
öksüzlerdir. Humusun geriye kalan kısmı ise savaş malzemeleri gibi ümmetin ortak
ihtiyaçlarına sarfedilir.[427]
2756. ...İbn
Ömer'den (r.a) demiştir ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki; "Verdiği sözü
tutmayan bir kimse için kıyamet günü, bir bayrak dikilir (ve) bu (bayrak)
falan oğlu falanın ahdini bozması (nın alameti) dir, denilir."[428]
Verdiği sözü tutmayıp
onu bozan kimseyi teşhir suretiyle, onu insanlar huzurunda, rezil ve rüsvay
etmek için kıyamet gününde arkasına bir bayrak dikilir ve bir münadi; işte bu
verdiği sözü bozan kimsedir, diye yüksek sesle bağırır.
Hadis-i şerif, ahdini
bozan kimseleri kıyamet gününde bekleyen bu kötü akıbeti haber vermektedir.
Hafız İbn Hacer'in
el-Fethu'l-Barî isimli eserinde yaptığı açıklamaya göre İbn Ebû Cemre bu hadis
hakkında şunları söylemiştir: Kıyamet gününde ahdini bozan kimseler için,
ahidlerini bozmaları sayısınca bayraklar dikilir. Bu kimselerin ahdi bozma işi
dünyada genellikle gizli kaldığı için Allah, onları bu suçlarını teşhir etmek
suretiyle cezalandırır. Aslında Araplar, bayrak dikme tabirini; bir işi en iyi
şekilde teşhir etmek anlamında kullanırlar. Hadiste geçen "bayrak
dikilir" sözünü "o kimse en iyi bir şekilde teşhir edilir/1 manasında
anlamak gerekir.[429]
2757. ...Ebû
Hureyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buluştur: "Devlet başkam
bir kalkandır, savaşa ancak onunla girilir."[430]
Devlet başkanı bir
kalkan gibi müslü-manları düşmanın tehlikelerinden korur. Bu görevini hakkıyla
yerine getirebilmek için icabında, bazan düşmanla sulh yapar. Bazan da düşmana
karşı savaş ilan eder veya düşmanlardan bazılarına eman verir. Bu yetkiler,
sadece devlet başkanına verilmiştir. Devlet başkanı, tebaasını ileride zuhur
edebilecek tehlikelerden korumak amacıyla, ilan ettiği harplere bizzat kendisi
kumandanlık edebileceği gibi, bu görevi uygun göreceği başka bir kimseye de
verebilir. Binaenaleyh, bir devlet başkanının müslümanların istikbalini düşünerek
hak, adalet ve takva ölçüleri içerisinde harp ya da sulh ilan etmek gibi,
devletler arası siyasi kararlarına, her müslümanın uyması gerekir. Devlet başkanının
bu nevi kararlarına uyan bir müslüman, bu itaatinden dolayı ecir ve sevaba nail
olacaktır.
Düşmana karşı savaş
ilan etmek, düşmanla sulh yapmak, eman vermek yetkisinin sadece devlet
başkanına ait bir yetki olduğuna işaret eden bu hadisle, "Müslüman
tebeadan herhangi bir kimsenin bile eman verebileceğini" ifade eden (2751)
numaralı hadis-i şerif arasında bir çelişki bulunduğu zan-nedilmemelidir. Çünkü
müslüman tebeadan bir kimsenin, bütün müslüman-larca muteber sayılan emanı, o
müslümanın bir köy, şehir veya kale halkı gibi kafirlerden bir gruba vermiş
olduğu emandır. Fakat kafirlerin tümüyle ve bazı nesilleriyle ilgili büyük
çapta eman verme hakkı ise sadece devlet reisine aittir.[431]
2758. ...Ebû
Rafı dedi ki: Kureys (halkı) beni Rasûlullah (s.a)'e (elçi olarak) gönderdi.
Rasûlullah (s.a)'i görünce kalbime İslam (a girme arzusu) düştü. Bunun üzerine
"Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin olsun ki ben Kureyşlilere asla bir
daha dönmeyeceğim" dedim. Rasûlullah (s.a) "Ben ahdimi bozmam ve
(bana gelen) elçilere baskı yapmam. Fakat sen (Kureyşe) geri dön. Eğer şu anda
kalbine gelen (İslam'a girme arzusu orada yine) kalbine gelecek olursa (o
zaman buraya) dön gel" buyurdu. Bunun üzerine (gerisin geriye Mekke'ye) gittim.
Sonra Peygamber (s.a.)'e (tekrar) geldim ve müslüman oldum. (Bu hadisin
ravilerinden) Bekir dedi ki: (Hasen b. Ali) bana Ebû Rafi nin (islam'a girmeden önce) kipti olduğunu
bildirdi.
Ebu Davud der ki: Bu
(hüküm, Hz. Peygamberin yaşadığı) zamanda (geçerli) idi. Bu gün (için bu
hüküm) uygun değildir.[432]
Devlet başkanına elçi
olarak geldiği halde İslam ülkesinde müslümanlığı kabul eden bir kimsenin,
İslam ülkesine sığınma isteğinin kabul edilmeyip onun gerisin geriye kendi
ülkesine gönderilmesi, sadece Hz. Peygamber zamanına ait bir uygulamadır.
Hatta böyle bir uygulama sadece Hz. Peygambere ait özel bir uygulamadır.
Fakat günümüzde böyle
bir uygulama geçerli ve doğru olamaz. Çünkü Hz. Peygamber, karşısında bulunan
kimselerin durumunu Allah'ın bildir-mesiyle biliyordu. Nitekim sığınma hakkı
isteyen Ebû Rafi'nin Kureyş'e döndükten sonra, İslam'a girme arzusuyla tekrar
Medine'ye geleceğinden kesinlikle emindi. Bu nedenle onun sığınma hakkını
reddederek Kureyş'e dönmesini, isterse tekrar kendisine geri dönmesini tavsiye
etti. Gerçekten de Hz. Ebû Rafi, Mekke'ye gittikten sonra bir süre sonra
Medine'ye gelerek müslüman oldu.
Eğer Hz. Peygamber,
Hz. Ebû Rafi'nin sığınma isteğini kabul edip onu Mekke'ye göndermeseydi, bu
uygulama düşmanların "Muhammed, elçilere baskı yapıyor, insan haklarını
çiğniyor, inanç hürriyetine saygı duymuyor milletlerarası siyasi teamüllere
uymuyor" şeklinde aleyhte propaganda yapmalarına sebep olur ve bu yüzden
de İslamın geniş kitlelere yayılmasına büyük bir engel teşkil ederdi. Bu
yüzden Hz. Fahr-i alem, bir elçi olarak huzuruna gelen, Hz. Ebû Rafi'nin
sığınma isteğini reddetmiştir. Musannif Ebu Davud'da bu görüştedir.
İbn Teymiyye
Müntekâ'l-Ahbar isimli eserinde, Hz.
Ebû Rafi'nin bu sığınma talebinin Hudeybiye musalahasının yürürlükte olduğu
zamana rastladığı için kabul edilmediğini iddia etmişse de bu doğru değildir.
Çünkü Hz. Ebû Rafi, Bedir, savaşından önce müslüman olmuş Uhud savaşıyla ondan
sonraki savaşların tümüne katılmıştır.[433]
2759. ...Himyer
(kabilesin) den olan Süleym b. Amir'den, demiştir ki:
Muaviye ile Rum (lar)
arasında bir (sulh) antlaşması vardı. (Muaviye bu antlaşma süresi sona ermeden
önce) Rumların ülkesine doğru yola çıkmıştı. Sulh (süresi) sona erince onlarla
savaşacaktı. Derken "Allahü ekber, Allahü ekber (Hayret doğrusu size)
hıyanet (etmeniz) değil (ahde) vefa" (etmeniz gerekir) diyerek, at
üzerinde veya acematı üzerinde bir adam çıkageldi. Bir de baktılar ki (bu adam)
Amr b. .Absete(imiş).Bunun üzerine Muaviye ona (birini) gönderdi (ve huzuruna
çağırttı) ve kendisine (bu meseleyi) sordu. (O da) :
Ben Rasûlullah (s.a)'ı
"Kimin herhangi
bir kavimle arasında bir antlaşma varsa, süresi sona erinceye kadar ya da
karşılıklı olarak (antlaşmayı) bozduğunu onlara bildirinceye kadar bu bağı ne
(yeniden) bağlasın ne de çözsün" buyururken işittim. dedi. Bunun üzerine (Muaviye
seferden) geri döndü.[434]
Metinde geçen
"birzevn" acem atı demektir. Çoğulu "Berazin" gelir. Anası
arap âtı, babası acem atı olan ata Mukrif babası arap atı anası acem atı olan
ata da "hecîn" denilir.
Metinde geçen Bu bağı
ne yeniden bağlasın, ne de çözsün" anlamındaki cümleden maksat,
"oradaki antlaşmayı bozmamaya son derece dikkat etsin." demektir.
Bilindiği gibi böyle bir ahdi yenilemekte hiçbir sakınca yoktur. Bu bakımdan
ulema bu cümleye "aradaki ahdi bozmaktan son derece kaçınsın" manası
vermişlerdir. Yine metinde geçen "ev yenbize ileyhim ala sevâin = Ya da
karşılıklı olarak anlaşmayı bozduğunu onlara bildirsin" cümlesiyle
"Her iki tarafta aralarındaki sulh antlaşmasının bozulduğunu bilmekte eşit
olsunlar/' demek istenmiştir. Çünkü karşı tarafın haberi olmadan, sulhu
bozarak saldırıya geçme ahde riayet etmemek ve karşı tarafa ihanet etmektir.
Nitekim Allah'tı Teâlâ "Bir kavmin (antlaşmaya) hainlik yapmasından
korkarsan, sen de (onların seninle yaptıkları antlaşmayı) aynı şekilde onlara
at. Çünkü Allah hainleri sevmez.”[435]
buyurmakla sulhun bozulduğunu karşı tarafa ilan etmeden onlara saldırıya
geçmenin hainlik olduğunu haber vermiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, sulh süresi içerisinde sulh sona erince hemen saldırıya
geçmek üzere, düşman sınırına kuvvet göndermenin de ahde vefasızlık ve hainlik
olduğu ifade ediliyor. Amr b. Absete (r.a)'in bu hadis-i şeriften çıkardığı
manaya göre, sulh süresi sona erip de sulhun sona erdiğini karşı tarafa ilan
etmedikçe saldırıya geçmek veya saldırıya geçmek üzere yola çıkmak hainliktir.
Bu bakımdan sulh süresi sona erince, sulhun sona erdiğini ve savaşın
başlayacağını karşı tarafa haber verilmeli, ondan sonra eğer karşı taraf
müslüman olmayı yahut da cizye vermeyi kabul etmezse, ancak o zaman saldırıya
geçmelidir. Fakat karşı tarafın bir hıyaneti görülünce onlara ansızın
saldırmakta herhangi bir sakınca yoktur.[436]
2760. ...Ebû
Bekre Rasûlullah (s.a)'in:
"Her kim
(kendisiyle) antlaşma yapan bir kimseyi (antlaşma süresi sona ermeden, yani
savaş) vakti dışında öldürürse Allah ona cenneti haram kılar.[437]
Buyurduğunu rivayet etti.[438]
Bu hadis-i şerifte
sulh süresi sona ermeden, antlaşmalı bir kav-me, sulhu bozmayı gerektiren hiç
bir meşru sebep yokken saldırıya geçip onları öldüren kimseler hakkında büyük
bir tehdid vardır. Bu gibi kimseler cennete ilk önce girme saadetine erişen,
büyük günahlardan kaçan bahtiyar kimselerle birlikte cennete
giremeyeceklerdir. Ancak, işledikleri bu günahın hesabını verdikten sonra
cennete girebileceklerdir.[439]
2761. ...Nüaym
b. Mes'ûd el-Eşceî'den demiştir ki:
Ben Rasûlullah (s.a)
'i (Müseylimenin elçileri, huzurunda) Mü-seylime'nin mektubunu okudukları zaman
(Müseylime hakkında) siz ne diyorsunuz, derken işittim. (Onlar da) "Biz de
(onun bu mektupta) dediği gibi (Peygamber olduğunu) söylüyoruz." diye
cevap verdiler. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) "Şunu iyi biliniz ki: Eğer
elçiler öldürülseydi ikinizin de boynunu vururdum.” buyurdu.[440]
Bilindiği gibi
Müseylime, Hz. Peygamber devrinde Peygamberliğini ilan eden ve Kezzab = yalancı
ismiyle meşhur olan kimsedir. Hanife oğullarından birçok kimseleri de kendine
inandırmaya muvaffak olan bu kimse, Hz. Ebû Bekir es-Sıddık'ın halifeliği
sırasında öldürülmüştür.
Şeyhü'l-islam İbn
Teymiye'nin Musannafında Ahmed b. Hanbel (r.a)'e nisbet ederek rivayet ettiği
bir hadiste Müseylime'nin Hz. Peygambere gönderdiği elçilerden birinin
İbnü'n-Nevvaha diğerinin de İbn Üsal isminde olduğu ifade ediliyor.
Bu iki elçi Hz.
Peygamberin huzurunda Müseylime'nin peygamberlik iddiasını tasdik etmekle,
İslam dininden çıkmış olduklarından ölüm cezasını hak etmiş oldular. Fakat
elçilik görevleri, öldürülmelerine engel teşkil ettiğinden onlara sadece "Şunu
iyi biliniz ki: Eğer elçiler öldürülseydi ikinizin de boynunu vururdum."
demekle yetindi.
Hz. Peygamberin bu
sözü, küfür diyarından elçi olarak İslam ülkesine gelen bir elçinin, devlet
başkanının veya diğer müslümanların huzurunda küfrü gerektiren bir söz
söylemesi halinde bile öldürülemeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü elçilik,
taraflar arasında anlaşmayı sağlayan bir görev olduğundan, elçiler
kendileriyle antlaşma yapılan taraflar hükmündedirler. Bu sebeple kendilerine
saldırılamaz.
Ancak elçiler
fevkalade hallerde (gözaltında) tutulabilirler. Bu sebepten peygamber (s.a)
Mekke'de alıkonulan müslüman sefir, kendisinin ordugâh kurduğu Hudeybiye'ye
sağ ve salim avdet edinceye kadar Mekkeli murahhasları alıkoymuştu.[441]
2762. ...Harise
b. Mudarrab'dan rivayet olunmuştur ki, Abdullah İbn Mes'ud (r.a) in yanına
varıp "Bende hiçbir Araba karşı düşmanlık yoktur. Hanife oğullarının
mescidine uğradım. Bir de ne göreyim, hepsi Müseyleme'ye. inanıyorlar."
demiş. Bunun üzerine Abdullah (b. Mes'ûd) onlara haber gönder (ip huzuruna
gelmelerini iste) di. Kısa bir süre sonra hepsi (huzuruna) getirildi. (Hz.
Abdullah) İbnü'n-Nevvaha'dan başka hepsinden tevbe etmelerim istedi (ve)
Îbnü'n-Nevvaha'ya dönerek -sen Müseyleme'nin elçisi olarak geldiğin zaman ben
Rasûlullah (s.a)'ı (sana hitaben):
"Eğer sen elçi
olmasaydın boynunu vururdum." derken işittim. Sen bugün (artık) elçi
değilsin- dedi ve Karaza b. Ka'b'a (İbnü'n-Nevvaha'yı öldürmesi için) emir
verdi. (Karaza da) Sokakta onun boynunu vurdu. Sonra (Hz. Abdullah veyahut
Karaza) "Kim İbnti'n-Nevvaha'yı sokakta ölü olarak görmek istiyorsa"
(Gitsin onu sokakta ölü olarak görsün) dedi.[442]
Hz. Harise b.
Mudarrab'ın Abdullah b. Mes'ûd'un huzurunda "Bende hiçbir Arab'a karşı kin
yoktur" demekten maksadı, herhangi bir düşmanlık ve kin tesiri altında
konuşmadığını ve Hanife oğullan hakkında söyleyeceği sözlerde hissi olmadığını,
anlatarak Hz. Abdullah'ın kendisine güvenini sağlamak ve söyleyeceği sözlerin
doğruluğuna onu inandırmaktır.
Hz. îbn Mes'ûd, Rasûlü
zişan efendimizin -"Eğer sen elçi olmasaydın, boynunu
vururdum."sözünden İbn Nevvâha'nınöldürülmesi gerektiği halde elçilik
görevinde bulunduğu için onu öldürmediği manasını çıkarmış, sonra da ondan
elçilik görevi kalkınca, tevbeye davet etmeden onun boynunu vurmuştur.
Bu hadis-i şerif,
küfrünü içinde gizleyip de tevbe etmediği anlaşılan bir kimseyi Öldürmenin caiz
olduğunu söyleyen İmam Malik'in delilidir. Gerçi Hanife oğullarının bir îsjam
ülkesi olan Kufe'de küfürlerini izhar etmeleri mümkün değildi. Hz. Harise b.
Mudarrab onların içlerine girerek hallerine yakından vakıf olmuştu. O sırada
Kufe'de vali bulunan Abdullah bin Mes'-ud (r.a) durumu öğrenince onları tevbeye
davet etmişti. Hz. İbn Mes'ud'un bunların Müseyleme'ye kesin bir şekilde iman
etmeyip de sadece kalplerinde Müseyleme'ye karşı bir meyil olduğunu, fakat ona
kesin bir şekilde iman etmediklerini hissettiği için onları tevbeye davet etmiş
ve tevbeleri sonunda serbest bırakmış olabilir. Fakat onların, Müseyleme'ye
kesin bir şekilde inanıp İslam'dan döndüklerine inanmış olsaydı İbnü'n-Nevvaha
gibi onları da öldürürdü. Hattâbî'nin açıklamasına göre; Hz. Abdullah'ın,
İbnü'n-Nevvaha'yı öldürdüğü halde diğerlerini tevbeye davet ederek tevbeleri sonunda
onları serbest bırakmasının sebebi budur. İbnii'n-Nevvaha'yı ise tevbeye davet
etmeye lüzum görmemiştir. Çünkü o küfrünü açıklıyor ve halkı açıkça
Müseyleme'ye inanmaya davet ediyordu.[443]
2763. ...İbn
Abbas'dan demiştir ki:
Ebû Talib'in kızı Ümmü
Hanî, kendisine (gelerek) -Fetih günü müşriklerden birini himayesine aldığını
ve Peygamber (s.a)'e varıp bunu haber verdiğini (Hz. Peygamberin de)
"Senin himayene
aldığın kimseyi biz de himayemize almışızdır. Senin eman verdiğin kimseye biz
de eman vermişizdir." buyurduğunu-söylemiştir.[444]
Hz. Ümmü Hani'nin
himayesine aldığı kimse Haris b. Hişam b. Muğire el-Mahzumi'dir.
Eman: Güvene ulaşması
hususunda düşmana verilen söz veya yapılan işaretten ibarettir.[445]
Emanın rüknü, emanı bildiren şeylerdir. Bu cihetten eman üç kısma ayrılır:
1. Eman-ı
sarih (sarih eman): Bir kimseye karşı "Sana eman verdim", "Siz
eminsiniz", "Size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen
emandır.
2. Eman
bilkitâbe (yazıyla verilen eman): Ehl-i harbe emanname gönderilmek suretiyle
verilen emandır.
Şu kadar var ki: Bu
emannameyi gönderen zatın emin, müslüman, diğer şartlan taşıyan kimse olduğu
malum olmalıdır. Bunlar delilleriyle bilinmedikçe eman tahakkuk etmiş olmaz.
3. Eman
bilkinâye (kinaye ile eman) Emanı işrab ve ifnam eden bir tabir veya bir
işaretle verilen emandır. "Geliniz" "korkmayınız" diye
kendilerine hitabedilen şahıslar, bunun eman olduğuna zahib bulundukları takdirde
emana nail olmuş olurlar.[446]
Bu mevzuda
Dürrü'1-Muhtarda şöyle deniyor: "Hür erkeğin veya kadının, her ne kadar
fasık, yahut kör, yahut ihtiyar olsa bile, yahut cihad için kendilerine izin
verilmiş çocuk veya köle de olsa, eman verdiği kafirler öldürülemez. Müslümanlar,
emanı bildikten sonra her ne kadar kafirler o lisanı bilmeseler bile
öldürülemezler. Ancak kafirlerin emanı müslümanlardan işitmeleri şarttır.
Kafirler müslümanlardan uzak bir yerde oldukları için emanı işitmezlerse, bu
emana itibar edilmez.[447]
1. Mekke
harple fethedilmiştir. Eğer sulh ile fethedilmiş olsaydı, Mekkehlenn tumune
eman verilmiş olurdu. Dolayısıyla Hz. Ümmü Hani'nin Mekkelilerden bir kişiye
özel olarak eman verip ayrıca bu emanı Hz. Peygambere tasdik ettirmesine lüzum
kalmazdı.
2. Kadının
vermiş olduğu eman sahihtir. Nitekim ulemanın çoğuna göre kölenin vermiş
olduğu eman da sahihtir. Ancak rey taraftarları, bu mevzuda köleyi savaşa
katılan köle ve savaşa katılmayan köle olmak üzere ikiye ayırırlar. Savaşa
katılan kölenin verdiği emanı sahih, savaşa katılmayan kölenin verdiği emanı
da geçersiz sayarlar.[448]
2764. ...Aişe
(r.a)'den demiştir ki:
"Eğer (müslüman)
bir kadın mü'minlere karşı (bir kafire) eman verecek olursa (bu eman)
geçerlidir."[449]
Şevkanî'nin yaptığı açıklamaya
göre İmam Malik (r.a)'in arkadaşlarından olan Abdü'l-Melik b. Mecişun'ün
dışında ulemanın tümü kadının verdiği emanın geçerli olduğunda görüşbirliğine
varmışlardır. Ancak Abdülmelik b. Macişün eman verme yetkisinin sadece devlet
başkanına ait olduğunu söylemiştir.
Hafız İbn Hacer'in
Fethu'l-Bari sindeki açıklamasına göre bu mevzuda Sehnun'da İbn Mâcisün gibi
düşünmektedir.[450]
2765. ...Misver
b. Mahreme'den demiştir ki:
Peygamber (s.a)
Hudeybiye yılında ashabından bin küsur (kişi) ile (birlikte Medine'den Mekke'ye
doğru yola çıktı.) Nihayet Zülhu-leyfe'ye vardıkları zaman kurbanlığına
gerdanlık taktı, onu işaretledi ve umre (yapmak niyetiyle) ihrama girdi, (ravi)
Hadisi (ayrıntılarıyla) sevk(e devam) etti (ve daha sonra şunları söyledi):
Peygamber (s.a) üzerinden Mekkeliler (karargahın)a inilen Seniyye mevkiine
gelmişti ki, burada (kasva isimli) devesi çöktü. Halk "Yürü, yürü"
dedi (ler ve) iki defa "kasva huysuzlaşıp yürümez oldu." diye
(bağırdılar). Bunun üzerine Peygamber (s.a) (kasva) -"Yürümemekte
inatçılık etmez. Bu onun adeti değildir. Fakat onu (yürümekten) alakoyan
(kuvvet) (Eb-rehe'nin) Fili (ni yürümekten) alakoyan (kuvvet) tir-"
buyurdu. Ve (sözlerine devam ederek) "Varlığım elinde olan zata yemin
olsun ki; Mekkeliler bugün Allah'ın (haram dahilinde) muhterem kıldığı şeylere
tazim kasdederek benden ne kadar müşkül talebde bulunurlarsa ben onu (mutlaka)
onlara vereceğim" buyurdu, sonra deveyi (yürümeye) teşvik etti. Bunun
üzerine (hayvan) sıçra (yıp kalk)dı ve Mekkeliler (in bulunduğu yön) den (aksi
istikamete) döndü. (Hudeybiye'ye doğru ilerlemeye başladı) Nihayet (Peygamber
Efendimiz) Hudeybiye'nin suyu az olan Semed kuyusu üzerindeki son noktasında
konakladı. Bu sırada yanına Büdeyl b. Verka el-Huzaî, sonra da Urve b. Mes'ûd
geldi. (Urve Arapların adeti üzere Peygamber (s.a)'ın sakalından tutarak onunla
konuşmaya başladı. Muğire b. Şu'be de başında miğfer ve yanında kılıç olduğu
halde Peygamber (s.a)'in yanında bulunuyordu. Kılıcın sapıyla Urve'nin eline
vurdu ve (Urve'ye): Elini onun sakalından geri çek!" diye haykırdı. Bunun
üzerine (Urve) başını kaldırıp "Bu (da) kim?" dedi. (Oradakiler de
kardeşinin oğlu) "Muğire b. Şu'be'dir" karşılığını verdiler. (Urve
Muğire'ye hitaben): "Ey gaddar! Ben hala senin (cahiliyyetteki) hıyanetini
ödemeye çalışmakla meşgul değil miyim?" dedi. Muğire (müslüman olmadan
önce) cahiliyyette (Malik oğullarından) bazı kimselerle yol arkadaşlığı etmiş
(ve yolda) bunları öldürüp mallarını almış, sonra (Medine'ye) gelip müslüman olmuştu.
(Bu mallan getirip Hz. Peygambere arz edince) Peygamber (s.a) "Müslümanlığını
kabul ediyoruz, fakat mala gelince, o hıyanet malıdır. Bizim ona ihtiyacımız
yoktur." buyurdu (Ravi Misver bu) hadisi (tam olarak) rivayet etti (Fakat
Musannif Ebu Davud onu kısaltarak nakletti. Kureyş'in Hz. Peygamber ile sulh
yapmak üzere gönderdiği Süheyl, müslümanların yanına gelince Hz. Peygamber
onunla on senelik bir sulh akdi üzerinde anlaştı) Bunun üzerine Peygamber (s.a)
(Ali b. Ebû Talib(r.a)'ı çağırıp ona hitaben ev Ah*)"Şu, Muhammed'in üzerinde
karar kıldığı hükümdür, diye yaz!" buyurdu. Süheyl'in, Allah'ın peygambere
indirdiği kitapları inkar ettiğini, O'na anlattı (Hz. Ali Hz. Fahr-i Kainat'ın
kabul ettiği sulh akdinin metnini (yazarken) Süheyl "Bizden bir kimsenin
sana sığınamayacağına, (sana sığınmak için yanınıza gelen bu kimse) Senin
dininde bile olsa (derhal) onu bize iade edeceğine dair." (anlaşmaya
vardığımız da yazılsın) dedi. Hz. Peygamber (bu metnin) yazılmasını
bitirdikten sonra sahabilerine "Kalkınız (hediyelik kurbanlarınızı)
boğazlayınız, sonra da tıraş olunuz." buyurdu. Sonra mü'min muhacir
kadınlar geldi(ler. Nitekim Yüce Allah, ey inananlar! mü'min kadınlar göç
ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin)[451]
ayet (i kerimesinde bu olaya işaret buyurmuştur. Yüce Allah mü'min kadınların
muhacir olarak Medine'ye gelmeleri üzerine indirdiği bu ayet-i kerimeyle) bu
kadınların Kureyşlilere geri verilmesini yasakladı ve kafir kocalarının
bunlara sarfettikleri mehir kadarını onlara, müslümanların da ver(ererek
onlarla evlen) melerini emretti. Daha sonra (Rasûlullah (s.a) Medine'ye döndü.
Bu sırada Kureyş'ten Ebû Basir (isimli) bir adam (müslüman olarak) Hz.
Peygamberin yanına geldi (Kureyşliler) onu istemek üzere iki elçi gönderdiler
(Rasûlü-Zîşan Efendimiz de sulh hükümlerine uyarak) Ebû Basir'i (bu) iki adama
geri verdi. (Onlar da) Ebû Basir ile birlikte (yola) çıktılar. Nihayet
Zülhuleyfe'ye vardıkları zaman (yanlarında bulunan) hurmadan birazını yemek
için oraya indiler. Ebû Basir (bu) iki kişiden birisine (yani Huneys'e):
"Ey falanca vallahi ben senin şu kılıcını çok güzel zannediyorum."
dedi (kılıcın sahibi olan) öbür kişi de kılıcı (kınından) çekerek: "Evet
(öyledir) Ben de bu kılıcı (çok) denedim." diye karşılık verdi. Ebû Basir
de "Onu bana göster de (iyice bir) bakayım" dedi (karşıdaki) ona bu
imkanı verdi. (Ebû Basir, hemen) kılıcı ona vurdu. Nihayet (adam kılıcın
darbesiyle) can verdi. (Ölünün yanında yol arkadaşı olarak bulunan) öbür adam
kaçıp ta Medine'ye vardı ve koşarak mescide girdi. Bunun üzerine Peygamber
(s.a) "Gerçekten şu adam bir korku görüp geçirmiştir." buyurdu, (o
kimse Hz. Peygambere iyice yaklaştıktan sonra) (Vallahi) "Arkadaşım (Ebû
Basir tarafından) öldürüldü (Ona engel olmazsanız) kesinlikle ben de
öldürüleceğim" dedi. Bu sırada Ebû Basir de çıka geldi:
(Ey Allah'ın Rasûlü
vallahi) -"sana Allah ahdini yerine getirtti. Beni müşriklere geri
gönderdin, sonra da Allah beni onlardan kurtardı." dedi. Peygamber (s.a)
"Harbi
kızıştırması yönünden, Ebû Basir'a hayret doğrusu. Eğer onun yanında bir kişi
daha olsa" (Kureyş ile aramızda olan sulhu bozup harbi yeniden
başlatırdı) dedi. (Ebû Basir) Bu sözü işitince (Hz. Peygamber'in kendisini
Kureyşlilere göndereceğini anladı ve hemen (Hz. Peygamberin) huzurundan) çıktı.
(Yollara düştü) Nihayet deniz sahiline geldi. (Bu sırada) Ebû Cendel'de
(müşriklerin elinden) kurtulup Ebû Basir'e iltihak etti. Nihayet (Ebû
Cendel'in yanında müşriklerin elinden kurtularak kaçıp gelen) bir cemaat
toplandı.[452]
Hudeybiye; Mekke yakınında
bulunan bir köyün adıdır, is-mini burada bulunan bir kuyudan almıştır. Siyer
ulemasının ihtilafsız beyanına göre, Hz. Peygamber Hudeybiye seferine hicretin
altıncı yılı zilkade ayının ikisine tesadüf eden pazartesi günü çıkmıştır.
Ramazanda hareket edipŞevval ayında Hudeybiye'ye vardığına dair Urve'den gelen
bir haber varsa da sarih Aynî bu haberin garib olduğunu söylüyor. Metinde geçen
Kurbanlığa gerdanlık takmak tabirinden maksat hacda kesilecek develerin,
kurbanlık olduklarının bilinmesi için boyunlarına ip, nalın gibi birtakım
alametler takmaktır. Kurbanlığı işaretlemek ten maksat ise kurbanlık devenin
hörgücünün sağ ya da sol tarafını kanatmaktır. Bu işaret hayvanın-kurbanlık
olduğunun bilinmesine yarar. İbn İshak'ın rivayetine göre Hz. Peygamber bu
sefere Umre, yani ka'be-i muazzamayı ziyaret ve tavaf niyetiyle çıkmıştı,
katiyyen harp etmek istemiyordu. Yola bu maksatla çıktığına herkesi inandırmak
için sahabilerine harp malzemesi aldırmayıp sadece yolcu silahı olan birer
kılıç taktırmıştı. Medine civarında bulunan, Müzeyne, Cü-heyne, Gifar, Eşca,
Eşlem kabilelerini de birlikte hac etmek üzere davet etmişti. Fakat bu
kabileler, Kureyş'ten korkarak: "Rasulullah kendisini harp tehlikesine
atıyor. Herhalde Kureyş kendisini Ka'be'yi ziyaretten men edecektir."
diye çoğu bu sefere katılmaktan kaçındı. Hz. Peygamber muhacirler ile,
ensardan ve bunlara iltihak eden diğer araplardan teşekkül eden bir sahabi
topluluğuyla yola çıktı ve Medine'nin mikatı olan "Zülhuleyfe" mevkiinde
ihrama girdi, kurbanlık develerine gerdanlıklarım takıp şevketti.
Kureyş'in beyti
ziyaret ve ta'zim maksadıyla yola çıkıldığından emin olmalarını istiyordu. İbn
îshak, yetmiş tane kurbanlık deve sevkedildiğini ve yediyüz kişi sefere
katılıp, her on kişiye bir kurbanlık deve düştüğünü bildirmiş ise de İbn
Ukbe'nin Hz. Cabir'den gelen rivayetinde her yedi kişiye bir deve alındığı ve
bu sefere bin dörtyüz kişinin iştirak ettiği haber verilmiştir.
Bu kurbanlık develeri
Huzaa'dan Naciye isminde biri sevketmiştir, Kureyş'in Hal ve harekatını
anlayıp bildirmek üzere de Büsr b. Süfyan maiyetine yeteri kadar kuvvet
vererek gözcü gönderdi. Asfan mevkiine varınca Büsr b. Süfyan kendilerine
yetişerek:
Ya Rasûlullah! Kureyş
sizin hareketinizi işitmiş ve Mekke'den çıkıp Zîtuvâ mevkiine gelerek
konaklamışlardır. Halid b. Velid de bir süvari müfrezesiyle, Gamım mevkiinde
bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem beraberindekilere yolun sağ
tarafını tutmalarım emretti.
Musannif Ebû Davûd,
"Ravi hadisi şevketti." sözüyle, ravi Misver'in aslında tam olarak
rivayet ettiği bu hadisi kendisinin kısaltarak naklettiğini ifade etmek
istemiştir. Gerçekten musannif, hadisi kısaltarak rivayet etmiştir.
Kısaltırken mevzuya ışık tutan bazı kısımlarını atlamıştır.
Mevzunun tam olarak
anlaşılması ve hadis-i şeriften tam olarak istifade edilebilmesi için atlanan
kısımların zikredilmesinde fayda görüyoruz. Bu-hârî'nin sahihinde Hudeybiye
seferi, şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a)
Hudeybiye seferinde (Medine'den hareket ederek yola) çıkmıştı. Yolun bir
kısmına vardıklarında (yanındakilere): -"Halid b. Velid birtakım Kureyş
süvarileriyle gözcü olarak Gamım mevkiinde bulunmaktadır. Şimdi siz yolun sağ
tarafını tutunuz!" buyurdu. Vallahi Halid (b. Velid) Peygamber (s.a) ile
maiyyetinin hareketini anlamadı. Nihayet Halid, ordumuzun kaldırdığı kara tozu
gördü de hayvanına ayağıyla vurup koşturarak (Rasul-ü Ekremin geldiğini)
Kureyş'e bildirmek üzere (süratle) gitti. Peygamber (fi,a) de orduyla yürüdü.
Nihayet Seniyye tepesine gelmişti ki oradan Kureyş üzerine inilirdi. Burada
Rasûlullah (s.a) in bindiği (Kasva) isimli deve çöktü. Halk "Kasva
huysuzlaşıp yürümez oldu. Kasva huysuzlaşıp yürümez oldu." demeğe
başladı. Hayvan (ı sevk ettilerse de) çökmekte İsrar etti. Yİne halk
"Kasva huysuzlaşıp yürümez oldu, kasva huysuzlaşıp yürümez oldu."
demişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a):
"Kasva
huysuzlaşıp da yürümezlik etmez. Onun çökme huyu da yoktur. Fakat (vaktiyle
Mekke'ye girmekten) Fili meneden (kuvvet şimdi de) Kasva'yi men'etti."
buyurdu.
Bundan sonra
Rasûlullah:
"Varlığım kudret
elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki Kureyş, Allah'ın (Harem dahilinde)
muhterem kıldığı şeylere ia'zinı kasdederek benden ne kadar müşkil talepte
bulunursa ben onu muhakkak onlara vereceğim" buyurdu. Sonra kasva'yı
sürdü. Hayvan hemen sıçrayıp kalktı.
Ravi demiştir ki: Bu
defa, Rasûlullah Kureyş tarafından dönerek nihayet suyu az olan
"Semed" kuyusu yolu üzerindeki Hudeybiye (mevkii) nin son bulduğu
yere indi. (Daha önce oradan gelip geçen) halk bu az sudan birer parça almış
orada kalmaya yetecek kadar su bırakmayıp, kuyunun suyunu tamamen çekmişlerdi.
Şimdi Rasûlullah (s.a) e susuzluktan şikayet olundu. Bunun üzerine Rasûlullah
ok torbasından bir ok çıkardı. Sonra onlara bu oku Semed kuyusuna koymalarım
emretti.
Vallahi o anda kuyunun
suyu coşmaya başladı. Suyun bu feveranı Hz. Peygamberin sahabileri oradan
dönünceye kadar onları suya kandırmak için devam etti. (Orada bulunanlar
kuyunun kenarında oturarak su kaplarını doldururlardı) Rasûlullah ile
beraberindeki sahabiler bu halde iken Huzaa kabilesinden olan Büdeyl b. Verka
kendi kabilesinden birkaç kişi ile çıkageldi (Mekke ve havalisindeki) Tihane
kabileleri arasında Huzâiler, ötedenberi, Rasûlullah (s.a) in sırdaşı idi.
(Müslim olsun, müşrik olsun bütün Huzâîler Mekke'de olup biten herşeyi Rasul-ü
Ekrem'den saklamazlar, gizlice bildirirlerdi.)
Büdeyl gelince Hz.
Peygambere:
-(Haberiniz olsun,
Kureyş'in) Ka'b b. Süheyl ile Amr b. Lüey kabileleri Hudeybiye sularının en
zengin menbalarına kondular. Sütlü ve yavrulu develeri (kadınları ve
çocukları) da yanlarında bulunuyor. (Maişetleri yolundadır) Şimdi ben onları
bu halde bıraktım, geldim. Bunlar muhakkak size karşı harbedecekler ve sizi
beyt-i şerife girmekten men edeceklerdir" dedi. Rasûlullah da şöyle
buyurdu:
"Fakat biz,
hiçbir kimse ile harbetmek için gelmedik. Biz yalnız umre etmek niyetiyle
geldik. Bununla beraber (Bedr ve Hendek)harbi,Kureyş'in maddi ve manevi bütün
kuvvetlerini za'fa ve onları hayli zarara uğratmıştır. Eğer Kureyş arzu ederse
ben onlarla aramızda bir (sulh) müddeti tayin edeyim (şu
şartla ki bu müddet
zarfında ben onlarla harbetmeyeyim); onlar da benimle diğer müşriklerin arasını
serbest bıraksınlar, (karışmasınlar) Eğer ben, Araplara galip gelirsem, Kureyş
müşrikleri de halkın girdiği bu (Hakka) itaat yoluna girmek isterlerse (kendi
arzularıyla) girebilirler. Şayet ben (müşriklerin sandıkları gibi) Araplara
galip g elemezse m, bu ihtimale göre de müşrikler (benimle harbetmek
zahmetinden kurtulup) rahata ererler.
Eğer Mekke'liler böyle
bir sulhu kabul etmez, ve diğer Araplarla beni kendi halimize bırakmayıp
müdahale etmek isterlerse, hayatım kudret elinde olan Allah'a yeni in ederim
ki; müdafaa ettiğim bu müslümanlık uğrunda, başım vücudumdan ayrılıncaya
kadar, Mekkelilere karşı cihad edeceğim, bu muhakkaktır. Şu da kesindir ki; (o
zaman) Allah (Kur'an-ı Mübin'deki) yardım va'dini yerine getirecektir."
Bunun üzerine Büdeyl
İbn Verka, Rasûlullah'a
Şimdi bu sözlerinizi
ben herhalde Kureyş'e tebliğ ederim, dedi ve ravi-nin beyanına göre gidip
Kureyş'(m karargahın)a vardı ve:
Şimdi ben yanınıza şu
adamın (Nebî Sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geliyorum. Şöyle bir söz
söylediğini işittim; isterseniz anlatayım, dedi, (tkrime b. Ebî Cehl ve Hakem
b. Ebî'l-Âs gibi) Kureyş'in sefihleri:
Senin bize ondan
birşey haber vermene ihtiyacımız yoktur, diye karşılık verdiler. Fakat
içlerinden rey sahibi olan birisi:
“Haydi işittiğin söz
ne ise söyle bakalım, dedi. Budeyl: Onun (Rasû-lullah (s.a) in) şöyle dediğini
işittim:" diyerek Peygamber (s.a)'in söylediklerini onlara birer birer
anlattı. Bunun üzerine Urve b. Mes'ûd kalkıp Kureyş'e (karşı bir hutbe irad
ederek):
"Ey kavm! Siz
benim babam yerinde değil inisiniz?" diye sordu, Ku-reyşliler de:
"Evet!" diye
tasdik ettiler.-Bunun üzerine:
"Ben de sizin
oğlunuz mesabesinde değil miyim?" dedi. Onlar da:
"Evet!" diye
tasdik ettiler. Sonra Urve:
"Beni bir şüphe
ile itham eder misiniz?" diye sordu. Buna da:
“Hayır!" diye
cevap verdiler. Bu defa Urve:
Ukaz halkını tam bir
seferberlik halinde size yardıma çağırdığımı ve onların imtina etmeleri üzerine
kendim ehl-ü iyalimi çağırdığımı ve bana itaat eden etbaımla size yardıma
koştuğumu pekala bilirsiniz değil mi? dedi. Onlar da (hep bir ağızdan:
Evet, biliriz diye
tasdik ettiler. (Bu teminatı aldıktan sonra) Urve:
Bu adam (Nebi
sallallahü aleyhi ve sellem) size hayrı, salah yolu gösteriyor. O yola
yöneliniz! Ve beni bırakınız. Ona gideyim, dedi. Mekkeliler:
Haydi git, diye izin
verdiler. Urve geldi. Durumu Peygamber (s.a)'e arz etti. Hz. Peygamber de
Urve'ye, BüdeyPe söylediği sözlere benzer şekilde bir fikir beyan etti. (Bu
arada Hz. Peygamber'in Bir sulh antlaşmasını kabul etmezlerse Kureyş ile
ölünceye kadar harbedeceğim- buyurması üzerine) Urve:
"Ey Muhammed! Sen
kaviminin kökünü kazırsan bana söyler misin, senden önce Arapdan kendi kavmini
(toptan) helak eden bir kimse işittin mi? Ya mesele öbür türlü neticelenirse
(Kureyşk'in size ne fena bir muamelede bulunacakları belli değil midir?)
Vallahi ben, (aranızda) eşraf ve ayandan bazı kimseler görüyorum.(Bu muhakkak
olmakla beraber) yine ben bir takım kabilelerden toplanmış devşirme kimseler
görüyorum ki; bunlar harp sırasında kaçıp seni yalnız bırakabilecek
kabiliyettedirler." dedi.
Ebû Bekir (r.a)
(Urve'nin, sahabileri Hz. Peygamberi harpte yalnız bırakıp kaçmakla itham
etmesine dayanamayarak) Urve'ye:
"Haydi sen lât in
kıçını yala!... Biz mi Rasûlullah'ı yalnız bırakıp kaçacağız? (Hâşâ) diye
çıkışarak onun(n bu sözlerini) reddetti Urve:
"Bu da
kimdir?" diye sordu. Sahabiler
"Ebû
Bekir'dir." dediler. Urve:
"Ah Ebû Bekir!
Hayatım kudret elinde olan zata yemin ederim ki, eğer üzerinde -henüz
ödeyemediğim- bir iyiliğin olmasaydı elbette ben de sana cevap verirdim."
diye karşılık verdi.
Ravi diyor ki: Urve
Peygamber (s.a)'e söz söylemeye devam etti ve (arapların adeti üzere) her söz
söyledikçe eliyle Rasûlullah'ın sakalını okşa(yarak iltifatta bulunu)yordu ve
Urve ne zaman Hz. Peygamberin sakalını okşamaya başlasa derhal Muğire
kılıcının kınının ucuyla Urve'nin eline vuruyor ve Urve'ye:
"Rasûlullah
(s.a)'ın sakalından elini çek!" ihtarında bulunuyordu. Mu-ğire'nin bu
ihtarları üzerine Urve başını kaldırarak:
"Bu da
kimdir?" diye sordu. Sahabiler:
"Muğire b.
Şu'be'dir." dediler. Bunun üzerine Urve:
"Ey gaddar! Ben
hala senin (cahaliyyetteki) gadr-ü hıyanetini tazmine çalışmakla meşgul
değilmiyim?" dedi. Muğire (müslüman olmadan önce) cahiliyyette (Malik
oğullarından) bazı kimselerle yol arkadaşlığı etmiş ve yolda bunları öldürüp
mallarını almış, sonra (Medine'ye) gelip müslüman olmuştu. (Rasul-û Ekrem'e bu
malları arz ettiğinde) Nebi Sallallahü aleyhi ve sellem:
"Müslümanlığın
bize kabule layıktır. Fakat bu mallar, (hıyanet mahsulüdür) biz bunlardan
hiçbirini kabul etmeyiz." buyurmuştu.
Sonra Urve Nebi
(s.a)'ın sahabilerini gözleriyle tetkike başladı ve
“(Bu ne tazimdir?)
Vallahi Rasûlullah (s.a) birşey emredince sahabileri derhal emrini yerine
getirmeye koşuyorlardı. Abdest aldığı zaman da abdest suyu(nun fazlası)nı almak
için biribirleriyle yarışıyorlardı, peygamber söz söylerken huzurundaki bütün
sahabiler, seslerini alçalt(arak cevap ver)iyorlar ona saygılarından, yüzüne de
dikkatle bakmıyorlar." dedi. Daha sonra Urve Kureyş'in yanına geldi de
gördüklerini şöyle anlattı:
"Ey ahali!
Vallahi ben vaktiyle birçok padişahların huzuruna sefir olarak çıktım. (Netice
olarak Rum meliki) Kayserin, (Fars Meliki) Kisra'nın, (Habeşe Meliki)
Necaşi'nin divanlarına sefaretle girdim. Vallahi bunlardan hiçbir padişahın
tebaasını, MuhammedMn sahabilerinin Muhammed'e tazim ettikleri derecede
padişahlarına asla tazim eder görmedim. Muhammed'in sahabileri onun tükrüğü ile
bile teberrük ediyorlar. O birşey emredince onun ashabı derhal, emrini yerine
getirmeye koşuyorlar. O abdest aldığı zaman da abdest suyu (nun fazlası) m
aşırı bir istekle paylaşıyorlar. O söz söylerken sahabileri saygılarından
yüzüne dikkatle bakmıyorlar.
Şimdi Muhammed güzel
bir sulh teklifinde bulundu, bunu kabul ediniz." dedi.
Bunun üzerine Kinane
oğullarından birisi Kureyş'e hitaben "Beni bırakınız bir defa da
Muhammed'in yanına ben gideyim" dedi. Onlar da:
"Pekala git"
dediler. Kinane oğullarından olan bu zat Peygamber (s.a) ve ashabına doğru
gelirken, Rasûlullah (s.a)
"Bu gelen, filan
kimsedir. Öbür kabiledendir ki, onlar hac ve saygı kurbanlarına ta'zim ederler.
Gerdanlıktı kurban develerini bu zatın gözü önüne salıveriniz!" buyurdu.
Ashab bütün kurbanlık develeri (yayılmaları için) onun yolu üzerine
salıverdiler ve yüksek sesle (Lebbeyk, Allahümme lebbeyk) diyerek Kinaneliyi
karşıladılar. Kinaneli zat kurban develerini ve halkın telbi-ye ile (kendisini)
karşıladığını görünce hayret ederek:
"Sübhanallah! Bu
zatı beyt-i şerifi ziyaretten men etmek bunlara karşı layık olmayan bir
muameledir." dedi. Kureyş'in yanına döndüğünde de:
"Ben bunları um i
için kesecekleri kurban develerini (boyunlarına) gerdanlık takılmış ve
işartilenmiş bir halde gördüm. Doğrusu bunları beyti ziyaretten men eımeyi
uygun görmüyorum" dedi. Sonra Kureyşli-
ler arasından Mikrez
İbn Hafs denilen birisi kalkıp izin veriniz de Muhammed'e bir de ben
gideyim" dedi. Onlar da:
"Haydi git"
dediler. Mikrez Hz. Peygamberle ashabına doğru gelirken, Peygamber (s.a):
"Şu gelen
Mikrez'dir, gaddar bir kimsedir" buyurdu.
Mikrez, peygamber
(s.a) ile görüşmeye başladı ve Rasulü ekreme (Kureyş'in) durumu (nu) arz etmek
üzere iken Süheyl b. Amr çıkageldi (Süheyl gelince) Peygamber (s.a) (bu ismi
hayra yorarak) sahabilerine karşı:
"Artık işimiz bir
dereceye kadar kolaylaştı" buyurdu. Süheyl b. Amr gelince Rasûl-ü Ekrem'e:
"Haydi (hokka,
kalem, kağıt) getir; sizinle aramızda (yazılması gereken) bir barış metni
yaz!" dedi.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a) katibi (ki Ali b. Ebi Talİb'dir) çağırdı ve:
"Bismillâhirrahmânirrahîm
diye yaz buyurdu. Bunun üzerine Süheyl (cahiliyyet kavmiyyetçüiği tesiriyle)
Rasulü Ekrem'e:
"İyi ama ben Rahman
kelimesinin mahiyeti nedir, bilmiyorum; fakat vaktiyle senin de yazdırdığın
gibi (bismikellahümme = Allah'ım senin isminle yazmaya başlarım) diye
yaz!" dedi.[453]
Müslümanlar da hep bir ağızdan:
"Vallahi biz onu
yazmayız, ancak Bismillâhirrahmânirrahim yazılmasını isteriz." demişlerdi.
Peygamber (s.a) (Hz. Ali'ye hitaben):
"Haydi
"Bismikellahümme yaz!" buyurdu. Sonra da: "Bu metin Allah'ın
Rasulü Mutıammed'in muhtevasına hüküm ve imza ettiği sulh-namedir" diye
yazmasını emretti. Şimdi Süheyl (Buna da itiraz ederek):
"Vallahi biz
senin Rasûlullah olduğunu bilmiş ve tasdik etmiş olsak seni beyt (i ziyaret)
ten men etmez ve sana karşı savaşa kalkışmazdık. (Buraya) sadece Muhammed b.
Abdullah yaz!" dedi. Bu teklif üzerine Rasulü Ekrem
“Vallahi siz yalanlasanız
da ben Allah'ın Rasulüyüm." buyurdu ve Ali b. Ebî Talib'e,
"Haydi
(Rasûlullah kelimesini sil de) Muhammed b. Abdullah yaz." diye emretti
(Ali b. Ebi Talib):
"(Vallahi ben
senin peygamberlik unvanını) katiyyen silemem!" dedi. Bunun üzerine
Rasul-ü Ekrem yazıyı eline alıp Muhammed b. Abdullah yazdırdı.[454]
Sulhnamenin başlığı
"Ya Rabb senin isminle başlarım. Bu yazı Muhammed b. Abdullah'ın
muhtevasına hüküm ve imza ettiği bir sulh-namedir." şeklinde
kararlaştırılıp yazıldıktan sonra Rasul-ü Ekrem antlaşma metninin şartlarım
teklif ederek Süheyl b. Amr'e:
"Siz bizimle
beytin arasını boş bırakın da biz beyti tavaf edelim" buyurdu. Süheyl, bu
teklife de itiraz ederek,
"Vallahi sizinle
beytin arasını boş bırakmayız. Çünkü Arap (milleti) Zorla ve kahren istila olunduk"
diye hakkımda dedikodu eder; şu kadar ki bu beyt ile sizin aranızı boş bırakma
meselesi gelecek seneden itibaren başlasın" dedi (ve anlaşma bu şekilde
kabul olundu). Hz. Ali de (anlaşmayı böylece) yazdı. Şimdi de Süheyl b. Amr
"Sana bizden bir erkek gelirse, o gelen kimse senin dininde olsa bile, onu
bize geri vereceksin." diye yeni bir madde teklif etti. Bu teklife
müslümanlar hayret ederek:
"Sübhanallah
İslam camiasına sığman bir müslüman, müşriklere nasıl geri verilir? dedi (ler)
Onlar bu halde iken Süheyl b. Amr'in oğlu Ebu Cen-del, ayaklan bukağılı seke
seke geldi. (Ebu Cendel müslüman olmuştu ve bu cihetle habs olunmuştu. Bu
sırada) Mekke'deki haps edildiği yerden kaçmış (ve türlü müşkülat ile gelip)
nihayet kendisini müslümanlar arasına atmıştı. Bunun üzerine Süheyl:
"İşte ey
Muhammedi Sana karşı imza edeceğim anlaşma metninin (protokolün) birinci
maddesine uyarak bunu bana geri vermelisin" dedi. Peygamber (s.a) de
"Biz bu anlaşma
metnini henüz imza etmedik bile." buyurdu. Süheyl: "Şu halde vallahi
ben de seninle hiçbir madde üzerinde sulh olmam."dedi. Peygamber (s.a)
ise:
"Haydi bunu bana
bağışlayıp imza et" diye karşılık verdi. Süheyl de: "Ben bunu sana
bırakmayı asla uygun göremem" diye reddetti. Rasul-ü Ekrem:
"Hayır bu işi
(hatırım için) yap," buyurdu. Süheyl (ısrar edip): "Asla
yapamam" dedi. Mikraz (İbn Hafs ki bu da Kureyş elçisi idi. O da) Rasul-ü
Ekrem'e hitaben:
"Haydi bunu senin
için kabul ettik." dedi (fakat imza yetkisi kendisinde olan Süheyl buna
razı olmadı)[455] Şimdi Ebu Cendel (babası
Süheyl'in inadından ümitsizliğe düşerek):
"Ey müslüman
topluluğu! müslüman olarak geldiğim halde şimdi ben müşriklere geri mi
veriliyorum? Benim uğradığım şu felaketi görmüyor musunuz?" diye
haykırdı. Hakikaten zavallı Ebu Cendel Allah yolunda Kureyş'in en şiddetli
işkencesiyle azab olunmuştu.
(İbn İshak şu rivayeti
ziyade etmiştir: Rasûlullah (s.a):
"Ey Ebu Cendel!
Sabret, Allah'dan ümidini kesme. Biz müslümanlar mağdur ve mağlub olmayız, Yüce
Allah yakında sana da bir kurtuluş yolu nasibedecektir." buyurdu.)
Bu müşkül durumdan
müteessir olan Ömer b. el-Hattab şöyle demiştir: Bunun üzerine ben Peygamber
(s.a)'e varıp:
" Sen Allah'ın
hak peygamberi değil misin?" dedim. Rasûlullah:
"Evet, hak
peygamberiyim." buyurdu. Ben:
"Biz müslümanlar
Hak, düşmanlarımız batıl üzere bulunmuyorlar mı?" dedim. Rasul-ü Ekrem:
"Evet
öyledir" buyurdu. Ben:
"O halde dinimiz
uğrunda bu alçaklığı niçin kabul edelim?" dedim. Rasul-ü Ekrem:
"Gerçekten ben
Allah'ın peygamberiyim ve ben (bu maddeyi kabul etmekle Allah'a isyan etmiş
değilim. Allah benim yardımcımdır." buyurdu. Ben yine:
"Vaktiyle sen
bize; yakında Beyt(-i Şerif)'e varıp Beyt'i tavaf edeceğiz diye haber vermez mi
idin?" dedim. Rasûlullah:
"Yok ben sana
(vakit tayin ederek): Bu sene varıp tavaf edeceğiz diye haber verdim mi?"
buyurdu. Ben de:
"Hayır"
dedim. Rasul-ü Ekrem:
"Herhalde sen
(yakın bir zamanda) Beyte' varıp tavaf edeceksin" buyurdu.
Ömer b. Hattab
demiştir ki: Sonra ben Ebu Bekir'e vardım ve "Ey Ebu Bekir, bu adam
Allah'ın hak Peygamberi değil midir?" dedim o da:
'
"Evet
öyledir" diye cevap verdi. Tekrar ben:
"Öyle ise niçin
dinimizi küçük düşürüyoruz?*' dedim. O da:
"Be hey adam!
Muhammed Allah'ın Peygamberidir. O rabbine asi değildir. Allah O'nun
yardımcısıdır. Sen hemen onun emrine sarıl. Vallahi Muhammed hak
üzeredir." dedi. Ben tekrar
"O bize
Medine'de: Beyt-i şerife varacağız, tavaf edeceğiz." demedim mi?"
diye sordum. Ebû Bekir:
"Evet öyledir.
Fakat sana bu sene varıp tavaf edersin diye mi haber verdi?" dedi ben de:
“Hayır" dedim.
Ebû Bekir:
"Dur bakalım,
yakın bir zamanda sen beyte varıp onu tavaf edeceksin! dedi. Ömer (r.a) bu
itirazlarımdan dolayı keffaret olarak ileride bir çok salih ameller
işledim." demiştir.
Ravi diyor ki:
Rasûlullah (s.a) barış metninin yazılıp imza edilmesi sona erince sahabilere
hitaben:
"Haydi artık
kalkınız, kurbanlarınızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz." buyurdu.
Vallahi sahabilerden bir kişi olsun kalkmadı. Hatta Rasûlullah bu emrini üç
defa tekrarladı.[456]
Ashab-ı kiramdan hiçbirisi kalkmayınca (ezvac-tahirattan) Ümmü Seleme'nin
yanına girdi ve (şu halkı görüyor musun? Onlara emrediyorum da icabet
etmiyorlar diye) halktan gördüğü kayıtsızlığı ona anlattı. Ümmü Seleme:
"Ey Allah'ın
peygamberi! emrini yerine getirmek istiyor musun? O halde şimdi dışarı çık.
Sonra kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırıp o seni tıraş
edinceye kadar, ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söyleme" dedi. (İbn
İshak'ın rivayetine göre Ümmü Seleme (r.a) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü
sahabilerin emrinizi yerine getirmekte yavaş davranmalarından dolayı onları
azarlamayınız. Çünkü nefsinize ağır gelen şartlarla bir sulh akdi yapılması ve
Mekke fethedilmeden Medine'ye geri dönülmesi onlara çok güç gelmiştir. Onları
mazur görünüz ve siz çıkın, kurbanınızı kesin tıraş olarak onlara örnek olunuz.
Bunun üzerine Peygamber (s!a) Ümmü Seleme'nin yanından çıktı ve sahabilerden
hiçbirisiyle görüşmeyerek menasiki ifa etti. Kurbanlık develerini kesti (Kurbanlık
develeri yetmiş tane idi. Bunların arasında Bedir'de Ebû Cehil'den ganimet
olarak alınan bir deve de bulunuyordu, fiu devenin boynunda "Büre"
denilen bir gerdanlık takılıydı. Develeri kestikten sonra berberi (Huzaalı
Hıraş b. Ümeyye'yi) çağırıp tıraş oldu.
Ashab, Hz. Peygamberi
bu halde görünce hemen kalkarak kurbanlarını kestiler, biribirlerini tıraş
etmeye başladılar. Hatta (Hz. Peygambere uymak için gösterdikleri çaba ve
aceleden doğan izdihamdan dolayı) biribirlerini öldüreyazdılar. (îbn İshak'ın,
İbn Abbas'a ulaşan bir senetle rivayetine göre, Hudeybiye'de, halkın bir kısmı
tıraş olmuş, bir kısmı da saçlarını kestirmişti. Ve Rasûl-ü Ekrem -
"Allah tıraş olanlara rahmet etsin** diye dua etmiştir. Bunun üzerine
halk: Ya Rasûlullah, Allah saçını ki sal t anlara da rahmet etsin! demiş,
fakat Rasûl-ü Ekrem - "Allah tıraş olanlara rahmet etsin"-diye
duasını tekrarlamış. Ashab da ikinci defa saçlarını kısaltanlar hakkındaki
temennilerini tekrar edince, Rasûl-ü Ekrem de üçüncü defa - * 'Allah tıraş
olanlara rahmet etsin*'- buyurup ashabın üçüncü temennisi üzerine -"haydi
saçını kestirenlere de”- demiştir.)
Rasûl-ü Ekrem tıraş
olduktan sonra huzuruna müslüman kadınlar geldi.[457] Bu
hususta tutulacak yolu öğretmek için de Cenab-ı Hak "Ey inananlar, mü'm
in kadınlar göç ederek size geldiği zaman onları imtihan edin..."[458]
âyet-i kerimesini "... Kâfir kadınlar (a gelince onlar) in da ismetlerine
yapışmayınız..." (ve onları nikahınızda tutmayınız.[459]
Kavl-i kerimine kadar indirdi (ki âyet-i kerimenin tam olarak) meali şöyledir:
"Ey mü'minler size mii'min kadınlar (müşrikler tarafından) hicret edip
geldiklerinde imanlarını sınayınız. -Allah onların imanı (nın mahiyeti)ni pek
iyi bilir ya- denediğinizde onları mü'mine sanırsanız artık o kadınları, kafir
(zevç) lere geri çevirmeyin (çünkü) ne müslüman kadınlar kafir (zevç) lere
helaldir, ne de kafirler müslüman kadınlara helal olur. Bununla beraber siz
kafirlerin sarfettik-leri mehri (muacceli) kendilerine veriniz..! Bir de
(İslamiyetin kocalarından ayırdığı) bu müslüman kadir lan nikahlamanız da size
günah değildir. Kafir kadınlar (a gelince onların) da ismetlerine
yapışmayınız.”[460] (ve
onları nikahınızda tutmayınız)
Bu ayetin inmesi
üzerine Hz. Ömer henüz müşrik olan iki karısını boşadı (Bunlardan birisi Ebû
Ümeyye kızı Kureybe idi. Öbürü de Huzaalı Cer-vel'in kızı Ümmü Gülsüm'dü)
Bunlardan birisini (Kureybe'yi) Muaviye b. Ebî Süfyan, öbürünü de Safvan b.
Ümeyye nikahladı. (Bir rivayete göre de Ümmü Gülsümü Ebû Cahm nikahlamıştır.)
Sonra Peygamber (s.a)
Medine'ye döndü. Kureyş'in kendisiyle antlaşma yaptığı Ebû Basir müslüman
olarak (Medine'ye) geldi. Bunu istemek üzere de Kureyş iki kişi gönderdi.
(Bunlardan birisi Huneys b. Cabir öbürü de Ez-her b. Abdi Avf idi) Bunlar
Rasûl-ü Ekrem'e "Bize karşı imza ettiğin antlaşmayı hatırlatırız."
dediler. Rasûl-ü Ekrem de (anlaşma uyarınca) Ebû Ba-sir'i bu iki kişiye geri
verdi. Bunlar Ebû Basir'le (yola) çıktılar. Nihayet Zul-huleyfe'ye eriştiler
(Dağarcıklarmdaki) hurmadan bir mikdarını yemek için oraya indiler. Ebû Basir
bu iki kişiden birisine (Humeys'e):
"Ey falanca!
Vallahi şu kılıcını emin ol çok güzel zannediyorum." dedi (kılıcın sahibi
olan) kimse de kılıcı (kınından) çekerek:
"Evet vallahi bu
kılıç çok iyidir, onu ben defalarca denedim." dedi. Ebû Basir de:
"Müsaade et de
bakayım" dedi. Ve bir fırsatını bulup elinden aldı ve hemen Huneys'e
vurdu. Nihayet Huneys öldü. öbür arkadaşı (bir rivayete göre Huneys'in kölesi
Kevser) kaçarak Medine'ye vardı, koşarak Mescid-i Saadete girdi. Rasûlullah
(s.a) onun telaşla koşup mescide girdiğini görünce:
"Muhakkak şu adam
bir korku görüp geçirmiştir." buyurdu. Kevser, peygamber (s.a) yaklaşınca:
"Vallahi efendim
öldürüldü (engel olamazsanız) muhakkak ben de öldürüleceğim" dedi. Bu
sırada Ebû Basir geldi ve:
"Ey Allah'ın Rasûlü,
vallahi sana Allah verdiğin sözü yerine getirtti. Beni müşriklere geri verdin.
Sonra Allah beni onlardan kurtardı." Dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a)
sahabilere hitaben:
"Ebû Basir'e
hayret doğrusu. Bu adam harbi kızıştırmaktadır. Eğer onun fikrine yardım eden
bulunsa" (o fırın karıştırır gibi harbi ateşleyecek, sulhu bozacak)
buyurdu. Ebû Basir Rasûl-ü Ekrem'in bu sözlerini işitince, kendisini müşriklere
hemen teslim edeceğini anladı ve deniz sahiline kadar, firar etti.
"îs" denilen yerde karar kıldı.[461]
Ravi der ki Süheyl'in
oğlu Ebû Cendel de (yetmiş süvari ile birlikte)[462]
müşrikler arasından kaçarak Ebû Basir'e katıldı. Şimdi artık müslüman olan
herkes Kureyş arasından ayrılarak Ebû Basir'e iltihak etmeye başladı. Nihayet
Ebû Basir'in yanında mühim bir kuvvet toplandı. Vallahi bunlar, Kureyş'in Şam'a
bir ticaret kafilesinin gittiğini duyar duymaz hemen onları çevirirler,
kendilerini öldürüp mallarını alırlardı.
Kureyş, kendisini
tehdid eden bu vaziyet üzerine Rasûlullah (s.a)'e (Ebû Süfyan'ı hususi
salahiyetle) gönderdi. Şimdi Kureyş, Rasûl-ü Ekrem'den Allah rızası için. ve
aradaki akrabalık bağına hürmeten Ebû Basir (emrindeki) cemaatın yaptığı
soygunculuğa engel olunmasını ricaya başlamıştı. Artık bundan böyle Mekke'den
Medine'ye kim giderse emindir, (iade edilmeyecektir) diye haber göndermişlerdi.
Peygamber (s.a) Ebû
Basir Cemaatine (mektup) gönderdi (Medine'ye gelmelerini bildirdi)[463]
Bunun üzerine yüce Allah "hüvvellezi keffe ey diye hûm an kûm, bibatni
Mekkete min ba'di ezferaküm aleyhim" âyeti kerimesini ta
"el-hammiyete, hamiyyetelcahiliyyeti" âyetine kadar indirdi. (Bu üç
âyet-i kerimenin yüce meali şöyledir: "Mekke'nin göbeğinde onlara karşı size
zafer verdikten sonra, onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan
çeken odur. Allah yaptıklarınızı görmektedir. Onlar öyle kimselerdir ki, inkar
ettiler, sizi mescid-i haram (ı ziyaret) den ve bekletilen kurbanları yerlerine
varmaktan alakoydular. Eğer (orada) kendilerini bilmediğiniz için tepeleyeceğiniz
ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü kendileri yüzünden bir belaya uğrayacağınız
inanmış erkekler ve inanmış kadınlar olmasaydı (Allah, sizin savaşmanıza engel
olmazdı. Böyle yaptı) ki Allah, dilediğini rahmetine soksun. Şayet (inananlar
ve inanmayanlar) birbirinden ayrılmış olsalardı, elbette onlardan inkar
edenleri aci bir azaba çarptınrdık.
O zaman inkar edenler,
kalblerine kızgınlık ve gayreti o cahiliyye (çağının) kızgınlık ve gayretini
koymuşlardı. Allah da elçisine ve müzminlere huzur ve güvenini indirdi; onları
takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar, buna layık ve
ehil idiler. Allah, her şeyi bilendir.[464]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifteki atlanan kısımları ve hadisin tamamını göstermek maksadıyla
yukarıda tercümesini sunduğumuz Buharı hadisi hakkında, merhum Kamil Mîras
Efendi şunları söylüyor: Hudeybiye hadisi ilmî rivayet bakımından hadisi
mürseldir. Yani tabii, ravinin sahabiyi atlayarak doğrudan Rasul-i Ekrem'den
rivayet etmesidir. Şöyle ki; Hudeybiye hadisinin iki ravisinden biri bulunan Mervan
sahabi değildir ve Hudeybiye seferinde bulunmamıştır. Çünkü Mervan gayri
mümeyyiz çocukluk çağında iken babası Hakem, Hz. Peygamber tarafından taife
sürüldüğünden o da babası ile Taife gitmiştir. Hazreti Osman'ın hilafet
zamanına kadar Taif'te kalmış, Hz. Osman Halife olunca affa mazhar olarak baba,
oğul Medine'ye gelmişlerdir. Binaenaleyh Mervan'ın Rasûl-i Ekrem'i ne görmesi
ne de sohbeti sabit değildir.
Misver İbn Mahreme'ye
gelince, gerçi Misver; sahabi oğlu şahabıdır. Rasûl-i Ekrem'den hadis işitmiş
olması sahihtir. Fakat Misver de babası Mahreme ile beraber Mekke'nin
Fethinden sonra çocukluk çağında Medine'ye gelmiştir. Hudeybiye vakası ise,
Mekke'nin fethinden iki sene evvel cereyan etmiştir. Binaenaleyh gerek
Mervanın, gerek Misver'in bila vasıta Rasûl-i Ekrem'den rivayette
selahiyetleri yoktur.
Usuli rivayete göre;
böyle olmakla beraber her iki ravi de Hudeybiye'-de hazır bulunmuş bir çok
ashabı kirama mülaki olmuşlardır ki Ömer, Osman, Ali, Muğire b. Şu'be, Sehl
İbn Hanîf, Ümmü Seleme ve emsalidir. Her halde bunlardan işitmişlerdir. Nasıl
ki Buharı Şurut bahsinin ihtidasında bu Hudeybiye hadisinin bir rivayet
tarikinde bu noktayı tesbit eder mahiyette: Misver ile Mervan, Nebi (s.a)'in
ashabından rivayet ederek haber vermişlerdir, diye tahric etmiştir. Biz de
senede ait bu mühim noktayı tercememizde gösterdik.
Şimdi bir cihet
kalıyor ki şudur: Bu suretde Misverle Mervan, sahabe ismini açıklamayarak
meçhulden rivayet etmiş bulunuyorlar. Bu da bir sebebi kadh olmaz mı?
denilirse buna da: "Ashabı kiramın hepsi sahibi adalet bulunduklarından
ravinin, sahabe isimlerini bilmemesi hadis hakkında vesi-lei kadh olamaz."
diye cevap verilir.[465]
1. Vesikaların
başına "Bu vesika falanca kişinin falan işiyle ilgilidir" gibi
ibareler yazılabilir. Kadı Iyaz "Hadiste, vesikalarda ziyadeye hacet
kalmaksızın, bir kimsenin meşhur olan adı ile yetinmenin caiz olduğuna delil
vardır." diyor.
2. Hükümdar,
müslümanlar için lüzumlu gördüğü bir sulhu bazı yakınlarına haber vermeden
imza edebilir.
3. Büyük
zararı önlemek veya büyük bir faydayı sağlamak için küçük zarara katlanmak
caizdir. Hudeybiye antlaşmasını imzalamakla müslüman-ların zillete düştüklerini
iddia etmek asla doğru olamaz. Her ne kadar Hudeybiye antlaşması ile
müslümanlara o sene hac yolu kapanmışsa da bu antlaşmanın ardından, Mekke'nin
fethi, insanların kitleler halinde müslüman oluşu gibi zaferler elde
edilmiştir. Oysa bu antlaşmadan önce Araplar müs-lümanlann arasına karışmazlar,
bu yüzden de peygamber (s.a)'ın yolunu tafsilatıyla bilmezlerdi. Sulh yapılıp
karşılıklı temaslar başlayınca, onun mucizelerini gördüler, getirdiği dinin
hak olduğuna gönülleri yattı ve birçokları Mekke'nin fethinden önce
müslümanlığı kabul etti. Mekkeliler, müslüman olunca, çöllerde onların müslüman
olmasını bekleyen bütün Araplar da müslümanlığı kabul ettiler. Kıymetli ilim
adamlarımızdan Kamil Miras efendinin beyanına göre, Hudeybiye sulhundan
Mekke'nin Fethine kadar geçen bir sene zarfında İslam camiasına girenlerin
sayısı bi'seti Muhammediye'-den sulh gününe kadar takriben yirmi seneye yaknf
zaman zarfıncfâ-tnüslü-man olanlardan çok fazla idi... Haccetü'l-veda'da Rasûlü
Ekrem'le hac edenlerin sayısını, ehl-i siyerin yüzyirmi bin olarak
bildirmeleri, îslam nurunun, yayılış hızını anlamak için herkesin anlayabileceği
bir mikyas olabilir.[466]
4. Âlimlerden
bazıları, bu hadisi delil getirerek Hudeybiye antlaşmasını, Peygamber (s.a)'in
kendi eliyle düzelttiğini söylemişlerdir. Bu zatlara göre bu ahitnameyi Hz.
Peygambere Cenab-ı Hak yazdırmıştır. Bu da, ya Rasû-lullah(s.a)'in
neyazdığınıbilmedenAllah'ın izni ve emriyle elindeki kalemin hareket edip
yazmasıyla olmuştur. Ya da Allah o anda ona yazmayı öğretmiştir. Bu takdirde
yazıyı bir anda Öğrenmesi ümmilik mucizesine bir ziyade olur. Okumayı hiç
bilmezken Cenab-ı Hak onu birden nasıl okur yaptı ise, bu sefer de yazı
bilmezken yazar yapmıştır. Hz. Peygamber (s.a)'in yazıyı öğrenmeden dünyadan
gitmediğini bildiren bir çok eserlerle de delil çıkarılmıştır.
Alimlerin çoğu, bu
söylenenleri kabul etmemişlerdir. Zira kabul edilirse, Peygamber (s.a)'in
ümmiliğinin batıl olması icabedecektir. Halbuki Allah Teâlâ Hazretleri
Kur'an-ı Kerim'inde onu ümmilikle vasıflandırmıştır. Onlara göre buradaki
"yazdı" sözünden murad: "Yazma emrini vermesidir." Bu
hususta her iki taraf sözü bir hayli uzatmışlardır.
5. Medinelilerin
mikatı Zülhuleyfedir.
6. Ka'be'ye
sevkedilen Kurbanlık develere gerdanlık takmak ve hörgüç-lerini bıçak gibi bir
aletle kanatarak onları işaretlemek sünnettir.
7. Toplu
seferlerde, düşman tehlikesinden emin olmak için önden gözcüler göndererek
düşmanın halini gözetlemek müstehabdr.
8. Müslümanların,
gerçekleştirmesi mümkün olmayan bazı casusluk ve gözetleme işlerinde,
kendileriyle antlaşma yapılmış olan kafirlerden istifade etmek caizdir.
9. Önemli
işlerde, ilim ve tecrübe sahipleriyle istişare etmek müstehabdır.
10. îhramlı
bir kimsenin, kendisini beyt-i şerife girmekten, hac veya umre ibadetinden men
eden bir kimseyle savaşması caizdir.
11. Hac ve
umre yapmaktan men eden, bir kafirin elinden kurtulabilmek için onlarla savaşa
girmemek caizdir. Bazı ilim adamlarına göre, eğer hacc ya da Umre yapmaktan men
eden müslümansa onunla savaşmamak, savaşmaktan daha evladır.
12. Düşman
tehlikesi sözkonusu olursa, bir kumandanın etrafına muhafızlar yerleştirmesi
caizdir. "Etrafına insanları saflar halinde dikenler, cehennemde
yerlerini hazırlasınlar." mealindeki hadis-i şerif ise keyfi olarak,
büyüklük ve ihtişamım sergilemek için etrafında nöbetçi bulunduran kimselerle
ilgilidir.
13. Savaşta,
müşriklerin elinden zorla alınan mallar, ganimet olarak müs-lümanlara helal ise
de sulh halinde, onların elinden alınan mal haramdır. Bu mal, sahibine geri
verilmesi gerekir. Nitekim Hz. Muğire, cahiliyye döneminde yol arkadaşlığı
ettiği bazı kimseleri öldürerek mallarını gasbetmiş-ti. Sonra kendisi müslüman
olarak Hz. Peygamber'in huzuruna gelmiş ve bu malları da beraberinde
getirmişti. Rasûl-ü Ekremse, hıyanet mahsulü olduğu gerekçesiyle bu mallan
kabul etmedi.
14. Abdestte
kullanılmış olan su temizdir.
15. Güzel
bir ismi, uğurlu saymak caizdir. Fakat herhangi bir ismi, uğursuz saymaksa
tahrimen mekruhtur.
16. İslama
zarar getirmemek ve Allah'ın bir hakkını çiğnememek şartıyla, insanlara
yumuşak davranmak ve güleryüz göstermek caizdir.[467]
17. Hz. Ebu
Bekr'in, Ömer (r.a)e aynen Peygamber (s.a)'in cevabı gibi cevap vermesi, onun
ilm-ü faziletinin büyüklüğüne ve bütün ashaba üstünlüğüne delalet eder.
18. Kafirlerle
barış yapmakta bir fayda mülahaza edilirse, barış akdi caizdir. Yalnız, bazı
alimlere göre; İslam kumandanı muzaffer olmuşsa, küf-farla ancak dört aylık
barış imzalayabilir. Bazı alimler ise bir seneden az olmak şartıyla da barış
yapılabileceğini söylemişlerdir. îmam Malik'e göre, bu işin muayyen bir vakti
yoktur.[468]
19. Herhangi
bir vakitle kayıtlamadan "Şu işi yapacağım" diye yemin eden bir
kimse, o işi ne zaman yaparsa yapsın, yemininin sorumluluğundan kurtulmuş olur.
Bu işi yapmak için önünde, Ölünceye kadar vakit vardır.
20. Bu
falancanın falan kimseden aldığı (mal)dır, şeklinde bir kayıt koymak caizdir.
Tutanakların başına veya uygun bir yerine, böyle bir ibare yazmanın caiz
olmadığını söyleyen müteahhirin âlimlerinden bazıları yanılmışlardır. Çünkü
metinde geçen "Bu yazı Allah'ın Rasûlü Muhammed'in muhtevasını imzaladığı
bir yazıdır.*' anlamına gelen lafızlar da, bu görüşün yanlış olduğunu
gösterir.
21. Hac ya
da umre için ihrama girerek düşmanla karşılaşan bir kimse, kurbanı Mekke'ye
erişmeden önce bulunduğu yerde tıraş olup ihramdan çıkabilir. Nitekim
"Onlar öyle kimselerdir ki inkar ettiler. Sizi mescid-i Ha-ram(ı ziyaret)
den ve bekletilen kurbanları yerlerine varmaktan alakoydular..."[469]
âyet-i kerimesi de buna delalet eder.
22. Kadınlarla
istişare etmek ve isabetli kararlarında onların görüşlerine uymak caizdir.[470]
2766. ...Mervan
b. el-Hakem ile Misver b. Mahreme'den rivayet edilmiştir ki:
Halkın emniyetle
yaşayacağı on sene süreyle savaşı bırakmak, içimizde (içerisine yaramaz
eşyaların konulmadığı) kapalı bohça (gibi itimatsızlığın giremediği güven dolu
bir kalp taşımak) ve (aramazda) hırsızlık ve hıyanet olmamak üzere
(Hudeybiye'de müslümanlarla Mekke müşrikleri) barış yaptılar.[471]
Bu hadis-i şerif,
harbî denilen, gayr-i müslim düşmanlarla lüzumunda savaş yapılabileceği gibi,
icabederse barış da yapılabileceğine delalet etmektedir. Uzun süreli
barışlarda, seran bir antlaşma metninin hazırlanması gerekir. Hudeybiye
antlaşması, bunun en güzel bir örneğidir.
Barış süresi; görülen
lüzuma göre uzun veya kısa olabilir. Bu (veliyyülemrin içtihadına ve) görülen
lüzumun derecesine bağlıdır.
Şafiî fakihlerine
göre; fazla bir zaruret görülmediği takdirde, dört aylık bir barış yapılması
caizdir. Zaruret halinde ise yapılacak barışlar, nihayet Hudeybiye barışına
müsavi bir müddetle olmalıdır ki, bu müddet, meşhur olan kavle göre on senedir.[472]
Yine Şafiî Fakihlerine
göre, on senelik barış süresi sona erince lüzumu halinde, onar sene olmak üzere
yeni antlaşmalarla uzatılabilir.[473]
2767. ...Hassan
b. Atıyye'den demiştir ki:
Mekhûl ile İbn Ebû
Zekeriyya (bir gün) Halid b. Ma'dan (in ya-nın)a gitti (ler). Onlarla birlikte
ben de gittim. (Halid b. Ma'dan) bize Cübeyr b. Nüfeyr'den hadis nakletti.
(Halid) dedi ki: Cübeyr (bir gün bana) -bizimle beraber gel (de) Zü Mihber'e
gidelim- dedi. (Zü-Mihber) Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellemin
sahabilerinden bir adam (idi). Kısa bir süre sonra yanına vardık. Cübeyr ona
(ahir zamanda müslü-manlarla kafirler arasında yapılacak) barışı sordu
(Zü-Mihber de şöyle) cevap verdi: Ben Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemi
(şöyle) derken işittim: “Sizler Rumlarla güvenli bir barış yapacaksınız.
(Sonra) Siz ve onlar (birleşip) arkanızdan (saldıran başka) bir düşmanla savaşacaksınız.[474]
Bu hadis-i şerif
müşriklerle sulh yapmanın caiz olduğuna delildir. İbn Mace'nin Sünen'inde ve
Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde hadîs şu manaya gelen lafızlarla
tamamlanmaktadır. ".... ve zafer kazanıp, ganimet mallarını alarak
(savaştan) salimen çıkacaksınız. Sonra savaştan dönüp de tepeleri bulunan bir
meraya varacaksınız (orada) haç ehlinden bir adam, haçı yukarı kaldırarak -Hac
(yani hrıstiyanhk) galip geldi- diyecek, müslumanlardan bir adam da kızarak,
kalkıp 6 haçı kıracaktır, tşte o zaman Rumlar, (aranızdaki) barışı bozarak
(sizinle) büyük bir savaş yapmak üzere toplanacaklardır.
Bu hadisi, rivayet
eden sahabinin ismi burada Zû-Mihber olarak zikredilmiş olmakla beraber İmam
Tirmizî bu ismin doğrusunun Zû Mıhyer olduğunu söylemiştir. İmam Evzaî de bu
ismi aynen Musannif Ebu Davud gibi Zu-Mıhber şeklinde rivayet etmiştir. İbn
Sa'd da, doğrusunun Zu minber olduğu görüşündedir.
Sözü geçen sahabi,
Habeşistan Kralı Necaşi'nin erkek kardeşinin oğludur. Müslümanlığı kabul
ettikten sonra Medine'ye gelip Peygamber efendimizin özel hizmetinde
bulunmuştur. Sonra, Şam'a gidip orada rahmet-i rah-man'a kavuşmuştur. Beş hadis
rivayet etmiştir. Ravileri ise Cübeyr b. Nü-feyr ile Halid b. Ma'dan'dır.
Cübeyr bin Nüfeyr
el-Hadrami Ebu Abdirrahman es-Şâmi (r.a): mu-hadramlardan; yani hem
câhiliyet,hem İslamiyet devirlerine yetişenlerdendir. Ebu Bekr Sıddık (r.a),
devrinde müslüman olmuştur. Kendisi Ubade, Muaz bin Cebel, Halid bin el-Velid,
Ebu'd-Derda, Ebû Zer ve Zü Mıhmer (r.a)'dan hadis rivayet etmiştir. Kendisinden
de oğlu Abdurrahman, Halid bin Ma'dan, Mekhûl ve başka bir grup ta rivayette
bulunmuştur. Müslim ve Sünen sahipleri, onun hadislerini rivayet etmişlerdir.
H. 75. yılında vefat etmiştir.
Halid b. Ma'dan Ebu
Abdillah (r.a) bir grup sahabiden mürsel rivayette bulunmuştur. Ayrıca
Muaviye, Mıkdam b. Madikerib ve Ebû Ümame (r.a)'den de rivayette bulunmuştur.
Kendisinden de Nur b. Yezid, Muham-med b. İbrahim et-Teymi, Hassan b. Atiyye ve
Safvan b. Amr rivayet etmişlerdir. Bu zat, tabiilerin fıkıhçılarından ve
seçkin simalarındandır. Yetmiş sahabiye yetiştiğini, söylediği kendisinden
rivayet edilmiştir. Seleme b. Şe-bib: O günde kırk bin defa sübhanallah zikrini
tekrarladı. Vefat edip cenazesi yıkanacağı zaman, parmağını şöyle kımıldatmaya
başladı, demiştir. H. 100 veya 104, ya da 108. yılında vefat etmiştir.
Hassan b. Atiyye
el-Muhâribi Ebû Bekir ed-Dımeşkî, fikıhçı olup Ebû Umame (r.a)den mürsel rivayette
bulunmuştur. Çünkü ondan hadis işitme-miştir. Ayrıca İbnü'l-Müseyyeb'den de
rivayette bulunmuştur. Kendisinden de Evzaî ve Ebû Gassan Muhammed bin Ömer
rivayet etmişlerdir. Ahmed ve İbn Main onun sıka, yani güvenilir olduğunu
söylemişlerdir. Zehebî'nin dediğine göre H. 130. yıla yakın zamana kadar
yaşamıştır.[475]
2768. ...Cabir'den
şöyle dediği rivayet edilir ki: Rasûlullah (s.a) "Ka'b b. Eşrefe (karşı)
kim çıkacak? Çünkü o, Allah'a ve Rasûlüne eza etmiştir." buyurdu. Muhammed
b. M esleme kalkıp "Ben (karşı çıkacağım) ya Rasûlullah! Onu öldürmemi
ister misin?" dedi. (Hz. Peygamber de)
"Evet" (istiyorum) buyurdu. (Muhammed b. Mesleme) (onun hile
ile öldürebilmek için ona sizden yakınarak) "Bir şeyler söylemem için
(lütfen bana) izin verin." Dedi (Hz. Peygamber "evet (sana bu hususta
izin veriyorum ona benim hakkımda gerekeni) söyle" (yebilirsin) buyurdu.
(Muhammed b. Mesleme, Ka'b b. Eşrefin) yanına gelip (Hz. Peygamberi
kasdederek); "Bu adam bizden sadaka istedi ve bizi dara düşürdü."
dedi. (Ka'b b. Eşref de) "Siz ondan daha çok bıkkınlık
getireceksiniz." karşılığını verdi. (Muhammed b. Mesleme de)
"Biz ona (bir
defa) uy(muş bulun)duk. İşinin sonu nereye varacağını görünceye kadar, onu
bırakmayı uygun görmüyoruz." Ve biz (senden) bize ödünç olarak bir vesk
veya iki vesk (hurma) vermeni rica ediyoruz." dedi. Ka'b da: "Bana
(bu borç karşılığında) rehin olarak ne vereceksin?" dedi. (Muhammed b.
Mesleme) "Sen bizden (rehin olarak) ne istiyorsun?" diye sordu.
(Ka'b):
"Kadınlarınızı"
(istiyorum) dedi (Muhammed b. Esleme ile yanındakiler):
"Sübhanallah sen
Arabın en yakışıkhsısın. (Böyleyken) biz sana kadınlarımızı (nasıl) rehin
olarak vereceğiz (öyle mi?). Bu bizim için bir utanç (kaynağı) olur."
dediler, (o da öyleyse), "çocuklarınızı rehin verirsiniz." dedi
(Muhammed b. Mesleme ile arkadaşları ise)
"Sübhanallah!
Birimizin oğMna(birgün) sövülür de (kendisine bu) bir vesk -veya İki vesk
(hurma) karşılığında rehin verildi, denir. Biz sana zırhı yani silahı rehin
olarak verelim." dediler, (o da): "olur" dedi. (Muhammed b.
Mesleme geceleyin Ka'b'm) yanına gelince ona seslendi, O da güzel kokular
sürünmüş bir halde başı(ndan kokular) saçarak, karşısına çıktı. (Muhammed b.
Mesleme) üç veya dört kişiyle ^irlikte gelip,
(Ka'b'ın) yanına oturunca ona (burunlarına gelmekte olan güzel bir
kokudan) bahsetmeye başladılar. O da
"Üenim yanımda
(nikahlım olarak) falanca kadın vardır. O, halkın en güzel kokulu
kadınıdır." dedi. (Muhammed b. Mesleme)
"Bana izin verir
misin (başındaki bu kokuyu) koklayım?" dedi (Ka'b da):
"Hv;t!"
(izin veririm) dedi. Bunun üzerine (ibn Mesleme) elini (Ka'b'ın) başın(daki
saçlarının arasın)a soktu ve (eline bulaşan kokuyu) kokladı. (Sonra Ka'b'a bu
hareketini) "Tekrar edeyim mi?" diye sordu o da da "Evet"
dedi. Bunun üzerine (İbn Mesleme tekrar) elini onun başın (daki saçların
arasın)a soktu Ka'b (ona) bu imkanı verince (îbn Mesleme) "Haydin!"
(vurun!) diye bağırdı, onlar da hemen ona vurdular, nihayet onu öldürdüler.[476]
Ka'b b. Eşref, BenîKureyza
yahudilerinin şairidir.Daima peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)le
müslümanları hicveder, müsiuman lar aleyhine müşriklere yardımda bulunurdu.
Bedir harbinde, maktul düşen müşriklere ağlamış ve haklarında şiirler
yazmıştı. Zengindi. Hicretin üçüncü yılı Ramazanında öldürüldü.
Muhammed b. Mesleme
(r.a.) Ashab-ı Kiramın büyüklerinden olup Bedr'de ve diğer gazaların hepsinde
bulunmuş 43 veya 46 tarihinde Medine'de vali bulunduğu sırada vefat etmiştir.
Ulema, Ka'b'ın bu
şekilde hile ile öldürülmesinin sebebi ve cevabı hususunda ihtilaf
etmişlerdir. İmam Mâzırî şöyle diyor: "İbn Mesleme'nin Ka'b'ı bu şekilde
öldürmesi, Peygamber (s.a)'e verdiği ahdini bozduğu, ona hicvederek sövdüğü
içindir. Rasûlullah (s.a) aleyhine kimseye yardım etmeyeceğine söz vermişti.
Sonra onun aleyhine, düşmanlarla birleşerek onlara yardım etti..."
Kaadî Iyaz'ıh beyanına
göre; ulemadan bazıları bu meseleye şöyle cevap vermişlerdir.
Muhammed b. Mesleme
hiç bir sözünde Ka'b'a eman vermiş değildir. Onunla sadece alış-veriş hususunda
konuşmuş bir de halinden şikayet etmiştir. Kendisine bir söz veya eman
vermemiştir. Hiç bir kimsenin Onu gadren öldürdü demesi helal olamaz.
Ka'b b. Eşrefin
katline bir rivayette dört, diğer rivayette beş kişi iştirak etmiştir. Bunlar
Muhammed b. Mesleme, Ebû Naile Silkan b. Selame, Abbad b. Bişr, Ebû Abs b. Cebr
ve Haris b. Evs'tir.[477]
1. Bazıları,
bu hadisle istidlal ederek: "Evvelce tslamı kabule davet olunmuş bir
kafire hile yapmak ve baskında bulunmak caizdir" demişlerdir.
2. Ta'riz
caizdir. Ta'riz: Manası sahih ve kapalı olan fakat, muhatabın ondan daha başka
bir mana anlaması mümkün olan sözdür. Şer'i bir hakka mani olmamak şartı ile
harplerde ve sair yerlerde bu caizdir. Mesela: Muhammed b. Mesleme'nin:
"Bu adam sadaka istedi ve bizi dara düşürdü.'* sözü caiz hatta müstehab
bir ta'rizdir. Çünkü kapalı manası; bizi içinde yorgunluk ve darlıkla ve
şeriat adabı ile te'dib ve terbiye etti. Ama bu yorgunluk Allah'ın rızası uğrundadır;
bizim için makbuldür; demektir. Fakat muhatab bundan makbul olmayan yorgunluk
anlamıştır.[478]
2769. ...Ebu
Hureyre'den demiştir ki:
Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: "İman ihaneti bağlamıştır. Mü'min, ihanet etmez.”[479]
Yular. atın zararlı yerlere
gitmesine engel olduğu gibi, iman da
mü'mini şanına yakışmayan hak ve adalet ölçülerine uymayan hareketlerden
alıkoyar.
Bu cümleden olmak
üzere iman; mü'minin arkadaşına veya kendisine güvenen bir kimseye ihanet
etmesine engeldir. Bir müslüman, şanına yakışmayan ihanet gibi çirkin bir işi
yapamaz. Ona pusu kurarak, veya uygun bir ortamı bulunca zayıf bir anında
karşısına çıkarak, üzerine saldırıp onu öl-düremez.
Metinde geçen
"mü'min ihanet etmez." anlamına gelen cümlesini nehiy anlamında bir
haber cümlesi olarak kabul etmek, mümkün olabileceği gibi litfl şeklinde
meczum okuyarak nahy-i gaib olduğunu ve cümlenin mü'min ihanet etmesin anlamına
geldiğini kabul etmek de mümkündür.
Her iki halde de, bu
hadis-i şerifle, mü'minler, ihanetten men'edilmişlerdir. Dolayısıyla ihanet
eden bir kimsenin, kamil bir mü'min olduğu söylenemez. Her ne kadar Ka'b b.
Eşref ve İbn Ebî Hakik müslümanlar tarafından hile ile öldürülmüşlerse de,
aslında bunlar Hz. Peygambere ve diğer müslümanlara dil uzatmakta çok ileri gitmiş
kimselerdi ve müsrüman-larla onlar arasında herhangi bir anlaşma, sulh ve
karşılıklı güven yoktu. Müslümanların, onlara verilmiş herhangi bir teminatı da
yoktu. Bunlar hareketleriyle müslümanlan karşı bir harekete zorluyorlardı.
Müslümanların da kendilerini onların zararından koruyabilmek için, onların
vücudunu ortadan kaldırmaktan başka bir çareleri kalmamıştı. İşte, bu gibi
şartlar altında» müslümanların onları hile ile öldürmelerini, ihanetle
vasıflandırmak mümkün değildir.
Ayrıca sözü geçen kimselerin,
müslümanlar tarafından öldürülmelerinin İslamda ihanetin yasaklanmasından
önceki bir tarihe rastlamış olması da düşünülebilir.[480]
2770. ...
Abdullah b. Ömer'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
(herhangi bir) savaştan veya hacdan ya da umreden döndüğü zaman, karada
(rastlayıp da üzerine çıktığı) tepe üzerinde üç defa tekbir getirir ve =
Allah'dan başka hakiki ma'bud yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Mülk onundur,
hamd (yalnız) O'nadır. O'nun herşeye gücü yeter. (Biz seferden memleketimize)
dönenleriz, tevbe edenleriz, (sadece Allah'a) ibadet edenleriz, secde edenleriz
ve (sadece) rabbımıza hamdedenle-riz. Allah va'dine sadıktır. Kuluna yardım
etmiş bütün hizipleri tek başına o hezimete uğratmıştır." derdi.[481]
Metinde geçen
"Allah va'dinde sadıktır" cümlesiyle, yüce Allah'ın "O, Rasûlunü
hidayetle ve hak dinle gönderdi ki: (Allah'a) ortak koşanlar hoşlanmasa da, o
(hak din) i bütün din(ler)in üstüne çıkarsın"[482]
ayet-i kerimesindeki, yeryüzünde mevcut dinler arasında yegane hak din olan
İslam dinini, bütün dinlere üstün kılacağına dair olan vadiyle "Müminlere
yardım etmek üzerimize borç idi."[483]
ayet-i kerimesindeki vadini gerçekleştirdiği, dolayısıyla mü*mirilere zafer
nasibettiği ifade ve kas-dedilmiştir. Şüphesiz ki yüce Allah va'dinden dönmez.
Metinde geçen
"Kuluna yardım et!" cümlesindeki "kul" kelimesiyle
kas-dedilen, bizzat Rasûl-ü Zişan efendimizin kendisidir.
Şafiî ulemasından İmam
Nevevi'nin açıklamasına göre, "Metinde geçen "Bütün hizipleri tek
başına o hezimete uğratmıştır." cümlesindeki hizipler kelimesiyle
kasdedilen, Hendek harbinde toplanarak müslümanlara karşı birleşen
müşriklerdir. Bunlar, müslümanlan topyekün imha etmek için Medine'yi kuşatınca
Allahü Teâlâ onların üzerine geceleyin korkunç bir fırtına ile birlikte
göremedikleri birtakım melekler göndermekle, ateşlerini söndürmüş, yüzlerini
gözlerini toz içinde bırakmış, onlara savaşı bırakıp kaçmaktan başka bir
kurtuluş çaresi bırakmamıştır. Nitekim yüce Allah "Ey inananlar Allah'ın
size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de biz
onların üzerine bir rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah
yaptıklarınızı bilir.[484]
ayet-i kerimesiyle bu gerçeği ifade buyurmuştur.
Yine Kadı Iyaz'ın
ifadesine göre, sözkonusu cümlede geçen Ahzab kelimesiyle, Hendek savaşına
katılan kafir gruplarının yanısıra kıyamete kadar, müslümanların karşısında
toplanacak olan grupların da kasdedildiğini söyleyenler de vardır.
Bazıları, Rasûl-ü
Ekrem'in başkalarını seçili konuşmaktan men ettiği halde kendisinin, burada
seçili konuşmasını izah etmenin mümkün olmadığını söylemişlerse de,
kendilerine "Rasûlullah'ın menettiği seçili konuşma, kahinlerin yaptığı
gibi özene bezene, yapılan seçili konuşmalardır. Tekellüf ve tasannu olmadan,
ağızdan dökülüveren seçili konuşmaları ise yasaklamamıştır. Kendisinin
buradaki secileri de bu kabilden olan secilerdir." diye cevap
verilmiştir.[485]
2771. ...İbn
Abbas'dan demiştir ki:
"Allah'a ve
ahiret gününe inananlar -mallarıyla canlarıyla cihad etme hususunda- senden izin
iste (yip geri kal)mazlar."[486]
(mealinde ki) ayet-i (kerimenin hükmünü) Nûr (suresin)deki: (şüphesiz ki Allah)
"... çok bağışlayan, çok merhamet edendir." sözüne kadar (devam eden)
"mü'minler o kimselerdir ki; Allah'a ve peygamberine (gönülden)
inanmışlardır..."[487]
(mealindeki) ayet(i kerime) yürürlükten kaldırmıştır.[488]
Bu hadis-i şerifte
geçen, iki ayetin tefsirinde, ulema ihtilaf etmiştir. Hasan-ı Basrî ve
İkrime'ye göre, metinde geçen Tevbe süresindeki ayet-i kerimenin hükmünü, Nur
süresindeki ayet-i kerime yürürlükten kaldırmıştır.
Sözü geçen alimlere
göre; Tevbe süresindeki ayet-i kerimede meşru bir sebeple de olsa, mü'minlerin
cihada çıkmamak için Hz. Peygamberden izin istemeleri yasaklanırken
"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah ve peygamberine (gönülden)
inanmışlardır. İçtimai bir iş (görüşmek) üzere o, (Allah'ın Rasûlü ile)
bulundukları zaman, ondan izin almadan gitmezler. (Ey Muhammed), senden izin
alanlar, işte onlar, Allah'a ve Rasûlüne inanan kimselerdir. Bundan dolayı
bazı işler için senden izin istedikleri zaman, onlardan dilediğine izin ver ve
onlar için Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.[489] mealindeki ayet-i
kerimede ise, Hazret i Peygambere meşru mazaretleri olan mü'minlere, cihada
çıkmamaları için izin vermesi emredilmektedir. Bu durum, Nur süresindeki ayet-i
kerimenin yukarıda mealini sunduğumuz, Tevbe suresinin 44. cü ayet-i
kerimesinin hükmünü yürürlükten kaldırdığını ortaya koymaktadır.
Mevzumuzu teşkil eden
bab başlığından musannif Ebu Davud'un da bu görüşte olduğu anlaşılıyor.
Bazı ilim adamlarına
göre ise; bu iki ayet-i kerimenin hükmü arasında bir çelişki olmadığından,
birinin diğerinin hükmünü yürürlükten kaldırması da sözkonusu değildir.
Bu görüşte olan
alimler; Tevbe suresinin 44. cü ayet-i kerimesi "Mü'minler asılsız
mazeretler ileri sürerek cihaddan geri kalmak için Hz. Peygamberden asla izin
istemezler. Ancak meşru bir mazaretleri çıkınca böyle bir izin isteme yoluna
gidebilirler. Fakat münafıklar, birtakım uydurma mazeretler ileri sürerek
harbe çıkmamak için Hz. Peygamberin huzuruna gelip izin isterler."
anlamına gelir ki, Nur suresinin sözü geçen ayet-i kerimesinde buna aykırı bir
hüküm bulunmadığı son derece açıktır. Hatta Nur suresinde mazereti olan
mü'minlere yeteri kadar izin vermesi için, Hz. Peygambere emir vardır.
Binaenaleyh sözkonusu iki ayetten, birinin diğerini neshetmesi düşünülemez.[490]
2772. ...Cerir'den
demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) bana
(hitaben ey Cerir) "Zülhalasa hakkında (hayırlı bir haber getirsen) de
bizi rahatlatsan" dedi. (Ravi Kays rivayetine şöyle devam etti) Bunun
üzerine (Cerir yola düştü, Zülhalasa'-nın) yanma varıp onu parçaladı. Sonra
Ahmes (kabilesin)den Ebû Er-tât künyesiyle anılan bir adamı müjde vermek üzere
peygamber sal-lallahü aleyhi ve selleme gönderdi.[491]
Zülhalasa: Devs, Hasam
ve Becile kabilelerine ait bir putun bulunduğu evin ismidir. Hafız İbn Hacr'in
görüşü budur. Bir rivayete göre bu putun adı zülhalasa idi, bu putun içinde
bulunduğu evin ismi de Halasa idi. Mekke'nin fethinden sonra, Hz. Cerir
müslüman olarak Hz. Peygamberin huzuruna gelmişti. Hz. Peygamber onu Zülhalasa
ismindeki putu kırmaya teşvik edince, Hz. Cerir bu putu kırmak üzere yola çıkmış
ve yanına, kendi kabilesi olan Ahmes oğullarını da alarak putu koruyan, Hasam
kabilesi üzerine yürümüş ve onlarla savaştıktan sonra putu kırmaya muvaffak
olmuş.
Rasûl-ü Zişan
efendimizi memnun etmek için de bu haberi vermek üzere, Ebû Ertat künyesiyle
anılan bir sahabiyi müjdeci olarak göndermiştir. Hz. Cerir'in bu hareketi ve
Rasûl-ü Zişan efendimizin onun bu hareketini tasvib etmesi, Fetih ve zafer gibi
hayırlı haberleri müslümanlara müjdelemenin, bu müjdeyi vermek için özel
müjdeciler göndermenin, müstehab olduğunu gösterir.[492]
2773 . ...Ka'b
b. Malik demiştir ki:
Peygamber (s.a) bir
yolculuktan geldiği zaman, ilk önce mescid-de iki rek'at namaz kılar, sonra da
halkla otururdu. (Musannif Ebu Davud'un şeyhi) İbnü's-Serh (Ka'b b. Malik'in bu
hadisini sonuna kadar) nakletti.[493] (Ka'b
b. Malik konuşmasına devam ederek şöyle) dedi: Rasûlullah (s.a) müslümanlara,
bizim üçümüzle konuşmayı yasakladı. Nihayet, (onların bu küskünlüğü) bana
(iyice) uzayınca (birgün). Amcamın oğlu olan Ebû Katade'nin bahçesinin duvarına
tırmandım ve kendisine selam verdim. Daha sonra ellinci gecenin sabahında, sabah
Alamazını evlerimizden bir evin damında kıldım ve hemen arkasından "Ey
Malik'in oğlu Ka'b müjde sana!" diye bağıran birini işittim ve bana müjde
vererek bağıran kimse yanıma gelince, (üzerimdeki) iki (kat) elbisemi çıkarıp
ona giydirdim (ve) hemen arkasından (Rasûlü Ekrem'in huzuruna varmak üzere)
harekete geçtim. Nihayet mescide girdim. Bir de ne göreyim, Rasûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem (orada) oturuyor. Talha b. Ubeydillah kalktı, koşarak bana
(geldi) benimle, müsafaha etti (elimi sıktı) ve beni tebrik etti.[494]
Ka'b b. Malik (r.a)
tamamı Buhari ve Müslim'de zikredilen bu uzun rivayetinde, Tebük seferine niçin
iştirak edemediğini açıklarken, aynı zamanda bu şanlı seferin bir çok
noktalarına da işaret etmiştir. Hz. Ka'b Ensardandır. Ebu Abdullah künyesini
taşır. Akabe'de bulunan üç şairden biridir. Diğer iki şair de Abdullah b.
Revaha ile Hassan b. Sabit'tir. Fahr-i kainat efendimizin bu güzide
şairlerinden Hassan, şiirlerinde Kureyş'in nesilerini hedef alır. Abdullah b.
Revaha da küfürlerini ayıplardı, Hz. Ka'b ise Kureyş'i daima harb ile tehdid
eden kahramanlık şiirleri söylerdi.
Hz. Ka'b'ın Tebük
seferine iştirak etmediği bir gerçek olmakla beraber, Hz. Peygamberin bu
ateşli şairi, Tebük seferinden korkaklığı nedeniyle geri kaldığı söylenemez.
Aslında, kendisi Bedir'den başka bütün seferlere iştirak etmiş, Uhud harbinde
onbir yara almıştı. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin Buhari'de tam olarak
zikredilen rivayetinden anlaşıldığına göre; Tebük savaşına katılmak için son
derece istekli olduğu halde, savaş hazırlıklarını vaktinde yapamadığı için,
müslümanlarla birlikte sefere çıkamamış ve daha sonraki günlerde de onlara
yetişmemiştir.
Son ömründe gözleri
görmez olmuştu. H. 50. tarihinde Muaviye'nin hilafeti zamanında, yetmişyedi
yaşında vefat etmiştir. Medinelilerden sayılır. Tabiinden bir cemaat
kendisinden hadis rivayet etmiştir.
Sarih Aynı: "Şair
Ka'b'ın bu hadisi elliden ziyade hüküm ve faydayı muhtevidir" diyor ve
birer birer bildiriyor. Bunlardan en mühimi nefiri âm (umumî seferberlik) ilanı
üzerine devletçe vukubulan davete icabet edilmeyip, döneklik ve kaçaklık
gösterilmesinin Allah Teâlâ ve Rasûlullah, tarafından en ağır nefret ve
şiddetle karşılanmış olmasıdır. Dini ve milli bir mühimmeyi hiç bir izaha
muhtaç olmaksızın hadis-i şerifin satırlarında ke-malî vuzuh ile okuyoruz.[495]
1. Hayırlı
bir haberi ulaştırarak, müslümanian sevindırmek müstehabdır.
2. İkram
için, faziletli bir kimseye karşı ayağa kalkmak mustehabdır.
3. Müslümanların
birbirleriyle karşılaştıkları zaman musafaha yapmaları ve büyüklerin
tabilerini sevindiren bir habere sevinmeleri mustehabdır.
4. Devlet
tarafından ilan edilen seferberliğe katılmak her müslümana farz-ı ayndır.[496]
2774. ...Ebû
Bekre'den demiştir ki:
Peygamber sallallahü
aleyhi ve selleme, sevindirici bir haber ulaşınca veya kendisine bir müjde
verilince Allah'a secde-i şükr ederek yere kapanırdı.[497]
Bu hadis-i şerif,
şükür secdesinin meşruluğuna bir delildir.Sübül'üs-Selam müellifi Sana'ni'nin
beyanına göre; İmam Şafiî (r.a) ile İmam Ahmed (r.a) bu görüştedir. İmam Malik
ile İmam Ebû Hanife'ye göre; şükür secdesinde bir kerahet olmadığı gibi mendup
ta değildir. Şükür secdesi için, taharetin şart olup olmadığı hususunda ulema
ihtilaf etmiştir. Bazıları, namaza kıyas ederek şükür secdesi için de
taharetin şart olduğunu söylerken, bazıları da şart olmadığını söylemişlerdir.
İmam Sammanî, taharetin şart olmadığı görüşündedir.
Neyl'iil-Evtar
müellifi Şevkani; şükür secdesinde tekbir getirileceğine dair bir delilin
bulunmadığını söylüyor.
Zad'ül-Mead müellifi
İbn Cevzi; Hz. Ka'b b. Malik'in tevbesinin kabul edildiği haberini alınca,
secdeye vardığım, bunun her hayırlı haberin gelmesinde secdeye varmanın
sahabenin adeti olduğuna delalet ettiğini ve bu secdenin, yeni nimetlere
erişilip, musibetlerden kurtulunca yapılan şükür secdesinden başka bir şey
olmadığını söylüyor. Yine İbn Kayyim'in ifadesine göre; Ebû Bekir es-Sıddık,
Müseylemetü'l-kezab'ın ölüm haberini alınca; şükür secdesine vardığı gibi Hz.
Ali, Haricilerden Züssedyi denilen kişi ölü olarak bulunduğu zaman, Hz. Fahr-i
kainat efendimiz de Hz. Cebrail'in "Kendisine bir defa salat okuyan bir
kimseye, bu salatı karşılığında Allah'ın o kula on defa salatta
bulunacağı" haberini getirdiği zaman ve ümmetine üç defa şefaatta bulunup
da üçünün de kabul edildiğinde, şükür secdesine varmıştır. Nitekim Hz.
Peygamberin şefaat duasının kabul edilmesi meselesi, (2775) numarada
sunacağımız hadis-i şerifte açıklanacaktır.
Şükür secdesi,
konusunda Hanefilerin ed-Dürrü'l-Muhtar isimli meşhur kitabında "Şükür
secdesi müstehabdır. Bununla fetva verilir." diyor. Hanefî ulemasından,
îbn Abidin de bu metni açıklarken şunları kaydetmiştir: Şükür secdesi, yeni
bir nimete nail olan veya Allah Teâlâ kendisine mal, evlat ihsan eden, yahut
bir musibetten kurtulan kimselere müstehaptır. Bu secde için kıbleye dönülür,
Allah Teâlâ'ya şükür için secde edilir. Secdede Allah'a hamd ile teşbih ve
tekbir getirilir. Ondan sonra secde-i tilavette olduğu gibi, secdeden baş
kaldırılır. Sirâc sarihinin "bununla fetva verilir" sözü
imameynindir.
İmam Azam'a gelince;
Muhit'de onun "Ben bu secdeyi vacip görmüyorum. Çünkü vacip olsa, her an
vacip olurdu. Zira Allah Telâlâ'nın kuluna verdiği nimetler, kesintisiz devam
eder. Bunda; güç yetmeyecek şeyi teklif vardır." dediği rivayet
olunmuştur. Zahire'de İmam Muhammed'den rivayet olunduğuna göre; İmam Azam,
secde-i şükürü bir şey saymazmış. Mü-tekaddimin ulema bunun manası hakkında
ihtilafa düştü; bazıları "Onu sünnet saymazdı" demek olduğunu;
bazıları da "tam şükür olmaz" demek istediğini söylemişler.
"Çünkü şükrün tamamı Mekke'nin fethi gününde Peygamber (s.a.)'in yaptığı
gibi iki rek'at namazla olur" demişlerdir. İmam Azam, bu sözü ile secde-i
şükür, vacip değildir, demek istemiştir, diyenler olduğu gibi, "Meşru
değildir. Yapılması mekruhtur. Ondan dolayı sevap verilmez, bilakis terki
evladır" manasına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Musaffa sahibi, bu
kavli ekser ulemaya nisbet etmiştir. Ekser ulemanın bu kavli, İmam Azam'dan
sübut bulmuş bir rivayete dayanıyorsa mesele yoktur. Aksi takdirde, yukarıdaki
iki ibaresinden her ikisi de ihtimallidir. En zahir mana müstehap olmasıdır.
Nitekim bunu imam Muhammed nassan bildirmiştir. Bu hususta birçok hadisler
varit olmuş. Bu işi, Ebû Bekir Ömer ve Ali (r.a) hazeratı yapmışlardır.
Peygamber (s.a.)'in fiilinden mensuhtur diye, bahsetmek doğru olamaz.
"Hılye'de böyle denilmiştir." ibaresi kısaltılmıştır. Sözün tamamı
Hılye ile İmdat'dadır. Onlara müracaat edebilirsiniz.
Münye şerhinin sonunda
şöyle denilmektedir: "Bu hususta peygamber (s.a.)'den bîr çok rivayetler
varit olmuştur. Ondan (secde-i şükürden) mene-dilmez. Çünkü onda (secdede)
tevazu vardır. Fetva buna göredir."
Eşbah'ın çeşitli
meseleler bahsinde şu satırlar vadır: "Secde-i .şükür, İmam Azam'a göre,
vacip değil, caizdir. Ondan rivayet edilen "Secde-i şükür vacip olarak
meşru değildir." sözünün manası da budur, ttimad edilen kavle göre,
ihtilaf onun caiz olup olmadığında değil, sünnet olmasındadır."
"Lakin namazdan
sonra yapılması mekruhtur." Münye şerhinde şöyle denilmiştir:
"Sebebsiz dursa ibadet değildir. Ama mekruh da sayılmaz. Namazın ardından
yapılan secde mekruhtur. Çünkü cahiller onun sünnet veya vacip olduğuna itikat
ederler. Buna sebeb olan her mubah mekruhtur."
Hülasa şudur: Sebebsiz
yapılan secde, cahillerin sünnet olduğuna itikadına vesile olmazsa mekruh
değildir. Ben, vitir namazından sonra bu secdeye devam eden birini gördüm.
Bunun aslının ve senedinin olduğunu söylüyordu. Kendisine buradakini söyledim.
Hemen secdeyi terketti.[498]
2775. ...(Amir
b. Sa'd'ın) babasından demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)'le
birlikte Medine'ye gitmek üzere Mekke'den (yola) çıktık.
Azver'e yaklaştığıız
zaman (hayvanından) indi, sonra ellerini kaldırıp Allah'a bir süre dua etti,
sonra secdeye kapandı, uzun bir süre (secdede) kaldı, sonra kalktı, ellerini
kaldırıp bir süre daha Allah'a dua etti(kten), sonra (tekrar) secdeye varıp
uzun süre (secdede) kaldı. Sonra (tekrar) secdeden kalktı, ellerini kaldırıp
bir süre Allah'a dua ettikten sonra (yine) secdeye vardı. (Bu hadisi Musannif Ebu
Davud'a nakleden) Ahmed İbn Salih Rasûlullah, ellerini kaldırıp bir süre Allah'a
dua etti. Sonra secdeye vardı, anlamındaki) cümleyi üç defa zikretti ve sonra rivayetine şöyle devam etti:
Rasûlü Ekrem bu
duaları ve secdeleri bitirdikten sonra) buyurdu ki:
"Ben Rabbimden
(rahmet) diledim ve ümmetim (in günahlarının affolması, derecelerinin
yükselmesi) için, şefaatte bulundum da bana ümmetimin üçtebirini bağışladı.
Bunun üzerine Rabbime bir şükür olmak üzere secdeye vardım. Sonra başımı
kaldırıp ümmetim için (tekrar) Rabbimden dilekte bulundum. Bana üçtebirini
(daha) bağışladı. Bunun üzerine Rabbime şükür olmak üzere (ikinci defa) secdeye
vardım. Sonra başımı kaldırıp ümmetim için Rabbimden (üçüncü defa olmak üzere
bir) dilekte (daha) bulundum. Bunun üzerine bana (ümmetimin) son üçtebirini
bağışladı. Rabbime şükür olmak üzere (üçüncü kez) secdeye vardım."
Ebû Dâvûd der ki:
(Şeyhim) Ahmed b. Salih bu hadisi bize naklederken (bu hadisin sened
zincirinde bulunan) Eş'âs b. İshâk'ı (zincirden) düşürmüştür, (Fakat) bu hadisi
bana Ahmed b. Salih'ten, Musa b. Sehl er-Remli'de rivayet etti.) Onun rivayet
senedinde ise, Eş'as b. İshak zikredilmiştir.[499]
Musannif Ebu Davud'un
metnin sonuna ilave ettiği ta'likte
mevzumuzu teşkil eden bu hadisin senedinde, Esas b. İshak'ın atlandığını
ifade edilmektedir. Bilindiği gibi senedinden bir ravinin atlandığı bu gibi
hadislere "munkatı" hadis denir. Ve munkatı hadisler zayıf hadislerdendir.
Ancak musannif
kendisine bu hadisi aynı zamanda Musa b. Sehl'in de rivayet ettiğini ve Musa b.
Sehl'in rivayet senedinde Esas b. İshak'ın da bulunduğunu ifade etmektedir.
Merhum Musannif bu ifadesiyle mevzumuzu teşkil eden ve kendisine Ahmed b. Salih
yoluyla gelen bu hadisin başka bir yoldan takviye edildiği için zayıflıktan
kurtulup Hasen derecesine yükseldiğini ifade etmek istemektedir.
Tîbî'nin ifadesine
göre; Hz. Peygamberin Mekke'den Medine'ye giderken Azver denilen yere yakın
bir yerde inip de orada ümmetine dua etmesi, oranın bir hususiyetinden değil,
sadece orada kendisine inen bir vahiyden dolayıdır. Hanefi ulemasından
Aliyyü'l-Kariye göre; ümmetin avamı ve havası için böylesine dua edilen bir
yer hususiyetten uzak olamaz.
Konumuzla ilgili
hadis-i şerifte Rasûl-ü Zişan Efendimizin daha dünyada iken, ümmeti için şefaatta
bulunduğu ve bu şefaatinin kabul edildiği, ümmeti hakkındaki bu isteğinin
kabul edildiğini görünce, şükür secdesine vardığı ifade edilmektedir.
Şefaat; birisi için
ricacı, istirhamcı yalvarıcı ve aracı olmak demektir. Istılahta şefaat;
Peygamber Efendimizin ve diğer büyük zatların ahifet gününde, bir kısım,
günahkar mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere
ermeleri için, Allah Teâlâ'dan niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
Şefaat aslında Allah'a
mahsus bir haktır.[500] Diğer
insanların şefaatçi olmaları ancak onun izni iledir.[501]
Kafirler şefaatten mahrum kalacaklardır.[502] Bir
rahmet kapısı olan şefaatten istifade edemeyeceklerdir.
Ahirette, bütün
insanlara muhakeme ve muhasebenin bir an evvel yapılması için, en büyük şefaatte
bulunacak olan Peygamber Efendimizdir. Yani şefaat kapısını o açacaktır. Onun,
bu şefaatine şefaat-i uzma (büyük şefaat) denir.Onun bu şekilde sahip olduğu
yüksek makam ve imtiyaza da Makam-ı Mahmud denir.[503]
Allah Teâlâ bu şefaati
kabul buyurup ahiret muameleleri için emir buyuracaktır.
İlk şefaatten sonra,
diğer peygamberlere, alimlere, şehidlere şefaat etmek için izin verilecektir.[504]
Yine meleklere ve bazı müminlere de şefaat etmeleri için müsaade edilecektir.[505]
Yine kişinin tuttuğu oruç ve okuduğu Kur'an, Kıyamet gününde kendisine şefaatçi
olacaktır.[506]
Rasûl-i Zişan
efendimizin şefaatinden istifade etmeyecek bir kul bile yoktur. Az da olsa her
kul onun şefaatinden istifade edecektir.
İmam Nevevi'nin
açıklamasına göre; şefaat beş mertebede olacaktır.
1. Haşirde
olan korkulardan kurtarmak için şefaat. Nitekim, bütün insanlar haşirde hesaba
çekilmek üzere korkulu anlar geçirirken, önce Hz. Adem'e daha sonra sıra ile
Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa (a.s) hazretlerine şefaat etmeleri ricasıyla
başvurup da bu ricalarından olumlu bir netice alamadıklarını görünce, Hz.
Peygamber efendimize başvururlar ve onun ricasıyla hepsi oradan kurtulurlar.[507]
2. Bir
topluluğu hesapsız olarak cennete koymak için şefaat.[508]
3. Hesabı
görülmüş ve azaba müstehak olmuş bir topluluğu cehenneme girmekten kurtarmak
için yapılacak olan şefaat.
Nitekim İmam Müslim'in
naklettiği "Sizin peygamberiniz -Ya Rabb selamet ver- der."
anlamındaki hadis-i şerif buna delalet eder.[509]
4. Asilerin
cehenneme girenlerini cehennemden çıkarmak için yapacağı şefaat.. Nitekim
Buhari'nin rivayet ettiği, "Muhammedîn şefaatiyle bir topluluk ateşten
çıkarılıp cennete konur. Bunlar cehennemlikler diye isimlendirilmiş
olanlardır"[510]
anlamındaki hadis buna delalet eder,
5. Dereceleri
yükseltmek için olacak şefaat; İmam Nevevi Ravza isimli eserinde bu şefaatin
sadece peygamberimize has bir şefaat olduğunu zikretmekle yetinmiş, delilini
zikretmemiştir.
Kadı Iyaz, bu
şefaatlere bir altıncısını da ilave ederek "Rasûlullah efendimizin amcası
Ebû Talib'e azabının hafifletilmesi için ettiği şefaat altıncı şefaattir"
demiştir. Hz. Peygamber, şerefli kabrini ziyaret edenlere de şefaat edeceği
gibi, ayrıca müezzine icabet edene ve salihlerin kusurlarım gördüğü halde
onları görmezden gelenlere de şefaat edecektir. Ancak bu zümreler, yukarıda
geçen beş sınıfın dışında değillerdir.[511]
et-Tâc musannifinin
açıklamasına göre, yukarıda beş maddede zikrettiğimiz şefaat çeşitlerinden,
birinci ile ikinci sadece Fahr-i kainat efendimize aittir.[512]
Bezlü'l-Mechûd yazarı
eş-Şeyh Halil Ahmed'in beyanına göre, mevzu-muzu teşkil eden hadis-i şerifte
Rasûl-ü zişan efendimizin ilk duasında, bağışlananların (icabet) ümmetinin
üçtebirini teşkil ettiğinden bahsedilen zümre, sabikun denilen ve İslamî
hakikatleri öğretmek için canla başla çalışan ve hayırda yarışı kazanan
müslümanlardır. İkinci duadan sonra bağışlananlar-sa, Allah'ın kitabından
ayrılmayarak ömürlerinin ekserisini adalet üzerine geçiren müslümanlardır.
Üçüncü duadan sonra bağışlananlarsa nefislerine zulmedenlerdir.
Hz. Peygamberin bu üç
zümreden birincisiyle, ikincisine şefaati, onları haşirde beklemekten kurtarma
şeklinde olacaktır. İlk iki zümreye şefaatin onların makam ve derecelerinin
yükselmesi şeklinde olabileceği düşünülebilir. Çünkü bu iki zümre cennete
Rasûl-ü ekremin şefaatıyla değil Allah'ın rahmetiyle gireceklerdir. Nitekim
Taberani'nin İbni Abbas'dan mevkuf olarak naklettiği bir hadis-i şerifte
"Önce hesabı olmayanlar, adalet edenler, Allah'ın rahmetiyle cennete
girerler. Sonra kendine zulmedenler ve Araf ehli Rasûlullah (s.a)'in şefaatıyla
cennete girerler.[513]
buyurmuştur.[514]
1. Sevindirici
bir olayla karşılaşınca şükür secdesine varmak caizdir.
2. Şefaat
haktır.[515]
2776. ...Cabir
b. Abdillah'dan demiştir ki: "Rasûlullah (s.a) (yoldan gelen) bir kişinin
ailesinin yanına (geceleyin) girmesini çirkin görürdü."[516]
Turûk: Geceleyin
gelmek demektir. Bu hadis-i şerifte uzun bir yolculuğa çıktığı için, uzun zaman
ailesinden ayrı kalan bir kimsenin dönüşte ansızın evine gelmesi mekruhtur.
Çünkü böyle uzun zaman ailesinden uzakta kalan bir kimse ailesinin yanına
ansızın girecek olursa, onu çirkin bir kıyafetle, temizliğini ihmal etmiş ve
kocası için gerekli temizliği yapmamış bir halde bulması mümkündür. Böyle bir
hal ise o kimsenin karısından nefret etmesine yol açacaktır.
Nitekim ashabdan
Abdullah b. Revana geceleyin bir seferden dönüp ansızın evine girmek
isteyince, bir kadının karısının saçlarını taramakta olduğunu gördü, onu öldürmek
için kılıcına sarıldı'. Fakat gerçeği anlayınca bundan vazgeçti. Durumu Hz.
Peygambere anlatınca, Rasulü Ekrem, geceleyin seferden dönen bir kimsenin
ansızın karısının yanına girmesini yasakladı.
Durum böyle olunca,
geceleyin yoldan gelen bir kimsenin ansızın ailesinin yanına girmesi uygun
değildir.
Fakat yolcu yakın bir
yere gitmiş karısı gelmesini bekliyorsa, evine gece dönmesinde beis yoktur.
Keza askerde veya benzeri kalabalık bir cemaat içinde seferde bulunur da
dönmekte oldukları ve şimdi şehre girecekleri haber verilirse, istediği zaman evine
girmesinde beis yoktur.[517]
2777. ...Cabir'den
demiştir ki:
Peygamber (s.a)
(şöyle) buyurmuştur. "Seferden dönen kişinin ailesinin yanına gireceği
vaktin en güzeli gecenin başlangıç zamanıdır."[518]
Metinde geçen ahsene
kelimesinin başında bulunan ma kelimesi bazılarına göre ismi mevsuldur ve sıla
cümlesinde bulunması gereken aid zamiri hazf edilmiştir. Bu takdirde hadise
"seferden dönen bir kimsenin ailesinin yamna gireceği vakitlerin en
güzeli, gecenin ilk vaktidir." şeklinde mana vermek icabeder.
Bazılarına göre ise bu
"ma" masdariyyedir. Bu takdirde hadis: "Seferden dönen kişinin
ailesinin yanına girmesinin en güzeli, gecenin ilk zamanındaki girişidir"
anlamına gelir. Tîbîye göre, bu "ma" ile ilgili tevcihlerin en güzeli
"ma"nın mevsufe olduğunu kabul eden tevcihtir. Bu tevcihe göre
hadisin manası: "Seferden dönen kişinin ailesinin yanına girme vakitlerinin
en güzeli gecenin başlangıcıdır" şeklindedir.
Görüldüğü gibi bu
takdir ve tevcihlerin belirlediği manalar arasında önemli bir fark yoktur.
Netice itibariyle hepsi de birdir.
Bir önceki hadis-i
şerifte, seferden dönen birkimsenin, geceleyin ailesinin yanına ansızın
girivermesi yasaklandığı halde bu hadis-i şerifte, seferden dönen bir kimsenin
karısının yanına girebileceği en uygun vaktin; gecenin ilk saatleri olduğu
ifade edilmektedir. Zahiren bu iki hadis arasında, bir çelişki bulunduğu
kanaati uyanıyorsa da aslında bu iki hadis arasında bir asla bir çelişki
yoktur. Hadiste "Seferden dönen kişinin karısının yanına gelmesinden
maksat onun yanına ansızın girmek değil, onunla cinsî münasebette
bulunmaktır."
Oysa bir önceki hadisi
şerifte "geceleyin seferden dönen kişinin yanına girmesi” sözünden maksat;
yerinde de açıklandığı üzere onun yanma ansızın girmektir.
Seferden dönen
kimsenin ailesiyle cinsî münasebette bulunacağı en uygun saat, gecenin ilk
saatleridir. Yolculuk sebebiyle karısından uzun süre ayrı kalan kimse,
şehvetini teskin etmeye son derece muhtaçtır. Şehvetini gidermeden sakin bir
uykuya varıp yorgunluğunu gidermesi, mümkün değildir. Bu bakımdan, daha gecenin
ilk saatinde cima ederek uykuya varması tavsiye edilmiştir.[519]
2778. ...Cabir
b. Abdillah'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a) ile
birlikte bir yolculukta idik (seferden dönüp ailelerimizin yanına) girmeye
kalkıştığımızda (Rasûl-i Zişan Efendimiz):
"Yavaş olunuz,
(kadınlarınızın yanına) geceleyin (yatsı vaktinde) girelim, dağınık saçlı olan
(kadınlar) taransın, kocası gurbette olan (lar) da usturasını kullansın."
buyurdu.[520]
Ebû Dâvûd der ki:
Zühri "Geceleyin girmekten maksat yatsıdan sonra girmektir" dedi.
Akşamdan sonra girmekte de sakınca yoktur.[521]
2776 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, geceleyin yoldan dönen bir kimsenin,
ansızın ailesinin yanına girmesi mekruhtur. Çünkü kadın, kocası için gerekli
temizliği ve süslenmeyi yapmamıştır. Kişi, karısını bu halde görünce; ondan
soğuyabilir. Bu sebeple, yoldan dönen bir kimsenin karısının yanına varmadan
önce, onu geldiğinden haberdar ederek gerekli temizliği yapmasına imkan verecek
kadar yanına varmakta, geç davranmalıdır.
Bu hadisin sonundaki
ta'likten anlaşıldığına göre; musannif Ebû Dâvûd "Seferden dönünce ev
halkına haber vermeden ansızın eve girmekle ilgili bu yasağın, seferden
yatsıdan sonra dönen kimselerle ilgili olup, akşamdan sonra seferden dönen bir
kimsenin yatsıdan önce ailesinin yanına ansızın girmesinde bir sakınca
olmadığı" görüşündedir. Çünkü akşamdan sonra ve yatsıdan önce, evine
dönen bir yolcunun karısı, gerekli temizliği yapma fırsatına sahiptir.[522]
2779. ...
es-Saib b. Yezid'den demiştir ki:
Peygamber sallallahü
aleyhi ve sellem Tebük gazvesinden döndüğü zaman, kendisini halk (yolda)
karşıladı çocuklarla birlikte ben de onu Veda tepesinde karşıladım.[523]
Tebük; Medine ile Şam
arasında bir yerin adıdır. Karayolu ile hacca gidenler, Tebük'ten geçerler.
Tebük gazvesi, miladın 630. senesinde, (hicretin 9. senesinde) vuku bulmuştur.
Seniyyetü'l-veda:
Medine'nin dışında bulunan bir tepedir. Cahiliyye devrinde, Medine'den taşraya
gitmek isteyenler buradan uğurlandığı için bu tepeye Uğurlama tepesi anlamına
Seniyyetü'l-veda ismi verilmiştir.
Çocukları, savaştan
veya hacdan dönen kimseleri karşılamaya göndermekte onları güzel ahlaklara alıştırmak
ve onlara seferden dönenlerin duasını kazandırmak gibi faydalar vardır.
el-Mihleb'in beyanına göre hacıları ve gazileri yolda sevinçle karşılamakta
emr-i maruf manası vardır. Bu iyi amellerden biridir.[524]
2780. ...Enes
b. Malik'den demiştir ki:
Eşlem (kabilesin)den
biri (Hz. Peygamberin huzuruna gelip):
"Ey Allah'ın
Rasûlü ben (Allah yolunda) savaşmak istiyorum, (fakat) benim savaş hazırlığı
yapacak malım yoktur." demiş. (Hz. Peygamber de):
"Ensardan olan
falan kimseye git (harp malzemelerini ondan iste). Çünkü b, gerekli hazırlığı
yaptı ve hastalandı. Ona -Rasûlullah (s.a.)'in sana selamı var (harp için)
hazırladığın malzemeleri bana ver (eceksin) de." buyurmuş. Bunun üzerine o
(genç, gidip) Ensarlı zata bu sözü söylemiş, o zat da karısına "ey kadın
harp için bana vermiş olduğun malzemeyi bu adama ver, onlardan hiçbir şeyi
(yanında) bırakma. Allah aşkına ondan hiçbir şey bırakma ki Allah onun hakkında
sana bereket versin." demiş.[525]
Şafiî alimlerinden
Nevevî'nin açıklamasına göre; bir kimse malını Allah yolunda sarfetmek üzere
ayırır, buna imkan bulamazsa, onu başka bir hayra sarfetmesi müstehabdır. Nezr
etmedikçe, bu malı ilk niyyet ettiği yere sarfetmesi gerekmez. Fakat o malı
ayırırken belli bir yere sarfetmek için nezretmişse, onu mutlaka nezrettiği
yere sarfetmesi icabeder. Başka yere sarf edemez.
Hafız el-Münziri'ye
göre; sözü geçen Ensarlı şahabının bu malzemeyi ayırırken Allah yolunda
yapacağı savaşta sarfetmek üzere ayırdığı halde, hastalığı yüzünden buna
muvaffak olamadı, yine Allah yolunda sarfetmiş olmak gayesiyle Eslemli gence
verdiği düşünülebileceği gibi, Rasûlü zişan efendimiz, emrettiği için verdiği
de düşünülebilir.
Ayrıca bu hadis, hayra
delalet etmenin faziletini de ifade etmektedir.[526]
2781. ...Ka'b
b. Malik'den demiştir ki
Hz. Peygamber,
yolculuktan ancak gündüzün dönerdi. Hasan (b. Ali ise Hz. Peygamberin seferden
ancak)kuşluk vakti(dönerdi dediğini) ve seferden dönünce (de ilk iş olarak
doğruca) mescide varıp orada iki rek'at namaz kıldıktan sonra, (Müslümanlarla
görüşmek üzere orada bir süre) oturduğunu söylemiştir.[527]
Bu mevzuda, ed-Dürrü'l-Muhtar'da
şöyle deniyor: "Menduplardan bazıları da, yola çıkılacağı zaman kılınan
iki rek'at ile, yoldan dönüldüğü zaman kılınan iki rek'at namazdır.1' Bu
metinle ilgili olarak merhum İbn Abidin şu açıklamayı yapmıştır: 'Mukattam b. Miktam'dan rivayet edilmiştir
ki, Rasûlullah (s.a.):
"Hiç bir kimse
sefere çıkacağı zaman ailesine onların yanında kılacağı iki rek'at namazdan
daha faziletli bir şey bırakmaz." buyurmuştur. Bu hadisi Taberanî rivayet
etmiştir. Ka'b b. Malik'den de şu hadis rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a)
ancak gündüzleyin kuşluk zamanında seferden dönerdi. Dönüşte mescidde iki
rek'at namaz kılardı. Sonra orada otururdu.
Bundan anlaşılan,
sefer namazının eve, dönüş namazının da mescide mahsus olmasıdır. Şafiiler bunu
açıkça söylemişlerdir.[528]
Görülüyor ki, bu
hadis-i şerif, sefere çıkan bir kimsenin memleketine gündüzün kuşluk vakti
girmesinin ve ilk iş olarak mescide girip orada iki rek'at namaz kılmasının
müstehab olduğunu ifade etmektedir.[529]
2782. ...îbn
Ömer'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
(veda) haccından döndüğü zaman, Medine'ye girmiş, mescidinin önünde devesini
çöktürmüş, mescide girip orada iki rek'at namaz kılmış, sonra evine girmiştir.
(Bu hadisi Îbn
Ömer'den rivayet eden) Nafi; "îbn Ömer de böyle yapardı" dedi.[530]
Bu nacusi §erif»
yoldan gelen bir kimsenin evine varmadan önce, mahalle mescidine uğrayarak
orada iki rek'at namaz kılıp evine ondan sonra dönmesinin sünnet olduğuna
delalet etmektedir.
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız; bu dönüş namazı kılınınca, aynı zamanda sahibinin
seferden döner dönmez ansızın eve girme gibi yasak bir işi işlemekten alıkoyar
ve hanımına da kocasının dönüş haberini alarak onu karşılamak üzere gerekli
hazırlığı yapma imkanı verir.[531]
2783. ...Ebû
Said el-Hudri(nin) haber verdiğine göre: Rasûlullah (s.a.) "Yaptığınız bir
taksimden dolayı kendinize de bir pay ayırmaktan sakınınız." buyurdu. (Ebû
Said sözlerine devam ederek) dedi ki: Biz (ey Allah'ın Rasûlü) "Kusame
nedir?" diye sorduk. Rasûlullah:
"Bir şey, bazı
kimseler arasında müşterek olur (Birisi de onu paylaştırmak üzere) gelir. (Bir
kısmını kendisine ayırarak) onu eksiltir." (İşte Kusame budur) buyurdu.[532]
Bab başlığında bulunan
mukasim kelimesi Bölüştürücü anlamına gelir. Eğer bu kelime başında bulunan
"mim” harfinin fethasıyla mekasim şeklinde okunursa o zaman, bir mimli
masdar olan ve kısmet anlamına gelen maksim kelimesinin çoğulu olur. Bilindiği
gibi kısmet, (taksim) ortaklığa son vermek, birden fazla kimsenin bir maldaki
karışık ve orantılı hisselerini birbirinden ayırdetmek demektir.
Taksimin meşruiyeti;
kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Kur'an-ı Kerim'de de "Biliniz ki
ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beştebiri Allah'ın,
Rasûlünün, hısımlarının, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Allah herşeye
hakkı ile kadirdir.”[533]
Duyurulmaktadır ki bu da taksimden ibarettir.
Hz. Muhammed de,
ganimet ye mirasları taksim etmiştir. Hayber arazisini, sahabe arasında
paylaştırdı. Hz. Ali de Abdullah b. Yahya'yı hane ve arazileri taksim etmekle
vazifelendirmişti. Abdullah bu işin karşılığında bir ücret te alıyordu.[534]
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, hadis-i şerifte yasaklanan husus, bilir kişi olarak bir
toplumun müşterek olan mallarını paylaştırma vazifesini üzerine alan bir
kişinin, bu görevi yerine getirirken o malın bir kısmını kendisine
ayırmasıdır. Fakat herhangi bir kimsenin, ortaklarla anlaşarak yapacağı taksim
karşılığında belirli bir ücret isteyip onu almasında bir sakınca yoktur.
Nitekim bu husus bir sonraki tercümesini sunacağımız hadis-i şerifte de
açıklanmaktadır.
Fakat böyle bir
anlaşma olmadığı halde, hisseleri ayırdeden bir kimsenin, o maldan bir kısmını
kendisine ayırmasının haram olduğunda alimler ittifak etmiştir. Mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte, yasaklanan da bu muameledir, îbn Şîrîn, ortak bir
malı, hissedarlar arasında paylaştıran kimsenin bu emeğine karşılık ücret
almasında bir sakınca görmezdi. Ancak Hafız Îbn Hacer'in beyanına göre; İmam
Malik (r.a) bu ücreti almanın mekruh olduğunu söylemiştir.[535]
2784. ...Peygamber
(s.a.)'den (bir önceki hadisin) benzerini (miirsel olarak) Ata b. Yesar da
(rivayet etmiştir. Ata b. Yesar) Bir kimse, bir topluluk üzerinde (bilir kişi
olarak görevli) olur da bir şunun bir de bunun hissesinden alır. (İşte hadiste
yasaklanan budur) dedi.[536]
Gerek bu hadis-i
şerifte, gerek bir önceki hadis-i şerifte bilir-kişi veya başkan olarak bir
toplumun müşterek mallarım dağıtma görevini üzerine alan bir kimsenin, mal
sahiplerinin hisselerinden ken: dişine birşeyler ayırarak az da olsa, onların
haklarını ellerinden almasının yasak olduğu, ifade edilmektedir. Fakat bir
kimsenin müşterek bir malı, hissedarları arasında dağıtması karşılığında ücret
almasında herhangi bir sakınca yoktur. Hadis-i şerifte bunu yasaklayan bir
ifade de yoktur.[537]
2785. ...Peygamber
(s.a.) sahâbîlerinden bîr adam, Ubeydullah b. Süleyman'a (şöyle) demiştir: Biz,
Hayber'i fethettiğimiz zaman (mü-câhidler) mal ve esirden (ele geçirdikleri
tüm) ganimetlerini (ortaya) çıkar(ıp paylaş)tılar. Bunun üzerine halk
ganimetlerini değişmeye başladı. Derken (Hz. Peygamberin huzuruna bir) adam
geldi ve "Ey Allah'ın Rasûlü! Bugün ben şu vadi halkından hiçbirinin
benzerini kazanmadığı bir kazanç elde ettim." dedi. (Hz. Peygamber de): "Vay,
yazıklar olsun sana! Sen ne kazandın?" dedi. (O zat ta) "Alışverişe
devam ettim. Nihayet üçyüz okka kazanç elde ettim" cevabını verdi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a): "Ben sana kişinin kazandığı kazancın en
hayırlısını haber vereyim mi? buyurdu (O zat ta):
" O nedir ey
Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. (Hz. Peygamber de): (Farz olan) namazdan
sonra (kılınan) iki rekat (nafile namaz) dır buyurdu.[538]
Ukiyye: 7 mıskal (33,6
gr) altın veya 40 dirhem (128 gr) gümüş demektir.
Bu hadis-i şerifte,
savaşta ahş-veriş meselesi işlenmektedir.
Şafiî alimleri, bu
hadisin zahirine bakarak, savaş alanında alışveriş yapmanın caiz olduğunu
söylemişlerdir. Bu hadis-i şerifte, her ne kadar iki rekat nafile namaz
kılmanın, savaş alanında alışveriş yoluyla elde edilecek en büyük maddi
kazançtan daha kârlı olduğu ifade ediliyorsa da, bu alışverişin caiz olmadığına
dair bir ifade yoktur.
Nitekim Musannif Ebû
Dâvûd da bu görüşü tercih etmiştir.
Hanefilere göre; savaş
alanında yapılan alışveriş sahihse de, bu fiili işlemek mekruhtur. Bu hadis-i
şerifte, sözkonusu edilen alışveriş, Hayber ganimetleri ile ilgilidir. Bu
husus metinde açıkça ifade edilmektedir. Ayrıca hadis-i şerifte, bu alışverişin
ganimet mallarının mücahidler arasında taksim edilmeden ya da orası İslâm
ülkesi haline gelmeden Önce yapılan başka bir alışveriş olduğuna dair bir ifade
yoktur.
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, Hayber fethedildikten sonra orası harp ülkesi olmaktan çıkıp,
islâm ülkesi olmuştu. Bu sebeble, orada ele geçmiş olan ganimetler, gaziler
arasında paylaştırılmıştı. Artık bu ganimetlere tam manasıyla sahip olan
gaziler, bu malları kendi aralarında değişiyorlardı. Bu bakımdan Hz. Peygamber
onları bundan menetmedi. Sadece farzlardan sonra kılınacak iki rekatlık bir
nafile namazın, cihadın ruhuna daha uygun ve ganimet mallarının değişiminden
elde edilecek kârdan daha hayırlı olduğunu ifade buyurmakla yetindi.
"Gerçi dar-ı harp'te ganimet malı taksim edilmez. Ancak hükümdar, ganimet
malının gaziler arasında taksim edilmesinin faydalı olduğu içtihadında bulunur
veya gazilerin ona ihtiyacı olursa bu takdirde taksim sahih olur.[539] Hz.
Peygamber de, askerlerin ganimete muhaç olduklarını gördüğü için, ganimetleri
Medine'ye nakletmeden mücahitler arasında paylaştırmış, gazilerde artık tamamen
kendi mülkleri haline gelen bu mallan, Hayber tamamen fethedilip İslâm diyarı
haline geldikten sonra, kendi aralarında değişmiş olabilirler.
Hanefi alimlerine
göre; ganimetlerin mülk haline gelebilmesi paylaştı-rılmaları sonucu gazilerin
eline geçmesiyle olur.[540]
Şafiîlere göre;
ganimetler sadece kafirlerin elinden müslümanların eline geçmesiyle mülk haline
gelir. Üzerinde alışveriş gibi tasarruflarda bulunabilirler. İşte, savaş
alanında ganimetlerin taksimi ve satış meselesinin caiz olup olmaması meselesinde
Hanefi alimleri ile Şafiî alimleri arasında ihtilafın aslı, ganimet mallarının
ne zaman mülk haline geleceği meselesindeki bu anlayış farkından
kaynaklanmaktadır.[541]
2786. ...Dıbâb
(oğulların)dan Zülcevşen lakabıyla anılan bir adamdan rivayet olunmuştur ki:
Ben (müşrik iken)
Peygamber (s.a.), Bedir mücâhidlerinin işlerini bitirdikten sonra, kendisine
bana ait Karha diye anılan bir kısrağın tayını götürdüm ve:
"Ey Muhammed
sahiplenmen için sana, karhâ'nın erkek yavrusunu getirdim." dedim.
“Benim Ona ihtiyacım
yok. Eğer sen onu Bedr'in zırhlarından seçilmiş bir zırhla değiştirmemi
istersen (onu) yaparım" buyurdu. Ben de:
"Ben bugün onu
(değil bir zırh) bir atla bile değiştirecek değilim" dedim. (Bunun
üzerine)
"Benim (de) ona
ihtiyacım yok" buyurdu.[542]
Metinde kendisinden
Zülcevşen diye bahsedilen zatın ismi ihtilaflıdır. Bazıları bu zatın isminin
Evs olduğunu bazıları da Osman olduğunu söylemişlerdir. Bu rivayetler arasında
en meşhur olanı, bu zatın isminin Şurahbil olduğunu ifade eden rivayettir. Bu
zât vaktiyle İran'a gidip Kisra'nın huzuruna varmış, kisra da ona bir zırh
giydirmişti,
Bu hadiseden sonra
araplar arasında, ilk defa zırh giyen bir kimse olarak bu zata zırh sahibi
anlamına gelen Zülcevşen ismi verildi. Kendisi iyi bir binici ve şairdi.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinde bu zatın, bir tay hediye etmek üzere Hz. Peygamberin yanına geldiği
zaman, henüz müşrik olduğu ve Hz. Peygamber kendisini, islam'a davet ettiği
halde İslâmı kabul etmediği ve Mekke'nin fethine kadar küfür üzerinde kaldığı
ifade edilmektedir.
Konumuzla ilgili
hadisin ifadesinden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber, küfür diyarında yaşayan
bir kimseye Bedir ganimetleri içerisinde bulunan harp malzemelerinden bir
zırhı seçip vermek istemiş, fakat o müşrik buna ihtiyacı olmadığını belirtince
bundan vazgeçmiştir. Bu durum, küfür diyarına düşmanın işine yarayacak bir
silah götürmenin caiz olduğunu ifade eder. Eğer bu caiz olmasaydı, Hz.
Peygamber, Bedir ganimetleri arasında bulunan güzel bir zırhı o müşriğe
vermeye teşebbüs etmezdi. Hanefi alimlerine göre; bir müslüman, düşman ülkesine
at, silah, esir, demir gibi düşmanın harpte işine yarayacak şeyler götürmesi
caiz değildir. Nitekim İbrahim En-Neha Ata b. Ebî Rebah, Ömer b. Abdül-Aziz
(r.a) de bu görüştedirler.
Sözü geçen alimlere
göre, düşman ülkesine götürülen harp malzemele ri, düşmanın eline geçmekle
onları müslümanlara karşı daha güçlü hale getireceğinden, bu malzemelerin
düşman ülkesine götürülmesi caiz olamaz. Çünkü müslümanlar düşmanın
kuvvetlerini takviye ile değil onu kırmakla ve fitnelerine son vermekle
mükelleftirler. Nitekim yüce Allah Kuran-ı Keriminde "Onlarla savaşın ki:
Fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah'ın dini olsun."[543]
buyurarak bu mevzudaki hükmünü açıkça ortaya koymuştur. Ayetin sübutu ve hükmü
daha kesin ve açıktır. Konumuz olan hadise tercih edilir.
Bir esir, düşmanın
işine bilfiil yardımcı olacağından düşman ülkesine götürülmesi caiz olmadığı
gibi, silah olarak kullanılabileceği için, düşman ülkesine demirin götürülmesi
de mekruhtur. Bu hususta işlenmiş demirle ham demir arasında bir fark yoktur.
Çünkü işlenmiş demirin aslı ham demirdir. Aynı asıldan çıkan şey hakkında sabit
olan hüküm onun aslı hakkında da sabittir, geçerlidir.
Her ne kadar Hz.
Peygamberin, düşman ülkesine yiyecek maddesi gönderdiğine dair Şemame b. Esan
El-Hanefi'den rivayet edilmiş bir hadis varsa da, hadis munkati olduğundan,
delil olma niteliğinden mahrumdur.[544]
2787. ...
Semüre b. Cündüb'ten demiştir ki:
Rasûlullah (s.a)
"kim müşrikle beraber olur ve (müşrik diyarında) Onunla beraber ikamet
ederse o da müşrik gibidir." buyurmuştur.[545]
Hadis-i şerifte,
kafirlerle beraber olup, her hususta onlarla anlaşarak arkadaşlık ve dostluk
kurduktan sonra, onlarla birlikte, onların ülkesinde kalan kimselerin, onlardan
sayılacağı ifade edilmektedir.
Avnu'Mna'bûd yazarının
açıklamasına göre; metinde geçen müşrik kelimesiyle kasdedilen kafirlerdir.
Kafirler genellikle müşrik oldukları için, metinde kafir yerine müşrik
kelimesi kullanılmıştır.
Abd-ür-rauf
El-munavi'nin Feyzüi-Kadir'indeld ifadesine göre, metinde geçen câmea kelimesi
evlendi anlamınadır. Bu hadis, müşrik bir kadınla evlenip te onunla birlikte
yaşayan kimsenin kafirlerden sayılacağını ifade etmektedir.
Yine Avnu'l-Ma'bud
yazarının açıklamasına göre, müşriklerle beraber ikamet etmekten maksat küfür
ülkesine yerleşmek ve orada ölünceye kadar, onlarla beraber yaşamaya niyet
etmektir.
Çünkü Allah
düşmanlarına yönelmek ve onlarla dost olmak, Allah'dan yüz çevirmeye sebep
olur. Allah'dan yüz çeviren kimseyle de şeytanlar dost olur ve onu küfre
götürürler.
Zemahşeri'nin dediği
gibi, bu kaçınılmaz bir sonuçtur: Zira dostu dost edinmekle, düşmanı dost
edinmek birleşmesi mümkün olmayan iki zıttır.
Nitekim yüce Allah;
"müminler, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa,
Allah ile dostluğu kalmaz.”[546]
buyurarak bu gerçeği açıkça bildirmiştir.
Müminlerin dostluğuna
layık olanlar, yine müminlerdir. Fakat bir mümin, bir kafiri dost edinecek
olursa, bu dostluk o müminin imanının zayıflayarak yok olmasına sebep olur. Bu
sebeple, Cenab-ı Hak: "Ey inananlar, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz,
sizi gerisin geri (küfre) çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz."[547] buyruğuyla
mümin kullarına, bu tehlikeyi açıkça haber vermiştir. Ahmed b. HanbeFin İbn
Dinar'dan naklettiği bir hadis-i şerifte şu mealdedir: "Allahu Teala
peygamberlerden birine Vahy edip: -Kavmine söyle düşmanlarımın girdikleri
yerlere girmesinler, onların giydiklerini giymesinler, bindiklerine binmesinler
(Eğer bunları yapacak olurlarsa) onlar da diğerleri gibi düşmanım olurlar-
buyurmuştur.
Alkami Elcâmiu's-sağır
üzerine yazdıği'(Elkevkebü'l-münir" isimli eserde, mevzumuzu teşkil eden
hadisin hasen hadis olduğunu kaydettikten sonra, bu hadisin kafir diyarında
yaşayıp ta İslam ülkesine göç etmeye gücü yeten fakat orada dinini açıklamaya
gücü yetmeyen bir müminin İslam ülkesine göç etmesinin farz olduğuna delâlet
ettiğini ve bir müslümamn kâfirler arasında herzaman aciz duruma düşmeye mahkum
olduğunu söylüyor. Nitekim Ta-beranî'nin rivayet ettiği bir kudsi hadiste de:
"Ben müşriklerle beraber olan her ntüslümandan beriyim." buyuruluyor.
Bezl-ül-mechûd
yazarının açıklamasına göre, sözkonusu hadis-i şerifte, müminlerin sakındırılmak
istendiği mesele, adette, merasimlerde kılık ve kıyafette müşriklere
benzemekten ibarettir. Onlarla beraber olmak, dostluk kurup sohbet etmek
zamanla onlara benzemeye sebep olduğundan hadis-i 'şerifte "Onunla beraber
olursa" Cümlesi bu benzemenin sebebi olarak zikredilmiştir. Bu izaha göre
hadis-i şerifin meali şöyledir: Kim müşriklerle birlikte ikamet ederek onlar
gibi yaşarsa, tamamen onlardan olması yakındır."[548]
[1] el-Enfâl (8) 65.
[2] el-Enfâl (8) 66.
[3] el-Enfâl (8) 66.
[4] Buhârî, Tefsirü'l-Kur'ân suretü'l-Enfâl 6,7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/180.
[5] el-Enfal (8) 66.
[6] Miras Kâmil, tecrîd-i sarih VIII, 348 1.baskı.
[7] Bezlü'l-Mechûd, VII, 158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/181.
[8] Tirmizî, cihâd 36; Ahmed b.Hanbel, 11,70,86,100,111.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/181-182.
[9] en-Nisa (4), 121.
[10] Aliyyü'1-kârî, Mirkatü'l-Mefâtîh IV, 238.
[11] el-Enfâl (8) 16.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/182-183.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/183-184.
[14] el-Enfâl (8) 16.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/184.
[16] el-Enfâl (8) 66.
[17] el-Enfâl (8) 15.
[18] Kurtûbi, el-Câmiu'l-ahkâm, VII, 381-382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/184.
[19] Buhari, menâkıb 25, ikrah 1; Ahmed, b.Hanbel,
V,109-110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/185.
[20] el-Mü'min (40), 60.
[21] el-En'âm (6), 43.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/186-187.
[23] Buhari, cihâd 141; Tefsir sûre (60), 1; Meğazi 46;
Müslim, Fezailu's-sahâbe 161; Tirmizi, Tefsir sûre, (60),l;Ahmed b.Hanbel 1,79.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/187-189.
[24] el-Mümtehine (60), 1.
[25] Miras Kâmil, Tecrid-i sarih, X, 324.
[26] bk. Miras Kâmil, Tecrîd-i sarih, X, 322.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/189-191.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/191-192.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/192-193.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/193.
[31] Ahmed b.Hanbel IV, 236.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/193.
[32] Bk. Şevkâni, Neylü'levlâr, VIII, 9.
[33] Mansûr Ali Nâsûh, Et-Tâc, IV, 401.
[34] Bk. A. el-Bennâ, el-Fethurrabbânî, XIV, 112.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/193-195.
[36] Buhârî, cihâd 173; İbn Mâce, cihâd 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/195-196.
[37] Bilmen Ö.N. Hukuku İslâmiyye, III. 347.
[38] Miras Kâmil,Tecrid-i Sarih, VIII, 475, 476.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/196-197.
[39] bk. Müslim, cihâd 45.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/197-198.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/198.
[42] bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi VIII,
497.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/198.
[43] Buhârî, cizye 1; Tirmîzi, siyer 46; Ahmed b.Hanbel,
445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/199.
[44] Bk. Tirmizî, siyer 46.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/199-200.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/200.
[47] Şevkâni,
Neylu'l-evtâr VII, 276
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/200-201.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/201.
[50] Bu hadis için bk. 1528 numaralı hadis; Miras Kâmil
Tecrid-i Sarih, 1254 numaralı hadis.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/201.
[52] Buhârî, cihâd 167; Müslim, cihâd 78-80.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/202.
[53] Ayrıntılı bilgi için bk. 1213 no'lu hadis.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/202-203.
[55] Nesâî, zekât 66; Ahmed b.Hanbel, V,63, 445-446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/203-204.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/204-205.
[57] Buhârî, cihâd 170, meğazi 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/205-206.
[58] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-bârî, VII, 382-383.
[59] bk. Erdem H.H. Rıyaztı's-Sâlih'in 1 erce m esi, III,
101.
[60] Riyazu's-Sâlihin Terce m esi, III, 101.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/207-209.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/209-210.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/210.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/210.
[65] Buhârî, Tefsir III, 10; Buhârî, cihâd 164; Ahmed
b.Hanbel, IV, 293,294; Buhârî, Meğazî 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/210-211.
[66] Âl-i İmrân (3),
121.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/211-212.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/212.
[69] Buhârî, cihâd 78; Megâzî 10; Ahmed b.Hanbel, III, 98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/213.
[70] es-Saff (61), 4.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/213-214.
[72] Buhârî, Megâzî 10; Ahmed b.Hanbel III, 98.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/214.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/214.
[74] Buharı, meğâzi 8, 23; tefsir 22/3; Ahmed, I, 117.
Hakka, (69), 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/215-216.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/216.
[76] el-Hacc (22), 19.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/216.
[78] Ibn Mâce, diyet 30; Ahmed b.Hanbel, I, 393.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/217.
[79] bk. 2815 numaralı hadis
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/217-218.
[81] Buhârî, meğazî 36; Müslim, ilim 15; Ebû Dâvûd, zekât
39; Nesaî, cum'â 26; Tahrim 10; Darimî, mukaddime 44; Ahmed b.Hanbel, II, 471,
560; III, 314, 318; IV, 361, 362.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/218.
[82] bk. Davudoğlu Ahmed, tbni Abidîn, VIII, 387.
[83] el-Bakara (2), 194.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/218-219.
[85] Buhârî, cihâd 147, 148; Müslim, cihâd 25, 26; Tirmizi,
siyer 19; lbn Mâce, cihâd 30; Dârimi, siyer 24; Muvatta, cihâd 9; Ahmed
b.Hanbel II, 22, 23, 76, 91, 100,
115,122,123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/219.
[86] Davudoğlu Aıımed, İbn Abidin, VIII, 384.
[87] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin, VIII, 387.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/220.
[88] İbn Mâce, cihâd 30; Ahmed b.Hanbel, III, 488; IV, 178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/220-221.
[89] bk.Davudoğlu A.Selâmet Yollan IV, 110.
[90] Aliyyü'1-Kâri, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 237.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/221-222.
[91] Tirmizi, siyer 28; Ahmed b. Hanbel, V, 12, 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222.
[92] Davudoğlu Ahmed, Selamet Yollan, IV, 111.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222.
[93] Ahmed b. Hanbel, VI, 277.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/222-223.
[94] Davudoglu Ahmed, İbn Âbidin, IX, 26, 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/223-224.
[95] Buhârî, cihâd 146; Müslim, cihâd 26-28; İbn Mâce,
cihâd 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/224-225.
[96] Müslim, cihâd 28.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/225.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/226.
[99] Buhârî, cihâd 107, 149; Tirmizi, siyer 20; Dârimî,
siyer 23; Ahmed b. Hanbel, II, 307, 338, 452.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/226.
[100] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VII, 283.
[101] Aynî, Umdetü'1-kâri, XIV, 220.
[102] bk. Miras kamil, Tecrid-i sarih, VIII, 449.
[103] Aynî, Umdetü'l-kârî, XIV, 220.
[104] Aynî, Umdetü'l-kârî, XIV, 220.
[105] Miras Kâmil, Tecrîd-i sarih, VIII, 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/227-228.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/228.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/229.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/229.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/229-230.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/230.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/230.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/230-232.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/232-233.
[114] Buhârî, cihâd 144; Ahmed b. Hanbel II, 302, 406, 448,
457; V, 249.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/233.
[115] bk. Aliyyü'1-kari, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 238.
[116] Sünen-i Ebû Dâvûd, III, 127,
128.
[117] Aliyyü'1-kâri, Mirkâtül-Mefâtih, IV, 240.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/233-234.
[119] Ahmed b. Hanbel III, 468.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/235.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/235-236.
[121] Buhârî, Salât 76; el-Husumat 7; Müslim, cihad 59, 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/236-237.
[122] bk. Davudoğlu, Ahmed, Sâhih-i Müslim tercüme ve şerhi,
VIII, 524.
[123] Davudoğlu A., Sahih-i Müslim, tercüme ve Şerhi, VIII,
525.
[124] Bk. A.g.e.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/237-238.
[125] bk. A.g.e. s,526
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/238-239.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/239-240.
[127] İbn Hişam, Sîre 1,11,634,635; İbn Abdilberr, el-tstiâb
III, 410.
[128] Buhari, IV, 57; V,
11; Müsned, 1673. hadis; Müslim
V, 149.
[129] İbn Sa'd, Tabakat, III, 492-493; Vakidî, Meğâzî,
65.
[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/240-241.
[131] Müslim, cihâd 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/241-243.
[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/243.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/243.
[134] Bakara (2), 256.
[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/243-244.
[136] Ateş Prof. Dr. Süleyman, Kurân-ı Kerîm'in Yüce Mefilî
ve Çağdaş Tefsiri, I, 304.
[137] bk. Taberi, Câmiü'l-beyân III, 16.
[138] Yazır Muhammed Hamdi, Hak dini Kur'an Dili, II, 864.
[139] el-Enfâl (8), 39.
[140] el-Enfâl (8), 39.
[141] el-Bakarâ (2), 256.
[142] el-Enfâl (8), 39.
[143] Yazır M.Hamdi, Hak Dîni Kuran Dili, II, 868.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/244-246.
[144] Nesâî, Tahrîmu'd-dem 14.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/246-248.
[146] Müslim, cihâd 86.
[147] Nesâî, tahrimü'd-dem 14.
[148] bk. Koksal A. İslam Târihi, VIII, 304.
[149] bk. A.g.e., 305.
[150] bk. A.g.e., 308.
[151] Koksal M. Asım, İslam Tarihi VIII, 258
[152] bk.-Nesâî, Kasâme 10, 13; îbn Mâce, diyat 31; Ebû
Dâvûd, 4530 numaralı hadîs.
[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/248-250.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/250.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/250-251.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/251.
[157] Buhârî, cezaü's-sayd 18, cihâd 169, el-Meğâzî47 libâs
17; Müslim, hac 450; Tirmizi, cihâd 18; Nesâi, menâsık 107; ibn Mâce, cihâd 8;
Dârimî, menâsık 88; siyer 20; Mu-vatta', hac 247; Ahmed b. Hanbel, III, 109,
163, 180, 186, 224, 231, 232, 240.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/251-252.
[159] bk. Koksal M. Asım, İslam Tarihi, VIII, 255-257.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/252-253.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/253-254.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/254.
[163] Koksal M.Âsim, İslam Tarihi Mekke Devri s. 189;
Meylânî A, Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Hayat I, 334-335.
[164] bk. el-Benna A.A, el-Fethu'r-Rabbani XIV, 107.
[165] bk. Buhâri, sayd 25.
[166] bk. Koksal M.Âsim, İslam Tarihi, II, 140.
[167] Hud (11), 6.
[168] Aliyyü'1-kâri, Mirkatü'l-mefâtih, IV, 351.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/254-256.
[169] Ahmed b.Hanbel, V, 422; Darimi, edahi 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/256-257.
[170] Müslim, sayd 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/257.
[171] el-Fetih(48), 24.
[172] Müslim, cihad 133; Tirmizi, tefsir 48,24; Ahmed
b.Hanbel III, 125, 290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/258.
[173] Bilmen Ö.Nasuhi, Hukuki İslâmiyye, III. 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/258-259.
[174] Buhârî, hums 16; meğazi 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/259.
[175] bk. Koksal M.A., İslam Tarihi, Mekke Devri, 281.
[176] bk. Koksal MA.. Ulam Tarihi, Mekke Devri, 318.
[177] Muhammed (47), 4.
[178] Davudoğlu Ahmed, İbn Abidin Tercemesi ve şerhi, VIII,
399.
[179] Müslim, nezr 8.
[180] Bak Davudoğlu A. İbn-i Abidin Terceme ve şerhi, VIII,
401.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/259-261.
[181] el-Enfâl (8) 67.
[182] el-Enfâl (8) 68.
[183] Müslim, cihâd 58; Ahmed b.Hanbel, I, 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/261-262.
[184] Müslim, cihad 58.
[185] el-Enfâl (8) 67,68.
[186] Tirmîzi, siyer 18.
[187] el-Enfâl (8) 67
[188] bk. Yazır M.Hamdi, Hakdini kuran Dili, IV, 2432.
[189] el-Enfâl (8), 68.
[190] el-Enfâl (8), 69.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/262-264.
[192] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/265.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/265.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/265-266.
[195] Koksal M.Asım, İslam Tarihi, II, 167-169.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/266-267.
[197] Buhârî, el-vekâle 7, hums 15, ıtk 13, hîbe 10,24,
meğazi 54; Ahmed b.Hanbel, IV, 327.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/267-268.
[198] Koksal M.Âsim, islam Tarihi, VIII, 433.
[199] Bk. A.g.e., s.483.
[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/268-269.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/269.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/269-270.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/270.
[204] Bak Koksal M.A., İslam Tarihi, V- 485-86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/270-271.
[205] Ayni, Umdetü'l-kari, XII, 138.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/271.
[206] Ahmed b.Hanbel, II, 184.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/271-272.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/272-273.
[208] Buhârî, cihad 185; meğazİ 8; Tirmizi, siyer 3; Dârimi,
siyer 21; Ahmed b.Hanbel, 145; IV, 129.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/274.
[209] el-Mubarekfûri, luhfelü'l-Ahvezi V, 157.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/274-275.
[210] Tirmizi, büyü, 52; siyer 17; Ibn Mâce, ticara 46;
Darİmî, siyer 38; Ahmed b.Hanbel, V, 413,414.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/275-276.
[211] Molla Mehmetoğlu, O.Z.Sünen-i Tirmizi tercümesi, II,
413.
[212] Bk. Davudoğlu, A. İbn Abidin Terceme ve Şerhi X, 440.
[213] Bk. el-Mübarekfuri, tuhfetü'l-Ahvezi IV, 504.
[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/276-278.
[215] Müslim, cihad 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/278-279.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/279.
[217] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerhi,
VIII, 499.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/280.
[218] Muvatta, cihâd 17; Ahmed b.Hanbel, IV, 428, 432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/280-281.
[219] Bk. Bilmen Ö.N. Hukuk-u İslamiyye, III, 405; Davudoğlu
A. Ibn-i Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 428.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/281-282.
[221] Buhari, cihâd 187, İbn Mâce, cihâd 33.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/282.
[222] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/282-283.
[223] 23 kişi oldukları da rivayet edilir.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/283-284.
[224] bk. Zeylâî, Nasbu'r-Râye, III, 281.
[225] bk. 258. hadis.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/284-286.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/286.
[228] el-Enfal (8) 41.
[229] Bk. Davudoglu Ahmed, tbn-i Abidin Terceme ve Şerhi VIII, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/286-287.
[230] Buhârî, Farzu'l-Humûs 20; el-Meğazi 38; ez-Zebâih 22;
Müslim, cihâd 72,73; Ahmed b.Hanbel, IV, 86; V,56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/287.
[231] Haşr (59), 9.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/288.
[233] Bk. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
VIII, 546.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/288.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/289.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/289-290.
[236] Ahmed b.Hanbel IV, 354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/290.
[237] bk. Davudoğlu Ahmed, İbn-i Abidin Terecine ve Şerhi,
VIII, 408.
[238] Bk. A.g.e. s.409.
[239] Bk. A.g.e. s.409.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/290-291.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/291-292.
[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/292-293.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/293.
[244] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/293-294.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/294-295.
[246] Davudoğlu A. İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi VII, 402.
[247] Davudoğlu A.
İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi VIII, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/295-296.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/296-297.
[249] Davudoğlu A. Selamet Yolları, IV, 133.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/297-298.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/298-299.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/299.
[253] İbn Mace, cihad 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/299-300.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/300.
[255] Buharı, eymân 33; el-Meğâzî, 38; Müslim, el-İmân 183;
Nesâî, eymân 38; Muvatta, cihad, 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/300-301.
[256] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/301.
[257] bk. Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
I, 441; Bezlu'l-mechûd, XII, 287.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/302.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/302-303.
[260] bk. Şevkaııî, Neylü'l-evtâr, VII, 342.
[261] Âl-i İmrân, 3/161.
[262] Buhârî, cihâd 189; zekât 3, hibe 17, ahkâm 24; Müslim,
imare 24; Nesâî, zekât 6, 61; Ahmed b. Hanbel, II, 462.
[263] bk, Davudoğlu A. İbn Abidîn, VIII, 426.
[264] Şevkânî, Neylii'l-Evtâr, VII, 342.
[265] Aliyyü'1-kari, MirkatiH-Mefâtih, IV, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/303-305.
[266] el-Enfâl, 8/41.
[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/305.
[268] Tirmizî, hudûd 28; Dârimî, siyer 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/305-306.
[269] bk. Kurtubî, el-Cami'li Ahkami'l-Kur'ân, IV, 260.
[270] bk. el-Cami'li Ahkami'l-Kur'ân, IV.
[271] Sünen-i Tirmizi tercemesi, III, 64.
[272] el-Azîmabâdî, Avnu'l-ma'bûd, VII, 381.
[273] el-Azîmabâdî, Avnu’I-ma'bûd, VII, 381.
[274] İbn kesir Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, IV, 1410.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/306-307.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/307-308.
[277] İbn Kesir Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, IV, 1410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/308.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/308-309.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/309.
[280] Azımabadî, Avnü'l-ma'bûd, VII, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/310.
[281] Bu bab'a, Concordance numara vermemiştir.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/310-311.
[283] Bk. el-Münâvî, Feyzu'l-kadir, VI, 212.
[284] Müslim, ez-Zikr ve'd-duâ 38.
[285]bk, Davudoğlu Ahmed, Selâmet Yollan, IV, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/311-312.
[286] Buhârî, hums 18; Meğâzî 54; Müslim, cihad 41; Muvatta,
cihad 18; Tirmizî, siyer 13; İbn Mâce, cihad 29; Ahmed b. Hanbel V, 12, 295,
306.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/312-314.
[287] Sahih-i Müslim Terçeme ve şerhi, VIII, 489.
[288] Hatipoğlu Haydar, Sünen-i İbn Mace Terceme ve Şerhi,
VII, 568.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/314-315.
[289] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
VIII, 490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/315.
[290] Müslim, cihad 134; Darımı, siyer 43; Ahmed b. Hanbel
II, 114, 123, 190, 198, 279; IV, 46, 50; V, 295, 306.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/316.
[292] İbn Âbidin, VIII, 421-422.
[293] Enfâl (8), 41.
[294] Enfâl (8), 1.
[295] Nisa, 4/11.
[296] bk. Meylânî Ahmed, Bidayetü'l-Müctehid, I, 594, 597.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/316-319.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/320.
[298] Müslim, cihâd, 43, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/320-322.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/322-323.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/323.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/323.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/323.
[303] Ahmed b. Hanbel, IV, 90; VI,
26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/324.
[304] Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi, III,
350.
[305] bk. el-Enfâl8/41.
[306] A.g.e. 375.
[307] el-Enfâl, 8/41.
[308] bk. Şevkânî Neylii'l-Evtâr, VII, 299.
[309] Bezlü'l-Mechûd, XII, 313.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/324-325.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/325-326.
[312] Müslim, cihâd 42.
[313] Zeylaî, Nasbu'r-Raye, III, 432.
[314] bk. Bezlii'l-Mechûd c. 12, s. 315.
[315] Davudoğlu A. Sahih-i Müslim, Tercemc ve Şerhi, VIII,
492-493.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/326-327.
[317] Buhârî, el-Meğazî 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/328-329.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/329.
[319] Buhari, el-meğazi, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/329-330.
[320] İbn Hacer, Fethu’I-Bârî, IX,33.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/330-332.
[322] Buhârî, meğazî 38; Tirmİzî, siyer 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/332.
[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/332-333.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/333.
[325] el-Enfâl 8/1.
[326] bk. Âl-i İmrân, 3/155.
[327] bk. Mollamehmetoğlu O. Zeki Sünen-i Tirmizî Tercümesi,
VI, 261-262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/333-335.
[328] Ahmed b. Hanbel, I, 294-308; Müslim, cihâd 137-139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/336.
[329] Müslim, cihâd 137.
[330] bk. Ebû Dâvûd, ilim 9; Tirmİzi, ilim 3; İbn Mâce,
mukaddime 24; Ahmed b. Hanbel II, 263, 305, 344, 353, 490.
[331] bk. Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, III,
349.
[332] bk. Müslim, cihad 139.
[333] İbn Humam, Fethu'l-Kadir, IV, 326-327.
[334] Ibnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, IV, 326.
[335] Bezlü'l-Mechûd, XII, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/336-338.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/338-339.
[337] Ahmed b. Hanbel I, 224, 352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/339.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/339.
[339] Ahmed b. Hanbel, V, 271; VI, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/340.
[340] Avnu'l-Ma'bûd, VII, 400.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/341.
[342] Tirmizi, siyer 9; İbn Mâce 37; Darimi, siyer 37; Ahmed
b. Hanbel V, 223.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/341-342.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/342.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/342-343.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/343.
[346] Müslim, cihâd 142, 150; Tirmizî, siyer 10; İbn Mace,
cihâd 27; Darimî, siyer 53; Ah-med b. Hanbel VI, 68, 149.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/343-344.
[347] bk. İbn Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 415-416.
[348] bk. A.g.e., 415.
[349] Bezlü'l-Mechûd, XII, 332, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/344-345.
[350] Buhârî, cihâd 51; meğazi 38; Müslim, cihâd 57;
Tirmizi, siyer 6, 8; Muvatta, cihâd. 21; Ahmed b. Hanbel.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/345.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/346-347.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/347.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/347.
[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/348.
[355] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/348.
[356] el-Fetih 48/1.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/348-350.
[358] el-Feth, 48/3.
[359] Bezlü'l-Mechûd, Şeyh Halil Ahmed, XII, s. 342.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/350-351.
[360] el-Enfâl 8/1.
[361] el-Enfâl 8/5.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/351-352.
[363] el-Enfâl 8/1.
[364] el-Enfâl 8/41.
[365] bk. Revaiu'l-Beyân,
Sabunî Muhammed Ali, I. 592, 593.
[366] bk. İbn Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 419.
[367] bk. İbn Abidin, VIII 420.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/352-354.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/354-355.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/355.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/355.
[371] el-Enfâl 8/1.
[372] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/355-356.
[373] el-Enfâl 8/1.
[374] Müslim, cihad 33, 34; Tirmizi, tefsir Enfal (8), 7.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/356-357.
[376] bk. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VIII, 481.
[377] el-Enfâl 8/1.
[378] Müslim, cihad 33.
[379] el-Enfâl 8/41
[380] bk. 2738 no'lu hadis ve şerhi.
[381] Nisa (4), 84.
[382] el-Enfâl 8/65.
[383] el-Enfâl 8/1.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/357-359.
[385] Buharı, meğazi 58; Müslim, cihad 37; Darimi, siyer 41;
Muvatta, cihad 51; Ahmed b Hanbel, II, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/359-360.
[386] bk.İbn-i Abidin Terceme ve Şerhi, VIII, 421.
[387] bk. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII, 485.
[388] bk. Müslim, cihad 36.
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/360-361.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/361.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/361-362.
[392] Malik b. Enes hadisi için bk. Müslim, cihad 35.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/362.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/362-363.
[395] Buharı, farzu'l-humûs 6, meğazi 57; Müslim, cihad
35-37; Muvatta, cihad 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/363.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/364.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/364-365.
[398] Enfâl8/41.
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/365-366.
[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/366.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/366-367.
[402] İbn Mace, cihâd 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/368.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/368-369.
[404] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/369.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/369.
[406] bk. Bezlü'l-Mechûd XII, 363-364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/369-370.
[407] İbn Mâce, cihad 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/371.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/371-372.
[409] İbn Mâce, Diyât 31; Ebû Dâvûd, diyat
ll;Nesâî,kasamelO; Darimî, siyer 58; Ahmed b. Hanbel, II, 365; IV, 197, V, 650;
VI, 180, 210.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/372-373.
[410] Hukuk-u İslamiyye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi III.
422-423.
[411] bk. Bezlü'l-Mechûd.
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/373-375.
[413] Buharî, cihad 166, meğazî 37; Müslim, cihad 131-132;
Ahmed b. Hanbel, IV, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/376-377.
[414] İslam Tarihi, Koksal M. Asım, VI 19-20.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/377-379.
[416] Ahmed b. Hanbel, III, 470.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/379-380.
[417] Mirkatü'l-Mefatİh Aliyyü'1-Kari IV, 277.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/380-381.
[419] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/381.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/381-382.
[421] Nesaî, fey 8; İbn Mace, cihad 34; Ahmed b. Hanbel, IV 127-128.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/382.
[422] bk. el-Fethu'r Rabbanî Benna A.A. XIV, 74.
[423] bk. A.g.e., 78
[424] bk. A.g.e., 12.
[425] bk. el-îhtiyar, el-Mevsilî IV, 131
[426] Enfâl (8), 41
[427] el-İhtiyar, Mevsıli IV, 131-132.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/382-384.
[428] Buharî, cizye 22, edeb 99, hayl 9; Tirmizî, siyer 27,
fiten 26; İbn Mace, cihad 42; Ahmed b. Hanbel II, 96, 103, 112 .
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/384-385.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/385.
[430] Buhari, cihad 109, Müslim, imare 43; Nesâî, beyat 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/385.
[431] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/386.
[432] Ahmed b. Hanbel, VI, 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/386-387.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/387-388.
[434] Tirmizî, siyer 26; Ahmed b. Hanbel, IV, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/388-389.
[435] Enfâl (8), 58.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/389.
[437] Nesaî, kasame 14; Darimî, siyer 61; Ahmed b. Hanbel, V,
36, 38.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/390.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/390.
[440] Ahmed b. Hanbel, 111, 487.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/390-391.
[441] İslam'da Devlet İdaresi Hamidullah Muhammed 120-121.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/391-392.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/392.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/393.
[444] Buharî, cizye 9, Salat 21, edeb 94; Müslim, müsafirin
82; Tirmizî, siyer 25; Darimî, salat 151, siyer 58; Muvatta sefer 28; Ahmet b.
Hanbel, VI, 341, 343, 423, 425.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/393-394.
[445] bk. Hukuk-u İslamiye Kamusu, Bilmen Ömer Nasuhi III,
336.
[446] A.g.e.
[447] bk. İbn Abidin, Terceme, Davudoğlu, A. VIII, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/394.
[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/395.
[449] Tirmizi, siyer 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395.
[450] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/395.
[451] bk. el-Mümtehine, (60), 10.
[452] Buharı, cihad 59, şürût 15; Ahmed b. Hanbel, IV, 323,
329, 330.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/395-399.
[453] Gerçekten Hz. Peygamber tslamiyetin ilk günlerinde
Arapların cahiliyyet devrinde yazdıkları gibi yazıların başlıklarında
"Bismikellahümme" kelimesini kullanırdı. Daha sonra tnnehii min
siileymane ve înnehii bismİIlahirrahmanirrahim" ayet-i kerimesi nazil olduktan
sonra yazıların başında BismiHahirrahmanirrahim" kelimesini kullanmaya başlamıştır.
[454] Bu hadisin ravilerinden Zühri'nin açıklamasına göre,
Hz. Peygamberin, gerek besmelenin, gerekse sulh-namenin yazılış şekli hakkında
Süheyl b. Amr'ın tekliflerine uyması, daha önce "Kureyş Allah'ın haremi
içerisinde muhterem kıldığı şeylere saygı kasdederek benden ne kadar müşkil
talebde bulunursa bulunsun ben onu mutlaka onlara vereceğim." şeklindeki
verdiği kararının bir tecellisidir.
[455] İslam tarihinin mühim bir dönüm noktası olan
Hudeybiye, antlaşmasını, Kureyş adına imzalayan Süheyl b. Amr'in tarihî
simasını da burada açıklamakta fayda görüyoruz: Süheyl b. Amr Kureyş
kabilesindendir ve Kureyş'in en beliğ ve hakim hatiplerinden sayılır.
Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuş ve Rasûlü Ekrem tarafından kendisine
Huneyn ganimet malından bir hisse verilmiştir. Hz. Süheyl Mekke'de kafir İken
Rasûl-ü Zişan Efendimiz aleyhine hutbe irad ederdi. Bedir muharebesinde de Kureyş
ile birlikte gelerek esir düşmüştü. Hz. Ömer bu fırsattan istifade ederek Rasûl-ü
Ekrem'e:
"Ey Allah'ın
Rasûlü! İzin veriniz de aleyhinizde söylediği sözlerin cezası olarak Süheyl'in
iki ön dişlerini sökeyim. Aleyhinizde bir daha hutbe söyleyenlesin." dedi. Rasûlü Ekrem:- "Ey Ömer, Süheyl'i
bırak! Belki o bir gün gelir bir hutbe irad eder de senin takdir ve şükranını
kazanır." buyurdu. Hakikaten Rasûlü Ekremin bu sözleri vefatından sonra
ortaya çıkan arapların dinden dönmeleri sırasında gerçekleşti. Bu dinden dönme
olaylarının ortaya çıkardığı karışıklık sırasında,Kureyş'in iman ve iradesi de
Mekke'de sarsılmaya başlamıştı. Hatta Mekke valisi Utabe b. Useyd kaçıp
gizlenmeye mecbur olmuştu. Halkın iradesinin sarsıldığı böyle karışık bir
zamanda iman ve kanaatine tamamıyle bağlı kalan Süheyl (r.a) mühim bir halk
kitlesi karşısında beliğ bir hutbe irad ederek kısaca:
Ey Kureyş topluluğu,
sakın siz iman edenlerin sonu dinden dönenlerin de ilki olmayınız! Vallahi bu
İslam dini, güneşle ayın doğuşundan batışına kadar dünyayı aydınlattıkları
gibi insanlığı aydınlatmaya devam edecektir." dedi.
Mekke'nin fethi
sırasında müslüman olan Kureyşliler arasında Süheyl b. Amr (r.a) derecesinde
metanet gösteren hiçbir kimse bulunmamıştır. Aynı zamanda Süheyl hazretleri
Kur'an-ı Kerim karşısında son derece hassas bir kalbe sahipti. Kur'an-ı Kerim
okunurken rengi sararır ve kendinden geçerek gözyaşı dökerdi.
Hz. Ömer'in halifeliği
sırasında bütün akrabasıyla Şam'ın fethine katılmış, hepsi de bu gazada şehid
olmuşlardır. Kendisi de Yermuk harbinde şehid düşmüştür. Bir rivayete göre de
Taun'da vefat etmiştir. Vefatından sonra kızı Hİnd ile oğlu Utbe'nin kızı Fahte
berhayat olup Fahte, Hz. Ömer tarafından Haris b. Hişam'ın oğlu Abdur-rahman'a
nikahlanmıştır.
[456] Ashab-ı Kiram'm peygamberin emrine uymakta ağır
davranmaları şartlarını ağır bulduk) vahy ile İbtal olunması ve bu yıl umre
menasikinİ ifa etmenin kendiler plması,
ümidinden kaynaklanıyordu. Hiç şüphesiz Rasûlü Ekrem'e karşı muhalif bir
hareket değildi. Rasûl-ü Ekrem'in bu emri mutlaktı, bu emri anında yerine
getirmek ;icabetmediği (fevrî olmadığı) ashabı kiramca malum idi.
[457] Hadisin metninde, Buharî'nin metninde "Sümme câe
nisvetiin, mü'minatiin = Bundan sonra mii'min kadınlar geldi" denilmekte
olup, hafız tbn Hacer Fethu'l-Barî'de:
Bu kavlin zahirine göre
Rasul-ü Ekrem henüz Hudeybiye'de iken müslüman kadınların huzuruna geldiği
anlaşılırsa da gerçek böyle değildir. Müslüman kadınlar; Hz. Peygamberin
huzuruna sulh müddeti İçerisinde ve Medine'de gelmişlerdir- diyor. Sarih
Kas-talani de bu meselede Hafız İbn Hacer gibi düşünmektedir.
Şarİh Aynî ise, bu kadınlar Rasûl-ü Ekremin huzuruna sulh antlaşmasını
müteakip kendisi daha Hudeybiye'de iken gelmişlerdi. Nitekim Buhari'nin
rivayet ettiği "Sonra mü'min kadınlar da muhacir olarak getdi(ler). Ve
Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı ÜmmÜ Gülsüm de kadınlık çağını idrak etmiş olduğu
halde, o gün Rasûlullah'a gelenlerdendi. Müteakiben de aile halkı gelerek Ümmü
Gülsüm'ün kendilerine geri verilmesini istediler. Fakat gelen bu kadınlar
hakkında Yüce Allah "Ey inananlar, mii'min kadınlar göç ederek size geldiği
zaman onları imtihan edin." (Mümtehine, 10) ayet-İ kerimesini indirdiği
için, Rasûlü Ekrem, Ümmü Gülsüm'ü ailesine vermemiştir. (Bak Bu-hârî, Şurût,
15) mealindeki hadis-i şerif de Sarih Aynî'nin bu görüşünü te'yid etmektedir.
[458] el-Mümtehine, (60) 10.
[459] El-Mümtehine, (60) 10.
[460] Müntehine, (60) 10.
[461] İs; Şam'a giden Mekkelilerin yolu üstünde bulunan bir
yerdir.
[462] Ebû'l-Esved'İn Urve'den gelen bir rivayet tarikinde,
Ebû Cendel'in beraberinde kaçan müslümanların yetmiş kişi olduğu ifade
edilmektedir. Süheyli İse bunların üçyüz kişi olduğunu iddia etmektedir. Kırk
kişiden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. Yine Zühri'nin açıklamasına
göre, Hudeybiye'de, Ebû Cendel'in babasına teslim edilmesine itiraz edenler
tesliminden dolayı ortaya çıkan neticeyi gören Kureyşlilerin, sulh metninin bu
mesele ile ilgili maddesinin kaldırılması için Rasûl-ü Zişan Efendimize geldiklerine
şahid olunca Rasûl-ü Ekrem'e itaatin, kendi reylerine uymaktan daha hayırlı
olduğunu anlamış oldular.
İbn-i Hacer, "Ebu
Bâsır kıssasından ilmî birtakım hükümler çıkartılabilir" diyerek
"Mütecaviz bir müşriki hile ile öldürmenin caiz olduğunu" bildiriyor
ve Hz. Ebû Basır'm müşriki hile ile öldürmesinin asla bir hıyanet
sayılamayacağını iddia ederek, şöyle isbat ediyor: Ebu Basir, Rasûl-ü Ekremle
kureyş arasındaki antlaşmada bulunmamıştı. Çünkü Ebu Basir, o zaman Mekke'de
mahbus İdi. Sonra Mekke'ye götürülüp müşriklere teslim edilince kendisini
öldürecekleri kesindi. Bunlardan başka Rasû-lü Ekrem'e "Ey Allah'ın Rasûlü
siz ahdinize vefa ettiniz ve beni Kureyş'e geri verdiniz,,fakat Allah beni
Kureyş'in zulmünden kurtardı." dediğinde Rasûl-ü Ekrem, Ebû Bask'ın bu
düşüncesini red etmemişti.
tbn-i Hacer (r.a)'e göre bu hadisten çıkarılacak hükümlerden biri de Ebû
Basir'in kendisini Mekke'ye götürmekte olan iki kureyşliyi öldürmesinden dolayı
kendisine bir kısas cezası lazım gelmediğidir. Nitekim Ibn îshak'ın rivayetine
göre, Amİrî'nin öldürüldüğü haberi Mekke'de duyulunca maktul, Süheyl b. Amr'ın
kabilesinden olduğu için Süheyl onun diyetini taleb etmek istemiş fakat Ebû
Süfyan: *'Bu diyeti kimden isteyeceksin?" Bunu Muhammed'den istemek doğru
değildir. Çünkü o, sözünü yerine getirmiş ve Ebû Basir'i adamımıza teslim
etmiştir ve Ebû Basir maktulü Muhammed'-in emriyle öldürmemiştir."
demiştir..
[463] Sarih Ibn Hacer Musa b. Ukbe'nin Zühri'den naklen
şöyle btr açıklamada bulunduğunu bildiriyor: Rasûl-ü Ekrem, Ebû Basir'e mektup
yazdı. Fakat mektup kendisine eriştiği sırada bu ateşli mücahid ölmek üzere
idi. Okudu ve mektup elinde olduğu halde teslim-i ruh etti. Ebû Cendel, bu
kahraman reisini, öldüğü yere defnetti ve kabrinin yanma bir mescid inşa etmek
suretiyle son görevini yerine getirdi.
Zührî, sonra Ebû Cendel'in masiyetiyle birlikte Medine'ye geldiğini ve
mücahid olarak Şam'a gidinceye kadar, Medine'den ayrılmadığını ve Hz. Ömer'in
hilafeti zamanında Şam'ın fethi esnasında şehid olduğunu rivayet etmektedir.
[464] Feth, (48) 24, 25,26 (Bu hadisin metni, tercümesi ve
açıklamaları için bk. Miras Kamil Sahih-i Buharı, VII. Hadis No. 1164 edenler.
[465] bk. Sahih-iBuhari, Miras Kamil, VIII, 208, 1. Baskı,
1941.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/399-413.
[466] bk. A.ğ.e., 215.
[467] bk. Sünen-i Ebû Dâvûd, III; 3, 199-203.
[468] bk. Sahih-İ Müslim Tercüme ve Şerhi, VIII, 592.
[469] Feth, (48) 25.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/413-415.
[471] Ahmed b. Hanbel, IV, 325.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/415-416.
[472] bk. Hukuk-u İslamİyye Kamusu, Bilmen Ö. Nasuhi, III,
387.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/416.
[474] Ebû Dâvûd, melahim 2; İbn Mace, fiten 35; Ahmed b.
Hanbel, IV-91; V-372, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/416-417.
[475] Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, Hatipoğlu H, X,
354.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/417-418.
[476] Buhârî, cihad 158, errehn 3, el-Meğazi 15; Müslim,
cihad 119.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/418-420.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/420-421.
[478] bk. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Davudoğlu A, VII,
621-622.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421.
[479] Ahmed b.
Hanbel, I, 166-167; IV, 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421.
[480] bk. Feyzül-Kadir, el-Münavi, Abdur'rauf, III, 186.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/421-422.
[481] Buhârî, umre 12, meğazi 29; Tirmizi, hac 104; Muvatta,
hac 243; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 10, 15, 63, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/422-423.
[482] Tevbe, (9) 33.
[483] Rûm, (30)47.
[484] Ahzab, (33) 10.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/423-424.
[486] Tevbe, (9)44.
[487] Nur, (24) 62.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/424-425.
[489] Nur, (24) 62.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/425-426.
[491] Buhârî, cihad 154, 192; meğazi 62; Tirmizi, davat 18;
Ahmed b. Hanbel, IV 360, 363, 365.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/426.
[492] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/426-427.
[493] Bu hadisin tüm metninin tercümesi için bkz. Miras
Kamil Sahih-i Buhari muhtasarı, X, 474-485 (1. B) 1659 no'lu hadis.
[494] Buhârî, meğazi 79, İstizan 27; Müslim, Tevbe 53, Ahmed
b. Hanbel III 459.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/427-428.
[495] bk. Miras Kamil Sah ili-i Buharı Muhtasarı X, 48S (1.
B).
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/428-429.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/429.
[497] Tirmizi, siyer 24; İbn Mace, İkame 192.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/429.
[498] bk Davudoğlu tbn Abidİn III, 246-247.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/429-431.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/431-433.
[500] Zümer, (39) 44.
[501] Yunus, (10) 3.
[502] En'am, (6) 70.
[503] Ahmed b. Hanbel, II 444.
[504] İbn Mace, Zühd 7.
[505] Buhârî, tevhid 24.
[506] Ahmed b. Hanbel, II 74.
[507] Müslim, iman 326, 327, birr 55; Buharı, enbiya 3, 9.
[508] Buhârî, Enbiya 3, 9.
[509] bk. Şerh ale'l-mevahib, Zürkani, VIII, 380.
[510] bk. A.g.e.
[511] bk. A.g.e.,
381.
[512] bk et-Tâc, eş-Şeyh Mansur Ali Nasıf V, 383.
[513] bk Şerh ale'l-mevahib, Zerkani, VIII, 381.
[514] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/433-435.
[515] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/435.
[516] Buhârî, nikah 120; Müslim, imare 182-183; Tirmizi,
istizan 19; Ahmed b. Hanbel, III 299, 314, 355, 395, 399.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/435-436.
[517] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi IX, 147.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/436.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/436.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/437.
[520] Buhârî.cihad 196, nikah 10, 121, 122; Müslim, reda'
58, imare 181, 182; Darimi, nikâh 32; Ahmed b. Hanbel, III, 298, 303, 355.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/437-438.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/438.
[523] Buhârî, cihad 196; Tirmizî, cihad 39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/438-439.
[524] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/439.
[525] Müslim, imare 134.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/439-440.
[526] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/440.
[527] Buhari, meğazi 79, cihad 198; sala 59, tefsir sure
9/18; Müslim, tevbe 53, salatü'l-Müsafirin 74; Nesai, mesacid 38; Ahmed, VI,
386, 388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/440-441.
[528] Tere. Davudoğlu A. İbn Abidin, III, 48, 49.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/441.
[530] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/441-442.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/442.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/442-443.
[533] Enfâl, 41.
[534] bk. el-lbtiyar metni -el-Muhlar li'l-Fetva tercümesi
107.
[535] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/443.
[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/444.
[537] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/444.
[538] İbni Mâce, Cihad 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/444-445.
[539] bk. İbn-i Abidin, VIII, 402.
[540] bk. el-Mevsili el-İhtiyar, IV, 126.
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/445-446.
[542] Ahmed b. Hanbel, III-484, IV-68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/446-447.
[543] el-Bakara 2/193.
[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/447-448.
[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
10/448.
[546] Al-i İmran, 3/28.
[547] Al-i İmran, 3/149.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/449-450.