1. Yumuşak Huyluluk Ve Peygamber (S.A.)'In Huyları Hakkında
8. (Dünya) İşler(İn)De Üstünlük Taslamanın Çirkinliği
9. Yüze Karşı Övmenin Çirkinliği
12. (Halkın Gelip Geçtiği) Yollarda Oturmak
13. Gölge İle Güneş Arasında Oturmak
14.Meclislerde Tek Bir Halka Teşkil Edecek Şekilde Oturmak
Meclisin Ortasında Oturmanın Hükmü
15. Kişinin Başka Biri İçin Yerinden Kalkması
16 Meclisinde Oturulması Tavsiye Edilen Kimseler
18. Konuşurken Takib Edilmesi Uygun Yol
20. İnsanları Toplumda Layık Oldukları Yere Oturtmak
21. İki Kışı Arasına İzinleri Olmadan Oturmanın Hükmü
23. Yatsıdan Sonra Sohbet Etmek Yasaklanmıştır
İnşanın Oturduğu Bir Meclisten Hiç Allah'ı Zikretmeden Kalkıp
Gitmesinin Çirkinliği
26. Kişinin Bağdaş Kurarak Oturması
28. Bir Meclisten (Diğerine) Laf Taşımak
29. İnsanlar(In Zararlarından Sakınmak
30. Yürürken Uyulması Gereken Tutum Ve Davranışlar
31.Bacak Bacak Üzerine Atarak Oturmanın Hükmü
36. Bir Müslümanın Gıybetinin Yapılmasına Engel Olmak
Arkasından Yapılan Çekiştirme Gıybet Sayılmayan Kimseler
Gıybetini Yapan Kimselere Hakkını Helal Eden Kimseler
Hakkında Gelen Hadisler
37. Tecessüs (Gizli Kusurları Araştırma) Haramdır
38. Bir Müslümanın Ayıbını Örtmek
39. Karşılıklı Olarak Biribirlerine Şovenlerin Vebali
42. Ölüler Aleyhinde Konuşmak Yasaklanmıştır
43. Azgınlık (Haddini Aşmak) Yasaklanmıştır
47. Kişinin Müslüman Kardeşine Küsmesinin Hükmü
48. (Müslümanlara Kötü) Zan (Beslemenin Hükmü)
49. Müslümanların İyiliğine Çalışma Ve Onları Kötülüklerden Korumak
50. Müslümanların Arasını Düzeltmek
51. Şarkı Söylemek Yasaklanmıştır
Hendese Tu's-Savt Tarzları Hiyerarşisi
52. Şarkı Söylemenin Ve Nefesli Saz Çalmanın Keraheti
53. Kadınlaşan Erkekler Hakkında Gelen Hadisler
54. Oyuncak Bebeklerle Oynamanın Hükmü
56. Tavla Oyunu Oynamak Yasaklanmıştır
57. Güvercinle Oynayan Kimsenin Durumu
60. Müslümana Yardım Etmenin Fazileti
61. (Çirkin) İsimleri (Güzel İsimlerle) Değiştirmek
62. Kötü İsim(Ler)İ Değiştirmek
64. Bir Kimsenin Ebu İsa Künyesi Almasının Hükmü
65. Bir Kimsenin Başka Birinin Oğlunu "Oğlum' Diye Çağırmasının Hükmü
Edeb: Kamus tercümesinin beyanına göre "Zerâfet,
usluluk, kavlen ve fiilen husn-i muamele" manasınadır. Divanü
Lügati't-Türk'te yazıldığı veçhile Türkçe karşılığı da "erdem"
lâfzıdır.
Edeb, bir kuvve-i râsiha-i nefsiyedir ki muttasıf
olanı mûcib-i şeyn-ü âr olan nesnelerden hıfz eder ve edeb iki nevidir: Biri
edebü'n-nefs ve birisi edeb'üd-ders dedikleridir. Târifât'ta edeb; "cemî-i
enva-ı hatâyadan mâbihi'l-ihtirâz olan nesneyi bilmektir" diye tarif
olunmuştur.
Kamus'un şu tarifinden anlaşılıyor ki "edeb"
lafzı her türlü yanlışlığa düşmekten ve binnetice utanmaktan sahibini
esirgeyen, keza sahibine güzellik ve zerafet muamelesini öğreten bir meîekein
adı imiş. Bu da nefsî ve dersî olmak üzere ikiye ayrılıyor ki birincisi ahlâka
ikincisi de muamelâta delâlet edermiş. Hz. Mevlâna'nm "âyet âyet hemkî
manâ-ı Kur'ân edebest: Kur'anm âyet âyet manası edebden ibarettir." demiş
olması, edebin nefsî kısmına, "edeb-i kelâm" "âdâb-ı
muaşeret" gibi tabirlerde ikincisine mütedairdir.[1]
Fıkıh dilinde edeb "Bir şeyi yerine koymak,"
diye tarif edilmiştir. İşlenmesi terkinden hayırlı olan vera' (şüpheli
şeylerden kaçınmak) ve takvadan ibarettir.
Hidaye Şerh'inde; "Nebî (a.s.)'ın bir veya birkaç
defa işledikleri fakat devam buyurmadıkları şeydir" diye tarif olunmuştur.
Farz üzerine ziyâde olduğu için "Nafile" Sâri tarafından sevimli
olduğu için "Müstehab", sevaba davet olduğu için "mendub",
işlenince teberru sayıldığı için "tetavvu" denildiği gibi,
Dürrü'l-Muhtar'a göre "fazilet" de denir. Edebin hükmü, işlenmesi
sevaba yol açar ve terki kınamaya yol açmaz.
Ama sünnet, Nebiyy (a.s.)'m özürsüz olarak bir veya
iki kere terk ile beraber devam ettikleri şeylerdir.
Bunun hükmü, ise işlenmesine sevab, fakat terkine
-ikab değil-itab (azarlama) terettüb eder. Lakin sünneti terk etmeyi itiyâd
haline getirirse vacibi terk günâhından biraz daha aşağı günah işlemiş olur.[2]
4773... Hz. Enes(in
şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir):
Rasûlullah (s.a.) ahlâk yönünden insanların en güzeli
idi. (Ben çocukluğumda kendisine hizmet ettiğim sıralarda) bir gün beni bir
ihtiyâç (için bir yere) gönder(miş i)di. Ben de (o günkü çocukluğun verdiği bir
sorumsuzlukla):
Vallahi ben (bu işe) gitmem; dedim, oysa içimde
Allah'ın Peygamberinin emrettiği işe gitmek (niyyeti) vardı. Derken çıktım (bu
iş için yola koyuldum). Sokakta oynaşan çocuklara tesadüf ettim (onlarla
birlikte oyuna dalıp işimi unuttum. Bir süre sonra) bir de baktım ki;
Rasûlullah (s.a.) arkamdan başımı tutmuş gülümseyip duruyor. (Bana):
Ey Enescik, sana dediğim yere gitsen ya" dedi.
(Ben de):
Evet ya Rasûlullah (şimdi) gidiyorum, dedim. Hz. Enes
(rivayetine devam ederek) dedi ki: "Allah'a yemin olsun, ben kendisine
yedi ya da dokuz yıl hizmet ettim. Yaptığım bir işten dolayı -niye böyle
yaptın-yapmadığım bir işten dolayı da -niye böyle yapmadın?- dediğini
bilmiyorum.[3]
4774... Hz. Enes'den
demiştir ki: Ben çocukken Peygamber (s.a.)'e Medine'de on yıl hizmet ettim. Her
işim efendimizin benden beklediği şekilde değildi. (Buna rağmen) bu süre
içerisinde daha bana öf bile demediği gibi; bunu niçin yaptın, ya da bunu
niçin yapmadın dahi demedi.[4]
Hilim: İntikam almak kudretine mâlik iken herhangj bir
kızgınlığa sebebiyet veren söze tahammül etmek, kızmamak demektir. Kabahat
sahibi, karşısındakini böyle görünce artık taarruza devam etmez. Bu vasıf, en
fazla Cenab-ı Hakk'a mahsustur. Hak teala kuvvet ve kudret sahibi olmasına
rağmen kullarının nice nice günahlarına göz yummakta, görmezlikten gelmekte,
intikam almamaktadır. Bunun içindir ki, kendisini hilim sıfatı ile
vasıflandırmıştır.
Buradan anlaşılıyor ki bu hilim ve tehammül, hak
tealanın zaifliğinden ve kudretsizliğinden değildir. Belki onun Gaffârhk
sıfatındandır. Nitekim bir âyet-i kerimesinde: "Allah, gafurdur halimdir"[5] buyurarak bu
gerçeği açıklamıştır. Yüce Allah Kur'an-ı Kerimin'de: "Allah herşeyi hakkiyle
bilir, hilim ve şefkati galibdir"[6];
"Allah, alîm ve hakimdir"[7] "Allah
ganî ve halimdir"[8] buyurmakla
da insanların az bilgili, mahdut ilim sahibi oldukları için, hilim ve tahammül
göstermediklerini ortaya koymaktadır.[9]
Enbiyay-i kiram dahi hilim sıfatı ile vasıflanmışlar.
Muhakkak ki hilim sıfatının en fazla tecelli ettiği kul Muhammed Mustafa
(s.a.)dir. Onun bu meziyeti, Kur'an-ı Kerimde şöyle anlatılır: "O vakit
(Uhud savaşında) sen, Aliah'dan gelen bir merhamet sayesindedir ki onlara
(ashaba) yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, muhakkak onlar etrafından
dağılıp giderlerdi."[10]
Resul-i zişan efendimizin hilmi öven hadislerinden
bazıları şöyledir:
"Hilim (yumuşaklık) öyle bir şeydir ki, bulunduğu
her şeyi güzelleştirir."[11]
"Hak teâlâ yumuşaklığı sever, yumuşaklıkla birçok
şeyler elde edilir. Sertlikle hiçbir şey elde edilmez."[12]
"İlmin zineti, ilim sahibinin hilmidir"[13]
İmam Buharı de bu mevzûdaki hadisleri ayrı bir bölümde
bir araya toplayarak nakletmiş tir. Orada, Hz. Peygamberin:
"Müslümanlara, hattâ zevcelerine dahi bazan sertlik gösterdiği
vakidir" denilmektedir. Hafız İbn Hacer, bu mevzûyu hülâsa ederek şöyle
diyor: "İmam-ı Buharı bu babda şu hususlara işaret etmek istemiştir ki;
Resulü Ekrem külfetlere sabretmiş-tir. Ancak, bunlar şahsına ait hususlarıdır.
Fakat Hak teâlâ'nın hakkı hususunda sert davranmışlardır. Allah'ın verdiği
hükmü icra etmişlerdir."[14]
Şurasını da unutmamak gerekir ki; her ne kadar hilim,
yumuşaklık, yumuşak huyluluk demekse de bunda fazla ileriye gitmek demek
değildir. Kişi hilim sahibi olacağım diye, başkalarına kendi haklarım
çiğnetmeme-li, elinden geldiğince bu haklarını, cesaretle korumasını
bilmelidir. Bir başka ifadeye hilim, başkalarının fenalıklarına boyun eğmek,
acizlik göstermek demek değildir. Aksine hilim sahipleri güçlü ve kuvvetli
olan, fakat intikam peşinde koşmayan, kendi haklarını korumasını bilen hiçbir
konuda zillete düşmeyen, bağışlama yolundan da ayrılmayan yüksek ahlâklı
kişilerdir.[15]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin ravisi Hz. Enes'in
künyesi Ebû Hamza, lakabı, Hadim-i Rasûlullah, Neccâr kabilesindendi. Nesebi
şöyledir: Enes b. Malik b. Nadr b. Damdam b. Zeyd b. Haram b. Cenb b. Âmir, b.
Ganm b. Adiyy b. Neccâr'dır.
Medine'de İslamiyetin doğduğu sırada 8-9 yaşlarında
bulunuyordu. Hz. Enes, Rasul-i Ekremin Medine'ye teşriflerinden evvel
İslamiyeti kabul etmiş bir aile içinde bulunuyor, İslamiyetten başka bir din
tanımıyordu.
Rasuî-i Ekrem'in Medine'ye gelmesi üzerine Hz. Ebu
Talha onu alarak Rasulü Ekrem'e götürmüş, O'na:
Ya Rasûlullah, bu çocuk size mülazemet etsin, size
hizmet etsin, de-miş Rasul-i Ekrem de onu kabul etmişti.
Hz. Enes, Rasul-i Ekremin irtihaline kadar ona hizmet
etmiş, her vakit onunla birlikte bulunmuş onun yanından hiçbir vakit
ayrılmamıştı.[16]
Hz. Enes, Rasul-i Ekremin irtihaline kadar Medine'de
on yıl yaşadığına göre, Hz. Enes'in Hz. Peygamber'e onyıl hizmet etmiş olması
gerekirken metinde bu hizmetin dokuz yıl olduğundan bahsedilmesi hizmete başladığı
yıldaki aylarla, hizmetin sona erdiği ayların hesaba katılmamasından ileri gelmektedir.
Münzirî'nin görüşü de budur.[17]
4775... Ebû Hüreyre
(r.a.) (şöyle) demiştir: Peygamber (s.a.) bizimle bir mecliste oturup bizimle
sohbet ederdi. (Meclisten) kalkınca biz de kalkardık, hanımlarından birinin
evine girdiğini görünceye kadar (kendisini takib ederdik.)
Bir gün (yine böyle) bizimle sohbet etti. (Sohbet sona
erip de) ayağa kalkınca (kendisiyle beraber) biz de kalktık. (Bizden
ayrıldıktan) bir süre sonra, bir bedevinin kendisine yetişip kaftanını çekerek
boynunu kızarttığını gördük. Hz. Ebu Hüreyre (sözlerine devam ederek şöyle)
dedi: Kaftan sert idi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber, kaftanına asılmakta olan
bedeviye doğru) döndü; bedevi de kendisine: (Şu yükleri) benim için, şu iki
devemin üzerine yükletiver. (Ne olacak) kendi malından ya da babanın malından
yükletecek değilsin ya! dedi. Peygamber (s.a.)de:
Hayır, estağfirüllah, hayır estağfirüllah hayır,
estağfirüllah elbette kendi malımdan ya da babamın malından yükletecek
değilim. Binaenaleyh, bu yükleri bu hayvanlara yükletmemde bir sakınca yoktur.
Fakat sen bu kaftanımı çekmenden dolayı bana kısas cezası uygulatmadıkça ben
(bu yükleri) senin için yükletivermeyeceğim" buyurdu. Bedevî ise, bütün bu
sözlere karşılık, Hz. Peygamber'e: "Vallahi ben sana bu çekişime karşılık
kısas uygulatmam" cevabını verdi.
(Daha) sonra (Hz. Ebu Hüreyre) hadisi (sonuna kadar)
rivayet etti. (Hadis şu cümlelerle son buluyor):
Sonra, (Hz. Peygamber) bir adam çağırıp ona: "Şu
bedevinin iki devesinin birine arpayı diğerine de hurmayı yükletiver"
buyurdu. Sonra da bize dönüp: "Allah'ın bereketiyle (yerlerinize)
gidiniz" buyurdu.[18]
Nesâî'nin rivayetinden anlaşıldığına göre, musannıf
Ebu Davud, hadisin son tarafından bazı cümleleri atlamıştır.
Bu atlanan cümleler şu manaya gelen lafızlardan
ibarettir:
"... Bedevi'nin sözlerini duyunca hızla ona doğru
yürüdük; bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bize dönüp:
Sözümü işiten herkesin ben izin verinceye kadar
yerinden ayrılmamasına kesin karar verdim? dedi".
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriften de anlaşılacağı
üzere daha sonra hadis; "Sonra (Hz. Peygamber) bir adam çağırıp
ona..." anlamına gelen cümlelerle devam etmektedir. Hz. Peygamber,
metinde geçen: "Sen bu kaftanımı çekmenden dolayı bana kısas cezası
uygulatmadıkça ben senin için (bu yükleri develerine) yükletivermeyeceğim"
mealindeki sözleriyle Bedeviye "kısas yaptırmadan benden istediğine hak
kazanamazsın" demek istemiştir. Kısas yapmadan istediğini yerine
getirmeyeceğini söylemek istememiştir, nitekim kısas yapmadan bedevinin
istediğini lütfen yerine getirmekle de bunu ortaya koymuştur.
Hadis, bereleme olaylarında kısas yapmanın meşruluğuna
delâlet ettiği gibi, aynı zamanda, Hz. Peygamber'in kendisine yapılan kaba
hareketler karşısındaki engin müsamaha ve bağışlayıcılığma da delâlet etmekte
ve bu hususta ümmeti için en güzel bir örnek olduğunu göstermektedir. Hadiste,
ayrıca, Hz. Peygamber'in cismine bakmakta feyiz ve bereket olduğuna işaret
bulunduğu gibi; bazılarına göre büyüklere tazim için ayağa kalkmanın cevazına
da delâlet vardır.
Resuli Zîşan efendimizin yumuşak huyluluğunu ve engin
müsamahasını ifade eden hadislerden bazılarının mealleri şöyledir:
1. "Hakiki
pehlivan tuttuğunu yenen kimse değil, öfkelendiği zaman kendisine sahip
olabilen kimsedir"[19]
2. Bir adam
Rasûlullah (s.a.)'e gelerek: "Bana birşey öğret ve az söyle ki hafızamda
tutabileyim" dedi. Rasûl-i ekrem de: "Kızma" buyurdu. Sonra adam
bunu birkaç defa tekrarladı, Hz. Peygamber her defasında "Kızma"
cevabını verdi.[20]
3. "Utanmak
hayırdan başka birşey getirmez."[21]
4. "Haya
da imanın bir şubesidir."[22]
5. "Rasûlullah
(s.a.) örtüsü içindeki bakireden daha utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadı mı,
onun yüzünden anlardık."[23]
6. "AHahü
Teâlâ kaba ve ağzı bozuk kişiyi asla sevmez."[24]
7. "iyilik,
ahlâk güzelliğidir, günâh ise kalbine rahatsızlık veren ve başkalarının muttali
olmasını istemediğin şeydir."[25]
8. Rasûlullah
(s.a.)'e insanları cennete en çok girdiren amel sorulduğunda: "Allah'a
karşı saygı ve güzel ahlâk" buyurdu. Sonra kendisine insanları cehenneme
en çok girdiren amel sorulduğunda Hz. Peygamber: "Ağız ve
ferctir"buyurdu.
9. "Kıyamet
gününde bana en sevimli ve meclis bakımından en yakın olanınız, ahlâkça en
güzel oJanlarınızdir, kıyamet gününde bana en sevimsiz ve benden en uzak olanınız
da geveze, boşboğaz mütefeyhiklardır" buyurdu. Ashab "geveze ve
boşboğazları bildik (fakat) bu mütefeyhıklar kimdir? dediler.
Rasûlullah (s.a.)'de: "Büyüklük
taslayanlardır"[26] buyurdu.
Tirmizî'nin açıklamasına göre, Abdullah b. Mübarek
şöyle demiş "Güzel ahlâk güler yüzlü olmak insanlara iyilik yapıp onları
rahatsız etmemektir".
Bu mevzudaki görüşleri bir önceki hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[27]
4776... Hz. Abdullah
b. Abbas(m) haber verdiğine göre) Allah'ın elçisi (Hz. Muhammed (s.a.):
"Olumlu tutum ve davranış ve ölçülü olmak,
Peygamberliğin yer-mibeşte biridir" buyurmuştur.[28]
Bu hadis-i şerifte olumlu ve ölçülü olmanın ve ağırbaşlılığın
Peygamberlere verilen güzel ahlâklardan biri olduğu ifâde edilmektedir.
Bilindiği gibi vakar: Ağırbaşlılık demektir.
Hafifliğin ve şahsiyetsizliğin zıddıdır.
Bu haslet korunur ve yaşanırsa kişinin vazifesinde
yükselmesini, şeref ve haysiyyetinin korunmasını ve nüfuzunun yerinde olmasını
sağlar. Ancak büyüklenmeye vardırılmaması da gerekir. Tıpkı gibta ile hasedin
farkı gibi, vakar ile kibir arasındaki fark da korunmalıdır.[29]
Vakarın zıddı hafifliktir. Hafiflik kalpte olarî bir
haldir ki, alâmetleri başta, gözde ve kulakta zuhur eder. Hafif kimseler her
gelene-gidene bakar, her hareket eden şeyi görmek ister. Hafiflik, çok
konuşmak, mühim olmayan şeyleri sormak, soru ve cevapta acele etmek gibi
hareketlerle kendini dilde; saçıyla sakalıyla oynamak gibi lüzumsuz
hareketlerle elde, sağa sola lüzumsuz yere gidip gelmekle de kendini ayakta
gösterir. Bunların hepsi sefahatten ve akıl noksanlığından doğar.
Vakarın alâmeti ise lüzumsuz yere bakmaktan,
konuşmaktan ve lüzumsuz hareketlerden sakınmaktır. Salih kimselerin alameti
olan bu haslet, ilim ve hilim kuvvetlerinden neş'et eder.
Fakat, vakarın, vakar olabilmesi için, kibir ve riya
duygularından uzak olması gerekir. Aksi halde, vakar olmaktan çıkar.
Vakarın bu iki duygudan uzak oluşu kişinin halk ile
birlikte olmasıyla, yalnız bulunması hallerindeki tavır ve hareketlerinin
değişmemesiyle anlaşılır.[30] Binaenaleyh
halk arasında vakur göründüğü halde halktan ayrılınca kendisinde bu hasletten
eser görülmeyen kimseler vakarlı değillerdir. Gerçek Müslüman, her halinde
vakarlıdır. Nitekim, Peygamber efendimiz, cemaatle namaz kılmaya başlanmış
bile olsa camiye giderken acele etmemeyi, vakar ve sükûneti elden bırakmamayı
tavsiye etmiştir.[31]
Yüce Allah da Kur'an-ı Keriminde vakarlı kimseleri
şöyle övmüştür: "Allah'ın has kulları onlardır ki; yeryüzünde sükûnetle ve
vakarla yürürler."[32]
Hz. Âişe validemizin bildirdiğine göre; "kendisi
Rasûlullah (s.a.)'ı bir defa bile küçük dili görünecek şekilde gülerken
görmemiştir."[33]
Gerçekten insanın şerefine yakışan da İslamm tarif
ettiği şekilde mute-vâzî (alçak gönüllü) ve yine İslam'ın istediği şekilde
vakarlı olmaktır. Böyle olanlar şüphe yoktur ki herkes nazarında çok sevgili ve
pek muhterem olanlardır.[34]
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte "vakarlı
olmanın Peygamberliğin yirmibeşte biri olduğu" buyurulurken vakarın
Peygamberlerde bulunan güzel hasletlerden biri olduğu ifade edilmek
istenmiştir.
Buradaki yirmibeş sayısı, çokluktan kinayedir. Bir
başka ifadeyle Peygamberlerde bulunan güzel hasletlerin çokluğunu, vakarın da
bunlardan sadece biri olduğunu ifade ve bu ahlâk ile ahlâklanmanm lüzumuna
işaret edilmektedir. Âyet-i kerimede "sen de onların hidâyetine uy"[35]
buyurulmuştur.
Hafız Süyûtî'nin ifadesine göre bu sayı Taberî'nin
rivayetinde, 45; başka bir rivayette de yetmiş olarak ifade edilmektedir.
Ancak, mevzumuzu teşkil eden bu hadis senedinde rivayetlerine itibar edilmeyen
Husayn b. Cündub bulunduğundan zayıftır.[36]
4777… Alil...
(Sehl b. Muaz'ın) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)
(şöyle) buyurmuştur:
"Her kim (öfkesinin gereğini) yerine getirmeye
gücü yettiği halde öfkesini yenerse Allah, kıyamet gününde onu bütün
yaratıkların huzurunda çağıracak, hatta onu cennet hurilerinden dilediğini (almakta)
muhayyer bırakacaktır."[37]
Ebu Davud der ki: (Senette bulunan) Ebu Merhum'un adı
Ahdurrahman b. Meymûn'dur.[38]
4778... (Peygamber
(s.a.)'in s ah ahilerinden birinin) babasından da (Rasûlullah (s.a.)'in bir
önceki hadisinin) aynısını söylediği rivayet edilmiştir. Ancak şu farkla ki:
Bir önceki hadiste Hz. Peygamber*in "onu bütün yaratıkların huzurunda
çağıracaktır" dediği rivayet edilmişken, sözü geçen râvi burada (Hz.
Peygamber'in): "Allah onu güven duygusu ve imanla doldurur"
buyurduğunu (rivayet etmiş fakat); "Allah'ın onu çağıracağı" olayını
rivayet etmemiştir. (Buna karşılık Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu da) ilave
etmiştir: "Kimde giymeye gücü yettiği halde güzel bir elbiseyi giymeyi
terk ederse (Allah kıyamet gününde bütün yaratıkların huzurunda onu
çağıracak..) Bişr de (şöyle) dedi: "Öyle zannediyorum ki İbn Mansûr (bu
hadisi bana şöyle) rivayet etti: (Her kim de giymeye gücü yettiği halde) alçak
gönüllülükten dolayı (onu giymeyi terk ederse) Allah ona (kıyamet günü keramet
elbisesi giydirecektir.) Kim de (evlenmeye muhtaç olan birini) Allah için
evlendirirse padişahlık elbisesi giydirecektir."[39]
4779... Abdullah (b.
Mesud) (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (sahabilerine)
"Aranızda kime pehlivan dersiniz?" diye sormuş (onlar da):
"İnsanların yenemediği kimseye" demişler. (Bunun üzerine Hz.
Peygamber de: "Hayır, (Öyle değil); hakiki pehlivan öfke anında kendisine
sahip olabilen kimsedir" buyurmuştur.[40]
Öfke: Ahlâkî rezaletlerdendir. İnsanda mevcud gazab
kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke bir afettir. Öfke anında insan doğru
düşünemez.[41]
İfrat derecesi böylesine bir afet olan bu kuvvet,
aslında insana başkalarına zulüm ve tehakküm etmek için değil, dışarıdan
gelecek tehlikeleri def etmek için Cenab-ı Hak tarafından ihsan Duyurulmuştur.[42]
Eski ahlâk felsefesine vakıf olanlar, pekâla bilirler
ki ahlâkın esası iki şey üzerine dayanmaktadır:
a. Gazab (öfke)
kuvveti,
b. Şehvet
küveti.
Gazab sadece bir isimdir. Nefsin karşılaştığı
münasebetsiz işlere karşı müdafaa kuvvetinin adıdır. Şehvet de sadece bir
isimdir. Nefsin karşılaştığı ve hoşlandığı işlere karşı nefsin meyletmesinin
ismidir. Yani bu gibi işleri elde etmeğe çalışan iç kuvvetin ismi. İşte bu iki
kuvvetin ifrat ve tefritinden veya itidalinden yüzlerce ahlâkî iyilikler ve
fenalıklar ortaya çıkar. Bunların her bilinin de ayrı ayrı ahlâkî isimleri
vardır.
Gazab kuvveti ifrat ve tefritten uzak kalıp, itidal
derecesinde bulunursa o zaman "şecaat" ismini alır.
Bu da ahvâl ve keyfiyyet bakımından muhtelif
şekillerde tezahür eder. Mesela, hiddeti yenmek, kahramanlık, hürriyet, hak
söylemek, himmet sahibi olmak, mütehammil bulunmak, sebatkârhk, vakar, sabır,
sükûnet. hakka taraftarlık, ciddiyet, çaltşıp-çabalamak. minnet, cihad... gibi
hususlar şeklinde belirir.
Fakat bu itidal ortadan kalkar da ifrata doğru giderse,
o zaman "tehevvür"olur. Bu arada gurur, kendini beğenme, hod-binlik,
kibir, dik kafalılık, başkalarını, alçak görme, zufrîi, katıl gibi birçok
fenalıkları doğurur.
Eğer tefrit tarafına mey! ederse, o zaman zillet,
mezellet, hilim yokluğu, tahammülsüzlük, korku, denâet, şenaat şekilleri
ortaya çıkar.
Şehvet de tam itidal halinde olmalıdır. O zaman,
şehvete "İffet" denir. Bu sıfat da muhtelif takva, cömertlik, eli
açıklık, utanma (haya), sabır, şükür, kanaat, tama'sızlık, tokgözlülük. iyi
tabiat sahibi olmak, terakkiper-verlik, soy-sop, aile severlik... gibi.
Sonra yine, bu sıfat da ifrat ve tefrite uğrarsa o
zaman hırs, tema, utanmazlık, israf, cimrilik, riya, edebsizlik, dalkavukluk,
kıskanma , haset gibi bir hayli kötü sıfatlar ortaya çıkar.
Hristiyan taliminin esası, insanın yukarıda geçen
gazab ve şehvet kuvvetlerini tamamen ortadan kaldırmaktır. İslamî talimin
esası ise şehvet ve gazab kuvvetlerini ortadan kaldırmak değil, bunların ifrat
ve tefrit yollarına sapmalarını önlemek, itidali bulmak, itidal üzere hareket
ettirmektir.[43]
Binaenaleyh bir kişi akıl ve hikmetin tedbirine uyarak
yumuşaklık gereken yerde, yumuşaklık, şiddet gerekli olan yerde de şiddet
gösterirse övülen bir tutuma sahib olmuş olur. Bunun aksi olarak ifrat-tefrit
olacak davranışlara sürüklenirse çirkin durumlara düşer. Aklın âfetleri içinde
yer alan gazabın ifrat derecesine varması kadar aklı giderici bir âfet yoktur.
Çünkü bu en latif bir anlaşma aracı olan bir varlığı mecnun haline getirip
sahibini duygu ve ayırd etme gücünden soyunmuş hunhar bir hayvana değiştirerek
soyup çektiği akıl ve idrakin yerine, bir heyecan yükler. Hiddet, arttığı
zamanda insan artık dürüst söz söylemek gücünü yitirip, yal-nız bağırıp
çağırmaya başlar. Gözleri kimseyi görmez, kulakları duymaz olur.
Rengi atan yüzünden, kızaran gözünden ve dehşetli bir
hale varan nefsinden her türlü cinayeti işlemeye hazır olduğu anlaşılır. O
zaman bu kişiyi bu halden ne din ne kanun ne de nasihatçıların sözleri
alıkoyamaz.
Gazabın bir fenalığı da ev idaresinde, iş idaresinde,
çeşitli rahatsızlıklara ve yolsuzuklara sebep olmasıdır. Çünkü aile fertlerine,
arkadaşlarına, iş muhitinde emri altındakilere sert davranırsa, onlar gönül
hoşluğuyla iş göremezer. Zor ile yaptırılan bir işte ise hiçbir hayır ve
menfaat olamaz. İnsana seve seve iş gördüren, güleryüz, tatlı dildir.
Hatta İmam Şafiî hazretleri "kılınç ve okla
meydana gelmeyen pek çok şey, yumuşaklıkla yaptırılır ve çoğunlukla
hiddetlenmenin zararı, sahibine ait olup kendisine hiddetlenilen kişi zarardan
uzak kalır" demişlerdir...
Eğer bir kişi "Hiddet halinde, insanın iradesi
elinde değil ki nefsini zapdedebilsin?" diyerek itiraz ederse ona şöyle
cevap veririz: "Niçin bir kimse emri altındakilere hiddetlendiği kadar
mevkice kendinden yukarı olan kişilerin önünde hiddetlenmiyor?" Demek ki
kişi büyüklerden çekinip sakındığı için huzurlarında gazablanrmyor. Şu halde
iradesi elindedir hiddetlenmemek gücüne sahiptir"[44]
Nitekim, Hz. İsa Aleyhisselam'a: "Alemde en zorlu
şiddetli olan şey nedir? diye sorduklarında:
Herşeyden şiddetli olan Allah'ın gazabıdır, ondan
cehennemler bile titreyerek, demiş; "Bundan kurtuluş yolu nedir?"
dediklerinde:
Kendi gazabını terk et, cevabını vermiştir.[45]
Gazabdan kurtulmanın ilacı, buna sebeb olan halleri
gidermektir.
Ahlâk kitaplarında açıklandığı üzere, gazaba sebep
olan hâller on tanedir:
1. Ucub
(kendini beğenme),
2. İftihar
(övünmek)
3. Mira
(kavgacılık)
4. Licâc
(övüngeçlik)
5. Mizah
(şakacılık)
6. Tekebbür
(büyüklenme)
7. İstihza
(alay)
8. Gadr (eza ve
cefa etmek)
9. Daym
(çaresizlere eziyet etmek)
10. Münâfeset
(bencillik)[46]
Yüce Allah şu âyet-i kerimesinde öfkesini yenenleri
övmüştür: "(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler,
öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik
edenleri sever."[47]
Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini
istemek gerekir. Resûl-i Zişan efendimiz görmüş olduğu öfkeli bir adam
hakkında: "Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese
mutlaka öfkesi geçer. O kelime: "Euzu billahi mineşşeytanirracim"
sözüdür"[48] buyurarak bu
gerçeği açıklamıştır. Nitekim bir numara sonra gelecek olan hadis-i şerifte
bunu ifade etmektedir.[49]
4780... Muâz b.
Cebel'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzurunda iki kişi çekişti.
(Onlardan) biri (diğerine) öyle sert bir şekilde Öfkelendi ki bana (öfkesinden)
burnu çatlayacak gibi geldi.
Bunun üzerine Peygamber (sav): "Ben bir söz
biliyorum ki eğer (bu adam) o sözü söylese (içinde) duymakta olduğu (bu öfke)
kendisinden gider. (Orada bulunanlardan):
Ey Allah'ın Resulü o söz nedir? diye sordu (da Hz.
Peygamber):
"Allahümme înnî eûzu bike mineşşeytânirracîm: Ey
Allahım, kovulmuş şeytandan sana sığınırım" (sözüdür)" buyurdu. (Bu
hadisi Muaz'dan rivayet eden Abdurrahman b. Ebi Leyla) dedi ki: Bunun üzerine
Muaz, o adama (bu sözü söylemesini) emretmeye başladı. O adam da kabule yanaşmadı.
Ve münakaşaya yeltendi, öfkesi de artmaya başladı.[50]
4781... Süleyman b.
Surad (r.a.)'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzurunda iki kişi çekişti.
Onlardan birinin gözleri (öfkeden) kızarmaya ve boyun damarları kabarmaya
başladı. Bunun üzerine Resûlullah (sav):
"Ben bir söz biliyorum ki (bu adam) onu söylerse
(içinde) meydana gelen (bu öfke) kendisinden gider. (Bu söz); "Eûzu
billahi mineşşeytânirracîm: kovulmuş olan Şeytandan Allah'a sığınırım"
(sözü) dür" buyurdu.
(Adam bu sözü işitince) "Yoksa bende bir delilik
mi görüyorsun?" dedi.[51]
4782... Ebu Zer
(r.a)'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) bize (şöyle) buyurdu: "Biriniz
ayakta iken öfkelenecek olursa hemen otursun, eğer (oturunca öfkesi) gidecek
olursa fme-sı-i î yoktur; fakat) eğer gitmezse o zaman da (yere) yatsın."[52]
Ebu Dâvud der ki, (hu hadis bu mevzuda gelen) iki
hadisin en sahih olanıdır.[53]
4783... Beker'den
(rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a), Ebû Zerr'i (bir ihtiyacı
dolayısıyla) bir yere gönderdi (deyip) bir önceki hadisi aynennakletmiştir.[54]
4784... Ebu Vâil el
Kâss, dedi ki:
(Bir gün) biz Urve- b. Muhammed b. es-Sa'dî'nin yanma
girmiştik. (Orada) bir adam onunla konuşup onu kızdırdı. Bunun üzerine (Urve b.
Muhammed) kalktı, abdest aldı, sonra abdestli olarak dönüp (yanımıza) geldi.
Sonra babam Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu bana haber verdi:
"Muhakkak ki öfke şeytandandır ve kuşkusuz şeytan
ateşten yaratılmıştır. Ateşi de ancak su söndürür. Binaenaleyh, biriniz
öfkelendiği zaman abdest alsın."[55]
Bütün bu hadis-i şeriflerden de anlaşılıyor ki; öfkeyi
yenmenin yedi yolu ve taydaşı vardır:
1. Öfkesini
yenene Cennet hazırlanmış olur. Nitekim Yüce Allah: "Onlar bollukta Allah
için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler.."[56] âyet-i
kerimesinde bunu va'detmiştir.
2. Cennet
hurilerinden istediğini seçip almak hakkına sahip olur (bk. 4777 numaralı
hadis).
3. Büyük bir
ecir ve sevaba nail olur.
Nitekim hadisi şerifte: "Allah katında, bir kulun
sırf Allah rızası için yuttuğu öfke yudumundan daha büyük sevabı olan bir yudum
yoktur."[57]
4. Kendinden
Allah'ın azabını def eder. Hz. Enes'in şu rivayeti bunu açıkça ifade
etmektedir." Kim öfkesini yenerse, Allah da ondan azabını uzaklaştırır;
kim dilini (lüzumsuz sözlerden) uzak tutarsa Allah da onun günahlarını affeder,"[58]
5. Allahü
teâla'nın hıfz ve emanında olur.
6. Allahü
teâla'nın rahmetine nail olur.
7. Allahü teâlâ
hazretlerinin muhabbetini kazanır. Bu son üç maddenin delili ise şu hadis-i
şeriftir;
"Allah şu üç kişiyi korur, onları sever ve onlara
acır; Verilen nimete şükreden, kötülük gördüğünde ona karşılık vermeye gücü
yettiği halde affeden, kızınca sakin olanlar."[59]
Bütün bu faydalar, öfkesini yenenler içindir. Öfkesini
yendiği gibi ayrıca bu öfkesine sebep olan kişiyi affeden kimsenin sevabı ise,
daha da büyüktür. Nitekim şu âyet-i kerime buna delâlet
etmektedir:"...affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez
misiniz? Allah bağışlayan, esirgeyendir."[60]
Meymun'dan rivayet edildiğine göre, bir gün cariyesi
kendine yemek getirirken ayağı burkulup çorbâ'yı Meymun'un üzerine dökmüş.
Bundan canı yanan Meymun hemen kalkıp cariyeyi cezalandırmak isteyince, cariye
O'na:
"Cennet öfkelerini yutanlar için
hazilanmıştır."[61] ayet-i
kerimesini hatırlatır. Meymun da hemen öfkesini yenip onu düğmekten vazgeçer.
Bunun üzerine cariye ona, bu âyetin devamını da hatırlatarak ondan kendisini
affetmesini ister. Ayetin devamını hatırlayan Meymun, bu sefer cariyeyi
affeder. Fırsattan yararlanan cariye bu sefer de O'na: "...Allah ihsan
sahihlerini sever.."[62] âyet-i
kerimesini hatırlatır. Meymun da "O halde Allah rızası için seni âzad
ediyorum şu andan itibaren sen hürsün"[63] diyerek
cariyeyi âzâd eder.
Ahlâk kitaplarında açıklandığı üzere:
"Öfkenin sebebi nefsin, elem duyduğu kimseden
intikam almayı kast etmesidir. Bu istek nefiste belirince, bedene de geçer ve
gazab huyuna ait bir hararet galeyana gelir. Bu dalgalanmadan buhar ve
karartıcı bir duman yükselir. Dimağı ve cereyan etmekte olan damarları, bir
perde kaplar, bunun doğurduğu karanlıktan aklın nuru kapanır, parıldayışı ve
sıhhatli bir şekilde işleyişi durur. Akıl aynası kirlenir, kuvvet-i nazariyenin
doğuracağı fiiller zayıflar. Hekimler, insanın bu halini, şuna benzetirler:
Karanlık ve uzun bir mağara, büyük bir ateş ve dumanla dopdolu. Bu haldeki ateşin
alevlerini söndürmek gayet zordur ve ifrat derecede gazablanmış bir insanı,
Öğütle, tatlı sözle, nasihatle durdurmaya çalışmak, mağaradaki ateşe bir
yerden biraz su alıp söndürmeye çalışmak gibidir ki azıcık su, yükselen ateşin
alevlerini belki biraz daha yükseltir."[64]
Ahlâk âlimleri, böylesine büyük ve tehlikeli bir
yangını söndürebilme-nin ameli olarak dört yolu olduğunu söylemişlerdir.
1. Abdest
almaktır. Nitekim mevzumuzu teşkil eden (4784) numaralı hadis-i şerif de bunu
tasviye etmektedir.
2. Ayakta
iken oturmak, oturmakta
iken yatmaktır. Nitekim (4782) ve (4783) numaralı hadis-i
şerifler bunu tavsiye etmektedirler. Çünkü oturmakta olan ayakta olana
nisbetle, yatan da oturana nisbetle daha az hareket etme ve öfkenin
tahrikinden daha çok emin olma şansına sahiptir.
3. Eûzu...
çekmektir. Nitekim (4781) numaralı hadis-i şerif de bunu tavsiye etmektedir.
4. Öfke duası
olarak bilinen şu özel duayı okumaktır:
"Allahım günahımı bana bağışla, kalbimin
kızgınlığını gider ve beni şeytandan koru.”[65]
5. Gazabın sebeplerini
gidermektir.
Bilindiği gibi gazabın sebeplerini 4779 numaralı
hadisin şerhinde açıklamıştık.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerden (4780)
numaralı hadis-i şerif hakkında Tirmizî şöyle demiştir:
"Bu hadis Mürseldir. Abdurrahman b. Ebi Leyla,
Muaz b. Cebel'den hadis dinlememiştir. Muaz, Ömer b. el-Hattâb'in halifeliği
devrinde vefat etmiştir. Ömer b. el-Hattab şehid edildiği zaman Abdurrahman b.
Ebi Leylâ altı yaşında bir çocuktu. Abdurrahman İbn Ebî Leylâ, Ömer İbn
El-Hattab'dan hadis rivayet etmiş ve onu görmüştür.[66]
Buharî'nin belirttiğine göre, İbn Ebi Leylâ H.17'de
doğmuştur. Hz. Muaz b. Cebel ise Amvas'da zuhur eden veba salgınında hicretin
17. veya 18'nci yılında ölmüştür. Bu hadisi Nesâî de, yine Abdurrahman b. Ebi
Leyla yoluyla Ubey b. Ka'bMan rivayet etmiştir. Bu rivayet muttasıldır.[67]
Her ne kadar munassıf Ebu Dâvud, kendi teshillerine
dayanarak (4783) numaralı hadisi, yine aynı mevzuyla ilgili olan (4782)
numaralı hadisten daha sahih olduğunu söylemişse de Hafız Münzİri'nin
açıklamasına göre Musannif Ebu Dâvud, (4783) numaralı hadisin mürsel olmasına
rağmen (4782) numaralı hadisten daha sahih olduğunu söylemiştir. Daha başkaları
ise musannifin bu sözünü şöyle açıklamışlardır: Çünkü Ebu Harb bu hadisi
amcasf vasıtasıyla Ebu Zerr (r.a.)'den rivayet etmiştir. Halbuki amcasının Ebu
Zerr'den hadis rivayet etmesinin tesbiıi mümkİn değildir. Binaenaleyh (4782)
numaralı haber munkati olduğu için (4783) numaralı mürsel hadis ondan daha
esahtır.
Bezi yazarına göre ise Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde
(4782) numaralı hadis, Ebu Muaviye -Davud b. Ebi Hind - Ebu Harb b. Ebi'l
Esved, Ebu'l Esved- Ebu Zerr zinciriyle Hz. Peygambere ulaşmaktadır.[68] Bu sebeble
(4782) numaralı hadis (4783) numaralı hadisten daha sağlamdır.
(4781) numaralı hadiste, Hz. Peygamberin öfkelenmiş
bir kimseye "Eûzu" çekmesini tavsiye ettiği halde, o kimsenin:
"Ben deli miyim?" diye karşılık verdiğinden bahsedilmektedir. Sözü
geçen kimsenin Hz. Peygamberce böyle ters bir cevap vermesi iki sebepten ileri
gelebilir:
1. Yâ bu adam
öfkenin mahiyetini bilmediğinden dolayı, "eûzu" nun kızgınlığı nasıl
önleyeceğini kavrayamamıştır da onun için böyle hoş olmayan bir karşılık
vermiştir.
2. Ya da bu
kimse aslında samimi bir müsliiman olmayıp koyu bir münafık olduğu için böyle
cevap vermiştir.[69]
4785... Âişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.), biri diğerinden daha kolay iki şey
arasında muhayyer bırakılırsa, günah olmaması şartıyla, mutlaka onlardan en
kolay olanını seçerdi, şayet günah ise insanlar arasında ondan en uzağı olurdu.
Rasûlullah (s.a.) kendisi için (kimseden) bir intikam almazdı. Ancak Allah'ın
haramlarının çiğnenmesi müstesna; (o zaman bizzat kendisi) o çiğnenen
ha-ramlardan dolayı Allah için intikam alırdı.[70]
4786... Aişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.), hayatta ne bir kadın dövmüştür, ne
de bir hizmetçi."[71]
4787... Abdullah b.
Zübeyr(in) "Sen af yolunu tut..."[72] (âyet-i kerimesi)
hakkında (şöyle) dediği rivayet edilmiştir:
"(Bu âyet-i kerimede) Allah'ın elçisi insanların
huylarından affa sarılmakla emr olunmuştur."[73]
Mevzurnuzu teşkil eden bu babın hadislerinde, Hz.peygamberin,
ümmeti için devamlı kolaylık düşündüğü, müsamaha ve af ile muamelede
bulunduğu, kendi şahsıyla ilgili meselelerde asla intikam alma yoluna
gitmediği, fakat Allah'ın haramlarının çiğnenmesi söz konusu olunca, bu yasağı
çiğnemenin intikamım Allah için mutlaka aldığı ifâde edilmektedir.
Her ne kadar Ukbe b. Ebu Muayt ve Abdullah b. Hatal
gibi bazı müşriklerden intikam aldığı tarihten sabit ise de, bu intikamların
sadece Hz. Peygamberin şahsiyle ilgili oldukları söylenemez. Çünkü sözü geçen
kimseler, hayatları boyunca sadece Resulü Zişan efendimize eziyet etmekle
kalmamış, aynı zamanda hayatları boyunca her fırsatta Allah'ın haramlarını çiğnemeyi
bir adet haline getirmişlerdir.
Bazılarına göre, Hz. Peygamberin kendi şahsına karşı
yapılan haksızlık ve eziyetlerin intikamını almaması, bu haksızlık ve
eziyetlerin küfür sınırlarına varmamasıyla kayıtlıdır. Bir başka ifadeyle
şahsına karşı yapılan eziyetler, küfür sınırlarına taşmadıkça, onların
intikamını almayı düşünmemiş, fakat küfür sınırlarına taştığı andan itibaren
Allah için onun intikamı peşine düşmüştür. (4775) numaralı hadis-i şerifte
anlatılan kendi kaftanına, hızla asılarak boynunda iz bırakan bedeviyi
affetmesi olayı gibi.
Davudi ise Hz. Peygamberin intikam almamasının malî
davalarla ilgili olup namus davalarıyla ilgili olmadığını ve namusla ilgili
meselelerde intikam almaktan geri durmadığını söylemiştir.[74]
1. Haram veya
mekruh olmamak şartıyla, iki şeyin en kolayını
seçmek müstehabtır.
Kadı Iyaz diyor ki: "İhtimâl Peygamber (s.a.)'in
burada muhayyer bırakılması Allah tarafmdandır. Onu iki ceza arasında, yahut
kâfirlerle harbet-mek veya onlardan cizye almak hususunda, yahut ümmetinin
ibadette mücahede derecesine varıp varmaması hususunda muhayyer bırakılmıştır.
O bunların hepsinde kolay olanı seçerdi.
Hz. Âişe'nin "günah olmamak şartıyla" sözü,
onu kâfirler yahut münafıklar muhayyer bıraktığı zaman düşünülebilir. Muhayyerlik
Allah'dan yahut müslümanlardan gelirse ibaredeki istisna munkati olur."
2. Amirlerin,
hakimlerin ve diğer söz sahiplerinin şahısları adına intikam almayı terk
etmeleri müstehabtır. Kadı Iyaz diyor ki: "Ulema, hâkimin kendi lehine ve
keza lehine şehadeti caiz olmayacak kimse lehine, hüküm vermesinin caiz
olmadığında ittifak etmişlerdir.
3. Zevce,
hizmetçi ve hayvanı terbiye için döğmek mubah ise de döğmemek efdaldir.
4. Bu
rivayetler aff-u safha, eziyete tahammüle, haram bir şey işleyene karşı
Allah'ın dinine yardımcı olmaya teşvik etmektedirler.[75]
Esasen Ali İmran suresinin (134) no'lu âyetinde
öfkesini yutanların cennetlik oldukları haber verilirken, onların öfkelerine
hakim olma özellikleri yanında aynı zamanda Allah için harcamalarından ve affediciliklerinden
de bahsedilmesi, öfkeyi yenmenin tek başına cennetlik olmaya yetmeyeceğine,
Cennetlik olabilmek için öfkeyi yenme sıfatının yanında affedicilik ve Allah
için harcama sıfatlarının da bulunması gerektiğine delalet eder.[76]
Esasen af, hak tealanın en büyük sıfatların dan dır.
Eğer böyle olmasa idi, dünyada taş taş üstünde kalmazdı. Her lahza ve her an
işlenen günahlarla taştığı halde, dünyanın yıkılmayıp yine var olmaya devam
etmesi, Allah'ın affedicilik sıfatının tecellisinden başka bir şey değildir.[77]
El-Afuvv: Affedici ismi Allah'ın güzel isimlerinden
biridir. Kulun bu isimden alacağı hisse açıktır. Allah'ın bu ahlâkı ile
ahlâklanmış olan kimse kendisine zulmedenleri, kötülük yapanları affeder. Hatta
onlara iyilik eder.[78]
Bu konuyu (4835) numaralı hadisin şerhinde tekrar ele
alacağız, inşaallah.[79]
4788... Hz. Aişe'den
(rivayet edilmiştir:) Peygamber (s.a.)'e bir kimseden (hoşa gitmeyen) bir söz
erişecek olursa (onun ismini anmış olmamak için); "Falan (isimli) kişiye
ne oluyor da böyle diyor?" demezdi de; "bu insanlara ne oluyor da
böyle böyle konuşuyorlar?" derdi.[80]
4789... Hz. Enes'den
(rivayet edildiğine göre) (bir gün) üzerinde (kadınlara mahsus bir allık olan
ve zaferandan yapılan) bir sarı boya izi bu-lunan bir adam Rasûlullah (s.a.)'ın
yanına girdi. Rasûlullah (s.a.) de üzerinde insanın hoşlanmayacağı bir şey
bulunan insanın yüzüne az bakardı.
Adam çıkınca (Hz. Peygamber): "Adama
söyleseydiniz de üzerinden bu izi yıkasaydı (kendisi için daha hayırlı olurdu)"
buyurdu.
Ehu Dâvud der ki: Seîm Hz. Ali evladından değildir.
(Fakat o yükseklerde bulunan) yıldızlara bakardı. (Bu yüzden yükseklere nishet
edilerek kendisine alevî denildi, kendisi) Adiy b. Eriat'ın yanında hilali
gördüğüne dâir şahitlik etmişti de (Adiy onun bu) şahitliğini geçerli
saymamıştı.[81]
Bütün ahlakî faziletleri kendisinde toplanmış olan
A1lah Rasul hayatı boyunca insanların gönlünü hiçbir zaman kırmadığı gibi,
onların kusurlarını görmemezlikten gelmiş, kaba ve kırıcı davranışlarına
tahammül etmiş, onlarla iyi ilişkiler içinde olup güzel geçinmeyi kendisine
usul ittihaz etmiştir. Çünkü yüce Allah insanları bir biriyle görüşüp
tanışmaları için yaratmıştır.[82]
Nitekim kendisi de bir hadis-i şeriflerinde:
"Mü'min ülfet eden (dostluk kuran ve iyi geçinen) ve kendisi ile ülfet
edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisi ile ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.
İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olanıdır"[83] buyurmuştur.
Hz. Ali Hz. Peygamber'in ahlâkını şöyle özetlemiştir:
Hz. Peygamber güler yüzlü, güzel huylu, nazik kalpli
idi. Hiçbir vakit sert ve kaba değildi. Onun ağzından hiçbir müstehcen kelime
çıkmazdı. Başkalarının hareket tarzını tenkid veya takbih etmez, sevmediği bir
hareket veya durum karşısında birşey söylemez, ona göz yummakla iktifa ederdi.
Şayet böyle bir harekette bulunan adam, kendi hareket tarzının tasvibini
isteyecek olursa Rasûlullah onu, kınamadan, kalbini kırmadan bundan
vazgeçirir, yahut susarak muhatabına memnun olmadığını hissettirirdi.
Resul-i Ekrem kendi hesabına üç şeyden sakınırdı:
1. Münakaşa ve
mücâdele,
2. Lüzumundan
fazla söz söylemek,
3. Kendisini
alakadar etmeyen işlerle meşgul olmak. Başkaları hesabına da üç şeyden uzak
dururdu:
1. Kimseyi
tenkid etmezdi.
2. Kimseye
hakarette bulunmazdı.
3. Başkalarının
sırlarına muttali olmak istemezdi.
Her ne kadar Resul-i Zişan efendimiz insanların
eziyetlerine katlanıp onların kaba davranışlarını, müsamaha ve olgunluk ile
karşılarsa da, bunu asla müdahene (yağcılık) sınırlarına vardırmaz. Müdârâ
(güler yüzlülük) sınırlarından dışarı çıkmaz ve "güzel söz de
sadakadır"[84] buyururdu.
Hakkın çiğnenmesi söz konusu olduğu zaman susmayı ise şeytanlık sayardı.[85]
Uygunsuz haller ve davranışları düzeltirken de son
derece ince ve hassas hareket eder, bu hususta tenkid ve uyanlarını şahısların
bizzat kendilerine yöneltme yerine, üslubu hakimane denilen bir uslub ile
fiillere yöneltir ve bu sayede şahısların gönlünü kırmaktan uzak kalırdı.
Fakat dinî meselelerde gösterilen laubali
davranışlarda ise tam bir salâbet-i diniyye sahibi idi. Bu hususta "....
Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmazlar..."[86] emr-i
ilâhisinden ayrılmazlardı. Binaenaleyh bir kimsenin kendisine ya da başkasına
erişmek üzere olan şiddetli bir zararı önlemek için güler yüz göstermesi, hatta
bazı yerlerde müstehab olmakla beraber böyle şiddetli bir zararın erişmesi söz
konusu olmayan yerlerde müdara caiz değildir.
Şiddetli zarardan maksat, şiddetli dayak, sürgün,
görevden azil, öldürme gibi işlerdir.[87]
(4789) no'lu hadis hakkında daha geniş açıklama için
(4182) numaralı hadisin şerhine de bakılabilir.[88]
4790... Hz. Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Mü'min saf ve kerem sahibidir.
Bozguncu insan ise (daima) aldatıcı, alçak ve cimridir" buyurmuştur.[89]
Girrun: Aldanan, aldatılan anlamlarına gelir.
Kerîm: İyi, cömert, çok affeden, kıymetli gibi manalara
gelir.
Fâcir: Allah'ın emrinden çıkan, günahkâr demektir.
Hıbb: Aldatıcı manasına gelir. Leîm: Alçak ve cimri demektir.
Hattabî (r.a.)'nin açıklamasına göre: Hadis-i şerifin
zahirinden anlaşılan şudur ki: Hakiki mü'min aldatılmaya müsait, kötülüğü
kavramaktan ve araştırmaktan uzak olur. Bu durum onun cehaletinden değil,
kereminden ve ahlâkının güzelliğinden, iyi niyetli ve itimat sahibi oluşundan kaynaklanır.
Allah'ın emrinden çıkmış bozguncu insanlar ise daima
aldatıcı, alçak, cimri, kötülük planlarını araştırmakla meşgul olur. Bu durum
onun akıllılığından değil, kötülüğünden kaynaklanır.
İbn Esir'in açıklamasına göre bu hadisden anlaşılan
şudur:
"Mü'min hilekâr ve düzenbaz olmaz. Ancak
yumuşaklığı ve itimat sahibi olması sebebiyle bazan aldanıp tuzağa
düşer."
Bu mevzuda Muhammed Zekeriyâ b. Yahya el-Kândehlevî
şöyle diyor:
Her ne kadar bu hadisin zahiri "Mü'minin
firasetinden sakınınız."[90] hadisine
aykırı gibi görünüyorsa da aslında bu iki hadisin arasını şu şekilde te'lif
etmek mümkündür:
Bu hadis mü'minlerin avamı hakkındadır. Diğer hadis
ise basiret sahibi olan hassas müminler hakkındadır. Bu iki hadisin arasını
"Mü'minin aldatılır olması onun hüsn-i zan sahibi olmasından neş'et eder.
Bu durum ise, onun firaset sahibi olmasına mani değildir" diyerek te'lif
etmek de mümkündür. Bu hadis-i şerifin: "Mü'min bir delikten iki defa
sokulmaz."[91] hadisine
aykırı olduğu da söylenemez. Çünkü bir defa aldanmak başkadır, ikinci defa
aldanmak daha başkadır.
Hafız Suyutî'in açıklamasına göre mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerif, Hafız Siracüddin el-Kazvinî'nin mevzu olduğunu iddia
ettiği hadislerdendir.
Hafız b. Hacer ise bu iddiayı reddederek şöyle
demiştir: "Bu hadis Hâkim tarafından muttasıl bir senedle rivayet
edildiği gibi, Sevrî'nin ashabı
ve Haccac tarafından da rivayet edilmiştir. İbn Main,
Haccac hakında müsbet düşünmektedir. Ancak Buharî ile Müslim bu hadisin
râvilerinden Bişr'e güvenilmeyeceğim söylemişlerdir...
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte cimriliğin
bozgunculuk sıfatı olduğuna da bir işaret vardır.
Görüldüğü gibi hadis-i şerifte cimrilik, çirkin bir
huy, sehâ (cömertlik) büyük bir bir fazilet olarak değerlendirilmiştir.
Nitekim şu âyet-i kerimelerde de cimriliğin çirkin bir
huy olduğu cömertliğin büyük bir fazilet olarak değerlendirilmiştir,
"Kim nefsini (mala olan) hırsından ve
cimriliğinden korunursa, işte muratlarına erenler onların tâ kendileridir."[92]
"Allah'ın (fazl-u kereminden) kendilerine
verdiğini (sarf-ü intakta) cimrilik edenler, (asla) bunun kendileri için bir
hayır olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onlar için bir serdir."[93]
Bu konuyla ilgili bir hadis-i şerif de şu mealdedir:
"Cimri asla cennete giremez."[94]
Cimriliğin çeşitli tarifleri yapılmışsa da en doğru
olan tarife göre cimrilik, şer'an vâcib veya mürüvvet yönünden münâsib olanı gücü
yettiği halde vermemektir.[95]
4791... Hz. Âişe'den
demiştir ki:
Bir adam Peygamber (s.a.)'in yanına (girmek için) izin
istedi, "Peygamber (s.a.)'de: "Aşiretin bu oğlu ne kötüdür"
yahut da; "Aşiretin bu adamı ne kötüdür" buyurdu. Sonra: "Ona
(girmesi için) izin verin" dedi.
(Adam içeriye) girince ona yumuşak bir dille konuştu,
bunun üzerine (ben) Âişe:
Ey Allanın Rasulü (yanına girmeden Önce) onun hakkında
söyleyeceğini söylediğin halde (bir de tutup) onunla yumuşak bir dille
konuştun dedi(m).
(Hz. Peygamber de: "Ey Âişe) Kıyamet gününde
Allah katında insanların en şerlisi insanların kötülüğünden korkarak
kendisinden uzaklaştığı ya da kendisini terk ettiği kimsedir" buyurdu.[96]
4792... Âişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre) bir adam Peygamber (s.a.)'iri yanına
(girmek için) izin istemiş, Peygamber (s.a.)'de; (bunu öğrenince o adam
hakkında): "Bu aşiretin kardeşi ne kötüdür!" demiş biraz sonra adam
(içeri) girince onu sıcak bir şekilde karşılamış (ve) onunla (tatlı tatlı)
konuşmuş.
(Hz. Aişe sözlerine
devam ederek şöyle
demiştir: Adam) dışarı çıkınca:
Ey Allah'ın Rasulü, (adam içeri girmek için) izin
istediğinde (hakkında): "Bu aşiretin kardeşi ne kötüdür" diye
konuştun (içeri) girince de kendisini sıcak karşıladın, dedim.
"Allah kötüyü ve kötülüğü ortaya çıkarmaya
çalışan kimseyi sevmez" buyurdu.[97]
Fuhş: Haddi aşmak demektir. Fiilen ve kavlen işlenen
kötülük anlamında kullanılır.
Fahiş: Haddi aşarak kötülük işleyen kimse demektir.
İbn Esir'in "En-Nihâye" isimli eserindeki
açıklamasına göre "Fuhş" hem sözde olan fiilen işlenen kötülükleri
ifade eder.
Tefahhuş ise içinde kötülük olmadığı halde kendini
kötülüğe zorlama anlamına gelir."'
Bu bakımdan Bezlü'l-Mechud yazarının da ifade ettiği
gibi içindeki kötülüğü, sözüyle ve fiiliyle dışarı çıkaran kimseye
"fahiş", içinde kötülük olmadığı halde, kendisi kötülük yapmaya
zorlayan kimseye de "mütefahhiş" denir.
Binaenaleyh Resul-i Zişan efendimiz (4792) numaralı
hadiste Allah, kötü insanları sevmediği gibi, kötü insanlardaki kötülüğün
ortaya çıkmasına sebep olan kişileri de sevmediğini, binaenaleyh kendisinin de
böyle bir duruma düşmeyi asla arzu etmediğini ifade etmek istemişlerdir.
Öyleyse bir müslümanın kötü bir kimseye ayıplarını
hatırlatarak onu kırıcı bir tavırla karşılaması caiz değildir. Müslümanlara
yakışan onu güler yüzle karşılamaktır. Bir önceki hadisin şerhinde
açıkladığımız gibi buna müdara (güler yüz) denir. Güler yüzlü olmak, müdâhene
(yağcılık)tan tamamen farklıdır.
Hz. Peygamber'in huzuruna girmek isteyen kimsenin
adını anmadan, kavminden bahsetmek suretiyle onun kötülüğünü açıklaması
"gıybet" değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in onun kötülüğünü ifade
etmekten maksadı orada hazır bulunan müslümanları o kimsenin kötülüğünden korumaktır.
Bu bakımdan mevzumuzu teşkil eden bu hadisler, müslümanlan uyarmak için
kötülüğünden korkulan bir kimsenin kötülüğünü haber vermenin caiz olduğuna
delâlet etmektedir.
Yahutta bu adam açıktan kötülük işliyordu da Hz.
Peygamber bu yüzden onun kötülüğünü ifade etmekte bir sakınca görmedi.
İmam Kurtubî'nin de dediği gibi, fışkını ve fuhşunu
açıktan işleyen bir kimsenin gıyabında konuşmak, gıybet olmadığı gibi, zâlim
idarecilerin ve halkı bid'ate davet eden bid'atçılarm aleyhine konuşmak da
gıybet değildir.
Onların gıyabında kötülüklerini dile getirmek caiz
olmakla beraber yüzyüze gelindiği vakit, kendilerine güler yüz göstermek de
caizdir.
İbn BattaPın beyanına göre Hz. Peygamber'in huzuruna
gelen adamın ismi Uyeyne b. Hisn el-Fezarî imiş, kendisine "ahmak"
denilirmiş. O gün henüz müslüman değilmiş, fakat müslüman gorünürmüş. Peygamber
(s.a.) herkesin bilmesi ve aldanmaması için onu ashabına tanıtmak istemiştir.
Bu adam, Peygamber (s.a.)'in sağlığında olsun, vefatından sonra olsun, imanının
zayıflığına delalet eden işler yapmış. Mürtedlerle beraber o da dininden dönmüş
ve esir edilerek Hz. Ebu Bekîr'e getirilmiştir. Binaenaleyh, Peygamber
(s.a.)'in onu: "Bu aşiretin kardeşi ne fenadir"diye vasfetmesi
nübüvvetine delalet eden mu'cizelerdendir.
Hadisteki aşiretten murat kabiledir.[98]
4793... Şu (bir
önceki hadiste anlatılan) olay hakkında Hz. Aişe'den (gelen bir rivayete göre)
Peygamber (s.a.):
"Ey Aişe! Dilin (in şerrin) den korunmak için kendilerine
ikram edilen kimseler, şüphesiz insanların en
şerlılerindendir."buyurmuştur.[99]
4794... Hz. Enes'den
demiştir ki:
(Gizlice bir derdini açmak üzere) ağzmı Peygamber
(s.a.)'in kulağına yaklaştıran hiçbir adam görmedim ki o adam başını (Hz.
Peygamber'den) uzaklaştırmadıkça (Rasûlullah) başını (ondan) uzaklaştırmış
olsun.
Yine (Hz. Peygamber'in) elini tutan hiç bir adam
görmedim ki o adam (Hz. Peygamberin) elini bırakmadıkça (Hz. Peygamber onun)
elini bırakmış olsun.[100]
Bu hadis-i şeriflerde Rasul-i zişan efendimizin son
derece mütevazi, iyi kalpli olduğu, herkes için iyilik düşünüp herkesin derdine
deva olmak için elinden gelen çabayı sarf ettiği, insanlara zararlı olan
kimseleri her fırsatta uyarıp onları bu kötü huylardan kurtarmaya çalıştığı,
insanların en şerlisinin de insanların kötülüğünden kurtulmak için kendisine
saygı gösterip ikramda bulunduğu kişi olduğu ifade Duyurulmaktadır.
Binaenaleyh, Hz. Peygamber'i kendisine Örnek alıp
İslam terbiyesiyle yetişmiş bir müslüman, toplumda insanlara faydalı .olan
şeyleri yapmaya ve insanlara zarar verecek şeyleri de engellemeye gayret eder.
Çünkü hak, hayır ve fazilet ilkeleriyle yetişmiş olan bir müslüman, toplumda
faydalı, faal ve yapıcı bir unsur olur. İyilik yapmaya fırsat bulduğunda, onu
değerlendirmeden edemez. Çünkü hayır işlemenin kurtuluşa vesile olacağını
bilir. "İyilik yapın ki saadete eresiniz."[101]
Hayır işi için attığı her adımda Allah'ın kendisine
sevap verdiğini bilir ve hayır yapmaya koşar...
Cabir (r.a.)'den de Nebi (s.a.)'in şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Her iyilik sadakadır..."[102]
"Allah, kendine teslim olmuş kuluna iyilik
yapınca sevap verebileceği gibi kötülükten çekindiği zaman da iyilik yapmasa
da sevap verir."[103]
Ebu Musa (r.a.)'dan Nebi (s.a.)'in şöyle buyurduğu
nakledilir: "Her müslümanın sadaka vermesi gerekir." Bulmazsa ne
yapar, denildi, şöyle buyurdu:
"Eliyle çalışır, kendine fayda verir ve sadaka
dağıtır." Buna da gücü yetmezse ne yapar? denildi.
Bu sefer: "Şiddetli ihtiyaç sahibine yardım
eder" dedi. -Buna da gücü yetmezse ne yapar? denildiği zaman;
İyiliği veya hayrı enir eder, cevabını verdi.
Buna da gücü yetmezse ne yapar, denildi. Bunun
üzerine.
Şerri terk eder, buyuruldu. (Mütefekkünaleyh).[104]
4795... (Abdullah) b.
Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kardeşine (fazla)
utanma(ması) hakkında öğüt vermekte olan ensardan bir zatın yanına uğramış da:
"Onu bırak! Çünkü utanmak imandandır"
buyurmuştur.[105]
"Haya: Utanmak demektir. Kınamayı gerektiren bir
söz ve davranıştan dolayı kışının Allah a ve insanlara karşı mahcubiyet duyması
(kısaca utanması), "haya" sözü ile ifade edilmiştir.
Edeb, haya, insan ahlâkı için en güzel bir ölçüdür.
İnsanın haddini bilmesi, utanacak bir işten dolayı sıkılıp yüzünün kızarması,
büyük bir fazilettir. Bu fazilet, sahibini kötülüklerden uzak tutar. Utanıp
kınanmayacağı işler yapmasına da sebep olur.
Gerçek haya insanın yüce yaratanına karşı duyacağı
hayadır.[106]
"Haya" kabahatleri işlemek korkusuyla nefsin
ictinab edip geri durmasıdır[107] şeklinde de
tarif edilmiştir.
Bilindiği gibi kabahatleri aklî, şer'î ve örfî olmak
üzere üç kısma ayırabiliriz.
Aklî kabahat (Çirkinlik): Kötülüğü aklen bilinebilen
kabahatlerdir ki işleyenlere "mecnûn" denir.
Şer'î kabahat: Kötülüğü şer-i şerifin açıklamasıyla
bilinebilen kabahatlerdir ki, işleyenlere "fâsık"denir.
Örfî kabahat: Çirkinliğini örf ehlinin anlayabildiği
kabahatlerdir ki, irtikâb edene "ebleh"denir.[108]
Utanmak: İnsanın yaratılışında mevcut olduğu halde,
mevzumuzu teşkil eden hadiste, utanmanın, imana bağlanması, utanmanın yerini
ve ölçüsünü dinin ve imanın tayin etmesidir. Binaenaleyh burada din ve imanın
belirlediği yerler ve ölçüler dışında görülen utanmalar söz konusu değildir.
İslâm ölçülerine uymayan utanmalar, gerçekte utanma değildir. Yere düşen ekmeği
almaktan utanmak, geçimini te'min için rençberlik yapmaktan utanmak gibi....
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, kardeşine
utanmak hakkında öğüt verdiğinden bahsedilen ensarlı zata göre, kardeşi
utangaçlığı yüzünden çok zarar gördüğü için onun utanmayı bırakması
gerekiyormuş. Bu sebeble kardeşini utanmayı bırakmaya zorluyordu. Hz. Peygamber
ise, utanmanın İslâm inancı ile yakînen ilgili olduğunu, imandan kaynaklanan
utanmanın güzel huylardan olduğunu söyleyerek o Ensarîyî kardeşine karşı
yaptığı bu baskıdan men'etmiştir.
Haya en kâmil haliyle imanın doruğunda olan Peygamber
efendimizde tezahür etmiştir. Nitekim Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'de;
"Resul-i zişan efendimizin bir kızdan daha utangaç olduğunu" ifade
etmiştir.[109]
Beyhaki'nin rivayetine göre, Hz. Peygamber bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "İzzet ve celal sahibi Hak teala
karşısında, her hangi bir kul, ellerini açıp dua ederek birşey dilerse Cenab-ı
Hak onu eliboş olarak çevirmekten haya eder."[110]
Hayanın fertler için olduğu kadar cemiyetler için de
büyük bir önemi vardır. İman Şairimiz Mehmet Akif merhum şu mısralarıyla bu
gerçeği ne güzel ifâde etmiştir:
"Göster Allahım, bu millet kurtulur tek bir
mu'cize.
Gaib hazinenden bir utanmak hissi ver bize.
Haya sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük her yerde.
Ne çirkin yüzler Örtermiş meğer bir incecik
perde."
Mevzumuzu teşkil eden bu hadiste hayanın imandan bir
şube olduğundan bahsedilmesi imanın birçok şubeleri olduğuna delâlet eder.
Biz imanın bu şubelerini "4673" numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[111]
4796... Ebu
Katede'den demiştir ki:
Biz, İmran b. Husayn ile birlikte idik. Orada Buşeyr
İbn Ka'b da vardı. (Bir ara) İmran İbn Husayn (söze başlayıp), Rasûlullah'm
(s.a.): "Utanma tamamiyle hayırdır" dediğini ya da "utanma(nın)
hepsi de hayırdır" buyurduğunu söyledi.
Bunun üzerine Büşeyr İbn Ka'b'm:
"Biz bazı kitaplarda bazı hayaların vakar
(ağırlık), bazısının sekînet (iç huzuru), bazısının da zayıflık (kaynağı)
olduğuna rastladık" dedi.
İmran hadisi tekrar rivayet etti. Büşeyr de sözü(nü)
tekrarladı; (hayanın bir takım zaafların kaynağı olduğunu ifade eden Büşeyr'n
bu sözlerini ikinci kez işiten) İmran öfkelenip gözleri kıpkırmızı oldu ve
(Büşeyr'e hitaben):
Görüyorum ki, ben sana Rasûlullah (s.a.)'dan söz ediyorum,
sen de bana kitaplarından bahsediyorsun, dedi. (Biz bu durumu görünce İm-ran'ın
daha fazla kızmasını önlemek için kendisine):
Ey Ebu Nüceyd, (artık bu kadarı) yeter! dedik.[112]
Bezlü'l-Mechûd yazarının da ifade ettiği gibi, İslamın
kabul ettiği, hayanın her çeşidinin hayır olduğunda; İslâmî manada haya
çeşitlerinde hayırdan başka bir şey olmadığında şüphe yoktur.
Her ne kadar avam-ı nas arasında bazı zayıflıklara ve
zararlara yol açan bazı davranışlar, haya sayılmakta ise de, aslında o tür davranışların
haya ile bir ilgisi yoktur. Eğer o davranışlar haya olsaydı, bu zararlı hareketleri
terk etmek gerekeceğinden, sünnetin bir kısmını terk etmek icab edecekti.
Büşeyr (r.a.); "Bazı hayaların zaaflara sebep
olduğunu" söylerken, Hz. İmran'ın zaaflara sebep olan ve halk arasında
haya olarak bilinen bu hallerin aslında haya olmadığını açıklamasını ve halkı
bu yanlış anlayıştan kurtarmasını istiyordu. Fakat bu isteğini ortaya koyarken
âyet ve hadisten değil de başka kitaplardan delil getirmesi, Hz. İmran'ın
öfkelenmesine sebep oldu.
Bilindiği gibi, gerçek haya insanın dince, akılca ve
örfçe çirkin sayılan şeyleri yapmaktan sıkılması, üzüntü duyması ve yüzünün
kızarmasıdır. Bunun dışındaki duygu ve düşüncelerden kaynaklanan utanıp
sıkılmalar ise, gerçek haya değildir. Nitekim, şu hadis-i şerif bu gerçeği çok
güzel bir şekilde ifade etmektedir:
"Hz. Peygamber, bir gün ashabına: "Allah'dan
hakkıyla haya ediniz" buyurdu. Ashab da:
Ey Allah'ın Rasulü, elhamdülillah, haya ediyoruz,
dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.):
"Hakiki haya o değildir. Fakat gerçek manasıyla
haktan haya eden başını (yani baştaki duyu organlarını ve başın içindeki
düşüncelerini gayr-i meşru düşünce ve davranışlardan) korusun. Karnı ve karnın
ihtiva ettiğini (midesini) kontrol etsin. Böyle yapanlar Allah'tan hakkıyla
haya etmiş olurlar" buyurdu.[113]
4797... Ebu Mesûd
(r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların ilk Peygamberlikten beri
duyageldikleri sözlerden biri; utanmazsan dilediğini yap! sözüdür."[114]
İmam Hattâbî'nin açıklamasına göre mevzumuzu eden bu
hadisî hayanın ilk Peygamberden itibaren bütün Peygamberler tarafından teşvik
edildiğini ifâde etmektedir. Çünkü, Allah her peygambere hayalı olmayı ve
ümmetini hayalı olmaya teşvik etmeyi vahyetmiştir. Haya bir taraftan vahy
mahsulü olduğu gibi, diğer taraftan da güzelliği ve fazileti açık olduğundan
bütün akıl sahipleri onun güzel bir haya olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu
özellikleri taşıyan bir hüküm hiçbir zaman nesh edilmeyeceğinden haya da ilk
peygambere vahy edildiği gibi, hiç neshe uğramadan peygamberlerin tümünün
şeriatinde yürürlükte kalmıştır.
Hadiste geçen; "utanmazsan dilediğini yap"
cümlesine ulemâ üç çeşit mana vermiştir:
a. Bu cümle
emir kalıbında bir haber cümlesidir. "Eğer haya duygusu sana engel
olamıyorsa artık sen nefsinin arzu ettiği bütün kötülükleri yaparsın"
demektir. Hz. Ebu Ubeyd, bu görüştedir.
b. "Dilediğinizi
yapınız, o yaptıklarınızı görmektedir" (Fussilet, (40) 41) âyet-i kerimesi
gibi tehdid ifâde etmektedir. Yani utanmıyorsan dilediğini yap, fakat şunu
unutma ki her yaptığının cezasını göreceksin, demektir. Ebu'j Abbâs bu
görüştedir.
c. "Yapacağın
bir işe bakmalısın, eğer seni utandıracak bir işse ondan vazgeçmelisin, fakat
yaptığın takdirde seni mahcub duruma düşürmeyecekse onu yapabilirsin"
anlamındadır. Ebu İshak el-Mervezî de söz konusu cümleyi böyle açıklamıştır.[115]
4798... Aişe
(r.anhâ)'dan (rivayet edilmiştir); dedi ki: Rasûlulah (s.a.)'i (şöyle) derken
işittim: "Muhakkak ki mü'min, ahlâkının güzelliği sebebi île (gündüzleri)
oruç tutan (ve geceleri de) Allah'a ibâdetle geçiren kimsenin derecesine
ulaşır."[116]
Ahlâk: Hulk (huy) kelimesinin çoğuludur.
Huy: Nefiste yerleşip fikir yormaya muhtaç olmaksızın
kendiliğinden meydana gelen heyet-i râsiha (yerleşmiş bir şekildir. İşte buna
huy denir. Kâtibin bir şeyi yazarken yazdığını harf harf tefekkür etmediği ve
mutribin saz çalarken ahengini nağme nağme düşünmediği gibi, meleke haline
gelen davranışlar da insandan hiç düşünmeden kolayca sudur ederler. Meleke
haline gelmeyen davranışlar insandan kolayca sudur etmedikleri gibi, meleke
haline gelmeyen davranışlara da huy denmez.
Bu suretle, kişide kendisinden güzel davranış, ve
ameller meydana gelecek bir şekilde bulunursa, ona "hulk-ı hasen: güzel
huy" ve eğer çirkin işler meydana gelecek şekilde bulunursa, buna da
"hulk-ı seyyi': kötü huy" denir.
Ahlâk bilginleri, insan nefsinde üç kuvvetin varlığını
belirtirler.
a. İdrâkin
başlangıcı ve kaynağı olan "kuvvet-i ilmiyye: ilmî kuvvet"
b. Zararları def
etmenin kaynağı olan "kuvve-i şeheviyye: şehvet kuvveti".
c. Kuvve-i
gazabiyye: gazab kuvveti.
Bu üç kuvvetten birincisi olan ilim kuvveti, yalnız
insan ruhuna aittir. Diğer ikisi ise sair hayvanlarda da müşterektir.
Bunların her birinin i'tidal, ifrat ve tefrit olarak
üçer mertebesi olup, i'tidal merkezinde olanlar övülmüştür, fazilettir. İfrat
ve tefrit tarafları ise çirkindir, rezalettir. Bunları geniş olarak tetkik
etmek isteyenler ahlâk kitaplarına müracaat buyursunlar.[117]
Mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şerifte; güzel ahlâk
sahibi bir müslümanın ahlâkı sayesinde gündüzlerini oruçla gecelerini de
ibadetle geçiren bir müslümanın derecesine erişebileceği ifade edilmektedir. Bu
gerçeği anlamak çok kolaydır. Şöyle ki, gündüzlerini oruçla gecelerini de
Allah'a taatle geçiren bir kimse, aslında nefsiyle ve şehvanî arzularıyla
mücadele edip onlara galip gelmeye çalışıyor demektir. İyi düşünülürse insanlar
arasına katılıp onlarla olan, muamelesinde güzel ahlâkı elden bırakmayan kimse
ise/aslında aralarına katıldığı kişiler adedince nefislere muhatab, bir çok
nefse karşı mücahede ediyor demektir. Bu böyle olunca, bu kimse gündüzleri
oruçla geceleri de taatle geçiren kimselere erişmesi ve hatta onları geçmesi
hiç de yadırganacak bir durum değildir.
İşte bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), sahabeyi
güzel ahlâka teşvik eder, çeşitli yollarla onlara güzel ahlâkı sevdirmeye
çalışırdı. Çünkü nefislerin temizlenmesi ve insanların kemale ermesinde bunun
tesirini çok iyi biliyordu. Rasûlullah (s.a.) Ebu Zer'e buyuruyor ki:
Ey Ebu Zer, sana yapılması insana hafif gelecek,
mizan(ın)da ağır basacak iki haslet söyleyeyim mi? Ebu Zer:
Evet ya Rasûlullah, dedi. Buyurdu ki:
Güzel ahlâkı ve sükûtu terk etme. Nefsim kudretinde
olan Allah'a yemin ederim ki insanlar bu iki haslet gibisiyle
güzelleşmediler."[118]
"Güzel ahlâk nemadır, kötü ahlâk uğursuzluktur.
İyilik ömrü artırır, sadaka kötü ölümü engeller."[119]
"Allahim, beni güzel yarattın, ahlâkımı da
güzelleştir."
Allah (c.c.) hazretleri: "Sen yüce bir ahlâk
üzeresin" buyurduğu halde Nebi (s.a.)'in ahlakının güzelleşmesi için dua
etmesi müslümanların daima ahlâkının güzelleşmesini istemeleri, ne kadar
yükselirlerse yükselsinler, Allah'dan bu hususta yardımını eksik etmemesini dilemeleri
icab ettiğini gösterir.[120]
4799... Ebu'd Derdâ
(r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Terazide güzel huydan daha ağır basacak olan bir
şey yoktur."[121]
(Bu hadisin ravilerinden) Ebul Velid (et-Tayâlisî, bu
hadisi el Kasım b: Ebi Bezze'den) sema yoluyla, yani ben, Ata el Keyharanî'yi
(şöyle şöyle derken) işittim, (şeklinde) rivayet etti. (Diğer râvi Hafs b. Ömer
ise el-Kasım'dan an'ane tarikiyle rivayet etti.)
Ebu Dâvud der ki: (Sözü geçen) o (Ata el Keyharhanf
den maksat) Ata İbn Yakub'dur ve ibrahim Ibn Nafi'nin dayısıdır. Keyharânî ve
Gevharâ-nî (nisbeileriyle) anılır.[122]
4800... Ebû
Umame'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.; 'şöyle) buyurmuştur:
"Ben, haklıyken bile çekişmeye girmekten kaçınan
kimse için cennetin kenarından; şakadan da olsa yalan söylemeye yanaşmayan dmse
için cennetin ortasından, huyunu güzelleştiren kimse için de cennetin en
yükseğinden bir "köşk (verilmesin)e kefriim."[123]
4801... Hârice İbn
Vehb'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) jöyle) buyurmuştur:
"Çok şişman olup böbürlenerek yürüyen, kibirli, cimri ve hilekâr kimse
cennete girmez, kendini beğenmiş katı kalpli insan da giremez."[124]
Bu hadis-i şeriflerde cennette en yüksek mevkilere erişecek
olanların en yüksek ahlâka sahip kimseler olacağı ve kötü ahlâklı kimselerin
ise cennete ilk girenlerden olamayacakları ifade buyurularak, güzel ahlâkın
önemi vurgulanmaktadır.[125]
4802... Hz. Enes'den
(rivayet edilmiştir) dedi ki:
(Peygamber (s.a.)'in) "el-adbâ" (isimli
devesi)nin (yarışlarda) hiç önüne geçilmezdi. (Birgün) bir bedevî kendisine ait
bir yük devesinin üzerinde geldi ve Adbâ ile yarışa girip onu geçti. Bu geçiş
Rasûlullah (s.a.)'in sahabilerine ağır gelir gibi oldu. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.):
"Dünyada her yükselen şeyi (oradan tekrar) aşağı
indirmek Allah'ın kanunudur" buyurdu.[126]
4803... (Yine) Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünyadakilerden her yükselen şeyi (oradan
tekrar) aşağı indirmek, aziz ve celil olan Allah'ın kanunudur."[127]
Her yokuşun bir inişi olduğu gibi her yükselişinde bir
alçalışı vardır Bu yüce Allah'ın dünyada câri olan bir kanunudur. Bu kanuna
hiçbir eşya mukavemet edemez. Bunun içindir ki göklere ser çeken genç dağlar
bile, zamanla aşınarak ihtiyarlar ve yerle bir olurlar.
Nice tümsekler kaybolduğu gibi nice çukurlar da
zamanla etraftan gelen çer-çöp ile dolup varlıklarını kaybederler. Fertlerin
hayatı, bu kanuna tabi olduğu gibi cemiyetlerin ve milletlerin hayatları da bu
kanuna tabidir.
Öyleyse aklı başında, feraset sahibi bir insan, hiçbir
zaman Allah huzurundaki hesabı çok uzun sürecek olan dünya varlığıyla
övünmemeli, bilakis zühd ve tevekkül yoluyla gitmeyi tercih etmelidir. Nitekim
cenab-ı Hak şu âyet-i kerimesinde bu gerçeği ne güzel ifade buyurmuştur:
"Sizin yanınızda bulunan tükenir, Allah'ın yanında bulunan ise bakidir."[128]
Rasûl-i zişan efendimiz de şu sözüyle bu gerçeğe
işaret buyurmuştur:
"Şair (zümresi)nin söylediği sözlerin en doğrusu
Lebid'in söylemiş olduğu: Bilmiş olunuz ki Allah'dan başka her şey bâtıl
(fani)dir; sözüdür."[129]
4804...
Hemmâm (r.a.)"den (rivayet edilmiştir);
Bir adam gelip (Hz.
Peygamber'in huzurunda) Hz. Osman'ı yüzüne karşı övdü. (Orada bulunan) el
Mikdâd İbn el Esved de (yerden bir avuç) toprak alıp (öven kimsenin) yüzüne
saçtı ve:
Rasûlullah (s.a.):
"(Böyle yüze karşı) "medhedenlerle karşılaştığınız zaman yüzlerine
toprak saçınız, buyurdu" dedi.[130]
Hattâbi (r.a.)'nin
açıklamasına göre bu hadis-i, şerifte yerilmek istenen yüze methedicilerden
maksat, kişileri yüzlerine karşı överek onlardan menfaatlenmeyi âdet ve geçim
kaynağı hâline getirenlerdir. Kişileri, yaptıkları hayırlar veya güzel işlerden
dolayı başkalarını da bu gibi işlere teşvik maksadıyla yüzüne karşı öven
kimseler değildir. Her ne kadar, Hz. Mikdâd, bu hadisi zahirine hamlederek
kişileri dünyevi menfaat temin etmek gayesiyle yüzüne karşı öven kimselerin
yüzlerine toprak saçılması gerektiğine inanıp öyle amel etmişse de ulemâdan
bazıları bu hadisi: "O kimseye beklediği menfaati vermemek suretiyle, onu
bu dünyalık ümidinden mahrum ediniz, yüze karşı övgüsüne karşılık elini boş
çıkarınız" manasına yorumlamışlardır.
"Onun avucunu
toprakla doldur."[131]
mealindeki hadiste geçen "toprak" kelimesiyle "zina eden için
taş vardır"[132]
mealindeki "taş" kelimesinin mahrumiyetle tefsir edildikleri gibi.
Nitekim araplar,
elinde avucunda hiçbir malı kalmayan kimse için, "ma lehü gayrü't türâb:
elinde topraktan başka bir şey yoktur" derler ki, "dünyalık namına
hiçbir şeyi yoktur" anlamına gelir.[133]
4805... (Abdurrahman
İbn Ebi Bekre'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) bir adam, (diğer) bir
adamı, Peygamber (s.a.)'in huzurunda (yüzüne karşı) övmüştü de (Hz. Peygamber)
O'na üç defa: "(Bu sözlerinle) arkadaşının boynunu kestin" deyip
sonra da: "Biriniz arkadaşını mutlaka övecekse şöyle demelidir: "Ben
onun -söylemek istediklerini söyleyerek- şöyle şöyle olduğunu düşünüyorum;
(fakat kalbini bilemediğimden) Onun iyiliğine dair Allah'a karşı sahicilik
edemem"[134]
Hadis-i şerifte, bir
kimsenin yüzüne karşı medhedilmesi, yasaklanmakta, eğer mutlak övmek
gerekiyorsa, onun iyiliğine dair kesin ifadeler kullanmaktan kaçınıp "onun
hakkında ben de iyi düşünüyorum" "iyi olduğunu zannediyorum, fakat
onu Allah'a karşı tezkiye edemem, çünkü herkesin kalbini Allah bilir" gibi
hüsn-i zann ifade eden kelimeler kullanılması emredilmiştir. Oysa bazı hadis-i
şeriflerde[135] kişinin yüzüne karşı
övülebileceği ifade edilmektedir. Ulemâ hadislerin arasını şöyle
uzlaştırmalardır:
"Yasaklanmış olan
yüze karşı övmeden maksat, kişiyi, kendisinde bulunmayan vasıflarla överek
haddi aşan övgü ile ucba (kişinin kendisine beğenmesine) ve kibire kapılabilecek
olan kişilere karşı yapılan övgüdür. Olgun ve hazımlı kişilere karşı yapılan ve
haddi aşmayan övgüler ise bu yasağın dışındadırlar."
Metinde geçen
"arkadaşının boynunu kestin" cümlesi, Müslim'in Sahih'inde:
"Yazık sana arkadaşının boynunu kestin," anlamına gelen lafızlarla
rivayet edilmiştir.
Bu ifadeler, yüze karşı
yapılan gereksiz ve haddi aşkın övgülerin, hem övenin, hem de övülenin helakine
sebep olacağına delalet eder.
İmam Gazali'nin
açıklamasına göre, söz konusu övgünün dördü, övene, ikisi de övülene olmak
üzere altı zararı vardır. Övene ait zararlar şunlardır:
a. Övgünün
çokluğu, övenin yalana sapması sonucunu doğurur.
Genellikle şairler, bu
âfete mübtelâdır. Belki bazılarında bu hal cehalet ve takva azlığı sebebiyle
küfre kadar varır. Arab şairlerinden Mütenebbî bu vartaya düşmüştür.
b. Riyadır:
Zira Övmek, sevgi davasında bulunmaktır. Gerçeğe uygun olmayınca riya olur.
c. Açıkça
anlaşılması ve tahkiki mükün olmayan vasıflarla medh etmek ise medhedeni
yalancı durumuna düşürebilir.
Binaenaleyh bir
kişiyi, bu gibi tahkiki mümkün olmayan vasıflarla tavsif ederek övmek, çok
tehlikeli olduğundan bir insanı bu gibi konularda, Tnütlaka övmek gerekiyorsa,
kesin bir dille övmekten kaçınıp onun hakında: "Hüsn-i zan besliyorum.
Fakat Allahü Teâlâya karşı kimseyi medhü tezkiye edemem" demelidir.
Nitekim metinde geçen "ben böyle olduğunu düşünüyorum" mealindeki
cümle de bu gerçeğe ışık tutmaktadır.
d. Bir
fâsıkı övmek, onun ferah ve sürûruna sebep olmaktır. Nitekim hadis-i şerifte:
"Günaha dalıp giden isyankâr kişiyi övene Allah teala gazab eder."[136]
Övülen kişi için doğan
âfetler:
a. Övülende,
büyüklük ve ucbun meydana gelmesidir.
b. Övülen
kimsenin hakkındaki övgüleri işitince, bunları kendisinde hakikaten var sanıp
daha fazla fazilet elde etmek için gayret sarf etmekten vazgeçip tembelliğe
düşmesidir.[137]
4806... Mutamf
(İbn Abdullah İbn eş-Şıhhîr)dan demiştir ki: Babam dedi ki:
(Ben birgiin) Âmir oğullarının elçileriyle
birlikte (elçi olarak) Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna gitmiştim. (Orada Hz.
Peygambere):
Sen bizim
Seyyidimizsin, dedik de, (Resulü Ekrem):
Seyyid Allah'dır,
buyurdu. Biz:
Sen bizim faziletçe en
faziletlimiz, (eşe, dosta iyilik elini) uzatma bakımından da en üstünümüz
sensin, dedik.
Bu sözünüzü söyleyiniz
-yahutta- (bu) sözünüzün bazısını (söyleyiniz; fakat bir kısmını bırakınız,
taki) şeytan sizi (bazı sözlerinizle kendi yoluna) sürüklemesin."[138]
Yaratıkları üzerinde
mutlak tasarruf sahibi olan muhakkak ki Allahu Teâlâ hazretleridir. Bu bakımdan
"seyyid", "mevlâ" gibi, insanlar üzerinde tasarruf
yetkisine delâlet eden lafızlara hakkiyle layık olan da yine yüce Allah'dır. Bu
lafızların, kullar için kullanılması ise mecazidir, izafidir, hakiki değildir.
Bu itibarla her ne
kadar bu lafızları mecazî ve izafî olarak, kullar için kullanmak caiz ise de
Resulü zişan efendimiz, İslamın ilk yıllarında cahiliyye döneminden yeni
kurtulmuş olan kavmini, cahili düşüncelerden tamamen kurtarmak amacıyla ve
bazı insanlarda ilahi güçlerin bulunduğu inancının nüksedeceği endişesiyle
zaman zaman ashabım bu nevî kelimeleri kullanmaktan nehyetmiştir, Fakat ulemâ
bu gibi tehlikelerin kalmadığı cemiyetlerde söz konusu kelimeleri mecazen
insanlara nisbet etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Nitekim: "Ben Adem oğuIIarının
seyyidiyim" mealindeki (4673) numaralı hadis-i şerifte buna delâlet eder.
Bu hadisin mevzumuzu teşkil
eden babla ilgisi, bir kimseye: "Seyyidimiz" diyerek hitab etmenin
onu yüzüne karşı övmek anlamına gelmesidir.
Biz bir kimseyi yüzüne
karşı Övmenin hükmünü, (4804-4805) numaralı hadislerin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[139]
4807... Abdullah
İbn Mugaffel'den (rivayet edildiğine göre): Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Muhakkak ki
Allah (kullarına karşı son derece) yumuşak muamele eder ve yumuşaklığı sever,
şiddet karşılığında vermediğini yumuşaklık karşılığında verir."[140]
Söz ve işlerimizde nâzik
ve yumuşak huylu olmak anlamma geıen "rıft" övülmüş sıfatlardandır.
Rıf-kın karşılığı kabalık ve sertliktir.
Allahü Teâlâ
hazretleri, kullarına karşı son derece merhametli ve lûtuf-kârdır. Kullarının
da birbirlerine karşı nâzik ve yumuşak davranmalarını, kabalık ve sertlikten
kaçınmalarını, hoşgörü ile hareket etmelerini ister.
Rıfk ile muamele
insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki düşmanlıklar, bu sayede
son bulmuş olur. Binaenaleyh, kötülükler bile daima iyilikle karşılanmalıdır.
Nitekim, yüce Allah Kur'ân-ı Keriminde: "İyilikle kötülük eşit değildir.
Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki seninle
aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur"[141]
buyurmuştur.
Dinen, aklen ve
hikmeten güzel ve faydalı görünen şeylere muvafakat etmek de rıfk sayılır.
Peygamber efendimiz: "Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri bir ev halkını
severse aralarına rıfk verir" buyurdular. Bu yüce insan kendisine
Peygamberliğinin ilk yıllarında, birçok düşman, akla hesaba gelmez eza ve cefa
ettikleri halde yine hepsine rıfk ile davranırlardı.
Rıfk, sahibini her
istediğine ulaştırır, bütün münasebetlerden emin eyler. Dikkatle bakılınca,
görülür ki yumuşaklığın etkisi azarlamak ve şiddet göstermekten daha çoktur.
Yumuşaklık her zaman hiddetleri dindirip düşmanları dost edebilir. Fakat
hiddet, şiddet arttırmaktan ve dostu düşman etmekten başka bir işe yaramaz.[142]
Muhakkak diğer övülmüş
ahlâklarda olduğu gibi, rıfkın en kâmil manada tecelli ettiği kul, yine
Resul-i zişan efendimizdir. Kendisi, bir gün dahi kaba konuşmamış, şahsı
hislerine kapılarak bir müslümana kötü söz söylememiştir.
Hz. Enes, efendimizin
bu ahlâkını şöyle anlatıyor: "Resûlullah (s.a.) kötü konuşmaz, lanetçi,
küfürbaz biri değildi. Birisini ayıplamak istediği zaman, onun hakkında
sadece; O'na ne oluyor, alnı toprağa varası-ca; demekle yetinirdi."[143]
Bu sözüyle, efendimiz,
kişinin çok secde etmesi için dua etmiş olurdu.
Daima ümmetine
yumuşaklığı tavsiye eder; "yumuşaklık bulunduğu herşeyi süsler, yumuşaklık
bir şeyden de alınırsa onu lekeler."[144]
"Bir kimse
yumuşak davranmadan mahrumsa hayırdan da mahrumdur"[145]
buyururdu.
Bu hadislerden,
yumuşaklığın herşeyde olabileceği anlaşılmakla beraber İslamda, şeriat, yahut
cemaatin maslahatının muktezası olan yerlerde sertlik göstermek caiz ve
lüzumludur.[146]
4808... el-Mikdam
İbn Şüreyh babasından (rivayetle) demiştir ki: Hz. Aişe'ye (Rasûlullah
(s.a.)'in) kır gezisine çıkma (sın)dan sordum da: Rasûlullah (s.a.) yukarıdan
aşağıya inen şu (karşıdaki) su kanallarına
geziye çıkardı.
Bir defasında (böyle
bir) kırgezisine çıkmak istemişti de (bil yolculukta benim binmem için) bana
zekat develerinden olan ve binmek için kullanılmayan bir dişi deve göndermişti
ve bana:
"Ey Aişe!
Şüphesiz ki yumuşak davranmak bir şeyde bulunursa onu mutlaka süsler
kendisinden uzak kılındığı şeyi de mutlaka lekeler" buyurdu. (Râvi) İbn
es-Sabbah rivayetinde (metinde geçen); "Muharreme" kelimesini
üzerine binilmeyen (deve) diye açıkladı.[147]
Bu hadisle ilgili
açıklama, bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[148]
4809...
Cerir (İbn Abdullah el Becelî -r.anhuma- dan rivayet edildiğine göre)
Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Yumuşak
huyluluktan mahrum olan her hayırdan mahrum kalır."[149]
Hadis-i şerifte,
yumuşak huyluluğun, her hayrın,başı buğuna delalet, yumuşak huyluluktan mahrum
olanın her hayırdan mahrum kalacağını da ifade vardır.
Binaenaleyh,
hakketmedikleri halde insanlara sert ve kaba davranışlarda bulunup gönüllerini
ve onurlarım kırmak, son derece yanlış ve hatalıdır. Bu nevi tavırlar
kâfirlere, bidâtçılara ve zâlimlere karşı takınılabilir. Nitekim, yüce Allah
Kur'an-ı Keriminde: "Ey inananlar, kâfirlerden size yakın bulunanlarla
savaşın. (Onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve şiddet)
bulsunlar..."[150] buyurmuştur.
Ayrıca, kötülükten men
etmek için yumuşaklığın ve öğüdün fayda vermediği yerlerde sertliğe
başvurulabilir.[151]
Çünkü "Likülli makamın makal ve likülli meydanın rical: Her yerin kendine
mahsus sözü ve her meydanın kendine has erleri vardır" buyurulmuştur.
Taberânî'nin Mikdâd
İbn Şüreyh'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte açıklandığı üzere Rasûlulîah
(s.a.), cennete girmeye vesile olan şeylerin Allah rızası için yedirmek, her
müslümana selam vermek, (kaba söz ve davranışlardan kaçınıp) tatlı konuşmak,
gibi davranışlar olduğunu söylemiştir.[152]
Binaenaleyh, şer'i bir
maslahat yokken keyfi olarak yumuşaklığı bırakıp kabalık ve sertlik yolunu
tutan kimse, bütün hayır kapılarını kendine kapamış olur. Nitekim, yüce Allah,
Kur'ân-ı Keriminde:
"Allah'ın rahmeti
sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandm. Eğer kaba ve katı yürekli
davransaydın, çevrenden dağılır giderlerdi."[153]
diye buyurmuştur.[154]
4810...
A'meş dedi ki: Ben o (akranım ola)nların Mus'ab b. Sa'd'ın babası (Sa'd b. Ebî
Vakkas) dan rivayet ettiklerini duyduğum; benim de ancak Peygamber'den
geldiğini bildiğim bir rivayete göre; Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Âhiret amel(ler)i dışında (kalan) her işte teenni (elden
bırakılmamalıdır.)"[155]
Teenni: Yavaş ve
yumuşak hareket etmek demektir. Büyüklük ve yüksekliğin ölçüsü olan pek değerli
bir alışkanlıktır. Bu huy ile ancak nefsini sabır ve sebata alıştırabilenler
huylanabilirler. Bu ahlâkı elde edebilirler.
Yavaş yavaş, yani
acele etmeksizin yapılan işe, hata ve pişmanlık yol bulamaz. Ceza vermekte
acele davranmamak, iyilik ve mükâfatta ise acele etmek gerektiği gibi, günlük
işlerde, davranışlarda, olaylarda da teenni lâzımdır.[156]
Ancak, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte de açıklandığı üzere, ahiretle
ilgili olan hayırlı işlerde yavaş davranmak söz konusu olamayacağı gibi, şer'î
bir maslahatın söz konusu olduğu yerlerde de yumuşaklık ve merhametten
bahsedilemez. İşte bunun içindir ki Resul-i zişan efendimiz: "Eğer kızım
Fatıma hırsızlık yapsaydı elini keserdim"[157]
buyurmuştur.
Vakti gelip çatmış
hayırlı bir işte de yavaş olmak söz konusu değildir. Bunun içindir ki "Mekke'ye
gitmekte acele ediniz"[158]
buyurulmuştur.
Fakat, henüz vakti
gelmeyen bir iş için acele etmek de doğru değildir. Zira, herşeyin bir zamanı
vardır. Meyveler bile olgunlaşmadan kopanlamaz. Bir işin vaktinden önce
olmasını istemek aceleciliktir, işte Hz. Peygamber'in: "Teeni Allah'dan,
acele şeytandandır."[159]
mealindeki buyruğunu böyle anlamak gerekir. Bu bakımdan kendi hür irademizle
karar verip, hareket etme yetkisine sahip olduğumuz dünyevi işlerde teenni ile
ve gerektiğinde istişare, istihare yollarından geçerek hareket lâzımdır.[160]
4811... Ebû
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.): "İnsanlara
teşekkür etmeyen, Allah'a şükretmez."buyurmuştur.[161]
Şükür: Görülen nimet
ve ihsanın kadir ve kıymetini bilip sena ve duada bulunmak demek olan şükrün,
sufiyyeye ait eserlerdeki izahı şöyledir:
"Şükür, in'amatı
mahallinde sarf etmekten ibarettir. Ulemanın şükrü kavilde, âbidlerin şükrü
fiilde, ariflerin şükrü istikamet-i ahvaldedir." Abdulkadir Geylânî,
"Fütuhü'l Gayb"da Şükür için şöyle diyor: "Şükür nimetin Allah
Teâlâ'dan olduğunu itiraf ve halka izafeyi terk eylemektir. Ne kendine, ne kol
ve kuvvetine ve ne de kesene ne de senin dışında ellerinde cereyan edenlerin
hiçbirine isnat etmemek, çünkü sen de onlar da hep o nimet için esbab, aîât ve
edevatsınızdır. Onu kısmet eden, gönderen, icad eden onunla meşgul eyliyen,
müsebbib olan Allahü azze ve celledir. Kasım O, mu'ti O, mûcid O'dur, Şükre
ehak olan O'dur. Hediyeyi getiren uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu
bakışı bilmeyenler hakkındadır ki: "Dünya hayatından sadece (görünen) dış
yüzü bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler"[162]
Duyurulmuştur. Zahirî sebebe bakıp da ilim ve marifeti ondan ilerisine geçmiyen
cahildir.
Nakıstır, aklı
kısadır.
Organlar ile şükre
gelince, bütün azalan, Allah Teâlanm taatinde- tahrik ve istimal eylemektir.."[163]
Şükrün Lügavî ve örfî
olmak üzere iki jfcisrm vardır:
a. Lügavî
şükür: Nimeti vereni verdiği nimetten dolayı tazim için yapılan iştir. Bu fiil
ya kalble olur, ya dille yahut ta diğer organlarla olur.
Ancak bu nevî şükür,
kulun Allah'a olan şükrünü ifade eder. Allah'ın kula olan şükrü ise onun
taatini kabul ederek bu taat karşılığında ona ikram ve ihsanda bulunmasıdır.[164]
b. Örfî
şükür: Allah'ın vermiş olduğu göz kulak, gibi bedenî nimetle ve diğer nimetleri
yaratılış ve veriliş gayesine uygun olarak kullanmak ve sarf etmektir.
Görüldüğü gibi, bu ve bu manadaki şükür, lügavî manadaki şükürden daha
kapsamlı ve daha genel olduğu için Allah'a yapılan şükürlere şamil olduğu gibi
kullara yapılan teşekkürlere de şâmildir.[165]
Binaenaleyh, mevzumuzu
teşkil eden hadiste geçen "insanlara yapılan teşekkür, sözüyle kast edilen
teşekkür işte bu örfi manadaki şükürdür." İmam Kuşeyrî, meşhur
Risale'sinde, şükür konusunu işlerken, sözü kulların birbirlerine karşı
teşekkürlerine, intikal ettirerek, örfî şükre ittisal teşkil eden şu ifâdelere
yer verir:
"Gözlerin şükrü,
arkadaşında gördüğün kusuru örtbas etmek, kulakların şükrü, arkadaşların
hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretiyle olur."[166]
Görülüyor ki burada,
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifteki ifadeye uygun olarak kula yapılan
teşekkürle Allah'a yapılan şükür, iç içe girmiştir. Şöyle ki göz, kulların
ayıplarını görmek için değil, Allah'ın kudretinin eserlerini görmek için,
yaratılmıştır. Kulak da yine böyle kulların ayıplarını dinlemek için değil,
Allah'ın emirlerini ve Allah kudretinin eserlerine delalet eden sözleri ve
gerçekleri dinlemek için yaratılmıştır. Bu organlar, yaratılış ve veriliş
gayesinde kullanıldıkları zaman, hem kullara teşekkür edilmiş hem de Allah'a
şükr edilmiş olur. Kullara bu manada teşekkür etmeyen kimse, Allah'a şükr etse
de Allah onun şükrünü kabul etmez.
Hadis-i şerifte zımnen
ifade edilen diğer bir husus da şudur ki; Allah'a teşekkür etmeyen bir kimse
kullara zaten teşekkür etmez. Etse de bu teşekkür içten değil, sadece dıştan
olur.
Çünkü teşekkür etme
duygusu yapılan iyiliğin kadirini bilmeğe bağlıdır. Binaenaleyh lütuf ve
ihsanı bütün kainatı sarmış olan Allah'ın bunca lütuf ve ihsanını kavrayamamış
ve takdir edememiş olan bir insanın, kulların mecazi manadaki çok küçük,
Allah'ın ihsanlarına göre ise yok mertebesinde olan iyiliklerini takdir etmesi
düşünülemez.[167]
4812... Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre); muhacirler (Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasulü
Ensâr, sevabın hepsini götürüp gittiler. (Bu hususta ne buyurursun)? diye
sormuşlar da (Hz. Peygamber):
Hayır, onlar (in size
yaptıkları iyilikler) için onlar hakkında Allah'a dua ettiğiniz ve (sizlere
yaptıkları hayırlardan dolayı) kendilerim övdüğünüz sürece, (onların yaptıkları
hayırların sevabına siz de ortak olursunuz)" buyurmuştur.[168]
Mekke müşriklerinin
eziyet ve hakaretlerine dayanamayarak doğmuş
oldukları ana vatanlarından mallarını
bırakarak Habeşistan ve Medine gibi beldelere hicret (göç) eden, ashâb-ı kirama
"muhacir" denir.
Bütün maddi
imkânlarından mahrum olarak Medine'ye oradaki mûs-lüman kardeşlerinin yanına
sığınan bu muhacirler, dünya tarihinde görülmemiş bir ikram ve yakınlık
görmüşlerdir. Medineli a.shab tarafından, kendilerine üstün bir yardım
yapıldığından bu yerli ashaba "Ensâr" denir. Kendi evlerini
misafirlere, terk etmişler, mallarını vermişler ve bu kıymetli misafirlerini öz
kardeşlerinden daha üstün tutmuşlardır.
İşte Muhacirler,
gördükleri bu iyilik ve ikrama karşı verecek bir şeyleri olmadığından ve onlara
bir mukabelede bulunamadıklarından mahcub bir vaziyette:
"Ey Allah'ın
Resulü! Ensâr bütün sevablan aldı, götürdü. Bizim halimiz ne olacak? diye
üzüntüye düştüler.
Rasul-i zişari
efendimiz de; bunları teskin ve taltif için muhacirlere şu müjdeyi verdiler:
Siz, onlara dua
edersiniz, size ettikleri iyilikten dolayı onları översiniz, Allah'a şükretmiş
olursunuz. Böylece siz de sevap kazanırsınız.”[169]
Çünkü, iyilik edene
teşekkürde ve duada bulunmak, nimetin hakiki sahibinin Allah olduğu şuuruyle
yapıldığı zaman Allah'a şükür manasına gelir ki, şükür makamına kaim olur ve
şükür sevabı kazandırır.
Binaenaleyh bir önceki
hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi nimete vasıta olan kula şükretmeyen,
Allah'a da şükr etmiş olmaz ve şükür sevabından mahrum kaldığı gibi, nimete karşı
da nankörlük etmiş olur.[170]
4813... Câbir
İbn Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre); Rasülullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kime bir iyilik
yapılır da (bu iyiliğe iyilikle mukabelede bulunmak üzere maddi bir imkân)
bulursa hemen o iyiliği (iyilikle) karşılasın. Eğer (o iyiliğe) iyilikle
mukabele etmek için maddî bir imkân bulamazsa (kendisine yapılan) bu iyiliği
övsün. (Kendisine yapılan) bu iyiliği överi kimse onun şükrünü yerine getirmiş
olur. Bu iyiliği (kimseye söylemeyerek) gizleyen kimse de onu inkâr etmiş
olur."[171]
Ebu Davud der ki; Bu
hadisi Yahya İbn Eyyüb da Umar e İbn Gaziyye vasıtasiyle Şurahbil' den,
(Şurahbil de) Câbir'den rivayet etmiştir. (Senedde): "Kavmimden bir
adam" diye bahsedilen râviden maksat, Şurahbil'dir. Her halde (bu hadîsi
ondan rivayet eden kimseler) ondan hoşlanmadıkları için onun ismini (açıkça)
vermemişlerdir.[172]
Bu hadis-i şerifte,
kendisine iyilik yapılan kimsenin iyiliğin altından kalkmak için bir imkân
bulur-bulmaz, ilk fırsatta vakit geçirmeden bu iyiliğe karşılık vermesi
gerektiği, bu iyiliğe karşılık vermeğe imkân bulamaması halinde, söz konusu
iyiliğin sahibini övmesi gerektiği, aksi takdirde kendisine ikram edilen bu nimete
karşı nankörlük etmiş olacağı ifade edilmektedir.Çünkü "övmek, şükrün
başıdır" buyurulmuştur.[173]
Binaenaleyh, hamd (övme), sadece dil ile, şükür ise kalb, dil ve diğer
organlarla nimet sahibinin iyiliğini ifade etmek demek olduğuna göre hamd,
şükrün bir parçasıdır. Fakat, iyilik yapanın iyiliğini kalben takdir etmek dil
ile ifade etmek gibi açık ve meydanda olmadığından, ayrıca iyiliği diğer
organlarla ifade etmek dil ile ifade etmek kadar kesin ve belirgin
olmadığından en kuvvetli şükür, dil ile yapılan kısmıdır. Yani hamd (övme)'dir.
Öyleyse övme (hamd), şükrün başıdır. Şükr görevini yerine getirmek için kalple
ve diğer organlarla yapılan şükürler, bulunmasa bile en azından mutlaka dil ile
yapılan şükrün (Hamdin) bulunması gerekir. Bu kadar da bulunmadığı takdirde ne
hamd ne de şükür bulunmamış olacağından iyilik inkâr edilmiş olur.[174]
Bu hadisin
ravilerinden Şurahbil, büyük hadis imamları tarafından cerh (menfi bir şekilde
tenkid) edilmiştir.[175]
4814... Hz.
Câbir'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.): "Kime bir nimet
verilir de o nimeti dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu
(kimseye söylemeyerek) gizlerse, onu inkâr etmiş olur."[176]
Belâ: Aslında imtihan
ve keder anlamına gelmekle beraber, genellikle, hayır, nimet ve şer manalarında
kullanılır. Münzirî'nin açıklamasına göre, mutlak olarak kullanıldığı zaman,
şer manasına gelir. Ancak hayır ve hasenat ifade eden kelimelerle mukayyed
olarak kullanıldığı zaman hayır ve nimet manasına gelir. "...mü'minleri
güzel bir imtihanla sınamak için (bunu yaptı)...”[177]
âyet-i kerimesinde olduğu gibi.
Ebu'l Heysem'in
açıklamasına göre belâ hayırla ya da şerle denemek anlamlarına gelir.
Binaenaleyh, Allah kulunun şükrünü ortaya çıkarmak için bazan onu hayırla
imtihan ettiği gibi, bazan da sabrını ortaya çıkarmak için şerle dener. Bu
denemelerin her ikisine de "belâ" ismi verilir.
Hadis-i şerifte
açıklandığı üzere, bir kulun elinden herhangi bir nimete erişen kimse, bu
nimeti kendisine eriştiren kimseyi hayırla anmakla beraber ona teşekkür etmesi
ve onu övmesi gerekir. Bu, adabdandır. Kişi bunu yapmakla nimetin şükürünü de
eda etmiş olur, aksi takdirde nimete karşı nankörlük etmiş olur.
Nitekim bir önceki
hadis-i şerifin şerhinde açıklamıştık.[178]
4815... Ebu
Said el-Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Yollarda
oturmaktan sakınınız" buyurmuştur da (orada bulunan sahabileri:
Ey Allah'ın Resulü,
oralarda oturup konuşmamız bizim için kaçınılmaz (bir ihtiyaçtır, demişler.
Rasûlullah (s.a.)'da:
"Eğer mutlaka
orada oturmamız gerekiyorsa (oturunuz; fakat) yola da hakkını veriniz"
buyurmuştur.
(Bu sefer sahabilef):
Ey Allah'ın rasulü
yolun hakkı nedir? diye sormuşlar. (Efendimiz de):
(Bakılması helâl
olmayan şeylere karşı) gözleri kapamak, (gelip geçenleri) rahatsız etmekten
sakınmak, selâm almak, iyiliğe çağırıp, kötülükten sakındırmaktır"
buyurmuş.[179]
4816... Hz.
Ebu Hureyre, şu (bir önceki hadiste söz konusu edilen) hâdiseye ilaveten
Peygamber (s.a.)'den (şu sözü de) rivayet etmiştir: "(Yolun haklarından
biri de yolunu şaşıranlara): yol göstermektir."[180]
Bu hadis-i şerif,
mecburiyet hasıl olduğu zaman yolların hakkı olan hizmetler görülmek şartıyla yollarda
oturmanın caiz olduğunu, aksi takdirde yollarda oturmanın caiz olmadığını ifâde
etmektedir.
Hadis-i şerifte
yolların hakkı, şöyle sıralanmaktadır:
1. Gözü
bakılması haram olan şeylerden korumak. Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin de
ifade ettiği gibi, mânevi âlemimizden bu dünyaya açılmış pencereler durumunda
olan gözler, harama bakmakla kirlenir. Do-layısı ile manevi alemimizle bu
dünyamız arasındaki irtibatımıza gölge
düşmüş olur.
2. Gelip
geçenleri rahatsız etmekten sakınmak. Yoldan gelip geçenleri
rahatsız etmek, onlara
sataşmakla olabileceği gibi, trafiğin geçişini engellemek, insanları rahatsız
edecek şekilde yüksek sesle konuşmak, yollara kavun, karpuz v.b. kabuğu atmakla
da olur.
3. Selâm
almak: Bilindiği gibi selâm vermek sünnettir. Selam almak ise farzdır.
Her ne kadar genelde
farzı işlemek sünneti işlemekten faziletli ise de bu mevzuda sünneti işlemek
farzı işlemeten daha faziletlidir.
Aynı zamanda selamı
almayan, üzerine düşen bir farz görevini yerine getirmemiş olur. Dolayisıyle
bir farz görevini terk etmenin vebalini yüklenir.
4. İyiliğe
çağırıp kötülükten sakındırmaktır.
Yola oturan bir kimse
yolun hakkını verebilmek için mutlaka orada bu görevi yapmakla* mükelleftir.
Ulema: "İçinizden iyiliğe çağıran, kötülükten sakındıran bir ceaat
bulunsun."[181]
âyet-i kerimesine dayanarak emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünker görevini yerine
getirmenin farz-i kifaye olduğunu söylemişlerdir.[182]
Tirmizi'nin Ebu
Huzeyfe (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ifade edildiğine göre,
Resul-i Zîşan efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Allah'a yemin ederim ki ya
iyiliği emredip kötülükten sakındırırsınız, yahut da Allah üzerinize, kendi
katından bir azab gönderir de sonra bir daha ettiğiniz dualar kabul
edilmez."
Bu mevzu ile ilgili
kitaplarda açıklandığı üzere, genellikle yollarda karşılaşılan emr-i bilmaruf
nehy-i anilmünker konusu teşkil edecek hâdiseler şunlardır:
a. Gelip
geçenleri rahatsız edecek şekilde yolları tezgâh, yapı, yük v.s. ile işgal
etmek,
b. Yol
üzerinde hayvan boğazlamak,
c. Hayvanlara
fazla yük versek.
d. Karpuz,
kavun vb. kabuğu atmak,
e. Kanalizasyon
akıntılarını, pis su kanallarını yola tevcih etmek,
5. Yolu
şaşırmış olan kimselere, yol göstermek. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Süt
veya gümüş bağışında bulunan, ya da yol gösteren kişiye köle âzad etmiş gibi
ecir vardır" buyurulmuştur.[183]
4817... İbn
Huceyr el-Adevî Ömer İbn el Hattab vasıtasıyla Peygamber (s.a)'den (şu (4815)
numaralı hadiste anlatılan) hadiseye ilaveten (şu sözleri de) rivayet etmiştir:
"(Yolların haklarından biri de oradan geçenlerden) yardıma muhtaç olan
müslümanlara yardım etmeniz ve yolunu şaşıranlara da yol göstermenizdir."[184]
Bu hadisin
ravilerinden İbn Huceyr el-Adevî'nin kimliği meçhuldür. Bu bakımdan hadis
aslında zayıftır. Ancak (4815) ve (4816) numaralı hadis-i şerifler tarafından
te'yid edildiği için zayıflıktan kurtulmuştur.
Hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[185]
4818... Hz.
Enes'den (şöyle) dedifği rivayet edilmiştir): Bir kadın Rasûlullah (s.a.)'e
geldi de:
Ey Allah'ın Resulü,
benim sana (arz etmem gereken) bir ihtiyacım var, dedi,
(Hz. Peygamber de)
ona:
"Ey falancanın
annesi! (şu) sokağın arzu ettiğin tarafında otur. (Senin bu maruzatını dinlemek
ve ihtiyacını temin etmek üzere) seninle birlikte ben de oturacağım"
buyurdu. Bunun üzerine (kadın sokaktan arzu ettiği bir yere) oturdu (Ona
yardımcı olmak gayesiyle) yanına (Hz. Peygamber de) oturdu. Nihayet (Hz.
Peygamberin yardımıyla kadın) ihtiyacını karşıladı.
(Bu hadisi Musannif
Ebu Davud'a rivayet eden iki raviden birisi olan) İbn İsa (metinde geçen): "İhtiyacını
karşıladı" sözünü rivayet etmedi.
(Bu sözü diğer râvi
Kesir Ihtı Ubeyd rivayet eni. Ayrıca bu hadisi İbn Isa, Humeyd'den haddesena
sözüyle rivayet ettiği halde) Kesir: An Humayd an Enes tabiriyle (muan'an
olarak) rivayet etmiştir.[186]
Hadis-i Şerif Hz.
Peygamberin son derece mütevazi ve yardımsever olduğuna, ayrıca mazlumların
imdadına, muhtaçların yardımına koşmak gibi yolların haklarına riayet etmek şartıyla
yollarda oturmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. "Yolların haklan
"m bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[187]
4819... Hz. Enes'den (rivayet edildiğine göre);
"Bir kadının aklında biraz (noksanlık) varmış" (Hz. Enes hadisin
bundan sonraki kısmında bir önceki hadisin) manasını (rivayet etmiş.)[188]
Bu hadisle ilgili
hususları (4817) ve (4818) numaralı hadislerin şerhinde açıklamıştık. Ancak
sözü geçen açıklamalara ilaveten burada şu hususları da ifade etmekte fayda
görüyoruz;
"Rasûlullah
(s.a.)'den fetva sormağa gelen kadın Hz. Hatice'nin baş tarayıcısı Ümmü
Züfer'di. Kadının hacetini gizli söylemek istediği anlaşılıyordu. Onun için
Peygamber (s.a.) bir yol seçmesini söyleyerek onunla yol üzerinde konuşup
fetvasını verdi. Bu yabancı bir kadınla başbaşa kalmak manasına gelmez. Çünkü
herkesin gelip geçtiği bir yol üzerinde, konuşmuştur. Yalnız, kadın
söyleyeceğini gizli söylemek istediği için sesi işitilmesin diye insanlardan
bir kaç adım uzağa çekilmiştir....[189]
4820... Ebu
Said el Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.), şöyle
buyurmuştur:
"Meclislerin en
hayırlı olanı (oturanlara nisbetle) en geniş olanıdır."
Ebu Davud der ki:
(Senedde geçen Abdurrahman b. Ebi Amra el-Ensari'den maksat), Abdurrahman İbn
Amr İbn Ebi Amra el-Ensarî'dir.[190]
Hadis-i şerifte,
içinde bulunan kişilerin sayısına nisbetle daha geniş olan meclislerin, daha
dar olan meclislerden daha hayırlı olduğu ifade edilmekte ve meclislerin geniş
tutulması tavsiye edilmektedir.
Çünkü, dar ve sıkışık
meclislerde kişiler birbirlerini ellerinde olmayarak sıkıştırıp, rahatsız
ederler ya da birbirlerinden rahatsız olurlar. Her iki halde de gönül
kırgınlığına sebep olurlar.
Geniş meclislerde ise
sıkışık değil, ferahlık ve huzur vardır.[191]
4821... Hz.
Ebu Hureyre, Rasûlullah (s.a.)'m (şöyle) buyurduğunu söylemiştir:
"Biriniz güneşte
iken - Mahled (bu cümleyi) gölgede iken, diye rivayet etti - kendisinden gölge
çekilip bir kısmı güneşte bir kısmı da gölgede kalacak olursa, hemen (oradan)
kalksın (Her tarafı güneş ya da her tarafı gölge olan yere gidip oraya
otursun)."[192]
4822... Kays
(İbn Abdi Avf el Haris7 in) babasından (rivayet edildiğne göre bir gün)
Rasûlullah (s.a.), hutbe okurken bu zat gelmiş (biraz sonra yerini yavaş yavaş
gölgeye terk edecek olan) güneş(lik bir yer)e durmuş (ve Hz. Peygamberi
dinlemeye başlamış. Hz. Peygamber onu bu halde görünce biraz sonra güneşle
gölge arasında kalacağını anladığı için ona tamamen gölgeye çekilmesini)
emretmiş, o zat da (bu emre uyarak) gölgeye çekilmiştir."[193]
Bu hadis-i şeriflerde
Rasul-i zişan efendimizin, insanın vücudunun bir kısmım gölgeye alıp da bir
kısmını güneşte
bırakmaktan nehyettiği ifade edimektedir. Çünkü insan vücudunun bir kısmı
gölgede iken bir kısmının güneşte kalması vücudunun birbirine zıt iki
müessirin etkisinde kalmasına sebep olur. Vücut iki zıt tesir altında kalınca
mizacı bozulur. Bu bozulma neticesinde vücut sıhhatini kaybeder.
Hafız Münzirî (4821)
no'lu hadisi ravilerinden birinin kimliği belli olmadığı gerekçesiyle tenkid
etmiştir.[194]
4823...
Câbir İbn Semüre'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bir gün mescide girdi.
(Mescidde) cemaat (ayrı ayrı) halka(lar) halinde (oturuyorlardı. Bunun
üzerine:
Sizi niçin böyle
dağınık halde görüyorum" buyurdu.[195]
4824... Şu
(bir Önceki hadis ayrıca) A'meş'den de (rivayet edilmiştir.) Bu rivayete göre
A'meş (ya da Hz. Cabir bir önceki hadise ilaveten şunu da) söylemiştir: (Hz.
Peygamber bu sözü söylerken) birliği seviyor (ayrılıktan) nefret ediyor
(intibaını vermek istiyor) gibiydi.[196]
Metinde geçen "hılak"
kelimesi halka anlamındaki"halka" kelimesinin çoğuludur.
Hadis-i şerif, bir
mecliste bulunan kişilerin birbirlerinin yüzünü görecek ve bir bütünlük teşkil
edecek şekilde oturmalarının müstehab olduğuna ve birbirlerinden kopuk ayrı
cemaatler halinde oturmalarının s a mekruh olduğuna delalet etmektedir.
Bir mecliste bulunan
kişilerin birbirlerinin yüzlerini, gözlerini görecek şekilde oturmaları ise en
mükemmel şekliyle ancak halka halinde oturmalanyla ve halkayı birbirlerine
zarar vermeyecek ve hepsini kapsayacak şekilde geniş tutmalarıyla mümkün olur.
Halkanın teşekkül
etmesiyle, bu hadisin gereği yerine getirilmiş olursa da halkanın dar
tutulması (4820) no'lu hadise aykırı düşeceğinden hem sözü geçen hadisin hem de
mevzumuzu teşkil eden hadislerin gereğinin yerine getirilebilmesi için
halkaların geniş tutulması icab etmektedir.
Bilindiği gibi
yaptığımız işlerin kalp üzerinde, kalbimizde beslediğimiz niyyetlerimizin de
fiillerimiz üzerinde te'siri olduğundan kalıplarımızdaki ayrılığın zamanla
kalplerimize sirayetinden korkulur.
Resul-i Zişan
efendimiz de herhalde bu endişeyle ashabını meclislerde tek bir halka
oluşturacak şekilde oturmaya teşvik etmiştir.[197]
4825... Câbir
İbn Semüre'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzuruna vardığımızda
herbirimiz (önüne) gelen (ilk boş) yere otururdu. (Yukarı geçmek için kimseyi
rahatsız etmezdi.)"[198]
Meclise sonradan gelen
kimseler için yapılması gereken
genellikle meclisin aşağı kısımlarında olan boş yerlere oturmak, ille de
yukarıya geçmek için cemaatin üzerinden atlayarak onları incitmekten
kaçınmaktır. Bilindiği gibi kişilerin üzerinden atlamakta onları incitme
ihtimali vardır. Müslümanı incitmekse haramdır. Hz. Peygamber sahabilerini
böyle terbiye etmiş, meclis adabını onlara böyle öğretmiştir. Müslümana düşen
Hz. Peygamber'in ve onun mektebinde yetişen sahâbilerin hayatını örnek
almaktır.
İlle de meclisin
yukarısına çıkmak için cemaati yara yara ilerlemekde hem müslümanları incitme
tehlikesi, hem de nefsin hazz alması ve büyüklüğe kapılması tehlikesi vardır.[199]
4826... Hz.
Huzeyfe'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.), (meclis) halka(sı)nın
ortasına oturan kimselere lanet etmiştir.[200]
Bu hadis-i şerifte,
Hz. Peygamber'in meclisin ortasına oturan kişilere lanet ettiği ifade
edilmektedir.
Meclisin ortasına
oturan kimsenin, bu lanete müstehak ve hedef olmasının sebep ve hikmeti meclise
son gelen kimselere, mecliste ilk karşılaşılan boş yere oturmayı emreden bir
önceki hadise muhalefet etmesidir.[201]
Hattâbî (r.a.)'e göre;
bu lanete sebep olarak, bu kişinin, müslümanların ortasına oturduğu için
biribirlerini görmelerini engel olmak suretiyle onları rahatsız etmiş olması da
gösterilebilir. Hattâbî'nin bu görüşünden hareket edilince orada bulunanları
rahatsız etmeyen faziletli kişilerin meclisin ortasında oturmalarında bir
sakınca yoktur.[202]
Turpuştî ise "söz
konusu lanete hedef olanlar meclisin ortasına maskaralık için oturanlardır.
Binaenaleyh böyle bir kötü niyyet taşımadan ve cemaati rahatsız etmeden bir
meclisin ortasına oturmakta herhangi bir sakınca yoktur" demiştir.
Nitekim, Bez! yazarı
da bu hadisi şerh ederken bu görüşe yer vermiş ve Tâberâni'nin Hz. Vâsile'den
naklettiği şu hadisi de delil getirmiştir.
"Bir gün Hz.
Peygamberin huzuruna varmıştım. Hz. Peygamber saha-be-i kiramdan oluşan bir
toplulukla birlikte oturuyordu. Ben de varıp meclisin ortasına oturdum.
Bazıları bana:
Ey Vasile oradan kalk,
çünkü biz orada oturmaktan nehyedildik, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
Vasile'yi bırakınız. Çünkü
ben onu evinden neyin çıkardığım biliyorum, buyurdu. Ben de:
Ey Allah'ın Rasülü
beni evimden çıkaran nedir? diye sordum.
Sen evinden Berr ile
Şekk arasındaki farkı öğrenmek için çıktın, buyurdu.
Ben de:
Seni hak Peygamber
olarak gönderen zata yemin olsun ki, beni evden çıkaran bu dediğin şeyden
başkası değildir, dedim.
Bunun üzerine:
Berr nefiste yerleşen
ve kalbe huzur veren şeydir. Şekk ise nefiste yerleşmeyen şeydir, buyurdu.[203]
4827... Said
İbn Ebi'l-Hasen'den demiştir ki:
(Birgün) Ebû Bekre
şahitlik için yanımıza gelmişti de bir adam ona (yer vermek için) yerinden
kalktı; (fakat Hz. Ebû Bekre) oraya oturmayı kabul etmedi ve:
Peygamber (s.a.) bunu
ve bir kimsenin (kendi gönlüyle) giydirmediği kimsenin elbisesine el
dokundurmayı yasakladı, dedi.[204]
4828... İbn
Ömer (r.a.)'den demiştir ki: Bir adam, Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna gelmişti,
(orada bulunan) Başka bir adam da ona (yer vermek üzere) yelinden kal^. Bunun
üzerine (adam kendisine verilmek istenen) bu yere oturmak üzere (oraya doğru)
yürüdü. (Fakat) Rasûlullah (s.a.), hemen onu (oraya oturmaktan) nehyeîti.[205]
Ebu Davud der ki: (Bu
hadisi Hz. ibn Ömer'den rivayet eden) Ebü'l- Hasib'in adı Ziyadlbn Ahdurrahmari
dır.[206]
Bir kimsenin diğer bir
kimsenin elbisesine eliyle dokunması onu
rahatsız edebilir. Özellikle kirli ellerle dokunulduğu zaman rahatsız
olacağında şüphe yoktur.
Binaenaleyh bir
insanın başka bir insanın malında izinsiz olarak tasarrufta bulunması caiz
olmadığına göre[207]
izni olmadan elbisesine dokunmak da caiz olamaz. Çünkü izinsiz olarak bir
kimsenin elbisesine dokunmak bir anlamda o elbisede izinsiz olarak tasarrufta
bulunmak demektir.
Bazı çocuklar ise
elbiselerine başkalarının dokunmasından memnun olurlar. Bu gibi çocukların ve
elbisesine dokunulmasından dolayı rahatsız olmayacağı bilinen kimselerin
elbisesine dokunmakta ise bir sakınca yoktur.
Metinde geçen
"kişinin, (kendi gönlüyle) giydirmediği kimsenin elbisesi" sözüyle
kasd edilen kişinin elbisesinin kendine ait özel bir malı olduğu ve o malda
başka bir kimsenin izinsiz olarak herhangi bir tasarrufta bulunmaya hakkı
olmadığıdır.
Aynı şekilde bir
mecliste, bir yere oturan kimse de muvakkaten de olsa meclise devam ettiği
sürece, orada oturmaya hak kazanmıştır.
Fıkıh ulemasının
açıklamasına göre, meclise sonradan gelen bir kimsenin kendisine gönül rızasıyla
yer veren kimsenin yerine oturması caiz olmakla beraber oturmaması daha
evlâdır. Çünkü:
a. O kimse
utandığı için yerini vermiş olabilir.
b. Yerinden
kalkan kimse meclisin feyzinden ve orada konuşulan ilim ve hikmetten mahrum
edilmiş olur. Bu bakımdan da vera ve takva yönünden oraya oturmamak daha
isabetli ve ihtiyata daha uygundur. Binaenaleyh hadisteki nehy tahrim için
değil, kerâhet-i tenzihiyye içindir. Fakat yerini veren kimsenin bu işi
isteyerek yaptığından emin olunduğu takdirde bu ricasını kabul etmekte bir
sakınca yoktur.
Fakat, bir kimsenin
diğer bir kimseyi kaldırarak yerine oturması haramdır. Asla caiz değildir.
Nitekim bu konuda:
"Herhangi biriniz bir (din) kardeşini oturduğu yerden kaldırıp sonra ortaya
oturmasın" buyurulmuştur.[208]
Netice itibariyle
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif bir anlamda; "Hayvanın ön tarafına
binmeye en müstehak olan hayvanın sahibidir"153 mealindeki hadis-i şerife
benzemektedir.
Öyleyse, meclise
sonradan gelen bir müslüman başka birini yerinden kaldırıp oraya oturmaktan
sakınmalı, o meclise, önceden gelen kimseler de sonradan gelip de oturacak yer
bulamayan kimselere yanlarında yer açmalıdırlar. Bunun içindir ki yüce Allah
Kur'an-ı keriminde "Ey iman edenler, size meclislerde: Yer açın denilince,
yer açın ki Allah da size açsın, kalkın, denilince de kalkın ki Allah
içinizden iman etmiş olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle
yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[209]
4829... Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
(Devamlı) Kur'ân
okuyan mü'min, kokusu hoş, tadı güzel bir portakal gibidir. (Devamlı) Kur'an
okumayan bir mü'min de tadı güzel olup da kokusu olmayan bir hurma gibidir.
Kur'ân okuyan günahkâr kimse kokusu güzel olup tadı acı olan fesleğen gibidir.
Kur'ân okumayan
günahkâr kimse ise tadı acı olup kokusu olmayan Ebû Cehil karpuzu gibidir.[210]
İyi arkadaş, güzel
koku satan kimse gibidir. Sana, ondan hiçbir şey isabet etmese bile (en
azından) güzel kokusu isabet eder. Kötü arkadaş da bir körükçüye benzer. Onun
ise; is ve kokusundan bir şey butaşmasa da (en azından) sana dumanı isabet
eder.[211]
4830... Şu
(bir Önceki hadisin baş tarafında yer alan) ilk cümle (leri) "(kokusu
için) ve tadı acı (reyhane gibidir)" sözüne kadar, Peygamber (s.a)'den,
Hz. Ebu Musa (el Eş'arî) kanalıyla da (rivayet edilmiştir.) İbn Muaz
(yukarıdaki hadise ilaveten): "Hz. Enes biz iyi arkadaşın misalinden
bahsediyorduk'1 (cümlesini de) rivayet etti ve (sonra bir Önceki hadisin) geriye
kalan kısmını nakletti.[212]
4831... Enes
İbn Mâlik'den (rivayet edildiğine göre): Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"İyi Arkadaşın
benzeri..." deyip.(Hadisin bundan sonraki kısmında Hz. Enes 4829 no'lu
hadisin) bir benzerini rivayet etmiştir.[213]
Bu hadis-i şerif,
Fatiha suresi gibi beş vakit namazda
okunması icab eden
surelerden fazla olarak her gün
Kur'an-ı Kerim okumayı kendisine prensip edinen bir mü'mini kokusu hoş, tadı
güzel bir portakala benzetmektedir.
Söz konusu mü'minin
tatlılığı, kalbinde imanın kökleşip yerleşmesinden, hoş kokulu oluşu da Kur'ân
okumayı i'tiyad hâline getirip Kur'ânı sık sık okumasından, Kur'ânı okurken hem
kendisini hem de dinleyenleri huzura ve sükûnete kavuşturmasından ve aynı
zamanda hem kendine hem de, dinleyenlere sevap kazandırmasından ve Kur'âmn
hikmetler hazinesinden nasib almaya vesile olmasından kaynaklanmaktadır.
Hadiste geçen:
"yakrau: okuyan" kelimesi tekrar ifade ettiğinden biz bu kelimeyi
"devamlı Kur'ân okuyan" şeklinde tercüme ettik.
Yine, bu hadis-i
şerifte sürekli Kur'ân okumayan mü'min tadı,güzel olup da kokusu olmayan bir
hurmaya benzetilmektedir. Çünkü her ne kadar mü'min iman sahibi olarak çok
tatlı ise de sürekli Kur'ân okumadığı zaman okunan Kur'ân'ın etrafa yaydığı,
hoş koku meselesindeki huzur, huşu, ilim ve hikmet nimetlerinden mahrum kalır.
Bu bakımdan tadı olup da etrafa hoş kokular yayamayan meyvelere dönüşür. Yine
bu hadis-i şerifte Kur'an-ı Kerim okuyan âsi bir kimse kokusu güzel, tadı acı
fesleğene benzetilirken Kur'ân okumayan âsi kimse de tadı acı olup kokusu olmayan
Ebu Cehil karpuzuna benzetilmiştir.
Çünkü isyan, neticesi
itibariyle Ebu Cehil karpuzu gibi acıdır. Bu bakımdan günahkâr bir insanın,
Kur'ân-ı Kerim okuyarak etrafa Kur'ân-ı Kerimin hayat bahşeden nurlarını,
Cennet kokusunu müjdeleyen nağmelerini saçıyorsa kokusu olmayan acı, Ebu Cehil
karpuzundan farkı kalmaz. Fakat, günahkârlığıyla birlikte Kur'ân okuyan bir
kimse günahkarlığı yönüyle sevimsiz ve tatsız olmakla birlikte okuduğu
Kur'an-ı Kerimle etrafa tatlı ve huzur verici kokular neşrettiği için tadı acı,
fakat kokusu hoş fesleğene benzetilmiştir.[214]
Hadis-i şerifte iyi
arkadaş misk taşıyana, kötü arkadaş da etrafa dumanlar ve isler saçarak
çevresini sisler içerisinde bırakan körükçüye benzetilmiştir. Durum böyle
olunca is yanına varan is, misk yanına varan da misk kokacağından, iyi arkadaş
yanına varan kimsenin arkadışının iyiliğinden, kötü arkadaş yanma varan
kimsenin de arkadaşının kötülüğünden etkileneceği muhakkaktır. Öyleyse insanlar
arkadaşlarım iyi huylu kimselerden seçmelidirler.[215]
1. Kur'an-ı
Kerim okumanın fazileti büyüktür.
2. Kur’an-ı
Kerim okumak ve dinlemek insanlara huzur verir.
3. Ahlâklı,
mürüvvet sahibi, hayır sever, ehl-i takva, âlim ve salih kimselerle düşüp
kalkmak faziletli bir iştir. Kötülerle düşüp kalkmak ise menedilmiştir.
4. Misk
temizdir. Satması caizdir. Bu hususda yalnız şiîler muhalefet etmiş, miskin,
necis olduğunu söylmişlerse de onların sözüne itibar yoktur. Ulemanın icmaı ve
bu hadis, onun temiz olduğuna delalet eder. Çünkü pis olsa satılmasına cevaz
verilmezdi.
5. Misk
kullanmak müstehabdır. Rasûlullah (s.a) onu bedenine ve ba- sürer, onun en güzel
koku olduğunu söylerdi.[216]
4832... Hz.
Ebu Said'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Mü'minden
başkasıyla arkadaşlık etme, yemeğini de (Allah'dan) korkan kimse (ler) den
başkası yemesin."[217]
Hadis-i şerifte
arkadaşlığı tavsiye edilen mü'minmünafıklıktan ve küfür korkusundan uzak,
gerçek iman sahibi müslümanlardır. Çünkü, bunların arkadaşlığı dünyada ve
âhirette insana fayda verir. İmandan yoksun olan kimselerin arkadaşlığının
akıbeti, düşmanlıktan ve ziyandan başka bir şey değildir. Nitekim dünyada kötü
insanlarla arkadaşlık edenlerin âhiretteki hâli, Kur'ânda şöyle
anlatılmaktadır.
"O gün zâlim
ellerini ısırıp; "no'laydı, keşke ben Peygamberle bir yol edineydim"
der.[218]
Metinde geçen
"yemeğini (AUah'dan) korkan kimselerden başkası yemesin" cümlesi
aslında "yemeğini (Allah'dan) korkan kimselerden başkasına yedirme.!"
anlamında kullanılmıştır.
Aslında insanlara
ikram edilen yemek iki çeşittir:
a. Arkadaşlık
ve dostluk için verilen yemek ziyafetleri,
b. Aç ve
muhtaçları doyurmak için verilen yemek ziyafetleri. "Yoksula, yetime ve
esire onun sevgisi için yemek yedirirler."[219]
âyet-i kerimesinde
açıklandığı üzere, muhtaç ve aç durumda olan herkese mü'min ve kâfir ayırımı
yapmadan yemek yedirmek caiz olduğundan, mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerifte,
müttekillerden başkasına yedirilmemesi
tavsiye edilen yemeklerin ikinci cinsten olan yemek ikramları değil birinci
cinsten olan yemek ikramları olması gerekir.[220]
4833... Hz.
Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kişi arkadaşının
dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine (iyi) dikkat
etsin."[221]
Bu hadis-i şerif,
inancı ve yaşayışı kitap ve sünnete
uymayan kişilerle arkadaşlıktan sakınmayı emretmekte ve bu hususta son
derecede dikkatli davranmayı ihtar etmektedir. Çünkü, bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, inancı ve ameli kitap ve sünnete aykırı
kişilerle arkadaşlık etmenin sonu hüsrandır. Şeyh Sadi Şirâzî (r.a.) bir
kıt'asında şöyle diyor:
"Bir gün hamamda
dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil parçası verdi, kile sordum:
A mübarek sen misk
misin, anber misin, senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum, dedim, kil
bana cevap verdi:
Ben basbayağı bir kil
idim. Lakin bir müddet gül ile arkadaş oldum, gül ile yaptığım o arkadaşlık
bana tesir etti. Onun güzel kokusu bana sindi. Yoksa ben o bildiğin âdi toprak
parçasından başka bir şey değilim."[222]
Her ne kadar
Siracüddin el Kazvinî bu hadis-i şerifin mevzu olduğunu söylemişse de İbn
Hacer, Tirmizî'nin bu hadisi hakkında "hasendir" dediğini delil
getirerek bu iddayı reddetmiştir.
Celaleddin Süyûtî de
Hafız Alaî'nin: "Bu hadise mevzu demek büyük bir cehalettir" dediğini
söylemiştir. Ayrıca İmam Nevevî bu hadisin is-nadlannin sahih olduğunu
söylerken, imam Ahmed, Ebu Hatem, Da-rekutnî... gibi hadis imamları da bu
hadiste bir illet olmadığını ifade etmişlerdir...[223]
4834... Hz.
Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Ruhlar bir araya
gelmiş topluluklardır. Onlardan (bu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde) bir
birleriyle taniş(ıp anlaş) anlar (bu dünyada da) anlaşırlar. (Fakat) onlardan
(bu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde) tanışmayanlar (bu dünyada da) tanış
(ip anlaş) mazlar."[224]
İmam Nevevî (r.a.)'nin
açıklamasına göre "Ruhlar bir araya gelmiş toplu cemaatlerdir. Yahut da
muhtelif nevilerden ibarettir. Allah'ın yarattığı bir hikmete mebni olarak, onlar
böyle farklı cemaatler oluşturmuşlardır. Bazılarına göre de, Allah onları,
birbirlerine uygun vasıflarda ve huylarda yaratmıştır. Bazılarına göre
aslında, Allah ruhları toplu halde yaratmıştır. Sonra onları ait oldukları
bedenlere girmek suretiyle birbirlerinden ayrılmışlardır. Binaenaleyh, bu
dünyada huyları birbirine uyan kimseler anlaşıp bir araya gelirler. Huyları
birbirlerini tutmayan kimseler biribirleriyle anlaşmayıp, biribirle-rine ters
düşerler. Hattâbî'ye göre ruhların anlaşması, başlangıçta onların şekavet ve
saadet yönünden birbirlerine benzer halde yaratılmalarından kaynaklanmaktadır.
Şaki olarak yaratılanlar birbirleriyle anlaşırlar. Binaenaleyh ruhlar iki
kısımdır Bunların cesetleri, dünyada karşılaştıkları zaman, aynı kısımdan olan
ruhları taşıyanlar anlaşırlar. Aynı cinsten olan ruh sahipleri ise anlaşamazlar.
Bir başka ifadeyle, hayırlı ruhlar, hayırlı ruhlara, şerliler de şerlilere
meylederler."
Bezi yazarının
açıklamasına göre ruhların böyle birbiriyle anlaşarak, farklı cemaatler haline
gelmeleri, dünyaya gelmelerinden önce ruhlar âleminde olmuş ve ruh
cemaatlerindeki bu farklılık, yaratılışlarındaki farklılıktan ileri gelmiştir.
Fakat ruhlar dünyaya geldikten sonra çeşitli tesirler altında kalarak
kendilerinde değişiklikler meydana gelmiş ve neticede söz konusu cemaatler
arasında karşılıklı kopmalar ve iltihaklar vuku bulmuştur.[225]
4835... Hz.
Ebu Musa'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) sahabelerinden birini
(bir yere görevli olarak) gönderdiği zaman ona: " Müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz. Kolaylaşırınız, zorlaştırmayınız." diye emredermiş.[226]
Hz. Peygamber, idareci
olarak görevlendirdiği sahabileri görev yerlerine gönderirken kendilerine halka
devamlı surette ümit verip, onlara nefret ettirici ve soğutucu davranışlardan
kaçınmayı, zorluk çıkarmaktan kesinlikle uzak kalmayı ve kolaylık göstermeyi,
usul ittihaz etmeyi tavsiye edermiş. Çünkü, ümit verici hareketler, dünya
işlerinde insanların şevkini, gücünü ve maneviyatını artırdığı gibi, dinî
işlerinde de Allah'ın emirlerine daha sıkı sarılıp günahtan sakınma azmini,
günahkârlıktan tevbe edip yeni bir hamle yapma ruhunu kazandırır. Bir
idarecinin idaresi altındaki insanlara, kolaylık göstermesinin de böyle müsbet
tesirleri vardır. Nefret ettirici ve zorluk çıkarıcı tutumlar ise tam aksine
olumsuz, verimsiz ve tamiri imkânsız neticeler ortaya çıkarır. Bu bakımdan
cemiyette bütün başarıların ve verimli neticelerin hareket noktasında ümit
verici tutumlar vardır. Çünkü insanları harekete geçiren en büyük güç ümit ve
inançtır. Olumsuz davranışlar ise bu ümit ve inançları yıkmaktan başka bir işe
yaramaz. Ancak, düşmanların işine yarayabilir.
Rasül-i zişan
efendimiz, ümmetine böyle müsbet davranmalarını tavsiye etmekle, alemlere
rahmet için gönderilen bir rahmet Peygamberi olduğunu isbat etmiştir.
Esasen işleri
zorlaştırmaya kalbinde eğrilik, tabiatında şiddet ve terbiyesinde noksanlık
olan kimselerden başkası yaklaşmaz. İslam terbiyesiyle edeblenmiş bir kimse,
zorlaştırmayı bilmez. İşleri engellemeye ve insanların menfaatlerine halel
getirmeye çalışmaz. Bunları yaparken de Hz. Aişe'nin şu hadisini unutmaz ve ona
tabi olur:
"Rasûlulîah
(s.a.) iki şey arasında muhayyer bırakılınca günah değilse kolayını tercih
ederdi. Eğer onda bir günah varsa ondan en fazla o kaçardı. Rasûlulîah (s.a.)
Allah'ın haram kıldığı şeyler çiğnenince, Allah için intikam almanın dışında
kendisi için asla intikam almamıştır"[227]
Metinde geçen
"zorluk çıkarmayın" cümlesi üzerinde şöyle bir soru akla gelebilir:
"Bir şeyin emredilmesi o şeyin zıddının haram olduğunu gösterir. Şu halde
kolaylık gösterilmesi emredildikten sonra, bir de "güç-Ieştirmeyin"
buyurulmasının faydası nedir?"
Bu suale allâme Aynî
şu cevabı veriyor: "Biz bu kaideyi teslim etmiyoruz. Etsek bile burada
maksat, zımnen lâzım gelen mananın te'kîd için sarahatle irade edilmesidir.
Zira, yalnız "kolaylaştırın" buyursa idi, ne-kire olan bu emir, bir
defa kolaylık gösterip ekseri hallerde güçlük çıkaran kimseye de uygun
düşerdi. Fakat "güçleştirmeyin" buyurunca artık bütün hallerde
güçleştirmenin her yönü ile kaldırıldığı anlaşılmıştır. "Nefret ettirmeyin"
ifâdesinde de hal böyledir.
"Siyak-i nefide
gelen nekireler umum ifade ederler. Binaenaleyh burada sadece
"güçleştirmeyin", "nefret ettirmeyin" buyurmak yeterdi,
denilirse şöyle cevap verilir: Güçleştirmenin kaldırılmasından, kolaylaştırmanın
sübut bulması lazım gelmediği gibi, nefret ettirmekten de kolaylaştırmak lâzım
gelmez. İşte bu zıd manalı sözler, bunun için bir araya getirilmişlerdir.
Makamda izah icab eder, zira va'z ve irşada benzemektedir. Mana şudur:
"İnsanlara yahut
mü'minlere Allah'ın fadl-u keremini, sevabım, ihsanının çokluğunu, rahmetin
genişliğini müjdeleyin."
"Nefret
ettirmeyin" cümlesinin manası da şöyledir: Yani muhtelif vâ-îd ve
korkutucu emir ve nehiyleri söyleyip şiddet göstermeyin ki, yeni müslüman
olanlar, buluğ çağına yaklaşan çocuklar ve günahlarından tev-be etmiş bulunan
âsiler İslama yatışsınlar. Bunları lütf-u müJâyemetle, yavaş yavaş ibâdetlere
alıştırın. Nitekim, İslâmiyetin ilk zamanlarında bu tedrice riâyet olunuyordu.
Çünkü yeni müslüman olan bir kimseye gösterilen kolaylık, onun dine ısınmasına
ve neşatmın artmasına sebep oluyordu. Şiddet gösterilmiş olsa ya dini kabul
etmez yahut dînde sebat göstermeyip dönebilirdi...[228]
1. Cemaata
Allah'ın lütf-u kereminden,sevabının çokluğundan, ihsanının genişliğinden
bahsederek onları dîne ısındırmak gerekir. Allah'ın tebşirâtını söylemeyip sırf
azabından bahisle onları korkutmak bilhassa yeni muslu-man olanlar karşısında
zararlı ve memnu bir harekettir.
2. Bir işte
söz sahibi olanlar daima rıf ü" mülayemetle muamele etmeli, ortak iş
yürütenler birbirleri ile uyuşup anlaşmalıdır. Velevki fazilet sahibi insanlar
olsun, çünkü hatırlatma mü'minler için faydadan hâli değil.[229]
4836... Es-Saib'den
demiştir ki: "Ben (birgün) Peygamber (s.a.)'in huzuruna varmıştım, (Orada
bulunan sahabiler) beni medhetmeye ve benden bahsetmeye başladılar. Bunun
üzerine Rasûlulîah (s.a.)
Ben onu sizden daha
çok bilirim, buyurdu. Ben de:
Doğru söyledin (ey
Allah'ın Resulü)! Annem babarn sana feda olsun. (Gerçekten) sen (cahiliyye
döneminde) benim ortağımdın (hem de) ne güzel ortak! (Bana) ne muhalefet
ederdin ne de (benimle) çekişirdin" dedim.[230]
Râvi Saib'le Hz.
Peygamberin ortaklığının, Hz. peygamberin ticaret için çıktığı Şam seferinde olması
ihtimali oldukça kuvvetli görünmektedir.
Hadis-i şerif Resul-i
zişân efendimizin kendisine Peygamberlik verilmeden önceki dönemlerde de
yüksek bir ahlâk sahibi olduğuna delâlet etmektedir.
Hafız İbn Hacer'in
İsabe'de açıkladığına göre Es-Saib İbn Ebi's-Saib'in asıl adı Sayfî'dir. Abdullah
İbn es-Saib'in babasıdır. Kendisinden
Ebu Davud ve Neseî,
Mücahid, Kaidü's-Saib, Sâib kanalıyla hadis rivayet etmişlerdir. İbn Ebu
Şeybe'nin Yunus İbn Habbâb yoluyla müca-hid'den rivayet ettiği bir hadis
şöyledir: "Ben Saib'i elinden tutup gezdirirdim. (Gözleri göremediği
için) bana:
Ey Mücâhid, güneş
batıya kaydı mı? diye sorardı. Ben
Evet, dedim mi öğleyi
kılardı,[231]
Münzirî'nin
açıklamasına göre ise bazıları bu Saib'in Hz. Zübeyr İbn Avvâm tarafından Bedir
savaşında kâfir olarak öldürüldüğünü söylemiş- . lerdir. Bazıları da onun iyi
bir müslüman olduğunu söylemektedirler. Ki itimada lâyık olan da budur.
Bu hadisin isnadi
hakkında da çeşitli görüşler vardır. Ebu Ömer en Nemrî'ye göre bu hadis
gerçekten muzdaribdir. Bazılarına göre, bu hadisi es-Saib İbn es-Sâib rivayet
etmiştir. Bazılarına göre de Abdullah İbn es-Saib rivayet etmiştir. İşte bu
izdırab yüzünden hadis hüccet olma vasıfinı kaybetmektedir.
Es-Saib İbn Ebî Saib
ise müellefe-i kulûbdendir.[232]
4837... (Yusuf
İbn Abdullah İbn Selâm'ın) babasından (şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir):
Rasûlullah (s.a.)
(sahabileriyle) sohbete oturduğu zaman gözünü sık sık semaya (doğru) kaldırıp
baka)rmış.[233]
Bezlü'l Mechud
yazarının açıklamasına göre Hz.peygamberin sahâbileri ile sohbet ederken gözlen
ile devamlı semayı yoklayıp durmasının sebebi her ân yeni bir vahyin gelmesini
beklemekte olmasındandır. Çünkü onun esas görevi Peygamberlik olduğundan gerek
diğer işleri gerekse halk ile sohbetleri ona asla esas görevini unutturmaz,
her an için esas görevi olan Peygamberlik vazifesini en mükemmel şekilde yerine
getirmenin heyecan ve titizliği içerisinde bulunurdu.
Bir mü'mine yakışan da
her an mü'min olmanın şuurunu taşımak, her yerde ve her işinde Allah'a olan kulluk
borcunu yerine getirmek olmalı. Dostlarıyla sohbeti ve diğer işleri ona kulluk
görevini unutturmamalı. Bu şuur onda tabiat hâline gelmelidir.[234]
4838... Câbir
İbn Abdullah (şöyle) demiştir:
"Rasûlullah
(s.a.)'in konuşmasında (devamlı olarak bir) açıklık ve rahatlık vardı."[235]
Bu hadis-i şerif Hz.
Peygamberin kısa, manası anlaşılır sözlerle konuşup muğlak ve mübhem
kelimelerle konuşarak dinleyenleri yormaktan kaçındığını, konuşurken aceleci
olmaktan uzak ve son derece rahat olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bir
sonraki hadisin şerhinde açıklanacaktır.
Münzirî'nin
açıklamasına göre bu hadisi Hz. Cabir'den rivayet eden râvi'nin kimliği meçhul
olduğundan hadis zayıftır.[236]
4839... Âişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
"Rasûlullah
(s.a.) (gayet) açık ve tane tane konuşurdu. Kendisini her dinleyen konuşmasını
(rahatlıkla) anlayabilirdi."[237]
Bilindiği gibi iyi bir
hatîpden beklenen anlatacağı konuyu rahat, mu'tedil, bir konuşma şekliyle
anlat-masıdir. Konuşurken, takib edilemeyecek derecede hızlı ve acele konuşan
hatipler, dinleyenlerine fazla bir şey veremezler. Sözlerin doğru ve haklı,
kendilerinin samimi ve bilgili olması neticeyi fazla değiştirmez. Dinleyici
için acele yapılan bir konuşmada fikirler arasındaki bağ kopar.
Her hususta olduğu gibi
konuşma mevzuunda da en güzel örnek Resül-i zişan efendimizdir. Bu bakımdan
tebliğ ve irşad görevini yüklenen kişilerin başarılan da Hz. Peygamber'in bu
mevzuda takib ettiği konuşma üslubunu örnek almalarına bağlıdır.[238]
4840... Hz.
Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Allah'a hamd ile
başlamayan her söz (bereketten) kesiktir."[239]
Ebû Davud der ki; Bu
hadisi Yunus ile Ukayl, Şuayb ve Said b. Abdü-laziz ez-Zühıi vasıtasiyle
Peygamber (s.a.)'den mürsel olarak rivayet etmişlerdir.[240]
Hamd, lügatte irade ve
ihtiyar ile yapılan güzel bir şeyin güzelliğini -tazim maksadıyla- tavsif etmektir.
Buna göre bir hamdın hamd olabilmesi için şu üç unsurun bulunması gerekir:
a. Övgüye
konu olan ihtiyari güzellik (el mahmûdü aleyh),
b. İrade ve
ihtiyarla yapılan güzel işi övmek için sarf edilen sözler (el mahmûdü bih),
c. Övgünün
tazim maksadıyla yapılmış olması.
Binaenaleyh lügavî
hamd, sadece dille yapılır, nimetler karşılığında yapılan övgülere hamd
denebileceği gibi, nimet karşılığında olmayan övgülere de hamd denebilir.
Ayrıca bir güzelliği
tasvir için kullanılan kötüleyici ve aşağılayıcı sözlere lügatta hamd
demlemeyeceği gibi, bir çirkinliği övmek için kullanılan medhedici sözlere de
hamd denilemez. Tarifte geçen "irade ve ihtiyar iîe
yapilan"ifadesinin yaratıklarda bulunan kendi iradeleri dışındaki
güzellikler için yapılan övgüleri dışarda bırakması, bu tür güzellikler ve
iyilikler karşısında yaratıklar için yapılan övgülerin hamd olmadığına delalet
eder.[241]
Kavlî hamd: Cenab-ı
Hakki, Peygamberlerinin dilinden kendini medh ettiği gibi methetmektir.
Fiilî hamd: Allah'ın
rızasını dileyerek bedenî ameller yapmaktır.
Hâlî hamd: Kalp ve
ruhla yapılan hamdlerdir.
İlmî ve amelî kemâlat
ile mücehhez olmak ve Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak gibi.
Örfî hamd: Nimeti
verene tazim bildiren bir hamddir. Dil ile olabileceği gibi kalb ile ve diğer
organlarla da olabilir.[242]
Sena ise, tazim ifade
eden işlerdir.[243]
Şükr, nimet
karşılığında, elle, dille veya kalple yapılan iyiliktir.
Lügâvî şükür, bir
nimetten dolayı, tazim ve tebcil için dille kalple yada diğer organlarla
yapılan medihtir.
Örfi şükür de kulun,
Allah tarafından kendisine verilen bütün nimetleri Allah yolunda sarf
etmesidir.
Öyleyse lügavî şükür,
ile örfî şükür arasında umum-husus mutlak farkı olduğu gibi örfî hamd ile örfî
şükür arasında da yine umum-husus mutlak farkı vardır.
Lügâvî hamd ile örfî
hamd arasında ise umum-husus minvechin farkı olduğu gibi lügâvî hamd ile
lügavî şükür arasında da aynı fark vardır.
Örfî hamd ile örfî
şükür arasında ise umum-husus mutlak farkı olduğu gibi örfî şükür ile lügavi
hamd arasında da umum-husus minvech farkı vardır.
Lügavî şükür ile örfî
hamd arasında ise hiçbir fark yoktur.[244]
Mevzumuzu,
teşkil-erfen bu hadis-i şerif, bir işe besmele ya da hamdele gibi, Allah'ın
ismini ihtiva eden kelimelerle başlanmasının sünnet olduğuna ve böyle bir
zikirle başlanmayan işlerin bereketsiz ve sonuçsuz kalacağına delalet
etmektedir.[245]
4841... Hz.
Ebu Hureyre'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "İçinde teşehhüd olmayan hutbe kesik el gibidir."[246]
Bilindiği gibi teşehhüd:
"Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Rasûlühü"
cümlesini okumaktan ibarettir. Turpuştî bu görüştedir.
Hadis-i şerifte içerisinde
teşehhüd bulunmayan, yani teşehhüdle başlanmış olmayan bir hutbenin eli
olmayan bir insanın, vücudundaki eksiklik kadar eksik olduğu ifade
edilmektedir.
Eli olmayan bir insan,
yaşayıp hayatını devam ettirebildiği gibi içinde teşehhüd bulunmayan bir hutbe
de sıhhatini kaybetmez. Şahinliğini korur, fasit olmaz. Fakat faziletini ve
kemalini kaybeder.
Bu sebeble Hanefi
uleması teşehhüdü cuma hutbesinin sıhhatinin şartlarından değil,
sünnetlerinden saymışlardır.
Hanefi ulemâsından
Aliyyü'l-Kari'ye göre hadis-i şerifte "teşehhüd" kelimesiyle kasd
edilen Allah'a hamd-ü senadan ibarettir.
Sindî ise bu hadisi
açıklarken şöyle diyor:
Bazı âlimler hadisteki
hamdetmeyi, Allah'ın adını anmakla yorumlamışlardır. Çünkü bazı rivayetlerde
"besmele ile başlanmayan işlerin noksan veya bereketsiz" olduğu
bildirilirken bir kısım rivayetlerde de "Allah adı" ile başlanmayan
her şeyin noksan veya bereketsiz olduğu bildirilmiştir. Bütün bu rivayetlerin
arasını bulmak için "Allah tealayı" anmadan başlanan her iş noksan ve
bereketsiz kalmaya mahkumdur" şeklinde bir yorum yapmak en uygun olanıdır.
Bu babdaki hadisler,
nikâh akdinin ve diğer önemli işlerin başında hutbe okumanın müstehablığına
delâlet ederler. Çünkü yukarıdaki metin ve meali verilen hutbede Allah'a hamdetmek,
O'ndan yardım ve mağfiret dilemek, serlerden ona sığınmak, kelime-i şehadet ve
daha başka meziyetler ve hayırlar toplanmış durumdadır. Böyle meziyetleri
içine alan bir zikir manzumesi ile başlanılan işler bereketli ve tam olur.
Bunsuz yapılan işler, ise bereketsiz ve noksan olur. Zira Peygamber (s.a)'in
tavsiyesine riayet edilmemiş olur.
Tirmizî'de
bildirildiği gibi hutbesiz kıyılan nikâh akdi, bazı âlimlerce caiz sayılmıştır.
Süfyan-i Sevri ve başka âlimler böyle demişlerdir. Çünkü Ebu Davud ve Beyhakî'nin
rivayet ettiklerine göre, Beni Süleym kabilesinden (Abbâd isimli) bir adam
(r.a.) şöyle demiştir:
"Ben
Abdulmuttalibin kızı Ümame (r.anha) ile evlenmek istediğimi Peygamber (s.a.)'e
arz ettim. O da hutbe olmaksızın nikâhımızı akdetti."
Zahiriyye mezhebine
mensup âlimler nikah akdi için hutbe okumanın vacibliğine hükmetmişlerdir.
Cumhura göre nikâh
akdinde hutbe okumak, müstehabtir.[247]
Besmele hakkında gelen
hadisler, dört kısımdır:
1. Besmelenin;
"Bismillarirrahmanirrahim" şeklinde çekileceğini ifade eden hadisler;
a. “Bir
tehlikeye düştüğün zaman Bismillahirrahmanirrahim de" mealindeki İbn
Sinnî'nin Amelü'I Yevmi ve'Heyleti" isimli eserinde merfıı olarak
zikrettiği Ali (r.a.) hadisi.
b. Yine İbn
Sinnî'nin Osman b. Affan'dan rivayet ettiği: "Ben (birgün) hastalanmıştım,
Rasûlullah (s.a.) bana rukye yapardı. Bir defa rukiye yaparken;
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla! Yakalanmış olduğun hastalığın şerrinden tek ve ihtiyaçsız
olan, doğurmayan doğmayan ve hiçbir dengi bulunmayan Allah'ın seni korumasını
dilerim; diye dua etti ve gitmek üzere ayağa kalktığı zaman da
Ey Osman! Bu
kelimelerle Allah'a sığın. Sığınmak için bunun bir benzerini daha bulamazsın,
buyurdu." mealindeki Osman İbn Affan hadisi.[248]
c. Ebu
Hüreyre (r.a.)nin arkasında namaz kıldım. Önce - Bismillahirrahmanirrahim-
dedi. Sonra Fatiha'yı veîeddalîne kadar okudu.
Sonra âmin, dedi
(arkasında bulunan) cemaat de -âmin- dedi"[249] mealindeki
hadis gibi.
2. Besmelenin
sadece "Bismillah" sözünü söylemekle yerine getirilmiş olacağını
ifade eden hadisler:
a. Yemeğini
Önüne koyduğum zaman, Rasûlullah (s.a)'in: "Bismillah" dediğini ve
yemekten sonra da: "Allahım, yedirdin, içirdin, zengin ettin, razı ettin,
hidâyet ettin ve iyilik ettin. Verdiklerin üzerine sana hamd olsun"
dediğini işitiyordum"[250] hadis-i
şerifi. İmam Nevevî bu hadisin hasen bir isnad ile rivayet edilmiş olduğunu
söylüyor.
b.
"Bismillah de ve sağınla ye!"[251]
c. Hz.
Peygamber, Usame b. Umeyr'e şöyle dedi:
Böyle deme çünkü
(böyle dediğin zaman) şeytan büyür, büyür dev kadar olur. Fakat "Bismillah"
de (böyle dediğin zaman şeytan) küçülür küçülür de sinek gibi kalır."[252]
3.
Besmelenin "bismillah" kelimesiyle birlikte ona ilave edilen bazı
kelimeleri de okumakla yerine getirilmiş olabileceğini ifade eden hadisler:
a. "Ölülerinizi
kabre koyduğunuz zaman :bismillahi ve alâ milleti ResûHIlahi' deyiniz."[253]
mealindeki Hz. îbn Ömer Hadisi.
b. "Her
kim, her günün sabahında ve her gecenin akşamında; "BismillahiIIezi lâ
yedurru mea ismihi şey'ün fi'I-erdı velâ fissemâi ve hüvvessemiü'Iralîm,
derse..."[254]
mealindeki Osman (r.a.) hadisi.
c. "Bir
kimse ailesine yaklaşacağı zaman "Bismillahi Allahümme cennibneşşeytane ve
cennibişşeytane mâ rezektane" derse..."[255] mealindeki
İbn Abbâs (r.a.) hadisi.
d. "Peygamber
(s.a.) iki beyaz ve boynuzlu koçu kendi eliyle kesti. Besmele çekti ve tekbir
getirdi. (Onu bu koçu keserken) ayağını (koçun) boynuzlan üzerine koyup,
"bismillahi vellahü ekber," derken gördüm"[256]
mealindeki Hz. Enes hadisi.
4. "Bismillahirrahmanirrahim"
kelimelerini söylemeden sadece "Allah" ismini zikirle besmelenin
getirilmiş olacağına delalet eden hadisler:
a. "Biriniz
yemek, yiyeceği zaman yemeğe başlamadan önce Allah'ın ismini ansın.[257]
b. "Abdesti
olmayanın namazı yoktur. Abdest alırken Allah'ın ismini anmayanm da abdesti
yoktur."[258]
c. "Geceleyin,
köpek havlaması ve eşek anırması işitecek olursanız, şeytandan Allah'a sığınınız
ve Allah'ın ismini anınız"[259]
mealindeki Hz. Cabir hadisi gibi.
Bütün bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki Besmele'nin "Bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini
söylemekle gerçekleşebileceğini ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen
işlerde, sünnet ancak bu kelimeleri eksiksiz olarak okumakla yerine getirilmiş
olur. Sadece "bismillah" veya "Bismillahirrahman"
kelimeleriyle yetinmekle sünnet yerine getirilmiş olmaz.
Besmele'nin; "bismillah"
sözüyle gerçekleşebileceğini ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen işlerde
ise, sünnetin sadece; "bismillah" kelimesini söylemekle yerine
getirilmiş olacağı gibi "bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini tam
olarak okumakla da yerine getirilmiş olur. Çünkü söz konusu işler de:
"Bismillahirrahmanirrahim sözü ile başlanmayan her önemli işin sonu
kesiktir" mealindeki hadis-i şerifin genel hükmü içerisine girerler.
Binaenaleyh bu gibi
işlere "bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini tam olarak okumanın
bid'ar olacağını söyleyen kimselerin bu iddialarının bir değeri yoktur.
El-İhtiyaratü'I
İlmiyye isimli eserde açıklandığı üzere, Şeyh İbn Teymiyye, yemeğe başlarken
"bismillahirrahmanirrahim" demenin sadece "bismillah"
demeden daha faziletli olduğunu, fakat kurban keserkenki durumun ise bunun
aksine olduğunu söylemiştir.
Besmelenin
"bismillah" lafzı ile "Errahmanirrahîm" sözlerinin dışında
ona ilave edilen lafızları okumakla gerçekleşebileceğini ifade eden
rivayetlerde söz konusu edilen işlerde ise sünnet olan "bismillah"
sözüyle "Errahmanirrahim" sözünün dışındaki bir ziyâdeyi beraberce
okumaktır. Çünkü bismillah sözüyle bu ziyâdenin toplamı bir duadır ve
zikirdir. Hz. Peygamberden gelen bir duaya veya zikre kimsenin birşeyler ilâve
etme yetkisi yoktur. Binaenaleyh Kurban keserken "bismillahi Allahü
ekber" denileceği rivayet edilmişken hiçbir kimsenin
"Bismillahirrahmanir-rahim Allahü ekber" demeye salahiyeti yoktur.
Sadece Allah'ın ismini
anmakla besmelenin çekilmiş olacağını ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen
işlerde ise "Bismillahirrahmanirrahim" demek daha faziletlidir.
Çünkü:
1. Bu gibi
yerlerde "bismillahirrahmanirrahim" diyen kimse Allah'ın ismini anmış
olacağı için Allah'ın ismini amnanın sevabını kazanmış olacağı ve bu görevi
yerine getirmiş sayılacağı gibi, aynı zamanda "Bismillahirrahmanirrahim"
sözünü söylemenin faziletini de eksiksiz olarak kazanmış olur.
2. "Bismillahirrahmanirrahim"
sözünü söyleyen kimsenin, Allah'ın ismini anmış olacağında şüphe yoktur. Fakat
eğer "Allah ismini anmak" sözüyle kast edilen
"Bismillahirrahmanirrahim" sözünü söylemek ise ve kişi de sadece
"Allah, Rabb, Hâlık" gibi Allah'ın isimlerinden sadece birini
anmakla yetinirse o zaman görevini eksiksiz olarak yerine getirmiş olamaz.
3. Allah'ın
ismini anma emrinin: "Başında besmele çekilmeyen her önemli işin sonu
kesiktir" hadisinin genel hükmünün şümulü içerisine girdiği düşünülürse,
söz konusu yerde de "bismillahirrahmanirrahim" sözünü söylemenin
daha faziletli ve isabetli olacağı anlaşılır.[260]
4842... Meymun
İbn Ebi Şebib'den (rivayet edildiğine göre bir gün) Hz. Aişe (r.anhâ)'ya bir
dilenci uğramış da o dilenciye bir (ekmek) parçacı) vermiş .(Daha sonra)
yanına üzerinde bir elbise ve iyilik alameti bulunan bir kimse daha uğramış.
Bunun üzerine o adamı (layık olduğu bir yere) oturtmuş (ve kendisine bir takım
yiyecekler ikram etmiş, adam da kendisine ikram edilen yiyecekleri) yemiş.
(Daha sonra oradan uzaklaşıp gitmiş. Adam oradan ayrılınca) bu durum Hz.
Aişe'ye sorulmuş (Hz. Aişe de):
Rasûlullah (s.a.):
"İnsanları (layık oldukları) makamlarına oturtunuz" buyurdu.
Cevabını vermiş.[261]
Ebû Davud der ki:
Yahya'nın rivayeti kısaltılmıştır. Meymun ise Hz. Aişe'ye erişmemiştir.[262]
Bu hadis-i şerif,
fazilet sahibi insanları toplumda layık oldukları mevkiye getirmekte kusur
etmemeyi emr etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerimde de: "Her ilim sahibinin
üstünde daha âlim biri vardır."[263]
Duyurulmuştur.
Münâvi'nin
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif "herkese
dindarlığına, ilmine, irfanına ve şerefine uygun şekilde muamelede ve hürmette
bulunmayı emretmektedir."
Hadisteki bu emr,
bütün fertleri muhatap almış olabileceği gibi sadece idarecileri muhatap almış
da olabilir.[264] Binaenaleyh İslam,
insanları toplumda layık oldukları yere oturtmuştur.
İnsanları layık
oldukları yere koymak, onların kıymetlerini bilmek, âlimlere ve ilmiyle âmil
olan hafızlara, ileri görüşlü, akıllı kimselere, sanat ve marifet erbabına,
kısacası tüm hizmet ehline ve fazilet sahibi olanlara öncelik tanımak, onlara
layık oldukları değeri vermek gerekir.
Bilindiği gi'bi,
âlimlerin İslam toplumunda çok yüksek bir makamı vardır. Hadis-i şerifler,
onlara meclislerde saygı gösterilmesi ve Öncelik tanınması için imamlığı onlara
vermiştir.
"insanlara
Allah'ın kitabını, en iyi okuyanlar imamlık yapar, kı-raatta eşit iseler,
sünneti en iyi bilenleri, sünnette de eşit iseler, önce hicret edenleri,
hicrette de eşit iseler, en yaşlıları imamlık eder. Birisi, diğerine ait yerde
izinsiz olarak imamlık yapmasın; ona saygı için oturduğu yere oturmasın."[265]
"İhtiyar
müslümana, Kur'an tilavetini terk etmeyip onunla amel eden hafıza ve adaletli
devlet reisine ikram, Allah'a saygı göstermekten sayılır."[266]
Rasûlullah (s.a.) Ühud
şehitlerini ikişer ikişer dem ederlerken soruyordu:
"Hangisi daha çok
Kur'ân ezberliyordu? Birine işaret edilince onu kabre koymada öncelik
tanıyordu."[267]
Rasûlullah (s.a.)'ın
insanları layık oldukları yere koymak hususunda, namazdan önce safları
düzeltirken buyurduğu şu hadiste O'nun öğütlerinden biridir:
"Benim arkama
faziletlileriniz dursun."
Bu öğüdün, mana yüklü
hikmetli birçok yönü vardır.
Bunların birincisi
insanları bulunduğu yer ve rütbelerine göre tasnif etmektir. Görüş sahibi
insanların namazda Peygamber (s.a.)'in arkasında bulunması onların müslümanlann
çeşitli işlerinde aday gösterildiğine bir işarettir.
Her birinin imkân,
kudret ve ihtisasına göre onları müslümanlann çeşitli işlerini yürütmeye aday
göstemıektir.
Bu yüzden Hasan'ın,
babasından rivayet ettiği gibi, Rasûlullah (s.a.) fazilet sahiplerini dindeki
üstünlük derecelerine göre saygıda ve payda tercih eder, Öne alırdı.
Her kavmin büyüğüne
ikramda bulunur ve onu kavmin reisi tayin ederdi. Rasûlullah (s.a.)'in
meclisi, mü'minlerin ileri gelen adalet sahipleri ve takva cihetiyle
birbirlerine üstünlüğü olan adil mü'minlerle doluydu. Bu seçkin insanlar,
birbirlerini ancak, takva ile üstün görürler, büyüklere hür-met eder, küçüklere
şefkat gösterirlerdi.[268]
Her ne kadar Musannif
Ebû Davud, mevzûmuzu teşkil eden bu hadisi Hz. Aişe'den rivayet ettiği söylenen
Meymun İbn Ebu Şebib'in gerçekte Hzi Aişe'ye yetişmediğini söylüyorsa da İmam
Nevevî musannifin bu görüşünü doğrulayan hiçbir delilin bulunmadığım
söylemiştir.[269]
4843... Ebu
Musa el Eş'arî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Muhakkak ki
ihtiyar müslümana, Kur'âni terk etmeyen ve yasaklarını çiğnemeyen Kur'ân
hafızlarına ve adaletli devlet başkanına hürmet etmek, Allah'a saygıdandır."[270]
Bu hadis-i şerif,
Tirmizî'de: "Bir genç bir ihtiyara, ihtiyarlığından dolayı hürmet etti mi,
Allah teala da ona bir mükâfat olmak üzere ihtiyarlığı çağında kendisine hürmet
edecek bir kimseyi mutlaka yaratır" anlamına gelen lafızla rivayet
edilmiştir.
Biz bu mevzuyu bir
önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[271]
4844... Amr
b. Şuayb'den (ya da dedesinden rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
"İzinleri olmadıkça iki kişinin arasına
oturulmasın" buyurmuştur.[272]
4845....
Abdullah İbn Amr'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "İzinleri olmadıkça (aralarına oturmak suretiyle) iki
kişinin arasını ayırmak hiçbir kimse için helâl değildir."[273]
Bu hadis-i şerifler,
aralarında genişçe bir açıklık kalmayacak şekilde, birbirlerine yakınca oturan
iki kişi arasına izinleri olmadıkça bir üçüncü şahsın oturmasının caiz olmadığını
ifade etmektedir.
Çünkü böyle
birbirlerine yakın oturan iki kişinin arasına girmek, onların yerlerinin
daralmasına ve bu yüzden de rahatsız olmalarına sebep olur. Müslümanı rahatsız
etmekse haramdır. Bu sebeple onların izni olmadan aralarına girmek caiz
değildir.
Birbirlerine böyle
yakın bir şekilde oturan kişilerin aralarında sıkı bir arkadaşlık bağı ya da
konuşacakları bir sırlan vardır. Aralarına üçüncü bir şahsın girmesi onların bu
mahrem olan sohbetlerine engel olacağı için onları rahatsız edeceğinde şüphe
yoktur.
Binaenaleyh böyle
birbirlerine yakın olarak oturan iki arkadaşın aralarına oturarak onları
rahatsız etmek, haram olduğundan bir meclise varıldığı zaman öyle birbirlerine
yakın oturan iki kişinin arasına oturmaktan son derece kaçınmak icab eder. Bu
kural İslâm muaşeret kurallarından biridir.[274]
4846... Ebu
Said el-Hııdrî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) oturduğu zaman
kalçaları üzerine oturarak dizlerini dikip el(ler)ini önden bağlarmış.
Ebu Davud der ki:
Abdullah ibn İbrahim, rivayet(!er)i kendisinden daha sağlam ravilere ve kendisi
gibi olan ravilere aykırı düşen bir râvidir.[275]
4847....
Kayle bint Mahreme, Peygamber (s.a.)'i kalçaları üzerine oturup dizlerini
dikerek ellerini önden kavuşturmuş bir halde otururken gördüğünü söylemiş (ve
şöyle demiştir:) Rasûlullah (s.a.)'i (böyle) mütevazı bir halde otururken
görünce korkudan bana bir titreme geldi.[276]
Bu hadis-i şerifler
dizleri dikip elleri kavuşturarak öne
eğilmiş bir halde oturmanın caiz olduğuna deaâlet etmektedir.[277]
4848...
Şerid İbn Süveyd'den demiştir ki:
"Ben (birgün) sol
elimi arkama koymuş ve (sağ) elimin ayasına dayanmış bir halde, şu şekilde
otururken, Rasûlullah (s.a.) yanıma uğradı ve:
"Kendilerine
gazab edilen (yahudî)ler gibi mi oturuyorsun?" buyurdu.[278]
Her ne kadar
müfessirler Fatiha suresinde geçen:"el-mağdûbu aleyhim; üzerlerine azab
edilen kimseler" sözüyle kasd edilen kimselerin yahudiler olduğunu
söylemişlerse de[279]
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, söz konusu kelimelerle kasd edilenlerin
sadece Yahudiler veya tüm kâfirlerden ibaret olmayıp edeb ve erkâna değer
vermeyen oturuş ve kalkışında kibir ve ucub kokan kimselerin de Allah'ın gazab
ettiği kimselerden olduğunu ifade etmektedir.[280]
İşte oturuşunda edeb ve erkân dinlemeyen, kurula kurula, dört tarafına gerile
gerile, sağına soluna dayana dayana oturan kimseler, bu tutumlarıyla içlerinde
taşıdıkları kibir, büyüklük duygularını ortaya sermiş, bu duygularından
kaynaklanan adetlerini sergilemiş ve Allah'ın gazabını hakketmiş olurlar.[281]
4849... Ebû
Berze (r.a.) dedi ki:
"Rasûlullah
(s.a.) yatsı namazından önce (yatıp) uyumaktan da ondan sonra (oturup)
konuşmaktan da nehyederdi."[282]
Yatsı namazından önce
uyumak, tenzihen mekruhtur çun]Cy uyduya dalarak yatsı namazım geçirmek
tehlikesi söz konusudur. Ancak yanında kendisini yatsı namazına uyandıracak
birisi varsa o zaman söz konusu vakitte yatıp uyumakta herhangi bir sakınca
yoktur.
Ayrıca yatsıdan sonra
oturup sohbete dalmak da mekruhtur. Çünkü bu da insanı taattan, gece namazından
alıkoyduğu gibi sabah namazının geçmesine de sebeb olabilir.
Fakat ilim öğrenmek,
misafir ağırlamak, aile fertleri ile görüşmek gibi hayırlı işlerden dolayı
uykuyu bir müddet geciktirmekte hiçbir sakınca yoktur.[283]
4850... Abdullah
(İbn Mesud) (r.a)'dan (rivayet edildiğine) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İki kişi, üçüncü
bir kimsenin yanında gizli konuşmasın. Çünkü bu o şahsı üzer."[284]
4851... (Abdullah)
İbn Ömer (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (bir önceki
hadisin) bir benzerini ifade buyurmuştur. (Bu rivayetin ravilerinden) Ebu Salih
dedi ki:
İbn Ömer'e: (Bu iki
kişinin fısıldattığı kişilerin sayısı en az) dört (ise o. zaman da fısıldaşmak
sakıncalı mıdır?) diye sordum da: (O zaman) "Sana zarar vermez"
cevabını verdi.[285]
Bir kişiyi yalnız bırakıp,
ikisinin gizli konuşmalannın yasak
edilmesindeki hikmet, ya kendisini o konuşmaya katmamakla tahkir ettiklerini
sandığından yahut aleyhinde konuşuyorlar vehmine kapıldığı içindir, Kalabalık
insanlar içinde böyle bir şey hatıra gelmeyeceği için ikisinin konuşmasında
beis yoktur. Bir kişiyi yalnız bırakıp üç veya daha fazla kişinin gizli
konuşmaları da aynı hükümdedir. Nevevî burada nehyin tahrim için olduğunu
söylüyor ve: "Aralarından birini bırakıp gizlice konuşmak bir cemaate de
haramdır. Meğer ki o bir kişi buna izin vermiş ola. İbn Ömer (r.a.) ile İmam
Malik'in, bizim ulemamızın ve cumhurun mezhebine göre, buradaki nehy, her
zamana hazar ve sefere amm ve şâmildir. Ulemadan bazıları yasak edilen gizli
konuşmanın, sefere mahsus olduğunu söylemişlerdir. Çünkü sefer korku yeridir.
Bazıları da bu hadisin mensuh olduğunu söylemişlerdir. Bu hüküm, Lslamın ilk
zamanlarında vardı. İslamiyet yayılıp insanlar emniyete kavuşunca nehy sakit
olmuştur. Bunu ilk zamanlarda mü'niirrieri mahzun etmek için onların karşısında
münafıklar yaparlardı. Bir yerde dört kişi bulunup da ikisi gizli konuşursa bil
ittifak beis yoktur" diyor.[286]
4852...
Süheyl İbn Ebi Salih şöyle demiştir:
(Birgün) babamın
yanında oturuyordum. Yanında bir de çocuk vardı. (Bir ara)çocuk (yerinden)
kalktı (gitti de biraz) sonra geri döndü. Bunun üzerine babam, Ebu Hüreyre'den
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Bir adam
yerinden kalkıp da sonra (tekrar) oraya dönecek olursa oraya (oturmaya) en müstehak
(olan) o adam olur."[287]
Nevevî'ııin beyanına
göre, bir kimse mescidde namaz veya başka bir ibâdet için bir yere oturur da sonra
abdest almak veya ufak bir iş görmek maksadiyle oradan kalkar ve tekrar dönmeye
niyet ederse o yerdeki hakkı batıl olmaz. Oraya başkası oturmuş olsa bile
kaldırmaya hakkı vardır. Oturan kimsenin de kalkması icab eder. Delili bu hadistir.
Ulemâdan bazıları,
yerine oturan kimsenin kalkması vacib değil, müstehabtır, demişlerdir ki, İmam
Malik'in mezhebi budur.[288]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre bir mecliste kalktığı yere tekrar dönen kimsenin,
oraya oturmaya herkesten daha müstehak olması o yerin âmmaye ait bir yer
olması halindedir. Orasının âmmeye ait bir yer olmayıp da bir şahsın Özel
mülkiyeti olması halinde ise oraya oturmaya.en müstehak olan o yerin sahibidir.[289]
4853... Ebu'd
Derdâ (r.a.) dedi ki:
Rasûlullah (s.a.), (bir
yerde) oturduğunda biz de etrafında oturduk muydu (Peygamber yerinden) kalkar
da (biraz sonra) yerine tekrar dönmek ister de ayakkabılarını ya da üzerinde
bulunan birşeyi çıkarır (kalktığı yere bırakır)sa (Hz. Peygamberin) sahabileri
(onun bu hareketinden) geriye döneceğini anlarlar ve yerlerinden ayrılmazlardı.[290]
Bu hadis-i şerif,
biraz sonra dönmek üzere oturduğu yerden kalkarken oraya bir eşyasını koyan kimsenin
o yere oturmaya herkesten daha çok müstehak olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu
hadisin senedinde "Temmam İbn Necih" .vardır. Münzirî'nin
açıklamasına göre bu zatın Dımaşklı olduğunu söyleyenler olduğu gibi,
Malatya'da dünyaya gelip Haleb'e yerleştiğini söyleyenler de vardır.
Her ne kadar Yahya İbn
Maîn bu zatın güvenilir bir zat olduğunu söy-Iemişse de İbn Adiyy güvenilmez
bir kimse olduğunu, bu zatın hadis aldığı kimselerden, hiçbir güvenilir
râvinin hadis almadığım söylemiştir.
Ebu Hatem er-Razi'ye
göre ise bu zatın rivayetleri genellikle sağlam ravilerin rivayetlerine
aykırıdır. İbn Hıbbân da bu görüştedir. Hatta İbn Hıbben; bu zat güvenilir
kimselerin ağzından birçok hadis uydurmuştur ve mevzumuzu teşkil eden hadis de
bunlardan biridir, demiştir.[291]
4854... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a,), şöyle buyurmuştur:
"Allah'ı
zikretmeden bir meclisten kalkan topluluk, eşek leşi gibi (bir pislik)den
kalkmış gibi olurlar ve (bu meclis kıyamet gününde) kendileri için bir üzüntü
(kaynağı) olur."[292]
Dünyada Allah'ın ismi
anılmadan sona eren meclisler kıyamet gününde orada oturanlar için en büyük
üzüntü kaynağı olacaktır. Çünkü genellikle Allah'ın zikredilmesinden mahrum
olan meclisler, gıybet ve dedikodudan uzak kalmaz. Bilindiği gibi müslümanlarm
gıybetini yapmak ölü eti yemek gibidir. Bu bakımdan böylesi meclislerden
kalkanların hâli, etrafına pis kokular neşr eden bir eşek leşinin etrafında
bir süre oturduktan sonra kalkanların haline benzer.
Bu kimseler, kıyamet
gününde zikir meclislerinde bulunan kimselerin eriştiği yüksek makamları
gördükçe, dünyada iken vakitlerini zikirden uzak yerlerde geçirip de cennetin
daha yüksek makamlarına erişemedikleri için üzüntü ve pişmanlık duyacaklar ve
cennette iken bile bu sıkıntı ve pişmanlıkları devam edecektir. Binaenaleyh
cennet halkının yegâne sıkıntısı bu olacaktır.
Allah'ın zikri bulunan
meclislerde ise küçük günahlar işlenmiş bile olsa bu zikir o günahlara
keffaret olur. Nitekim 4857 nolu hadisin şerhinde gelecektir.
BezlüM Mechud
yazarının açıklamasına göre; bu hadis-i şerifte açıklanmak istenen leş yeme
hükmünde olan gıybetin yapıldığı yerlerde bulunmanın çirkinliğidir. Çünkü
gıybeti dinleyenler de gıybeti yapan kimsenin günahına ortak olur.[293]
4855... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, bir
mecliste oturur da orada Allah'ı zikretmezse, onun hakkında Allah'ın bir
intikamı olur. Kim de bir yerde yatar da orada Allah'ı zikretmezse (bu
halinden dolayı) o adam hakkında Allah'ın bir intikamı olur."[294]
İbn Esir, en-Nihâye
isimli eserinde "tire" kelimesini noksanlık diye tercüme etmişse de
Kamus yazarı bu kelimeyi "öc ve intikam" diye tercüme etmiştir.[295] Biz
de bu manayı tercih ettik.
Binaenaleyh, insanın
Allah'ın bunca nimetlerine bigane kalarak saatlerini Allah'ı ve emirlerini
hatırlamadan ve hatırlatmadan gâfîlane geçirmesi büyük bir sorumluluğu
gerektirir.
Hadis-i şerif,
Allah'ın bu gibi kimseleri bu nankörlüklerinden dolayı hesaba çekip öç
alacağına dair tehdidi bulunduğunu ifade etmektedir.
Ancak Hafız Münzirî
senedinde Muhammed İbn Aclan bulunduğu gerekçesiyle bu hadisi tenkid etmiştir.[296]
4856...
Câbir İbn Semûre (r.a.) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.), sabah namazını
kıldıktan sonra yerinde bağdaş kurup otururdu. Güneş doğup yükselinceye kadar
(öylece kalırdı).[297]
Bilindiği gibi, kişinin
sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar yönünü kıbleden çevirmeden
namaz kıldığı yerde kalarak Allah'ı zikretmesinin fazileti çok büyüktür. Bu
hususu ifade eden hadislerden bazılarının meali şöyledir:
Kim sabah namazını
cemaatle kıldıktan sonra oturur da güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikreder,
sonra da kalkar iki rekat namaz kılarsa bir hac ve umre sevabı almış
olur."[298]
"Her kim sabah
namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturup Allah'ı zikr eder,
sonra iki rekat (namaz) kılarsa ona bir hac ve umre sevabı vardır."[299]
"Kim sabah
namazını kılar da, o namaz kıldığı yerde (kuşluk vaktine kadar) oturup sonra
da dört rekat kuşluk namazı kılarsa anasından doğduğu günkü gibi bütün
günahlardan arınmış olur."[300]
"Kim sabah
namazını kıldıktan sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikrederse
kesinlikle cennete girer."[301]
"Kim, sabah
namazını kıldıktan sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikr ederse bu
onunla cehennem arasına bir engel teşkil eder."[302]
4857... Abdullah
İbn Amr İbn Âs dedi ki:
(Bir takım) kelimeler
vardır ki bir kişi meclisinden kalkarken onları okuyacak olursa o kişiden (bu
mecliste sadır olan hatalar) bu kelimeler sebebiyle mutlaka affedilmiş olur.
Bir kimse bu kelimeleri bir hayır ya da zikir meclisinde okursa, bu meclis bu
kelimeler sebebiyle o kimse için hayırla sonuçlanmış olur. Tıpkı sayfa
üzerinde mühür basılır gibi (bu meclisin sonuna da hayır mührü basılmış olur.
Sözü geçen kelimeler şunlardır:) "Sübhanekellâhümme ve bihamdike; lâ ilahe
illâ ente; estağfiruke ve etûbu ileyk: Ey AHahım seni (noksan sıfatlardan)
tenzih ederim. Senden başka (hakiki) bir ilah yoktur, senden af diliyor ve
sana tevbe ediyorum."[303]
4858... (Bir
Önceki hadisin) bir benzerini de Peygamber (s.a.)'den Hz. Ebu Hüreyre (rivayet
etmiştir).[304]
4859... Ebu
Berze el-Eslemî dedi ki:
Rasûlullah (s.a.)
meclisten kalkmak istediği zaman (meclisin sonunda "Sübhanekellâhümme ve
bihamdik, eşhedü enlâ ilahe illâ ente estağfiruke ve etûbe ileyk: Ey Allah'ım
seni (şanına yakışmayan her sıfattan) tenzih ederim. Senden başka (gerçek) bir
ilah olmadığına şahitlik ederim. Senden af dilerim ve sana tevbe
ediyorum."derdi.
(Bir gün Rasûlullah
(s.a.) meclisinden kalkarken bu kelimeleri okuyunca orada bulunan) bir adam:
Ey Allah'ın Rasulü,
sen (bugün) daha Önce söylemediğin bir söz söylüyorsun (bu sözü niçin
söylüyorsun?) dedi de:
(Rasûlullah) (s.a.):
Mecliste (geçen süre
içerisinde orada bulunanlardan sadır) olan hataları örter" (de onun için
bunları söylüyorum)" buyurdu.[305]
Bu babda gelen hadis-i
şeriflerde sözügeçen duaların, bir meclisten kalkarken okunması halinde okuyan
kimsenin o mecliste işlediği küçük günahlara keffaret olacağı, ifade
edilmektedir. Bu mevzuda Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu
mealdedir:
"Her kim
(âhirette) sevabının büyük ölçülerle ölçülebilecek kadar çok ol) masını isterse
meclisin sonunda: "Sübhane rabbike rabbil izzeti amme yesifûn ve selâmün
alel mürselîn ve'l hamdü lillahi rabbil âlemin"[306]
desin.[307]
4860...
Abdullah b. Mesud'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Sahabilerimden birisi bir kimseden bana (beni rahatsız
edebilecek) bir şey iletmesin. Gerçekten ben (evimden) size (uğramak için
çıktığımda sizin hakkınızda her türlü güvensizlikten tamamen) salim olan bir
kalple çıkmayı arzu ediyorum.[308]
Bilindiği gibi,
koğuculuk, insanlar arasında sevgi bağlarını kesen, toplum arasında düşmanlık
duygularının yayılmasına sebep olan ve toplumların zayıflayıp dağılmasını hazırlayan
korkunç bir hastalıktır. Bu sebepledir ki Resul-i zişan efendimiz çeşitli
vesilelerle ümmetini bu mevzuda uyarmıştır. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-İ
şerif de efendimizin bu uyarılarından biridir. Bu mevzuda gelen hadis-i
şeriflerden bazıları da şu mealdedir:
1. Esmâbİnt
Yezid'den (rivayet edilmiştir): Rasûlullah (s.a.). şöyle buyurdu:
"Size en
hayırlınızı haber vereyim mi? Sahabe:
Evet Ya Rasûlullah,
dediler. Buyurdu ki:
Görülünce Allah'ı
hatırlatan kimselerdir" sonra şöyle devam etti: "Sizin şerlinizi
haber vereyim mi? Laf taşıyanlar, dostlar arasını
bozanlar, kusursuz
insanlara zulmedenlerdir."[309]
2. "Cennete
kovuculuk edenler giremez."[310]
3. Rasûlullah
(s.a.) sıcak bir günde Bakî'ul-Garkad kabristanına geli. Yeni defn edilmiş iki
kişinin kabriyle karşılaştı ve durdu:
Bugün buraya kimi defn
ettiniz?
Ey Allah'ın Rasülü,
falan ve falan kişileri defn etmiştik, acaba ne var ki?
"Biri idrardan
temizlenmezdi, biri de koğuculuk yapardı" dedi ve Yaş bir hurma çubuğu
aldı, onu ikiye böldü ve kabirlere dikti.
Ashab:
Niçin böyle yaptın ey
Allah'ın Resulü? dediler. -Azabları hafiflesin diye" buyurdu.[311]
4. "Koğuculuk
ve kin cehennemdendir; müslümamn kalbinde bu ikisi bir arada
bulunamazlar."[312]
4861... (Abdullah
b. Amr İbn el-Feğvâ el Hıızaî'nin) babası şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.)
Fetih'ten sonra (bir gün) beni çağırdı ve Mekke'de Kureyş arasında dağıtması
için Ebu Süfyan'a benimle (bir mikdar) mal göndermek istedi ve: "(Yolculuk
için) kendine bir arkadaş ara" buyurdu. Bunun üzerine Amr b. Umeyye
ed-Damrî yanıma gelip:
Senin (bir yolculuğa)
çıkmak istediğin ve (bu yolculuk için de) bir arkadaş aradığın (haberi) bana
erişti. (Bu haber doğru mudur?) dedi. Ben de:
Evet, dedim.
Öyleyse ben sana
arkadaşım, cevabını verdi. Bunun üzerine (doğru) Rasûlullah (s.a.)'e geldim ve:
(Bu yolculuk için kendime) bir arkadaş buldum, dedim.
Kimdir? diye sordu.
Amr İbn Ümeyye e'd
Damrî'dir, cevabını verdim.
"(Onunla
birlikte): Onun memleketine vardığın zaman O'na karşı ihtiyatlı davran. Nitekim
(vaktiyle) biri büyük biraderine bile güvenme? demiş" buyurdu. Kısa bir
süre sonra (Amr ile birlikte yolculuğa) çıktık ve nihayet Ebvâ denilen yere
varınca (arkadaşım) bana: "Bir ihtiyaçtan dolayı Veddan'da bulunan
kavmime (gitmek) istiyorum, beni (burada) bekle(yebilir) misin," dedi ben
de: "Selametle (git)" dedim. (Arkadaşım kavmine) dönüp gidince,
Peygamber (s.a.)'in sözünü hatırladım ve hemen deveme yükümü yükletip onu
koşturarak oradan ayrıldım.
Nihayet
"Edâfir" denilen yere vardığımda bir de baktım ki (arkadaşım) beş on
kişilik bir kalabalıkla önüme geçmeye çalışıyor. (Bunun üzerine) devemi (iyice)
hızlandırıp onu geride bıraktım. Kendisini geçtiğimi görünce (etrafında bulunan
kalabalık) dönüp gitti ve (Amr tek başına) yanıma geldi ve:
Kavmime ihtiyacım
vardı da... dedi. Ben de:
Evet, cevabını verdim,
(sonra yola) devam ettik.
Nihayet Mekke'ye doğru
geldik de (bana emanet edilen) malı Ebu Süf-yan'a ver(ebil)dim.[313]
Hattâbî (r.a.)'nin
açıklamasına göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis, "insanların şerlerinden
korunmak için onlardan sakınmanın ve onlara karşı tedbirli davranmanın lüzumunu
ve ihtiyatlı davranılması gerektiğini ifade etmektedir ve insanların
şerlerinden emin olabilmek için insanlar hakkında böyle kötü zan besleyerek
tedbir almakta hiçbir vebal yoktur."
Yine İmam Süfyan'ın
açıklamasına göre; "kulu günaha sokan zan, varlığını kabul edip konuştuğu
zandır. Hatırından geçeni söylemezse günaha girmez."[314]
Gerçi "insanlardan
sû-i zann ile korunun"[315]
mealinde bir hadis-i şerif varsa da bu hadis senedinde "tedlisçi"
olduğu bilinen Bekiyy b. el-Velid bulunduğu için zayıftır.[316]
Esasen Zemahşeri (4678-538) Zannı: Vâcib, mendub, haram ve mubah olmak üzere
dört kısma ayırmıştır.
Allah'a sû-i zanda
bulunmak haramdır. Zahiren adil görünen müslümanlara sû-i zanda bulunmak da
haramdır. Zahiren adil görünen müslümanlara hüsn-i zanda bulunmak mendup,
aşikâr masiyet işleyenlere sû-i zanda bulunmak mübahdır.[317]
Hadis-i şerifte,
anlatılmak istenen, insanların şerlerinden emin olmak için ihtiyatlı olmanın
lüzumudur. Bilindiği gibi "ihtiyat gerçekleşmesi beklenilen bir şeye karşı
tedbirli ve hazırlıklı bulunmak" demektir.
Şu halde herkese
güvenmekle görevli değiliz. İlişki kuracağımız ve kendisiyle bir iş yapacağımız
kişi hakkında iyi kişilerden olduğunu duymuş olsak bile "belki
duyduklarım yanlıştır inceleyeyim" demek günah sayılmaz."[318]
4862... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.):
"Akıllı bir
müslüman bir delikten iki defa sokulmaz." buyurmuştur.[319]
Bir kişi tarafından
iki defa aldatılan bir kişiyi aynı delikte bir haşere tarafından iki defa
ışınlan ya da sokulan kişiye benzeten bu hadis-i şerif, şiirleriyle Hz.
Peygamberi kötüleyen şair Ebu Gurre hakkında vârid olmuştur. Şiirlerinde
devamlı Hz. Peygamberi hicveden söz konusu şâir, Bedir savaşında esir
edilmişti. Bir daha Hz. Peygamberi hicvetmemesi şartı ile serbest bırakıldığı
halde kavmine dönünce eskisi gibi hicvine devam etmişti. Sonra Uhud'da tekrar
esir edilen bu dönek insanın Hz. Peygamber'den yine aynı şartlarla serbest
bırakılmasını istemesi üzerine, Efendimiz kendisine bu hadisle karşılık
vermişti.
Hadis-i şerifte geçen
"lâ yuldegu" kelimesindeki gayn harfini meksûr olarak okumak da
caizdir. Bu takdirde mana "akıllı bir müslüman (asla gafil davranıp da)
bir delikten iki defa sokulmamalıdır" şeklinde olur. Ancak bu aldanmayı
sadece dünyevi meselelerle ilgili olarak düşünmemeli hem dünyevî hem de uhrevi
meselelerle ilgili olarak düşünmelidir.[320]
4863... Hz.
Enes dedi ki:
"Peygamber (s.a.)
yürürken sanki (önünde bulunan asasına) dayanı-yormuş gibi (önüne doğru,
eğilerek yürür) idi."[321]
4864... Said
el-Cüreyrî dedi ki: Ebu'tTufeyl:
Ben Rasûlullah
(s.a.)'ı gördüm, dedi. Ben:
Onu nasıl gördün? diye
sordum,
Beyaz tenli, sevimli
idi. Yürürken sanki yokuş aşağı inermiş gibiydi, cevabını verdi.[322]
Fahr-i Kâinat
efendimiz hazretlerinin yolda yürüyüşleri hakkında Hz, Alı (kv.) efendimizin
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber önüne meylederek
yürürdü." Ebu Hüreyre hazretleri de: "Yere ayağını bastığı zaman
ayağının tümü ile basardı." (Yani kibarlık olsun diye ayağının ucuna basmaz,
kibarlık taslamazdi) demiştir.
Bir rivayette de şöyle
buyurulmuştur:
"Rasûlullah
(s.a.) hazretleri yürüdüğü zaman organlarını sıkıca tutardı, hiç
gevşetmezdi." Rivayete göre Veda Haccında yaya yürüyen ashab (r.anhum)
Peygamber efendimize hızlı yürüyüşünü hatırlatarak biraz yavaş yürümesini
istediler de onlara koşarak kendisine yetişmelerini tavsiye etti.[323]
Mübarek yüzlerinin
rengi hakkında ulu sahabelerin hepsi de "Beyaz idi" demişlerdir. Hz.
Ali "Mübarek yüzü beyaz idi ve kırmızılığı da vardı" derken Hz.
Efıes; "Alında katışık bulunduğu, beyaz idi" demiştir.[324]
4865... (Câbir
(r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) kişinin bacak bacak üzerine) koy(arak
uzan) masını yasaklamıştır.
Kuteybe (bu hadisi, Hz.
Peygamber): "Kişinin bacaklarından birini diğerinin üzerine atarak sırt
üstü yatması(nı yasakladı)" şeklinde rivayet etti.[325]
4866... Abbâd
b. Temirh'derî (rivayet edildiğine göre); amcası, Rasûlullah (s.a.)'ı sırtüstü
yatarken görmüştür. Ka'nebi ise bu hadisi) "Mescidde bir bacağını
diğerinin üzerine atmış vaziyette (sırtüstü yatarken görmüştür)" şeklinde
rivayet etti.[326]
4867... Said
b. el Müseyyeb'den (rivayet edildiğine göre); Hz. Ömer b. el-Hattâb ile Osman
b. el Af fan'da böyle yaparlarmış.[327]
Bacak bacak üstüne
atarak oturmayı yasaklayan hadisler
avret mahallinin tamamı yada bir kısmı açılacak
şekilde sırtüstü uzanarak bacak bacak üzerine atmaya hami edilmiştir...
Ulemâ Rasûlullah
(s.a.)'m hiçbir yeri görünmeyecek şekilde her tarafı kapalı iken böyle bacak
bacak üstüne atarak sırt üstü yattığını ve bunda bir sakınca bulunmadığını
söylemişlerdir. Nitekim mevzumuzu teşkil eden (4866-4867) numaralı hadis-i
şerirler de bunu açıkça ifade etmektedir.
Kadı Iyaz, Rasûlullah
(s.a.)'ın bunu zaruret, ihtiyaç, yorgunluk veya istirahat arzusu gibi bir
sebeple yapmış olacağını söylemiş, aksi takdirde Peygamber (s.a.)'in kalabalık
yerlerde oturuşu bunun aksine idi. Bağdaş kurarak oturur, yahut dizlerini
dikerdi, ekseriyetle bu şekilde otururdu..." demiştir.
Nevevî, Rasûlullah
(s.a.)'in bu şekilde uzanıp yatmasının beyan ve talim için olabileceği
ihtimali üzerinde durmuştur. Ona göre bunun manası "sırt üstü uzanmak
isterseniz bu şekilde yatın, benim yasak ettiğim uzanma ise alelıtlak değil
avret mahalli açıldığı veya açılmaya yaklaştığı hale mahsustur" demektir.[328]
4868... Câbir
b. Abdullah (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûllul-lah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir adam bir söz
söyler de sonra (o sözün, orada bulunmayanlar tarafından işitmesini istemezmiş
gibi) sağına soluna bakımrsa; o söz emânettir."[329]
4869... Câbir
b. Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Üç meclisin
dışında her meclis (te konuşulan sözler, birer) emânettir, (ifşa edilemez bu
üç meclis şunlardır);
1.
(Dökülmesi) haram (olan) kanın döküldüğü (meclis),
2. Haram
(olan) bir ırzın çiğnendiği (meclis),
3. Bir malın
haksız olarak ele geçirildiği (meclis.)"[330]
4870... Ebu
Said el Hudrî (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu
"iTmefgününde
Al.ah kaUnda (sorumluluğu) en büyük olan emânet, kişinin basbasa kald.ktan
sonra ifşa ettiğ. kar.smın simdır."[331]
Hadis-i Şerif, kişinin
cinsî münasebet esnasında muttali olduğu kansına ait sırları ifşa etmesinin,
ihanetlerin en büyüğü olduğunu ifade etmektedir. Binaenaleyh kansıyla arasında
geçen bu gibi halleri başkalarına anlatması haramd.Bu haller emanet olarak
kalması gereken sırlardır. Başkalarına anlatılma sı emanete hıyanet etmek
demektir
Gerçek müslüman sır
saklamayı bilir ve birinin kendisine emanet ettiği sırrı ifşa etmez. Sır
saklamak, kişinin mertliğinin, dinî salâbetinin, şah-siyet-İ imaniyye ve
ahlâkiyyesinin bir göstergesidir. Müslümanların seçkin erkek ve kadınlarının
bu dini kaynağından yudumlamış olanlarının ahlâkî yapılarının gereğidir.
Esasen sır saklamak,
selefin sadece erkeklerine mahsus bir meziyet değil, İslam nurunu almış, kalıp
ve kafaları bu nur ile aydınlanmış çocuklar dahi bu güzel ahlâkın gözle görülür
örnekleridir.
Sır ifşa etmek ise,
insanların mübtela olduğu âdetlerin en kötüsüdür. Hayatta bilinen her şey
söylenmez. Bazı şeyler vardır ki mürüvveti zedeler. Şeref ve şana halel
getirir. Bu gibi şeylerin gizli kalması gerekir. Bu sırlar evlilik hayatiyle
ilgiliyse daha da çok önem kazanırlar. Böylesi sırları aklından zoru olan
şahsiyet ve ahlâk düşkünü kimselerden başkası ifşa etmez. Ancak, haksız yere
kan döküldüğünü, ırza, mala ve cana tecavüz edildiğini gören kimselerin bu
gördüklerini saklaması gerekmez. Bilakis ilgili mercilere ulaştırması
üzerlerine düşen bir görev olur. Bu görevi yerine getirmedikçe sorumluluktan
kurtulamaz.[332]
4871...
Hüzeyfe'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Koğucu cennete
gir(e)mez" buyurmuştur.[333]
Kattât: Birinin, bir
kişi hakkında ayıp ve eksiklikleriyle ilgili olarak söylediği sözü
"filanca senin hakkında şöyle dedi" diyerek o kişiye söylemektir.
Binaenaleyh Kattât ile
Nemmâm arasında mana olarak bir fark yoktur. Nitekim, Kamus yazarı da bu
görüştedir.[334] Kadı İyaz'm görüşü de
budur. Kamus yazarına göre insanların konuşmalarını gizlice dinleyen kimseler
de "kattât" denir.
tbn Battal'in
açjklmasma göre bazı ügat âlimleri kattât ile nemmâm arasında fark bulmuşlardır.
Hanefi ulemasından Bedrüddin Aynî'ye göre nemmâm bir toplulukla birlikte iken
onlarla birlikte konuşup sonra bu konuşulanları ilgili kimselere aktarmadır.
Kattât ise bir
topluluğun haberi yok iken onları dinleyip sonra duyduklarını ilgililere ulaştırandır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif koğuculuğun, sahibini cehenneme sürükleyeceğini ve onu
Cennete girmekten mahrum edeceğini haber vermektir. Binaenaleyh bu hadis-i
şerif koğucular için büyük bir teh-did ifade ediyor. Bu tehdide göre Allahu
teâla'nm affı ve lutfu erişmediği takdirde, hiçbir koğucu Cennete
giremeyecektir. Ancak Yüce Allah'ın lütfü ve bağışlaması imdada yetiştiği
takdirde onun büyüklüğü karşısında hiçbir büyük günah kalmaz. Fakat işlenen
günahların Allah'a karşı işlendiği düşünülürse hiçbir günahın da küçüklüğü
kalmaz. Kişi her zaman kime karşı günah işlediğini düşünmeli de günâhları
küçük görmekten kaçınmalıdır.
Hattabî'nİH dediği
gibi işittiği sözleri ilgililere olduğu gibi aktaran kimsenin durumu böyle
olunca işittiklerine birşeyler ilave ederek aktaran kişi aynı zamanda
yalancılık da yapmış olacağından onun günahı ve sorumluluğu daha ağır. akıbeti
daha vahimdir.
Ulemâ gıybet ile
koğuculuk arasında bir fark olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Gerçek olan şudur ki gıybetin gıybet sayılabilmesi için mutlaka kişinin
arkasından yapılması gerekirken, koğuculukta böyle bir şart söz konusu
değildir.
İkinci bir husus da
şudur ki; gıybette iki kişinin arasını açmak gayesi olmayabildiği halde
koğııculukda vardır. Bu bakımdan gıybetle nemime arasında Umum-Husus yönünden
farkı vardır.
Bir müslümana yakışan
şey, böyle bir ayıp veya hata görüp işittiği zaman kimseye yaymayıp adeta
unutmasıdır.
Kendisine bir başka
kişiden söz getirilen kimseye yakışan da işittiği her sözü doğrulamamaktır.
Koğuculuk, büyük
günahlardandır. Kur'an-ı kerim'de "ötekini berikini daima ayıplayan, laf
getirip, götürmeye koşan... her kişiye itaat etme!"[335]
Duyurulmuştur.
Hadis-i şerifte de
şöyle Duyurulmuştur: "Koğucu (kişi) cennete giremez." Ka'b rivayet
eder ki: İsrailoğullarına kıtlık gelmişti. Hazret-i Musa (a.s.) kaç kere
yağmur duasına çıkıp duaları kabul olmayınca, Cenab-ı Hak'tan: "İçinizde
koğucu vardır." Musa (a.s.) "Ya Rab! O kimdir?" diye müracaatta
bulununca "Ben kullanma koğuculuk yapmayı yasak korken, kendim mi
koğuculuk yapayım" diye vahy geldi. Bunun üzerine hepsi tevbe ettiler.
İstiğfardan sonra duaları kabul olundu.
Uyarma: Koğuculuk,
sadece lisana has değildir. Her birşey ki müslüman onun açıklanmasından üzülür.
İşte bunu söz, yazı veya sembol ve işaretle ya da bunların dışında akla
gelebilen herhangi bir yol ile başkasına bildiren, ulaştıran, böylece o
müslümana zarar veren ve üzüntüye sürükleyen kişi kovucudur.
Kovuculuğun sebebi ya
kovuculuğunu ettiği kişiye buğz ve düşmanlık, kovuculuğu götürdüğü kişiye sevgi
ve sadakat izhar etmektir. Yahut da bunu yapan kişinin tabiatında yaptığı
kovuculuktan dolayı duyduğu ha-bisâne bir lezzet vardır. Bu kişiler ettikleri
kovuculuktan kendilerinin zarar görmesi kesin iken, yine sabredemeyip, pislik
duygularım dile getirirler ve nicelerinin halını ifşa ederler.
İmanı Gazali, şöyle
der: "Kovucu sana bir kimseden kovu getirip, meselâ, filan kişi seni
sevmez, Senin hakkında şöyle dedi, böyle dedi, senin işini bozmak veya
düşmanınla işbirliği yapmak ister" derse şu altı şeye dikkat etmek
lazımdır:
1. Onu
tasdik etmemek, zira o kişi kovuculuk etmekle fışkı kesinleşmiş, fasık
olmuştur. Fasıkm sözü reddolonur, kendisi kovulur. "Ey iman edenler, eğer
bîr fâsik size bir haber getirirse onu tahkik edin."[336]
2. Ona
nasihat etmek ve kovuculuktan men'etmek, sakındırmak tır. Zira Hak Teaiâ:
"İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış[337]"
buyurur. Zira kovuculuk kötülüktür.
3. Ona
buğzetmektir. Zira kovucu kişi Cenab-ı Hakk'ın buğzettiği kişilerdendir.
4. Onun
kovuculuğu ile o müslümana su-i zan etmemek gerek. Zira-Hak teâlâ şöyle
buyurur: "Zannin bir çoğundan kaçının."[338]
5. Onun sözü
hak mıdır, değil midir? araştırmak gerek. Zira bu tecessüstür. Hak Teala
tecessüsten nehyedip: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın"[339]
buyurmuştur.
6. Önün
kovuşunu hiç kimseye anlatmamak gerek. Eğer böyle yaparsa kendisi de kovuculuk
etmiş olur ve kendi nehyettiğini işlemek ardır. Ni-ketim şâir demiştir ki "Benzerini yapageldiğin
huylardan başkasını men'etme!
Zira kendin yaptığın halde bunu başkasına yasaklaman sana büyük ardır."
Filozoflardan birisine
bir dostu gelip "filan kimse sana şöyle dedi" deyince cevap verir:
Ey birader beni
çoktandır ziyarete gelmedin, şimdi geldin, ama üç türlü hıyanetle geldin, ilk
önce benim dostumu bana buğzedilecek bir hal-de gösterdin. Kalbim hür ve
dinlenik iken kederle, düşünce ile işgal ettin. Üçüncüsü de benim yanımda emin
bir kişi iken kendini lekeleyip güvensiz bir hale getirdin.
Bilginlerden birisini
bir Padişaha kovladılar. Padişah bilgini azarlayınca bilgin inkar etti.
Padişah: "Bana bunu itimad edilen bir kimse nakletti" deyince
bilgin;
Ey Emir, kovcu itimada
layık olamaz, diye cevap verdi. O zaman Padişah:
Doğru söylersin,
diyerek ondan razı oldu. Kovcuyu da azarladı. Ömer b. Abdülaziz'e biri gelip
bir başkasını kovulayınca, Ömer b. Abdulaziz:
İstersen bu hususu
inceleyelim, yalancı çıkarsın. "Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir
haber getirirse onu tahkik edin"[340]
âyetinin işaretine giresin; "Ötekini berikini daima ayıplayan, gammazlıkla
laf getirip götürmeye koşan..."[341]
sözüne dahil olursun. İstersen seni affederim. Bunun üzerine adam:
Ey müzminlerin emiri,
affeyle, bundan sonra benden kovuculuk sadır olmasın, dedi.
Arabın beliğlerinden
Ziyad, A'semi'yi bir kimse Süleyman b. Abdülmelik'e kovular. Süleyman emredip
ikisini bir araya getirince, Ziyad kovucunun yüzüne bakıp der:
Sen öyle bir adamsın
ki gizli olarak sana itimat ettim. Sense bu itimadımı altüst edercesine açıkça
ihanet ettin ve bu halinle hıyaneti ve günahı açık olan kişilerin konumuna
düştün."
Bazı filozoflar
demişler ki "Kovuculuk üç çirkin huy üzerine kurulur. Bunlar: Yalan, haset
ve nifaktır."
Hikâye ederler ki; bir
kimse bir köle satar, yalnız satarken de kusurunun kovuculuk olduğunu söyler.
Buna rağmen biri seçer, alır. Köle bir kaç gün sonra beyinin hanımına varır:
Efendim seni sevmiyor,
bundan dolayı bir cariye almak istiyor. Ama ben bundan kurtulma yolunu
biliyorum, gece yatarken boğazının altından ustura ile bir kaç kıl kes getir.
Ben ona efsun yaparım. O zaman sana itaatkâr bir köle gibi olur, der. Hanım
kölenin sözlerine kanar ve onun dediğini yapmaya karar verir. Köle, hanımı bu
sözle kandırdıktan sonra efendisine gider ve şöyle der:
Ben hanımının
başkasına meylettiğini anlamış bulunuyorum. Seni öldürmeyi düşünüyor. Gece
uyur gibi ol ki hakikati anlayasın. Efendi de böyle yapar. Gece uyur gibi olur,
fakat uyumaz. Hanımın elinde usturayı boğazına dayadığını gören adam derhal
sıçrayıp kalkar ve tereddüt etme-den hanımını öldürür. Ertesi gün, buna
tahammül edemeyen akrabaları, adamı öldürürler. Hiç yoktan iki kabile birbirine
savaş açar ve nice kimseler ölür.
Kovucunun bir sonu da
şudur ki; çoğunlukla o kimseler gerçeği anlayınca kovuculuk edenle aralarında
düşmanlık artar ve kovucu kişi hor ve hakir düşer.
Bilhassa devlet
erkânının mevki ve makam sahiplerinin kovucu kişiJe-re kulak asmamaları çok
önemli bir husustur. Zira bu kapıyı kapamaz ve münafıkların sözünü reddetmezse
kovucıılar güç kazanır, çoğalır, nifakçıların kuvvet bulması sonunda dost ve
ahbab arasına ayrılık doğar, saadet eşiğine düzensizlik girer, sonra da devlet
sarayı ile ikbal şerbeti yok olur gider.[342]
4872... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların en
şerlisi bazılarına bir yüzle bazılarına da diğer bir yüzle varan iki yüzlü
kimse(ier) dir."[343]
Hadis-i şerifte geçen
"iki yüzHT'den maksat, araîan açık olan iki toplumdan ya da iki kişiden
birine varıp uım düşmanları hakkındaki kin ve düşmanlık duygularım okşayıcı ve
kabartıcı sözler söyledikten sonra, diğer topluma gidip onları da bu şekilde
kışkırtan, yahutta bir kimseyi yüzüne karşı medh-u sena ettikten sonra
arkasından aleyhine söylemediğini bıramayan, münafık kimsedir.
İmam Nevevî bu konuda
şöyle diyor: "Bu hadiste söz konusu edilen iki yüzlüden maksat, her
topluluğa varıp onların düşmanları hakkındaki düşüncelerini ve sırlarını
öğrenmek ve aralarındaki düşmanlıkları arttırmak gayesiyle onları övücü
düşmanlarını da yerici konuşmalar yapan kimsedir. Bu kimselerin yaptığı bu iş;
münafıklıktan, yalancılıktan hilekârlıktan ve yağcılıktan başka bir şey
değildir.
Fakat bir kimsenin iki
kişinin ya da topluluğun yanma varıp onların aralarını bulmak maksadıyla
onların düşmanlıklarını giderici ve onları birbirine ısındırıcı konuşmalar
yapmasında ise; bu konuşmalar yalan bile olsa hiçbir sakınca yoktur. Aksine bu
yaptığı iyi bir harekettir.[344]
4873... Hz.
Ammâr (b. Yasir)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Dünyada iki
yüzlü olan kimsenin âhirette (cehennemdeki) ateşten iki dili olacaktır."[345]
İki yüzlülük hastalığına
yakalanan kimselere "münaf! denn Ancak bu münafıklık inançta değil de,
sadece söz ye davranışlarda kalırsa buna "amelî münafıklık” denir ki,
imanda kendini gösteren ve kâfirlikten daha aşağı olan inanç münafıklığından
ayrılır. Amel münafığının iki yüzlülüğünün bir cezası olmak üzere âhirette
cehennem ateşinden iki dili olacaktır. Çünkü o dünyada insanlar arasında, iki
ayrı dil kullanmıştır. Cezalar, ameller cinsinden olduğu için kendisi bu
şekilde cezalandırılmayı haketmiştir. Allah'ın affı yetişmediği takdirde bu
cezayı çekecektir.
Bilindiği gibi
münafıklığın en korkuncu inançta kendini gösteren itikadı münafıklıktır.
Çünkü böyleleri
müslüman olmadıkları halde, kendilerini halka müslüman olarak gösterirler.
Bunlar, insanları kandırsalar bile şüphesiz Cenab-ı Hakk'ı kandıramazlar.
Onların kalbinde sakladıklarını Allah bilir, Kur'an-i Kerim de münafıkların
kâfirlerle beraber cezalandırılacakları, haber verilmiştir. Peygamber Efendimiz
de yalan söyleyen, sözünde durmayan ve kendisine birşey emanet edildiği zaman,
hıyanet eden kimselerin münafıklık belirtileri taşımış olacaklarını
söylemiştir.
Cenab-ı Hakk, şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak ki münafıklar, Cehennemin en aşağı
tabakasmdaiıdırlar. Asfa onların azabını kaldırıcı bir yardımcı bulamaz."[346]
"Şüphe yok ki
Allah münafıklarla kafirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır."[347]
"Münafık
erkeklerle münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emreder,
iyilikten alıkoymaya çalışırlar. Ellerini sıkı tutarlar. (hayır yapmazlar),
Allah'ı (ona itaati) unuturlar. Allah da onları unuttu (hidayetinde mahrum
etti). Doğrusu münafıklar hep fasıklardır."[348]
“Kafirlere ve
münafıklara boyun eğme..."(Ahzâb (33), 48) Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur:
"Münafığın
alâmeti üçtür: Söz söylediği zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde
durmaz, kendisine birşey emanet edildiğinde hıyanet eder."[349]
"Sizler, bunlara
bir yüzle, şunlara da başka bir yüzle gelen iki yüzlü (münafık) kişileri,
insanların en şerlilerinden bulursunuz."[350]
4874... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e:
Ey Allah'ın Rasulü
gıybet nedir? diye sorulmuş da, (Müslüman) kardeşini (gıyabında)
hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır." buyurmuş, (sonra) "Eğer benim
söylediğim (şeyler o) kardeşimde varsa ne buyurursun?" denmiş.
Eğer söylediğin
(şeyler) onda (gerçekten) varsa gıybet etmiş olursun. Eğer söylediğin (şeyler)
onda yoksa iftira etmiş olursun." cevabını vermiştir.[351]
Gıybet, bir müslümam,
gıyabında işittiği takdirde incinebileceği şeylerle anmaktır. Bu şeyler ister o
müslümanın bedenine, nesebine, yaradılışına dair olsun, ister dinine, elbisesine,
eşya ve yiyip içeceklerine dair olsun. Söylenen şeyler o kimsede varsa gıybet
olur, yoksa iftira olur. Mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifte ifade edilmek
istenen budur.
Gıybetin haram
olduğuna dair nass çoktur. Kur'an-ı Kerimde şu âyet-i kerimede:
"Müslümanın gıybetini yapmak onun ölü iken etini yemeye benzetilmiştir.
"Kiminiz de kiminin arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü
kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz...."[352]
Lisan ile gıybet haram
old.uğu gibi, kalp ile de haramdır. Yani zanna dayanarak bir müslümanın bir
takım kabahatlerle muttasıf olduğunu kalpten geçirmek ve onu bu şekilde
ayıplamak da gıybettir. Fakat, bu kabahatlerle gerçekten muttasıf olduğu
bilindiği halde bu kusurların sadece kalpten geçirilmesi, dille.ifade
edilmedikçe gıybet sayılmaz ve kalbinden ge-Çiren kimseyi vebal altına sokmaz.
Bazı mazeretler
sebebiyle gıybet etmek caiz olur. Bu özürler İmam Gazzali hazretlerinin
zikrettiği üzere altı tanedir:
1. Zulme
uğramış bir kişinin zalimi hâkime şikayet ederken, onun kötülüklerini hâkime
anlatması,
2. Aklen ve
şer'an çirkin olan bir şeyi değiştirip fesadı gidermekte yardımcı olmak.
Mesela, "falan şöyle bir fesat çıkarmak üzeredir, gelin bunu
önleyelim..." demek gibi.
3. Fetva istemek, çözüm aramak: "Falan bana
şöyle yaptı, buna karşı ne yapayım? diye fetva istemek.
4. Müslümanları,
bir zalimin veya fesatçının şerrinden sakındırmak: "Falan kimse,
bid'atçidir, onun bid'atlerinden sakınınız..." demek gibi.
5. Ayıplamak
gayesi taşımaksızın ve başka bir yolla tarif etmek de mümkün olmadığı için bir
kimseyi meşhur olan kötü lakabıyla anmak gibi.
6. Fışkını
ve zulmünü açıktan işlemekten çekinmeyen kimselerin herkesçe de malum olan
fısk ve zulmünü dile getirmek.
Gıybetin ilacı,
"Gıybetten sakınınız. Muhakkak ki gıybet zinadan daha şiddetlidir."[353]
gibi gıybet hakkında gelen tehdidleri ve gıybetin dünyevi uhrevî zararlarını
düşünmektir. Gerçekten gıybet zinadan daha şiddetlidir. Çünkü zinanın tevbe
neticesinde affa uğraması mümkündür, fakat gıybet "kul hakkı"
olduğundan bunu işleyen tövbe etse de gıybet edilen kişi hakkını helal etmedikçe
cenab-i hak affetmez.[354]
Gıybetin keffareti,
"Gıybetin keffâreti tevbe ve pişmanlıktır ve bir daha gıybet etmemeye
kesin karar vermektir. Gıybet ettiği kimseden helallik istemek, Hasan Basri'ye
göre gerekli değil, istiğfar kâfidir. Amma "Ata'ya göre "Sana
zulmettim, gıybet ettim, dilersen affeyle, dilersen hakkını al" demek
lâzımdır. İmam Gazzali -"bu görüş esahtır" der. Fakir derim ki:
Hellallık dilediği zaman daha çok incinme ihtimali varsa genel olarak
(istiğfar) ile helallik dilemek gerek."[355]
4875... Hz.
Aişe'den demiştir ki:
Peygamber (s.a.)'e;
Safiyye'nin şöyle şöyle (kusurlarının) olması (onun) sana (layık olmadığını
itiraf etmen için) yeter; dedim.
Müsedded'in dışındaki
raviler (bu cümleyi şu kelimeleri de ekleyerek) rivayet ettiler: (Hz. Aişe bu
sözüyle Hz. Safiyye'nin) kısa boylu olduğunu söylemek istiyordu.
Bunun üzerine (Hz.
Peygamber bana):
"Muhakkak ki sen
öyle bir söz söyledin ki eğer (o söz) deniz suyuyla karıştırılmış olsaydı
kesinlikle denizin suyuna galip gelir (onu ifsad eder) di." buyurdu.
(Rivayete göre yine,
Hz. Aişe) şöyle demiştir:
" Ben (yine bir
gün) Hz. Peygamber'e bir adamın taklidini yaptım da (Hz. Peygamber):
"Benim için şu
kadar (dünya malı verilmiş) olsa da ben bir insanın taklidini yapmayı
sevmem" buyurdu.[356]
Bu hadis-i şerif,
kinaye yoluyla da olsa bir kimsenin
varatıişinda, boyunda, poşunda bulunan bir kusuru işaret etmenin gıybet
sayıldığı gibi, bir kimsenin herhangi bir hareketini taklit etmenin de gıybet
sayılacağına delâlet etmektedir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre metinde geçen "keza" kelimesi, ayıplanmanın üstüste
iki defa tekrarlandığına delalet ettiğinden, Hz. Aişe'nin Hz. Hafsa'mn iki
kusurunu birden anlatmak istediği, ancak bunlardan birini diliyle söylediği,
diğerine de "işte şu kadar" demek suretiyle eliyle işaret ederken de
onun boyunun çok kısa olduğunu söylemek istediği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygambere, bir
cümleden oluşan bu sözün, aslında cinsleri ve türleriyle birçok yaratıkları
içinde bulunduran uçsuz bucaksız denizi bile bulandırabilecek ve onun suyunun
karakterini bile bozabilecek kadar manevi bir pisliğe ve acılığa sahip
olduğunu söyleyerek, bu sözün kötülüğünü en veciz bir şekilde dile getirmiştir.[357]
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre yapılması haram olan taklid, hakaret kasdiyle yapılan
takliddir. Çünkü böylesi taklidlerle taklid edenin kendini beğenmesi, taklit
ettiği kişinin yaratılışını hakir görmesi ve ona eziyyet vardır. Bu ifadeden de
anlaşıldığı üzere bu taklit, kişinin boyu poşu gibi yaratılışıyla ilgili
takliddir.
Kişinin, kendi iradesi
dahilinde olan fiilleri ile ilgili taklidlere gelince; eğer bu taklidler, onun
işlemiş olduğu bir takım masiyetlerle ilgili olur ve onu bu kötü işlerinden
vazgeçirmek kasdiyle yapılırsa, yapanın heybet ve vakararma helal getirmeyecek
şekilde olması kayıt ve şartıyla caizdir. Aksi takdirde caiz değildir. Tevbe
eden bir kişinin yaptığı günahlarla ilgili hareket ve davranışlarını taklit
etmek de asla caiz değildir. Kişinin taatleri ve diğer güzel halleri ile ilgili
hareket ve davranışlarını taklit etmekte ise de bir sakınca yoktur.[358]
4876... Said
b. Zeyd'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki
Ribanın en şiddetlisi haksız yere bir müslümamn şerefine (dil)
uzatmaktır."[359]
Bu hadis-i şerifte
grybetin haramlık bakımından ribadan daha şiddetli olduğu ifade edilmektedir.
Çünkü ribada kişinin
haksız yere malına tecavüz vardır. Gıybette ise kişinin şeref ve haysiyetine
tecavüz vardır. Şeref ve haysiyyetin ise maldan üstünlüğü aşikardır.
Metinde geçen
"Haksız yere" kaydı, bazı hallerde bazı kimseler hakkında gıybet
etmek hakkının doğduğuna ve bu durumda gıybet etmenin caiz olduğuna delalet
etmektedir. Biz hangi hallerde gıybet etme hakkının doğduğunu (4874) numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Ancak bazı hallerde
dinler hakkında gıybet etme hakkı doğarsa da, ölüler hakkında gıybet etme hakkı
hiçbir zaman doğmayacağı için onlar
hakkında gıybet etmek
hiçbir zaman caiz olmaz.
Tîbî'nin de ifâde
ettiği gibi bu hadis-i şerifte gıybet etme ribanın çeşitleri arasına sokulmuş
ve ribanın en şiddetlisi olarak gösterilmiştir. Bu durum mal değişiminden
doğan meşhur ribâ çeşitlerine halk arasında maruf olmayan bir ribâ çeşidi daha
ilave etmektedir.[360]
4877... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Büyük günahların
en büyüğü kişinin haksız yere bir müslümamn şerefine dil uzatmasıdır. Bir
sövmeye karşılık iki defa sövmek de büyük günahlardandır."[361]
Hadis-i şerif, bir müslümamn
gıybetini yapmanm en büyük günahlardan olduğunu ifade ettiği gibi kötü bir söz
söyleyen kişiye aynı şekilde iki kötü sözle karşılık vermenin de büyük
günahlardan olduğunu ifade etmektedir.[362]
4878... Hz.
Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Miraca
çıkarıldığım zaman bakırdan tırnaklan olan bir topluluğa uğradım. (Bu
tırnaklarıyla) yüzlerini ve bağırlarını tırmalıyorlardı. (Cebrail'e:)
Bunlar da kimlerdir?
dedim.
"(Gıybet etmek
suretiyle) halkın etlerini yiyenler ve şereflerine saldıranlardır, cevabını
verdi."
Ebu Dâvud der ki: Bu
hadisi bize Bakıyye'den (mürsel olarak bir de) Yahya b. Osman rivayet etti.
Yahya'nın bi rivayetinde (senedde) Enes yoktur.[363]
4879... (Bir
Önceki hadis) İbnu'l-Musaffâ'nin (bize) dediği gibi, İsa b. Ebî ise es-Selihr
tarafından Ebû'l-Muğire yoluyla da rivayet edilmiştir.[364]
Tibî'nin açıklamasına
göre tırnaklara yüzü ve bağın tırnaklamak bir ölünün arkasından ağlayıp feryat
etmekte olan kadınlara mahsus bir sıfat olduğundan halkın yüzüne karşı
konuşmadığı için kadınlar gibi arkalarından konuşan kimselere kıyamet gününde
bu sıfat ceza olarak verilecektir. Bu kimselere ceza olarak verilmesi, dünyada
yaptıkları işin müslümanlığa yakışmadığı gibi mertliğe de yakışmadığını bildirmek
içindir.
Seyyid Süleyman
Nedvî'nin açıklamasına göre "Berzah âleminde insanın durumu dünyadaki
durumu ile uygunluk arz eder. Dünya amelleri onun göreceği ceza ve mükafata
uygun olarak onun gözünde değişik şekillere bürünürler. Hz. Peygamber'in bir rü'yasında
gördüğü gibi insanlar amellerinin cinslerine göre ceza görmektedirler."[365]
4880... Ebu
Berze el-Eslemî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Ey diliyle iman
edip, kalbine iman girmeyen kimseler topluluğu!
Müslümanların
gıybetini yapmayınız ve onların ayıplarını araştırıp durmayınız. Çünkü her kim
onların ayıplarını araştırırsa Allah da onun ayıplarını araştırır. O (şunu iyi
bilsin); Allah kimin ayıbını araştırırsa (o ayıbı) evinde (en gizli bir köşede
işlemiş olsa dahi meydana çıkarmak suretiyle) o kimseyi (alemin gözleri
önünde) kepaze eder."[366]
Bu hadis-i şerifte
gıybet edenlere: "Ey dili ile iman edenler" sözüyle hitap edilmekle,
gıybet etmenin hakiki müminlerin alâmeti olmayıp münafıkların alâmeti olduğuna
işaret edilmek istenmiştir.
Binaenaleyh bu hadiste
aklı başında kimseler için büyük bir tehdit ve şiddetli bir ikaz vardır.
Bu itibarla, biz
rnüslümanların bu ikazlardan en iyi yekilde payımızı alıp; tezelden asrımız
müslümanları arasında yaygın olan, bu gıybet illetinden kendimizi kurtarmamız
gerekir. Cenab-ı Hak'tan müslümanlara bu hususta şuur ve basiret ihsan etmesini
ve en kısa zamanda bu illetten kurtulmaları için tevfik ve inayetini
esirgemesini niyaz ederiz.
Hadisin senedinde Ebu
Berze'nin azalth kölesi Said b. Abdullah b Cüreyc vardır. Ebu Hatemi'r-Razî bu
kimsenin kimliğinin meçhul olduğunu yani güvenilir bir ravi omadığıriı
söylerken İbn Maîn de ondan A'meş'den başka hadis nakleden bir kimseyi
işitmediğini söylemiştir.[367]
4881...
Müstevrid'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim
(dünyada) müslüman bir adam (in gıybetini etmesi) sebebiyle (onun ölü etinden)
bir lokma yiyecek olursa, Allah (kıyamet gününde) ona o yediği et kadar bir
yiyeceği cehennem (ateşin)den yedirecektir.
Kim (dünyada düşmanı
yanında gıybetini yaptığı) bir müslüman sebebiyle (o düşman tarafından)
kendisine bir elbise giydirilirse (bu ihanet elbisesinin) bir misli de
kendisine cehennem ateşinden giydirilecektir.
Kim de (dünyada) bir
adamı süm'a ve riya makamına oturtursa Allah da onu kıyamet gününde riya ve
süm'a makamına oturtur."[368]
Bilindiği gibi
Kur'an-ı Kerim'de bir mü'minin arkadan çekiştirilmesi onun ölüsünü çiğneyip
yemeye benzetilmiştir.[369]
Metinde geçen:
"Her kim bir müslüman sebebiyle bir lokma (et) yiyecek olursa"
sözüyle kasd edilen de budur. Yani "Her kim bir müslümanın gıybetini
yapmak suretiyle onun ölü etini çiğneyip yemek günahını irtikab ederse"
demektir. Hadis-i şerifin devamından da anlaşılıyor ki, bu günah işleyen
kimseler Cehennem ateşine girmeyi gerektiren büyük bir günahı işlemiş olurlar.
"El-cezaü min
cinsi'I-amel" kaidesince dünyada böyle gıybet etmek suretiyle müslümanlann
ölmüş etlerini yiyen kimselere, bu amellerinin cezası olarak ahiret gününde ettikleri
gıybet nisbetinde Cehennem ateşi yedirilecektir.
Hadis-i şerifte söz
konusu edilen ikinci mesele dünyada gıybetleri karşılığında mükâfat olarak
kendilerine menfaat verilen kimselere ahirette ceza olarak cehennem ateşinden
elbiseler giydirileceği meselesidir.
Hadis-i şerifte üçüncü
mesele olarak da riya (gösteriş) ve sum'a (işittirme) meselesi ele alınıyor. Bu
meseleyle ilgili cümlede geçen "küsiye" kelimesinin mefûlü
durumundaki "racülin" kelimesinin başında bulunan "bi"
harf-i cerri burada iki ayn manaya gelebilir:
1. "Ta'diye"
için olabilir. Bu ihtimale göre cümlenin manası şöyledir: "Her kim dünyevi
emellerine erişebilmek için bir adamı övmek, onu güzel vasıflarla
nitelendirmek" suretiyle o adamı meşhur eder, bu suretle onu mürailiğe ve
gösterişe sürüklerse, yani onu zorla riya ve suma makamına oturtursa Allah da
onu ahirette yalancılığını teşhir etmek suretiyle riyacı ve sümacı kişilere
mahsus azabiyle cehennemde cezalandırır.
2. "Sebebiyye"
olabilir. Bu ihtimale göre cümlenin manası şöyledir: Her kim mal ve makam
sahibi kimseler vasıtasıyle yüksek makamlara gelir de o makamda müttekilik ve
salihlik taslayarak halkın elindekileri cebine aktarma çabasına düşerse, yüce
Allah onu ahirette müraîler ve sumacılar makamına oturarak müraî ve sümacılara
mahsus olan azablara çarptırılacaktır.
Bu ikinci ihtimal daha
kuvvetli ve uygun görülmektedir. Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre, bu
hadisin senedinde bulunan, Bakiyye b. Velid ile Abdurrahman b. Sabit b.
Sevban'ın ikisi de zayıftır.[370]
4882... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanın
müslümana malı, ırzı ve kanı haramdır. Kişiye şer olarak müslüman kardeşini
küçük görmesi yeter."[371]
Bir müslümanın din
kardeşini, tahkir, rezil rÜsvay etmesinin ve müslümanın müslümana canının, malının
haram olduğunu ifade eden bu hadis-i şerif, gıybetin büyük günahlardan
olduğunu söyleyenlerin delilidir.
Bilindiği gibi
gıybetin dinen haram olduğunda ittifak varsa da büyük günahlardan mı, yoksa küçük
günahlardan mı olduğunda ihtilâf vardır.
Her ne kadar İmam
Kurtubî gıybetin büyük günahlardan olduğund ittifak olduğunu söylemişse de İmam
Gazali ile Şafiî'lerden "eI-Umde: adlı eserin sahibi gıybetin küçük
günahlardan olduğuna kaildirler.
İmam Evzaî "Bu
iki zattan başka gıybetin küçük günah olduğunu söy leyen görmedim" diyor.
Zerkeşi de şöyle demektedir: "Allah gıybete öli insan eti yemenin hükmünü
vermişken; ölü yemeyi büyük günah sayıp d; gıybeti öyle saymayanlara
şaşarım."[372]
4883... (Seni
İbn Muaz İbn Enes el-Cühenî'nin) babasından (rivayet ettiğine göre) Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir
müslümanı bir münafığa karşı savunursa" (ravi rivayetine şöyle devam
etti:) Öyle zannediyorum.ki Peygamber (s.a.) (hadisin bundan sonraki kısmında)
şöyle buyurdu: "Allah (onun için) bir melek yaratır da (o melek) kıyamet
gününde o kimsenin vücudunu cehennem ateşinden korur.
Kim de (karalamak
gayesiyle) bir müslümana bir iftira ederse Allah o kimseyi bu söylediği sözler
(in vebâlin)den (tamamen temize) çıkıncaya kadar cehennem köprüsü (sırat)
üzerinde bekletir."[373]
Hadis-i şerifte,
gıybet eden kimseden "münafık" diye söz edilmiş olması gıybet eden
kimsenin görünüşte yaptığı gıybeti iyi bir niyetle yapmış gibi bir tavır
takınmış olmasına rağmen, aslında gıybetini yaptığı kimsenin iyiliğini
istemeyip tersine onu kepaze etmek niyetiyle bu gıybetini yapmış
olmasındandır.
Yahut gıybetini
yaptığı kimsenin yanına varıp ayıplarını düzeltmesi için kendisini ikaz edeceği
yerde tersine yanına vardığı zaman yüzüne karşı onu beğendiğini söyleyip
yanından ayrıldıktan sonra gıyabında ayıplarını sayıp dökmesindendir. Bu halin,
içi başka dışı başka anlamına gelen münafıklıktan başka birşey olmadığı
aşikardır.[374]
Allah'ın böyle
müslümanların gıyabında ayıplarını sayıp döken, onları karalamaya çalışan
kimseleri müslümanlar aleyhine söyledikleri sözün vebalinden kurtuluncaya
kadar,sırat üzerinde bekletmesi, Allah'ın gıybeti yapılan müslümanı kendisine
cennetten beklediği makamı vermek suretiyle, onu razı edip suçluyu
bağışlamasını sağlayacağı zamana kadar bek-letmesiyle olabileceği gibi, Hz.
Peygamber'in araya girerek şefaat edip onun bağışlanmasını sağlayacağı zamana
kadar vücudunu cehennemde bekletmesiyle veya hakettiği cezayı çekip bitirinceye
kadar bekletrnesiyle de olabilir.[375]
Bir müslümamn
gıybetinin yapılmasına engel olmanın faziletini de açık bir şekilde ifade eden
bu hadisin senedinde bulunan Sehl b. Muaz el-Cüheııî tenkid edilmiştir.[376]
4884... Câbir
b. Abdullah ile Ebu Talha b. Sehl el-Ensarî Rasûlullah (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Her kim bir
müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu olan bir
yerde yardımsız bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu
ettiği br yerde yalnız bırakır.
Kim de bir müslümana
şerefinin elden gitmesi ve saygınlığının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde
yardım ederse, Allah da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir
yerde yardım eder."
(Bu hadisin ravilerinden)
Yahya: Bunu (bu hadisi) bana Ubeydullah b. Abdullah b. Ömer'le Ukbe b. Şeddad
nakletti, şeklinde rivayet etti.
Ebu Dâvud der ki:
(Hadisin senedinde geçen) şu Yahya h. Suleym, Peygamber (s.a)'in azatlı kölesi
Zeyd'in oğludur, ismail b. Beştr ise Me-gale oğullarının azatlı kalesidir. Bazı
yerlerde Ukbe îbn Şeddad (ismi) Utbe (b. Şeddad) diye rivayet edilmiştir.[377]
Bir müslümanı yardıma
en fazla muhtaç olduğu bir zamanda yardımsız bırakarak şerefinin kırılmasına
sebep olan kimselere ait olan Allahu teala'nm bir tehdidi ile bir müslümana
yardım etmek suretiyle onun şerefinin kırılmasını önlemiş olan kimseye yardıma
en fazla muhtaç olduğu bir yerde "yardım edeceğine dair bir vaadini
ihtiva eden bu hadis-i şerifin, "bir ceza ki (işledikleri amellere)
uygundur"[378] ve
"Kim bir kötü iş yaparsa, onunla cezalanır..."[379]
âyet-i kerimelerinden iktibas edilmiş olduğu söylenebilir.
Hadis-i şerifteki bu
tehdid ile va'd hem dünya işleri, hem de âhiret işleri için geçerlidir.[380]
4885... Cündüp
şöyle demiştir: Bir bedevi (Hz. Peygamberin mescidinin yanına) geldi, devesini
ıhtırdıktan sonra onu, bağlayıp mescide girdi ve Rasûlullah (s.a.)'ın arkasında
narnaz kıldı. (Sonra) devesine varıp onu çözdü ve üzerine binip yüksek sesle:
"Ey Allahım! Bana ve Muhanımed'e merhamet et ve ikimize olan bu rahmetine
hiçbir kimseyi ortak etme!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Söyler misiniz,
bu adam mı, yoksa devesi mi daha cahil? Ne dediğini duymadınız mı?" dedi.
(Orada hazır
bulunanlar da:)
Evet (duyduk),
cevabını verdiler.[382]
Bu hadis-i şerif, halkı
hidayete eriştirmek için bazı kişilerîn kötü fiillerini misal olarak
göstermekte bir sakınca olmadığına ve bunun gıybet sayılmayacağına delâlet etmektedir.
Binaenaleyh halkı bir
yanlıştan korumak için böyle misaller verilebileceği gibi; kendisi ehil
olmadığı halde örnek alınan bir kimsenin halkı fitneye düşürmesini Önlemek
için kendisinin liyakatsizliğini ve kusurlarını halka açıklamak da üzerine vacib
olur.
Bilindiği gibi
büyüklüğüne sınır olmayan yüce Allah'ın gücüne, kudretine ve rahmetine de sınır
yoktur. Güneşin ışığı ve ısısıyla herkese yettiği, herkesi ısıtıp yolunu
aydınlattığı ve bir kimsenin güneşin ısı ve ışığından yararlanmasının diğer
kişilerin bu nimetten yararlanmasına engel olmadığı ve bu yararlanmayı
azaltmadığı gibi; Allah'ın sınırsız olan rahmetinden bir kimsenin yararlanması
da diğer kimselerin yararlanmasını engellemez ve sınırlandırmaz.
Bu bakımdan insanın
dua ederken Allah'ın lütuf ve ihsanını sınırlı zannederek duayı sadece
kendisine tahsis etmesi, Allah zülcelal hazretlerinin büyüklüğünü, rahmetinin
sonsuzluğunu bilmemekten kaynaklanan bir durumdur.
İşte bu yüzden; Hz.
Peygamber rahmetini sadece kendisine ve Hz. Peygambere indirmesi için dua eden
söz konusu bedeviyi cahillikle nitelendirmiştir. Biz bu hadisi 380 numaralı
hadisin şerhinde de açıkladığımız için sayın okuyucularımıza oraya da müracaat
etmelerini tavsiye ederiz.[383]
4886... Katâde'nin
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sizin herbiriniz Ebu Daygam yahut (Ebu) Damdam
gibi olmaktan aciz midir? (Burada ravi Muhammed) b. Ubeyd (söz konusu zatın
isminin Ebu Daygam mı, yoksa Ebu Damdam mı olduğunda) şüphe etti. (Hadisin
kalan kısmını da şöyle rivayet etti: Bu zat) her sabah şöyle dua ederdi:
"Ey Allah'ım',
ben (dilleriyle) şerefimi (düşüren) kullarına hakkımı bağışladım."[385]
4887... Abdurrahman
b. Aclân'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Sizin
herbiriniz, Ebu Damdam gibi olmaktan âciz midir?"
demiş de (orada
bulunan sahabiler):
Ebu Damdam kimdir?
diye sormuşlar (Rasûlu Ekrem efendimiz de bir önceki hadisin) manasını ifade
eden şu cevabı vermiştir:
"Sizden önceki
(kavinı)ler içerisinde bulunan bir kimsedir. (O her sabah: Ey Allahım), ben
bana küfreden kimselere şerefimi (lekeleyen bu küfürlerinden dolayı üzerlerine
geçen hakkımı) bağışladım" (diye dua ederdi.)
Ebu Dâvud der ki: Bu
hadisi mana olarak Haşim Ibn el-Kasim da Muhammed İbn Abdullah el Ammî'den, o
Sabit'den o da Enes yoluyla Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir. Hammâd' in
rivayeti ise daha sahihtir.[386]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler af ve hoşgörünün dinimizdeki önemini ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi af,
hataları bağışlamak ve haklı olarak alması gereken şeyden kendi isteği ile
vazgeçmek demektir.
Cenab-ı Hak bu yüksek
hasleti: "Habibîm, sen güçlüğü değil, kolaylığı sağlayan yolu tut,
iyiliği emret."[387] ve;
"Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır..."[388]
âyetleri ile övmüştür.
Afv, hasletlerin en
şereflilerindendir. Affın doğuracağı lezzet, intikam lezzetinden daha hoştur,
olgun kişilerin kalbine sevinç doldurur. Çünkü affın lezzeti, şeref ve
övülmeyi, intikam ise kötülenmeyi doğurur. Nitekim, yüce Allah Kur'ân-ı
Keriminde takva sahiplerini överken şöyle buyurmaktadır. "Takva sahipleri
bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların
kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever."[389]
Yine Cenab-ı Hak şu
âyet-i kerimesinde insanları bağışlayanları bağışlayacağını va'detmiştir:
"Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz,
şüphe yok ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."[390] Tuzlu
suyun susuzluğu artırdığı gibi öç almanın da kin ve intikam duygularım
artırmasına karşılık af, çoğu zaman birbirlerine düşman olan, kin besleyen
insanların kalplerini yumuşatır. Aralarına dostluk ve sevgi bağlarının
kurulmasına sebep olur. Yüce Allah Kur'an-ı keriminde bu gerçeği şöyle haber
verir:
"İyilikler ve
kötülükler bir değildir. Sen kötülüğü en güzel şekilde önlemeğe çalış! O zaman
görürsün ki; düşmanın bile seninle dost olmuştur."[391]
Affı öven hadislerden
bazıları da şu mealdedirler: "Kim öfkesini yenerse, Allah da ondan azabını
uzaklaştırır" "Öcünü almaya gücü olduğu halde öfkesini yenen kişiyi
Cenab-ı Allah yaratıklarının arasına çağırır ve huri kızlarından dilediğini
almakta serbest bırakır."[392]
4888... Hz.
Muaviye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Eğer sen
insanların gizli kusurlarını araştıracak olursan onları (n ahlâkını) bozmuş
olursun" yahutta "neredeyse bozacak duruma gelirsin"
buyurmuştur.
Ebu'd-Derdâ dedi ki:
"Bu, Muaviye'nin Rasûlullah (s.a.)'den işittiği (ve gereğince amel ettiği
için kendisinden) yararlandığı bir sözdür."[393]
Hz. Ebu'd Derdâ'nın
Allah'dan Muaviye'nin hakkiyle yararlanmasını niyaz ettiği bu hadis-i şerif, insanların
şahsî kusurlarını araştırmanın haramlığına delâlet etmektedir. Nitakim Kur'an-i
Kerimde yüce Allah: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın"[394]
buyurmuştur.
Yine hadis-i şerifte
bir kimsenin kusurlarını araştırmanın o kimsenin helakine sebep olabileceği
ifade buyuruluyor.
Gerçekten kusurları
araştırılıp ortaya çıkarılan bir insan, artık kusurlarının herkes tarafından
bilindiğini düşündükçe yavaş yavaş utanma duygusunu tamamen kaybedip herkesin
gözleri önünde kusur işlemekten çekinmez bir hale gelir. Çünkü utanma
duygusunu kaybeden insan, artık her kusuru işleyebilir. Nitekim bir hadis-i
şerifte "Utanmazsan dilediğini yap!.."[395]
buyurulmuştur. Ebû'd-Derdâ'nın sözünün tercemede gösterdiğiniz anlama geldiği,
Bezlu'I-Mechûd'da o ibare ile ilgili açıklamadan anlaşılmaktadır.[396]
4889... el-Mikdam
b. Ma'dikerib ile Ebu Umame'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur:
"Bir devlet
yetkilisi, halka su-i zan ile muamele yapmaya kalkışacak olursa onları yoldan
çıkarmış olur."[397]
Yetkili makamlarda
bulunan kimseler, idaresi altında bulunan kimselere şüphe ve su-i zanlarına dayanarak
muameleye kalkışacak olurlarsa haklarında su-i zan beslenen bu kimselerin
işledikleri zannedilen zararlı fiillerle birlikte daha başka zararlı fiilleri
de işlemeye itmiş olurlar.
İnsanlar haklarında
kötü niyetler beslendiğini hissettikleri zaman çok olumsuz tepkiler
gösterirler. Genellikle olumsuz bir şekilde kendini gösteren bu tepkiler çoğu
zaman nefret, kin ve intikam duygularını da beraber getirirler.
Bilindiği gibi
karşılıklı sevgi ve saygının yerini kin ve nefretin aldığı cemiyetlerde, huzur
ve sükûndan eser kalmaz. Huzur ve sükûnun yerini kargaşanın aldığı bir ortamda
insanların çok şeylerini kaybettiklerinde şüphe yoktur. Bu bakımdan yetkililer
idaresi altındaki insanlara zanla muamele etmekten son derece kaçınmalıdırlar.[398]
4890... Zeyd
b. Vehb'den (rivayet edildiğine göre); Hz. İbn Mes'ud'a (bir adam) getirilmiş
de:
Bu adamın sakalından
şarap damlıyor, denmiş. Hz. Abdullah (b. Mes'ud da):
Biz (gizli) kusur
araştırmaktan nehyedildik, fakat bize bir suç açıkça görünecek olursa onu
cezalandırırız, cevabını vermiş.[399]
Bilindiği gibi,
tecessüs daha çok kötülükleri, kusurları araştırmada kullanılan bir tabirdir.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, bu manada tecessüsün yasaklanmış
olduğunu ifade etmektedir. Şu hadis-i şerif tecessüsün kötülüğünü ne güzel
ifade etmektedir.
"Hz. Peygamberi
gördüm, Kabe'yi tavaf ediyor ve şöyle buyuru-yordu: Ne kadar temizsin, kokun ne
kadar hoş! Ne kadar büyüksün saygınlığın da ne kadar büyük, Muhammed'in varlığı
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mü'minin malının ve kanının hanımlığı
Allah katında senin haramhğından daha büyüktür. Onun hakkında ancak hüsn-ü
zanda bulunabilirler."[400]
4891... Ukbe
b. Âmir'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.), (şöyle) buyurmuştur:
"(Bir müslümana
ait) herhangi bir kusuru görüp de onu saklayan kimse diri diri mezara gömülen
bir kız çocuğunu (o) mezardan .çıkararak hayata kavuşturan kimse
gibidir."[401]
4892... Ukbe
b. Âmir'in katibi Dühayn dedi ki: "Bizim şarap içen bir takım komşularımız
vardı. Ben (birgün) kendilerini (şarap içmekten) men'ettim de vazgeçmediler.
Bunun üzerine Ukbe'ye varıp: "Ben şarap içen bu
komşularımızı (şarap içmekten)
nehyettiğim halde vazgeçiremedim. Ben
de onlar(ı bu
işten vazgeçirmesi) için
polis çağıracağım" dedim. (Ukbe de bana:)
Onları bırak, cevabını
verdi. Sonra Ukbe'ye bir daha varıp:
Gerçekten komşularımız
şarap içmekten vazgeçmeye yanaşmıyorlar. Ben de kendilerini vazgeçirmesi) için
polis çağıracağım, dedim.
Yazık sana onları
bırak! Çünkü ben Rasûlullah (s.a.)ı şöyle buyururken) işittim; dedi ve (bir
önceki) Müslim (b. İbrahim) hadisinin manasını rivayet etti.
Ehû Dâvud der ki:
Haşim ibn el-Kasım bu hadise ilaveten Leys' den (şu sözleri de) rivayet etti.
(Ukbe sözlerini şöyle tamamladı: Bunu böyle) yapma; (fakat) önce onlara
(yumuşaklıkla) Öğüt ver. (Eğer vazgeçmezlerse o zaman) kendilerini tehdid et.[402]
Hadis-i şerif, bir
müslümanın gizli kalan bir kusuruna şahid olup da onu başkalarına açmadan gizleyen
bir kimsenin diri diri mezara gömülen bir kız çocuğunu mezardan çıkararak
hayata kavuşturmak kadar faziletli bir iş yapmış olacağını ifade etmektedir.
Çünkü, aslında
Peygamberler dışında gizli günahları bulunmayan kimse, hemen hemen yok denecek
kadar azdır. Kul kusursuz kalmaz. Bu gizli kusurlar kul ile Allah arasındadır.
Kul bu kusurlarını açığa vurmayıp tevbesi ile meşgul olmakla mükellef bulunduğu
gibi, başkaları da onları araştırmaktan kaçınmakla ve tesadüfen muttali olması
halinde de onları saklamakla mükelleftir.
Eğer insan mü'min
kardeşinin tesadüfen muttali olduğu kusurların! başkalarına açarsa, o kimse
insanlar arasında itibarını kaybederek, büyük bir boşluğa düşebileceği gibi,
nasıl olsa başkaları tarafından kötü tanındığı düşüncesine kapılarak artık aynı
kusurları açıktan işlemekten çekinmeyen hayasız bir insan haline de gelebilir.
Bir müslüman için böyle bir duruma düşmek ise diri diri mezara gömülmekten
farksızdır.
Muttali olduğu
kusurları saklayarak, kusur sahibi müslümanı böyle rezil ve rüsvay bir duruma
düşürmekten kaçınan kimsenin tutumu ise, elbette diri diri mezara gömülen bir
kimseyi mezardan çıkararak tekrar es ki hayatına kavuşturmaya denktir.
Ancak bu tutum
gizliden günah işleyen kimseler hakkında olunca makbul ve övgüye layıktır.
Açıktan günah işleyen
ve kusurlarını herkese ilan eden kimseler hakkında takınılacak tavır ve takib
edilecek yol ise bu değildir. Onların isyanlarına rastlandığı zaman kendilerine
elle, yahut dille müdâhele edilecek, fakat buna güç yetirilmediği takdirde
güvenlik kuvvetlerine haber verilecektir.
İbn Şahin bu hadisin
garib olduğunu, Ebu Said ibn Yunus da illetli olduğunu söylemiştir. Hadisin
ravisi İbrahim'in güvenilir bir râvi olup olmadığı konusunda ulemâ ihtilâfa
düşmüştür.[403]
4893... Salim'in,
babası (İbn Ömer) den (rivayet ettiğine göre) Peygamber (s.a.)'in buyurmuştur:
"Müslüman,
müslümanın (din) kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikeye atmaz. Kim din
kardeşinin bir ihtiyacının karşılanması için çalışır çabalarsa, Allah da onun
ihtiyacını karşılar. Her kim (dünyada) bir müslümanın bir sıkıntısını
giderirse bu sebeple Allah ondan kıyamet gününün sıkıntısından birini giderir.
Her kim (dünyada) bir müslümanın kusurunu gizlerse Allah da kıyamet gününde onu(n
kusurunu) gizler."[405]
Müslümanların
kardeşliği İslamiyet itibariyledir. Aralarında ittifak ve mutabakat bulunan iki
şeye Arapçada kardeş denilir.
Müslüman tabiri: Hür,
köle, baliğ ve mümeyyiz olan her ferde şamildir. Binaenaleyh müsllimanlıkta,
kölelerle sahipleri de kardeştirler.
Metinde geçen:
"...ona zulmetmez," cümlesi emir manasındadır ve te'kid kabilindedir.
Binaenaleyh müslümanın müslümana zulmetmesi haramdır.
İbn Battal
"Mazluma yardım etmek farz-ı kifâyedir; Sultana ise farz-ı ayndır"
demiştir. İbnu't-Tîn; "Müslümanın müslümana zulmetmekten kaçınması farz,
onu tehlikeye atmaktan kaçınması ise müstehabdır." demişse de Aynî
bunların hükümlerinin yerine göre değişebileceğini söylemiştir.
Müslümanın suçunu
örtbas etmek kendisine gizlice tenbih ve nasihatta bulunmaya mani değildir. Bu
hüküm aşikâre suç işlemeyenler hakkındadır. Zamanımızda olduğu gibi her suçu
pervasızca gözler önünde yapanlar bundan hariçtir. Bunlara "fâsik"
denilir ki gıybetleri mubahtır. Rasûlullah (s.a.) bu hususta:
"Fâciri alem
bilip dururken anmaktan çekmiyorsunuz. Onu kendisinde bulunan şeylerle anın
ki, insanlar onu tanısınlar" buyurmuştur.[406]
Kurbe: Gam, keder
manasına gelir. Bir kimsenin gam ve kederini sıkıntısını gidermek malla, canla
veya mevki ile olabilir. Nevevî diyor ki: "Burada mendup olan örtbas etme
emri, günahlarını açıktan işlemeyip gizleyen kimseler hakkındadır. Eziyet ve
şerrinden korkulmazsa kendisini uluemre şikayet etmek müsteh'ab olur. Çünkü
onun suçunu örtbas etmek ona daha ziyade eza cefaya, hürmetler çiğnemeye ve
daha başka suçları işlemeye cesaret kazandırır. Bütün bunlar olmuş bitmiş bir
suçu Örtbas etmek hakkındadır. Henüz yapılmakta olan bir suçu gören bir kimseye
ona itiraz etmesi ve elinden geliyorsa men etmesi vacibtir. Te'hiri helal
değildir. Men etmekten acizse meseleyi -bir mefsedet terettüb etmeyeceğinden
emin olmak şartiyle- uluemre şikayet etmesi lazımdır. Ravilerin, şahidlerin,
sadaka, vakıf ve yetim mallarına nezaret eden emin kimselerin ve emsalinin cerh
edilmelerine gelince; gerektiği zaman bunları cerh'etmek vacibdir.
Ehliyetlerine dokunan bir halleri görülürse onu Örtbas etmek helal değildir.
Bu hal haram olan gıybetten değil, vacib olan nasihattan maduttur. Ulema bu
hususta ittifak etmiştir."[407]
4894... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Karşılıklı
olarak sövüşen her iki kişinin söyledikleri (kötü söz-leri)nin günahı,
(kendisine küfredilerek haksızlığa uğrayan) mazlum kimse (küfrü başlatan
kimseden) daha da ileri gitmediği sürece (küfre) ilk defa başlayan kimsenin
üzerindedir."[408]
Hadis-i şerif bir
müslümana sövmenin günah oldugunu açıkça ifade etmektedir
Nitekim diğer bir
hadis-i şerifte de; "Müslümana sövmek fısktır.Onu öldürmekse
küfürdür" buyurulmaktadır.[409]
Karşılıklı olarak
birbirlerine söven iki kişiden sövüşmeyi ilk başlatanın günahı bellidir.
Sövüşmeyi başlattığı için bir günah işlemiş olduğunda şüphe yoktur.
Kendisine sövüldüğü
için karşısındakine küfürle karşılık veren öbür kimsenin verdiği bu karşılığın
da bir günah olduğu kesindir.
Önce kendisine
sövüldüğü için aynı şekilde karşılık vermek durumunda kalan şahıs karşılık
verirken sövmede karşısındakinden daha da ileri gitmediği sürece her ikisinin
günahı da sövmeyi ilk başlatanın üzerinde kalır. Saldırıya Önce uğramış olan
kişi, bu günahlardan kurtulur. Fakat bu kişi karşılık vereyim derken küfürde
saldırıyı, ilk başlatandan daha da ileri gidecek olursa dengeyi bozan kısmın
günahı kendi üzerinde kalır. Gerisinin günahı ise yine küfrü ilk başlatanın
olur.[410]
4895... lyaz
b. Hımar'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yüce Allah bana:
Mütevazi olunuz da kimse kimseye zulmetmesin ve büyüklük taslamasın! diye
vahyetti."[411]
Tevazu, müslümanın en
belirgin vasıflarından biridir.Azamet ve büyüklük ise Allah'ın
sıfatlarındandır. Nitekim yüce Allah bir hadis-i kudside şöyle buyurmuştur:
"Azamet ve büyüklük, benim iki sıfatımdir. Kim (bu iki sıfattan) birini
takınarak bana ortaklığa kalkışırsa şüphesiz ona azab ederim."[412]
Binaenaleyh kibirlenip böbürlenen kimseler Hanlık makamına tecavüz edip yüce
yaratıcının sıfatlarının birinde ona meydan okumuş olurlar.
Şu âyet-i kerimede
kibirlilerin âhirette hüsrana uğrayacakları belirtilerek müslümanlar
uyarılmaktadır: "Bu âhiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve
bozgunculuğu istemeyenlere veririz. Sonuç Allah'dan korkanlarındır."[413]
Diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyurmuştur:
"İnsanları
küçümseyip yüz çevirerek, yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Şüphesiz ki Allah
kendisini beğenip övünen hiç bir kimseyi sevmez."[414]
Rasûl-i zişan
efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
"Kalbinde zerre
miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez."
Bir adam:
İnsan elbise ve
ayakkabısının güzel olmasını ister, dedi,
Bunun üzerine
Efendimiz:
Allah güzeldir,
güzelliği sever, kibir hakkı örtmek ve insanları hakir görmektir, buyurdu.[415]
Kibirlileri en
şiddetli azab ile tehdid eden nasların yanısıra alçak gönüllülüğü öven naslar
da vardır. İşte mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif bu naslardan biridir.
Mütevazı insan kuruntu ve kibirden temizlenerek, Allah için tevazu gösterdikçe
derecesi yükselir.[416]
Rasûlullah (s.a.)'ın
yaşantısı her yönüyle örnek olduğu gibi tevâzuda da eşsiz bir örnek idi.
Şefkat, yumuşak huyluluk ve hoşgörüde bir nümü-ne-i imtisal idi. Hatta oynayan
çocukların yanından geçerken üzerinde bulunan Peygamberlik gibi yüksek bir
makam dahi onu çocuklara selam vermekten alıkoymazdı. Onlara selam verir,
yumuşak davranır, gönüllerini hoş ederdi. Hiçbir şeyi küçük görmezdi.
"Bir paçaya yahut
buda davet edilsem giderim. Bir paça yahut bud hediye edilse kabul ederim"
buyururdu.[417]
4896... Said
İbn el-Müseyyeb'den demiştir ki:
(Birgün) Rasûlullah
(s.a.), sahabilerile birlikte otururken bir adam Hz. Ebu Bekire diliyle sataştı
ve onu incitti. Hz. Ebû Bekirse ona karşılık vermedi. Biraz sonra (adam) onu
ikinci defa incitti. Hz. Ebu Bekir (yine) sessiz kaldı. Sonra adam Hz. Ebu
Bekir'i üçüncü kez rahatsız etti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir de (ona gereken
cevabı vermek suretiyle) ondan intikam aldı.
Hz. Ebu Bekir intikam
alma yoluna gidince Rasûlullah (gitmek üzere) ayağa kalktı. Bunun üzerine Hz.
Ebu Bekir:
Ey Allah'ın Rasûlü,
yoksa bana kızdın mı? dedi. Rasûlullah (s.a.) de:
"(O adam sana
atıp tutmaya başlayınca senin adına ona cevap vermek üzere) gökten bir melek
inip onun sana karşı söylediği sözleri yalanlamaya başladı. Sen ona karşılık
vermeye başlayınca (araya) bir şeytan çıkıp geldi. Bense şeytanın bulunduğu
yerde oturmam" buyurdu.[418]
4897... (Said
b. Ebi Said'in) Hz. Ebu Hüreyre'den (naklettiğine göre); "Bir adam, Hz.
Ebu Bekir'e sövmüş..." (Hadisin kalan kısmında Said b. Ebi Said bir önceki
hadisin) bir benzerini rivayet etti.
Ebu Davud der ki; Bu
hadisi (aynen) Süfyan gibi Sapan Ibni Isa da ibn Adan dan rivayet etmiştir.[419]
"Kötülüğün cezası
da ona denk bir kötülüktür, fakat kim bağışlar ve (kendisiyle düşmanı arasını)
düzeltirse onun mükâfatı Allah'a aittir. Elbette o zalimleri sevmez"[420]
"Eğer bir ceza
ile mukabele edecek olursanız ancak size yapılan azab ve cezanın misli ile
yapın (daha fazla ileri gitmeyin); sabredersiniz and olsun ki bu tahammül
edenler için daha hayırlıdır"[421]
âyeti kerimelerinde açıklandığı üzere insanın kendisine zulmeden kimseye onun
zulmüne denk olacak yani onu aşmayacak şekilde mukabelede bulunarak intikam
alması caiz olmakla birlikte, onun bu zulmünü sabırla ve afla karşılaması
kendisi için daha hayırlı ve sevabh olur. Nitekim (2894) numaralı hadisin
şerhinde de açıklamıştık.
Her ne kadar Hz. Ebu
Bekir, kendisine yapılan saldırının ikisini sabırla karşılayıp birine haddi
tecavüz etmeyecek şekilde karşılık vermek suretiyle, âyet-i kerimelerde
açıklanan ruhsat ve azimet yollarının her ikisiyle de amel etmiş ve kendisini
haddi tecavüz etmekten korumuş ise de, kendisi için daha hayırlı olacağı
cihetle Rasûl-i zişan efendimiz, bu hususta kendisine azimet yolunu tavsiye
etmiş, azimet yolunu tuttuğu sürece, kendisi adına bir meleğin cevap
vereceğini, ruhsat yolunu tutması halinde ise münakaşanın uzaması söz konusu
olup bu durumda şeytanların devreye gireceklerini haber vermiştir. Perde
arkasını bilip ona göre hareket etmenin değerini bilenler için ne güzel bir
öğüt! Her ne kadar bu rivayetler mürsel iseler de birbirlerini teyid ettikleri
için zayıflıktan kurtulmuşlardır.[422]
4898... (Abdullah)
İbn Avn dedi ki:
Ben (ilmine güvendiğim
kimselere): "Kim, kendisine edilen zulümden sonra hakkını alırsa artık
böyleleri üzerine (ceza için) bir yol yoktur"[423]
(âyet-i kerimesinde sözü geçen) intikam almanın hükmünü sorardım. Bana AH İbn
Zeyd İbn Cud'ân, babasının hanımı olan Ümmü Muhammed'den (bir hadis naklederek
bu soruma cevap verdi)
İbn Avn dedi ki (bana
bu hadisi başkaları da rivayet etti. Ravilerin hepsi de şöyle) rivayet
ettiler:
"Ümmü Muhammed, Müminlerin
annesi (Hz. Âişe')nin yanına girer (çıkar)dı. (Birgün) mü'minlerin annesi (Hz.
Aişe ona şöyle) demiş:
Bir defasında yanımda
Zeyneb bint Cahş varken Rasûlullah (s.a.) yanıma gelmişti. (Hz. Zeyneb'i
görmeden) eliyle (kan-koca arasında geçen bir hareket) yaptı. Ben de kendisine
bir işarette bulunarak kendisini Zeyneb'in varlığından haberdar ettim.
Rasûlullah da (bu hareketi) bıraktı ve (Hz. Aişe'nin verdiği bu habere göre)
Hz. Zeyneb de Hz. Aişe'ye (dönüp O'na) dili ile sataşmış, Hz. Peygamber onu (bundan)
nehyetmiş ise de Hz. Zeyneb sataşmasından vazgeçmemiş. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, Hz.Aişe'ye:
Sen de ona dil uzat,
demiş o zaman Hz. Aişe de Hz. Zeyneb'e dil uzatmış ve Hz. Zeyneb'in hakkından
gelmiş. Bunun üzerine Hz. Zeynep, Ali (r.a.)'e (şikayete gitmiş) ve:
"Muhakkak ki Aişe (r.anha) (bana hakaret etmekle Haşimoğullanndan olan)
size (de) hakaret etmiş oldu" demiş. (Aynı şekilde varıp Haşimoğullarına
şikayet) etmiş, derken Hz. Fatma (durumu arzetmek ve Hz. Zeyneb'in hakkını
aramak üzere Hz. Peygamber'in huzuruna) gelmiş (Hz. Peygamber de) O'na:
"Ka'be'nin
sahibine yemin olsun ki o, (Aişe) senin babanın sevgili eşidir. (O
Haşimoğullarına dil uzatmış bile olsa sakın onun aleyhinde birşeyler
söyleme)" buyurmuş. Hz. Fatma da dönüp gitmiş Haşimoğullarına varıp:
Gerçekten ben Hz.
Peygambere (varıp) şöyle şöyle dedim; o da bana şunları şunları söyledi, demiş;
ayrıca Ali (r.a.) Peygamber (s.a.)'e varıp O da bu mevzuda kendisiyle konuşmuş.[424]
Bir Önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi aslında (sözlü çekişmelerde) yapılan
saldırıyı ona denk olacak şekilde karşılamak caiz olmakla birlikte, tamamen
sükût yolunu tercih ederek çekişmenin uzamasını önlemek daha faziletli bir iştir,
fazilet erbabının yoludur.
Bir Önceki hadis-i
şerifte söz konusu edilen böyle bir çekişmede Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir için
sükûtu tavsiye ederken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Aişe'nin
kendisine saldıran Hz. Zeyneb'e karşılık vermesini tavsiye etmiştir. Bu husus
açıklanması gereken önemli bir meseledir.
Hadis sarihlerinin
açıklamalarına göre, Hz. Peygamber'in Hz. Ebu Bekir'e bir münakaşa esnasında
sükûtu tavsiye ederken, Hz. Aişe'ye cevap vermeyi tavsiye etmesi, Hz. Ebu
Bekir'le, Hz. Aişe'nin manevi makamlarının farklılığından kaynaklanmaktadır.
Hz. Ebu Bekir, makam
itibariyle daha yüksek ve hadiselere tahammül gücü daha fazla olduğu cihetle
ona tahammülü daha zor olan sükût yolunu tavsiye ederken, Hz. Aişe'ye tahammül
gücünü aşacağı için sükûtu tavsiye etmemiş, hasmının saldırısını dengeleyecek
şekilde bir cevap vermesini tavsiye etmiştir.
Eğer Hz. Ebu Bekir'e
de bu yolu tavsiye etseydi, evlayı terk demek olan bu yol, onun yüksek makamına
uygun düşmezdi.
Ayrıca bir önceki
hadisede Hz. Ebu Bekir'in hasmına cevap vermesinin münakaşanın uzamasına sebep
olması şeytanın da bu münakaşadan dolayı iki müslüman arasına fitne girmesi
için ümitlenmesine yol açması söz konusu idî.
Nitekim Hz. Ebu
Bekir'in sükûtu, Hz. Aişe'nin de cevap vermesi münakaşaların kısa zamanda sona
ermesinde müessir olmuştur.
Bu bakımdan münakaşada
sükûtu tercih etmek evla olmakla beraber münakaşanın sona ermesi ya da çıkması
muhtemel bir fitnenin önlenmesi hasma karşı tonlu bir cevabın verilmesine
bağlı ise o zaman tehlikenin durumuna göre cevap vermek bazan müstehab, bazan
da vacip olur.
Hz. Peygamberin Ebu
Bekir'e sükût tavsiye etmesi, bir meleğin O'nun namına hasmına cevap vermiş
olması ile açıklanabilir. Fakat Hz. Peygamber, Hz. Aişe adına Hz. Zeyneb'e
böyle bir meleğin cevap vermesine gönlü razı olmadığı için, Hz. Aişe'ye cevap
vermeyi tavsiye etmiş olabilir. Ayrıca Hz. Zeyneb'in Hz. Aişe'ye saldırısı Hz.
Peygamber'in bir hareketinden doğmuş olduğu için, bu saldın netice itibariyle
Hz. Peygamber'e yapılmış bir saldırı haline dönüşebilirdi. Hz. Peygamber, Hz.
Zeyneb için
böyle bir tehlikenin
doğmasından korktuğu ve bunun önlenmesinin de Hz. Aişe'nin vereceği cevapla
mümkün olacağına inandığı için Hz. Aişe'ye cevap vermeyi tavsiye etmiş
olabilir.
Bu hadisin ravisi Ali
İbn Zeyd güvenilir bir ravi değildir. Ümmü Muhammed ise Münzirî'nin zannettiği
gibi Ümmü Ced'ân değildir. Zeyd İbn Ced'ân'ın hanımıdır.[425]
4899... Âişe
(r.anhâ)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Kendisiyle
sohbet ettiğiniz mü'min) bir arkadaşınız vefat ettiği zaman onu bırakınız.
Hakkında kötü sözler söylemeyiniz."[426]
4900... Hz.
İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (a.s.):
"Ölülerinizin
iyiliklerini anınız kötülüklerin (i zikretmek)den kaçınınız" buyurmuştur.[427]
Metinde geçen
"ölülerinizin iyiliklerini anınız" emri istihbab ifade eder. Bu
bakımdan müslümanların ölülerinin iyiliklerini anmak müstehabtır.
"Ölülerinizin
kötülüklerini anmaktan kaçının" emri ise farziyyet ifade ettiğinden
müslümanların ölülerinin kötülüklerini anmak haramdır. Çünkü bir müslüman,
öldükten sonra aleyhinde konuşmak, bir gıybettir. Hatta bir müslümamn
ölümünden sonra aleyhinde konuşmak, sağlığında aleyhine konuşmaktan daha da
çirkindir. Çünkü sağlığında aleyhinde konuşulan kimseyle helalleşmek mümkün
olduğu halde, ölü bir kimseyle helâlleşmek mümkün değildir. Fakat kâfirlerin ve
bidatçilerin sağlıklarında olduğu gibi ölümlerinden sonra da aleyhinde
konuşmakta bir sakınca olmadığı gibi, bazan halkı tehlikelerinden korumak için kötülüklerini
hatırlatmak dinî bir görev olur.
Ayrıca ulemâ,
güvenilir olmayan ravilerin kusurlarını sağlıklarında ve ölümlerinden sonra
zikretmenin cevazında ittifak etmişlerdir. Mevzumuzu teşkil eden (4900) no'lu
hadisin ravisi İmran İbn Enes, tenkid edilerek güvenilir bir ravi olmadığı
söylenmiştir.[428]
4901... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İsrail
oğullarının içinde biri hayra diğeri de şerre yönelmiş iki kişi vardı. Birisi
günah işlemekle, diğeri de ibadetle meşguldü. İbadetle meşgul olan devamlı
olarak diğerini günah işlerken görür ve (her tefasında da ona):
"Vazgeç" derdi. (Yine) birgün (onu böyle) günah üzerinde bulup ona
"vazgeç" dedi o da:
Benim karşımdan çekil,
benim Rabbim seni benim üzerime bir gözetleyici olarak mı gönderdi? diye cevap
verdi. Bunun üzerine (beriki):
Allah'a yemin olsun ki
(böyle devam edersen) Allah seni affetmez yahutta seni cennete sokmaz, dedi.
Bir süre sonra ikisi de vefat ettiler ve alemlerin rabbi huzurunda bir araya
geldiler. (Yüce Allah) şu ibadete düşkün olana:
Sen beni (m kullarıma
nasıl muamele yapacağımı kesinlikle) biliyor muydun, yahut benim elimde olan
(tasarruf imkanın)a sahip miydin, (de kulum hakkında benim adıma böyle kesin
bir hüküm verebildin) dedi.
Günahkâr olana:
Git rahmetimle
cennet(im)e gir, buyurdu. Diğeri için de: "Bunu cehenneme götürün"
emrini verdi.
Hz. Ebu Hüreyre dedi
ki: "Varlığım elinde olana zata yemin olsun ki (sözü geçen âbid adam diğeri
için böyle kesin bir hüküm vermekle) öyle bir söz söylemiş oldu ki, (bu kelime)
(kendi) dünyasını da âhiretini de helak etti."[429]
Bilindiği gibi
"Hüküm Allah'mdır.[430] "Kendine
şirk koşu|msım affetmez"[431]
"Şirkin dışındaki günahları dilediği kimseye mağfiret buyurur"[432]
"Dilediğini de azab eder."[433] Herşey
onun elindedir, onun üstünde hiçbir güç yoktur. Öyleyse Rasûlullah (s.a.)'ın
dışında onun adına hiç kimsenin hiçbir kimse hakkında hüküm verme hakkı
olmadığı gibi, cennete ya da cehenneme gönderme yetkisi de yoktur. Bir kimsede
böyle bir yetki görmek ise onu Allah'a ortak kılmak anlamına geleceğinden
şirktir.
Nitekim şu âyet-i
kerimede ifade edilmek istenen de budur. "Onlar, âlimlerini ve rahiblerini
AHah'dan başka rabbler edindiler."[434]
Ancak Allah'ın
Kur'an-ı Keriminde ve Rasûlullah'm hadis-i şeriflerinde açıklamış oldukları
hükümleri halka açıklamak böyle değildir. Bu sadece Allah'ın ve Rasûlünün
emirlerini yine Allah'ın ve Rasûlunun bu mevzudaki emirlerine uyarak halka
nakletmekten ibarettir. Binaenaleyh bir kimsenin Allah adına kendi kafasından
hüküm vermesi onu dünya ve âhirette iflasa sürükler.[435]
4902... Ebu
Bekre'den (şöyle dediği rivayet edilmiştir): Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Ahirete
ertelenecek cezası ile beraber, sahibi için zulüm ve akrabayı ziyareti terk
kadar, Allah'ın cezalandırmayı çabuklandırmasına layık olan bir günah
yoktur."[436]
Bağy: Zülüm etmek,
haktan ayrılmak, İslam devletine isyan etmek, yaratıklara karşı kötü davranmak
ve kibirli olmak gibi manalara gelir. Sindî, hadiste geçen bu kelimeyi zulüm
ve yaratıklara kötülük etmek şeklinde yorumlamıştır,
Katiat-i Rahim: Akraba
ile ilgiyi kesmek, onlara gerekli ilgiyi göstermemek ve onlara karşı üzerine
düşeni yapmamaktır. Sıla-i rahim ise bunun zıddı ve tersidir. Yani Akraba ile
iyi ilişki kurmak, onlara karşı üzerine düşeni yapmaktır.
Zulüm, haksızlık ve
yaratıklara kötülük etmek ile akraba ile ilgisizlik suçlarına karşı âhirette
verilece cezadan başka dünya hayatında da ceza verileceği, hem de diğer
günahların cezalarından önce verileceği, ilk iki hadiste bildirilmiştir.
Bilindiği gibi bazt suçların cezasının bir kısmı âhirete bırakılmakla beraber
bir kısmının cezası da dünyada verilir. İşte bu iki günah bu tür suçlardandır.[437]
4903... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hasedden
(kıskançlıktan) sakınınız. Çünkü ateşin odunu yediği gibi kıskançlık da iyi
amelleri yer bitirir." Yahutta: ("odunu" lafzı yerine)
"otu" (diye) buyurmuştur.[438]
Hased: Başkasında olan
nimetten (can, mal sıhhat) huzursuz olup, elem duyarak, o kişiden o nimetin
gitmesini istemektir. Cehalet ile tamahkârlığın birleşmesinden, kaynaşmasından
doğar. Akran ve akraba arasında çok olur.
Hased, çirkin ahlâkın
en zararlılanndandır. Şeytanın ebedî saadetten mahrumiyetine sebep de Hz.
Adem'e hased etmesi ve büyüklenmesi idi. Hased herkeste bulunur. Fakat derecesi
farklıdır. Kiminin hasedi hayalinden gelir, geçer, kiminin içinde biraz
kaldıktan sonra akıl ve insafın üstün gelmesiyle dağılır gider. Bazılarınınki
de nefiste yerleşir, gittikçe artar, işte asıl hased, buna derler.
İmam Gazzalî hasedi
doğuran yedi sebeb bulunduğunu söyler:
a. Düşmanlık,
b. Kuvvetli,
üstün ve yüce olma isteği,
c. Büyüklenme,
d. Kendini
beğenme,
e. İsteklerini
elinden kaçırma korkusu,
f. Riyaset
(başkanlık) sevgisi,
g. Kişinin
tabiatının alçaklığı ve pisliği.
Bunların hepsi hasede
sebep olmakla beraber en âdisi nefsin ve huyun pisliğinden kaynaklanan
haseddir.
Rezil ve sefil
kişilerin çoğunun faziletli,ve değerli kişilere karşı olan çekemezlikleri bu
nevidedir.
Böylesi bir nefse
sahip olan kişiler sürekli olarak azab içinde kalırlar, diğer kişiler
yükseldikçe nimet sahibi oldukça, bunlar alçalır ve azabdan kıvranırlar.
Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kerem ve nimetlerinden kişilere isabet eden her mevki,
mal, nimet karşısında bunlar binbir mihnet ve sıkıntı içinde bulunurlar. Bu
kısım hasedin ilacı zor olduğundan böyle bir mizaca sahip olan kimselere kolay
kolay şifa bulamazlar. Zira kaynak dışarıda değil, nefsinin pisliğindendir.
Hasedçi çoğu zaman,
içinde bulunduğu tahammül edilmez. Sıkıntının şevkiyle hased ettiği kişinin
gıybetini yapmak zorunda kalır.
Gıybet, ise kıyamet
gününde kişinin salih amellerinin, gıybeti edilen kimseye gitmesine, gıybeti
yapılan kimsenin günahlarının da gıybet eden kimseye yükletilmesine sebep olur.
Ayrıca hasetçi çoğu zaman haset ettiği kimsenin elinde bulunan nimetlerin
zevalini ister. Bu ise Allah'ın kaza ve kaderine karşı gelmek demektir. İşte
hased, sahibini böyle amellerinin sevabını alamayan, müflis ve bedbaht bir
duruma düşürdüğünden, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, hasedin yaptığı bu
tahribat ateşin odunu ya da otu yakıp bitirişine benzetilmiştir.
Haset ettiği kişiye
zarar vermeye, gıybetini yapmaya götüren hasetler
haramsa da etrafına
zulmeden, eza ve cefa veren zâlim düşmanlar için ellerinde bulunan nimetlerin
zevalini temenni etmekte bir sakınca yoktur.[439]
İslâm terazisinde
kefesi daima ağırbasan insan, sadık, saf ve nefsi hile, ihanet, hased ve
düşmanlıktan temizlenmiş olan insandır. İbadeti az da olsa kefesi ağır basar
bu insanın.
Göğsü kin ve hased
dolu olan, insanları rahatsız eden bir insan ise ibadeti çok da olsa kefesi
hafif kalacaktır. Çünkü o, duvardaki hafif, içi boş bir tuğlaya benzer ve onun
gibileri bu duvarın yıkılmasına sebep olur. İsIâmın istediği örnek müslüman,
güzel ibadet, temiz kalp ve iyi muamelenin kendinde toplandığı özü sözü uygun bir
kimsedir. İşte bu tip müslümanlarla İslam toplumunun yapısı kuvvetlenir ve
Rasûlullah'ın belirttiği şekilde birbirine kenetlenmiş duvar gibi olur. Böylece
bu temiz ve birbirine kenetlenmiş toplum, Allah'ın âyetini insanlara taşımaya
lâyık olur.[440]
4904... Sehl
İbn Ebi Umame şöyle demiştir:
"(Birgün) babamla
birlikte, Ömer İbn Abdulaziz'in Medine Valiliği zamanında, Medine'de Enes İbn
Malik'in yanma girdim. Bir de baktık ki Hz. Enes yolcu namazı gibi ya da ona
benzer (kısa) bir namaz kılıyor. Selam verince babam (O'na):
Allah sana rahmet
etsin, söyle bakalım bu (kıldığın) farz bir namaz mıdır yoksa kıla geldiğin
nafile bir namaz mıdır? dedi (O da:)
Bu farz
namazdır ve Rasûlullah'ın
namazıdır. (Ben) unutarak yanıldığım birşey dışında (bunda
bile bile) hiçbir yanlışlık yapmadım. Muhakkak ki Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurdu: "(Kendiliğinden) nefislerinize zorluk çıkarmayınız. Sonra size
(Allah tarafından) zorluk çıkartılır. Nitekim (geçmiş ümmetlerden) bir kavim
kendilerini zora koştular da Allah da onlara zorluk çıkardı. İşte kiliselerde
ve mabetlerde kalıntıları bulunan "ruhbanlığı da onlar
uydurmuşlardır."[441]
Sonra ertesi günü (Ebu Umame) sabahleyin (Hz. Enes'e) varıp:
(Bizimle beraber çöl yolculuğuna katılman ve
oradaki ibretli eserleri) görmen ve ibret alman için (sen de hayvanına) binmez
misin? dedi. (Hz. Enes de:)
Evet, cevabını verdi.
Bunun üzerine hepsi de (vasıtalarına) bindiler ve halkı helak olmuş, yıkılmış
ve yok olmuş, tavanları çökmüş bir diyara geldiler. (Ebu Umame Hz. Enes'e:)
Bu diyarı tanıyor
musun? diye sordu, (Hz. Enes de:)
Burayı ve halkını hem
de nasıl tanıyorum. Burası öyle bir kavmin diyarıdır ki, onları azgınlık ve
kıskançlık helak etti. Çünkü haset iyiliklerin nurunu söndürül-, azgınlık ise
bunu ya doğrular, ya da yalanlar. (Yanı azgınlık hasedin yapılmasını istediği
kötü fiilleri ya yerine getirip onun hükmünü icra eder. Ya da onun hükmünü
icra etmesine imkân vermez). Göz zina eder, Avuç, ayak, beden, dil ve mahrem
yer de bunu ya doğrular, ya da yalanlar.[442]
Dine, dinin aslında
olmayan unsurları sokarak dini güç yetirilmez bir ibadetler manzumesi haline getirmenin
ve hasedle zulmün, ülkelerin kısa zamanda yok olup gitmesine sebep olacaklarım
ifade eden bu hadis, İbn Kayyım el-Cevziyye'nin tahkikine göre, sahih
değildir. Çünkü çocuk ağlaması gibi namazı kısa kesmeyi gerektiren çok ciddi
bir sebep olmadıkça Hz. Peygamber'in farz namazları kısa kestiği
görülmemiştir.
Şayet, bu hadisin
doğruluğu kabul edilse bile, Hz. Enes'in kılmakta olduğu söz konusu namazın
bir farz namaz olduğu düşünülemez. Olsa olsa sabah namazının sünneti gibi
revatip sünnetlerden biri olabilir. Hz. Enes dinleri tahribten, ruhbanlıktan
bahsetmekle farz namazları âdabına ve erkânına riâyet ederek kılmayı kast etmiş
olamaz. Ancak, çocuk ağlaması gibi namazı kısaltmayı gerektiren çok önemli bir
sebep olduğu halde namazı uzatmamayı kast etmiş olabilir.
Hasedle ilgili lüzumlu
açıklamayı bir önceki hadisin şerhinde yapmış olduğumuzdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[443]
4905... Hz.
Ebu'd-Derdâ, Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştin
"Kul bir şeye
lanet ettiği zaman o lanet semaya yükselir. Fakat (lanet çok korkunç bir
hadise olduğundan) gök kapıları (korkularından onu kabul etmek istemezler de)
hemen onun önünde kapanıverirler. Sonra yere iner; (fakat) onun önünde yer
kapıları da kapanır. Sonra (gidecek bir yer bulamadığından) sağa-sola
meyletmeye başlar. (Sağa ya da sola gitmek için de) bir izin bulamayınca
(gerçekten lanet edilmeye lâyık) ise lanet edilen kimseye döner. (Lâyık)
değilse lanet edene döner."
Ebu Davud der ki,
Mervan, Muhammed, senedinde bulunan Velid h.
Rebah'ın aslında Rebah
b. Velid olduğunu ve bu hadisi Nemraridan işittiğini söyledi. Yahya İbn Hassan
(ondan Velid İbn Rebah diye) bahsetmekle yanılmıştır.[444]
Lanet etmek, dua
yoluyla birşeyin Allah'ın rahmetinden kovulmasını ve uzaklaştırılmasını istemektir.
Belli bir şahsa bu manada kesin bir şekilde lanet etmek asla caiz değildir.
Ancak, Ebu Cehil gibi küfür üzere öldüğü kesin olarak bilinen kimselere lanet
etmekte bir sakınca yoktur. Binaenaleyh, zina isnadından dolayı, eşler
arasında başvurulan lâneüeşme olayında, lanetin yöneltildiği eş kesin bir
şekilde belli olmadığından sözü geçen lanetleşmede bir sakınca bulunmadığı
gibi, ölüp gitmiş olan bir kafir ya da bid'atçi için: "Eğer küfür
üzerinde ya da bid'at üzerinde Ölmüş ise Allah ona lanet etsin" demekte
de bir sakınca yoktur. Çünkü bu nevi lanette bir kesinlik (kat'îlik) yoktur.
Sadece bir şarta bağlılık (ta'lik) vardır.
"Allah hüllecîye
de hülle yaptırana da lanet etsin"[445] "Allah
ribayı, yiyene de yedirene de lanet etsin."
"Allah rüşvet verene
de alana da lanet etsin"[446]
"Allah kendini
kadınlara benzeten erkeklerle, erkeklere benzeten kadınlara lanet etsin."[447]
"Allah anne ile
çocuğunu ayıranlara Iânet etsin"[448]
"Allah saçlarına,
başkalarının saçlarını ulayanlara Iânet etsin."[449]
Mealindeki
hadislerdeki Iânet ise muayyen bir şahsa yöneltilmemiştir. Bilakis kimlikleri
meçhul kimselere yöneltilmiş bir lanettir. Bu sebeple bu nevi lanetlerde bir
sakınca yoktur.[450]
Ama müslümana yakışan,
hiçbir kimseye Iânet okumamaktır. Çünkü Cenab-ı Hak İblis dahil herhangi bir
şeye Iânet etmemizi bize vâcib kılmamıştır. Zira peygamber (s.a.): "Mü'min
sövüp sayıcı lanet edici, hayasızca konuşucu ve edepsiz değildir."[451]
"Şüphesiz ki
lanet ediciler kıyamet günü ne şâhid olurlar ne de şefaatçi.."[452]
"Müslümana sövmek
fasiklıktır. Onunla savaşmak ise küfürdür.”[453]
“Ben lânetçi olarak
gönderilmedim”[454]
buyurmuştur.[455]
4906...
Semure İbn Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Birbirinize
Allah'ın lânetiyie, gazabıyla ve cehennem ateşiyle lanet etmeyin"[456]
Hadis-i şerifde
müslümanlann: "Allah'ın laneti senin üzerine olsun, Allah'ın gazabı senin
üzerine olsun, Allah seni cehennemine soksun" gibi Allah'ın lanetini yada
gazabını veya cehennemini ihtiva eden sözlerle birbirlerine beddua etmeleri
yasaklanmaktadır.
Gerçek müslüman hiçbir
zaman Iânet kelimesine ağzını alıştırmamalıdır. Çünkü "Müslümana sövmek
fasıldık, onunla savaşmak ise küfürdür."[457]
"Allah Teala kötü
sözü ve kötü söz söyleyeni sevmez."[458]
Nitekim Fahr-i kâinat
efendimiz de: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim, ancak rahmet (peygamberi)
olarak gönderildim"[459]
buyurmuştur.
İslarmn temiz havasını
teneffüs etmiş bir müslümana lânetçilik ve küfürbazlık asla yakışmaz. O bu tür
vasıflardan çok, ama çok uzaktır.
Gerçek bir müslüman
konuştuğu her kelimenin hesabını vereceğini, kalbinin derinliklerinde hisseder.
Hayat şartlan onu bazı tartışmalara sürüklerse de öfkesini yenmeyi ve
sinirlerine hâkim olmayı bilir.[460]
4907...
Ebu'd Derdâ Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Lânetçiler, kıyamet
gününde ne şefaatçi olabilirler, ne şâhid olabilirler"[461]
Bilindiği gibi şefaat
aslında Allah'a mahsus bir hak[462]
olmakla beraber yüce Allah Rasulûne, kendisine şirk koşmayan günahkâr
mü'mirilere kıyamet gününde şefaat etme izni verecektir.[463] RasûIüne
bahşetmiş olduğu bu yüksek makama da "Makam-ı Mahmûd" denir.[464]
Hz. Peygambere tanınan
bu ilk şefaat yetkisinden sonra şefaat etme sırası, diğer peygamberlere, âlimlere
ve şehidlere verilecektir.[465]
Yine meleklere ve bazı mü'mirilere de şefaat izni verilecektir.[466] Fakat, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte,
lânetçi kimselerin kıyamet gününde hiçbir şefaat etme yetkisine sahip
olamayacakları ifade edilmektedir. Bu hadis-i şerifte ayrıca: "Ey
müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün
insanlar üzerine adalet örneği ve hak şahidleri olasınız"[467]
mealindeki âyet-i kerimede ve benzerlerinde kıyamet gününde Hz. Muhammed
ümmetine verileceği bildirilen diğer ümmetlere. Peygamberlerin tebligatta
bulunduklarına dair şahitlik etme yetkisinin de lânetlilere verilmeyeceği
bildirilmektedir. Metinde geçen "şahidlik" kelimesi aslında üç manaya
gelebilir.
a. Ahirette diğer ümmetler hakkında ve
peygamberlerin tebligatı hakkında şahitlik etmek,
b. Dünyada şahitlik etmek,
c. Allah yolunda şehid olmak. Bunların
içerisinde hadisin ruhuna en uygun olanı birinci mana olduğundan biz bu manayı
tercih ettik.[468]
4908... İbn
Abbas'dan (rivayet edildiğine göre); Bir adam rüzgâra lanet etti... (Bu hadisi
Musannif Ebû Davud'a rivayet eden diğer râvi) Müslim (ise bu hadisi) şöyle
rivayet etti: "Hz. Peygamber zamanında rüzgâr bir adamın etekliğini
vücudundan çekip aldı. Adam da rüzgâra lanet etti." Bunun üzerine
Peygamber (s.a.):
"Ona, lanet etme!
Çünkü o emirle hareket eder ve bir kimse lâ-nete ehil olmayan bir şeye lanet
edecek olursa o lanet kendisine döner" buyurdu.[469]
Allah'ın emri seresi
rüzgârlar bazan esip insanlara bereketli yağmurlar getirip ekinlerin ve
meyvelerin olgunlaşıp tatlanmasına
hizmet ederlerken, bazan da evlerin çatılarını uçurup, ağaçlan ve ekinleri
köklerinden söküp yeşillikleri kurutarak büyük felaketlere ve zararlara sebep
olurlar. Bu hadiselerin hiçbiri rüzgârın kendi irâde ve arzusuyla olmuş
değildir. Rüzgârın bu hâdiselere sebep olması, ancak ve ancak yerlerin ve
göklerin yegâne hâkimi olan yüce Allah'ın iradesiyle, insanların imtihan
hikmetine mebni olarak meydana gelmektedir. Rüzgârın irade ve ihtiyarı
olmadığına göre o bu zararların meydana gelmesinde sadece bir alet
hükmündedir. Bilindiği gibi alet, akıl ve irade sahibi olmadığından cezaî
ehliyete sahip değildir.
Binaenaleyh müslüman
herşeyde olduğu gibi; rüzgârın esip hayır ve şer getirmesi gibi tabiat olayları
karşısındaki tavrında da devamlı uyanık olmalı ve daima lanet etmekten uzak
durmalıdır:
"Hak kulundan
intikamın yine abdiyle alır.
Bilmeyen ilm-i ledünnü
anı abd etti sanır.
Her işin halikı O'dur,
abd elinde işlenir.
Sanma ansız Bahriyâ,
âlemde bir çöp deprenir."[470]
4909... Âişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre birgiin); kendisinin bir şeyi çalınmış da
çalan kimseye beddua etmeye başlamış. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"(Böyle beddua
ederek) onun günahını hafifletme" buyurmuş.[471]
Fethü'l-Vedûd yazarının
açıklamasına göre Hz.Peygamber, Hz. Âişe'yi bir eşyasının çalınmış olmasından
dolayı öfkeli bir halde hırsıza beddua ederken görünce, ona bedduayı terk
etmeyi tavsiye etmiştir. Çünkü bir insanın bir insanı üzüp öfkelendirmesi,
öfkelendiren kimsenin kıyamet gününde cezaya çarptırılmasını gerektirir.
Öfkelenen kimsenin beddua etmesi ise bu günahı hafifletir. Öyleyse zarara
uğrayan kimsenin uğradığı zarardan dolayı kendisini zarara uğratan kimseye
beddua etmesinin hiçbir yararı yoktur.
Hz. Peygamberin, bu
sözden maksadı suçlunun günahının azalmasını önlemek ve kesinlikle azaba
çarptırılmasını sağlamak değil, beddua etmenin lüzumsuzluğunu açıklamaktır.[472]
4910... Enes
İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birbirinize
düşmanlık beslemeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin.
Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun! Bir müslümanın bir din kardeşine üç günden
fazla küsmesi helâl değildir."[473]
Hased: Bir nimetin din
kardeşinden alınıp kendisine verilmesini istemektir ki, pek çirkin bir şeydir.
Buğz: Sevginin
zıddıdır.
Tedâbür: Birbirlerine
sırt çevirmek demektir. Kaadı Iyaz'a göre bundan murad, birbirinize düşmanlık
etmeyin, demektir. Birbirinizi terk etmeyin manasına geldiğini söyleyenler de
vardır.
Taberanî diyor ki:
"Bu gibi şeyler kazanmakla elde edilmez." Binaenaleyh onları teklif
de doğru değildir. Buradaki nehiy onların sebeplerine hamledilir; yani buğzu,
hasedliği ve küsüşmeyi icab eden işleri yapmayın, demektir.
Zührî'nin
rivayetindeki dört hasedden murad: Buğzetmemek, hasedlik etmemek, birbirine
sırt çevirme ve kardeş olmaktır.
Şafiîlere göre bu
hadis, bir müslümanın din kardeşi ile üç günden fazla dargın kalmasının haram;
üç gün dargınlığın ise mubah olduğuna delildir. Üçüncü günden fazla süren dargınlığın
haram olduğuna nass ile üç günlük dargınlığın mubah olduğuna ise mefhum-i
muhalifi ile delâlet etmektedir. Üç günlük dargınlığın affedilmesi, insanın
yaradılışında gadab ve kötü huyluluk bulunduğundandır.
Hanefilere göre,
mefhum-i muhalif sahih delil değildir. Onlarca üç eünden fazla dargınlığın
haram olduğunu beyan, üç gün dargınlığın helal olmasını iktizafnez.
Bazıları bu
dargınlığın dünyaya ait bir iş için üç gün olduğunu, âhiret için olursa üç
günden fazla dargın durmanın meşru kılındığını söylemiş, Peygamber (s.a.)'in
Tebuk gazasına iştirak etmeyen üç kişi ile elli gün konuşmadığını, ashabına da
onlarla konuşmamalarını emrettiğini, buna misal göstermişlerdir. Bu zevatın
tevbeleri kabul buyurulduğuna dair âyet inmiş ve müslümanlar kendileri ile
konuşmaya başlamışlardır.
Dargınlığın, sırf bir
selamla sona erip ermeyeceği ulema arasında ihtilaflıdır. Cumhura göre
mücerred bir selam vermek veya almakla dargınlık sona erer. Bir rivayette İmam
Malik'in kavli de budur. İmam Ahmed'e göre dostluk eski haline dönmedikçe
dargınlık geçmiş sayılmaz. Mâlikîlerden İbn Kaasim'ın kavli de budur.[474]
4911... Ebu
Eyyûb el - Ensarî'den (rivayet edildiğine göre);
Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Hiçbir müslümana kardeşini -karşılaştıklarında biri
yüzünü bir tarafa, diğeri Öbür tarafa çevirecek derecede- üçgünden fazla terk
etmesi helâl değildir. Hayırlıları ise daha önce selâm verenleridir.”[475]
4912... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir mü'minin bir
mü'mine üç günden fazla küsmesi helal olma/. Eğer küsen kimse (küs iken)
üzerinden üç gün geçecek olursa hemen ona varıp selam versin. Eğer selamını
alırsa (her ikisi de barışmanın) sev(abın)a ortak olurlar. Eğer selamı almazsa
(küslüğün) günah(ını) yüklenmiş olur." (Ravi Ahmed b. Said rivayete şu
sözleri de) ekledi: "Selam veren de küslük (günahın) dan kurtulmuş
olur."[476]
4913... Âişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir müslümanın
bir müslümana üç günden fazla küsmesi (helal) olmaz. Binaenaleyh (din kardeşine
küsen kimse) onunla (her) karşılaştığında selam verir (ve bu karşılaşma ve
selamlaşma) üç defa (tekerrür ettiği halde o zat) bu selamların hiçbirini de
almazsa (küslüğün) günahını yüklenmiş olur."[477]
İyi günler kadar kötü
günler, sevinç kadar üzüntü; sukûnet kadar gürültü ve kızgınlık da bu hayatın
tabiî hallerindendir. Sevinmek bağışlamak hoş görmek gibi kırılmak, üzülmek
ve küsmek de beşerî davranışlar ve reaksiyonlardır.
Hadisimiz, sebebi ne
olursa olsun mü'min için din kardeşine küsme süresinin en çok üç gün olduğunu
belirlemektedir. "Hiç küsmeyin" dememekte küsme ihtiyacını tatmin
süresini oldukça kısaltarak müslüman toplumda köklü bir ülfet ve muhabbetin
devamını sağlamaya çalışmaktadır.
"Üç günlük dünyada",
"üç gün" ömrü olan bir hakkı, hiç kullanmamak yani küsmemeye çalışmak
belki daha da uygundur, en azından idealdir...
Karşılaşınca
"selam"!aşmaları bir vecibe olan iki müslümandan birinin bir tarafa
ötekinin bir başka tarafa başını çevirip birbirini görmezlikten gelerek geçip
gitmeleri kadar din kardeşliğine ters düşen bir başka davranış düşünülebilir
mi?
Bu yakışıksız duruma
son vermek büyük bir hayırdır. Mümkün olan en kısa zamanda son vermekse daha
büyük bir hayırdır. Tabiatiyle böyle bir teşebüsü ilk kez ortaya koyan, o
kişilerin en hayırlısı olacaktır.
Aslında selam vermenin
90, alanın 10 sevab kazanacağı, yani toplumda sulh ve sükûnun, emniyetin,
devamını sağlayıcı, başkalarının, iyiliğini
isteyici ve
zararsızlığı sembolize edici iik işareti verenin onda dokuz oranında üstünlüğü
kabul edilmiştir. Bu da ilk selamı verenin hayırlı olmasını bir başka açıdan
ortaya koymaktadır.
Ancak açık küfrü,
bid'alı ve günahkârlığı sebebiyle, kişiyi, bu halleri devam eliği sürece
terketmek caizdir. Yoksa böyle zann tevehhüm ederek herhangi bir müslümanı terk
etmek asla caiz değildir. Hele hele "bizim grubtan değil" gibi pek
abes bir gerekçe ile başka dini grublara selam vermemek cinsinden çiğlikler
hiç kimseye fayda getirmeyecektir. Hiç bir ciddî sebeb yokken, halk arasına
çokça söylendiği gibi "artık herşey bitti, ölürsem cenazeme gelmesin,
ölürse cenazesine gitmem" şeklinde uzlaşmaz, ve barışmaz bir tutum içine
girilmesini dinimiz asla tasvip etmemektedir. Zaten İslam toplumunun buna
tahammülü de yoktur.
"Üç günlük"
küs durma ruhsatı talim ve terbiye maksadına yöneliktir. Herhangi bir hata
işleyen müslümanın, hatasını anlaması için en fazla üç gün dargın
durulabilecektir. Ötesi haramdır. Daha kısa sürede barışılması ise çok daha
güzel ve hayırlıdır.[478]
4914... Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah {s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Bir müslümanın
(din) kardeşine üç (gün)den fazla küsmesi helal olmaz. Kim (müslüman kardeşine)
üç günden fazla küser de (böyle küs haliyle) vefat edecek olursa cehenneme girmeyi
haketmiş olur."[479]
4915... Ebu
Hıraş es-Sülemî'den (rivayet edildiğine göre); kendisi Resûlullah (s.a.)'i
şöyle buyururken işitmiş:
"(Müslüman)
kardeşine bir sene küs duran kimse onun kanım dökmüş gibi (günah kazanmış)
olur."[480]
Mevzumuzu teşkil eden
(4914) nolu hadis-i şerifteyir müslümanın bir müslümana üç günden fazla küs
durmasının ve böyle küs iken vefat etmesinin onun cehennemlik olmayı
hakketmesine sebep olacağını ifade etmekte ve bir müslümana bir sene küs
durmayı ise onu öldürmeye benzetmektedir. Bu benzetme, sözü geçen küslüğün her
bakımdan bir müslümanı öldürmeye denk olduğu anlamına gelmez. Binaenaleyh üç
günü aşan ve sahibinin ölümüne kadar da süren bu küslüğün bir müslümanı
öldürmeye benzemesi sadece bu kişinin cehenneme girmesine sebep olması
yönündendir. Yoksa derece yönünden değildir. Çünkü bilindiği gibi adam öldürmek
Allah'a şirk koşmaktan sonra gelen en büyük günahtır. Şirkten başka hiçbir
günah ona denk olamaz.[481]
Sahibinin ölümüne
kadar süren küslük onun cehennemlik olmasına sebeb olması itibariyle bir
müslümanın kanını dökmeye benzemekle beraber, mutlaka sahibinin cehenneme
girmesini gerektirmez. Allah af ederse girmekten kurtulmuş olur.
Sonuç itibariyle bir
müslümana üç günden fazla küs durmak haramdır. Haramhğı gerektiren küslüğün
asgari haddidir. Küslük bir sene devam etmekle zaman itibariyle kötülükte en
son haddine ulaşmış olur. Bu sebeb-le (4915) numaralı hadis-i şerifte sahibini
cehennemlik eden küslüğün bir sene devam eden küslük olduğu ifade edilmiştir.
Belki de bu müddetin bir sene olarak belirlenmesine sebep çoğu zaman insanın
mizacının, bir sene içinde değişmesindendir. Çünkü dört mevsimin insan üzerinde
ayrı ayrı tesiri vardır. Bu mevsimler içerisinde insanın mizacı değişip
küslüğünden dönüp, hasmıyle helalleşebilir. Tevbe edip bu günahına son
verebilir. Nitekim hadis-i şerifte müddet olarak bir seneden bahsedilmesini
böyle açıklayanlar olmuştur.
Benzetmeden gaye,
maksadı çarpıcı ve mübalağalı bir şekilde anlatmak olduğu, ayrıca kendine
benzetilenin, benzetilenden üstünlüğünün bir teşbih kuralı olduğu düşünülürse
bu hadis-i şeriflerdeki bir müslümana küsmenin bir müslümanı öldürmeye benzeti
İme s indeki esas gayenin, küslüğün günah olarak gerçekte bir müslümanı
öldürmeye denk olduğunu ifade etmek değil, fakat onun günah olduğunu mübalağalı
bir şekilde anlatıp müslümanları ondan sakındırmak olduğu kolayca anlaşılır.[482]
Fıkıh ulemasının haram
olan küslüğün müddeti konusundaki görüşlerini (4910) numaralı hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[483]
4916... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cennet kapıları,
her pazartesi ve perşembe günleri açılır. Bu iki günde kendisiyle (din) kardeşi
arasında düşmanlık bulunan kimseden başka, Allah'a şirk koşmayan herkes
bağışlanır. (Aralarında düşmanlık bulunan bu iki kimse hakkında meleklere):
Bu ikisini
birbirleriyle barışincaya kadar bekletiniz" denir.[484]
Ebû Davud der ki:
Peygamber (s.a.) hanımlarından bazılarına kırk gün, İbn Ömer de oğlunun birine
ölünceye kadar küsmüştür.
Küslük Allah için
olursa (o zaman küsen kimseye hadiste geçen) bu tehdidden bir pay yoktur.
(Nitekim halife) Ömer ibn Abdtl-Aziz bir adam-a karşı (onu görmemek için)
yüzünü kapatmıştır.[485]
Şahnâ: Kin ve
düşmanlık anlamlarına gelir. Tîbî'nin açıklamasına
göre metinde geçen "bekletiniz" hitabına bir muhatab lâzımdır ki bu
muhatab da Allahü Teala'nın pazartesi ve perşembe günlerinde kulların
bağışlandığı kendilerine bildirilen meleklerdir. Yüce Allah bu meleklere, sözü
geçen günlerde şirk koşanların dışında, birbirlerine küs olanlardan başka
herkesin bağışlandığı bildirilince bu rahmet melekleri:: "Ey Allahım,
bunları da affet, diye Allah'a niyazda bulunurlar. Bunun üzerine Yüce Allah bu
meleklere:
Onları, barışıncaya
kadar bekletiniz, buyurur.
Münâvî'ye göre cennet
halihazırda mevcut olduğundan, metinde geçen "Cennet kapılan açılır"
sözüyle, cennet kapılarının hakiki manada açılmalarının kasd edilmiş olması
mümkün olmakla beraber burada bu cümleyle, Allah'ın af ve mağfiretinin
çokluğu, müslüniahların cennetteki makamlarının yükselmesi, kullarına bol bol sevab
ve ecir ihsan etmesidir.[486]
Bezlü'l-Mechud yazarının açıklamasına göre ise metinde geçen "cennet
kapıları açılır" sözünü diğer hadis-i şeriflerin ışığında açıklamak icab
eder. Buna göre bu cümle ile kast edilen mana şöyle olur:
"Pazartesi ve
Perşembe günleri amellerin göğe yükselip kabul edildiği günlerdir. Göğe
yükselen bu amellerin iyi ve kötüleri tartıldıktan sonra, iyi amellerle kötü
ameller eşit olurlarsa kötü ameller affedilir. Fakat kötü ameller iyi
amellerden daha fazla gelecek olursa bu fazlalık, affedilmeden
bekletilir." Eğer bu mevzuda gelen diğer hadisler hesaba katılmadan sözü
geçen cümleye "cennet kapıları açılır da mü'minlerden küs olmayan herkes
affedilir"şeklinde bir mana verilecek olursa kabir azabı, amellerin
tartılması, cehennem gibi terimlerin hiç bir anlamının kalmaması gerekir.[487]
Nitekim "ameller
(Allah'a) pazartesi ve perşembe arz edilir. (Bu bakımdan) ben amellerimin
oruçlu iken arz edilmesini arzu ederim de bu sebeple bu iki günde oruçlu
olurum"[488] mealindeki hadis-i şerif
de Bezi yazarının bu görüşünü te'yid etmektedir.
Hadis-i şerif, şirk ve
müslümanlara kin beslemenin ne büyük bir vebal olduğunu açık bir şekilde ifade
etmektedir. Ancak Musannif Ebu Davud'un da açıkladığı gibi Allah için küsmekte
hiçbir sakınca yoktur. Hatta bir hadis-i şerifte Allah için sevmenin ve Allah
için kin beslemenin iman kuvvetinin alâmetinden olduğu ifâde buyurulduğu[489]
gibi diğer hadis-i şerifte de: "Allah'a en sevimli amel, Allah için
sevmek ve Allah jçin buğz etmektir."[490]
Duyurulmuştur.
İşte bu sebepledir ki
Hz. Abdullah İbn Ömer oğluna ölünceye kadar küsmüş; Hz. Ömer İbn Abdülaziz de
bir adamdan yüz çevirmiştir.[491]
4917... Hz.
Ebu Hüryere'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullalı (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zandan
sakınınız. Çünkü zan sözlerin en yalanıdır. Başkalarının (gizli) konuşmalarını
dinlemeyin ve tecessüsde bulunmayın."[492]
Sû-i zann; bir kişi
hakkında -aslına ermeden- kötü bir fikre sahip olmaktır.Kalbin duygularından, özelliklerinden
biridir. Ali cenab tabiatlarda nâdir bulunur.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre su-i zandan maksat, hatırdan gelip geçen şeyler değil,
hakikat kabul edilerek kalben tasdik edilen zandır. Çünkü hatırdan gelip geçen
şeylerin önünü almak mümkün değildir.
Böyle aslına ermeden
hakikatmiş gibi kabul edilip kalben tasdik etmek anlamındaki zanna uyanları
cenab-i Hak Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli sure ve âyetlerinde[493]
kötülemiş böyle bir saplantıyı mü'minlere nehy etmiştir.
Tecessüs: Bir şeyin iç
yüzünü araştırmak, demektir. Asayiş ve kişilerin selametinin korunması,
bölgelerin ve düşmanların durumunu tahkik için yapılan teftişler bir tarafa
bırakılırsa bunun dışında bir adamın ayıplarını teftiş ve tecessüse kalkışmak
çirkin bir davranıştır. Bu husus "Birbirinizin kusurlarını
araştırmayın"[494]
âyetiyle yasaklanmıştır. Sevgili Peygamberimiz de: "Din kardeşinizin
ayıbını araştırmayın. Eğer araştırırsanız herşeyi bilen Cenab-ı Hak da sizin
ayıplarınızı evinizin içinde bile olsa ifşa ve sizi rüsvay eder"[495]
buyurmuştur.
Tehassüs: Başkalarının
sözünü gizlice dinlemektir. Bazıları tecessüs bir sırrı başkaları için
dinlemektir. Tahassüs ise kendisi için dinlemektir, demiştir. Her ikisinin de
aynı manaya geldiğini ve her ikisinin de bilinmeyen hal ve haberleri öğrenmek
istemek anlamı da olduğunu söyleyenler de vardır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif müslümanlar hakkında kötü zanda bulunmanın ve onların
kusurlarını araştırmanın haram olduğuna delâlet etmektedir.
Binaenaleyh bütünüyle
sevgi, şefkat ve kardeşlik dolu bu Peygamber tavsiyelerini düşünen müslüman,
kalbinde bir hastalık, fıtratında bir eğrilik yoksa buğz ve kini taşıyamaz.
Müslümana yakışan din
kardeşleri için iyi fikir ve güzel düşünce beslemektir. Bilindiği gibi
müslümanlar hakkında iyi düşünceler beslemeğe "hüsn-i zann1' denir. Bu
güzel bir huydur. Fakat hüsn-i zan besleyeceğim diye tedbiri elden bırakmak da
doğru değildir.
Nitekim 4861 numaralı
hadisin şerhinde açıklamıştık.[496]
Ebu Hureyre (r.a.)'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
4918... "Mümin
mü'minin aynasıdır ve mü'min, mü'minin kardeşidir. Onun geçimini muhafaza eder
ve onu arkadan da çepçevre sarıp (tehlike ve zararlardan) korur"
buyurmuştur.[497]
Nasihat: Kalbte hiçbir
kötülük bulunmamak şartıyla ilgili zat için
hayır ve kemal değinde bulunmak veya onun hayrına olan işi bizzat
yapmaktır. Kısaca samimi düşüncelere sahip olup samimi davranmak demektir.
Gerçek manada öğüt
vermek de böyle hayır ve kemal dileğinde bulunmanın, samimi düşüncelere sahip
olup samimi davranmanın bir neticesi olduğu için "nasihat" öğüt
vermek anlamında da kullanılır.
Kişi yüzünün kir ve
lekesini temiz bir ayna olmadan göremeyeceği gibi batını kusurlarını da görüp
temizleyebilmek için söz veya haliyle kendisine kusurlarım gösterecek iman,
amel ve ahlâk yönünden kendisinden daha olgun, üstün ve dürüst öğüt veren bir
zata ihtiyacı vardır. Bunun için Rasul-i zişan efendimiz, "mü'min mü'minin
aynasıdır" buyurmuştur. Bize düşen vazife bu aynaları incelemektir. Çünkü
ayna var ki kirli ve paslıdır, güzel göstermez. Şüphesiz doğru dürüst gösteren
temiz aynalar olduğu gibi küçük büyük, eğri-büğrü gösteren aynalar da vardır.
İşte bunun gibi
arkadaş var ki, insanı olduğu gibi göstermez de yüzüne karşı yalandan över,
övülen kimse de kendini kusursuz sanır. Böylece aldanıp kibire düşer. Arkadaş
da var ki bunun tam tersine insanı olduğundan daha aşağı göstererek
ümitsizliğe ve dolayısıyla başarısızlığa düşürür. Kâmil mü'min ise karşısındaki
mü'mine hakiki manada aynalık yapıp onun varsa kusurlarını ya da faziletlerini
olduğu gibi, eksiksiz olarak gösterip, ümitsizliğe veya kibire düşürmeden onu
daha yüksek hedeflere yöneltir. Bunlar kemâle ermek isteyen mü'minlerin
rehberlikten müstağni kalamadıkları kâmil mürşidlerdir. Nitekim şu âyet-i
kerimede müslüman-ların böylesi kâmil mü'minlere olan ihtiyaçlarına işaret
edilmektedir: "De ki: (Yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları,
size haber vereyim mi? Onlar, kendileri iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında
sa'y-ü gayretleri boşa gitmiş olanlardır.”[498]
Muhakkak ki
müsllimanlara en mükemmel manada aynalık etmek kâmil mürşidle de
gerçekleşmekle beraber, diğer müsîümanlar da kemâlleri ve faziletleri
nisbetinde diğer mü'minlere aynadarlik ederler. Onlar hakkında samimi duygular
besleyip sözleri ve davranışlarıyla onların iyiliğine ve hayrına çalışıp
onlara herhangi bir yerden ulaşabilecek olan zararı önlemeye çalışırlar.
Binaenaleyh müslüman
kendi malını ve menfaatini koruduğu gibi mü'min kardeşininkilerini de aynen
koruyup gözetmelidir.[499]
4919...
Ebudderdâ'dan (rivayet edildiğine göre) Râsulullah (s.a.) (birgün) sahabelere;
"Size oruçtan da
namazdan da ve sadakadan da daha faziletli olan bir amel haber vereyim
mi?" demiş.(Onlarda):
Evet ya Rasûlullah
(haber ver), demişler. (Bunun üzerine Rasûlullah):
"(O) iki kişinin
arasını düzeltmektir. İki kişinin arasını açmak (ise usturanın kılı kazıdığı
gibi dini kökünden söken) bir kazıyıcıdır," buyurmuş.[500]
Hadis-i şerif müslümanlar
arasında sevgi ve saygı bağlarını geliştirmenin, onların aralarındaki kırgınlıkları
gidererek, aralarını bulmanın, namaz, oruç ve sadaka ibadetlerinden daha
faziletli olduğunu ifade etmektedir. Bazı âlimler, müslümaıüann aralarını
düzeltmenin sadece nafile ibadetlerden üstün olabileceğini, farz ibadetlerden
üstün olamayacağını söylemişlerse de, bazıları hadisi mutlak manaya hamlederek;
müslümanlann arasını düzeltmenin farz namazlardan da farz olan oruçlardan ve
sadakalardan da daha faziletli olduğunu söylemeye hiçbir şer'i nassın mâni
bulunmadığım söylemişlerdir. Çünkü çoğu zaman dargınlıklar ve kinler insanları
kan dökmeye ve iç savaşlara götürmüştür. Bu fesad ve bozuk ahvale engel olacak
çabaların derecesi de elbette temin etmiş olduğu neticenin büyüklüğü
nisbetinde fazla olacaktır.
Bu gerçeği
anlayabilmek için Rasûlullah (s.a.)'in mü'minlerin arasını bulmak gayesiyle
söylenen yalanı, yalan saymamış olmasını düşünmek bile yeter.
Bu mevzuda bir hadis-i
şerif şu mealdedir: "İnsanların arasını bulup hayır haber götüren veya hayır
söyleyen yalancı değildir."[501]
Müslim'in rivayetinde
şu fazlalık vardır: "Rasûlullah (s.a.)'i şu üç şey dışında insanların
söyledikleri şeyde (gerçek dışına çıkmaya) izin verdiğini duydum: Harp ve
insanların arasını bulmak, erkeğin karısına, kadının da kocasına söylediği
söz."[502]
4920... (Humeyd
b. Abdurrahman'in) annesinden (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"(İki müslümamn)
arasını düzeltmek için (onların birinden diğerine, düşmanlığı kaldırıp yerine
dostluk duygularını uyandırıcı asılsız haberler) taşıyan kimse yalancı
değildir."
(Bu hadisi Ebu Davud'a
rivayet edenlerden) Ahmed h. Muhammed ile Müsedded (hu hadisi; gerçekte
duymamış olduğu halde, aralan açık olan iki kişinin birinden diğerine sanki
duymuş gibi) hayır(lı söz) aktararak yûhutta hayır(h söz) taşıyarak (o) iki
kişinin arasını düzelten kimse yalancı değildir" (şeklinde) rivayet
ettiler.[503]
4921... Ümmü
Gülsüm bint. Ukbe dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ın üç şeyden başka bir şeyde
yalan söylemeye izin verdiğini duymadım. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyururdu:
"Ara düzeltmek gayesiyle (asılsız) söz söyleyip de insanların arasını
düzelten kimseyi; (düşmanı mağlub etmek için) harbte (yalan) söyleyeni;,
karısına (yalan) söyleyeni, kocasına (yalan) söyleyen kadını, ben yalancı
saymam."[504]
Kadı Iyaz üç yerde
yalan söylemenin bil ittifak caiz olduğunu söylemiştir. Ancak bu yerlerde mubah
olan yalandan muradın ne olduğu ihtilaflıdır: Ulemâdan bir cemâate göre bir
maslahattan dolayı bu üç yerde yalan söylemek mutlak surette caizdir.
Yasaklanan yalan, zararlı olandır. Bir zalim, birinin yanında gizlenmekte olan
kimseyi öldürmek istese "nerede olduğunu bilmiyorum," diyerek yalan
söylemesi bilittifak vacib olur. Diğer bir takım ulemâya göre yalan söylemek
hiçbir hususta caiz değildir. Onlarca üç yerde yalan söylemenin caiz
olmasından maksat, tevriyeli yani kapalı ve ihtimâli! söz söylemektir. Meselâ
bir adam karısına iyi bakacağım, ona şöyle şöyle elbise giydireceğine vad eder
de kalbinden: "Allah takdir ettiyse yaparım" diye niyet ederse bu bir
tevriyedir. Dargın kimseleri barıştırmak için iki taraftan her birine güzel
sözler nakleder ve tevriye yapar. Harpte de ayrit şekilde hareket eder. düşmana
giderek "sizin en büyük kumandanınız öldü" der, fakat bununla onun
geçmişteki bir kumandanına niyet eder.
Karı-kocanın
birbirlerine yalan söylemelerine gelince; bundan murat birbirlerine sevgi
göstermeleri ve icrası lazım gelmeyen şeyleri vâdetmeleridir. Birbirlerine olan
borçlarını vermemek yahut hakkı olmayan şeyleri birbirlerinden istemek gibi
hususlarda yalan söylemeleri bil icma haramdır.[505]
4922...
Muavviz İbn Afra kızı Rubayyi' dedi ki: Rasûlullah (s.a.) zifaf gecemin
sabahında yanıma girip (şimdi) senin benimle oturuşun gibi o yatağımın üstüne
oturdu. (O sırada yanımda bulunan) kızlar(ımız) deflerine vurarak Bedir
(savaşı) günü şehid olan babalarımızın kahramanlıklarını dile getiriyorlardı.
(Bu durum) içlerinden birinin: "Aramızda yarın ne olacağını bilen bir
Peygamber vardır" (mısralarını) söylemesine (kadar) devam etti. Hz.
Peygamber, (ancak Allah için söylenebilecek olan bu son mısrayı işitince
rahatsız olup bunu söyleyen kız çocuğuna hitaben):
Sen bunu bırak da
söylemekte olduğun sözü söyle(meye devam et)" buyurdu.[506]
Bu hadis-i şerif bazı
ezgilerin helal olduğunu söyleyen imam Gazzâlî'nin ve bu görüşü paylaşan bazı
fıkıh alimlerinin delilidir.
Def: Kalbur şeklinde
olup bir yüzüne deri çekilerek diğer yüzü boş bırakılan çalgı aletidir.
'Cüveyriye: Henüz
ergenlik çağına gelmemiş küçük kız çocuğu. Metinde geçen bu kız çocuklarından
maksat ensarın hür kız çocuklarıdır. Kö-leleştirilmiş kız çocukları değildir.
Nüdbe: Ölünün,
iyiliklerini kahramanlıklarını sayıp dökmektir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte sözkonusu edilen olay daha kadınların örtünmesini emr eden
hicab âyeti inmeden vukua gelmiştir, o sıralarda erkeklerin yabancı kadınların
yanına girip çıkmaları henüz yasaklanmamıştı.
Hz. Peygamberin:
"Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber vardır" mısralarını
duyunca bu mısraları söyleyen kıza: "Sen bu sözü bı rak da daha önce
söylemekte olduğunu, Bedir kahramanları ile ilgili hamaset şarkılarım söyleyip
çalmaya devam et" buyurması bu sözlerin: "Gaybı Allah'dan başkası
bilemez..."[507] ve
"... kişi yarın ne kazanacağını bilemez."[508]
gibi âyet-i kerimelere aykırı olmasındandır.
Binâenaleyh Hz.
Peygamber, bu sözüyle gerçeği değil, batılı dile getiren şiir ve nağmeleri
yasaklayıp hakkı ve hakikati dile getiren şiir ve nağmelere izin vermek
istemiştir.
Bu mevzuda Buharı'de
geçen bir hadis-i şerif de şu mealdedir: "Hz. Aişe dedi ki: Bir defa Mina
günlerinde (yani Kurban bayramının ilk üç günlerinden birinde) Rasûlullah
(s.a.) yanıma girdi. Karşımda "Buâs" ezgilerini (def çalarak) okuyan
iki kız vardı. (Hz. Peygamber bunları görünce) yatağına uzanıp (mübarek)
yüzünü çevirdi. (Derken) Ebu Bekir (r.a.) (oraya) giriverdi. "(Bu ne hal)?
Rasûlullah (s.a.)'ın yanında şeytan mizma-rı mı?" diyerek beni azarladı.
(Bunun üzerine) Rasûlullah (s.a.) ona dönüp: " Onlara ilişme"
buyurdu. Babamın zihni başka bir şeyle meşgul olunca kızlara işaret ettim,
onlar da çıktılar."[509]
İbn Kayyim
el-Cezviyye'ye göre Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'in kızların söylediği
ezgileri "şeytanın mizmarı" diye isimlendirmesini reddetmemesi, onun
haramlığına delalet eder, kızların bu müziğe devam etmelerine izin vermesi ise
onların henüz mükellef olmayışlarındandır.
Şafiî ulemasından İmam
'Gazzali'ye göre bayram ve sevinç günleri içerisinde, haram olan ya da
insanları fitneye sürükleyen sözler veya fiiller bulunmayan ezgileri çalıp
söylemede bir sakınca yoksa da haram söz, ses ve fiilleri ihtiva eden ezgileri
söylemek ya da dinlemek haramdır.
Malikîlere göre def ve
davul gibi nikahı ilan etmeye yarayan müzik aletlerini çalıp 'dinlemek,
üzerlerinde ses çıkaran başka aletler bulunmamak şartıyla caizdir.
Hanbelilere göre,
aslında güzel ses bizatihi helaldir. Bu sebeple Kur’anı güzel sesle okumak
müstehab olmuştur. Fakat Kur1 anın harflerinin değişmesine sebep olan nağmeler
haram kılınmıştır. Yani önemli olan ezgilerin neye âlet olduğudur. Harama alet
olanı haram iyiye alet olanı da iyidir. Fakat çalgıların her çeşidi haramdır.
Hanefilere göre ise
haramı tasvir eden ezgiler haram, helali tasvir eden ezgiler ise helaldir.[510]
el Mühelleb'in
açıklamasına göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i Şerif defle ve çalınması
mubah olan diğer çalgı aletleriyle nikahı ilan etmenin lüzumuna delalet
etmektedir.
Müzik konusunda
yapılan araştırmaları bir değerlendirmeye tâbi tutarsak şunu söyleyebiliriz.
"Önce müzik yapmak veya dinlemek tıpkı lezzetli yiyecekler, yemek güzel
elbiseler giymek, kokuların güzelliğini hissetmek gibi Allah'ın kullarına
bağışladığı zevklerdendir.
Bütün bunlar insanda
rahatsızlığı dindirme, zihnî veya fizikî yorgunluğu giderme gibi etkiler
bırakırlar. Şeltût'a göre Allah insanlardaki bu duygulan, yüce amaçlar için
yaratmıştır. Bundan dolayı şeriat bunlara karşı değildir. Ancak içgüdülü
duyumları ve hisleri düzene sokma ve ahlâkî hedeflere erişebilmek için
yönlendirme görevi vardır bu kanunların.[511]
Şafiî ulemâsından
İmanı Gazzali, "İhyaü ulumiddin" isimli eserinde İslam ulemâsının bu
mevzudaki görüşlerini derinlemesine bir süzgeçten geçirir. Sonuçta ise
ahlâksızlığa yönlendirici ve gayr-i meşru olduğu tarzlar hariç, müziğin
yasaklığına dair bir açık delilin bulunmadığı fikrine varır. İlgili bölümde
şarkı söylemenin kabul edilebileceği yedi kategori belirlenmiştir:
a. Hacca
dair,
b. Savaşlarda,
c. Cesaret
aşılamak amacıyla,
d. Kötülükler
karşısında inleme,
e. Şevk
uyandırmak.
f. İnsan
sevgisi vermek için,
g. Tanrı
sevgisi amacıyla yapılan müzik,
Bunlara karşın,
müziğin meşru görülmediği haller de bulunur:
a. Günaha
teşvik edici duyguların tahrik edildiği ortamda.
b. İçki ve
sefalıet ile ilgili enstrümanlar eşliğinde olursa,
c. Şarkılarda
baştan çıkarıcı sözler geçiyorsa,
d. Dinleyicide
şehvet ve hırs uyan din yorsa,
e. Bu konuda
çok zaman harcanırsa, yapılan müzik kabul görmez.[512]
Bu mevzuda
Amerikalı müslüman yazar Lois Lamya
Ferukî'nin "Hendese el Savt hiyerarşisi" diye isimlendirdiği bir
şekille noktalamak istiyoruz.[513]
(İslam
Dünyasında Müzik ve Statüsü)[514]
|
Kur'an Tilâveti
(Kıraat) |
|
Ezan (İbadete çağrı) |
Müzik |
Hacc Nağmeleri
(Telbiye) |
Dışı |
Övgü Nağmeleri
(Medh, Nat, Tahmid) |
|
Makamlı Şiir |
|
Aile ve Kutlama
müzikleri (Ninniler, evlilik şarkıları) |
|
İş - Meşguliyet
müziği (Kervan, Çoban Nağmeleri)- |
|
Askeri Bando Müziği
(Tabi hanah) |
Müzik |
Vokal /Enstıümental
şiir (Taksim, îayâlî, kaside, avaz) |
|
Ritimli Şarkılar
(Muvaşşah Devr, Tasnif, Balayı) |
|
İslâm Öncesi veya
Gayr-i İslamî Müzik |
|
Zevk-Duyum Müziği |
Meşru (Helal)
GÖRÜLME YEN
ENGEL
İhtilaflı
{Helal,
mubah,
mekruh.
haram)
DONUK
ENGEL
Haram
Şekilde yer alan
"Görülmeyen engel" isimli çit İslâm toplumunda sürekli olarak helal
kabul edilmiş estetik yapımlardan, tartışmalı veya tehlikeli görülen ses -
sanatı tarzlarım ayırd edebilmek üzere kullanılmakladır.
Şekilde son olarak en
alt bölümde yer alan ve haram olarak görülen, icra edildiğinde ise içki,
şehvet gibi yasak duygulan tahrik eden zevk-duyum müziği yer almaktadır. Bu
kategori bütün diğer müzik dallarından "donuk engel" adını verdiğimiz
bir çizgi ile net bir şekilde ayrılmıştır. Zira hiçbir müslüman bu türleri
tasvip veya teşvik edemez.[515]
Doğrusu şu ki haram
olan müzik türlerinden kaçınıldığı gibi "şüpheli olanı bırak şüphesiz
olanı al"[516]
hadis-i şerifine uyarak, müziğin ihtilaflı olan kısımlarından da kaçınmakta
yarar vardır. Çünkü bu takvaya ve ihtiyata daha uygundur. Günümüzde müziğin
helâl olması için aranan şartları bulmak hemen hemen imkansız denecek kadar
zor olduğundan özellikle günümüzde müzikten kaçınmak gerekir.[517]
Günümüzde müzikle meşgul olanların genellikle içki, uyuşturucu ve benzeri pek
çok hastalıklara yakalandıklarını ve avareliğe düşüp cemiyet üzerine yük
olduklarını da gözden kaçırmamak gerektir.[518]
4923... Hz.
Enes'den demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gelince, Habeşliler
(Hz. Peygamberin bu) gelişine sevinerek nıızraklarıyla oynadılar."[519]
Bu mevzuda gelen
hadislerden bazıları şu meâldedir.Yine bir bayram günü idi kj (0 gün) siyahiler
kalkan-mızrak (oyunu) oynuyorlardı. (Bilmem) ya ben, Rasûlullah (s.a.)'den
(bakmağa) izin istedim (de muvafakat buyurdu) yahut (kendiliğinden):
"Bakmak istiyor musun?" diye sordu, "Evet" dedim. (Bunun
üzerine) beni arkasında, yanağım yanağına (değecek) şekilde ayak üstü durdurup
(Habeşilere): "Haydin (devam edin) Erfide Oğulları!" buyurdu.
Nihayet (seyretmekten) usandığımda:
Artık yeter mi? diye
sordu,
Evet dedim,
(Öyle ise) git,
buyurdu.[520]
Bu hadis-i şerif bazı
ezgi çeşitlerini helal sayan imanı
Gazzali ve taraflarının delilidir.
Habeşilerin bu
oyunlarında müzik de bulunduğu halde Hz. Peygamber onların bu müzikli oyununa
ve başkalarının da bu oyunu seyretmelerine izin vermiştir. Çünkü müzik
eşliğinde yapılan bu eğlencede bir önce ki hadisin şerhinde açıkladığımız haram
sayılan bir müzikte bulunan un surlar yoktur.[521]
4924... Hz.
Nâfi'den demiştir ki: Hz. İbn Ömer (bir yolda giderken) bir kaval (sesi) işitti
de parmaklarını kulaklarına soktu ve yoldan uzaklaşıp bana:
Ey nâfi, (hala) bir
şeyler işitiyor musun? diye sordu.
Ben: Hayır
(işitmiyorum), deyince parmaklarını kulaklarından çıkarıp:
Ben (birgün) Peygmber
(s.a.)'le beraberdim. Aynen böyle birşey işitmisti de o da aynen böyle (benim
yaptığım gibi) yapmıştı, dedi.
(Sünen-i Ehû Davud'u
Musannif Ebu Davucldan rivayet edenlerden biri olan) Ehû AH el-üi'lüî dedi ki:
Ben Ebu Davud'u bu
hadis münkerdir, derken isinim.[522]
Bu hadis-i şerif ezgi
ve çalgı aletlerinin haram olduğunu söyleyen mezheb imamları ile cumhur-u ulemânın
delilidir. Metinde geçen "zemr" kelimesi ney, kaval ve düdük çalmak
demektir. Mizmar ise ney ve kaval demektir.[523]
Nitekim bir hadis-i
şerifte: "Çan şeytanın mizmandir" buyurulmuştur[524] ki
şeytanın düdüğüdür, anlamına gelir. Günümüzde bu tür çalgılara "nefesli
sazlar" denilmektedir.
Her ne kadar hadis-i
şerifte Hz. îbn Ömer'in kendi işitmek istemediği seslere kulağını kaparken,
yanında bulunan Hz. Nâfî'ye "Sen bir şeyler duyuyor musun?" diyerek
"etrafa iyi kulak ver de birşeyler duyuyorsan bana da haber ver"
demeye getirmesi aslında bir tezat gibi görülürse de o sırada Hz. Nafi'nin
bulûğ çağına ermemiş mükellef olmayan bir çocuk olduğu düşünülürse böyle bir
tezadın söz konusu olmadığı kolayca anlaşılır.
Yahutta, Hz. İbn Ömer
elinde ve iradesi dahilinde olmadan kulağına çarpan bir sesi dinlemenin haram
olmadığı görüşünde olduğu için Hz. Nafi'nin o sesleri duymasına izin vermiş
fakat kendisi Hz. Peygamberin bir fiiline uymak için kulaklarını tıkamış
olabilir.
Hz. Peygamberin duymuş
olduğu kaval sesine kulaklarını kapamasına gelince, bu kaval sesinin mutlak
surette haram olduğuna delâlet etmez. (4922) numaralı hadis-i şerifin şerhinde
de açıkladığımız gibi, Hz. Peygamberin bu fiili o sırada kulağına gelen bu
seslerin insan üzerinde bıraktığı tesirler ve uyandırdığı hislerle birlikte
değerlendirilmelidir.
Nitekim, İmam Gazzali
bu konuyu incelerken şöyle diyor: "Musiki ister ses ister alet ile olsun
tek hükme bağlı değildir. Haram, mekruh, mubah ve müstehab olabilir.
a. Dünya
arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan'gençler için yalnızca bu duygulan
tahrik eden müzik haramdır.
b. Vakitlerinin
çoğunu buna veren, iştigali adet haline getiren kimse için mekruhtur.
c. Güzel
sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mubahtır,
serbesttir.
d. Allah
sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları
tahrik eden kimse için müstehabtır.[525]
Gazzalî incelemesini
sürdürürken müziğin duruma göre ya mubah veya mendup olduğunu, onu haram kılan
şeyin kendisi değil, dıştan arız olan beş sebepten ibaret bulunduğunu ifade
ederek[526] şöyle devam ediyor:
1. Şarkı
söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden
korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil, kadının
sesinden gelmektedir. Aslında kadının sesi haram değildir. Ancak şehveti tahrik
ederse Kur'an okumasını bile dinlemek haram olur.
g. Müzik
âleti fısk ehlinin sembolü olan haletlerden ise bunu kullanmak haram olur.
Diğerleri mubah olmakta devam eder. Mesela, def zilli de olsa mubahtır. Hanefi
ulemâsına göre zilsiz deften başkası mubah değildir.
3. Şarkı ve
türkünün güftesi bozuk, İslam inancına ve ahlakına aykırı ise bunu müzikli veya
müziksiz söylemek ve dinlemek de haramdır.
4. Gençliği
icabı, şehvet duygularının mahkumu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer,
birçok vaktini bu yolda geçirirse sefih olur ve şahidliği kabul edilmez.[527]
Bu mevzuda 4922
numaralı hadisin şerhine müracaat edilebilir.
Her ne kadar musannif
Ebu Davud mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifin münker olduğunu söylemişse
de Bezlü'l-Mechud yazarı: "Ben bu hadisin münkerliğine delalet eden hiçbir
alamet görmedim. Çünkü hadisin ravileri, güvenilir kimselerdir. Kendilerinden
daha güvenilir kimselerin rivayetine aykırı bir rivayette bulunmamışlardır.
Nitekim, Hafız Şemsuddin İbn el-Hadi de bu hadisi zayıf sayan kimselere karşı
çıkmıştır" diyerek musannif Ebu Davud'un bu görüşünü reddetmiştir.[528]
4925... Hz.
Nafi: "Ben Hz. İbn Ömer'in terkesinde (binüi) idim. (Yolda) kaval çalan
bir çobana rast geldik" dedi ve hemen arkasından da (bir önceki hadisin]
bir benzerini rivayet etti.
Ebu Davıtd der ki: Bu
hadisi rivayet edenlerden bazıları tarafından hadisin senedinde) Mut im ile
Nâfi arasına Süleyman Ibn Musa sokulmuştur.[529]
4926... Hz.
Nâfi'den demiştir ki:
Biz İbn Ömer'le
birlikte (bir yolculukta bulunuyor) idik. (Bir ara) bir kaval sesi
işitti." (Hz. Nafi hadisin bundan sonraki kısmında 4924 no'lu hadisin) bir
benzerini nakletti.
Ebû Davud der ki: Bu
rivayet (bu hadise ait) rivayetlerin en münkerdir.[530]
Bu hadis-i şerifler ezginin
ve çalgı aletlerinin haram olduğunu söyleyen cumhuru ulema ile mezhep imamlarının
delilidir. Bu hadislerle ilgili açıklama (4924) nolu hadisin şerhinde
geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz. Ancak burada şunu eklemekte fayda
görüyoruz: Her ne kadar musannif Ebû Dâvud, 4926 no'lu hadisin münker olduğunu
söylemişse de, Avn'l Ma'bud yazan: "Bu hadisin münker sayılmasını icab
ettirecek hiçbir sebep mevcut değildir. Çünkü senedi sağlamdır ve hadis
güvenilir raviîerden hiçbirinin rivayetine aykırı değildir" demiştir.[531]
4927... Ebu
Vail şöyle demiştir: Ben Abdullah’ı şöyle derken işittim:
Ben Resulullah (s.a.)
“Ezgi kalpte münafıklık (duyguları) meydana getirir.” derken işittim.[532]
Bu hadis-i şerif şarkı
türkü ve çalgı aletlerinin haram olduğunu söyleyen cumhuru ulema ile mezhep imamlarının
delilidir.
Hanbelî ulemasından
İbn el Kayyım el-Cezviyye bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:
Hz. Abdullah İbn Mesud
(r.a.)'den gelen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: "Suyun ekini
yeşerttiği gibi ezgi de kalbte münafıklığı yeşertir. Yine suyun ekini
yeşerttiği gibi zikir de katbte imanı yeşertir" buyurmuştur.[533] İbn
Ebi'd Dünya'nm Zemmü'l-Melâhî kitabında Abdullah İbn Mesud (r.a)'den rivayet
ettiği bu hadis-i şerif, mevkuftur ve sahabe-i kiramın, kalp hallerine, kalbin
hastalıklarına ve tedavisine dair olan derin vu-kufiyetlerinin en kuvvetli
delilidir. Gerçekten sahabe-i kiramın herbiri kalplerin tedavisi hususunda çok
maharetli birer doktor idiler. Onlar Hz. Peygamberdin ezgiye "nifak
yetiştiren" ismini verdiğini çok iyi biliyorlar. Hz. Peygamber'in ezgiye
bu ismi vermekten maksadının ezginin kalp üzerindeki olumsuz tesirine işaret
etmek olduğunu çok iyi kavrıyorlardı.
Gerçekten şurasını iyi
bilmek gerekir ki; ezginin kendine mahsus bazı özellikleri vardır. Bunlardan
birisi de kalbi asli görevini yapmaktan alı-kpymak, Kur'an-ı Kerimi anlamaya,
Kur'an üzerinde düşünüp onunla amel etmeye engel olmaktır. Gerçekten ezgi ile
Kur'an bir kalpte birleşe-mezler. Çünkü aralarında zıtlık vardır. Kur'an-ı
Kerim nefsin boş arzularına uymayı yasaklayıp nefse hakim olmayı emrederken,
ezgi bunun zıd-dini emreder, nefsin isteklerini süsleyip onlan hoş gösterir.
Ariflerden bazıları bu
hususta şöyle demişlerdir: "Ezgi dinlemek bazı kimselerde münafıklık
duygulan doğururken bazılarında inatçılık, bazılarında da gerçekleri
yalanlama, bazılrında günah işleme arzusu doğurur. Ençok doğurduğu duygu da
suretlere aşık olmak, kötülükleri güzel görmek duygularıdır. İşte bu
sebepledir ki ezgi dinlemeye devam eden kimselere Kur'an-ı Kerim okumak çok
ağır, Kur'an-ı Kerim dinlemek ise çok
çirkin gelir.
Meselenin sırrı
şudur; aslında ezgi şeytanın kur'anıdır (okuduğu şeydir).
Şeytanın kur'anıyla Rahmanın Kur'an'ı bir kalpte birleşemez, işte ezginin
kalpte yeşerttiği münafıklık duyguları da bundan başka birşey değildir.
Bilindiği gibi münafıklığın aslı, için dışa aykırı olmasından ibarettir. Şimdi
gönlünü ezgiye kaptıran insan şu iki durumla karşı karşıyadır. Ya içinden
geçen duyguları dışarı çıkarıp halk nazarında fısk-u fücuru meydana çıkacak,
yahutta bu duyguları içerisinde gizleyip Kur'anın emirlerine uygun duygu ve
düşünceler sergileyerek münafık durumuna düşecektir. Çünkü dışarı karşı bu
düşünce ve davranışları sergilerken gerçekte içi bu düşünce ve davranışlara
aykırı his ve inançlarla doludur.
Münafıklık
alametlerinden biri de Allah'ı az zikretmek, namaza karşı tenbellik göstermek
ve namazı kılarken adab ve erkânına riayet etmemektir. Ezgiye düşkün olan
kimselerde ise, genellikle bu sıfatlar mevcuttur. Aslında münafıklar, herşeyi
ifsat ettikleri halde İslah edici olduklarını zannederler. Ezgi dinleme
hastalığına yakalanan kimseler de aynı şekilde kalplerini ezgi ile ıslah
edeceklerini zannederek ezgi dinlemeye devam ederler. Gerçekte ise kalplerini
ıslâh değil, ifsad ederler. İşte bu tutumla-rıyle münafıklara benzerler.
Ayrıca münafıkların
insanların kalplerine şüphe tohumları ekerek onları inançsızlığa davet
ettikleri gibi ezgi söyleyen insanlar da kalplere şehvet tohumları ekerek
insanları şehvetlerin fitnesine davet ederler. İşte bunun içindir ki
Dahhak:"Ezgi kalbi ifsad ve Allah'ın gazabını davet eder" demiştir.
Halife Ömer İbn
Azilaziz hazretleri de çocuğunun öğretmenine yazdığı bir mektupta şöyle
demiştir:
"İlmine irfanına
güvenilir kimselerden bana erişen haberlere göre çalgı âletlerinin sesi
haramdır, suyun otları yeşerttiği gibi, ezgi dinlemek de kalpte münafıklık
duygusunu meydana getirir." İbn el-Kayyim el-Cev-ziyye'nin açıklaması
burada sona erdi.
Şevkanî ise bu mevzuda
şöyle demektedir: "İster çalgı âleti eşliğinde olsun, isterse çalgı aleti
eşliğinde olmasın ezgi söylemenin hükmünde ulema ihtilafa düşmüştür. Medine
halkıyla zahir ulemasından olanlara uyan bazı ilim adamları ve tasavvuf
ulemasından bir cemaat, kaval ve ud eşliğinde bile olsa ezgi söylemenin ve
dinlemenin caiz olduğunu söylerken, cumhuru ulema ezginin haram olduğunu
söylemişlerdir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; bu mevzudaki ihtilâf, haram
dairesi dışında ve şüphe dairesi içerisinde yer alan ezgi türleri üzerindedir.
Haram dairesi içerisinde yer alan müzik türlerinin haramlığı konusunda ihtilâf
söz konusu değildir. Gerçek müslüman ise "Kim şüpheli olanlardan
sakınırsa dinini ve namusunu korumuş olur."[534]
hadisine uyarak şüphe dairesi etrafında dolaşmaktan kesinlikle uzak durur.
Nitekim şu hadis-i
şerifler de bu gerçeğe delâlet etmektedirler:
1. "İleride
ümmetim içerisinden zinayı, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi ve çalgı
âletlerini çalıp dinlemeyi helal sayan kimseler çıkacaktır."[535]
2. "Muhakkak
ki ileride ümmetimden bazı kimseler içkinin ismini değiştirerek onu
içeceklerdir. Baş uçlarında çalgılar çalınacak, şarkıcı kadınlar şarkı
söyleyeceklerdir. Allah onları yere batıracak ve maymunlar, domuzlar şekline
çevirecektir."[536]
Şevkanî'nin açıklaması
burada sona erdi.
Çalgı aletlerini çalıp
dinlemenin yasaklığma delalet eden hadislerden bazıları da şü mealdedir:
1. "Muhakkak
ki Allah şarabı kumarı, trampeti ve gubeyrayı yasaklamıştır ve sarhoşluk veren
herşey haramdır.”[537]
Gübeyra kelimesi;
tanbur, ud ve gitar gibi manalara gelir. Maliki ulemasından İbn el-Arabî'ye
göre; bizim trampet diye tercüme ettiğimiz "kübe" kelimesi tavla
oyunu anlamına gelir.
2. Rasûlullah
"Bu ümmette yere batma, suret değiştirmesi (üzerine gökten taşların)
yağdırılması (gibi hadiseler) olacaktır" buyurdu da mü slü m anlardan
biri:
Ey Allah'ın Rasulü! Bu
ne zaman olacaktır? diye sordu. (Hz, Peygamberde):
Şarkıcı kızlar ve
çalgı aletleri türediği ve şaraplar içildiği zaman" cevabını verdi.[538]
3. "Muhakkak
ki Rabbim beni âlemlere rahmet ve hidayet rehberi olarak gönderdi ve bana
nefesli sazlarla gitar, ud gibi yaylı ve telli sazları bir de cahiliyye
döneminde tapılan putları imha etmemi emretti."[539]
Ancak bu hadis zayıftır.
İbn el-Kayyim,
İgâsetü'I-Lehfân isimli eserinde bu konuda şöyle diyor: "Çalgı aletlerine
"budala ses, cırtlak ses" isimlerini veren bizzat Allah'ın Rasûlüdür.
Çünkü o bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ben ancak iki budala ve cırtlak
sesi yasakladım:
Birisi oyun ve eğlence
anındaki şeytanın dediklerinden çıkan sesi; Diğeri de musibet anındaki yüzlerin
tırmalanıp yakaların yirtilmasıyla birlikte çıkan şeytanın zırıltısı."[540]
Görülüyor ki efendimiz
çalgı aletlerine sadece "cırtlak ses" ismini vermekle kalmıyor, bir
de onlardan "şeytanın düdüğü" diye bahsediyor.
"Allah
düşmanlarının, ilimden, akıldan, dinden nasibi az olan insanları aldattığı,
cahil sapıkların kalplerini avladığı en önemli hile ve tuzak ıslık, alkış ve
ezgi dinlemektir. Hatta denebilir ki şeytanın düdüğü mahiyetinde olan bu
sesleri dinlemek, sözü geçen akıldan ve dinden nasipsiz olan câhil ve sapıklara
Kur'an-i Kerim dinlemekten daha sevimli gelir. Onların tek emeli fısk ve isyan
olur. İslamın hizmetkârları ve hidâyete erişmiş olan kimseler ise bunlardan ve
bunların yollarından süratle uzaklaşır. et-Turpuştî'nin açıklamasına göre, İmam
Malik, ezgi söyleme ve dinlemeyi yasaklar ve: "Bir kimse bir cariye satın
alsa da cariye şarkıcı çıksa, bu alışverişinden dönebilir. Çünkü şarkıcılık bir
kusurdur" dermiş.
Yine Turpuştî'nin
açıklamasına göre İmam Malik'e "Medine halkının ezgiye cevaz verişine ne
dersiniz? diye sorulmuş da:
Biz Medine1ilere göre
de şarkıya cevaz yoktur. Gerçekte bize göre şarkı söyleme ve dinleme işini
sadece fasıklar yapar." cevabım vermiştir.
İmam Ebû Hanife’ye
gelince, o da ezgiyi hoş karşılamaz ve günahlardan sayar. Küfe ulemasının
görüşü de böyledir. Süfyân, Hammâd, İbrahim ve Şa'bî, Küfe ulemasından
bazılarıdır. Basra uleması arasında da ezginin haramlığı konusunda bir ihtilâf
yoktur.
Ezgi konusunda imamlar
içerisinde en sert davranan İmam Ebu Hanife'dir. İmam Hanife taraftarlarının
açıklamasına göre eğlenme kasdıyla söylenen ezgileri dinlemek haramdır. Bu
maksatla çalınan kaval ve defi dinlemek böyle olduğu gibi; bir sopayı ahenklf
bir şekilde vurarak düzenli bir ses çıkarmak ve onu dinlemek de böyledir. Bu
günahı irtikab edense fâsık olacağından şahitliği kabul edilmez. Hatta bu
haramı helal sayarak ondan zevk almak küfürdür. Binaenaleyh istemeyerek
kulağına böyle bir. ezgi gelen kimsenin onu duymamak için elinden gelen çabayı
sarf etmesi gerekir. İmam Ebu Yusuf'a göre bir evden çalgı ya da eğlence sesleri
işitilse sahiplerinden izin almadan o eve girip bu sesleri kesmek icab eder.
Çünkü nehy-i anilmünker (kötülüğü önlemek) farzdır.
İmam Şafiî'de
"Kitabü'I Kada" isimli eserinde ezginin mekruh olduğunu ve batıla
benzediğini söylemiştir. Onun ezgiyi haram saydığım çok yakından bilen taraftarları
ise onun ezgiyi helal saydığına dair yayılan haberlerin asılsız olduğunu
söylemişlerdir.
İmam-ı Ahmed'e göre
ise ezgi kalpte münafıklık duygularından başka bir duygu yeşertmez.[541]
İslam dinine göre
düğün ve sünnet gibi sevinçli hallerde ihtilat-erkek-kadın beraberliği- olmamak
şartıyla oynamak, kaval ve kudüm gibi aletler kullanılarak sevinç izhar
etmekte bir mazhur yoktur. Sevinmek fıtrî bir şeydir. İnsanoğlunun, sevincini
gösterip, sıkıntılarını geriye ittiği bu tür zamanlara ihtiyacı vardır.
Rasûlullah (s.a,) bir
hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar: "Helal ile haramı birbirinden ayıran
şey kudüm çalmaktır" İmam Şafiî, "el-Aziz" adındaki kitabında
şöyle diyor: "Kaval çalınıp çahnamayacağıyla ilgili iki görüş vardır; Bunlardan
birisi Begavi'ye aittir ve kavalın haram olduğunu söyler, diğeri de İmam
Gazzali'ye aittir ki o da kaval çalmanın helâl olduğunu belirtir. Bu iki
görüşten Gazzali'ninki daha doğrudur."
İbn Hacer ve Kurtubî
gibi alimler ise, tambur ve kemence gibi fasık, ayyaş ve sefihlerin kullandığı
çalgı aletlerini kullanmanın ve dinlemenin icma ile haram olduğu
görüşündedirler.
£bu İshak eş-Şirazî de
bu hususta şunları söylüyor: "Ud ve tambur gibi çalgıları çalmak
haramdır" Peygamber (s.a.) şöyle buyuruyor: "Allah teâla ümmetime
içkiyi, kumarı ve darıdan yapılan içki île davul ve tamburu
yasaklamıştır."
Rasûlullah (s.a.) bir
başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadırlar: "İçki içip davul ve çalgı aletlerini
kullanmak yüzünden ümmetimin bir kısmı mesh olunacaktır."
Demek oluyor ki;
insanın şehvet ve arzularını tahrik etmeyen, aksine hüzün ve benzeri duygulara
yol açan aletleri çalması ve dinlemesi caizdir. Ancak yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi insanın şehvet arzularını tahrik eden ve müslümanı sefih ve
ayyaşlara yaklaştıran ve daha çok bu tip insanlar tarafından kullanılan alet
ve çalgıları kullanmak, haramdır. Bu konudaki delil ise Rasûlullah'ın bazı
hadisleri ve icma-i ümmettir. Bu konuda alimler ittifak halindedirler. İbn
Haznı ve İbn Tahir'den başka bu görüşe muhalefet eden olmamıştır. Bunların da
sözlerine güvenilmez. İbn Hazm zahirî ve ölçüsüzdür, İbn Tahir ise yalancıdır.
Buna rağmen bu tür
yasaklara riayet edilmediği ve herkesin evine girdiği görülmektedir.[542]
Binaenaleyh müslümana
düşen 4922 numaralı hadisin şerhinde gösterildiği gibi meşru saha içerisinde
kalan müzik türlerinden yararlanmak, haram ve şüpheli sahada kalan müzik
türlerinden de son derece uzak kalmaktır.[543]
4928... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e elini ve
ayaklarını kınalamış, kadınlaşmış bir erkek getirmişler de Peygamber (s.a.):
Bu adamın hali nedir
böyle? demiş (kendisine):
(Ey Allanın Rasulü
gördüğünüz gibi bu) kadınlara benzemeye çalışan (bir adam)dır, diye cevap
verilmiş.
Bunun üzerine (Hz.
Peygamber); onun hakkında (sürgün edilmesi için) emir vermiş de (adam):
"En - Nakî" denilen yere sürgün ecUlmiş. (Bu emri alan sahabiler
ise):
Ey Allahin Rasulü onu
(orada) öldürelim mi? diye sormuşlar da;
(Rasûl-i zişan
efendimiz):
Bana namaz kılanları
öldürmek nehy edildi, buyurmuştur.
(Bu hadisin
ramilerinden) Ebu Usame dedi ki: "Nakî Medine'nin bir nahiyesidir. Baki
(mezarlığı) değildir."[544]
4929... Hz.
Ümmü Seleme'den (rivayet edildiğine göre bir gün Pey-gamber'in hanımlarının)
yanında, kadın tabiatlı bir erkek varken Hz. Peygamber yanlarına gelivermiş. O
sırada (bu kadın tabiatlı erkek, Hz. Ümmü Seleme'nin) erkek kardeşi
Abdullah'a:
"Eğer yarın Allah
size Tâif'i fethetmeyi nasib ederse sana bir kadm göstereceğim. Dörtle gelir,
sekizle gider" demekteymiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) hanımlarına
hitaben:
"Böylelerini
evlerinizden çıkanırız" buyurmuştur.[545]
Ebu Davud dedi ki:
Bahsedilen kadının karnında dört boğum vardı.[546]
Kadınlaşan erkekler
lûtîliğin fideliğidir. Bunun içindir. ki Allahım Rasûiü bu
tipleri şöylece lânetlemiştir:
"Erkeklere
benzemeye çalışan kadınlara ve kadınlara benzemeye çalışan erkeklere Allah
lanet etsin."
Erkeklerin kadına
benzemesi başlıca şu yollarla olmaktadır:
a. Allah'ın
yarattığı vücud düzenini değiştirerek kadınlaşmak,
aa. Hadımlaşmak
ve hadımlaştırmak.
b. Erkekliğin
dışa dönük fizik simgesi olan sakalı ve bıyığı traş etmek, İslâm bilginleri
sakal ve bıyığın beraberce kesilmesini benzemek amacı güdülmese de kadınlara
benzemenin bir şekli olarak değerlendirmektedirler.
Yaratılışları
itibariyle kadınımsı köseler, bu hükmün dışındadır.
Bir kadın gibi makyaj1anarak
süslenmek, kolye, bilezik ve küpe gibi kadınlara özgü, süs eşyası takmak.
Allah'ın Rasulü
kadınlaştırıcı bu tür uygulamaları yasaklamış, faillerini sürgünle
cezalandırmıştır.
c. Kadın
gibi konuşmak ve davranmak,
Kadın gibi konuşan ve
davranan erkekleri İslâm bilginleri iki kasımda değerlendirmektedir:
1. Yaratılışlarında
kadınımsılık bulunanlar,
2. İradeleriyle
kendilerini benzetmeye çalışanlar,
İslam hukukuna göre
soruşturmaya ve cezaya uğratılabilecek olanlar, hiç şüphesiz ikinci kısma
girenlerdir.
d. Kadın
gibi giyinmek:
Allah'ın Rasûlü bu
uygulamayı da şöylece yasaklamıştır:
"Kadın elbisesi
giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına Allah lanet etsin."
Yukarıda açıklananlar
kadınlara benzeme yollarıdır.
Bu yollardan
yürüyenler ve çocuklarını yürütenler istemeyerek de olsa lûtiliğe hizmet etmiş,
yol açmış olurlar.[547]
Bu hadisle ilgili
açıklamayı (4107) numaralı hadisin şerhinde yaptığjmızdari burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[548]
1. Namaz
insanının müslümanlıçına delâlet eder.
2. Kadmlaşmış
erkekleri kadınlardan ve erkeklerden tecrid ederek zararsız hâle gelinceye
kadar göz altında bulundurmak icâb eder. Aynı şekilde hayaları buruk
kimselerle erkeklik organf kesik olan kimseler için de kadınlarla bir arada
bulunmalarıma izin verilmemelidir.[549]
4930... İbn
Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kadınlaşan erkeklerle,
erkekleşen kadınlara lanet etmiş ve kadınlaşan erkekleri kasd ederek:
"Onları ve falan falan isimli kimseleri evlerinizden çıkarınız"
buyurmuştur.[550]
Biz bu hadisi bir
Önceki hadisin şerhiyle (4097) ve (4107) numaralı hadislerin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[551]
4931... Hz.
Âişe'den dedi ki: Ben kız (şeklinde yapılmış oyuncaklarla oynardım. Bazan (bu
bebeklerle oynarken) yanımda küçük kızlar da bulunurdu. Rasûlullah (s.a.) de
yanıma giriverirdi. O girince (beni yalnız bırakıp) dışarı çıkarlar.
(Rasûlullah yanımdan) çıkınca da, (içeri ) girerlerdi.[552]
Metinde geçen
"benât" kelimesi genellikle "kız çocuklar" şeklinde yapılan
oyuncak bebek demektir. Biz de bu kelimeyi böyle tercüme ettik! Bazıları ise bu
kelimenin "Kızlar" anlamına geldiğini kabul ederek metinde bu
kelimenin yer aldığı cümleye "ben kız çocuklarıyla oynardır'"
şeklinde bir mana vermişler ise de Hafız İbn Hacer, İbn Uyeyne'nin el-Câmi'de
rivayet ettiği "küçük kızlar gelirlerdi de onlar benimle oynarlardı"
mealindeki hadis ile Cerir'in Hişam'dan rivayet ettiği "Ben kızlarla yani
oyuncaklarla oynardım." anlamındaki hadisi delil getirerek bu manayı
reddetmiştir.[553]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif çocukların heykel şeklindeki oyuncaklarla oynamasının caiz
olduğuna delalet etmektedir. Çünkü bu oyunlar çocukların eğitimine yardımcı
olurlar. Bu sebeble cumhuru ulema bu oyuncakların alınıp satılmasını da caiz
görmüşlerdir.
Bazılarına göre
oyuncak bebekler hakkındaki bu cevaz, sonradan nesh edilmiştir. İbn Battal da
bu görüştedir. İbn Ebu Zeyd'den rivayet edildiğine göre İmanı Malik kişinin
kızlarına böylesi oyuncaklar satın almasını kerih görürmüş. Davudi bu
görüştedir.
Beyhakî'ye göre Hz.
Peygamber'in Hz. Aişe'ye bu oyuncaklarla oynamasına izin vermesi, bu mevzudaki
yasağın gelmesinden Önce idi. İbn Cevzî de bu görüştedir.[554]
Hz. Peygamber'in Hz.
Aişe'ye bu izin vermesini Hz. Aişe'nin o sırada henüz ergenlik çağma gelmemiş
olmasına bağlıyanlar da vardır. En ihtiyatlı olanı bu gibi şüpheli işlerden
kaçınmaktır. Bu mevzuda (227) no'-lu hadisin şerhine de müracaat edilebilir.[555]
4932... Hz.
Aişe'den dedi ki: Rasûlullah (s.a.) Tebük ya da Hayber savaşından gelmişti.
(Aişe'nin) sofasın(ın önünde) de bir perde vardı. (Tam o sırada) rüzgar esip
Aişe'ye ait oyuncak bebeklerin üzerin)den (sözü geçen) perdenin bir ucunu
açıverdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber:)
"Bu(nlar) da ne
ey Aişe?" dedi.
(Hz. Aişe de:)
Bunlar oyuncaklarım,
cevabını verdi. (O sırada Hz. Peygamber) bebekleri arasına bir de çaputtan
(yapılmış) kanatlı bir at gördü ve:
"Bebekler
arasında gördüğüm bu (oyuncak) da nedir?" dedi, Hz. Aişe:
Attır, cevabım verdi.
(Bunun üzerine) Hz.
Peygamber:
"(Peki) bunun
üzerindeki(ler) nedir?" dedi,
(Hz. Aişe de):
Kanatlarıdır,
karşılığını verdi. (Hz. Peygamber):
"Atın kanatları
olur mu?" dedi, (Hz. Aişe:)
Sen Hz. Süleyman'ın
kanatlı atları olduğunu duymadın mı? cevabını verdi. (Hz. Aişe rivayetine devam
ederek) dedi ki:
Bunun üzerine (Hz.
Peygamber öyle bir) güldü (ki) azı dişlerini ble gördüm.[556]
Bilindiği gi6i Hayber'in
fethi hicretin 7. senesinde Tebûk gaivesi ise 9. senesinde vuku bulmuştur.
Eğer Hz. Aişe'nin bu
hadis-i şerifte anlattığı olay Hayber savaşından sonra olmuşsa, Hz. Aişe'nin o
sırada on altı yaşında, eğer Tebûk savaşından sonra olmuşsa onsekiz yaşınca
olması gerekir. Bu durumda onun bu yaşta da oyuncak bebeklere ilgi duyduğu ve
Hz. Peygamberin de "bu yaşta onun oyuncak bebeklerle oynamasına izin
verdiği anlaşılır.
Bu hadisle ilgili
fıkhı görüşler bir önceki hadisin şerhinde açıklanmıştır.[557]
4933... Hz.
Aişe'den dedi ki:
"Ben altı veya
yedi yaşımda iken Rasûlullah (s.a.) benimle nikahlandı. Medine'ye geldiğimiz
zaman kadınlar (bana) geldiler /(ravi) Bişr (hadisin bu kısmını);
Bana (annem) Ümmii
Rurnan geldi, ben saimgaç üzerinde bulunuyordum; beni kadınlara teslim etti;
şeklinde rivayet etti. (Ve kadınlar) beni alıp götürdüler. Rasûlullah (s.a.)
benimle zifafa girdi. Ben o sırada dokuz yaşımda idim. (Annem Ümmü Rûman beni
salmgaçtan indirdiği zaman) beni kapının yanına durdurdu. (Bense salıngaca bine
bine iyice nefesim kesildiğinden) hih, hih (diye zorla nefes alı)yordum.
(Nihayet bu yorgunluğum geçince beni tutup kadınlara teslim etti.)
Ebu Davud der ki:
(Hih, hih sözü) zorla nefes aldı, anlamına gelir. Bu hiih hiih sözünden sonra
hadisin devamı): "Ben rir eve sokuldum -yakutta- (annem) beni (bir eve)
soktu. Bir de baktım ki (evde) ensârdan bir takım kadınlar var. (Bana): Hayırlı
ve mübarek olsun dediler. Sonra da götürüp Rasûlullah (s.a)'e teslim ettiler
seklinde olması gerekir. Fakat (ravi Musa îbn İsmail le Bişr îbn Halid'in)
rivayetlerinin biri diğerine karışmıştır.[558]
Hadis-i şerif,
çocukların vücuuannın gelişmesine ve sıhhatlerine yardımcı olacak hareketli
oyunların caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu bakımdan spor tarafı ağır basan
oyunların oynanmasında, beraberinde bir haram bulunmaması kaydiyle, hiç bir
sakınca yoktur.
Ayrıca bu hadis-i
şerif, Hz. Aişe'nin Hz. Peygamberle altı yada yedi yaşında nişanlanıp dokuz
yaşında zifafa girdiğini ifade etmektedir.
Ancak merhum Ömer Rıza
Doğrul'un tahkikine göre, Hz. Aişe hicret esnasında 17 yaşında idi.[559]
İslam alimleri arasında Hz.
Aişe'nin Hz. Peygamberle
evlendiği zaman kaç yaşında olduğu mesi tartışılmıştır. Bu konuda iki görüş
vardır:
1. Hz. Aişe
evlendiği, zaman 8-9 yadlarında idi. Bu durumda doğum tarihi yaklaşık olarak
613 olmaktadır Bu görüşte olanlar
Arabistan'ın iklim şartlarını gözönüne alarak bu yaştaki bir kızın evlenmesinde
bedeni olarak bir mahzurun olmadığını savunmuşlardır. .
2. Hz. Aişe
evlendiği zaman 16-18 yaşlarında idi. Buna göre doğum tarihi de yaklaşık olarak
606 yıllarına tesadüf etmektedir.
Bu görüşe göre bazı
deliller ileri sürülmüştür.
Bu delilleri şöylece
özetleyebiliriz: İlk önce Hz. Hatice vefat ettiği zaman geriye çocukları
kalmıştı. Hz. Peygamber’in alacağı hanımın bu çocuklara bakabilecek durumda
olması lâzım idi. Çocuk yaşta birisiyle evlenmesi bu bakımdan makul
görülmemektedir.
İkinci olarak, Hz.
Aişe, Hz. Peygamber vefat ettiği zaman hadis tefsir ve fıkıh ilimlerinde
belirli bir noktaya gelmişti. Dokuz yaşında evlendiği kabul edilirse, çocuk
yaşta bir hanımın dokuz sene gibi kısa bir zamanda bu ilimlerde belli bir
noktaya gelmesi imkansız görülmüştür.
Üçüncü olarak da
yukarıda işaret edildiği gibi Hz. Peygamber istemeden önce Hz. Aişe'nin Cübeyr
b. Mut'ım'le sözlü olmasıdır. Yaklaşık olarak iki sene Hz. Peygamberle sözlü
kaldıktan sonra dokuz yaşında evlenen Hz. Aişe'nin 6-7 yaşlarında Cübeyr'le
sözlü olması aynı şekilde imkansız görülmüştür.
İkinci görüşü savunan
bilginler, bu görüşlerini kuvvetlendirmek için Hz. Aişe'nin rivayet ettiği
hadisleri de[560] delil olarak
kullanmışlardır.[561]
Bir kız çocuğunun kaç
yaşında zifafa girebileceği konumunda fıkıh ulemasının görüşlerini (2121)
numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan okuyucularımıza sözü geçen hadisin
şerhine müracaat etmelerini tavsiye ederiz.[562]
1. Yeni evlenenlere
hayır ve bereket duasında bulunmak.
2. Gelini damada
temiz, pak ve süslü olarak takdim etmek,
3. Bu
maksatla, kadınların gelinin yanında toplanmaları müstehabtır. Çünkü geline
zifaf adabını öğretirler.
4. Zifaf
gündüz dahi caizdir.[563]
4934... (Bir
önceki hadisin) bir benzerini de Hz. Ebu Üsame rivayet etti. (Hz. Ebû
Üsmâme'nin rivayetine göre) Hz. Aişe şöyle demiş:
(Annem beni bir odaya
aldı. Bir de ne göreyim; ensardan bir takım kadınların huzurundayım) bana
"Çok hayırlı olsun" (dediler, annem) beni onlara teslim etti. Başımı
yıkadılar, beni süslediler. Rasûlullah (s.a.) kuşluk zamanı çıkageldi. Beni
kendisine teslim ettiler.[564]
Bir önceki hadisle ilgili
olarak yaptığımız açıklamalar bu hadis-i şerif için de geçerlidir.[565]
4935... Hz.
Âişe'den (rivayet edilmiştir); dedi ki: Medine'ye geldiğimiz vakit ben salmgaç
üzerinde oynarken bana (ensardan) birtakım kadınlar geldiler. (Benimse
Medine'de saçlarım dökülmüştü. Bu rahatsızlıktan yeni kurtulmuştum. Saçlarım
düzelmeye başlamıştı da o sırada) kulaklarıma kadar inen saçlarım vardı. Beni
(alıp) götürdüler. (Zifaf için) hazırladılar ve süslediler. Sonra da Rasûlullah
(s.a.)'e götürdüler. (Hz. Peygamber) benimle zifafa girdi. Ben dokuz yaşımda
bir kızdım.[566]
4936... Şu
(bir önceki hadis bir de aynı senedle yine) Hz. İbn Urve'den (biraz farklı
olarak rivayet edilmiştir):
(Bu rivayete göre Hz.
Aişe) şöyle demiştir:
"Ben salmgaç
üzerindeydim, yanımda arkadaşlarım vardı. Beni bir odaya soktular. Bir de ne
göreyim! (Orada) ensardan bir takım kadınlar var. Bana "Hayırlı ve mübarek
olsun" dediler.[567]
4937... Yahya
b. Abdurrahman b. Hâtıb'dan (rivayet edildiğine göre) Aişe (r.a.) şöyle
demiştir:
"Biz Medine'ye
geldiğimiz zaman el-Haris İbn el-Hazret oğullarına misafir olmuştuk. Allah'a
yemin ederim ki (o sırada) ben iki hurma ağacı arasında (kurulmuş) olan bir
salıngaç üzerinde idim. Annem yanıma gelip beni (salıngaçtan) indirdi ve
(Medine'de yakalandığım saç hastalığından yeni kurtulduğum için o sırada)
benim kulaklarıma kadar inen bir saçım vardı.
(Hadisin bundan
sonraki kısmında Hz. İbn Zübeyr) bir önceki hadisi (aynen) nakletti.[568]
Bu hadis-i şerifle
ilgili açıklama (4933) numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçtiği için burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[569]
4938... Ebu
Musa el-Eşârî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "Tavla oynayan kimse Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş
demektir."[570]
4939... Süleyman
İbn Büreyde'nin babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Tavla oynayan kimse sanki elini domuz etine ve kanma
batırmış gibidir."[571]
Nerd ve Nerdeşir tavla
zarı demektir. Bu hadis-i sentler, tavla oynamanın haram olduğunu söyleyen cumhuru
ulemanın delilleridir. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre;
a. Tarafların
ya da taraflardan birinin ortaya bir mal koymaması
b. Namaz
vaktinin geldiğini farkedemeyecek kadar oyuna dalıp da namazı geçirmemeleri,
c. Bir de bu
oyunun helâl olduğuna inanmamaları şartıyla bu oyunun oynanması mekruh, bu
şartlardan birinin bulunması hâlinde haramdır.
Bu oyun, oynayan
kimsenin mürüvvetini giderir. El-Mugnî'de açıklandığı üzere, işte bu nedenle
bu oyuna devam eden kimsenin şahidliği kabul edilmez. Mezhep imamlarının dördü
de bu görüştedirler.[572] Nitekim
Hanefî ulemasının görüşü de budur.[573]
4940... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) güvercin peşinde
dolaşan bir adam görmüş de: "(Bu adam) şeytan kovalayan bir
şeytandır" buyurmuştur.[574]
Hamam: Güvercin cinsi
demektir.
Hamâme: İse bir güvercin
anlamına gelir, hem erkek hem de dişi güvercin için kullanılır.
İmam Nevevî'nifı
açıklamasına göre, yumurtasını alarak kuluçkaya yatırmak, kendilerini
seyrederek, üzüntüyü dağıtmak, postacılıkta kullanmak gibi maksatlarla,
güvercin beslemekte bir sakınca yoksa da uçurmak için güvercin beslemek
mekruhtur. Kumar için beslemekse kesinlikle haramdır. Bu maksatla güvercin
taşıyan kimsenin şahitliği de reddedilir.[575]
İşte hadis-i şerifte
güvercine "şeytan" denilmesinin sebebi insanı böylesi zararlı
işlerle meşgul edip, onu esas vazifesinden ahkoymasmdandır. Onun peşinde gezen
kimseye "şeytan" denilmes ise kendini onun arkadaşlığına kaptırıp
aslî vazifelerini unutmasındandır.
Güvercin peşinde gezen
kimsenin şahitliğinin reddedilmesi, gözleriyle sürekli olarak güvercinleri
takib ettiği için çoğu zaman gözünün önünde cereyan eden hâdiseleri göremeyişi
ile açıklanabilir.[576]
4941... Abdullah
İbn Amr'den (rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Merhametli
olanlara, Rahman (olan Allah) merhamet eder. (Öyleyse siz) yerde bulunanlara
merhametti davranınız da gökteki de size merhamet etsin."[577]
Müsedded (bu hadisi
rivayet ederken) Abdullah ibn Amfin "kölesi" (kelimesi) ile "bu
hadisi Hz. Peygambere ulaştırdı" cümlesini hiç zikretmedi. (Hadisi
doğrudan doğruya): "Peygamber (s.a.) buyurdu ki" (diyerek) rivayet
etti.[578]
Âlemlerin rabbi ve
yaratıcısı olan yüce Allah, yeryüzünde bulunan her canlıya merhametle muamele
eder. Ancak yaratıklara zarar verenler yine Allah'ın yaratıklarına olan merhameti
icabı zarara uğratılırlar[579] ve
gerektiğinde öldürülürler. Bu merhametin enginliğini kavrayabilmek için tüm
yaratıkların kalbinde besledikleri merhamet duygularının, Allah'ın merhametinin
sadece yüzde birini teşkil edebileceğini[580] düşünmek
icâb eder.
Yüce Allah, uçsuz
bucaksız bu engin merhametinden dolayı Hz. Mu-hammed'i âlemlere rahmet olarak
göndemiş[581] ve onun getirdiği din
ile insanların saadet ve selametlerinin yollarını göstermiş, selâmetle
felâketin sınırlarım belirlemiştir. Binaenaleyh din dairesi içerisinde kalmak
rahmetin ta kendisi olduğundan Allah ve Rasulünün emir ve yasaklarını çiğneme
karşılığında kitap ve sünnetçe belirlenmiş olan had cezalan Allah'ın rahmetine
aykırı değildir. Tersine suçluyu temizlediği ve bizatihi rahmet olan cimin
sınırlarını da çiğnenmekten koruduğu için aynıyla rahmettir.
Diğer bir hadis-i
şerifte "Yeryüzündekilere merhamet edin ki gök ehli c'e size merhamet
etsin"[582] buyurulmaktadır.
Sözü geçen hadis-i
şerifte "gök ehli"nden maksat melâikedir. Melâ-ike'nin merhametinden
maksatsa, kullarına merhamet etmesi ve bağışlaması için Allah'a duada
bulunmaktır. "Melekler, Rabbierini hamd ile teshin ederler, yerdekiler
için de mağfiret dilerler."[583]
âyet-i kerimesinde ifade edildiği gibi.
Hadisin ravilerinden Müsedded'in
rivayetinde, Ebû Bekir İbn Ebî Şey-be'rin rivayeti, senedinde yer alan Ebu
Kabus'un, Abdullah İbn Amr'in kölesi olduğunu ifade eden "mevla Abdullah
İbn Amr" ibaresi yer almadığı gibi, Abdullah İbn Amr'in bu hadisi Hz.
Peygamber'e ulaştırdığını ifâde eden "yebluğu bihinnebiyye" ibaresi
de bulunmamaktadır. Sened itibariyle bu hadis müselseldir. Tirmizi bu hadisin
hasen-sahih olduğunu söylemiştir.[584]
4942... Ebû
Hüreyre'den (şöyle dediği rivayet) edilmiştir
"Ben, Şu odanın
sahibi, doğru sözlü, doğruluğuna şahitlik edilmiş olan Ebu'l-Kasım'j şöyle
derken işittim: "Merhamet ancak şakî birisin(in kalbin) den
kaldırılır."[585]
Sâdık: işinde ve
sözünde doğru olan demektir ki; "Sözünde duran (tarafımızdan gönderilmiş)
bir peygamberdir."[586]
âyet-i kerimesinde de bu manada kullanılmıştır.
Masdûk ise işinde ve
sözünde doğruluğuna şahitlik edilen dernektir. Nitekim şu âyet-i kerimede yüce
Allah Hz. Peygamber'in doğruluğuna şehâdet etmektedir: "O havadan
konuşmaz, O'(na inen Kur'an) kendisine vahyedilenden başka birşey
değildir,"[587]
Allah'ın yaratıklarına
karşı duyulan merhamet hissinden yoksun olan kişiler, talihsiz kişilerden
başkaları değildir. Bir başka ifadeyle yaratıklara karşı merhamet duygusunu
kaybeden kimseler en bedbaht, en talihsiz kimselerdir. Başkalarına karşı
merhamet duygusunu kaybeden kimseler, çoğu zaman kendilerine karşı da
merhametsiz ve acımasızdırlar.
Esasen
"Başkalarına iyilik edersiniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz."[588]
âyet-i kerimesi mucibince başkalarına merhamet kapısını kapayan kimse
başkalarından gelecek olan merhamet kapılarını da kendine kapamış demektir. Bu
durumun ise ne büyük bir mahrumiyet ne korkunç bir talihsizlik olduğu
ortadadır.
Hakiki müslümanm
kalbi, şefkat ve merhamet duygularıyla dopdolu-dur. Merhamet duygusundan
yoksunluk, facirlik ve kafirlik sıfatıdır, bedbahtlık alametidir. Böyle
kimselerin âkibeti dünyada yorgunluk, âhirette ise azab ve mahrumiyettir.[589]
4943... (Hadisi
Ebû Davud'a rivayet edenlerden biri olan) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe
("Peygamber buyurdu" demeden) Abdullah b. Amr'dan (diyerek) rivayet
ettiği (halde; diğer ravi olan İbnu's-Serh'in rivayeti ise şöyledir:
...Abdullah b. Amr'dan Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Küçüğümüze
acımayan ve büyüğümüzün hakkını tanımayan bizden değildir."[590]
Hadis-i şerifte, küçüklere
merhametli, büyüklere saygılı olmayan kimselerin, Hz. Peygamberin sünnetini
terk etmiş oldukları ve Hz. Peygamberin sünnetinden kılpayı dahi ayrılmayan
hass kullar zümresine giremedikleri, ifade edilmektedir. Bilindiği gibi Hz.
Fahr-i âlem efendimiz, çocuklara karşı çok şefkatli idi. Yolda rastgeldiği
çocukları alır, devesine bindirir, onları sevindirir, çocuklara sevgisinden
onlara tesadüf ettikçe daima selamlardı.
Birgün Halid b. Said,
Rasûlü Ekrem-i ziyarete gelmiş, kızını da beraber getirmişti. Rasûl-i Ekrem
onu Habeş lisanında güzel manasına gelen bir deyimle çağırırdı. Çünkü Halid'in
kızı Habeşistan'da doğmuştu. Çocuk Rasul-i Ekrem ile oynamış, O'nun
Peygamberlik mührünü okşamış, babası onu bu hareketten men'etmek istemiş fakat
Rasûl-i Ekrem çocuğun bırakılmasını söylemişti. Birgün Rasûl-i Ekrem'e
müteaddit kumaş parçaları hediye edilmişti. Bunların arasında kenarları
işlenmiş ve bir parça vardı. Rasul-i Ekrem "Bunu kime vereyim" demiş
ve herkes susmuştu. Rasul-i Ekrem, "Halid'in kızını çağırınız" dedi
ve bu parçayı ona vererek çocuğu sevindirdi.
Rasul-i Ekrem, anne ve
baba ile çocuklara dair olaylardan son derece mütehassis olur ve bunları
dinlemek isterdi. Birgün fakir bir kadın, iki kızı ile Hz. Aişe'yi ziyaret etmiş
ve Hz. Aişe onlara ikram için bir hurmadan başka bir şey bulamamıştı. Hz. Aişe
hurmayı anneye vermiş, anne, hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirmişti. Hz.
Aişe bu hadiseyi Rasul-i Ekrem'e anlatınca Rasul-i ekrem şu sözleri söyledi:
"Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak cehennemden
kurtuluştur,"
Hz. Enes diyor ki:
Rasul-i Ekrem şöyle buyurdular: "Namazımı uzatmak niyetiyle namaza
durduğum zaman bir çocuğun ağladığını duyarsam namazımı kısaltırım. Çünkü
çocuğun feryadı, arkamda namaza durmuş olan annesini huzursuz eder."
Rasul-i Ekrem'in
çocuklara sevgisi, yalnız müslüman çocuklarına mahsus değildi. Kendisi
müşriklerin çocuklarına da aynı derecede sevgi ve şefkat gösterirdi. Bir savaş
esnasında birkaç çocuk iki tarafın arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. Rasul-i
Ekrem, bu faciadan haberdâr olunca derinden müteessir oldu. Askerler
Peygamber'in teessürünü görerek: -Ya Rasûlullah neden bu kadar müteessir
oluyorsunuz? Bunlar nihayet müşrik çocukları değil mi, dediler. Rasul-i Ekrem:
Bu çocuklar müşrik
çocukları da olsa masumdurlar, dikkat ediniz çocuk öldürmeyiniz. Zinhar çocuk
öldürmeyiniz! Her can ilk yaratılışta tertemiz olarak yaratılmıştır"
buyurmuştu.
Rasul-i Ekremin adeti,
turfanda meyveleri en küçük çocuklara vermekti. Kendisi çocukları sever, okşar
ve öperdi. Birgün Rasul-i Ekrem bir çocuğa seviyorken bir bedevî gelmiş ona:
Siz çocukları bu kadar
seviyorsunuz, benim on torunum olduğu halde bir defa bile kucağıma alıp
sevmedim, demiş.
O halde cenab-i hak
seni şefkat hissinden mahrum etmiş, cevabını almıştır.
Ashabtan Cabir bin
Semure diyor ki: "Bir gün Rasul-i Ekremle namazımı kıldım, namazdan
sonra, Rasul-i Ekrem, evine gidiyordu. Ben de kendisini takib ettim. Rasul-i
Ekrem yolda bazı çocuklara rast geldi. Hepsini okşadı. Beni de onlarla beraber
okşadı.
Hicret esnasında
Medine'ye gidilirken Ensar'ın kızları Peygamberi karşılamağa çıkmışlar ve
neşideler okumuşlardı. Peygamber çocukları okşamış ve "Beni sever
misiniz?" diye sormuş. Onlar da "Severiz" demişler, Rasul-i
Ekrem'de "Ben de hepinizi severim" buyurmuştu.[591]
Büyüklere Saygı: İslam
insanları hakir görmeyi değil, onlara hürmet etmeyi emretmiştir. Özellikle de
takdir ve saygıya lâyık iseler. İslam büyüğe, âlime, fazilet sahiplerine
saygıyı İslam toplumunda müslümana şahsiyetini kazandıran temel ahlâkî
kurallardan saymıştır. Bu özelliğini kaybeden toplum kendisini ayakta tutan en
önemli değerlerden birini yitirmiş, asliyetinden sıyrılmış demektir.
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
Büyüğümüze saygı
göstermeyen, küçüğümüze merhamet etmeyen ve âlimlerimizin hakkını bilmeyen benim
ümmetimden değildir.[592]
Bir toplumda büyüğe
saygı gösterilmesi, o toplum fertlerinin insanî ahlak kaidelerini
anladıklarının bir işaretidir. Nefislerinin yüceliği ve terbiyesinin bir
alametidir. Bunun için Rasûlullah (s.a.) bu manayı müslüman-ların nefislerine
yerleştirmeye çalışmıştır. Bunu yaparken de müslüman, İslam toplumunun temelini
yükseltmiş ve ahlak direklerini de yerine oturtmuştur...[593]
Görüldüğü gibi hadisi
musannif Ebû Dâvûd, biri Ebu Bekr b. Ebî Şeybe, diğeri Îbnu's-Serh diye bilinen
iki hocadan rivayet etmiştir. Ancak Ebu Bekr bunu, Peygamber'e nisbet
etmeksizin Abdullah b. Amr'a kadar ulaşan mevkuf bir rivayet olarak nakletmiş;
İbnu's-Serh ise açıkça Peygambere nisbet ederek, merfû' bir hadis olarak
rivayet etmiştir. Hadis âlimlerimizin hadis ilmindeki şu emanetine bakınız ki;
merhum musannıb, bunlardan yalnızca birini zikretmeyip her iki ravînin rivayet
keyfiyetlerini açıkça belirtmiştir.
Biz müslümanlar, böyle
bir ilmi mirastan dolayı kendimizi gerçekten bahtiyar kabul etmeliyiz.[594]
4944... Temimü'd
Dâri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.);
"Din nasihatten
ibarettir. Din nasihatten ibarettir. Din nasihatten ibarettir" buyurmuş.
(Orada bulunan sahâbiler)
Kim için (Ya Rasûlullah)?
demişler,
"Allah için,
Kitabı için, Rasulü için, mü'minlerin emiri için ve bütün mü'minler için".
Yahutta: "Müslümanların emiri için ve bütün müslümanlar için-"
buyurmuştur.[595]
Nasihat, kalpte hiçbir
kötülük bulunmamak şartıyla jcarg1(ja bulunan kimse için hayır dileğinde bulunmak,
ya da onun hayrına olan işi bizzat yapmaktır. Bir başka ifadeyle karşıdaki
insan için samimi olarak iyilik ve hayır düşünüp onun hayrına çalışmaktır.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre, her ne kadar bazı âlimler bu hadisin İslamın dörtte birini
ifade ettiğini söylemişlerse de aslında bu söz eksiktir. Çünkü İslamın dörtte
biri değil, tümü bu hadise dayanmaktadır. Dünya ve âhiret saadetini anlatmakta
felah kelimesinden daha kapsamlı kelime olmadığı gibi, arapçada "nasihat"
kelimesinden daha kapsamlı bir kelime yoktur.
Arapça'da bu kelime
"balı mumundan ayırmak" anlamında kullanılır. Bu yönüyle düşünülecek
olursa, nasihat kelimesinin nasıl ince, hassas ve hayırlı duygulan içine aldığı
ve nasihat eden kimsenin muhatabı hakkında ne kadar ince ve hayırlı duygular
beslediği anlaşılır.
Şimdi nasihatin kimler
için ve nasıl yapılacağını hadisteki sıraya göre açıklayalım:
1. Allah
adına nasihat: Allah'a iman etmek, ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, onun bütün
kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu tasdik
edip, ona hiçbir riyanın karışmadığı bir ihlâs, samimiyet ve teslimiyetle
ibadet edip isyandan kaçınmak, onun sevdiğini sevip yerdiğini yermek, dostunu
dost bilip düşmanını düşman bilmek, nimetlerini şükürle karşılayıp onun
yolunda herşeyi feda etmeyi göze almaktır.
2. Allah'ın
kitabı için nasihat: Onun Allah kelâmı olduğuna, Allah katından gelip içine
insan sözü karışmadığına, Allah'dan başka hiçbir kimsenin onun mislini meydana
getiremeyeceğine, insanlığın dünya ve âhiret saadetinin bu kitapta olduğuna
inanmak ve onu bu inançla ve adabına riâyet ederek okuyup tüm hükümlerini
hayata uygulamaktır."
3. Hz.Peygamberi
için nasihat: Onun Peygamber olduğuna, Allah'dan getirdiği herşeyin doğru
olduğuna inanmak, emrettiği herşeyi imkân nisbetinde yapmak, nehyettiği
herşeyden kesinlikle kaçınmak, hayatında ve vefatından sonra ona ve tebliğ
ettiği dine yardım etmek, onun sevdiklerini sevmek, düşmanlarını düşman kabul
etmek, onun davetini yaymak, sünnetini yaşatmak ve onu yegâne örnek bilmektir.
4. Müslümanların
emirleri hakkında nasihat: Hak olan her hususta onlara yardım ve onlarla
beraber cihad etmek, müslümanlara, reislerine, karşı olan görevlerini münasib
bir dille hatırlatarak, onun aleyhine haksız bir kıyamın oluşmasına engel
olmaktır.
5. Müslümanların
tümü için olan nasihata gelince, onlara dünya ve âhiret hayatı hususunda hayır
ve saadet yollarını göstermek, onlara eziyet
vermemek, kusur ve
ayıplarını örtmek, iyiliğe çağırıp, kötülükten sakındırmak, büyüklerine hürmet
küçüklerine şefkat ve merhamet, kendi şahsı için sevip arzu ettiğini onlar için
de ayniyle istemek, onların mal, can ve namuslarını kendine ait olan kadar
mukaddes bilip korumak, dertlerine ortak olup gidermeğe çalışmak... Umum müslümanlara
karşı nasihat ve samimiyetin bir kısmıdır.[596]
6. Nasihat
en geniş manasıyla Peygamberde tecellî etmiş, en ağır şartlar altında,
kendilerini en büyük düşman olarak gören kavimlerine karşı, sırf hayır ye
saadet olan hak yolunu talim için çalışmış, hayatlarında tek gaye olarak
ümmetinin hak yola girmelerini hedef almış, bu yolda bir karşılık beklemeden,
onlar kendilerini taşlarken onların hidayeti için dua etmişlerdir. Kur'an-ı
Kerim'de bir Peygamber(s.a.)'den şu sözler nakledilir: "Ey Kavmim, and
olsun ki, ben size Rabbimin üzerime yüklediği risalet ve elçilik vazifesini
tebliğ etmiş durumdayım. Sizin hayrınıza olanı istemiş, hayrınız için
çahşmışımdır. Fakat siz hayrınızı isteyenleri sevtniyormusunuz.[597]
Türkçemizde
"nasihat" kelimesi, öğüt vermek, hayırlı olanı tavsiye etmek
anlamında kullanılır. Bu ise asıl manasından sadece bir kısmını ifade
etmektedir. Çünkü "nasihat" yukarıda da geçtiği üzere sözle olduğu
gibi, iş ile de olur, gönül ile de olur. Diğer Müslümanların iyilikleri, ıslah
edilmeleri, sıhhat ve afiyetlerinin devamı için Hak Teâlaya dua etmek
mü'minlere karşı nasihat çerçevesi içinde yer alır. Kur an-ı Kerimde has
mü'minlerin duası olarak nakledilen şu mübarek sözler, çok ince bir ruhun
Mevlayı zülcelâle yükselen niyazlarıdır: "Ey Rabbimiz, bizi ve bizden
önce geçen kardeşlerimizi mağfiret buyur, günahlarımızı bağışla. İman eden
kimselere karşı kalblerimizde hiçbir kin ve kötülük bırakma... Ey Rabbimiz,
şüphesiz ki şefkati, merhameti bol olan mevlamizsın sen."[598]
Nasihatin sözle öğüt
verme kısmında aranılan şartlarından biri hattâ en mühim olanı tavsiye edilen
iyiliğin, tavsiye eden tarafından bizzat yapılmasıdır. Kendisi yapmadığı halde
başkasına iyilik tavsiye eden kişi, şayet bu sözlerinde samimi ise neden kendi
yapmaz? Değilse neden böyle samimi olmayan bir davranış içine girer? Hiç bir
kimse bir başkasını şahsından daha ötede düşünemez. Düşünürse mutlaka manevî
yönden kendine geçecek bir ecir ve mükafatı hedef almış demektir. Halbuki işin
manevî yönünü düşünen insanın, bir iyiliği başkasına tavsiye ederken eli kolu
bağlanmış değildir. Kendinin de yapmasına bir engel yoktur. Ayrıca sözün
tesirli olması için, söyleyenin, söylediğini önce kendisi yapması şarttır.
Meyhanenin duvarlarına, meyhaneci tarafından yazılan "şarab içmeyiniz,
sarhoş olursunuz, başınıza musibet yağar" sözlerinin ne gibi bir kıymeti
vardır?
Cehennemde en şiddetli
azaba uğrayacaklardan birinin, başkasına iyiliği emrettiği halde kendi
yapmayan, nehyettiği kötülüğü de kendisi yapan kimse olduğu efendimizin bir hadis-i
şeriflerinde anlatılır.[599]
Büyükler, doğru ve iyi
olduğunu bildikleri sözleri: "kulağına küpe yap" diyerek küçüklere
aktarır, nasihatten anlamayanlara "kulağından pamuğu çıkar da dinle"
derlerdi. Ziya Paşa'nın darb-ı mesel haline gelen şu beyti, büyüklerin
sözlerine kulak asmayanlar hakkındadır:
Nush ile yola
gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile
uslanmayanın hakkı kötektir."[600]
4945... Ebu
Zür'a İbn Amr İbn Cerir'den (rivayet edildiğine göre) Cerir (İbn Abdullah el
Becelî) (r.a.) şöyle dermiş:
"Ben (kendisini)
dinleyip itaat etmek ve her müslüman için halis niyyet beslemek ve onlar
hakkında hayırlı davranışlarda bulunmak üzere Ra-sûlullah (s.a.) söz verdim.
(Ebû Zür'a) dedi ki: (Cerir birisine) birşey sattığı, ya da birşey satınaldığı
zaman: "Muhakkak ki bizim senden almış olduğumuz (bu mal), bizim için
(bizim) size verdiğimizden daha sevimlidir. (Binaenaleyh, vermiş olduğun malı)
tercih et(tiğin takdirde bizden geri alabilirsin)" derdi.[601]
Bey'at: Mübadele (alış-veriş)
akdi demektir. Sonraları Devlet Başkanına itaat ve sadakati bildiren ve el
sıkışma suretiyle yapılan ahitleşme anlamında kullanılır olmuştur. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte kasd edilen mana da budur.
Bilindiği gibi,
Rasul-i zişan efendimizin şahsında hem Peygamberlik, hem de devlet başkanlığı
toplanmış olduğundan, hadis-i şerifte söz konusu edilen mesele bir müslümanın,
Hz. Peygambere ve müslüman devlet başkanına herhangi bir dünyevi çıkar gayesi
olmaksızın sırf Allah rızası için ivazsız, garazsız, samimiyet ve ihlasla bağlanmanın
ve onların Allah'ın dinine hizmet yolunda verecekleri emirlere uymanın lüzumu
meselesidir.
Burada söz konusu
edilen diğer bir mesele de bir müslümanın diğer bir müslümam onun menfaatini
kendi menfaatine tercih edebilecek kadar samimi bir şekilde sevip sayması
meselesidir.
Hadis-i şerifte bir
müslümanın Allah için bir din kardeşine karşı besleyebileceği samimi sevgi ve
saygı duygulan anlatılmaktadır. Hz. Cerir'in alış-veriş yaptığı müslüman
kardeşleri karşısında duyduğu îsâr dediğimiz müslüman kardeşinin menfaatini
kendi menfaatini tercih edebilme (diğerkâmlık) duygusu ise, bir müslümanm din
kardeşlerine karşı beslemesi gereken sevgi, saygı, samimiyet duygularının en
idael bir örneğidir.
Hafız İbn Hacer'in
Taberâni'den rivayet ettiği bir haberde bildirdiğine göre, Hz. Cerir,
kendisine bir at satınalması için bir kölesine emr etmiş, o da pazardan 300
dirheme bir at alarak parasını da ödemek için atla birlikte sahibini de
Cerir'e getirmiş. Cerir atı beğenmiş. Ve ata biçilen 300 dirhemi az bulduğu için
atın sahibiyle yeniden pazarlığa girişmiş ve 800 dirhemde anlaşmış.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte sözkonusu edilen bütün bu samimi, temiz ve ulvî duygulara
"nasihat" denir ki; biz bu nasihatin çeşitlerini ve nasıl olacağını
bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladık.[602]
4946... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim bir
müslümanı dünya sıkıntılarının birinden kurtarırsa Allah da onu kıyamet
gününde bir sıkıntıdan kurtarır. Kim darda kalan bir kimseye kolaylık
gösterirse Allah da ona dünya ve âhirette kolaylık ihsan eder. Kim bir
müslümanın ayıbını örterse Allah da dünya ve âhirette, onun ayıbını örter. Kul
(din) kardeşinin yardımında oldukça Allah da o kulun yardımındadır."
Ebû Davudder ki: (Bu
hadisin ravilerinden olan) Osman, (metinde geçen); "Kim de darda kalan
bir kimseye kolaylık gösterirse" cümlesini Ebû Muaviye'den rivayet etmedi.[603]
Bu hadis-i şerif birkaç
meseleye delâlet etmektedir:
1. Müslümanın
dünyaya ait bir sıkıntısını çözmenin faziletini bildiriyor. Bu da ya ona mal
vermekle, ya da ağırlığını koyarak onu zalimin zulmünden kurtarmaya çalışmakla
olur.
2. Borçluya
yardımda bulunmak ta aslında bir müslümanın sıkıntısını gidermekten sayıldığı
halde, hadis-i şerifte bunun ayrı bir madde olarak sayılması borçlu olmanın
dünyevi sıkıntıları içinde ayrı bir yeri olduğu -içindir. Borçluya yardım ya
kendisine uzun vade tanımak, yahut borcunu affetmek gibi şeylerle olur.
Alacaklı herhangi bir şekilde borçlusuna kolaylık gösterirse, şüphesiz Cenab-ı
Hakk da ona dünyevi uhrevi bütün işlerinde kolaylık ihsan eder. Bu suretle her
işi yolunda gittiği gibi, âhirette de sıkıntı çekmez. İyilikleri kötülüklerine
galebe çalar.
3. Bir kimse
bir müslümanın gizli bir kusurunu görür de başkalarına söylemezse me'cur olur,
ecri de ameli cinsindendir, yani onun kusurunu da Allah örter. Dünyada yaptığı
bir kusuru kimseye duyulmadığı gibi âhirette de kabahatini yüzüne vurmaz,
affeder. Bundan dolayıdır ki Peygamber (s.a.) müslümanlan birbirlerinin
kusurlarını meydana çıkarmamaya teşvik etmiştir.
Ulema, kusur
gizlemenin vacib değil mendub olduğuna kail olmuşlardır. Binaenaleyh bir
müslümanın gizli bir suçunu bilen onu hâkime haber verse günahkâr olmaz. Ancak
bu hüküm fitne ve fesatçılığı ile tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir
suç işleyerek tevbe eden ve bir daha yapmayan kimsenin o kusurunu gizlemek icab
eder, çünkü fesatçının kusurunu gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar
çıkarmaya teşvik olur. Bir defa suç işleyenin hâli böyle değildir. Buraya kadar
verilen izahat ma-siyet işlendikten sonraya aittir. Onu işlerken görenin
hükmüne gelince:
Men'etmeye iktidarı
olursa derhal müdahalede bulunarak men'etmesi vacibdir. Çünkü bu müdahale
münkefi inkâr demektir, müdahale etmemek helal olmaz. Meselâ hırsızı birinin
malım çalarken görenin mal sahibine haber vermesi icab eder, aksi takdirde
hırsıza yardım etmiş olur. Acaba hadis ravileri ile şahidlerin, evkaf ve zekat
memurlarının cerhi gıybet sayılmaz mı? Hayır, onların cerhi gıybet değil,
bilakis herkese vâcib olan bir nasihat ve dürüstlüktür. Böyle olduğu da
ittifakla kabul edilmiştir.
4. Kul din
kardeşine yardım ettikçe Allah da ona yardım eder. Bu suretle kazanmaya gayret
gösterdiği birşeyi kolayca elde eder. Vakıa her iş-de Allah kulunun muinidir:
Fakat bu avn-u inayet, din kardeşine yardım edene daha fazladır. Binaenaleyh
müslümana gereken, din kardeşini kendinden ileri tutmaktır. Zira Allanın
kemal-i inayetine nail olmanın yolu budur.[604]
4947... Hz.
Huzeyfe'ten (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her iyilik
sadakadır."[605]
Hadis-i şerif, yapılan
her hayrın ve iyiliğin sadaka sevabı gibi sevabı olduğunu ifade etmektedir.
Bilindiği gibi maruf, münkerin
zıddıdır, iyilik demektir. İbn Ebu Cemre'ye göre "Adet olsun olmasın, iyi
amellerden olduğu şer'î delillerden anlaşılan şeye maruf adı verilir. Eğer o
iş iyi niyetle yapılırsa sahibi kafi olarak ecir kazanır. Niyetsiz yapıldığı
takdirde ecir işi ihtimalli kalır.
Sadaka: Allah rızası
için verilen maldır ve farz, mendup bütün sadakalara şamildir. İyiliği
"sadakadır" diye haber vermek, teşbih-i beliğ kabilindendir. Maksat,
sevap hususunda iyiliğin, sadaka hükmünde olduğunu binaenaleyh yapılacak iyiliğin
az da olsa hakir görülmemesi lâzım geldiğini bildirmektir. Bir hadis-i şerifte
"Her teşbih sadakadır"[606]
buyurulmuştur. Zaten hadisimizdeki "her iyilik" tabiri bütün salih
amellere şamildir. İmam Tirrnizî, Hz. Ebu Zerr (r.a.)'den merfu olarak şu hadis
tahric etmiştir: "Din kardeşinin yüzüne gülümsemen senin için bir sadaka;
iyiliği emir, kötülüğü nehyetmen senin için bir sadaka, delâlet diyarında bir
adamı irşâd etmen senin için sadaka, yoldan taşı dikeni ve kemiği atman senin
için sadaka, kovandan din kardeşinin kovasına suyu boşaltman da
sadakadır."[607]
4948... Ebu'd-Derdâ'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"Siz kıyamet
gününde kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız.
Öyleyse isimlerinizi güzel koyunuz."[608]
Ebu Davud der ki; ibn
Ebî Zekeriyya, Ebu d-Derdâ'ya yetişmemiştir.[609]
Hadis-i şerifte, insanlar,
kıyamet gününde kendi isimleriyle
birlikte babalarının da isimleriyle çağrılacakları gerekçesiyle, müslümanların
kendi çocuklarına, akraba ve hizmetçilerinin çocuklarına güzel isimler
vermeleri emr edilmektedir.
Binaenaleyh mevzumuzu
teşkil eden bu hadis, insanların kıyamet gününde annelerinin ismiyle
çağrılacaklarını ifade eden hadisi[610]
reddetmektedir. Nitekim insanların kıyamet gününde babalarının isimleriyle
çağrılacağını ifade eden daha başka hadisler de vardır.[611]
Her ne kadar
insanların "ey falancanın oğlu falan" şeklinde annesinin ismiyle
çağıracağına dair Taberanî'nin Mu'cem'inde Said İbn Abdullah el-Evdî'den rivayet
edilen bir hadis-i şerif[612]
varsa da ulema sahih hadislere aykırı olduğu için bu hadisin delil
olamayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Eğer bu hadisin şahinliği kabul
edilirse "mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif babalan belli olan kimseler
hakkındadır. Annelerin ismiyle çağrılacağını ifade eden hadislerde babalan
olmayan, ya da belli olmayan kimseler hakkındadır" denebilir. Yahutta
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen babalarınız tabirinden maksat anneler
ve babalardır; tağlib yoluyla babalar, denmiştir Mecazen "anneler ve
babalar" anlamına gelir.
Bu te'vile itibâr
etmek mümkün olursa, o zaman kıyamet gününde insanlar bazan annelerinin
ismiyle bazan da babalarının ismiyle, bazı yerlerde annelerinin bazı yerlerde
de babalarının ismiyle çağrılacaklar demektir.
Hafız Münzirî'nın
-Musannifimiz Ebû Dâvûd ile aynı kanaati paylaştığını ortaya koyan-
açıklamasına göre, bu hadisin ravisi Abdullah İbn Zekeriyya, Ebu'd-Derda
(r.a.)'den hadis almadığından, mevzumuzu teşkil eden bu hadis munkatıdır.
Ayrıca, konumuzu teşkil eden bu hadisin bab başlığıyla bir ilgisi yoktur. Çünkü
bu hadiste isimleri değiştirmeden söz edilmemektedir. Ancak, bu hadis, ismini
dini bir mülahaza ile değiştirecek kimselere bir irşad olarak kabul edilirse;
bu yönden bab başlığı ile ilgili görülebilir.[613]
4949... (Abdullah)
İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
"Yüce Allah'ın en
hoşuna giden isimler (Allah'a kulluk ifade eden) Abdullah ve Abdurrahman (gibi
adlar)dır"[614]
buyurmuştur.[615]
4950...
Sahabilerden olan Ebu Vehb el-Cüşemî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Çocuklarınızı)
Peygamberlerin isimleriyle isimlen(dir)iniz.İsimlerin Allah'a en hoş olanları
Abdullah ve Abdurrahman'dır. En doğru olanları Haris ile Hem mâm'dır. En
çirkin olanları da Harb ile Mürre'dir."[616]
Bilindiği gibi
Abdullah, Allah'ın kulu, Abdurrahman’a Rahmân'ın kulu, anlamına gelmektedir, Bu
bakımdan bu isimlerde Allah'ın rububiyetinin, bu ismi alan kimselerin de kulluklarının
itirafı vardır. Binaenaleyh bu isimleri taşıyan kimselerin her çağınlışlarında
bu iki gerçek dile getiriliş olur. Yüce Allah'ın Kur'an-i Keriminde Rasûlunden
"abd-kul" ismiyle bahsetmesi[617] de
bu ismi ne kadar çok sevdiğinin bir delilidir.
Sindî'ye göre,
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerde anlatılmak istenen "Peygamberin
isimlerinden sonra Allah'a en sevimli gelen isimlerin Abdullah ve Abdurrahman
isimleri olmasıdır."
Netice itibariyle
Allah'a en sevimli gelen isimler, Peygamber isimleridir. Sonra Abdurrahman ve
Abdullah gibi Allah'a izafe edilmiş abd kelimesi taşıyan isimlerdir.
Metinde geçen
"esdaku" kelimesi en doğru anlamına gelir. Buna göre müsemmasını
(sahibini) ifade etmesi bakımından "en doğru" isim gerçekten Haris ve
Hemmâm isimleridir. Çünkü "Haris", kazanan demektir. Nitekim Hars
kelimesi, Şura suresinin 20. âyetinde de bu manada kullanılmıştır. İnsanın en
belirgin vasfı kazamcıhğıdır. Bilindiği gibi kul, kâsib (kazanıcı)dır. Allah
ise halik (yaratıcı)dır. Hiçbir kul, bu Özellikten ayrılamaz. Bütün
hareketlerinde, müsbet veya menfi olarak kazamcı olmaktan uzak kalamaz. Yani
ya hayır, ya da şerr kazanmış olur.
Harb, savaş anlamına
gelir. Mürre ise acılık demektir. Savaşın yüzü soğuk, acılığın yüzü ve sevimsiz
olduğundan bu isimler yüce Allah'ın hoşuna gitmemişlerdir.[618]
4951... Hz.
Enes'den demiştir ki:
Abdullah İbn Ebî
Talha, dünyaya geldiği zaman, Peygamber (s.a.)'e götürdüm. Peygamber (s.a.) bir
"aba içerisinde devesini katranlıyordu. (Bana):
Yanında kuru hurma var
mı? diye sordu.
Evet, dedim. Kendisine
bir miktar (kuru) hurma verdim. Onları ağzına atarak çiğnedi. Sonra çocuğun
ağzını açtı ve hurmayı ağzının ortasına yerleştirdi. Çocuk, (hoşlandığından
dilini dolandırmaya başladı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"Ensarın hurmayı
(ne de çok) sevdiğine bakın!" buyurdu ve adını Abdullah koydu.[619]
"Ensarın hurmayı
ne kadar sevdiğine bakın!" cümlesinde geçen "hubb" kelimesini
hâ'nın zammıyla okumak caiz olduğu gibi kesriyle okumak da caizdir. Kesre ile
okunduğu takdirde mahbûb manasına gelir ve kelimenin sonu merfu okunarak bir
mübteda haber cümlesi meydana gelir ki, "ensarın sevgilisi hurmadır"
demek olur. Bu kelime hâ'nın zammı ile "hubb" şeklinde okunursa,
masdardır. Bu takdirde sonunu mansub ve merfu okumak caizdir. Mensub kıraati
daha meşhurdur. Mansup okunduğu takdirde cümle "ensarın sevdiği kuru
hurmaya bakın" diye takdir olunur ki, bizim verdiğimiz mana buna göredir.
Temr kelimesi de mansup okunur. Hubb kelimesini merfu okuyan onu mübteda yapmış
olur. Haberi mahfuztur. "Lazımdır yahut âdettir" gibi bir haber
takdir olunur.[620]
1. Yeni doğan
bir çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek yalatmak, bilittifak sünnettir. Bunu
salihlerden bir kimsenin yapması menduptur.
2. Tahniki
(çocuğun damağına tatlı çalma işini) kuru hurma ile yapmak müstehabtır. Gerçi
kuru üzüm ve şeker gibi her nevi tatlı ile tahnik yapmak caiz ise de efdal
olan kuru hurmadır.
3. Aba
giymek caizdir.
4. Büyük bir
zatın tevazu göstererek kendi işlerini kendi görmesi müstehabtır. Bu onun
kıymetini düşürmez.
5. Doğan
çocuklara Abdullah ismi vermek müstehabtır.
6. Çocuğun
ismini salah ve takva sahibi birine koydurmak müstehabtır.
7. Çocuğa doğduğu
gün isim koymak caizdir.[621]
4952... Hz.
İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) Âsiye (isimli bir kadının)
ismini değiştirmiş: "Sen Cemilersin" demiş.[622]
4953... Muhammed
İbn Amr İbn Ata'dan (rivayet edildiğine göre); Kendisine Zeyneb bint Ebi Seleme
kızının: "Kızının ismini ne koydun?" diye sormuş (O da): Ona Berre
ismini verdim, deyince,
(Zeyneb) şöyle demiş:
Rasûlullah (s.a) bu
ismi yasakladı. (Nitekim) bana da Berre ismi verilmişti de Peygamber (s.a.)
(insanı kusursuz gösteren böylesi isimlen vermek suretiyle); "Kendinizi
temize çıkarmayın, sizden kimin iyi olduğuna Allah daha iyi bilir"
buyurdu.
Bunun üzerine (orada
bulunanlardan biri Hz. Peygambere: Peki onun) "İsmini ne koyalım?"
diye sordu. (Hz. Peygamber) de: "Ona Zeyneb ismini veriniz" dedi.[623]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler, Hz. Peygamberin "Âsiye" gibi isyan manası
taşıyan isimlerle "Berre" gibi insanın bütün suç ve günahlardan uzak
olduğunu ifade eden, insanı temize çıkaran isimleri yasaklayıp da onların
yerine, sözü geçen sakıncaları taşımayan isimleri verdiğini ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi Asiye
"İsyankâr kadın" anlamına gelir. Cahiliyye araplan, hiçbir kusur ve
ayıbı kabule yanaşmayıp, her türlü kusur ve ayıba karşı çıkması temennisiyle
kızlarına bu ismi verirlerdi. İslamiyet gelince Hz. Fahr-i kainat efendimiz bu
isimleri yasaklamış fakat insanın nefsini temize çıkarıp nefis muhasebesinden
ve tevazudan uzaklaştıracağı korkusuyla Asiye isminin yerine "Mutîa:
itaatkâr kadın" ismini vermekten de çekinmiştir.
Yine nefsi tezkiye
edip sahibini nefis muhasebesinden uzaklaştırarak, sorumsuzluğa ve gurura
düşüreceği, endişesiyle "iyi kadın" anlamına gelen "Berre"
ismini de "kimin iyi olduğunu Allah daha iyi bilir." buyurarak
Zeyneb'e çevirmiştir. Zeyneb, zenb kökünden türemiştir. Kamusta açıklandığına
göre "zenb" kelimesi, semizleşti anlamına gelen "zenebe"
fiilinin mastarıdır. "Ezneb" ise "semiz kadın" demektir.
Zeyneb, ismi bu isimle meşhur olan manzarası ve kokusu güzel bir ağaçtan
alınmış olabileceği gibi "babanın zineti" anlamına gelen
"zeynüb" kelimesinin bozulmuş şekli de olabilir.[624]
4954... Üsame
İbn Ahderiyye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)'a gelen bir
cemaat içerisinde: "Esram" isimli bir adam varmış; Rasûlullah (s.a.)
O'na:
Adın ne? diye sormuş
da (adam):
Ben Esramım, demiş;
(bunun üzerine Hz. Peygamber de):
Sen zûr'asm, buyurmuş.[625]
"Esram",
kesmek anlamına gelen "sarım" kökünden gelir. Biçilmiş ya da
kırpılmış ekin demektir.
Dolayısıyla bu kelime
"kesiklik, kopukluk" gibi bereketsizlik ifade eden manalar
taşımaktadır.
Bu sebeble Resul-i
zişan efendimiz bu ismi tohum ve tohum ekecek yer gibi hayır ve bereket ifade
eden "zür'"a" kelimesiyle değiştirmiştir.[626]
4955... Hânı
(İbn Zeyd)'den (rivayet edildiğine göre) kendisi kavmiy-le birlikte Rasûlullah
(s.a.)'e gelince Rasûlullah (s.a.) kavminin onu "Ebulhakem"
künyesiyle çağırdığını duymuş da kendisini çağırarak:
Muhakkak ki gerçek
hakem Allah'dır. Hüküm (ondan çıkar, yine) ona (döner). Binaenaleyh sen niçin
(böyle) Ebu'l Hakem künyesiyle çağırılıyorsun? diye sormuş (da O da):
Benim kavmim bir
anlaşmazlığa düştükleri zaman bana gelirler, bende aralarında hüküm veririm.
Her iki taraf da (benden) razı olurlar, cevabını vermiş. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.):
Bu (tarafları hoşnut
edecek hüküm vermek) ne kadar güzel! (Ama Hakem ismi Allah'a mahsus olduğu için
kullar bu isimle künyelendirile-mezler) Kaç çocuğun var? demiş.
(O da):
Benim Şüreyh, Müslim
ve Abdullah (isimli üç oğlum) var, demiş. Rasûlullah (s.a.):
(Yaşça) hangisi daha
büyük? diye sormuş. (Hâni de:)
Şüreyh, cevabını
vermiş. (Bunun üzerine Resulü Ekrem Efendimiz:)
Öyleyse sen Ebu
Şüreyhsin, buyurmuş.
Ebu Davud der ki
Şüreyh Zinciri kıran ve Tüster şehitte girenlerdendir. Bana ulaşan habere göre
Şüreyh (Tüster'e) gizli bir yoldan girdiği için Tüster'in kapısını kırmıştır.[627]
Bilindiği gibi
"Eb" kelimesi arapçada baba anlamına gelir Araplar, bir kimseyi
künyelendirmek istedikleri zaman bu kelimeyi o zatın en büyük oğlunun ismine
izafe ederler. Mesela bir adamın en büyük oğlunun ismi Şüreyh ise bu adamın
künyesi "Ebu Şüreyh" olur. Ayrıca bir işi çok yapan, icad eden ya da
bir sıfata fazlasıyla sahip olan kimseye o işin ya da sıfatın başına
"eb" kelimesi getirilmek suretiyle de künye verilebilir. Çok cahil
bir adama Ebu Cehl, hikmet sahibi bir adama da "Ebu'l-Hikme," ismi
verilmesi gibi. İşte Hz. Hani İbn Yezid'e kavmi tarafından Ebul-Hakem
künyesinin verilmesi bu ikinci neviden olan künyedir. Metinde de açıklandığı
üzere Hz. Hani, kavmi arasında meydana gelen olaylarda hakemlik yapması için
kendisine müracaat edilen ve verdiği hükümlerle de tarafları memnun edebilen
bir kimse olduğundan kavmi ona bu künyeyi vermişti. Fakat "Hakem"
ismi Allah'ın güzel isimlerinden olduğundan bu ismi alan, bu ismin ifâde
ettiği manalarda Allah'a ortaklık etmiş olacağından Hz. Peygamber bu künyeyi
ondan almış ve O'nu en büyük oğlu Şüreyh'e izafe ederek "Ebu Şüreyh"
künyesiyle künyelendirmiştir.
Şerhü's-Sünne'de
açıklandığına göre "Elhakem" hükmüne karşı ko-nulamayan hakim
demektir ki bu da Allah'dan başkası olamaz.
Aliyyü'l-Kari'nin
açıklamasına göre "Hz. Peygamberin verdiği bu künyenin bereketiyle Hz.
Şüreyh fazilette en büyük sahabilerin makamına erişmiş ve sahabe döneminde
müftilik yapmış, daha sonra da Hz. Ali onu kadı tayin etmiş. Bu kadılığı
sırasında mahkemeye intikal eden bir davada Hz. Hasan'ın, Hz. Ali lehine
yaptığı bir şahitliği kabul etmemiştir."[628]
Hadisin sonunda
musannifin da açıklandığı gibi Hz. Şüreyh, Tüşter'in fethinde de bulunmuş, o
gün birçok kahramanlıklar göstermiş, zincirleri kırmış, gizli yollardan içeriye
girerek Tüster'in kapısını kırarak müslü-manların oradan şehre girmelerini
sağlamıştır.
İbn Esir'in de tesbit
ettiği gibi, Hz, Şüreyh, birçok savaşlara katılmış, yüzyirmi sene yaşamış ve
bunu kendisi bir şiirinde çok veciz bir şekilde dile getirmiştir.[629]
4956... (Said
İbn el-Müseyyeb'in) babasından (rivayet edildiğine göre birgün) Peygamber
(s.a.) Ona:
Adın nedir? diye
sormuş (O da:)
Hazn'dır demiş. (Hz.
Peygamber de):
(Bundan sonra ) sen
Sehl'sin, buyurmuş. (Hz, Hazn ise babasının verdiği ismin değiştirilmesine razı
olmayarak);
Hayır olmaz. (Çünkü)
Sehl (ova), ayaklar altında çiğnenir ve horlanır cevabını vermiş, (Bu hadisin
ravisi) Said dedi ki:
(Dedem Hazn, Hz.
Peygamberin bu teklifini kabul etmeyince:) "Artık bundan sonra bize
(devamlı olarak) üzüntü isabet edecek zannetmiştim."[630]
Ebu davud dedi ki:
Peygamber (s.a) "el-As" "Aziz", "Atle",
"Şeytan", "Elhakem", "Ğurab", "Hubab",
"Şihab" isimlerini "Hişam" ismiyle değiştirdi.
"Harb"
ismini "Selm" ismiyle, "Elmuzdacı" ismini
"Elmünbeis" ismiyle, değiştirdi. "Afim" adıyla anılan
araziye "Hadıra" ismini vermiş, "Şa'b edrDalale" ismini
"Şa'b el-Hudâ" ismiyle "Benüzzinye" ismini
"Benurrişde" ismiyle "Benülmuğviye" ismini de (yine)
"Benürrişde" ismiyle değiştirmiştir.
Ebu Davud dedi ki:
Kısaltmak gayesiyle bu rivayetlerin senetlerini terk ettim.[631]
Bilindiği gibi "Hazn"
düşünce, üzüntü, keder anlamına gelir. Şeni ise, kolay, yumuşak ve ova manalarına
gelir. Bu bakımdan. Hz. Peygamber, Hz. Müseyyeb'e üzüntü ifade eden bu ismi
kolaylık ve yumuşaklık ifâde eden "Sehl" ismiyle değiştirmeyi
emretmiştir. Hz. Müseyyeb de Hz. Peygamberin bu emrinin far-ziyyet ifade
etmeyip bir tavsiye mahiyetinde olduğunu anladığı için, Sehl ismini alan
kimsenin bu ismin taşıdığı manadan dolayı hafife alınıp horlanacağı korkusuyla
bu ismi almağa gönlü razı olmadığından, bu emre uymamış, babasının verdiği ismi
taşımaya devam etmiştir.
Metinde geçen
"artık bundan sonra bize (devamlı olarak) üzüntü isabet edecek"
cümlesi Buhari'nin rivayetinde "bundan sonra bizim ailemizde üzüntü ve
keder hiç eksik olmamıştır" anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.
Buharî'nin bu rivayetinden de anlaşılıyor ki Hz. Hazn, Hz. Peygamberin bu
tavsiyesini tutmadığı için, bir daha hayatı boyunca üzüntü ve kederden
kurtulamamıştır.
Musannif Ebû Davud'un
talikinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber "isyankâr" manasına geldiği
için "As" ismiyle Allah'ın güzel isimlerinden olan "Aziz"
ismini şiddet ifade eden "Atle" ismini, Allah'ın rahmetinden uzak
anlamına gelen "Şeytan" ismini hükmüne karşı gelinemez anlamına gelen
ve Allah'ın güzel isimlerinden olan el-Hakem" ismini, uzak ve karga
anlamına gelen "Gurab" ismini, ve "meteor (göktaşı)"anlamına
gelen "Şihab" ismini müslümana yakışan isimlerle değiştirmiştir. Bu
cümleden olarak Şihab ismini kırıklık, ufaklık, zayıflık gibi kulluğa delalet
eden manalar taşıyan Hişam ismiyle değiştirirken, Harb (Savaş) ismini Silm
(Sulh)la el-Muzdaci' (sırtüstü yatan) ismini, e-Münbeis (Hamleci ve atılımcı)
ismiyle, Afira (kuraklık) ismini, Hadıra (yeşillik) ismiyle Şi'bü'da-lale
(sapıklık yolu) ismini, Şı'bul-Hidâye (hidâyet yolu) ismiyle, Benü'z Zinye
(zina çocukları) ismini de yine Benü rişde (nikâh çocukları) ismiyle
değiştirmiş ve bu isimlerden uğur ve bereket ummuştur.
Bütün bu rivayetlerden
de anlaşılıyor ki, bir çocuğun anne ve baba üzerindeki ilk hakkı ileride
kendisi için utanç vesilesi olmayacak güzel bir isim vermeleridir.[632]
4957... Mesrûk'tan
demiştir ki:
Ömer İbn el Hattab
(r.a.) ile karşılaşmıştım. (Bana):
Sen kimsin? diye
sordu. Ben de:
Mesrûk İbn el Ecdâ(ım)
dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer:
Ben Rasûlullah
(s.a)'ı: "Ecdâ şeytandır" derken işittim, dedi.[633]
Bu hadis-i şerif, Ecda',
isminin şeytânlardan birimn özel ismi olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan
çocuklara sözü geçen ismi koymak kerahetten hali değildir. Esasen organ
kesmek, hapsetmek ailesini darlık içinde geçindirmek gibi bir mü'mine
yakışmayan manalara geldiği de düşünülürse, bu ismi koymanın çirkinliği daha da
kolay anlaşılabilir.[634]
4958... Semura
îbn Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Sakın kölenin ismini
Yesâr, Rebhah, Necîh, Efiâh koyma. Çünkü (olur ki) sen (kendine bu isimlerden
birini verdiğin köleni kasd ederek):
O orada mı? diye
sorarsın (karşıdaki de):
(Semure dedi ki:)
Hayır cevabını verir."
Böylesi isimler dörttür,
benim adıma onları fazlalaştirmayın.[635]
4959... Hz.
Semura'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
kölelerimize şu dört isim(den birin)i vermemizi bize yasakladı: Eflah, Yesar.
Nafi, Rebâh."[636]
4960... Hz.
Cabir'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"inşallah, eğer ömrüm olursa ümmetime Nâfi, Eflah ve bereket isimlerini
koymalarını yasaklayacağım."
(Bu hadisin
ravilerinden) A'meş (burada bir parantez açarak -bu hadisi bana naki eden Ebu
Süfyan gerçekten) Nâfi ismini de zikretti mi, zikretmedi mi, (iyice)
bilmiyorum, dedi.
(Câbir'in rivayetine
göre Hz. Peygamber şöyle sözlerini tamamlamıştır:) . "Çünkü (kölesini sormak üzere) geldiği
zaman:
Bereket burada mı?
diye sorar. (Orada bulunanlar da:)
Hayır! cevabını
verirler.
Ebû Dâvud der ki: (Bu
hadisin) bir benzerini Hz. Câbir yoluyla Ebu Zübeyr de rivayet etti. (Fakat) Bereket
ismini rivayet etmedi.[637]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler çocuklara Yes&r (kolaylık Rebah (üretmek), Necih (gayesine
ermeye muvaffak olan), Eflah (gayesine erişen), nâfi (faydalı) bereket (artma,
fazlalaşma mutluluk) isimlerini koymanın caiz olmadığını ifade etmektedir.
Yine bu hadis-i
şerifler, çocuklara sözü geçen isimleri vermenin uygunsuzluğunun sebebini
şöyle açıklamaktadırlar: Çünkü kolaylık, kâr, muvaffakiyet, bereket ifade eden
bu isimleri alan kimselerin bir mecliste olup olmadığı sorulduğu zaman orada
bulunanlar, yanlarında bulunmadığını ifade etmek için "burada başarı,
bereket, kâr... yoktur" diye cevap vereceklerdir. Tabii ki o mecliste
hayır ve bereket olmadığını dile getiren bu ifâde, o mecliste bulunanların
hoşuna gitmeyeceği gibi aynı zamanda buna bu isimlerden birini taşıyan
kimsenin sebep olduğunu düşünerek, onun hakkında kötü düşünmeye ve hatta onun
uğursuz olduğuna, inanmaya
başlayacaklardır.
Binaenaleyh bir
müslüman, çocuğunun şahsiyetini zedeleyecek ve onu toplum arasında küçük
düşürecek isimler vermekten kaçındığı gibi, onun karakterine, halet-i
ruhiyesine (psikolojisine) olumsuz yönde te'sir edecek, ondaki isyankârlık
duygusu, küçüklük ya da büyüklük kompleksi doğuracak isimler koymaktan da
sakınmalı, Allah ve Rasûlünün tavsiye ettiği kulluk, Allah yolunda hizmet gibi
ulvi duygular ilham eden isimler koymalıdır. Musannif Ebu Davud'un mevzumuzu
teşkil eden (4960) numaralı hadisin sonuna ilave ettiği talikin tamamı,
Müslim'in Sahih'inde şu manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir:
Bize Muhammed b. Ahmed
b. Ebi Halef rivayet etti (dedi ki:)
Bize Rahv rivayet etti
(dedi ki:) Bize İbn Cüreyc rivayet etti (dedi ki): Bana Ebu'z-Zübeyr haber
verdi; ki kendisi Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken işitmiş: Peygamber (s.a.)
Ya'la, Bereket, Eflah, Yesar, Nafi ve buna benzer isimler koymaktan nehyetmek
istedi. Sonradan bunlardan sükût buyurduğunu gördüm. Artık hiçbir şey söylemedi.
Sonra Rasûlullah (s.a.) bundan nehyetmeden dünyadan gitti. Bilahere Ömer
bunları yasak etmek istedi. Sonra o da bıraktı.[638]
Bu mevzuda İmam
Nevevî: "Bundan dört isme kıyas ve onlara kendi manalarında ki bazı
isimlen katmak men'edilmiş değildir. Ulemamız diyor ki: Bu hadiste zikredilen
isimleri ve o manada başka isimleri koymak mekruhtur. Kerahet yalnız bu dört
isme mahsus değildir. Hem bu kerahet, kerahet-i tahrimiyye değil kerahet-i
tenzihiyyedir. Kerahetin illetini Peygamber (s.a.)'ûı: "Çünkü sen orada
mı, dersin o da hayır der" kavliyle beyan buyurmuş, bu cevaptaki
çirkinliği kerih görmüştür.Çok defa bu cevap bazı insanları teşe'üme sevk
eder" demiştir.
Peygamber (s.a.)'in bu
isimleri koymaktan men'etmek isteyip sonra vazgeçmesinin manası: Haram kılmak
istemiş, sonra bundan vazgeçmiş demektir. Kerahet-i tenzihiyye ifade eden,
başka hadislerde de vardır.[639]
4961... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde Allah yanında en aşağılık isim (sahibi dünyada)
Melikü'l-emlâk (padişahlar padişahı) ismiyle çağrılan adam (olacak)dır."
Ebu Davud der ki: Bu
hadisi aynı senedle Şuayb ibn Ebi Hamza da Ebu'z-Zinad'dan: "(Kıyamet
gününde) isim(ler)in en çirkini" diye rivayet etmiştir.[640]
Bu hadisin manası kıyamet
gününde en hakir, en zelil a(jam "melikül-emlâk" adını taşıyan
kimsedir. Maksat isim değil, ismin sahibidir. Kadı Iyaz: Bu hadisle isimle
müsemmanın bir şey olduğuna istidlal edilir.
Melikü'l-emlâk bütün
mülklerin sahibi manasına gelir. Bütün mülklerin sahibi de Allah'dır,
Allah'dan başka malik yoktur. Bu husustaki hilaf meşhurdur, der. Binaenaleyh
doğan çocuğa bu ismi takmak, haram olduğu gibi Allah'a mahsus rahman, kuddus,
müheymin, halik ve emsali isimleri şahin şah, sahan şah şahanül-Mülk gibi acem
mübalağası sayılan unvanları takmak da haramdır. Çünkü onların hepsinde kula yakışmayan
bir büyüklük vardır.[641]
4962... Ebû
Cebîre İbn Dahhâk demiştir ki:
"Birbirinizi kötü
lakablarla çağırmayın, İmandan sonra fasıldık ne kötü addır..."[642]
âyeti biz Seleme oğulları hakkında nazil oldu. Rasûlullah (s.a.) bize (yani
Medine'ye) geldi. (O zaman) bizden iki ya da üç ismi olmayan hiçbir adam yoktu.
Peygamber (s.a.) (İçimizden birini bu isimlerden biriyle): "Ey
falanca!" diye çağırınca (bunu işiten kimseler): "Ey Allah'ın Rasulüî
(Onu bu isimle çağırmaktan) vazgeç. Çünkü o bu isimden dolayı kızıyor"
demeye başladılar. Bunun üzerine şu "Biribirini-ze (kötü) lakablar
takmayın" âyeti indirildi.[643]
Lügat âlimlerinin
açıklamasına göre kişilere verilen özel isimler ikiye ayrılır.
1. Övme ya
da yerme, (medh veya zemm) ifade eden isimlerdir. Bunlara "lakab"
denir ki bunlar kişinin esas ismine ilâveten sonradan verilen isimlerdir.
2. a. Kişiye
babasına ya da oğluna nisbet edilerek verilen falanın oğlu, falanın babası gibi
isimlerdir. Bunlara künye denir. Bu tür isimler de kişilerin yine esas
isimlerine ilâveten sonradan aldıkları isimlerdir.
b. Kişiye
babasına ya da oğluna nisbet edilmeksizin verilen isimlerdir. Buna da sadece
"isim" denir. Bu tür isimler ise kişilerin doğdukları zaman aldıkları
göbek isimleridir.
Burada mevzumuzu
teşkil eden isimler birinci kısma giren yani kişilere göbek isimlerine
ilaveten onların medh veya zemm için verilen isimlerdir.
Metinde geçen
"Birbirinize kötü lakablar takmayınız.." âyet-i kerimesi kişiye
hoşlanmayacağı lakablar takmanın ya da onu hoşlanmayacağı lakablarla
çağırmanın çirkinliğine delalet etmektedir. Çünkü bu, kişiye sövmek
kabilindendir.[644]
Oysa bilindiği gibi rnüslümana sövmek fasiklıktan başka birşey değildir.[645]
Nitekim bazılarına
göre sözü geçen âyet-i kerimenin devamı da bunu ifade etmektedir.[646]
Fakat kişilere memnun
olacakları güzel lakablar takmak sünnettendir. Nitekim Hz. Peygamber, Hz. Ebu
Bekir'e Atik ve Sıddîk lakablarım verdiği gibi, Hz. Ömer'e Faruk, ismini
vermiştir. Hz. Hamza'nın lakabı Ese-düllah (Allah'ın arslanı), Hz. Halid'in
lakabı da Seyfullah (Allah'ın kılıcı) idi. Binaenaleyh bu manada lakab
takmakta bir sakınca söz konusu değildir. Hz. Ömer de böylesi lakabların
yaygınlaştırılmasını emretmiştir.
Bunlarda bir sakınca
asla söz konusu olamaz. Her ne kadar kişiyi topal, kambur gibi halk arasında
meşhur olan ismiyle anmakta bir sakınca yoksa da bir hadis-İ şerifte de
belirtildiği gibi; "Mü'mİnin mü'min üzerindeki hakkı onu kendisine en hoş
gelen ismiyle çağırmak" olduğundan kişi mü'min kardeşini en güzel ismiyle
çağırmalıdır.[647]
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre bir kişiyi kendisinde ya da annesinde veya babasında bulunan
bir vasıfdan dolayı hoşlanmadığı lakablarla anmanın haram olduğunda İslam
uleması ittifak etmişlerdir.[648]
4963... (Zeyd
b. Salim'in) babasından (rivayet edildiğine göre) Ömer ibn El-Hattâb (r.a.)
Zeyd İbn Sabit'in kendi kendisine Ebu İsa künyesini veren oğlunu dövdü. El
Mugîre İbn Şu'be de kendisine "Ebu İsa" diye künyelenmişti. Hz. Ömer
O'na:
Sana Ebu Abdullah
künyesini alman yetmiyor mu? diye çıkıştı. Bunun üzerine Mugîre, "Bu
künyeyi feana Rasûlullah (s.a.) verdi" dedi. Hz. Ömer de:
Onun gelmiş, geçmiş
hataları affedilmiştir. (Bize gelince) biz kendi başımızayız. (Allah'ın bize
nasıl muamele yapacağını bilmiyoruz)" diye çıkıştı. Bunun üzerine (Mugîre)
ölünceye kadar Ebu Abdullah künyesini taşımaya devam etti.[649]
Bezlül-Mechud yazarı
Hz. Ömer'in metinde geçen: “O'nun gelmiş geçmiş hataları affedilmiştir. (Bize
gelince) biz kendi başımızayız" mealindeki sözlerini açıklarken şu görüşlere
yer veriyor: "Allah daha iyisini bilir ya, bazı işler haddizatında kerahetten
hali olmadığından bu gibi işleri yapmak aslında çirkindir. Fakat haram
değildir. İnsanlar bu tür işlerdeki çirkinliği anlayınca, bu işleri yapmanın
haram olduğunu zannederler. Halbuki bu fiili irtikab etmek haram değil
mekruhtur.
Hz. Peygamber bu gibi
mekruh işleri yapmanın haram olmadığını göstermek için onları işleyebilir. Bu
fiilinden dolayı da günahkâr olmaz. Bilakis bir gerçeği açıkladığı için sevab
kazanmış olur. Bu Hz. Peygamberin şahsına ait Özel bir durumdur. Binaenaleyh
başkaları aynı fiili işleyecek olurlarsa günahkâr olurlar. Öyleyse bir insan
birisine Ebû İsa (İsa'nın babası) ismini verecek olursa zihinlerde sanki Hz.
İsa'nın bir babası varmış gibi gerçeğe aykırı bir fikir uyandırmış olacağından
çirkin bir fiil işlemiş olur.
Her ne kadar Sünen-i
Tirmizî musannifi imam Tirmizî'nin künyesi "Ebu İsa (İsanın babası)"
ise de bu ismi ona kendisi değil de başkaları vermiş olabilir. Kendisi vermiş
olsa bile şu iki ihtimâlin dışında değildir:
1. Kendisi
bu künyeyi seçtiği zaman, henüz, kendisine mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerif ulaşmamış olabilir.
2. Hz.
Peygamberin Mugîre İbn Şu'be'ye Ebu İsâ künyesini verdiğini düşünerek bu
künyeyi almanın sünnet olduğuna inandığı için bu künyeyi seçmiş olabilir.
Fakat şurasını
unutmamak gerekir ki eğer bu künyeyi almak sünnet olsaydı Hz. Ömer bu künyeye
müdahale etmez ve bu künyeyi başkalarına da verirdi."[650]
4964... Enes
İbn Mâlik'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Ona:
Ey Oğulcuğum, diye
hitap edermiş.
Ebu Davud der ki:
"Ben Yahya İbn Maîrii, Ibn Mahbûb çok hadis rivayet eden bindir"
diye överken işittim.[651]
Bu hadis-i şerif, bir
kimsenin başka birisinin oğluna “çocuğum oğlum, yavrum..." gibi şefkat
ifade den kelimelerle hitap etmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir. Çünkü
çocuğa karşı yöneltilen bu hitap "Ey sevgili yavrucağız, sen benim yanımda
kendi çocuğum gibi kıymetli ve sevgilisin. Gerçekten de seni kendi çocuğum gibi
seviyorum, sana karşı sevgi ve şefkat hisleriyle doluyum" gibi manalar
taşıdığından bu hitabta; "Çocukları babalarına nisbet ederek
çağırın..."[652]
emrine muhalefet etme söz konusu değildir.
Nitekim İbn Kesir de
bu hitabın sözü geçen âyet-i kerimeye aykırı düşmediğini ifade ettiği gibi söz
konusu âyet-i kerimeyi tefsir ederken mevzumuzu teşkil eden hadisi de
zikretmiştir.[653]
[1] Tahirü'I-Mevlevî, Edebiyat Lügati, s. 38-39.
[2] M. Zihni, Nimet-i İslam, 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/598.
[3] Müslim, Fedâil 54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/599.
[4] Müslim, fedâil 51; Dârimî, mukaddime 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/600.
[5] İsrâ (17), 44, Fatır (35), 41.
[6] Hac (22), 59.
[7] Nisa (4), 7, 92, 104; Ahzab (33) I; Fetih (48). 4.
[8] Bakara (2), 263.
[9] Eşref edib, Asr-ı Saadet, VI, s. 511-512, Şamil
Yayınları.
[10] Ali İmrân(3), 59.
[11] Müslim, birr 78.
[12] Müslim, birr 77.
[13] Darimî mukaddime 48.
[14] Eşref edib. Asr-ı Saadet.Vİ, 521-522, Şamil Yayınevi.
[15] Turgut Ali. Kur'an-i Kerim'e Göre Ahlâk Esasları s.
101-103.
[16] Eşref edeb, a.g.e., III, 1, 187-189.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/600-602.
[18] Buharı, libas 17-18, edeb 68; Müslim, zekât 128;
Nesâî, kasâme 22; Ahmed b. Hanbel, II 153,310,224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/602-603.
[19] Buharî, edeb 76, Müslim, birr 107-108, Muvatta,
hüsnü'l-huluk 12; Ahmed b. Hanbel II. 236, 268, 507.
[20] Buharî edeb 76, Tirmizî, Birr 73; Muvatta,
hüsnü'l-huluk 11; Ahmed, II, 175, 362, 366, 484, V, 34, 370.
[21] Müslim, iman 60; Buharı edeb 77.
[22] Buharî, iman 3 16, edeb 77; Müslim, iman 57-59: s. Ebû
Davud, hd. 4795.
[23] Buhari, edeb 72, 77: menakıb 23; Müslim, fedai! 67;
İbn Mâce, zühd 17; Ahmed b. Hanbel II, 71, 79, 88,91-92.
[24] Tirmizî, birr 61.
[25] Tirmizî, birr 52, Müslim, birr 14-15; Darimî, rikak
73; Ahmed b. Hanbel, IV, 182.
[26] Tirmizî, birr 71; Ahmed b.Hanbel, IV, 193-194.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/603-604.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/605.
[29] Rıfat Ahmed, Tasvir-i Ahlâk. 366.
[30] Vedâdî Efendi, Tekmile-i Tarikat-ı Muhammediyye, s.
232.
[31] Buharî, ezan 21; Müslim mesâcid 154.
[32] Furkan (25) 63.
[33] Buhârî edeb 68; Müslim istiska 16.
[34] Ahmed Hamdi Aksekili, Ahlâk Dersleri, 164.
[35] En'âm (6), 90.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/605-606.
[37] Tirmizî, Birr 74, kıyâme 48; İbn Mâce, zühd 18; Ahmed
b. Hanbel, III, 438, 440.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/606-607.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/607-608.
[40] Müslim, birr 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/608.
[41] Saim Kılavuz. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi 556.
[42] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk 88.
[43] Eşref'Edib. Asrı Saadet. VI. 215-216, Şamil Yayınevi.
[44] Ahmet Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 88-90.
[45] a.g.e. 89.
[46] Hüseyin Algül, Ahlâk, Tercüman 71000 Temel eser I,
182.
[47] Ali İmran (3), 134.
[48] Müslim, Birr 109.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/608-611.
[50] Buhari edeb 44, 76. bedü'l-halk M; Müslim, birr
109-110; Tirmizî. devât 51; Ahmed b. Hanbel, V. 240, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/611-612.
[51] Buharı, edeb 44, 76, bedü'l-halk 11, Müslim, birr
109-110; Tirmizî, deavât 51; Ahmed b. Hanbel. V. 24. 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/612.
[52] Ahmed b. Hanbel. V
152.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/613.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/613.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/613-614.
[56] Ali îmran (3). 134.
[57] İbn Mâce, zühd, 18.
[58] el Heytemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 70.
[59] Essuyûtî, el-Câmiussagîr, I, 137.
[60] Nur (24), 22; Vedadi Efendi, Tarikat-ı Muhammediye
tere, 143-144.
[61] Ali îmran (3), 134.
[62] Bakara (2), 195.
[63] Hâdimî, Berîka, 11,341.
[64] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-r Alâî, 1,178.
[65] Muhammed b. Allan. el-Futuhatü'r Rabbaniyye, VI. 182:
Vedadî Elendi. Tarikat-ı Muhammediyye tercümesi. tekmile 144: Hadimi, Berîka,
11.346.
[66] O. Zeki Mollamehmetoglu. Sünen-İ Tirmizî Tercümesi,
VI, 69.
[67] A. Muhtar Büyükçınar, Hadislerle İslam, V, 335.
[68] Ahmed b. Hanbel, Müsned.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/614-617.
[70] Buharı, menâkıb 27. edeb 80. hudud 10: Müslim. Mail
77-7S, Muvatta, hüsnü'1-hulk 6: Ahmed b. Hanbel, VI. 85. 114. 130. 162, 182. 191, 209, 223, 229, 232, 262.
281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/617.
[71] Müslim, fedail 79; İbn Mace, nikah 51; Dârîmî, nikâh
34, Ahmed b. Hanbel, V,32, 206, 229,232,281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/618.
[72] Araf (7), 199.
[73] Buharî, tefsir VII-5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/618.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/618-619.
[75] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi V,
111-112.
[76] Hâdimî, Berika, II, 241.
[77] Eşref Edip, Asr-ı Saadet Talimat ve Tebligat, VI, 503,
Şamil Yayınevi.
[78] Yaman Arıkan. Esmau'l-Husna, 237.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/619-620.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/620.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/620-621.
[82] Hucurat (49). 13.
[83] Ahmed b. Hanbel, II, 4-5. 334.
[84] Ahmed b. Hanbel, II, 400.
[85] Vedadi Efendi Tarikat-ı Muhammediye Tercemesi,
Tekmile, 230.
[86] Maide (5), 54.
[87] Vedadi efendi, Taikat-ı Muhammediye Tercemesi,
Tekmile, 230.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/621-622.
[89] Tirmizî, birr 41. Ahmed b. Hanbel, 11-394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/622-623.
[90] Essuyûtî, el-Caimü's-Sagîr, I, 8.
[91] Sünen-i Ebû Davud, 4862 nolu hadis.
[92] Haşr (59), 9.
[93] Ali liman (3) 180.
[94] Tirmizî, Bir 41. Ahmed b. Hanbel, I. 4. 7.
[95] Kınalizade Ali efendi. Ahlâk-ı Âlaî I. 297-298.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/623-624.
[96] Müslim, birr 73; Muvatta, hüsnü'l-hulk 7; Ahmed b.
Hanbel, VI, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/624-625.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/625.
[98] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi X,
544.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/626-627.
[99] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/627.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/627.
[101] Hacc 522), 77.
[102] Bk. 4947 no'lu hadis.
[103] Buhari.
[104] M. Ali Haşimî (Prof. Dr.), Kur'ân ve Sünnette Müslüman
Şahsiyeti, s.203-205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/627-628.
[105] Buharı, iman 3, (6, edeb 77; Müslim, iman 57-59; Ebu
Davud, sünne 14; Tirmizî, birr 56, 80, iman 7, Nesâî, iman 16, 27; İbn Mâce,
mukaddime 9; zühd 17; Muvatta, hüsnü'l-hulk 10; Ahmed b. Hanbel, 11-56, 147,
392, 414, 442, 501, 533, V, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/628.
[106] Kılavuz Dr. Saim, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, 510.
[107] Muhammed Said, Ahlâk-ı Hamide s. 29.
[108] a.g.e.
[109] Buharı, edeb 77.
[110] Eşref Edip, Asr-ı Saadet VI, 463.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/629-630.
[112] Müslim, iman 60-61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/630-631.
[113] Tirmizî, kıyâme, 24; Ahmed b. Hanbel, I, 387.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/631-632.
[114] Buharı, enbiya 54, edeb 78; İbn Mâce, zühd 17;
Muvattâ, sefer 46; Ahmed b. Hanbel, IV, 121-122, V, 273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/632.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/632-633.
[116] Muvatta;
husnu'l-huluk.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/633.
[117] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 129. Tercüman.
[118] Ebu Ya'lâ, Taberânî.
[119] Ahmed b. Hanbel.
[120] M. Ali Haşimî, Kur'ân ve Sünnette Müslümanın
Şahsiyeti, 161-162.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/633-635.
[121] Tirmizî, Birr 61; Ahmed b. Hanbel, VI, 442, 446, 448,
451.
[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/635-636.
[123] Tirmizî, birr 158; Nesâî, cihad 19; İbn Mâce,
mukaddime 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/636.
[124] Buharî, tefsir sure 68/1, edeb 6, eyman 9; Müslim,
cenne 46-47; Tirmizî, cehennem 13; İbn Mâce, zühd 4; Ahmed b. Hanbel, IV, 227,
II, 169, 214, III, 145, IV, 175, 306.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/636.
[125] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
15/637.
[126] Buharı, cihad 59; rikâk 38, Nesâî hayl 14, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/637.
[127] Buharı, cihad 59. rikak 38; Nesâi, hayl 14, 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/637.
[128] Nahl (16),96.
[129] Buharı, menakıb u'1-ensar 26, Edeb 90, rikâk 29; İbn
Mâce, edeb 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/637-638.
[130] Müslim, zühd 68-69, Ebu Davud, hudûd 36; Tirmizî, zühd
55; İbn Mâce, edeb 36; Ahmed b. Hanbel. VI ,5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/7.
[131] Sünen-i Ebu Davud, Buyu 63; Ahmed b. Hanbel, I,
278-279, 350.
[132] a.g.e., talak 34.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/7-8.
[134] Buharî, şehâdat 16, edeb 54, Müslim, zühd 65-66; Ahmed
b. Hanbel, V, 41,46,51.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/8.
[135] Bk. 5124-5127 no'lu hadisler.
[136] Gazzâlî, İhya, 111,159-160.
[137] Ahlâk-ı Alaî, 1,286.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/8-9.
[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/10.
[139] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/10-11.
[140] Buharî, istîtâbe 4, istizan 22, davât 59, edeb 35;
Müslim, birr 77, selâm 10;Tirmizî, istizan 12; İbn Mâce, edeb 9; Dârimî rikâk
75; Muvattâ, isti'zan 38; Ahmed b. Hanbel, 1,112, IV, 87, VI, 37, 85, 199.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/11.
[141] Fussilet (41), 34.
[142] Ahmed Riffat, Tasvir-i Ahlâk 257.
[143] Buharî, edeb 38.
[144] Müslim, birr 78.
[145] Müslim, birr 76.
[146] Eşref edip, Asr-ı Saadet, VI, 520.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/11-12.
[147] Müslim birr 78; Ahmed b. Hanbel, VI, 58, 116, 125, 171,206,222.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/12-13.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/13.
[149] Müslim, birr 74-76, İbn Mace, edeb 9; Ahmed b. Hanbel,
IV, 362, 366.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/13.
[150] Tevbe(2), 123.
[151] Vedadi efendi, Tarikat-ı Muhammideyye Tere. ve Tekmile
s. 302.
[152] El-Hadimi, Berika, II, 313.
[153] Ali İmrân(3), 159.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/13-14.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/14.
[156] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 312.
[157] Sünen-i Ebu Davud, Hudud 4.
[158] Suyûtî, el-Camiüs.sagîr, II, 62.
[159] Tirmizî, birr 65.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/15.
[161] Tirmizî, birr 35; Ahmed b. Hanbel, II-258, 295, 303,
388, 461, 492, III, 32, 74, IV, 278, 375, V, 211,212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/16.
[162] Rum (30), 7.
[163] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, III, 361.
[164] Cürcâni, Tarifat 86;, et-Tehâvevî, Muhammed Ali,
Keşşâfü İstilahatil-Funûn, I, 737.
[165] a.g.e.
[166] Kuşeyrî Risalesi, (Çeviren; Süleyman Uludağ), s. 272.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/16-18.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/18.
[169] Buharı, el-Edebu'I-Müfred-Ahlâkı Hadisler, terceme; A.
Fikri Yavuz, 1-230-231.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/18-19.
[171] Buhari, el-Edebu'l-Müfred-Ahlâkî Hadisler, terceme; A.
Fikri Yavuz, 1-230-231.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/19-20.
[173] Süyûtî, el-Camiüssagîr, I, 57.
[174] el Münavî. Feyzü'l Kadir, II, 418.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/20.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/20-21.
[177] Enfâl (8), 17.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/21.
[179] Buharı istizan 2; Müslim, libas 1 14, selam V3, Ahmed
b. Hanbel. 111-36-47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/22-23.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/23.
[181] Ali imran (3), 104.
[182] Gazzali, İhya, 1,303.
[183] Tirmizî, birr 37.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/23-24.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/24-25.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/25.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/25-26.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/26.
[188] Müslim, fedail 76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/26.
[189] A. Davudoğlu, Sahili Müslim ve Terceme ve Şerhi, X,
109.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/26.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/27.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/27.
[192] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/28.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/28.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/28.
[195] Müslim, sala l19;Darimî, sala 19; Ahmed b: Hanbel,
11,377, 416, 526, 537, V,93, 101, 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/29.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/29.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/29-30.
[198] Tirmizî, isti'zan 29; Ahmed b. Hanbel, V, 91, 98, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/30.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/30.
[200] Tirmizî, edeb 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/31.
[201] Avnu'l-Ma'bûd, XIII, 173.
[202] Mansur Ali Nasıf, et-Tac V, 265.
[203] Halil Ahmed eS-Sehar enfûri. Bezi, XIX, 76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/31-32.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/32.
[205] Ahmed b. Hanbel. 11. 85, 89, 102, 121, 124. 126, 149.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/32-33.
[207] Mecelle, madde 96.
[208] Buharı, İsti'zan 31-33, cuma 20, Müslim, selam 27,
27-31; Tirmizî, edeb, Dârimî, isti zan 24-25; Ahmed 11,17, 45, 338, 438, 523,
V, 48.
[209] Mücâdele: (58) II.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/33-34.
[210] Sünen-i Ebû Davud, cihad 58.
[211] Buharı, et'ime 30, Fedâilü'l-Kur'ân 17,36, tevhid 57;
Müslim, müsafirin 243; Tirmizî, edeb 79, Nesâî, iman 32; İbn Mâce, mukaddime
16; Dârimî, Fedailü'1-Kur'ân 8; Ahmed b. Han bel, IV, 397, 404, 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/35.
[212] Buharî, et'ime30,FedâUü'l-Kur'ân 17. 36. tevhid 57;
Müslim, Müsafirin 243; Tirmizî, edeb 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/36.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/36.
[214] Muhammed b. Allan. Delilü'l-Fâlihin, 111,490-491.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/36-37.
[216] A. Davudoğlu , Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi X,
594.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/37-38.
[217] Tirmizî züh56; Darimî, et'ime 23; Ahmed b. Hanbel,
III, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/38.
[218] Furkan (25), 27.
[219] Nisa (4), 8.
[220] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/38-39.
[221] Tirmizî, zühd 45; Ahmed b. Hanbel, II, 303, 334.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/39.
[222] Yakub Kenan Necefzâde, Gülistan, 20-21.
[223] Muhammed İbn Allan, Delilü'I Fâlihin, II, 233-234.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/39.
[224] Buharı, enbiya 2; Müslim, birr 159-160; Ahmed b.
Hanbel, II, 295, 527. 537.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/40.
[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/40.
[226] Buharı, ilim II, cihad 164. meğâzi 60, edeb 80, Ahkâm
22: Müslim, cihad 5; Ahmed b. Hanbel, I, 239, 283, 365, IV, 399, 412, 417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/41.
[227] Buharı menâkıb 23, edeb 80, hudud 10; Müslim, fedâil
77-78; Ebu Dâvud, edeb4; Tirmizî, menâkıb, 34; Muvatta, hüsnü'l-hulk 2; Ahmed
b. Hanbel, VI, 85, 113-114,116, 130, 162, 182, 189, 191,209,223,232,262.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/41-43.
[229] A. Davudoğlıı, Sahih Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
460-461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/43.
[230] İbn Mâce, ticare 63; Ahmed b. Hanbel, III, 425.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/43.
[231] el-Askalanî, İbn Hacen el-İsabe, II, 10.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/43-44.
[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/45.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/45.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/45.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/45-46.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/46.
[238] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/46.
[239] İbn Mâce, nikâh 19.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/46-47.
[241] et Tahavî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, I, 288.
[242] el Cürcânî, Ta'rifât, 64.
[243] a.g.e. s. 50.
[244] a.g.e..86-87.
[245] Birgivî, Şerhü'l-Ehadisi'l-Erbaîn, 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/47-48.
[246] Tirmizî nikah, 17: Ahmed h. Hanbel, II, 302, 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/48.
[247] H. Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Tercemesi ve Şerhi, V,
31.
[248] Muhammed b. Allan, el-Fatûhhatü'r-Rabbaniyye, IV, 72.
[249] Nesaî, iftitah, 21.
[250] Ahmed b. Hanbel. IV, 62, 337, V, 375.
[251] Sünen-i Ebu Davud, et'ime 19.
[252] Nesaî, amelü'l yevmi ve'n-nar 373, hadis no:555.
[253] Ahmed İbn Hanbel, II, 27, 40, 59, 69, I28.
[254] Sünen-i Ebu Davud, 5088 nolu hadis.
[255] a.g.e. 2161 no'lu hadis.
[256] Buharı Edahi 9, 14, Tevhid 13; Müslim, Edahi 17.
[257] Ebu Davud, 3767 nolu hadis.
[258] a.g.e. tahare 48.
[259] a.g.e. hadis no 5103.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/48-52.
[261] Müslim, mukaddime I, 6.
[262] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/53.
[263] Yusuf (1)25.
[264] Feyzu'l Kadir, 111-57.
[265] Müslim.
[266] Ebu Dâvud, 4843 nolu hadis.
[267] Buharı.
[268] Haşimi M. Aİi, Kur'ân ve Sünnete göre Müslüman
Şahsiyeti, 200-201.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/53-55.
[270] Tirmizî, birr 75.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/55.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/55.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/56.
[273] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/56.
[274] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/56-57.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/57.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/57-58.
[277] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/58.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/58.
[279] Taberi, Cami'ül-Beyân, I, 79-80.
[280] Aliyyü'l Kari, Mirkatü'l Mefatih, IV,590.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/58.
[282] Buharî, mevfıkilü's-sala; Tirmizî, mevakit 11-12; İbn
Mâce, sala 12; Ahmed b. Hanbel, 1,389,410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/59.
[283] A. Naim, Tarid-i Sarih Tercümesi, II, 401, birinci baskı.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/59.
[284] Buhari, istizan 47; Müslim, selâm 137-138; Tirmizî.
edeb 59; İbn Mâce, tahâre 24; edeb 50; Dârimî, istizan 28; Muvatta, kelam
13-14. Ahmed b. Hanbel, I, 431. 460, 464, II, 9, 123, 126. 141, 146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/59-60.
[285] Buharı, istizan 47; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 43. 45,
430. 438.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/60.
[286] A. Davudoğlu, Sahih-ı Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
603.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/60.
[287] Müslim, selam 31: Tirmizî edeb 10; İbn Mâce, edeb 22;
Ahmed b. Hanbel, 111, 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/61.
[288] a.g.e., 594.
[289] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/61.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/62.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/62.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/62-63.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/63.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/63-64.
[295] Mütercim Âsim, Okyanus, II, 138.
[296] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/64.
[297] Müslim. mesâcid 286-287; Nesâî, sehv 99; Tirmizî. safa
409; İbn Mace, ikâme 109; Ahmed b. Hanbel. I. 85, V, 91. 97, 100-101, 105, 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/64.
[298] Mecmauzzevâid, X. 104.
[299] O.Z. Mollamehmetoğlu, Sünen-i Tirmizî Tercümesi, I,
397.
[300] Mecmauzzevâid, X. 105.
[301] a.g.e.
[302] a.g.e.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/64-65.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/65-66.
[304] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/66.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/66-67.
[306] Saffet (37), 180, 181, 182.
[307] Muhammed b. Allan, el-Fütühatü'r Rabbâniyye, VI, 170-171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/67.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/67.
[309] Ahmed b, Hanbel. VI. 459.
[310] Ebû Dâvud 487l nolu hadis.
[311] İmam Münzirî. et-Tergib ve Terhib, Tercümesi:
Hadislerle İslam A.M. Büyükçınar ve arkadaşları, V, 387, 388.
[312] a.g.e. V, 388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/68.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/69-70.
[314] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi X, 507.
[315] Heytemî, Mecmuûzzevaid, VIIII, 89.
[316] aynı yer.
[317] A. Davudoğlu, Selamet Yolları IV, 393.
[318] Ahmed Rifat, Tasvir-i Ahlâk, 145-146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/70.
[319] Buharı, edeb 83; Müslim zühd 63; İbn Mace, fiten 13;
Darimî, rikak 65; Ahmed, II, 115, 379.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/70-71.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/71.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/71.
[322] Müslim, fedail 99; Ahmed b. Hanbel, V. 454.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/71-72.
[323] Zürkanî, Şerhti Mevahibî'l-Ledünniyye IV 217-218.
[324] a.g.e. IV, 220-221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/72.
[325] Müslim, libas 72; Tirmizî, edeb 20; Ahmed b. Hanbel,
III, 299.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/73.
[326] Buhari, salat 85. istizan 44; Müslim, libas 75;
Tirmizî, edeb 19; Nesaî mesacid 28: Dârimî, istizan 27; Muvatta, sefer 87;
Ahmed b. Hanbel, IV,39-40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/73.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/73.
[328] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi IX,
470-471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/74.
[329] Tirmizî birr 39; Ahmed, III, 324, 352, 380, 394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/74.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/75.
[331] Müslim, nikâh 123; Ahmed b. Hanbel, III, 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/75.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/75-76.
[333] Buharî edeb 50, Müslim, iman 169-170; Tirmizî, edeb
79: Ahmed b. Hanbel, V, 382,389, 392. 397. 402, 404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/76.
[334] Mütercim Asım, Okyanus, I, 318.
[335] Kalem (68) 11.
[336] Hucurat (49), 6.
[337] Lokman (72). 17.
[338] Hucurat (49). 12.
[339] Hucûrât (49), 12.
[340] Hucurât(49),7.
[341] Kalem (68). 1l.
[342] Kınalızade Ali Efendi, Ahfak-ı Alâî, 1, 279-283.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/76-80.
[343] Buhari menakıb 1. edeb 52, ahkam 27: Müslim, birr
98-99 Tirmizi. birr 78; Muvatta, kelam 21: Dârimî, rikak 51-52; Ahmed b.
Hanbel, II, 245, 307. 336, 455. 465, 495. 517. 525.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/80.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/80-81.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/81.
[346] Nisa (4), 145.
[347] Nisa (4), 140.
[348] Tevbe (9), 67.
[349] Müslim, iman 107.
[350] Buharî, edeb 50; Müslim birr ve .sıla 100.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/81-82.
[351] Müslim. birr 70; Tirmizi, birr 23; Darimi, rikak 6;
Ahmed b. Hanbel, II, 230, 384, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/82-83.
[352] Hucurât (49) 12.
[353] İmam Münzirî, Hadislerle İslam (et-Terğib ve't-Terhîb
Tercümesi), Çevirenler: A.M. Büyükçınar ve arkadaşları, V, 241.
[354] Ahmed Rıfat, Tavsir-i Ahlak, s. 93.
[355] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-i Alaî, I, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/83-84.
[356] Tirmizî, kıyâme 51; Ahmed b. Hanbel, VI, 189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/84-85.
[357] Aliyyü'l Kari, Mirkatü'- Mefatih, IV, 638.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/85-86.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/86.
[360] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/86-87.
[361] Ahmed b. Hanbel, VI, 189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/87.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/87.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/87-88.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/88.
[365] Seyyid Süleyman en-Nedevî, Asr-ı Saadet, V, 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/88.
[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/88-89.
[367] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/89.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/89-90.
[369] Hucurat (19), 12.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/90-91.
[371] Müslim, birr 32, Tirmizî, birr 18; İbn Mâce, zühd 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/91.
[372] A. Davudoğlu, Selamet Yolları. IV. 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/91-92.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/93.
[374] Aliyy'ül Kari, Mirkatü'l-Mefâtîh, IV, 698.
[375] a.g.e. IV. 699.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/93-94.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/94-95.
[378] Nebe, (48), 26.
[379] Nisa (4) 123.
[380] Aliyyü'1-Kari, Mirkatü'l Mefâtih, IV, 696.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/95.
[381] Bu bab'a Concordance'de numara verilmemiştir.
[382] Ahmed b. Hanbel, IV, 312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/96.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/96-97.
[384] Bu bab'a Concordance'de numara verilmemiştir.
[385] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/97.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/97-98.
[387] A'raf (7) 199.
[388] Bakara (2) 237.
[389] Ali İmran (3) 134.
[390] Teğâbün (4), 14.
[391] Fussilet (37), 34-35.
[392] İmam Münzirî, Tergib ve Terhib Tercümesi Hadislerle
İslâm, Çevirenler: A,M. Büyükçınar ve arkadaşları V, 332-333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/98-99.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/99-100.
[394] Hucurât (4), 12.
[395] Buhari, Edeb 78.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/100.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/100.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/100-101.
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/101.
[400] İbn Mace, fiten 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/101.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/102.
[402] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/102-103.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/103-104.
[404] Concordance'da bu bab'a numara verilmemiştir.
[405] Buharı, mezâlim. 3, ikrah 7; Müslim, birr58, zikr 38;
Tirmizî, Hudud 3, birr 19, Kur'an 10;İbn Mace, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel,
II, 91,252, 296. 500, 514, IV. 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/104.
[406] el-Müttakî, Kenzü'l-Unmâl, III, 870.
[407] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
530-531.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/104-105.
[408] Müslim, birr 69; Tirmizî, birr51; Ahmed b. Hanbel,
11,235, 488, 517, IV, 162, 166, VI. 266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/106.
[409] Buharî, iman 32, edeb 44. fiten 8, Müslim, iman 116,
Tirmizî, birr ,51; Nesâî, tahrim 27; İbn Mâce, fiten 4, mukaddime 7,9; Ahmed b.
Hanbel, I, 76, 178, 385. 431. 433, 454, 439.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/106.
[411] Müslim, cenne 64: İbn Mâce, zühd 16, 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/107.
[412] Müslim, birr 138.
[413] Kasas (28), 83.
[414] Lokman (31), 8.
[415] Müslim, iman 148.
[416] Ahmed b. Hanbel, III, 76.
[417] Buharı, hibe 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/107-108.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/108-109.
[419] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/109.
[420] Şûra (42), 40.
[421] Nahl (l6) 126.
[422] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/109-110.
[423] Şûra (42), 41.
[424] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/110-111.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/111-113.
[426] Buharı, cenâiz 97. rikâk 42, fedâilü, sâhabinnebiyy 5;
Müslim. Fedâilussahabe 221-222; Ebu Davud, şiirine 10; Tirmizî Birr5l; menâkıb
58; Nesâî. cenâiz 52, kasâme 23:; Darimî, siyer 67; Ahmed b. Hanbel,
1-300-111-11,54, IV-252, IV-I80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/113.
[427] Tirmizî. cenâiz 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/113.
[428] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/113-114.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/114-115.
[430] En'am (6) 57, 62, Yusuf (12), 67.
[431] Nisa (4), 48, 116.
[432] Nisa (4), 116.
[433] Bakara (2), 284.
[434] Tevbe(9), 31.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/115-116.
[436] İbn Mâce. zühd 23; Tirmizî. kıyame 57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/116.
[437] H. Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi,
X-486.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/116.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/117.
[439] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-i Alâî, I, 342-343.
[440] Muhammed Ali Haşimî, Kur'ân ve Sünnette Müslümanın
Şahsiyeti, s. 155-156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/117-118.
[441] Hadid (57), 27.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/119-120.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/120-121.
[444] Tirmizî, birr 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/121-122.
[445] Ebû Davud, nikah 15.
[446] a.g.e. akdiye 4.
[447] a.g.e.
[448] a.g.e. libas 28, edeb 53.
[449] îbn Mâce, ticâret 46.
[450] Ebû Said Muhammed el-Hadimi, Berika, III, 241.
[451] Tirmizî birr 48; Ahmed b. Hanbel, I, 405, 416.
[452] Ebû Dâvud, 4907 nolu hadis.
[453] Müslim, iman 116.
[454] Müslim birr 87.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/122-123.
[456] Tirmizî, birr 48; Ahmed b. Hanbel, V, 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/123.
[457] Müslim, iman 116.
[458] Ahmed b. Hanbel, V, 202.
[459] Müslim, birr 87.
[460] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/123.
[461] Müslim, birr 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/123-124.
[462] Zümer(4)44.
[463] İbn Mâce. zühd 37.
[464] Ahmed b. Hanbel, II, 444.
[465] İbn Mâce, zühd 7.
[466] Buhari, tevhid 24.
[467] Bakara (2), 143.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/124.
[469] Tirmizî, birr 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/125.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/125.
[471] Ebu Davud, vitr 23; Ahmed b. Hanbel. VI, 45, 136, 215.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/126.
[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/126.
[473] Buharı, nikah 45, edeb 57-58,62, ferâiz 2; Müslim birr
23-24, 28, 30-32; Tirmizi, birr 24, İbn Mâce. dua 5, Muvatta, husnu’l-huluk
14-15; Ahmed b. Hanbel, I, 3,5, II, 277, 288 312, 342, 360, 389, 393, 394,444,
465, 469,470,480, 482, 492, 501, 412, 517, 539, III, 110,199,209,225,277,253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/126-127.
[474] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi X.
502-503.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/127-128.
[475] Buharı. el-Edeb'ül-Müfred, I. 416; Müslim, birr 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/128.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/128-129.
[477] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/129.
[478] İ. Lütfi Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis,
s. 156-158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/129-130.
[479] Ahmed b. Hanbel. III. 468.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/130.
[480] Ahmed b. Hanbel, V, 220.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/130-131.
[481] İbn Hacer el Heytemî. ez-Zevâcir, II, 281, tere. A.
Serdaroğlu-Şentürk Lütfi.
[482] Aliyyü’l Kari, Mirkatü'l-Mefatih, IV, 721.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/131-132.
[484] Müslim, birr 35.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/132.
[486] el-Münavî, Feyzu'l-Kadir. III, 259.
[487] Bezlü'l-Mechud, XIX. 157.
[488] Et, Tebrinî, Mişkât, I. 637. hadis no: 2056.
[489] Tebrîzî, Mişkât, II, 1396, hadis no:5014.
[490] a.g.e. 11, 1397, Hadis no: 5021.
[491] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/132-134.
[492] Buhari, vesaya 8, nikâh 45, icraiz 2. edeb 57-59; Müslim,
birr 28; Tirmizi, birr 56; Muvatta, husnu'l-hulk 15; Ahmed b. Hanbel, II, 245,
287, 312, 342, 470, 482, 492, 504. 517,539.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/134.
[493] En'am (6), 116; Yunus (10)36; Hucurat (49), 12.
[494] Hucurat (19), 12.
[495] Ahmed b. Hanbel, V, 279; IV, 421, 424.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/134-135.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/135.
[498] Kehf (18), 104.
[499] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/135-136.
[500] Buharı, sulh 1,11; Muvatta, hüsnü'I huluk 7; Ahmed, b.
Hanbel, VI. 445; Tirmizî, kıyâme 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/137.
[501] Bkz. 4920 ve 4921 numaralı hadisler.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/137-138.
[503] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/138.
[504] Buharı, sulh 2; Müslim, birr 101; Tirmizî, birr 26;
Ahmed b. Hanbel, VI, 403. 404,459,461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/138-139.
[505] A. Davudoğlu. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 564.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/139.
[506] Buharî, Meğâzi 12. Nikah 48; Tirmizi, Nikah 6 ibn
Mâce, Nikâh 21; Ahmed b. Hanbel II-359-360.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/140.
[507] En'am (6).
[508] Lokman (34). 34.
[509] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, III,
202-203; Hadis no. 5137.
[510] Abdurrahman el Cezirî. el-Fıkh ale'l Mezâhibi'l-Erbaa,
II, 42-44.
[511] Faruki, Lois
Lamia, İslama göre Müzik ve Müzisyenler, s. 39.
[512] â.g.e.s. 47-48.
[513] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/140-142.
[514] Lois L. Farûkî. İslama göre Müzik ve Müzisyenler
Çağdaş bir Değerlendirme, 18, Akabe Yayınları.
[515] Lois L. Farikî. İslama Göre Müzik ve Müzisyenler... s.
19-20.
[516] Buharı, buyu 3; Tirmizî, kıyame 60.
[517] Evhadî Etendi. Tarikat-i Muhammediye Terceınesi, s.
286. 288.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/143-144.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/144.
[520] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, III. 203;
Bulları, salat 69, ideyn 2, cihad 81-82; Müslim, ideyn 19. 22; Ahmed b. Hanbel,
II, 308. III, 16!, VI, 166, 247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/144.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/145.
[522] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/145.
[523] Mütercim Asım, Okyanus, I, 877-878.
[524] Ebû Dâvud, Cihad 46.
[525] Hayreddin Karaman, Haramlar-Helaller, 138-139.
[526] İmam Gazzalî, İhyâu Ulumiddin, II, 306.
[527] Kınalızade Ali Efendi, Ahlak-ı Alaî, I, 261,
sadeleştiren: Hüseyin Algül.
[528] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/146-147.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/147-148.
[530] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/148.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/148.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/148-149.
[533] el-Camiü's-Sagir, 11,77.
[534] Ebû Dâvud, buyu 3.
[535] a.g.e. libas 6; Buharı, libas 6.
[536] İbn Mâce, fiten 22.
[537] Ebû Davud, eşribe 5; Ahmed b. Hanbel, II, 158.
[538] Tirmizî, fiten 38.
[539] Ahmed b. Hanbel, V, 257.
[540] Tirmizî cenâiz 25.
[541] Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsulhak Azimabâdî,
Avnu'l-Mabud, XIII, 269-275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/149-153.
[542] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, III,
183-184.
[543] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/153-154.
[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/154-155.
[545] Buharı, nikâh 62, 113 megazi 56; Ebu Davud, libas 32,
İbn Mâce, nikâh 22, hudud 58.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/155.
[547] Ali Rıza Demircim, İslâm'a göre Cinsel Hayat, M.
31-33.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/155-156.
[549] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/156.
[550] Buharı, libas, 61, megazi 56; Ebu Davud, libas 27;
Tirmizî. edeb 34: İbn Mace, nikâh 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/157.
[551] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/157.
[552] Buharı edeb. XI; Müslim, fedail XI; İbn Mace, nikâh
50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/157.
[553] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII, 143.
[554] İbn Hacer, Fethü'l Bari, XIII, 143.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/157-158.
[556] Buharı, edeb 81; İbn Sa'd, VII, 40-45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/158-159.
[557] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/159.
[558] Buharı, menakibü'l-enşar 44; Müslim, nikah 69; İbn
Mace, nikah 13; Dârimi. nikah 56. Ahmed b. Hanbel, VI, 211; 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/160-161.
[559] Ö.R. Doğrul. Asr-ı Saadet, II, 149, Eser yayınları.
[560] Bu hadislerden birisi şu mealdedir: "...
Kur'andan iîk inen uzun surelerden biridir ki cennet ve cehennemi anlatır.
İnsanlar müslümanlığı kabul ettikten sonra haram ve helala dair âyetler indi.
İlk evvel "içki içmeyiniz" tarzında âyet inseydi "içkiyi terk
edemeyiz" diyecek, yahut ilk evvel "zina etmeyiniz" tarzında
ayet inseydi herkes "zinayı terk edemeyiz" diyecekti. Hz. Muhammed,
Mekke'de iken ben henüz oynayan bir çocuk idim ki "Onların va'dedilen
kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli ne acıdır" (Kamer (54), 46) âyet-i
kerimesi inmişti. Bakara ile Nas sureleri ise ben O'nun yanında iken nazil
olmuştur..." (81, Buharı, Telif ut-Kur'an 6)
Bu hadis-i şerif Hz.
Aişe'nin Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin dördüncü senesinde dünyaya geldiği
iddiasını kökünden çürütmektedir. Çünkü Hz. Aişe Kur'anın Mekkî ayetleri
inerken oynayan bir çocuk olduğunu Kamer suresinin 6. âyet-i kerimesinde
kendisi sokakta oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor.
Buna göre Hz. Aişe'nin
Kamer suresi indiği sırada dört beş yaşında oiduğu farz edilirse, Hz.
Peygamber ile evlendiği sırada en az ondöri, onbeş yaşında olması icab eder.
Çünkü sözü geçen âyet-i kerime Peygamberliğin dördüncü senesinde inmiştir. Hz.
Aişe, bu sıralarda oynayan bir kız olduğuna göre en azından beş altı yaşında
olması icab eder. O sırada dört beş yaşında olduğunu kabul edersek onun Hz.
Peygamberle evlendiği sırada ondört-onbeş yaşında olması icabeder.yrıca Hz.
Aişe'nin kız kardeşi Esma, yüz yaşında ve hicretin 73. senesinde vefat ettiğine
ve on yaş küçük olduğuna göre 17 yaşında olması icab eder. Yukarıda Sahih-i
Buhari'den naklettiğimiz hadis-i şerife uygun düşer. (Ö. Rıza Doğrul, Asr-i
Saadet, II, 147-479)
[561] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, Aişe,
I, 135.
[562] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/161-163.
[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163.
[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163.
[565] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163.
[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/163-164.
[567] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/164.
[568] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/164.
[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/165.
[570] İbn Mace, edeb 43; Muvatta, rü'ya 6; Ahmed İbn Hanbel,
IV, 394, 397. 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/165.
[571] Müslim, şi’r 10; İbn Mace, edeb 43; Ahmed b. Hanbel V,
352, 357,361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/165.
[572] Bezlü'l-Mechud, XIX, 176-17.
[573] Celal Yenieçeri, el-İhtiyar tere. s. 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/165-166.
[574] İbn Mâce, edeb 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/166.
[575] Aliyyül Kâri, Mirkatü'l-Mefatîh, IV, 490.
[576] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/166.
[577] Tirmizî, birr 16.
[578] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/167.
[579] Ebû Dâvud, akdiye 31.
[580] Buhâri, edeb 19; Müslim, tevbe 17, 19; Tirmizî,
dea'vât 99; İbn Mâce, zühd 35.
[581] Enbiya (21), 107.
[582] Avnü'l-Mabud, XIII, 285.
[583] Şûra (42), 5.
[584] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/167-168.
[585] Tirmizî, Birr 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/168-169.
[586] Meryem (19), 54.
[587] Necm (53), 3-4.
[588] İsrâ (l7).
[589] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/169.
[590] Tirmizî, Birr 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/169-170.
[591] Ö.R. Doğrul, Asr-i Saadet, II, 125-26. Eser yayınları.
[592] Ahmed, Taberanî.
[593] Hadimi, M. Ali, Kur'an ve Sünnette Müslüman Şahsiyeti,
198-200.
[594] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/170-172.
[595] Buhari. iman 42, Müslim, iman 95; Tirmizî, birr 17;
Nesâî, bey'at 31; Darimî. rikak 41; Ahmed b. Hanbel. 1, 351, II. 297, IV,
102-103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/173.
[596] Nevevî, Müslim Şerhi, II, 37-38.
[597] A'raf (7), 79.
[598] Haşr (59), 10.
[599] Kıvameddin Burslan -H. Hüsnü Erdem, Rıyazüssalihin
Terceınesi, I, 240.
[600] İmam Nevevî, Kırk Hadis (ire.), A. Lütfi Kazancı,
Nübüvvet Pınarından, 99-105'ten özetle.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/173-176.
[601] Buhârî. iman 42; Müslim, iman 97-99; Nesai Bey'a 6;
Ahmed b. Hanbel. IV, 264.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/176.
[602] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/177.
[603] Müslim, zikr 38; Tirmizi, hudud 3, birr 19, Kur'an 10;
İbn Mâce, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel, 11-252,414,500.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/178.
[604] A. Davudoğlu, Bülûgu'l-Meram Terceme ve Şerhi, IV,
355-356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/178-179.
[605] Buharı edeb 33; Müslim, zekat 52; Tirmizi, birr 45:
Ahmed b. Hanbel, III, 344. 360. IV. 307, V, 387-3KK, 405.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/180.
[606] Ebû Davud, tetavvu
12.
[607] Tirmizî, birr 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/180.
[608] Darimî, istizan 59; Ahmed b. Hanbel, V, I94.
[609] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/181.
[610] Azmabadi, Avnü'l-Mâbud, XIII, 291.
[611] Buhari, cizye 22, edeb 99, hıyel 9, fiten 21; Müslim,
cihad 10-17; Ebû Davud, cihad 150.
[612] Azimâbadî, Avnü'l-Mâbud, XIII, 292.
[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/181-182.
[614] Müslim, adab 2; Buharı, edeb 105-106; İbn Mace, edeb
30; Tirmizî, edeb 64; Darimî, istizan 20; Ahmed b. Hanbel, II. 24, 128.
[615] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/182.
[616] Buhârî, edeb (05-106. Müslim, adab 2, Tirmizî, edeb
64; Darimî, istizan; 20 Ahmed b. Hanbel, II, 24, 128, İbn Mâce, edeb 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/182-183.
[617] İsrâ (17), 1.
[618] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/183.
[619] Müslim, adab 22-23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/183-184.
[620] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/184.
[621] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terecme ve Şerhi, IX,
540-541.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/184.
[622] Müslim, edeb 14; Tirmizi, edeb 26; İbn Mace, edeb 32;
Darimi, istizan 62; Ahmed b. Hanbel, II, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/185.
[623] Müslim, edeb 17-19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/185.
[624] Mütercim Âsim, Okyanus, I, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/186.
[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/186.
[626] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/187.
[627] Ebû, Davud, sünne 5; Tirmizî, devât 82; Nesâî, kudat
7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/187-188.
[628] Mirkatü'l-Mefatih, IV, 605.
[629] İbn Esir. Üsdü'l-Gabe, II, 520.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/188-189.
[630] Buhâri, edeb 107.
[631] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/189-190.
[632] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/190-191.
[633] İbn Mâce, edeb 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/191.
[634] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/191.
[635] Müslim, edeb 11-12; Tirmizî edeb 65; Ahmed b. Hanbel,
11-385. V-7, 10-11,21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/192.
[636] Müslim, edeb II. İbn Mace, edeb 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/192.
[637] Müslim, edeb 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/192-193.
[638] Müslim, edeb 13.
[639] A. Davudoğlu, Sâhih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
532.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/193-194.
[640] Buharı edeb I 14: Müslim edeb, 20; Tirmizî edeb 66;
Ahmed b. Hanbel, II, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/194-195.
[641] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,537.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/195.
[642] Hucûrât, (49) II.
[643] Tirmizî tefsir 49, İbn Mace, edeb 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/196.
[644] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 405.
[645] Buharî, iman 36. edeb 44, filen 8, Müslim, iman i 16;
Tirmizî, birr 51 iman 15,Nesâî tabiim 27; İbn Mace, mukaddime 7, 9, fiten 4;
Ahmed b. Hanbel, I, 176, 178, 385, 411, 433,454,417,439,446,460.
[646] Kurtubî, el-Camiü'l Ahkamı'1-Kur'ân, XVI, 328.
[647] Aynı eser, XVI, 329-330.
[648] Alûsî, Ruhü'l-Meanî, XXVI, 154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/196-197.
[649] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/198.
[650] Bezlu'l-Mechûd, XIX, 198.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/198-199.
[651] Müslim, adab 31i; Tirmizî edeb 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/200.
[652] Ahzab (33), 5.
[653] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/200.