124-125. Kölenin (Efendisine Karşı) Samimi Olması
Hakkında
125-126. Köleyi Efendisine Karşı Kışkırtan Kimse Hakkında (Gelen
Hadisler)
126-127. (Eve Girmek İçin) İstizan (İzin İsteme) Hakkında (Gelen
Hadisler)
(Başkasının Evine Girmek İçin) Nasıl İzin İstenir?
127-128. (Başkasının Evine Girmek İçin) İzin İsteneceğinde (Ev Sahibine)
Kaç Defa Selam Verilir?
Kişinin Kapıyı Çalarak İzin İstemesinin Hükmü
128-129. Kişinin (Bir Yere) Davetli Olması (Oraya Girebilmesi İçin) İzin
(Sayılır) Mı?
132-133. Selamı Önce Veren Kimsenin Fazileti
133-134. Öncelikle Selam Vermek Kime Düşer?
134-135. Bir Adam Yanından Ayrıldığı Adamla Karşılaşınca Selam Verir Mi?
135-136. Çocuklara Selam Vermenin Hukmu
136-137. Kadınlara Selam Vermenin Hükmü
137-138. Müslüman Ülkesinde Yaşayan Azınlıklara Selâm Vermenin Hükmü
138-139. Meclisten Kalkınca Selâm Vermenin Hükmü
139-140. Selâmı "Aleykesselâm" Şeklinde Vermek Mekruhtur
140-141. (Bir Cemaat Adına O) Cemaatten Bir Tek Kimsenin Selam Alması
(Yeterlidir)
141-142. Musafaha (El Sıkışma)
Sabah Ve İkindi Namazlarından Sonra Müsafaha Yapmak (Caiz Midir?)
143-144. Ayağa Kalkma Hakkında (Gelen Hadisler)
144-145. Kişinin Kendi Oğlan Çocuğunu Öpmesinin Hükmü
145-146. İki Gözün Arasından Öpmenin Hükmü
146-147. Yanaktan Öpmenin Hükmü
147-148. El Öpme Hakkında (Gelen Hadis)
149-150. "Allah Beni Sana Feda Etsin' Demenin Hükmü
150-151 Bir Kimsenin (Diğer Bir Kimseye): "Allah Gözünü Aydın
Etsin" Demesinin Hükmü
151-152. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimse İçin Ayağa Kalkmasının Hükmü"
152- 153. Bir Adamın Diğer Bir Adama: "Allah Seni Korusun"
Demesinin Hükmü
153-154. Bir Adam (Kendisine): "Falan Adamın Sana Selamı Var"
Diyen Kimseye Nasıl Karşılık Verir?
154-155. Bir Kimsenin Diğer Bir Kimseye 'Lebbeyk: Buyur Emrindeyim"
Demesinin Hükmü
156-157. Bina Konusunda (Gelen Hadisler)
157-158. Yüksek Kat Yaptırmanın Hükmü
158-159. Arabistan Kirazı Ağacını Kesmenin Hükmü
159-160. Yollardan (Gelip Geçeni) Rahatsız Eden Engelleri Kaldırmanın
Fazileti
160-161. Geceleyin (Evlerde Yanmakta Olan) Ateş(Ler)İ Söndürme Hakkında
(Gelen Hadisler)
161- 162. Yılanları Öldürme Hakkında
162-163. Kertenkele'nin Öldürülmesi
163-164. Küçük (Kırmızı) Karıncaları Öldürmenin Hükmü
164-165. Kurbağa Öldürmenin Hükmü
165-166. Fiske Taşı (Atmanın Hukmu)
Hitanın Sıhhî Yönden Faideleri:
167-168. Kadınların Erkeklerle Beraber Yolda Yürümeleri
168-169. İnsanın Dehre Sövmesi(Nin Hükmü)
5169... Hz.
Abdullah b. Ömer'den (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Muhakkak ki köle
efendisine karşı samimi olup Allah'a ibadetini de güzel yaparsa, onun için iki
defa sevap vardır."[1]
"Samimiyet"
diye tercüme ettiğimiz "nasaha" kelimesi "nasihat" kökünden
alınma olup nasihat edilen kimseye hazz ve nasip toplamak manasına gelir ki
bundan murad, halinin iyiliğini istemek, onu noksanlardan kurtarmak ve
hilekârlıktan tasfiye etmektir.
Bu rivayetler, köleyi
dürüst hareket ederek sahibinin malında samimâ-ne çalışmaya, onu korumaya
teşvik etmektedir. Çünkü köle sahibinin malında bir çoban mesabesindedir.
Çoban sürüsünden nasıl mes'ulse o da sahibinin malından öyle mes'uldur.
İki ecir meselesine
gelince, bunun biri sahibine canla başla hizmet ettiği için, diğeri de Rabbine
güzelce ibadet ettiğindendif. Burada "kölenin ecri sahibinin ecrinden
fazla olmuyor mu?" diye bir sual hatıra gelebilir-se de Kirmanı bunda bir
mahzur olmadığını bildirmiştir. Yahutta bir cihetten kölenin ecri fazla, başka
cihetten de sahibinin ecri fazla olabilir.
Kölenin memlûk yani
nıilk olmakla vasıflandırılması, her köle memlûk, yani milk olmadığı içindir.
Çünkü köle sözü umumidir. Bütün insanlar Allah'ın kullan, köleleridir. Fakat
herbiri memlûk değildir.[2]
5170... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsenin
karısını yahutta kölesini kendisine karşı kışkırtan kimse bizden
değildir."[3]
"Habbebe"
kelimesi bozmak ve aldatmak gibi manalara
gelir. Burada bir köleyi ya da bir kadını tahrik ederek kafasını bozmak
suretiyle efendisiyle arasını açmak ve onun aleyhine geçirmek anlamında
kullanılmıştır.
Metinde geçen
"bizden değildir" cümlesi "İslam ahkâmı üzerinde değildir"
demektir.
Çünkü, hilekârlık,
İslâm çizgisi üzerinde yürüyen kimsenin vasfı değil, bu çizgiden çıkan
facirlerin vasfıdır.[4]
Onların vasfı alçaklıktır ve böyle kimseler cennete (ilk) girenlerden de
olamazlar.[5]
Kocasına kızarak evini
terk eden bir kadını müsafir ederek kocasının hatırı için bile olsa ona bol bol
ikramda bulunarak kocasının evini küçümsemesine ve kocasından soğumasına yol
açan kimse de bu hadisin hükmüne girer.[6]
İzin isteme (istizan):
Yüce Allah Mü'min kullarını en yüce edeblerde edeblendirirken: "Ey iman
edenler, kendi evlerinizden başka evlere sahipleriyle tanışıklık peyda etmeden
ve selam vermeden girmeyin. Umulur ki iyice düşünür (hikmetini idrak
eder)siniz."[7]
"Eğer orada bir
kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Şayet size geri
dönün, derlerse hemen dönüp gidiniz. Bu sizin için daha temiz (bir
davranışadır. Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir."[8]
"Meskûn olmayan,
içerisinde sizin için bir menfaat bulunan yerlere girmenizde, sizin için bir
günah yoktur. Açıklayacağınızı da gizleyeceğinizi de Allah bilir."[9]
buyurarak başkalarının evlerine izin olmadan ve selam vermeden girmeyi
yasaklamıştır.[10]
Ayet-i kerimede geçen
istinas (tanışıklık peyda etme) kelimesi, "bir adamın yahut bir hayvanın
vahşetinin gitmesiyle alışıp ülfet peyda etmesi,[11]
ziyaretçilerin izin alması[12] gibi
manalara gelir. Müfessirlerden bazılan "izin istemek" anlamındadır,
derlerken bir kısmı da "ev sahibinin girmeye müsait olup olmadığını
öğrenmek ve evde bir kimsenin olup olmadığını anlamak" şeklinde tefsir
etmişlerdir.[13]
Ahkâmü'l-Kur'ân sahibi
Sabûnî der ki: "İstinas lafzından maksat, mücerred manada izin almak
olmayıp, asıl maksat ev sahibinin ziyaretçiyi kabule hazır olduğunu araştırıp
tesbit etmek demektir."[14]
Birçok medeniyetsiz insanların yaptıkları gibi "baskın yaparcasına
birdenbire ve vahşice girmeyip insaniyete layık ve hâle muvafık bir ünsiyet
ibraz etmek demek olur.[15]
Bütün bu
açıklamalardan anlaşılıyor ki, her insanın kendi evinden başka evlere girerken
ev sahibini haberdar edip izin almadan ve selamdan sonra "buyurun"
şeklinde hüsri-ü kabul gelmedikçe herhangi bir ev, daire v.s.'ye girmesi uygun
bir hareket değildir. Allah teâlâ mü'minleri bundan men'etmiştir.
Akla şöyle bir soru
gelebilir. "Acaba insanın kendi yakınları, dostları yanına girerken de
izin alması gerekir mi?"
Bu âyetin hükmünün
umûmî olduğunda bütün müfessirler ittifak etmiş olmaktan başka yüce mevla en
yakın (küçük çocuklar ve hizmetçi) kimseler hakkında bile bu konuda âyet inzal
buyurmuş, ev halkının dahi biri-birlerinin odalarına girerken izin almalarını
emretmiştir. Bu konuda istisnanın olmadığını İbn Abbas (r.a.)'den
öğrenebiliriz. Atâ b. Ebi Rebah'ın naklettiğine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: Rasulullah (s.a.)'a
Aynı evde oturduğumuz
himayemdeki yetim kız kardeşimden de izin isteyecek miyim? dedim de bana:
Evet, dedi. Ben ruhsat
vermesi için tekrar ettim. Kabul etmedi ve:
Sen-onları çıplak
olarak görmek ister miydin? dedi. Ben:
Hayır, dedim.
O halde izin iste!
buyurdu. Rasulullah (s.a.)'e tekrar müracaat ettiğimde bana:
Allah'a itaati sever
misin? buyurdu. Ben:
Evet dedim.
O halde izin iste!
dedi.[16]
Bu hadis-i şeriften de
anlaşılıyor ki bu konuda asla taviz yoktur. Her müslüman hoş görmeyeceği utanç
verici hallerle karşılaşmamak için hem ev halkı bile olsalar birbirlerinden
izin almadıkça birebirlerinin odalarına girmemelidirler. İster teklifsiz kabul
ettiğimiz eş-dost ve akrabalar olsun, ister yabancı, hiç bir müslürnarun izin
almadıkça kesinlikle girmemesi lazımdır, "Adam sen de" dersek ya
kovuluruz, ya da kovulmaktan da beter bir hale düşeriz. Öyleyse her mü'minin
izzet-i nefsini koruması için yüce Allah'ın öğrettiği muaşeret esaslarına itina
göstermesi icab eder.[17]
5171... Hz.
Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre, bir adam Peygamber (s.a.)'in
odalarından birine başını uzatarak içeriye bakmış da Rasulullah (s.a.) bir
mızrağın uc demiriyle veya bunlardan birkaç tanesiyle (buradaki şüphe raviye
aittir) onun üzerine yürümüştü. (Ravi sözlerine devam ederek şöyle) dedi: Ben
Rasulullah (s.a.)'m (elindeki bu temreni, o evinin içine bakan kimseye)
saplamak için (Onun) üzerine saldırışını (hâlâ) görür gibiyim.[18]
5172... Hz.
Ebu Hüreyre Rasulullah (s.a.)'i (şöyle) buyururken işittiğini söylemiştir:
"Kim bir cemaatin
evin(in için)e izinleri olmadan bakar da (onlar da) onun gözünü çıkarırsa (o
adamın bu) gözü heder olur."[19]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler izinsiz olarak bir
başkasının evine girmek şöyle dursun, bakmanın bile caiz olmadığım, böyle bir
hareketin sahibinin gözünün heder olmasına sebep olacak kadar ağır bir suç
olduğunu ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi heder;
boşa gitmek demektir. Yani hakkında kısas ya da diyet davası açılamaması,
kanının boşa akıp telef olması demektir. Binaenaleyh yabancı bir eve girmeden
önce izin istemek farzdır. Bu hususta erkek ile kadın arasında bir fark
olmadığı gibi sağlam ile kör arasında ve hür ile köle arasında da bir fark
yoktur. Alimlerin cumhuru da bu görüştedir.[20]
Bir kimsenin yabancı
bir evi gözetlemesinin haram olduğunda ittifak olmakla beraber bu suçu işleyen
kimsenin men edilmesi, dövülmesi, gözlerinin kör edilmesi halinde ne lazım
geleceği hakkında ihtilâf vardır:
1. İmam
Şafiî (r.a.) ile Ahmed b. Hanbel (r.a.)'e göre ev halkı evi izinsiz gözetleyen
kimsenin gözünü kör etseler, kısas gerekmez. Ayrıca röntgenci bir hak da taleb
edemez.
Delileri ise mevzumuzu
teşkil eden (5172) nolu hadisle: "Eğer evime muttali olmak için
gözetlediğini bilsem şu demiri gözlerine sokardım. İçeri girmek için izin
istemek ancak gözleri haramdan korumak içindir."[21]
mealindeki hadistir.
2. İmam
Mâlik (r.a.) ile İmam Ebu Hanife (r.a.)'e göre ise röntgencinin gözünün kör
edilmesi cinayettir. Dolayısıyla ya diyeti verilir, ya da kısas yapılır,
delileri ise: "Cana can, göze göz buruna burun, kulağa kulak, dişe
diş...(karşılıklıdır)"[22] âyetinin
hükm-i umumisidir.
Buna göre, kim birinin
gözünü -velev ki evini gözetlediği için olsa- kör etse, cani olur. Eğer kasden
yapmışsa kısas yapılır. Hataen yapmışsa diyetini verir...
Malikî ve Hanefî
âlimleri Şafiî ve Hanbelilerin delil aldıkları "Her kim bir evi izinsiz
olarak gözetlerse...” hadisini şöyle tevil ederler: Bir .
evin içini, o evdeki
kadınları görmek için bakan kişi evvelâ menedilir. Tekrar gözetlerse o zaman
zor kullanılır. İşte bu zor kullanma sırasında gözetleyenin gözü kör edilirse
onun gözünün kanı heder olmuştur. Zira o adam zâlim ve haddi tecavüz
etmiştir."
Bu mevzuda Cessâs
şöyle der fakihler bu hadisin zahirinin hilafına hükmederler. Çünkü Ebû Hüreyre
(r.a.)'nin rivayet ettiği bu hadis usûle muhalif olduğu için reddofunur. Usûle
muhalif olduğu için reddolunan "zina çocuğu cennete girmez" ve
"kim bir ölü yıkarsa kendisi de yıkansın, kim bir cenazeyi taşırsa
abdesti bozulması bile abdest alsın." hadisleri gibi reddolunur. Şüphe yok
ki bir eve izinsiz giren kimsenin gözünü kör edene kısas lâzımdır."
Şafiî fakihlerinden
iman Fahreddin Razî de şunları söyler: "Bilmiş olunuz ki "cana can,
göze göz." âyeti bu hususta zayıf bir delildir. Zira onların
"izinsiz bir eve girenin gözünü kör etmek caiz değildir" sözleri
zayıftır. Çünkü içeri izinsiz girmekle gözetlemek ayrı şeydir. İçeri izinsiz
giren adamı evde olanlar bilirler ve kaçarak örtünürler. Ama içeriyi
gözetleyen! evde bulunanlar bilemezler, korunamazlar, dolayısıyla gözetleyici
bir yabancının görmesi caiz olmayan şeyleri görebilir. Öyleyse şer'î hükümde
de gözetleyicinin bu davranışını önlemek için daha ağır bir ceza ile
cezalandırılması icâb eder."
Bize göre Hanbeli ve
Şafiîlerin delilleri daha kuvvetli ve bu bakımdan tercihe diğerlerinden daha
şayandır.[23]
5173... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Kişi evin içine
baktı da) Bakış (eve) girdi mi, artık (eve girmek için) izin (almaya lüzum) yoktur."[24]
Bu hadis-i şerif eve
girmek için sahibinden izin. almanın hikmetini açıklamaktadır.Hadis-i şerifin
açıklamasından anlaşılıyor ki, birisinin evine girmeden önce izin istemekten
maksat, gözü ev halkının görülmesi haram olan yerlerini görmekten korumak ve
ev halkının görülmesini arzu etmedikleri özel hallerine muttali olmayı
önlemektir.
Nitekim "Meskûn
olmayan, içerisinde sizin için menfaat bulunan (ev ve) odalara girmenizde size
bir vebal yoktur."[25] âyet-i
kerimesi buna delalet ettiği gibi şu hadis-i şerif de bunu açıkça ifâde
etmektedir:
1. Yesaroğlu
Ata şunları anlatır: Bir adam Rasûlullah (s.a.)'a:
Ey Allah'ın Resulü!
Annemin huzuruna girmek için izin isteyecekmiyim? diye sordu. O da:
Evet buyurdu. Adam:
Ben evde onunla
beraber oturuyorum, deyince Rasûlullah (s.a.):
Ondan izin iste, dedi.
Adam:
Ona ben hizmet
ediyorum, dediğinde Rasûlullah (s.a.) yine:
Ondan izin iste, onu
çıplak olarak görmek ister misin? dedi Adam:
Hayır, dedi Rasûlullah
(s.a.) da:
O halde izin almadan
yanına girme, buyurdu.[26]
Münzirî'nin
açıklamasına göre bu hadisin senedinde Kesir b. Zeyd el-Eslemî vardır. Bu
ravinin rivayet ettiği hadisler delil olamazlar.[27]
5174... Hüzeyl'den
demiştir ki: Bir adam geldi -Osman (b. Ebî Şeybe bu adamın) Sa'd (b. Ebi
Vakkas) olduğunu rivayet etti. Peygamber (a.s.)'ın kapısının önüne durup izin
istedi ve kapının önüne dikildi.
Osman (b. Ebi Şeybe bu
sözü) "kapıya karşı (dikildi)" diye rivayet etti.-
Peygamber (s.a.)'de
ona: "Şöyle (dur kapı) senden (biraz sağda veya solda kalacak şekilde
biraz sağa veya sola doğru çekil) yahutta şöyle (dur). Çünkü izin göz
içindir" buyurdu.[28]
5175... (Bir
Önceki hadisin) bir benzerini de Peygamber (s.a.)'den Sa'd (b. Ebi Vakkâs)
rivayet etmiştir.[29]
Bu hadis-i şerifler
eve girmek için izin istemekten maksadın gözü ev halkının mahrem yerlerini
görmekten korumak olduğunu açıkladıkları için izin istemek için kapıyı
çaldıktan sonra ev sahibinin çıkmasını beklerken, kapı açılınca evin içini
görecek şekilde kapının tam karşısında durmayıp sağa ya da sola çekilmek
gerektiğini ifade etmektedirler.
Binaenaleyh içeri
girmek için izin almak gayesiyle kapıyı çaldıktan sonra ev sahibinin çıkmasını
beklerken içeriyi görmemek için kapının sağ veya sol tarafına çekilmek ve kapı
açılınca derhâl içeriyi gözleri salmamak yüce dinimizin arzu ettiği
terbiyedendir.
Kapıyı çalmadan önce
acaba içeride kimse var mı anlamında da olsa, kapıdan veya pencereden içeriye
bakmamak, hem yüce Allah'ın: "Tecessüs etmeyiniz..."[30]
âyet-i kerimesi ile hem de mevzumuzu teşkil eden babda yer alan hadislerle emr
olunmuştur.[31]
5176... Kelede
b. Hanbel'den (rivayet edildiğine göre) Safvan b. Ümeyye, kendisini (bir
miktar) süt, bir ceylan yavrusu ve ufak cins birkaç salatalıkla Mekke'nin en
yukarısında bulunan Peygamber (s.a.)'e göndermiş.
(Kelede olayı şöyle
anlatıyor: Hz. Peygamber'in huzuruna) selâm vermeden girdim. Bunun üzerine
bana:
Geri dön ve esselâmü
aleyküm (içeri girebilir miyim?) de! buyurdu.[33]
Bu (Olay) Safvan b.
Ümeyye'nin müslüman oluşundan sonradır.
Amr (b. Ebî Süfyan)
dedi ki: Bu hadisi bana (Ümeyye) b. Safvan Kelede b. Hanbel'den rivayet etti.
(Fakat): "bunu ondan (kendi kulaklarımla) işittim" demedi.
Ebu Davud dedi ki:
(Her ne kadar hu hadis-i şerifi şeyhim İhn Beşşâr bana rivayet ederken Amr'dan
sonra gelen ravinin ismini açıkça belirtmeden Ihn Safvan diye bildirmişse de
bu hadisi hana rivayet eden ikinci şeyhim) Yahya b. Habib (o ravinin isminin)
"Ümeyye b. Safvan' (olduğunu) rivayet etti. Ve yine (bu şeyhim) Yahya (h.
Habih'in) haber verd(iğine göre) Amr b. Abdillah b. Safvan (bu hadisi)
kendisine Kelede b. Han-bel'in bildirdiğini söylemiştir.[34]
5177... RibTden
demiştir ki: Âmir oğullarından bir adamın bildirdiğine göre, kendisi Peygamber
(s.a.) evde iken "Girebilir miyim?" diyerek izin istemiş de Peygamber
(s.a.) hizmetçisine: "Şu adam(ın yanın)a çık ve ona izin istemeyi öğret,
ona: "Esselâmü aleyküm girebilir miyim de(mesini) söyle!" buyurmuş.
Adam da bunu işitmiş
ve: "Esselâmü aleyküm girebilir miyim?" demiş. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.) ona (girmesi için) izin vermiş, (o da Hz. Peygamberin huzuruna
girmiştir.[35]
5178... Ribîb.
Hıraş'dan demiştir ki: Bana haber verildiğine göre Âmir oğullarından bir adam
(huzuruna girmek için) Peygamber (s.a.)'den izin istemiş" (Daha sonra
Hiraş, bir önceki hadisin manasını (rivayet etti).
Ebu Davud dedi ki:
Aynı şekilde (bu hadisi, bize) Müsedde, Ebu Avâ-ne'den o Mahsur'dan, o da
Rib'Tden rivayet etti. (Ancak bu rivayete göre Rib'î) -Âmir oğullarından
birinden rivayet edilmiştir- (sözünü) söylemiştir.[36]
5179... Âmir
oğullarından bir adamdan (rivayet edildiğine göre) kendisi Peygamber
(s.a.)'den (huzuruna girmek üzere) izin istemiş, (sözü geçen adam hadisin
bundan sonraki kısmında 5177 nolu hadisin) manasını (rivayet etmiş ve) şöyle
demiştir: Ben Hz. Peygamberdin hizmetçisine: Çık da şu adama izin istemesini ve
"esselâmü aleyküm girebilir miyim?" demesini öğret, dediğini) işittim
de bunun üzerine "esselâmü aleyküm girebilir miyim?" dedim ve
(yanına girdim.)[37]
Bu hadis-i şeriflerin
zahiri, yabancı bir eve girmeden önce izin istemenin ve selam vermenin lüzumuna
delalet eder. Bütün fakihler bu görüştedirler. Nitekim: "Ey iman edenler,
kendi (ev ve) odalarınızdan başka (evlere ve) odalara, sahipleriyle alışkanlık
peyda etmeden ve selâm vermeden girmeyin..."[38]
âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir. Ancak izin istemekle selam vermek
aynı derecede değildir. İzin istemek farz, selam vermek ise sünnettir. Daha
önce de açıkladığımız gibi, izin istemenin farz oluşu gözü haramdan korumak
içindir. Nitekim hadis-i şerifte "izin istemek ancak gözlerin haramdan
korunması içindir." Duyurulmuştur.[39]
Öyleyse izin istemek farz, selam vermek sünnettir. Hadis-i şerifte açıklandığı
üzere izin isteme "esselamü aleyküm, içeri girebilir miyim" şeklinde
selamla başlamalıdır. Selamla başlamak şartıyla "içeri girebilir
miyim" anlamına gelen başka sözler de kullanılabilir.[40]
5180... Ebû
Said el-Hudrî'den demiştir ki:
Ensar'ın
meclislerinden bir mecliste oturuyordum. Hz. Ebu Musa, korkmuş bir halde
(yanımıza) çıkageldi. Kendisine:
Seni korkutan şey
nedir? dedik. O:
Ömer, yanına varmam
için bana emir vermişti. Ben de (kapısının) yanma varıp (içeri girmek için) üç
defa izin istedim, (fakat) bana izin verilmedi. Ben de geri döndüm. (Bir de
baktım Ömer hemen arkamdan yetişti ve bana):
Yanıma (girip) gelmene
engel olan nedir? dedi. Ben de:
Ben geldim. (İçeri
girebilmem için) üç defa izin istedim. (Fakat) izin verilmedi. Rasûlullah
(s.a.) de: "Sizin biriniz (içeri girmek için) üç defa izin ister de
kendisine izin verilmezse geri dönsün" diye buyurmuştu, dedim. (Bunun
üzerine Hz. Ömer):
Buna dair mutlaka bir
delil getirmelisin! dedi. (Ravi Ebu Said sözlerine şöyle devam etti:) Bunun
üzerine (orda bulunan ben) Ebu Said (Hz, Ebu Musa'ya):
Seninle (buradan)
kavmin en küçüğünden başkası kalkmaz diye cevap verdi(m) ve (ben) Ebu Said
onunla beraber kalktı(m) ve o hadis(in doğruluğu) hakkında şahitlik etti(m).[41]
5181... Hz.
Ebu Musa (el-Eşârî, yani Abdullah b. Kays)'dan (rivayet edildiğine göre)
kendisi (birgün) Hz. Ömer'in (kapısının) yanma varmış (birincisinde): "Ebu
Musa izin istiyor" (ikincisinde): "el Eş'arî izin istiyor"
(üçüncüsünde): "Abdullah b. Kays izizn istiyor" diyerek (içeri girmek
için) izin istemiş de kendisine izin verilmemiş. Bunun üzerine geri dönmüş.
Hemen arkasından Hz. Ömer ona (geri gelmesi için haber) göndermiş (de tekrar
Hz. Ömer'in huzuruna gelmiş. Bunun üzerine Hz. Ömer, O'na): "Seni geri
çeviren sebep nedir?" diye sormuş O da:
Rasûlullah (s.a.):
"Biriniz üç defa izin ister de izin verilirse (içeri girsin), yoksa dönüp
gitsin" buyurdu (da onun için dönüp gitmiştim) diye cevap vermiş, (Hz.
Ömer de):
Bunun hakkında bana
bir delil getir" demiş, bunun üzerine (Hz. Ebu Musa) hemen gitmiş ve (bir
süre) sonra (yanında (Hz. Übeyy b. Ka'b ile birlik) dönmüş.
İşte Übeyy! (Söz
konusu hadis hakkında şahitlik edecek) demiş. Hz. Ubey de:
Ey Ömer, Rasûlullah
(s.a.)'ın sahabileri üzerinde bir işkence olma; demiş.
Ömer de:
Rasûlullah (s.a.)'ın
ashabı üzerinde bir işkence olmayacağım, demiş.[42]
İmam Nevevî'ye göre
Hz. Ebu Said el-Hudrî, Ebu Musa'ya karşı söylediği: "Seninle buradan (bu
hadise şahitlik etmek için) kavmin en küçüğünden başkası kalkmaz" sözüyle
Hz. Ömer'in Hz. Ebu Musa'ya karşı takındığı sert tavrı reddetmek istemiştir.
Çünkü Hz. Ebû Said el-Hudrî'nin meclisin yaşça en küçüğü olarak Hz. Ömer'in
huzuruna varıp Hz. Ebu Musa lehine şahitlik etmesi:
Ey Ömer! Hz. Ebu
Musa'nın söylediği bu söz meşhur bir hadistir. Bunu büyüklerimiz bildiği gibi,
küçüklerimiz bile bilir. Bunun hadis olduğuna şahitlik etmek için
büyüklerimizin bu işe kalkışmasına gerek yoktur. Bunu bu cemaatin en küçüğü
olan ben bile yapabilirim, demek anlamına gelir.
Aslında Hz. Ömer 'in
Hz. Ebu Musa'ya karşı bu kadar sert ve titiz davranması onun yalan söylemesine
ihtimal verdiği için olmadığı gibi haberi vahidi kabul etmediği için de
değildir.
Hz. Ömer, Hz. Ebu
Musa'ya .karşı takındığı bu tavırla rastgele, şahitsiz hadis rivayet etme
çığırın açılmasına, yalancı ve münafıkların da bunu meslek haline
getirmelerini imkân vermemek, bu yolun açılmasını önlemek istemiştir.
Nitekim Hz. Ubeyy:
Ey Ömer Rasûlullah
(s.a.)'ın sahabilerine bir işkence olma, dediği vakit, Hz. Ömer'in:
Subhanallah, ben bir
söz işittim, sadece onun aslı olup olmadığını anlamak istedim,[43] diye
cevap vermesi de bunu gösterir.
İmam Nevevî diyor ki
"Ulema izin istemenin meşru olduğunda icma etmişlerdir. Bu hususta,
Kur'an, Sünnet ve icma-i ümmetten birçok deliller vardır. Bu işin sünnet
vechi, selam verip en çok üç defa izin istemektir. Nitekim bu cihet, Kur'an-i
Kerimde tasrih buyurulmuştur. Ulema selamın mı önce verileceği, yoksa izinin
mi önce isteneceği hususunda ihtilâf etmiştir. Sünnetin ifade ettiği muhakkik
ulemanın da kail olduğu sahih kavle göre, evvelâ selam verilir, sonra
"gireyim mi?" diye izin istenir. Üçüncü bir kavle göre -ki bü kavil
ulemamızdan Marûdî'nin mezhebidir. İzin isteyen kimse içeriye girmezden önce ev
sahibini görürse, evvelâ selâm verir. Aksi takdirde evvelâ izin ister, selamın
önce verileceği hususunda Peygamber (s.a.)'den iki sahih hadis rivayet
olunmuştur.
Üç defa izin ister de
kendisine izin verilmez ve hane sahibinin işitmediğini zannederse bu hususta üç
mezheb vardır: Bunların en meşhur olanına göre, oradan dönüp gider, izin
istemeyi tekrarlamaz. İkinci kavle göre izin istemeye devam eder, üçüncü kavle
göre izin kelimesiyle söze başlamışsa onu (bir daha) tekrarlamaz. Başka bir
sözle izin istemişse tekrarlar. Bu hususta en açık delille amel etmek
isteyenin hücceti Rasûlullah (s.a.)'ın bu hadiste bildirilen: "Kendisine
izin verilmezse geri dönsün" sözüdür.
Bu rivayetler kapıya
gelen bir müslümanın sadece selam vermekle yetinmeyip kendisini ev sahibine
bildirmesininin lüzumuna, ashab-ı kiramın hak uğrunda kimseden korkmadıklarına
bir delildir.[44]
Her ne kadar (5180)
nolu hadis-i şerifte, Hz. Ömer'e karşı Ebu Musa hadisi hakkında şahitlik eden
kimsenin Hz. Ebu Said olduğunu ifade edilirken (5181) numaralı hadiste o
kimsenin Hz. Übeyy b. Ka'b olduğu ifade ediliyorsa da bu durum iki hadis
arasında bir uyuşmazlık olduğunu göstermez. Çünkü bu hadisin sıhhatine önce Hz.
Ebu Said şahitlik etmiş, sonra da Hz. Übeyy şahitlik etmiş olabilir.[45]
1. Başkasının
evine girmek için izin istemek arz kılınmıştır.
2. İzinden
önce selam verilir.
3. Selâm üçe
kadar tekrarlanabilir.
4. Sedd-i
Zerayi (kötülüğe giden yolları kapamak) İslamiyyette önemli bir esastır.
5. İlk anda
bu hadisten hareketle; haber-i vahid delil olamaz. Çünkü bu hadisi rivayet eden
bir kişidir. O da yanılmış olabilir diye bir hükme varılabilirse de Hafız İbn
Hacer'in açıklamasına göre bazı ilim adamları bu hadis-i şeriflerin zahirine
sarılarak "haber-i vahitin delil olamayacağını" söylemişlerse de
aslında bu hadis-i şeriflerde Hz. Ömer'in haberi vahidi reddettiğine ve
dolayısıyla haber-i vahidin delil olamayacağına dair bir ifade veya delalet
yoktur. Çünkü Hz. Ebu Musa'nın hadisini aynı şekilde Hz. Ebu Said'in rivayet
etmesi onu haber-i vahidlikten çıkarıp tevatür derecesine çıkaramaz."
Buna Hz. Ubeyy'in de
şehadet etmesiyle bu haberin mütevatir olduğu anlaşılmıştır da Hz. Ömer ondan
sonra bunu hüccet olarak kabul etmiştir." diye de itiraz edilemez. Çünkü
Hz. Ömer bu hadisin sahihliğini kabul etmek için Hz. Ebu Said el-Hudri'nin
şahitliğiyle yetinmişti. Hz. Ubeyy sonradan ve kendiliğinden bir şahidlik daha
yaptı.
Ayrıca buraya kadar
olan açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere Hz. Ebû Musa'dan bu hadisin
sıhhatine dair ısrarlı bir şekilde şahid getirmesini istemesi, Hz. Ebu Musa'ya
veya onun rivayet ettiği bu hadise güvensizliğinden değil, münafıkların ve
yalancıların açacakları rastgele hadisi rivayet etme çığırını kapamak içindir.
Hz. Ömer'in hayatı boyunca haber-i ahadla amel etmiş olması da bunu gösterir.[46]
5182... Ubeyd
b. Umeyr'den (rivayet edildiğine göre Hz. Ebu Musa (el-Eş'ârî) Hz. Ömer'den
(yanına girmek için) izin istemiş; (Ubeyd bu rivayetine devam ederek) şu (bir
önceki hadiste anlatılan) olayı (naklettti ve) bu rivayetinde (şunları da)
söyledi:
Sonra (Hz. Ebu Musa)
Hz. Ebu Said'le birlikte (Hz. Ömer'in huzuruna) gitti ve hadis(in sıhhati)
hakkında şahitlik etti. Bunun üzerine (Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya): "Demek
Resul~i Ekrem'in emrinden olan bu (hadis) bana gizli kalmış. Beni (bunu öğrenmekten)
pazarlarda (yaptığım) alışverişler alıkoydu. Fakat sen (bundan sonra benim
yanıma girmek istediğin zaman) istediğin kadar selam ver. (Ama şahsımla ilgili
olan bu meselede benden izin almana lüzum görmediğimden) izin istemezsin"
dedi.[47]
5183... (Şu
(bir önceki hadiste anlatılan) olay Hz. Ebu Musa el-Eş'ârî1-den bir de (oğlu)
Ebu Bürde b. Ebi Musa kanalıyla (rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre râvi Ebu
Bürde şöyle) demiştir:
Bunun üzerine Hz.
Ömer, (babam) Hz. Ebu Musa'ya şöyle dedi:
Şunu iyi bil ki, ben
seni (bu hadisten dolayı) suçlamadım, Fakat Rasûlullah (s.a.)'dan hadis
(nakletmek) çetin (bir iş)dir (de onun için üzerinde böyle titizlikle durmak
lüzumunu hissettim).[48]
5184... Rabi
b. Ebi Abdirrahman ile onların bu konuda (bilgisi olan) birçok ilim
adamlarından (rivayet edildiğine göre) Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa'ya şöyle
demiştir:
Şunu iyi bil ki ben
(bu hadisten dolayı) Seni suçlamadım. Fakat halkın Rasûlullah (s.a) hakkında
hadis uyduracağından endişe ettim.[49]
Bu hadis-i şerifler,
Hz. Ömer'in haber-i vahidle amel edilemeyeceği
görüşünde olduğunu iddia edenlerin aleyhine bir delildir. Çünkü
bu hadis-i şerifler Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'ârî'nin rivayet ettiği (5180) ve
(5181) nolu hadisleri kabul etmeyiş sebeplerinin ahad yolla rivayet edilmesi
olmayıp, kötü niyetli kimselerin şahidsiz olarak hadis rivayet etme çığırını
açarak bu yolla İslama zarar vermeye çalışacaklarından endişe etmesi olduğunu
ifade etmektedir.[50]
1. Haber-i
vahid (ahadla) amel etmek caiz olmakla
beraber, ahad yolla gelen hadisler üzerinde titizlik göstermek, İslam
anlayışının gerektirdiği bir vecibedir.
2. Sedd-i
zerayi' (kötülüğe giden yollan kapamak) kötülüğün derecesi nisbetinde önemli
bir görevdir.
3. Büyük
ilim adamlarının ve sahabilerin bile bir hadis-i şerifi işitmemiş veya
öğrenmemiş olması mümkündür.
4. Bir
kimsenin bir âlime tabi olurken onun bütün hadisleri bildiğine inanarak tabi
olması ve körükörüne onu taklid etmesi caiz değildir.
5. Hadis
rivayet etmek, çok dikkat isteyen bir iştir. Bu bakımdan hadis rivayet eden
kimseden sened istemek, kendisini itham etmek anlamına gelmez.
6. Selam
verildiği halde karşılık alınamadığı zaman, selam üç kereye kadar
tekrarlanabilir.[51]
5185... Kays
b. Sa'd (b. Ubade)'den demiştir ki:
(Birgün) Rasûlullah
(s.a.) bizi ziyaret için evimize gelmişti:
Esselamü aleyküm ve
rahmetullah, dedi (Babam) Sa'd de: Bu selamı sesini yükseltmeden hafifçe aldı.
Bunun üzerine ben: "Rasûlullah (s.a.)'e (evimize girmesi için) izin
vermiyor musun? dedim.
Sen O'nu bırak (biz
selamı aldığımızı böyle hissettirmesek) bize selamı çoğaltır (biz de o
selamlarla bereket buluruz), dedi. Hemen arkasından Rasûlullah (s.a.) (ikinci
defa olarak):
Esselamü aleyküm ve
Rahmetullah, dedi (Babam) Sa'd (bu selamı da yine) alçak sesle aldı.
Sonra Rasûlullah
(s.a.) (üçüncü defa olarak) "Esselamü aleyküm ve rahmetullah" dedi.
Sonra da dönüp gitti ve (babam) Sa'd de arkasından varıp:
Ey Allah'ın Resulü!
Ben senin selâmını işitiyordum, bize selâmı çoğaltman için (selâmını işittiğimi
belli etmemeğe çalışarak) onu hafif bir sesle alıyordum, dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.) onunla dönüp geldi. (Babam) Sa'd de (Onun yıkanmasını temin
etmek maksadıyla) O'nun için su ve sabun (getirilmesini) emretti. (Bunlar
derhal getirildi ve Hz. Peygamber de bunlarla) yıkandı. Sonra (babam) kendisine
zâferanla veya alçehre ile boyanmış bir peştemal getirdi. (Hz, Peygamber de)
ona sarındı. Sonra ellerini kaldırıp:
"Allahümme c'al
salavâtike ve rahmeteke alâ âl-i Sa'd ibn Ubade! (Ey Allah, Sa'd b. Ubade
ailesinin makamlarını yükselt ve onlara rahmet et!" diye dua etti. Sonra
biraz yemek yeyip de ayrılmak isteyince (babam) Sa'd kendisine üzeri kadife
(palan) ile donatılmış bir merkep yaklaştırdı. Rasûlullah (s.a.) de ona bindi,
(babam) Sa'd (bana): "Ey Kays! (evine kadar) Rasûlullah (s.a.)'e arkadaş
ol" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)'de bana: "Sen de bin!"
buyurdu.
Ben de (Rasûlullah'ı
rahatsız etmemek için) kabul etmedim. (Rasûlullah (s.a.):
Ya binersin yahutta
(evine) dönersin, (benimle yaya olarak gelip de yorulma) dedi. Bunun üzerine
(evime) dönüp gittim.
Hişam Ebu Mervân (bu
hadisi) "Muhammed b. Abdurrahman b. Sa'd b. Zürare'den (şeklinde muan'an
olarak rivayet etti.
Ebu Davüd dedi ki:
Ömer b, Abdih Vâhid ile İbn Semaa da bu hadisi Kays b. Şadın ismini söylemeden
Evzaî'den mürsel olarak rivayet ettiler.[52]
Metinde geçen
"g.s.l" kelimesi eğer gayın harının
fethasıyla "gasl" şeklinde okunursa "kendisiyle gusl
edilecek su" anlamına gelir fakat gayn harfinin kesresiyle
"gisl" şeklinde okunursa, "gusul esnasında kullanılan ve
temizliğin daha iyi yapılmasını sağlayan sabun, hatmi gibi maddeler"
anlamına gelir.
Aslında zaferan kokusu
sürünmek, yasaklandığı halde Hz. Peygamberin zâferanla boyanmış bir peştemala
sarınması, iki şekilde yorumlanabilir.
a. Peştemaldan
zaferemn kokusu çıkmış olduğu ve onda bu kokudan eser kalmadığı için bürünmüş
olabilir.
b. Bu olay
zâferan sürünmenin yasaklanmasından önce vukua gelmiş olabilir.
Aslında hayvanlara
güçlerinin yetmediği bir yükü yüklemek caiz olmadığı halde Hz. Peygamberin,
hayvanın arkasına Hz. Kays'ı da bindirmeye kalkması, hayvanın ikisini de
taşıyabilecek güçte olmasındandır. Hem de Hz. Kays'm o gün çocuk yaşta olduğu
için hayvana bir yük teşkil etmeyeceği içindir.
Hz. Peygamber'in evine
girmek için izin istediği Hz. Sa'd b. Ubâde'ye selam verdiği halde onun Hz.
Peygamberin selamına daha çok nail olmak ve bu selamlarla bereketlenmek
ümidiyle bu selamları sessizce alması ve Hz. Peygamber'in de bu selâmı üç defa
tekrarlaması, bir kimsenin selam verdiği kimseden selamına karşılık almaması
halinde bu selamı üçe kadar tekrarlayabileceğine ve Peygamber varisi olan
ulemanın ve salihlerin selamlarıyla teberrük etmenin önemine, ayrıca bir
kimseden evine girmek için üç defa kapısı çalınarak izin istendiği halde cevap
verilmediği takdirde dönüp gitmek icap ettiğine delâlet etmektedir.[53]
5186... Hz.
Abdullah b. Büşr'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) birinin kapısına geldiği
zaman kapının tam karşısında durmazdı. Fakat sağa ya da sola çekilirdi ve (çıkan
ev sahibine oradan): "Esselamü aleyküm, esselamü aleyküm" derdi.
Çünkü o günlerde evlere (in kapıları üzerinde perdeler yoktu.[54]
İzin istemek üzere
varılan bir kapıyı çalarken, kapının biraz gerisinde durmak ve açıldığı zaman içeriyi
görmeyecek şekilde kapının sağ ya da sol tarafına çekilmek, kapı açılınca
derhal içeriye gözleri uzatmamak, Resulü Zişan efendimizin Sünneti
seniyyelerinden ve terbiye esaslarındandır.
Kapıyı çalmadan önce
acaba içeride kimse var mı, anlamında da olsa kapıdan veya pencereden içeriye
bakmamak hem yüce Allah'ın "tecessüs etmeyiniz..."[55]
âyet-i kerimesine, hem de mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerife aykırıdır.
Doğrudan doğruya evin
haremine açılan kapıların üzerine, kapı açılınca içerisinin görünmesine engel
olacak şekilde perde tutmak icap eder. Fakat kapı açılınca içerisinin
görünmesine engel teşkil edenicek bölme varsa o zaman buna luzüm olmadığı gibi,
izin istemeye gelen kimsenin kapının sağına veya soluna çekilmesinde de lüzum
yoktur. Bununla bera ber, sağa ya da sola çekilmek sünnete daha uygundur.[56]
5187... Hz.
Câbir'den (rivayet edildiğine göre, babası Uhud savaşında şehid düşünce,
babasının alacaklıları borçlarını almak için kapışma yığıldıkları gün) kendisi
babasının borçları(nı erteletmek) için Peygamber (s.a.)'e gitti(ği bu olayı Hz.
Câbir şöyle anlatıyor:)
Hz. Peygamberdin
kapısına varınca kapıyı çaldım. (Hz. Peygamber):
Kim o? diye cevap
verdi, (ben de):
Benim, dedim.
Sanki benim bu
cevabımdan hoşlanmamış gibi:
Ben ben! dedi.[58]
5188... Nâfi
Abdil Haris'den demiştir ki:
(Birgün) Rasûlüllah
(s.a.)'le birlikte (Medine'nin bahçe aralarına) çıkmıştım. (Yine Rasûlüllah
(s.a.)'le birlikte) bir bahçeye girdim. Bana "Kapıyı (içeriden sıkı) tut
(da kimse izinsiz giremesin)" buyurdu. Hemen arkasından kapı çalındı.
"Kim. o?" dedim. (Nâfi b. Abdil Haris sözlerine devam ederek bir
önceki) hadisi rivayet etti.
Ebu Davud dedi ki: Ebu
Musa el-Eş'arî hadisini[59] kast
ederek dedi ki: Hz. Ebu Musa bu hadiste "kapıyı çaldı" kelimesini
rivayet etti.[60]
Bu hadis-i şeriflerden
anlaşılıyor ki ziyaretçiler, misafir
olarak gittikleri evin kapısını zamanın ve örfün gereği şekilde ya elle veya
zil varsa zile basmak suretiyle çalarak izin istemelidirler. Asr-ı saadette,
evler hurma dallarından ve çoğunlukla tek katlı basit yapılardan olduğu için o
zaman halk birikirlerinin kapılarını ya elle çalarak veya evdelilerin
duyabileceği bir sesle 'Aselâmün aleykum girebilir miyim" demek suretiyle
ev sahibini haberdar ediyorlardı.[61] Zamanımızda
binalar ve kapıları asr-ı saadettekine benzemediği ve o şekilde selamlayıp sesi
işittirme mümkün olamayacağı için ''bugün de her yerde izin alma şekli
aynıdır" demek mümkün değildir. Şu halde şartlar neyi gerektiriyorsa o
şekilde ve kimseyi rahatsız etmeyecek tarzda ev sahibini haberdar etmelidir.
Eve sahibi içerden
"kim o?" diyecek olursa buna verilecek cevap da önemlidir. Sadece
"ben" demek kendini tanıtmaya kafi gelmeyebilir. Bu nedenle
Rasûlüllah (s.a.) bu şekildeki mücerred "ben" lafızıyla tanıtma şeklinden
hoşlanmamiştır.[62]
Binaenaleyh kapıyı
çalan kişinin "kim o" sorusuna sadece "ben" diyerek cevap
vermekle yetinmeyip bu kelimeye ismini, o da yetmezse künyesini veya lakabını
da eklemesi gerekir. Aksi takdirde güya kendisini tanıtmak için söylenen
"ben" kelimesi sahibini tanıtmaya yetmeyeceği için anlamsız bir
kelime hükmünde kalır. Hz. Peygamberin bu cevabı beğenmemesinin sebebi de
budur.
Gerçi bazan insan ev
sahibiyle çok yakın bir tanışıklığı olduğu için ev sahibi onu sesinden
tanıyabilir. Bu durumda sadece "benim" diye cevap vermek yeterli
olabilir. Hz. Cabir'in Hz. Peygamber kendisini sesinden tanıdığı için böyle
sadece "ben" kelimesiyle cevap vermiş olduğu düşünebilir.
Böyle olduğunu kabul
ettiğimiz takdirde, Hz. Peygamberin onun bu cevabını beğenmemesi ona izin alma
edebini öğretmek istemesine bağlanabileceği gibi, Hz. Cabir'in "ben"
cevabını vermeden önce selam vermeyi terk etmesine de bağlanabilir.
Bu mevzuda İmam Nevevî
şöyle diyor: "İnsanın kapısını çaldığı ev sahibine kendini tanıtmak için
dışarıdan "ben" diye seslenmesi kendini tanıtıcı ve mübhemliği
giderici hiçbir mana taşımadığından dışarıdan kendini tanıtmak için bu şekilde
cevap vermek mekruhtur. Bu gibi durumlarda insanın ismini söyleyerek "ben
falancayım" şeklinde cevap vermesi gerekir. Bunu söyledikten sonra Hz.
Ümmühani'in yaptığı gibi kendini künyesiyle tanıtmasında[63] bir
sakınca olmadığı gibi, çok meşhur olan bir unvanıyla tanıtmasında da bir
sakınca yoktur. "Ben rriüfti Ahrned'im", "Kadı Mehmedim."
"Şeyh Ali'yim"... gibi.[64]
5189... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Bir kimsenin diğer bir kimseye (davet için)el-çisi(ni göndermesi, o kimsenin
evine girmesine) izin vermesi (demektir."[65]
5190... Hz.
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz bir
yemeğe davet edilir de ( o davete ev sahibinin gönderdiği) elçiyle gelirse bu
(eve girmek hususunda) kendisi için bir izindir."
Ebu Dâvûd dedi ki:
Denildiğine göre Kaîâde, Ebû Rafı den hiçbir şey gitmemiştir.
Ebu Alı el Lulüî dedi
ki: Ben Ebu Davud'u şöyle derken işittim. "Katâde Ebu RafT den hiçbir şey
işitmemiştir."[66]
Bir kimsenin diğer bir
kimseyi bir dâvetçi ile evine dâyet etmesj halinde, davetlinin, davetli olduğu
eve elçi ile birlikte gelmesi, içeri germesi için de bir izin anlamına geldiğinden
içeri girmesi için ayrıca bir izin istemesine ihtiyaç yoktur.
Bununla beraber,
ihtiyaten izin istemesi iyi olur. Özellikle ev, erkekler için ayrılmamışsa o
zaman bu ihtiyata riâyet etmek daha iyi olur. Nitekim Rasulu Ekrem efendimiz,
Suffa ashabını Hz. Ebu Hüreyre aracılığı ile davet ettiği zaman onlar kapıya
Hz. Ebu Hüreyre ile birlikte geldikleri halde, yine içeri girmek için izin
istediler. Beyhakî, "Bir kimse yanında dâvetçi olsa bile içinde ecnebi
kadın bulunan bir eve kesinlikle giremez" demiştir.
Davetlinin yanında
dâvetçinin veya elçinin bulunmaması halinde ise izin istemeden içeri girmek
asla caiz değildir.[67]
5191... Ubeydullah
b. Ebi Yezid'den (rivayet edildiğine göre, kendisi) Hz. İbn Abbas'ı şöyle
derken işitmiş:
(Bir âyet-i kerime
vardır ki); insanların çoğu (sanki) onunla emr olunmamışlar (gibi hareket
ediyorlar. Bu âyet) izin âyetidir. Ben şu cariyeme dahi (sözü geçen âyetin emri
uyarınca üç vakitte) yanıma izin alarak girmesini emr ediyorum.
Ebu Davud der ki: Aynı
şekilde Hz. İbn Abbas'dan bu hadisi (yani) üç vakitte evlere girerken izin
istemeyi emrettiğini, Atâ da rivayet etti.[68]
5192... Hz.
îkrime'den (rivayet edildiğine göre) Irak halkından bir cemaatin Hz. İbn
Abbas'a:
Ey Abbas'ın oğlu!
İçinde bulunan emirlerle emrolunduğumuz halde, hiç kimsenin kendisiyle amel
etmediği aziz ve celil olan Allah'ın şu: "Ey iman edenler, sağ elinizin
mâlik olduğu (köle ve cariyeler) bir de sizden olup da henüz bulûğ çağına
girmemiş (küçük)ler (şu) üç vakitte, sabah namazından sonra (odanıza girecek
olurlarsa) sizden izin istesinler. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanma
girip-çıkmakta size de onlara da ne sizin üzerine bir vebal yoktur..."
buyruğu hakkında görüşün nedir? diye sormuşlar.
El-Ka'nebî (yani râvi
Abdullah b. Mesleme, bu âyet-i kerimeyi âyetin sonunda yer alan):
"Hakkıyla bilendir ve hikmet sahibidir" (kelimelerin) kadar okudu.
Hz. İbn Abbas da şöyle
demiş:
Allah mü'minlere karşı
çok yumuşak ve merhametlidir. Örtünmeyi (bu nedenle onların sürekli
örtünmelerini ister. Bu âyet-i kerime nazil olduğu sıralarda ise halkın)
evlerinde perdeler ve özel hazırlanmış (kilitli) odalar da yoktu. Bazan
hizmetçiler, çocuklar yahutta adamın (yanında, başkasından) öksüz kalmış kız
çocuğu adam hanımı ile cinsi münasebette iken odasına giriverebiliyordu.
İşte bu yüzden (yüce)
Allah bu açık saçıklık vakitlerinde onlara (odalara girmek için) izin istemeyi
emretti. (Sonra da) onlara örtüyü ve hayrı getirdi. Ve ben (bu örtünme ve hayır
geldikten sonra) bu âyetle amel eden
bir kimseyi görmedim.
Ebu Davud dedi ki:
Ubeyduîlah ile Atâ rivayet ettikleri (bir Önceki) hadis, bu hadisi
zayıflatmaktadır.[69]
Metinde "İzin
âyeti" diye sözü seçen âyetin tamamı şu mealdedir: "Ey İman edenler,
ellerinizin altında olan (köle ve cariye)ler ve sizden henüz ergenlik çağına
gelmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve
yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit, üç defa izin istesinler. Bu
vakitlerin dışında biribirinizin yanına girip çıkmakta size de onlara da
sorumluluk yoktur. Allah size âyetleri böylece açıklar ve Allah (herşeyi)
hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir."[70]
Yüce Allah "öğle
sıcağında elbisenizi çıkaracağınız zaman" âyetiyle öğle öncesi uyku
vaktinde elbiselerin çıkarılmasına sarahaten cevaz vermiştir. Bu vaktin az
olduğuna da "hin" kelimesiyle işaret etmiştir. "Şafak vakti ile,
yatsı namazı sonrası için elbisenizi çıkardığınız zaman" ifadesi
kullanılmamıştır. Çünkü bu saatlerde herkes yatacağı için zaten elbiselerin
çıkarılacağı bellidir. Öğle vaktinde hizmetçi ve cariyelerin odalara girişi
izne bağlanınca, elbetteki sabah namazı öncesi ve yatsı sonrası vakitlerdeki
girişler de izne tabi olacaklardır. Zira bu vakitler soyunma, istirahat ve
uyku vakitleridir. Müfessirlerin açıklamalarına göre, bu âyetteki izin isteme,
emri köle ve cariyelerle henüz baliğ olmayan hür çocuklar yani sabiler
hakkındadır. Bir de bunların ki her defasında değil, yalnız şu üç vakittedir.
1. Sabah
namazından önce. Çünkü yataktan kalkıp giyinmek zamanıdır.
2. Yatsı
namazından sonra. Yatmak için soyunulduğu zamandır.
3. Öğle
sıcağında soyunulduğu zaman. Bu vakit kaylûle (öğle uykusu) vaktidir.[71]
Âyette geçen "sağ
elinizin malik olduğu" sözüyle kasdedilenler köle ve cariyelerdir.
Cumhurun görüşü budur.[72] Hz.
İbn Ömer'le Mücâhid âyetin zahirine sarılarak bu emrin sadece erkek kölelere
ait olduğunu söylemişlerdir.[73]
Ayetteki hitabın
zahiri, henüz bulûğe ermemiş küçük çocuklara yönelik ise de aslında büyük
çocukları da içine atmaktadır. Çünkü henüz bulûğ çağına gelmemiş çocukların
adı geçen vakitlerde başkalarının odalarına izinsiz olarak girmeleri
yasaklandığına göre daha büyük yaşta olanların girmeleri evleviyetle yasaklanmış
demektir.
Ayetteki "sizden
izin istesinler" emrinin zahiri izin istemenin farz olduğuna delâlet
eder. Bazı âlimler de âyetin zahiriyle amel etmişlerdir. Cumhur ise izin
istemenin arz değil, müstehab olduğu görüşündedirler.[74]
Cumhur-i ulemaya göre
bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Muhkemdir. Bazıları ise bu âyetin
neshedildiğini söylerler.[75]
Bu âyet-i kerime
muhkem olup onun herhangi bir kısmı neshedilmediği halde, insanlar bununla
gerçekten az amel etmektedirler.
Hz. Abdullah
insanların bu durumunu hoş karşılamazdı. İbn Ebi Ha-tim'in Ebu Zür'a
kanalıyla... Said ibn Cübeyr'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiş:
"İnsanlar üç âyeti terk etmiş ve onlarla amel etmemişlerdir. Bunlar:
"Ey İman edenler,
elleriniz altında olan köle ve cariyelerle, sizden henüz ergenlik çağına girmemiş
olanlar... izin istesinler."[76]
âyeti ile Nisa süresindeki: "Miras taksim olunurken yakınlar, yetimler ve
miskinler de hazır bulunursa onları da rıziklandırın"[77]
âyeti ve Hucurât süresindeki: "Gerçekten Allah katında en değerliniz,
ondan en çok korkanımzdır."[78]
âyetidir.[79]
Musannif Ebu Davud'un
da ifade ettiği gibi mevzumuzu teşkil eden bu (5191) ve (5192) numaralı
hadisler arasında zahiren bir çelişki görülmektedir. Çünkü (5191) numaralı
hadis-i şerifte, halkın bu âyet-i kerimede geçen izin isteme emrine
uymadıkları ifade edilirken (5192) numaralı hadis-i şerifte söz konusu
vakitlerde halkın izin alarak odalara girme kuralını terk etmeleri, Allah'ın
onlara evlerine kapılar takıp üzerlerini de perdelerle örtmelerine ve yatmak
için özel odalar tahsis edip odaların kapılarını kimsenin izinsiz olarak
girmesine imkan vermeyecek şekilde kapamakla emr olunmalarına bağlanmaktadır.
Bir başka ifadeyle halkın bu üç vakitte evlere izinsiz olarak girme yasağını
terk etmeleri halkın yüce Allah'ın örtünme emrine uyarak özel yatak odaları
edinip kapılarını iyice örtmelerine bağlanmaktadır. Metinde geçen "Sonra
da onlara örtüyü ve hayrı getirdi" sözünden anlaşılan budur. Yani halk
yatmak için özel yatak odaları edinip de kapılarını iyice örttükten sonra söz
konusu vakitlerde herhangi bir kimsenin evine girmek isteyen bir çocuk veya
köle kapının kapalı ve kilitli olduğunu görünce içerdekilerin yatmakta
olduklarını görüp izin almaktan vazgeçip dönüp gitmiştir. Halk da bu yüzden bu
meselelerin üzerinde durmaz olmuştur.
Meseleye böyle baktığımız zaman ikinci hadis birincinin tefsiri gibi olur.
Netikim, bazı nüshalarda ikinci hadisin birincinin tefsiri olduğu ifade
edilmektedir. (Hadisin sonundaki Ebû Davud'un talikinden köşeli parantez içine
aldığımız kelime buna işaret etmektedir.) Ancak bazı nüshalarda birinci
hadisin ikincisini ifsat ettiği ifâde edilmektedir. Fakat meseleye böyle
bakınca bile bu iki hadisin arasını te'lif etmek mümkündür. Nitekim
Fethü'l-Vedûd isimli eserde şöyle deniyor: (5193) numaralı hadis (5192)
numaralı hadise aykırı görülmektedir. Ancak bu hadisin arası şu şekilde telif
edilebilir. (5191) nolu hadis, Hz. İbn Abbas'ın eski görüşünü (5192) numaralı
hadis de sonraki görüşünü ifade etmektedir. Yahutta (5191) numaralı hadis, bu
üç vakitte evlere girmek için izin istemenin mendup olduğuna, eğer evin kapısı
ve perdesi yoksa, veya evde dışarıya tamamen kapalı özel yatak odası yoksa,
sözü geçen vakitlerde evlere girmek için izin istemenin vacib olduğuna, erkeklerin
bulunduğu muhafazalı bir eve girmek için izin istemenin vacib olmadığına
delalet eder.
Günümüzde insanlar
genellikle kapısı ve örtüsü bulunan evlerde, elbiseli olarak bulunmaktadırlar.
Kapısız ve perdesiz evlerde ikamet nâdir görülen olaylardandır.[80]
(5192) numaralı hadiste ise, halkın kapılara perde tutma emri geldikten sonra
izin isteyerek evlere girme kuralına uymaya ihtiyaç kalmadığını zannederek bu
âyetle amel etmeyi terk ettikleri ifade edilmektedir.
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, cumhuru ulemâ herhâlükârda bu üç vakitte köle ve çocuklar da
dahil olmak üzere evlere girerken izin istemenin mendup olduğunu
söylemişlerdir.[81]
5193... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Varlığım elinde olan
zata yemin olsun ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi
sevmedikçe de (gerçek manada) iman etmiş olmazsınız.
Ben size, yaptığınız
takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Selâmı aranızda
yayınız."[82]
Selam, "seleme"
fiilinden masdar olup her türlü ayıp ve fenalardan uzak olmak manasınadır.[83]
"Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" sözünün manası
"imanınızın kemal bulması ve halinizin düzelmesi ancak biribirinizi sevmekle
olur" demektir.
Nevevî'ye göre "İman
etmedikçe cennete giremezsiniz" cümlesinden maksat zahirî manadır.
Binaenaleyh cennete girmek için mü'min olmak şarttır. Velevki iman-ı kamil
olmasın. Yani cennete girmek mutlaka imana bağlıdır: İman-ı kamil sahibi olmak
ise mü'minlerin birbirini sevmesine bağlıdır.
İbn Salah diyor ki: Bu
hadisin manası "sizin imanınız ancak birbirinizi sevmekle kemâl bulur.
Eğer böyle.iman etmediyseniz cennete ilk girenlerden olamazsınız"
demektir: Yani siz iman-ı kâmil ile iman etmedikçe cennete ilk girenlerden olamazsınız.
Birbirinizi sevmedikçe de iman-ı kâmil sahibi olamazsınız.
İmam Nevevî, îbn
Salâh'in bu açıklamasının doğru olabileceğini söylemiştir. "Selâmı ifşa
edin!" cümlesinde geçen "ifşa etmek" sözünden maksat, onu
dağıtmak ve yaymaktır. Bu da tanıdık olsun olmasın karşılaşılan her müslümana
selam vermekle olur.
Selam vermek,
müslümanlar arasında birleşip kaynaşmanın ve sevgi celbinin en başta gelen
sebeplerindendir. Müslümanların birbirleriyle tanışmaları ve kendilerini başka
milletlerden ayıran şiarlarını meydana çıkarmaları, onun ifşası sayesinde
mümkün olur...
"Lâ tü'minûne
cümlesi ekseri nüshalarda "nûn" suz olarak rivayet edilmiştir. Fiil,
nehyolmadığı halde sonundan nûn'un düşmesi tahfif içindir.[84]
Selam mevzuunda
"el-Muhtar" isimli eserde şöyle denmektedir:
"Selamı işiten
herkesin selamı alması farzdır. Topluluktan biri selam alınca diğerlerinden
farz düşer. Selam vermek ise sünnettir. Selâm verenin aldığı sevap ise
alanınkinden daha çoktur. Gayr-i müslimlere selam vermek mekruhtur. Onlardan
selam almakta ise bir mahzur yoktur."[85]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif müslümanlara kendi aralarında selamı yaymalarını
emretmektedir. Meşhur olan görüşe göre bu emri yerine getirmek sünnettir. Hz.
İbn Abbas ile en-Nehaî'nin görüşü de budur.[86]
Müslümanların
aralarında selamı yaymalarını emreden
hadislerden bazıları şu mealdedir:
"Bize Rasûlullah
(s.a.) yedi şeyi emr, yedi şeyi de yasak etti:
Bize hasta ziyaret
etmeyi, cenaze arkasından gitmeyi, aksırana, "yerahmükellah: Allah sana
merhamet etsin" demeyi, yemin edenin yeminini yerine getirmesini, mazluma
yardım etmeyi, davete icabet etmeyi ve selamı (aramızda) yaymayı emretti.
Altından yüzük takmayı, gümüş kaplardan birşey içmeyi, eğer yastıklarını, kass
ipliklerini, ipek, kalın ipek ve ibirişim giymeyle yasak etti."[87]
"Ey Nas! Selarîn
yayınız, yemek yediriniz, akrabanızı ziyaret ediniz. İnsanlar uykuda iken
namaz kılınız, selametle cennete girersiniz.[88]
5194... Abdullah
b. Âmir'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Rasûlullah(s.a.)'a:
İslamın hangi hasleti
daha hayırlıdır? diye sormuş da (Hz. Peygamber): "Yemek yedirmen, ve
tanıdığına da tanımadığına da selâm verınendir" buyurmuştur.[89]
Bazı hadis
sarihlerinin açıklamasına göre, metinde geçen Eyyü'l-İslâm" kelimesinde
İslâm kelimesinden önce gizli bir "hisar kelimesi mevcuttur.[90]
Bilindiği gibi "hisâl"; 'hasletler' anlamına gelir. Haslet ise ahlâk,
huy demektir. Bu takdirde bu kelimenin yer aldığı cümle "islâmm getirdiği
ahlâk esaslarından en hayırlı olanı hangisidir" manasına gelmektedir.
Bu hadisin bütün
râvilerinin Mısır'lı ve herbirinin büyük birer imam olması ender rastlanan
garaibdendir.
Rasûlullah (s.a.)'e
sual soran zâtın kim olduğu katiyyetle malum değilse de Hz. Ebu Zer el-Gıfarî
olduğunu söyleyenler vardır.[91]
İnsanların
birbirlerini sevip saymaları, İslam nizamının bir rüknü olduğu için Rasûlullah
(s.a.) mezkûr nizamın sebebini teşkil eden yemek yedirmek, selamı ifşa ve
biribirine hediye gönderme gibi şeylere teşvik etmiş, bunların zıddı olan
küsüşme, tecessüs, kovuculuk ve iki yüzlülük gibi şeylerden nehyetmiştir.
Resulü Zişan
efendimizin burada en hayırlı huy olarak yemek yedirmekle her müslümana selam
vermekten bahsetmesi, gerçekten bu iki huyun en hayırlı huylar olduğundan
değildir. Efendimizin bu soruyu soran kimsenin bunları hakkıyla ifa etmediğini
bildiğindendir. Çünkü Fahr-i Kâinat efendimiz muhatabının durumuna göre cevap
verirdi. Yoksa yemek yedirmekle herkese selam vermek mutlak surette en hayırlı
iş sayılamazlar.[92]
1. Hadis-i
şerifte müslümanları yemek yedirmeye teşvik vardır. Çünkü yemek yedirmek
cömertliğin ve güzel ahlâkın alâmetlerindendir. Ayrıca bunda muhtaçlara yardım
ve Hz. Peygamber'in Allah'a sığındığı açlık belasını belli bir ölçüde önleme
vardır.
2. Müslümanların
biribirlerine selam vererek aralarında selamı yaymaları emredilmiştir. Çünkü
bu hem onların biribirlerini sevmelerine yardımcı olur, hem de tevâzuya
delalet eder.
3. Selamı
hiçbir ayırım yapmadan tanıdık olsun veya olmasın bütün müslümanlara vermek
emredilmektedir. Her ne kadar müslümanlann yahudi ve Hıri.stiyanlara önce selam
vermeleri yasaklanmış[93] ve
fasıklara selam vermek mekruh sayılmışsa da[94]
onlarla ilgili hükümlerin delili mevzumuzu teşkil eden hadis değildir. Bu hadis
selamı hiç ayırım yapmadan bütün müslümanlara vermeyi emretmektedir. Nitekim
İmam Nevevî de bu hadise bakarak insanların sadece tanıdıklarına selam verip
tanımadıklarına selam vermemesinin kıyamet alameti olduğunu söylemiştir. Nitekim
Tahavî'nin rivayet ettiği bir hadis bunu açıkça ifade etmektedir.[95]
Fakat işi icabı çarşı pazar gibi kalabalık yerlerde dolaşan kimsenin bazı
şahıslara selam vermesiyle sünnet ifa edilmiş olur. Bu gibi yerlerde her
karşılaşılan kimseye selam verme görevi yoktur.[96]
Bununla beraber fasık ile salih kimseleri ayırt etmenin mümkün olmadığı
hallerde de mevzumuzu teşkil eden hadisle amel edip herkese selam vermek asıldır.[97]
İslamiyet selamın
yayılmasını emretmekle beraber bazı hallerde de selâmı yasaklamıştır. Fahr-i
Kainat Efendimizin selam vermeyi yasaklamış olduğu yerleri de şöylece sıralayabiliriz:
1. Selam
Allah'ın güzel isimlerinden birisi olduğu için temiz olmayan yerlerde
zikredilmesi edebe uygun olmayacağından def-i hacet yapan kimseye selam
verilmez. O halde iken selam verene icabette de bulunulmaz.[98]
2. Hamamda
bulunan kimseler tesettüre, riayet ediyorlarsa selam verilir, değilse
verilmez.[99]
İmam Gazzâlî diyor ki:
Hamama girerken selam vermek gerekmez.Ancak kendisine selam verilen kimse
"selam" kelimesini kullanmadan selâm alabilir.[100]
3. Günaha sebep olan yahut bizzat günahla meşgul
olanlara da selam verilmemelidir.[101]
Tavla oynayan, kuş
uçuran, içki içen, kumar oynayan kimselere selâm verilmez. Ebu Yusuf ve Şafiî
hazretleri satranç zihni geliştiren bir oyun olduğu için günaha sebep olmadığı
müddetçe mubahtır. Oynayanlara da selam verilir, kanaatindedirler.
4. Kur'an okuyan, hadis rivayet eden ve ilim
müzakeresinde bulunan, vaaz veren kimselere de selam verilmez. Hayırlı bir işin
kesilmesine sebep olacağı için uygun görülmemiştir.[102]
5. Ezan
okuyan, kamet getiren ve namaz kılan kimselere de selam verilmez.[103]
6. Fitneye
sebeb olacağı endişesiyle genç ve yabancı kadınlara da selam verilmemelidir.
Yaşlı ve mahrem olan kadınlara verilebilir.[104]
7. Mevzumuzu
teşkil eden hadisin İslamın ilk yıllarında insanların kalplerini İslama
meylettirmek için vârid olduğunu daha sonra kâfirlere ondan önce davranarak
selam vermeyi yasaklayan (5205) numaralı hadisle kâfirlerin bu hükmün dışında
bırakılmış olduğunu söylemek de mümkündür.[105]
5195... İmrân
b. Husayn'dan demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelip "Esselamii
aleyküm" dedi (Hz. Peygamber de) onun selamına aynı şekilde karşılık verdi
ve (selam veren şahıs) oturdu. Bunun üzerine (Peygamber efendimiz)
On (sevap kazandı),
buyurdu. Sonra bir başkası gelip
"Esselamii aleyküm ve rahmetullah" diyerek selam verdi (Hz.
Peygamber) bu selamı da aldı, (o adam da yerine) oturdu. (Hz. peygamber bu adam
için de:)
Yirmi (sevab kazandı),
buyurdu. Sonra bir başkası daha geldi. O da:
Esselâmü aleyküm ve
rahmetullah ve berakatüh, diye selâm verdi. (Hz. Peygamber) onun selamını da
aldı. (Adam da yerine) oturdu. (Hz. Peygamber bu adam için de):
Otuz (sevap kazandı)
buyurdu.[106]
5196... (Bir
önceki hadisin) manası da (Seni b. Muaz b. Enes'in) babasından (naklen)
Peygamber (s.a.)'den (rivayet edilmiştir. Ancak Râvi Muaz b. Enes hadise şu
cümleleri de) ilave etti:
Sonra bir başkası daha
geldi ve "Esselâmü aleyküm verahmetüllahi ve berakâtühü ve
mağfiratühü" diyerek selam verdi. (Hz. Peygamber bu adam içip):
Kırk (sevap kazandı)
işte (selam da bulunan fazla kelimeler için) sevap artışı böyle olur,"
buyurdu.[107]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, selamın "esselâmü aleyküm" şeklinde
verilebileceği gibi "esselâmü aleyküm verahmetüllahi ve berakâtühü"
ile "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü ve mağfiratühü"
şekillerinde de verilbileceğini ve "aleyküm" kelimesinden sonra
kelimelerden her birisi için on sevap yazılacağından "Esselâmü aleyküm ve
rahmetullahi" şeklinde verilen sevabın "Esselamii aleyküm" şeklinde
verilen selamdan daha sevablı "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve
berakâtühü" şeklinde selamın da "Esselâmü aleyküm ve
rahmetullahi" şeklindeki selamdan daha sevablı olduğunu ifâde etmektedir.
Bir başka ifadeyle
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif "esselâmü aleyküm" diyerek
selam veren kimseye on sevap; "esselâmü aleyküm ve rahmetullahi"
diyerek selâm veren kimseye yirmi sevap, "Esselâmü aleyküm ve
rahmetullahi ve berakâtühü" diyerek selam verene otuz sevap
"Esselamii aleyküm verahmetüllahi ve berakütüh ve mağfiretühü" diyerek
selam verene de kırk sevap verileceğini ifâde etmektedir.
Ancak
Reddü'l-Muhtar'da bu konuda İbn Abidin şöyle demektedir:
"Tatarhanîye" de dedi ki: Selam veren için en efdali "Esselâmü
aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü (Selam sizin üzerinize olsun, Allah'ın
rahmeti ve bereketi de sizin üzerinize olsun)" demektir ve
"berakâtühü" den sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap veren de
aleykümusse-lâm ve rahmetullahi ve berakâtühü diyecektir."[108]
Nitekim Fetavây-i
Hidiyye'de de aynı görüşlere yer verilerek Hz. İbn Abbas'm da bu görüşte olduğu[109]
ifâde edilmektedir. Gerçekten bu mevzuda gelen birçok hadis-i şerifler de bunu
ifade etmektedir.[110]
Müfessirlerimiz:
"Bir selamla selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı
alın, yahut aynısıyla karşılık verin. Şüphesiz ki Allah herşeyin hakkını
gerektiği gibi arayandır."[111]
âyetinin gereğinin şu şekilde yerine getirilebileceğini açıklamışlardır.
"Bir müslüman
'esselâmü aleyküm' derse cevabında rahmet lâfzı ziyade edilerek 've aleyküm selam
ve rahmetullahi' denilir. Yine bir müslüman 'Esselamü aleyküm ve rahmetullah'
derse "berekât" lafzı ziyade edilerek: 've aleykümesselâm ve
rahmetullah veberekâtühü' denilir. Selam veren selam, rahmet ve berekât
lafızlarının üçünü birden söylerse ona da aynıyla cevap verilir.[112]
Onun için ziyade söz konusu değildir. Çünkü Ra-sûlullah kendisine selâm veren
kimselerin selamını böyle almıştır.
"Allah'ın işine
mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinize olsun ey ev
halkı! O övülmeğe layıktır. İyiliği boldur"[113]
mealindeki âyet-i kerime de buna delalet etmektedir.[114]
Selam verirken harf-i
tarifli olarak es-selamü aleykiim demekle, harfli tarifsiz olarak Selamün
aleyküm demek pratikte pek farklı sayılmaz. Her iki şekilde de Kur'anda vaki
olduğu için[115] her ikisiyle de selam
verilebilir.[116] Aleykümesselâm diyerek
harf-i tarifli olarak selam almak, aleykümselam, diyerek harf-i tarifsiz
olarak selam almakdan daha faziletlidir.[117]
Sadece işaretle selam
vermek caiz değildir.[118]
Selam verirken sesi yükseltmek evlâdır. Cevabda ise Hanefilere göre cehre
(yüksek sese) lüzum görülmezken, Şafiîlere göre kalplere surûr bahşedeceği için
alırken de cehr sünnettir. Dolayısıyla cehren mukabelede bulunulmalıdır.[119]
Rivayet edildiğine
göre, Hıristiyanların selamlaşması elini ağzına koymakla, yahudilerinki
parmakla işaretleşmek yahut başkesip kıç kırmak (reverans)la, mecûsilerinki
eğilmek, iki büklüm olmakla araplarınki de "Allah uzun ömürler
versin" anlamına gelen "hayyakellah" demekle idi.[120]
Selâm verirken dikkat
edilmesi gereken hususları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Mü'minlerin bulunduğu herhangi bir yere giren
kimsenin orada bulunanlara selam vermesi bu konudaki adabın birinci esasıdır,
diyebiliriz. Allah teâlâ Kur'an-ı Keriminde bunu: "Ey iman edenler, kendi
evlerinizden başka evlere girerken oradakilerle ünsiyet kurup selam vermeden
girmeyiniz."[121]
âyeti ile emretmektedir.
2. Herhangi
bir topluluğun yanma girerken selam Verildiği gibi ayrılırken de selam vermek
sünnettir.[122]
3. Selam, mü'minlerin şiarından olduğu için bir
İslam diyarında dolaşan kimsenin tanıyıp tanımadığı herkese selam vermesi, Hz.
Peygamber tarafından emredilmiştir.[123]
4.
Karşılaşan iki kimseden küçük olanın büyüğe, az olan cemaatin çok olanlara,
yürüyenin oturana, biniîi olanın yaya olana selam vermesi Rasû-lullah (s.a.)
tarafından tesbit edilmiş âdâbdandır.[124]
5. Kadınlara
ve çocuklara da selam verilebileceği[125]
gibi mektupla da selam vermek yahut almak sünnetin belirlediği adabdandır.
6. Gayr-i
müslimlerle karşılaşıldığı zaman Rasûlullah'ın tavsiyesine uyarak onların selam
vermesini bekleyip[126]
selâmlarını alırken: "ve aleyke" demekle yetinmek gerekir.[127]
Şayet müslüman
öncelikle selam vermek zorunda kalırsa, Rasûlullah (s.a)'ın özellikle gayr-i
müslim de /let başkanlarına yazarken uyguladığı[128] ve
Taha suresinde de zikrolunduğu veçhile "selam hidayete tâbi olanların
üzerine olsun"[129]
şeklinde selamlamak uygundur.
Selamla ilgili olarak
Fahreddin Razi'nin tefsirinde kaydettiği[130]
birkaç hükmü de burada zikretmekte ..'ayda vardır:
1. Selam
vermek vaciptir. -'Bir selamla selamlandığıniz vakit siz ondan daha güzeli ile
selamı alın, yahut aynıyla karşılayın."[131]
2. Selama
icabet, topluluk içerisinde farz-ı kifayedir. İçlerinden birisi cevap verirse,
diğerlerinden sakıt olur. Fakat ikram ve mübalağa kasdıy-la hepsinin icabet
etmesi evlâdır.
3. Selama
anında cevap verilmelidir. Aradan uzun müddet geçtikten sonra uygun değildir.
4. Mektupla
selam gönderene yine mektupla selam vermek mezkûr âyet gereği vâcibtir.
5. Selama en
güzeliyle mukabele edilmelidir.
6. İmam
A'zama göre cevabda fazlaca cehre lüzum yoktur.
7. Yabancı
bir kadın selam verince icabet etmek töhmeti gerektirecek olursa, ona cevap
vermemek gerekir. Uygun olan bu şartlarda yabancı kadınlara selam vermemektir.[132]
5197... Hz.
.Ebu Umame]den (rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların
Allah'a en yakın olanı, onlara ilk önce selam verenleridir."[133]
Hadis-i şerif Allah'ın
affına ve rahmetine en yakın olan
kimsenin karşılaştığı kimselerin selam vermesini beklemeden onlardan önce selam
veren ve bu hususta diğer insanları geçen kimse olduğunu ifade etmektir.
Bilindiği gibi,
selamlaşmak müslümanlar arasındaki İslamî kardeşlik bağlarını kuvvetlendiren,
mü'minleri birbirine sevdiren, yersiz endişe ve su-i zanları bertaraf eden
hayırlı bir muaşeret esasıdır. Böyle bir hayırlı işte Allah teâla'nın: "Hayırda
birbirinizle yarışınız."[134]
emrine uyarak selam herkesten önce vermekte yarışa girmek lazımdır. Fahreddin
Razi bu âyet-i kelimeyi tefsir ederken şöyle diyor: "İki insan
karşılaştıkları zaman tevazulannı izhâr maksadıyla selamı önce vennede birbiriyle
yarışmalıdırlar."[135]
Selamı önce vermede
yarışmak, Allah'a yakınlaşma vesilesi ve bir fazilet yarışı olmakla beraber,
her konuda nizam ve ahengi arayan İslam, çıkabilecek herhangi bir kargaşalığı
önlemek için de selamlaşmada göz önünde bulundurulacak sırayı tesbit etmiştir.
Herkesin selam vermek
için sırasını gözetleyip sırası gelince selam vermesi bir sorumluluk meselesi
olduğu gibi, mevzumuzu teşkil eden hadise uyarak, sırasını beklemeden
öncelikle selam vermekse bir fazilet meselesidir. Yani sırası geldiği halde
selam vermeyen selamı terk etme vebalini yüklendiği gibi, selamı önce
vermekten kaçınan da selamı önce vermenin faziletinden mahrum kalır.[136]
5198... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Küçük büyüğe,
yürüyen oturana, az çoğa selâm verir."[137]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif yaşça küçük olanla
büyük olan, karşılaştıkları zaman selam vermenin küçüğe düştüğünü ifade ettiği
gibi, oturanla yürüyen karşılaştıkları zaman bu görevin yürüyene, topluluğun
karşılaşması halinde de sayıca daha az olan topluluğa düştüğünü ifade etmektedir.
Ancak, böyle bir
durumda yaşlı olanla, oturanın daha kalabalık olan topluluğun erken davranarak
daha önce selam vermeleri ise bir önceki hadis-i şerifte ifade edilen dereceye
eriştiren bir fazilettir. İki topluluğun birbiriyle karşılaşması halinde
bazısının selam vermesiyle bu vazife hepsinden sakıt olur. Selam verilen kimse
bir kişi ise, selamı alması farz-ı ayın bir cemaat iseler, selam almak farz-i
kifaye olur. Efdal olan iki cemaat karşılaştığı zaman bütün cemaatin selam
vermesi ve bütün cemaatin selam almasıdır. İmam Ebu Yusuf dan bir rivayete
göre bütün cemaatin selam alması farzdır.[138]
İbn Battal'm
açıklamasına göre, selam verme görevini küçüğe yüklenmesinin sebebi, zaten
küçüklerin büyükleri saymak ve onlara tevazu göstermekle mükellef olmalarıdır.
Yürüyenlerin,
oturanlara selam vermekle mükellef tutulmasının sebebi ise oturana nisbetle
yürüyenin dışarıdan ev halkının yanına giren kimseye benzemesi ve dolayısıyla;
"Evlerinize girdiğiniz zaman Allah in-dinde bir tahiyye olarak kendinize selam
veriniz."[139]
âyetinin şümûlüne girmesidir.
Tatarhaniye isimli
kitapta açıklandığı üzere "Arkadan gelen kişi, sana selam verecektir,
yürüyen oturana, binen yürüyene, küçük büyüğe selam verecektir. İki kişi karşı
karşıya geldiklerinde hangisi daha önce selam verirse o daha üstündür. Eğer
ikisi birden selam verirse herbirisi arkadaşının selamına yeniden cevap
verecektir."[140]
İki yürüyen ve iki
binitlinin karşılaşmasında da durum böyledir.[141]
5199... Hz.
Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.)'in: "Binitli olan yaya olana selâm
verir." buyurduğunu söylemiş, sonra (bir Önceki) hadisi rivayet etmiştir.[142]
Bu hadis-i şerifte
biri binitli diğeri yaya olan iki kişi karşılaştıkları zaman, selam verme
görevinin binitliye düştüğü ifade edilmektedir. İbn Battal'm açıklamasına göre,
bu görevin binitliye verilmesindeki hikmet, biniti sebebiyle, yayaya karşı
büyüklük kompleksine kapılmasını önlemektir.
Bu hadisin tamamı
hakkındaki açıklama bir Önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[143]
5200... Hz.
Ebû Hüreyre'den demiştir ki:
"Biriniz (din)
kardeşiyle karşılaştığı zaman ona selâm versin. Eğer aralarına bir ağaç,
duvar, veya (büyükçe) bir taş girer (de onu kardeşinden ayırır) sonra da onunla
karşılaşırsa ona yine selâm versin."
(Râvi) Muaviye (b.
Salih) dedi ki "Bu hadisin aynısını bir de Abdul-vehhâb b. Buht bana
Ebu'z-Zinad, el-A'rac, Hz. Ebu Hüreyre zinciriyle Rasûlullah'dan naklen rivayet
etti."[144]
Bu hadis-i şerif
müslümanlara, her yerde her karşılaşmalarmda selamlaşmalarını aralarında selâmı yaymalarını emretmektedir
(5193) numaralı hadisin şerhinde bu mevzuyu açıkladığımızdan burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[145]
5201... Hz.
Ömer'den (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün) Peygamber (s.a.)'in yanına
varmış, Hz. Peygamber odasında bulunuyormuş.
Esselâmü aleyke ya
Rasûlullah, esselamü aleyküm. Ömer, (huzurunuza) girebilir mi? defyerek izin
iste)miş.[146]
Bu hadis-i şerifle bab
başlığı arasında açık bir ilgi görülmemekle beraber, şöyle bir ilgi
kurulabilirMusannif Ebu Davud, bu babı açmakla selamlaşma hususunda karşılaşılabilecek
şu dört duruma işaret etmek istemiştir:
1. Bir adam
diğer bir adamia karşılaşıp selamlaştıktan sonra, birbirlerinden ayrılırlar ve
kısa bir süre sonra tekrar karşılaşırlarsa yine selam vermeleri gerekir mi
gerekmez mi? Bu mevzuya açıklık getirmek için musannif Ebû Dâvûd bir Önceki
hadisi bu baba yerleştirerek böyle bir durumda tekrar selâm vermenin .sünnet
olduğunu açıklamıştır. Bilindiği gibi buna karşılaşma selâmı denir.
2. Bir adam
diğer bil' adamın evine girmek için izin istemek üzere kapısına varıp selâm
vererek izin ister de kabul edilmezse bir süre sonra yine izin istemek üzere
tekrar gelirse yine selâm vermesi gerekir mi, gerekmez mi?
Musannif mevzumuzu
teşkil eden bu baba bu hadisi yerleştirmekle, böyle bir durumda ikinci defa
yine selâm vermek gerektiğine işaret etmek istemiştir.
3. Bir
adamın diğer bir adamın evine girmek için İzin istemek üzere iki defa gelip iki
defa selâm (istizan selâmı) verdikten sonra içeriye kabul edilmesi, haberli
içeri girerken tekrar selâm (karşılaşma selâmı) vermesi gerekir mi?
Musannif mevzumuzu
teşkil eden hadisi sevk etmekle tekrar selâm vermek gerektiğine işaret etmek
istemiştir.
Aslında mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif Buharı ve Müslim'de geçen uzunca bir hadisin
kısaltılmış şeklidir. Hadisin tamamı yukarıda ifâde edildiği gibi. musannifin
açıklamak istediği hususları ayrıntılı bir şekilde dile getirmektedir. Bu
hadisin, mevzumuza ışık tutan kısımları, Buharî'de şu manaya gelen lafızlarla
rivayet etmiştir.
Hz. Ömer dedi ki:
Sabah namazını Peygamber (s.a.)'te beraber kıldım. Peygamber (s.a.) namazdan
sonra odasına çekildi. Bunun üzerine (kızım) Hafsa'nm yanına girdim. Bir de ne
göreyim, (durmadan) ağlıyor. Kendisine:
Seni ağlatan nedir?
Ben seni (daha önce) bundan men'etmemiş miydim? (Yoksa) Peygamber (s.a.) sizi
boşadı mı? dedim.
Bilmiyorum, işte
kendisi odasına çekilmiş duruyor, dedi. Hemen dışarı çıkıp (Hz. Peygamberin
mescidinde bulunan) minberin yanma vardım. Etrafına bir cemaat toplanmış, bir
kısmı ağlamakla meşgul Onlarla birazcık oturdum. Fakat gördüklerim beni
durultmadi. Doğru Hz. Peygamber'in bulunduğu odaya vardım ve (kapıda) bulunan
siyahı hizmetçisine (içeri girmek için):
Ömer'e izin işte!
dedim. Bunun üzerine siyahî hizmetçi (bana izin almak üzere) içeri girip
Peygamber (s.a.)'le konuştu. Sonra yanıma dönüp:
Peygamber (s.a.)'le
konuştum. Kendisine seni anlattım seslenmedi, dedi. Ben de minberin etrafında bulunan
kimselerin yanına dönüp onlarla (bir süre) oturdum. Sonra gördüklerim beni
durultmadı. Tekrar o siyahi hizmetçinin yanına gelip:
Ömer'e (içeri girmesi
için) izin işte! dedim. Hizmetçi (benim için izin istemek üzere) hemen içeri
girdi. Sonra geri döndü ve:
Kendisine seni
anlattım (fakat) seslenmedi, dedi. Bunun üzerine tekrar geri dönüp minberin
etrafında bulunan kimselerle (bir süre daha) oturdum. (Fakat) gördüklerim beni
rahatlatmadı. Tekrar siyahi hizmetçiye geldim ve:
İzin işte! dedim. (Siyahi hizmetçi) içeri
girdi (bir süre) sonra yanıma döndü ve;
Seni kendisine
anlattım cevap vermedi, dedi. Ben de (görüşmekten) vazgeçerek geri döndüm. Bir
de baktım ki hizmetçi (arkamdan) beni çağırıyor ve:
Peygamber (s.a.) sana
izin verdi, diyor. Bunun üzerine hemen yanına girdim. Gördüm ki üzerinde sergi
bulunmayan bir hasır üzerinde yatıyor. Hasır vücuduna iz yapmış, içi hurma lifi
ile dolu olan bir yastığa da dayanmış; hemen selâm verip yanına
girdim..."[147]
Bilindiği gibi
yukarıda geçen dört maddeden birincisi bir numara önce geçen Ebu Hüreyre
hadisiyle açıklanmıştır. Kalan üç maddeye ise mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i
şerifin tamamı delâlet etmektedir.
Ayrıca bu hadis-i
şerif Hattabî'nin ifade ettiği gibi bir kimsenin evine girmek için izin
isteyecek olan kimsenin ev sahibinin "Kim o?" sorusuna
"Benim" gibi belirsizlik ifade eden kelimeler yerine selamla birlikte
ismini de açıkça bildirmesinin sünnetten olduğuna da delalet etmektedir.[148]
5202... Sabit'ten
(rivayet edildiğine göre) Hz. Enes şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.)
(birgün) oynamakta olan çocukların yanından geçti de onlara selâm verdi."[149]
5203... Humeyd'den
(rivayet edildiğine göre) Hz. Enes şöyle buyurmuştur: "(Birgün)
Rasûlullah (s.a.) yanımıza geldi. Ben (o gün) çocuklar arasında (oynayan) bir
çocuktum. Bize selâm verdi, sonra elimi tuttu, benimle bir haber gönderdi. Ben
kendisine dönünceye kadar duvarın gölgesinde oturdu. (Ravi Humeyd bu son
cümleyi rivayet ederken şüphelendi de şöyle dedi): Yahutta (Hz. Enes) şöyle
demişti: (Ben kendisine dönünceye kadar) duvarın yanında (oturdu).[150]
Hz Peygamberin
çocuklara selâm vermesi onun yüksek ahlakına,
çocuklara sevgisine, özellikle mütev azil iği ne, bir de çocuklara
selam vermenin müstehablığına delâlet eder. Aslında çocuklara selâm vermekte,
onlara İslam adabını Öğretmek ve onları İslam âdabına göre eğitmek gibi
yararlar vardır.
Bu mevzuda İbn Battal
şöyle demiştir:
"Çocuklara selâm
vermekte onları İslâm ahlakına göre eğitmek, onları böbürlenme ve gururlanma
gibi süfli duygulardan arındırıp alçak gönüllülük, yumuşaklık gibi ulvi duygu
ve hasletlerle bezeme ve bu istikamete yönlendirme gibi yararlar vardır."
Mevzumuzu teşkil eden
bu iki hadis çocuklara ve tevazu göstererek olsun olmasın herkese selâm
vermenin müstehap olduğuna delildir. Bu hususta bütün ulemâ müttefiktir.
İçlerinde çocuklar
bulunan cemaatten bir çocuk selâm alsa diğerlerinden borç sakıt olur mu, olmaz
mı? meselesinde Şafiılerden iki kavil rivayet olunmuştur. Esah kavle göre
sakıt olur. Cumhura göre bir çocuk bir adama selâm verse alması lazım gelir.[151]
Bu mevzuda Hanefilerin
görüşü de şöyledir:
"Eğer aklı eren
bir çocuk, selamı alırsa diğerlerinden selâm alma görevi düşmüş olur. Çünkü
akıllı bir çocuk az da olsa farzı ikame eden kimselerdendir. Çünkü onun
kestiği hayvanın eti yenir. Bazıları çocuğun selam almasıyla - selam alınmış
olmaz- dediler"[152]
5204... Esma
bint Yezid'den demiştir ki: (Biz) bir kadınlar topluluğu içerisinde iken Peygamber
(s.a.) (yanımızdan geçti de) bize selâm verdi.[153]
Avnül Mabud, yazarı bu
konuda şöyle diyor: «el-Halîmî;
Rasûlullah (s.a.) her türlü
fitneden emin ve günahsız idi. Artık kendi nefsine güvenen kimse
kadınlara selam versin. Aksi takdirde selâm vermemek en selametti davranıştır,
demiştir. İbn Battalda; bir fitne yani günaha girmek ve şehvet duygusunun uyanması
tehlikesi yoksa, kadınların erkeklere ve erkeklerin kadınlara selâm vermeleri
caizdir.
Malikîler, genç kadın
ile yaşlı kadın arasında fark olduğunu söyleyerek genç kadına selam vermeyi
veya onun erkeklere selâm vermesini yasak saymışlardır.
Rabia ise; kadın genç
olsun, yaşlı olsun onunla selamlaşmak haramdır, demiştir.
Küfe alimleri de;
kadınların erkeklere selâm vermeleri, meşru değildir. Çünkü kadınlar, ezan
okumaktan ve kamet getirmekten men'edilmiştir ve açıktan Kur'an okumaları
yasaklanmıştır. Ancak, kadın mahremi olan erkeklere, yani babası, amcası,
dayısı gibi aralarında nikah kıyılması ebedi olarak haram olan erkek akrabalarına
selâm verilebilir, demişlerdir. Abdurrahman el-Cezerî de şöyle diyor:[154]
"Erkeğin kadına
selâm vermesi mekruhtur. Ancak, kadın çok yaşlı olursa veya çok genç olmasına
rağmen şehvet duyulmayacak derecede çok çirkin olursa ona selâm verilebilir.
Erkek kendi çoluk çocuklarına selâm verdiği gibi mahremi olan kadınlara da
selâm verebilir. Ve selâm vermesi sünnettir. Şafiîler demişler ki: Genç kadın
ister şehvet duyulmayacak derecede çok çirkin olsun, ister şehvet
duyulabilecek durumda olsun, bir yerde tek başına bulunduğu zaman, erkeğin ona
selâm vermesi, onun erkeğin selamını alması, veya onun erkeğe selâm vermesi
kesinlikle haramdır."
Kadın bir grup erkekle
veya bir kadın topluluğu ile beraber olduğu zaman selâm vermek ve selâm almak
bakımından onun hükmü erkeğin hükmü gibidir."[155]
5205... Süheyl
b. Ebi Salih'den demiştir ki:
Babamla birlikte (bir
kafile ile) Şam (yolculuğun)a çıkmıştım. (Yolculuğumuz esnasında kafilede
bulunanlar) içerisinde Hıristiyan (rahip)lerin bulunduğu manastırların yanından
geçerken onlara selam vermeye başladılar. Bunun üzerine babam, şöyle dedi:
Onlara selama (önce)
siz başlamayınız. Çünkü Hz. Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.yuı: "Onlarla
yolda karşılaştığınız zaman onları yolun en dar yerine
sıkıştirın"buyurduğunu söyledi.[156]
Bu hadis-i şerifte
yolda İslam diyarında yaşayan ehl-i kitap ile jçarşjiaşıldığı zaman, onlardan önce selâm
vermek yasaklanmakta ve onların yolun ortasında rahat gitmelerine izin
vermeyip, yolun sağında veya solunda bulunan en dar yerine sıkıştırılmaları
emredilmektedir. Yolun en dar yerinden maksat, duvara bitişk olan bir yolun
duvardan yana kalan kısmıdır. Eğer "yolun en dar kısmı" kelimesiyle
yolun sağ veya sol tarafı kasdedilmiş olsaydı, onların hak yol olan İslâmın
ortasında girmeyi terk edip sağ veya sol tarafına sapmalarına bir ceza olmak
üzere yolun ortasından gitmelerine izin vermeyip onları yolun sağ veya sol
kenarından gitmeye mecbur etmemiz emre di lirdi.
Aslında kâfirleri
katletmek vâcibtir. Fakat ehl-i kitabın cizye vererek hayatlarını kurtarmaları,
onlara bir hak olarak tanındığından cizye ödeyerek İslam diyarında yaşayan bir
ehl-i kitabı öldürmek caiz değildir. Ancak bir hayrın tijmü ele geçirilemeyince
ele geçirilmesi mümkün olanı da bi-rakıvermek, doğru olmadığı gerçeğinden
hareket ederek, cizye karşılığında hayatlarını kurtarmış olan bu kâfirleri
yollarda karşılaşıldığı zaman, hiç değilse yolun en dar yerine sıkıştırmak
suretiyle manevi bir ölüme mahkûm etmek mümkün olduğundan, müslümanlar onlarla
yolda karşılaştıkları zaman bu şekilde muamele etmekle emrolunmuşiardır. İmam
Nevevî Müslim Şerh'inde şöyle demektedir: "Her ne kadar bizim Şafiî
ulemasından bazıları onlara, onlardan önce davranarak selâm vermenin haram
değil mekruh'olduğunu söylemişlerse de bu görüş zayıftır. Çünkü bu hadisteki
nehy (yasaklama), tahrim (haram kılma) için olduğundan, onlar, selâm vermeden
önce onlara selâm vermek haramdır. Doğrusu budur. Kadı îyaz'ın açıklamasına
göre, ulemadan bazıları bir zaruret veya bir ihtiyaç zuhur etmesi halinde
onlar selâm vermeden Önce onlara selâm vermenin caiz olduğunu ve Alkame ile
en-Ne-haî'nin bu görüşte olduklarını söylemişlerdir. İmam Evzâî de:
"Eğer onlarla
selâmlaşmakta, onlardan önce davranirsan, şunu bilki sâlih-lerden de böyle
yapanlar olmuştur. Fakat selâmlaşmakta onlardan Önce dav-ranmayıp önce onların
selâm vermesini beklersen, şunu iyi bilki, salihbrden bir kısmı da böyle
hareket etmişlerdir. Bununla beraber şunu da iyi bil ki bid'atçiye kendisinden
Önce davranarak selâm vermek, bir mazeret ve t ^ılike sözkonusu olmadıkça caiz
değildir.[157] Kişi selâm verdikten
sonra, onun müslü-man olmadığını anlarsa onu tahkir için selamını geri istemesi
müstehabiır."[158]
Eğer bir yahudi, Hıristiyan veya bu mecûsi bir müslümana selâm verirse onu
almakta, bir sakınca yoktur. Fakat "ve aleyke"den başka bir ifade
kullanmayacaktır. Hanefilerde de hüküm böyledir. Eğer böyle bir zımnîye
(azınlığa) tebcil maksadıyla selâm verirse, küfre girmiş olur. Çünkü kâfiri
tebcil ve tazim küfürdür. Eğer bir mecusiye tebcil niyetiyle "Ey
usta;" dese küfre girmiş olur. el-Eşbah'da da hüküm böyledir. el-Eşbah da
gu hüküm de vardır: Eğer bir azınlığa - Allah senin ömrünü uzatsın- derse ve
kalbinden de, belki müslüman olur, diyorsa veya zelil olarak yaşadığı sürece
müslümanlara haraç verir, diyorsa bu sözde bir sakınca yoktur.[159]
1. İslâm ülkesinde
yaşayan ehl-i kitaba onlardan önce davranarak selam vermek yasaklanmıştır.
Çünkü onlara selamda onları tazim ve onları yüceltme vardır. Onları yüceltmek
ve onlara selâm vererek sevgi gösterisinde bulunmak ise; "Allah'a ve
âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin babaları, oğulları, kardeşleri veya
akrabaları da olsa, Allah'a ve peygamberine düşman olanlara sevgi beslediğini
göremezsin..."[160]
âyet-i kerimesine aykırıdır.[161]
2. Onlara
kalabalık yollarda rastlandığı zaman, yolun en dar yerinden geçmeye mecbur
edilirler.[162]
5206... Hz.
Abdullah b. Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Yahudilerden
birisi, size selâm verdiği zaman sadece essâmü aleyküm (ölüm sizin üzerinize
olsun) diyerek selâm verir. Siz de (onun bu sözde selamına karşılık olmak)
üzere: ve aleyküm (sizin üzerinize de olsun) deyiniz."
Ehu Davud dedi ki: Bu
hadisi aynı şekilde Malik, Abdullah b. Dinar'dan rivayet etti. Aynı şekilde
Abdullah b. Dinar'dan Sevri de rivayet etti. Abdullah b. Dinar da bu hadisde
(geçen: "ve aleyküm" kelimesini vavlı olarak) "ve aleyküm"
diye rivayet etti.[163]
"Essâm"
kelimesi "erken ölüm" anlamına gelir."essâmü aleyküm"
cümlesi ise, "erken ölüm başınıza gelsin" demektir. Millî
seciyyesinde bulunan korkaklık nedeniyle bütün melanet vs düşmanlıklarını
sinsice yürüten yahudiler, asr-i saaddette Müslümanlarla karşılaştı ki arı
zaman, selâm kelimesine çok yakın olan "sâm" kelimesini kullanarak
hem zehirlerini kusmuşlar, hem de selâm vermiş gibi görünmeye çalışmışlardır.
Fakat onların bu hali Hz. Fahr-i Kainatın gözünden kaçmamış, ümmetini
yahudilerin bu entrikalarına karşı da uyararak onların bu sözde selâmlarına
karşı nasıl mukabele edeceklerini kendilerine Öğretmiştir. Mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-İ şeritte yahudilerin bu tutumlarına karşı müslümanların "ve
aleyküm" diyerek cevap vermeleri emredümektedir.
Bu mevzuda gelen daha
önceki hadislerin şerhlerinde de açıkladığımız gibi, ulema ehl-i kitab selam
verdikleri vakit selâmlarının alınacağında ittifak etmişlerdir.
Ancak, Yahudiler selam
yerine, selam kelimesine benzeyen fakat gerçekte selâm kelimesiyle taban
tabana zıt olan "sâm: erken ölüm" kelimesini kullandıkları zaman
onların bu sözüne nasıl bir karşılık verileceği meselesi büyük bir önem
kazanmaktadır.
Eğer onlara mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte anlatıldığı şekilde "ve aleyküm: sizin
üzerinize de olsun" diyerek karşılık verilirse o zaman yahudilerin bu
bedduasına iştirak edilmiş ve bu erken ölümün hem yahudilerin hem de
müslümanların basma gelmesi istenmiş olur. Çünkü bu durumda "ve
aleyküm" kelimesinin başında bulunan "ve" atıf harfi olabilir.
Atıf harfi ise, cem ve iştirak ifade ettiğinden yahudinin müslümanlar için
ettiği erken ölüm duasının aynı şekilde yahudilere de şamil olmasından başka
bir mana ifade etmez. Bu ise yahudilerin selâm suretindeki bu sinsi
ihanetlerine yeterli bir cevap teşkil edemez.
Bu mevzuda İmam Nevcvî
şöyle diyor: Bu hadis-i şerifte geçen "ve aleyküm" kelimesinin
başındaki "vav" harfi rivayetlerin çoğunda bulunmakla beraber,
bazılarında da yoktur. Rivayetlerin çoğunluğuna bakarak bu harfin bulunduğunu
kabul edersek bu "ve aleyküm" cümlesini iki şekilde te'yfl edebiliriz:
1. Bu
cümleyi zahirine göre te'vil edebiliriz. Şöyle ki "essâmü aleyküm"
sözü "ölüm başınıza gelsin" demek olduğuna göre, bu söze "ve
aleyküm" diyen kimse; "Gerçekten biz öleceğiz, siz de öleceksiniz,
ölüm hususunda hepimiz aynı durumdayız. Hepimiz öleceğiz, demiş olur.
2. "Ve
Aleyküm" kelimesinin başında bulunan "vav" harfinin iştirak ve
cem ifade eden atıf vavi olmayıp başına geldiği cümlenin, kendinden önceki
cümleyle ilgisini kesmeye yarayan istinaf vav'ı olması mümkündür. Buna göre
"ve aleyküm" cümlesi:
Layık ve müstehak
olduğunuz, kötülenme sizin başınıza gelsin, anlamına gelir.
Eğer, bazı rivayetleri
nazar-i itibara alarak "ve aleyküm" cümlesinin başında vav harfinin
bulunmadığını kabul edersek o zaman bu "aleyküm" cümlesi, bilakis
ölüm bizim üzerimize değil, sizin üzerinize olsun, anlamına gelir."
Hattabî'nin
açıklamasına göre, bu mevzudaki rivayetlerin doğru olanı da vavsiz olarak gelen
"aleyküm" şekildeki rivayettir[164] ki
Tirmizî'nin ri-vâyetiyle Nesâinin rivayetinde[165] bu
cümle, vavsız olarak rivayet edilmiştir.
Musannif Ebu Davud,
metnin sonuna ilave ettiği talikte, İmam Ma-lik'le Sevrî'nin Abdullah b.
Dinar'dan rivayet ettiklerini söylediği hadisten maksadı Muvatta'nm selam
bölümünde bulunan 3 noiu hadisle, Buha-rî'nin istizan bölümünün 22. babında
rivayet ettiği hadistir.[166]
5207... Peygamber
(s.a.)'in sahabilerinden olan Hz. Enes'den (rivayet edildiğine göre sahabiler)
Peygamber (s.a.)'e:
Kitab ehli (olan
yahudiler ve hıristiyanlar) bize selâm veriyorlar, biz onlara nasıl karşılık
verelim? demişler de (Onların selamına karşılık olarak):
"Ve aleyküm,
deyiniz" buyurmuş.
Ebu Davud dedi ki: Hz.
Aişe'nin rivâyetiyle Ebu Abdunahman el-Cü-heni ve Ebu Basra el-Gıfari'nin
rivayeti de böyledir.[167]
Musannifin, metnin
sonuna ilave ettiği talikte bahsettiği Hz. Aişe hadisinden maksat, Buharî'nin
Sa-hih'inde istizan bölümünün 22. babında geçen hadisle Müslim'in Sahi-h'inde
selam bölümünde geçen 10 numaralı hadis ve Tirmizî'nin istizan bölümünde 12.
babda geçen hadistir. Ebu Basra el-Gifarî hadisinden maksat ise Nesâî'nin
Amelülyevmi velleyle isimli eserinde 305. sayfada geçen 388 nolu hadistir. Ebu
Abdurrahman el-Cüheni hadisinden maksat ise, İbn Mace'nin Sünenden edeb
bölümünün 13. babında geçen hadistir. Bu hadislerin hepsinde ehl-i kitaba
"ve aleyküm" şeklinde karşılık verileceği ifade edilmektedir.
Biz bu mevzuyu bir
önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[168]
5208... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz, bir
meclise vardığı zaman selâm versin (meclisten) ayrılırken de selâm versin.
Birinci (selâm) sonucundan daha önemli değildir."[169]
Bir meclise varıldığı
zaman selâm vermek sünnet olduğu gibi, o
meclisten ayrılırken de selam vermek sünnettir. Alınması ise farzdır.
Nitekim metinde geçen;
"Birinci selâm sonucundan daha önemli değildir" cümlesi de hüküm
bakımından bu iki selâm arasında hiçbir fark olmadığını ifâde etmektedir.
Binaenaleyh, karşılaşma
halinde selâm vermek nasıl sünnetse, ayrılma halinde selâm vermek de sünnettir
ve alınması da farzdır. Meclisten kalkarken verilen selâm, geri dönme
ihtimalini kaldırır. Geride kalanlara da güven verir ve onlar için bir rahmet
dileği olur. Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.[170]
5209... Ebu
Cüreyl el-Hüceymî'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.):
"Aleykesselâm ey Allah'ın Resulü" diye selâm verdim.
"Aleykesselâm
deme, çünkü aleykesselâm ölülerin selâmıdır" buyurdu.[171]
Bu hadis-i şerif "aleykesselâm"diyerek
selâm vermenin mekruh olduğuna delalet etmektedir.Sünnet olan "Esselamü
aleyküm" diyerek selam vermektir.
78. Bu hadis daha önce
(4084) numarada geçmişti.
Bu mevzuda İbn Abidin
meşhur Haşiye'sinde şu görüşlere yer vermektedir:
"Şürünbilâlî
müsâfaha hakkındaki risalesinde dedi ki: , aleykesselâm, kelimesiyle söze
başlanmaz. -Aleykümusselâm diye de selam verilmez. Çünkü Ebu Davud, Tirmizî ve
başka hadis kitaplarında sahih senetlerle Câbir b. Süleym'den şu mealde bir
hadis rivayet edilmiştir:
"Ben Allah'ın
Resulüne vardım: "-Aleykümusselâm ya Rasûlullah dedim Cenab-ı Peygamber:
Sakın aleykesselâm
deme. Çünkü aleykümusselâm kelimesi ölülere verilen selamdır, buyurdu."
Tirmizî bu hadis hasen
-sahihtir- demiştir. Bundan anlaşılıyor ki, "aleykesselâm" şeklinde
selâm verenin cevabını iade etmek vacib değildir. Çünkü Allah'ın Rasûlünün
böyle selama cevap verdiği değil, bilâkis böyle demekten men'ettiği hükmü vârid
olmuştur."[172]
İmam Nevevî ise bu
şekilde verilen selâmın da usûlüne göre alınmaya müstehak olduğunu
söylemiştir.[173]
5210... Hz.
Ali b. Ebi Talib'in oğlu el-Hasen'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "(Bir topluluğa) uğrayan bir cemaatin yerine
içlerinden birinin selâm vermesi yeterlidir ve oturanlardan birisinin de
(kendilerine verilen) selamı (hepsi adına) alması yeterlidir."[174]
Bilindiği gibi selâm
vermek sünnet-i kifâyedir.Binaenaleyh bir cemaat içerisinde bir kışı selam verecek
olursa hepsi adına bu sünneti yerine getirmiş olur. Fakat hepsinin birden selam
vermesi daha faziletlidir.Selam almak ise farz-ı kifâyedir.
Hadis-i şerifte oturan
bir cemaat adına, içlerinden birinin selâm almasının yeterli olmasından
bahsedilmesi, ayakta olan bir cemaat adına içlerinden birinin selâm almasının
yeterli olmayacağı anlamına gelmez.
Hadis-i şerifte oturan
bir cemaatten bahsedilmesi, bu hükmün sadece oturan cemaat için geçerli
olduğundan değildir. Ancak kendilerine selâm verilen ve selâm alma durumunda
kalan kimselerin genellikle oturan kimseler olduğundandır.[175]
Bir başka ifadeyle
buradaki "oturur olma" kaydı, kayd-ı ihtirazı değil, kayd-ı
ekseridir.
Bu hadisin senedinde
bulunan Said b. Halid, hadis âlimleri tarafından cerh edilmiştir.[176]
5211... el-Berâ
b. Azib'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İki müslünıan karşılaştıklarında el sıkışır, azîz ve celîl olan Allah'a
hamd eder ve birbirlerine (günahlarının bağışlanması için) af dilerlerse
(günâhları) bağışlanır.[177]
5212... el-Berâ
b. Azib'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İki müslüman
karşılaşırlar da el sıkışırlarsa daha ayrılmadan önce (mutlaka) bağışlanmış
olurlar."[178]
Musafaha: Esenleşmek
için iki kişinin biribirlerinin g tutmalarıdır.[179]
Kamus Şerhi
Tacü'l-Arus'da açıklandığı üzere, musafaha iki kişinin yüzyüze gelerek
biribirlerinin ellerini tutmak suretiyle ellerinin iç taraflarını birbirlerine
dokundurmalarıdır. Aliyyü'1-Kâri de Mirkat adlı eserinde müsafahayı "elin
ele temas ettirilmesidir" diye tarif etmiştir.[180]
Müsafahın nasıl
yapılacağı hakkında Hz. Peygamber (s.a.)'den bir tarif nakledilmiş değildir.
Bunun sebebi, tokalaşmanın örf ve âdetle bilinen malum bir fiil olmasıdır.
Bilinen herşeyi Rasûlullah değisürmeyecekse bunun için bir tarif vermesi
gerekmez.[181]
Musafahanın yukarıda
naklettiğimiz sözlük manalarına bakılırsa musafaha tokalaşanların ellerinin iç
taraflarının biribirine temas ederek kavranması ve yüzlerinin de biribirine
dönük olması ile gerçekleşir.
Tek elle mi çift elle
mi yapılacağına gelince, her ikisi hakkında da rivayet bulunmakla beraber,
birer el ile yapılacağını ifade eden hadis ve nakiller daha umumî ve yaygın
tatbikatı aksettirmektedir. Nitekim İbn Abdil Berr'in et-Temhid isimli eserinde
İbn Büsr'e dayanan bir senetle naklettiği sahih bir hadiste Abdullah İbn Büsr
(r.a.)'in bir elini göstererek: "Şu elimi görüyor musunuz, bununla Rasûlullah
(s.a.)'le tokalaştım" dediği rivayet edilmiştir.[182]
Bu mevzuda Hz. Ebu
Umame'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir.
"Selamlaşmanın
kemâli eli tutmakla gerçekleşir, musafaha (tokalaşma) da sağ elle olur."[183]
Buhârî'nin Hz. İbn
Mesud'dan rivayet ettiği ve Hz. Peygamber'in O'na teşehhüdü (ettehiyyatü
lillahi... duasını) öğrettiğini anlatan hadiste, Hz. İbn Mesud "benim iki
elim, onun iki eli arasında olduğu halde...." demiş[184] ve
yine Buharî'nin rivayetinde Hammâd b. Zeyd'in Abdullah b. Mübarek ile iki
eliyle musafaha ettiği zikredilmiştir.[185]
Bütün bu
anlatılanlardan anlaşılan şudur ki, iki elle yapılan müsafaha-lar bir âlimden
veya ariften önemli bir meseleyi öğrenirken yapılan mü-safahalardır. Böyle iki
elle musafaha yapmakla öğretilen meselenin önemine dikkat çekilmiş olur.
Nitekim, mealini
sunacağımız şu hadis-i şerifler de buna delâlet eder: "Bedevilerden
birinin yanına varmıştık. Bedevî dedi ki: Rasûlullah (s.a.) elimi tuttu ve Yüce
Allah'ın kendisine öğrettiği şeylerden bana da öğretmeye başladı."[186]
"Peygamber
(s.a.)'in huzuruna vardım ve: Ey Allah'ın Resulü, bana bir sığınmak duası öğret
de onunla sığınayım, dedim. Bunun üzerine, Ra-sûlü Ekrem elimi tuttu ve şöyle
buyurdu:
"Allahım
kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden,
menimin şerrinden sana sığınırım, diye dua et.”[187]
Hanefi ulemasına göre,
"Hz. Peygamber birisine böyle önemli bir meseleyi öğretirken yaptığı
müsahafada bazen karşısındakinin elini iki avucunun içine alırdı. Meselâ Hz.
İbn Mesud'a teşehhüdü öğretirken yaptığı müsafahada, Hz. İbn Mesud'un eli Hz.
Peygamber'in avuçları içindeydi. Binaenaleyh bu tür müsafahalar iki elle birden
de yapılabilir. Binaenaleyh sünnet olan müsafahayı her iki tarafın da sağ elle
yapmasıdır. Bu karşılaşmadan dolayı, yapılan müsafaha böyle olduğu gibi,
bey'at için yapılan müsafahalarda da böyledir. Hanefi ulemasıyla Şafiî ve
Hanbeli ulemasının görüşü budur. Nitekim Hanefi fakihlerinden "İbn Abidin
(rahmetullahi aleyh) Reddu'l-Muhtar, isimli eserinde bu konuda şöyle demiştir:
"Eğer (Hacı
adayı), kimseye eziyet vermeden (Hacer-i Esvedi) öpemezse yahut mutlak surette
öpme imkânını bulamazsa, ellerini Hacer-i Esved'in üzerine koyar sonra onları
öper. Yahut bir elini Hacer-i Esvedin üzerine koyar; evlâ olan sağ elini
koymaktır. Çünkü şerefli, işlerde sağ el kullanılır. Şu da var ki Bahr-i
Amik'den nakledildiğine göre Hacer-i Esved Allah'ın yeminidir. Kullarıyla
onunla müsafaha eder, müsafaha sağ elle olur."[188]
"Yine sünnet olan
müsafahada el içleriyle birlikte, başparmak da kav-ranmalıdır. Çünkü
başparmakta bir damar vardır ki kalplerde sevgiyi yeşertir. Hadiste böyle
gelmiştir. Bunu Kuhistanî ve başkaları nakletmiştir."[189]
"Nitekim
Gümüşhanevi hazretleri de "Müsafahada sünnet olanın sağ elle yapılmasıdır.
Fitneden korkulduğu zaman, sakalı bitmemiş yakışıklı delikanlılarla müsafaha
etmek haram olduğu gibi, cüzzam gibi bulaşıcı hastalığa mübtelâ kimselerle
müsafaha etmek de mekruhtur."[190]
Eşşeyh Abdullah b.
Süleyman ez-Zebidi müsafahayı sağ elle yapmanın daha faziletli olduğunu
söylediği gibi, Şeyh Alkami, İmam-i Nevevî, Abdurrauf Münavi, Ali b. Ahmed
el-Azizi, İbn Raslan, Abdul Kadir Gey-lânî gibi âlimler de bu görüşü
savunmuşlardır.[191]
Görülüyor ki, sünnete
uygun olan tek elle ve sağ elle yapılan müsafahadır. Tek elle yapılmasında
Allah'ın tekliğine işaret gibi manada bulunmalıdır.[192]
Fakat Hanefî ulemasından, Eşref Ali el-Tehânevî müsafahanin tek elle
yapıldığını, ifâde ettiği zannedilen hadislerdeki el kelimesinin cins için
olduğu ve dolayısıyle iki el ile ihtimali olduğu gerekçesinden hareket ederek,
müsafahanın kesinlikle iki elle yapılacağını söylemiş ve bu görüşünü çeşitli
delillerle isbat etmiştir.[193]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisten (5211) numaralı hadis-i şerifte müsafaha edilirken
"el-hamdülillahi yağfirüllahü lenâ ve Iekünı"diye-rek Allah'a hamd ve
istiğfarda bulunulacağı da ifâde edilmektedir. Bu hadiste yapılması istenen
hamd ve istiğfar (5212) numaralı hadiste bulunan: "Daha onlar bir birinden
ayrılmadan önce, Allah onları affeder" ifâdesinin tecellisi için, istenmiş
olabileceği gibi müsafahanın, iki tarafın da günahlarının affına vesile
olabilecek derecede kemâle ermesi için de istenmiş olabilir.
Çünkü "iki
müstüman karşılaşıp da bir diğerine selâm verince bunların Allah'a en sevimli
olanı arkadaşına karşı daha güleryüzlü olanıdır. Bunlar bir de müsafaha edince
Allah üzerlerine yüz rahmet indirir. Bunun doksanı müsafahaya ilk başlayan içindir.
Onu da Öbürü içindir."[194]
İmam Nevevî,
"el-Ezkâr" isimli eserinde müsafaha konusunda şöyle diyor: "Şunu
bil ki her karşılaşmada müsafaha yapmak müstehabtir. Halkın sabah ve ikindi
namazlarından sonra âdet hâline getirdiği güzel müsafahanın ise şeriatle
ilgisi yoktur. Ancak bunun zararı da yoktur. Çünkü prensip olarak müsafaha
sünnettir. Ve halkın çoğu hallerde aşın giderek bunu kusurl'j halde yapmaları
onu sünnet olmaktan çıkarmaz. Şeyh ve İmam Ebu Muhammed Abdusselâm rahmetullah
"el-Kavaid"adh kitabında şöyle demiştir.
Bidadlar beş kısımdır:
1. Vacib olan
bidatlar
2. Haram
olan bidatlar,
3. Mekruh
olan bidatlar, .
4. Müstehab
olan bidatlar,
5. Mubah
olan bidatlar...
Mubah olan bidatlardan
birisi de sabah ve ikindi namazlarından sonra tokalaşmaktır."[195]
Hanefi ulemasından
Aliyyül Kâri, imam Nevevî (r.a.)'nin bu görüşüne itiraz ederek şöyle demiştir:
"İmam Nevevî'nin
bir nevi çelişki içinde bulunduğu aşikârdır. Çünkü halkın bazı vakitleri
işledikleri sünnete bid'at denilemeyeceği gibi, halkın bu sünneti sabah ve
ikindi namazlarından sonra müstehab ve meşru olmayan şekliyle yapmalarına da
sünnet denilemez. Çünkü meşru olan müsa-fahanın zamanı ilk karşılaşma
zamanıdır. Bazan halk karşılaştıkları halde müsafaha yapmadan uzun süre sohbet
ve ilim müzakeresi yapıyorlar. Sonra namazı kılınca müsafaha ediyorlar. Nerede
sünnet, nerede bunların yaptıkları. Onun için bizim Hanefî ulemasından
bazıları, İmam Neve-vî'nin sözünü ettiği bidatin mekruh ve mezmum bidatlerden
olduğunu açıkça ifade etmişlerdir."[196]
Bu mevzuda isabetli
olan AHyyü'l-Kari'nin görüşüdür. İmam Nevevî hazretlerinin görüşü hatalıdır.
Sabah ve ikindi
namazlarından sonra yapılan müsafahalar, mezmum bidatlerden olduğu gibi bayram
namazlarından sonra yapılan müsafha ve kucaklaşmalar da aynı şekilde çirkin
bidatlerdendir. Bu konuda İbn Abidin şöyle diyor: "Sadece namazlardan
sonra müsafahaya devam etmek, bazı cahillerin bunun sünnet olduğunu ve diğer
zamanlarda yapılan müsafaha-lardan daha faziletli olduğunu zannetmelerine yol
açar. Oysa seleften hiçbir kimse bu vakitlerde müsafaha etmemiştir.
Binaenaleyh namazdan sonra müsafaha herhâlükârda mekruhtur ve Rafızîlerin
sünnetlerindendir."[197]
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre 5211 numaralı hadisin senedinde Ebu Bele vardır. Bu sebeble
hadisin senedi muzdariptir. Çünkü onun kimliği ve güvenilirliği konusunda ileri
sürülen çelişkili tesbitlerin birini diğerine tercih etmek mümkün değildir.[198]
5213... Hz.
Enes b. Malik'den demiştir ki: Yemenliler (Medine'ye Hz. Peygamberle görüşmek
üzere) gelince, Rasûlulah (s.a.) (onlar hakkında ashabına) şöyle dedi:
"Size Yemen halkı
geldi. Onlar ilk müsafaha ilk yapan kimselerdir."[199]
Bu hadis-i şerif de
musafahanın müstehab olduğuna (jejaıet etmektedir. Nitekim bütün ulema, musafahanın
meşru ve güzel bir amel olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik, önceleri
musafahanın kerahetine kail iken sonradan o da bunun meşruluğunu kabul
etmiştir. Çünkü müsafaha müslümanlar arasındaki sevgi bağlarını takviye eder.
Bunun için Hz.
Peygamber müslümanları müsafahaya teşvik etmiş ve müsafaha, müslümanlar
arasında yaygınlaşmıştır. Nitekim Hz. Ebu Kata-de'nin şu sözü musafahanın
ashab-ı kiram arasında yaygın olduğunu ifâde etmektedir.
"Ben Enes b.
Malik'e: Müsafaha Peygamber (s.a.)'in ashabı arasında yaygın mı idi? diye sordum
da: Evet cevabını verdi."[200]
Ayrıca: "Bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.) mescidde oturuyor. Etrafında
da insanlar var. Derken Talha b. Ubeydullah kalkarak süratle yanıma geldi.
Benimle müsafaha etti ve beni tebrikte bulundu"[201]
mealindeki hadis-i şerif de musafahanın Hz. Peygamber zamanından beri
müslümanlar arasında yaygın olduğu gerçeğini te'yid etmektedir.
Bütün bunlar,
musafahanın Hz. Peygamber'in sağlığında, ta İslamın ilk yıllarından beri
Medine'de yaygın olduğunu ifâde ederken, Hz. peygamber'in vefatı esnasında
kendisini ziyarete gelen Yemenlilerden "Müsafa-hayi ilk yapanlar"
diye bahsetmesini "müsafahayı yaygınlaştırmakta en çok emeği
geçenler" şeklinde anlamak en isabetli bir te'vil olsa gerektir.[202]
5214... Aneze
(kabilesin) den (olan) bir adamdan (rivayet edildiğine göre) kendisi Hz. Ebu
Zer'e Şam'dan sürgün edildiği zaman:
Ben sana Rasûlullah
(s.a.)'in hadislerinden bir hadisi sormak istiyorum, demiş. Hz. Ebu Zer de:
(Hz. Peygamber'in)
sır(ların)dan değilse ben de sana haber veririm, cevabım vermiş. (Aneze
kabilesinden olan bu adam rivayetine şöyle devam etti:) Ben de:
O (Hz. Peygamberin
sırlarından) bir sır değildir. Kendisiyle karşılaştığınız zaman, Rasûlullah
(s.a.) sizinle müsafaha eder miydi? (Bunu sormak istiyorum), dedim.
Kendisiyle her
karşılaştığımda benimle mutlaka müsafaha ederdi. Birgün (beni huzuruna çağırmak
üzere) bana (bir adam) göndermiş. Ben de evimde yoktum. (Eve) gelince
Rasûlullah'ın bana (bir adam) gönderdiğini haber aldım. Bunun üzerine (doğru)
kendisine vardım. Makamında bulunuyordu. Beni (görünce) hemen kucakladı; bu
çok, pek çok daha güzeldi.[203]
Hz. Ebu Zerr'in
Şam'dan sürgün edilmesi hadisesi kısaca
şöyle olmuştur:
Hz. Osman'ın
halifeliği zamanında Hz. Ebu Zer, Şam'da ikamet ediyordu. O sırada Şam valisi
de, Hz. Muaviye idi. İşte o dönemde, Hz. Ebu Zer ile Hz. Muaviye arasında:
"... altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenleri ise can
yakıcı bir azabla müjdele"[204]
âyeti üzerinde bir ihtilâf çıktı. Hz. Muaviye bu âyet-i kerimenin ehl-i kitap
hakkında indiğini savunurken, Hz. Ebu Zer de hem onlar hakkında, hem de biz
müslümanlar hakkında indiğini savunuyordu. Derken Hz. Muaviye bir mektubla Hz.
Osman'a, Hz. Ebu Zer'den şikayette bulundu. Bunun üzerine Hz. Osman Hz. Ebu
Zerr'i Medine'ye celbetti. İşte metinde bahsi geçen Hz. Ebu Zerr'in Şam'dan
sürgün edilmesi hâdisesinin hulasası budur. Tafsilatı Sahih-i Buhari'dedir.
İbn Melek'in
açıklamasına göre metinde geçen "serîr" kelimesi mülk ve nimet
manasına gelmekle beraber, burada Peygamberlik mülk ve nimeti anlamlarında
kullanılmış olması da mümkündür. Ayrıca karyola anlamına geldiği de
söylenmektedir.
Biz bu manaların
hepsine şamil olması için, şerir kelimesini "makam" kelimesiyle
tercüme ettik.
Metinde geçen
"ecved: daha güzel" kelimesi, ism-i tafdil olması do-layısıyle
kendisinden sonra başında "min" harf-i cerri bulunan bir müfad-dalün
aleyh'e ihtiyacı vardır. Ancak üstün güzelliğin, sadece belirli bir şeye
nisbetle kayıtlı olmayıp her nisbete şamil olabilmesi için bu mufadda-lüna
aleyh hazf edilmiştir.
Buna göre
"ecved" kelimelerinin geçtiği cümle "bu herşeyden çok daha
güzeldi" anlamına gelir. Eğer bu kelimelerden sonra mutlak bir
mufad-dalünaleyh takdir etmek gerekirse, o zaman en uygunu "minel
müsafaha: müsahfadan" kelimesini takdir etmektir.
Bu taktirde cümlenin
manası şudur: "Bu müsafahadan çok daha güzeldir."
Bezlu'l-Mechud
yazarının da ifade ettiği gibi "bir fitne sözkonusu olmadıkça kucaklaşma
caizdir.-Nitekim Zeyd b. Harise ve Cafer b. Ebi Ta-Hb'le ilgili meşhur iki olay[205]
bunu açıkça ifade etmektedir. İmam Ebu Yusuf'un görüşü de budur.
İmam Ebu Hanife ile
İmam Muhammed'e göre ise, bir kimsenin diğer bir kimsenin elini veya ağzını
veya başka bir yerini öpmesi ya da onu kucaklaması mekruhtur. Delilleri is
Sünen-i Ebu Davud'da geçen (4049) numaralı hadis ile Hz. Enes hadisi[206]'dir.
Zahirde biribirine
aykırı gibi görünen bu hadislerin arasım şu şekilde te'lif etmek mümkündür.
Kucaklaşmanın kerahatine delâlet eden hadislerde, kasd edilen şehvetle olan
kucaklaşmalardır. Ama şehvetten uzak ve iyi duygularla yapılan kucaklaşmalar,
caizdir. Sıhhatli olan görüş budur."[207]
Denildi ki, bu
mevzudaki ihtilâf üzerinde sadece eteklik varken yapılan kucaklaşmalar
hakkındadır. Üzerinde eteklikle birlikte gömlek de olan kimselerin
kucaklaşmalarında, bir sakınca olmadığında icma vardır. Çünkü bakılması haram
olan birşeye dokunmak da haramdır. Hatta dokunulması daha da
şiddetlidir."[208]
Biz bu konuyu Hanefi
ulemasından et-Tahânevî'nin bir tahkik mahsulü, olduğuna inandığımız şu
sözleriyle noktalamak istiyoruz:
"Öpmek ve
kucaklaşmak bazan selamlaşmak ve tokalaşmak niyetiyle olur. Buna "tahiyye
öpmesi" veya "tahiyye kucaklaşması" denir ki bu caiz değildir.
Çünkü Hz. Peygamber: "Ey Allah'ın Resulü, içimizden biri karşılaştığı
kardeşine veya dostuna eğilebilir mi? Onu kucaklayıp öpebilir mi?"
sorusuna: "Hayır, fakat onun elini tutup onunla tokalaşabilir" cevabını
vermesiyle[209] yasaklanmıştır.
Binaenaleyh karşılaşmalarda meşru olan selamlaşmak ve tokalaşmaktır.
Kucaklaşmak ve öpüşmek değildir.
Bu mevzuda, İmam Ebu
Hanife ile İmam Muhammed de el-Camiussağır isimli eserinde böyle demiştir.[210]
Bu ifadeden de
anlaşılacağı üzere İmam Ebu Hanife'nin mekruh olduğunu söylediği öpme ve
kucaklaşmadan maksadı karşılaşıldığı zaman selamlama yerine yapılan, öpme ve
kucaklamadır. Çünkü bu sünnet olan selamlaşmayı engellemektedir.
Öpme ve kucaklama
bazan şehvetle olur ki, bunu hanefi imamlarından hiçbirisi caiz görmemiştir.
Çünkü bunu Hz. Peyamber yasaklamıştır.[211]
Öpme ve kucaklama
bazan da sırf karşılaşılan kişiyi görmenin sevinci ve ona duyulan özlem ve
sevginin verdiği heyecanla olur ki, şehvet şaibesinden tamamen uzaktır. Bu tür
Öpme ve kucaklamaların mubah olduğunda da hanefi imamları ittifak etmişlerdir.
Çünkü bu tür kucaklaşma ve öpmeler, Hz. Peygamberde ve sahabilerinde görülmüş,
yasaklığına delalet eden şer'i bir delile rastlanmamıştır. Bu mevzu, bundan
ibarettir.
Hanefi imamlarından
Tahavî bu mevzuda hanefi imamlarının arasında görüş ayrılığı bulunduğunu; İmam
Ebu Yusuf'la İmam Muhammed'in bunu caiz görmediğini, söylemekle hata etmiştir.
Çünkü aslında İmam Ebu Yusuf'un caiz gördüğü kucaklama ve öpme kaynağı sevgi ve
özlem heyecanı olan kucaklama ve öpmedir. Selamlaşma ve tokalaşma niyyetiy-le
yapılan kucaklama ve öpmek değildir. Maalesef, bu mevzuda hidaye yazarı da
Tahavî'ye tabi olarak aynı hataya düşmüştür. Hidaye yazarı bu konuda şehvetle
olan kucaklaşmayı ve öpüşmeyi yasaklayan hadisleri[212] de
Ebu Yusuf'un aleyhine değil göstermiştir ki o ayrı bir konudur. Burada
sözkonusu olan selamlaşma yerine yapılan kucaklaşma ve öpüşmedir. İmam Ebu
Yusuf ise, buna cevaz vermiş değildir. Eğer cevaz vermiş olsa, aleyhine delil
olarak, bu hadis değil yukarıda geçen Tirmizî hadisi getirilir.
Bundan daha acaib
olanı da şudur ki İmam Tahavî bu konuyu işlerken bazı fıkıh alimlerinin, bu
konudaki ihtilâfın üzerinde elbise olarak sadece eteklik bulunan kimselerin
yaptığı kucaklaşma ve öpüşme ile ilgili olduğuna dair görüşlerine yer
vermiştir. Oysa kucaklaşma ve Öpüşme, şehvetle yapılmışsa üzerinde eteklikten
fazla olarak bir de gömlek veya cübbe-nin bulunması, onu gayr-i meşruluktan çıkaramaz.
Bazıları da hanefi imamlarına nisbet ederek âlim ve sultanın elinin öpülmesinin
caiz olup başkalarının elinin öpülmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir ki bu
da garib bir iddiadır. Çünkü Hanefi imamları arasında böyle bir ayırım sözkonusu
değildir. Onlara göre âlim ve sultanın elini öpmek caiz olduğu gibi,
başkalarının elini öpmek de caizdir. Bu mevzudaki hüküm geneldir.
Bazan da kucaklaşma ve
öpme sultanın önünde yer öpme, eşik Öpme, sarihlerin kabirlerini, ellerini ve
ayaklarını öpme şeklinde teberrük ve tazim yoluyla olur ki, bu asla caiz
değildir. Çünkü teberrük ve tazim yoluyla, sadece Kabe ve Hacer-i - Esved için
olabilir. Çünkü Selef-i salihinden Kabe ve Hacer-i Esved dışında böyle bir öpme
sabit olmamıştır. Onlardan sabit olan öpme, muhabbet ve özlemden kaynaklanan
öpmedir. Tazim ve teberrük öpmesi değildir.
Öpme ve kucaklama ile
ilgili hadislerin hepsinde de cevaz verilen kucaklama ve öpmeden maksat,
muhabbet Özlem ve acıma ve takdir duygularından kaynaklanan öpmelerdir, diğer
öpmeler değildir."[213]
5215... Hz.
Ebu Said el-Hudrî'den (rivayet edildiğine göre) Kurey-za'hlar Hz. Sa'd'ın
hakemliğine (razı olarak kalelerinden inince) Rasûlul-lah (s.a.), (gelip
hakemlik yapması için) Hz. Sa'd'a (bir haberci) gönderdi. Bunun üzerine Hz.
Sa'd, bir eşek üzerinde oraya geldi. Peygamber (s.a.), (Hz. Sa'd'ın geldiğini
görünce):
"Haydi kalkınız
efendinize!" yahutta; "en hayırlınıza!" buyurdu. (Hz. Sa'd da)
hayvanından indi ve Rasûlullah (s.a)'ın yanına gelip oturdu.[214]
5216... Şu
(bir önceki hadis,) Şu'be'den de (rivayet edilmiştir). Bu hadisi Şu'be şöyle
rivayet etti: (Hz. Peygamber) mescidin yakınında idi. Ensara (hitaben):
"Haydi kalkınız
efendinize" buyurdu.[215]
HZ. Sad b" Muaz EVS
kabilesmdeııdir- Evs kabilesi, Yahudî Beni
Kureyza kabilesinin müttefki idi. Meşhur rivayete göre Evs'liler, Peygamber
(s.a)'den Benî Kureyza *nın affını istemişler, O da:
Beni Kureyza hakkında
sizden bir adamın hakemliğine ne dersiniz? diye sormuştu. Yahudiler, Hz.
Muâz'ın hakemliğini kabul ettiklerini söylemişler, bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) Hz. Sa'd'a haber göndermiş, Hz. Peygamber'in yanına ensardan bazı
akrabası ile birlikte gelmiş ve Yahudiler tarafından karşılanarak kendisine,
yakınlarına iyilik et, denilmişti. O da kendilerine:
Gerçekten Sa'd için
Allah uğrunda hiçbir kimsenin levmine (kınamasına) aldırış etmeyeceği zaman
gelmiştir" cevabını vermiş ve:
Kureyza oğullarının
harbe yarayanlarının Öldürülmesine ve kızlarının da esir edilmesine hükmetmişti.[216]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, bir mecliste oturan kimselerin, oraya gelen bir kimse için
ayağa kalkmaları söz konusu ediliyor.
Bezi yazarının
açıklamasına göre, İmam Buhârî ile Müslim mevzumuzu teşkil eden bu hadisi,
delil getirerek, meclise yeni gelen bir kimse için ayağa kalkmanın mutlak
surette caiz olduğunu söylemişlerdir. Müslim "Ben ayağa kalkma konusunda
bu hadisten daha sağlam bir hadis bilmiyorum" demiştir. Ancak İbn
el-Hacc'ın da aralarında bulunduğu bazı ilim adamları, aslında mevzumuzu teşkil
eden bu hadisin, İmam Buhârî ve Müslim'in zannettikleri gibi hiç de ayağa
kalkmanın cevazına delalet etmediğini söylemişlerdir. Bunlara göre Hz.
Peygamber "Haydi efendinize kalkınız" buyurmakla "Haydi
kalkınız, gidiniz de hasta olduğu için hayvanından inebilecek durumda olmayan
efendiniz -veya en hayırlınız olan- Sa'd'e hayvanından inmesi için yardım
ediniz" demek istemiştir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in rivayetinin sonunda
yer alan "Onu (hayvanından) indiriniz"[217]
ifadesi de bunu açıkça ifade etmektedir. Eğer gerçekten Hz. Peygamber onların,
zannettikleri gibi, Hz. Sa'd için ayağa kal-kılmasını emretmek isteseydi,
etrafındaki insanlara "Kümü ilâ seyyidi-küm (haydi) kalkınız
efendinize" demez de "kumu liseyyidiküm: Efendiniz için (ayağa) kalkınız"deıdi.
Sonra eğer gerçekten bir insan için ayağa kalkmak caiz olsaydı, Rasûlü Ekrem
efendimiz, bunu sadece Hz. Sa'd'a tahsis etmez, herkese şâmil kılardı.
Suyûtî'nin açıklamasına göre ise metinde geçen: "Kumu ilâ
seyyidiküm:" ifâdesi "gidiniz, onu ikram olsun diye
karşılayınız" anlamında kullanılmıştır. "Onun için ayağa
kalkınız" anlamında kullanılmamıştır.
Bu mevzuda birçok
görüşler ileri sürülmüştür. Bu hususta tutulacak en doğru yol, eğer bir yanlış
anlaşılmaya yol açamayacaksa, ayağa kalkmayı terk etmektir.
Bezi yazarının
açıklamasına göre "el-Lemeât" isimli eserde bu mevzuda şöyle
denmektedir:
"Bazı ilim
adamları bir meclise yeni gelen bir kimse için ayağa kalkmanın sünnet olduğunu
iddia ettiler ve mevzumuzu teşkil eden bu hadisi de bu görüşleri için delil
getirdiler. Bazıları da "bir adam: Ey Allah'ın Resulü içimizden biri
(din) kardeşi veya bir dostu ile karşılaşıyor, ona eğilebilir mi?" diye
sordu da Rasulü Ekrem: Hayır, buyurdu.[218]
mealindeki ha-dis-i şerife sarılarak bunun mekruh olduğunu söylediler. Sahih
olan şudur ki; ilim ve fazilet ehline ayağa kalkarak saygı göstermek kesinlikle
caizdir. Metalibu'l-Mü'minîn isimli eserde de "oturanların saygı için
yanlarına gelen bir kimseye ayağa kalkmaları liaynihi mekruh değildir. Mekruh
olan kendisine ayağa kalkılmaktan hoşlanan kişiler için kalkmaktır. Resulü
Zişan efendimizin sahabilerinden bazılarının ayağa kalkmalarını hoş
karşılamamış olması her gelene ayağa kalktıkları zaman kendileri için büyük
bir meşakkatin doğması söz konusu olduğu yer ve zamanlarla ilgilidir. Ayağa
kalkmakla ilgili değildir."
İmam Nevevî'de
"Hz. Peygamber zamanında ayağa kalkmanın günümüzdeki gibi yaygın olmaması
onun bidat olduğuna delalet etmez. Çünkü o dönemde müslümanlar, mutlak surette
ayağa kalkmakla emrolunma-dıkları gibi ayağa kalkmamakla da emrolunmuş
değillerdi. Bu bakımdan ayağa kalkmama yönü daha ağır basmakla beraber,
meselenin bid'at olduğunu söylemek asla mümkün değildir.
Bezi yazarının
hocalarından merhum Muhammed Yahya'nın hadis notlanndaki açıklamasına göre,
aslında insanlara ayağa kalkmak caiz olmakla beraber, ayağa kalkan veya
kendisi için ayağa kalkılan açısından arızî bir fesadın bulunması halinde, bu
cevaz kerahete dönüşür. Kalkan açısından fesat riyakâr durumuna düşmesidir.
Bazı kişilerin bazan hiç de hoşlanmadıkları bir kimse için cemaat içerisinde
ayağa kalkmak durumunda kalmaları gibi.
Kalkılan açısından
fesat ise, kendisine gösterilen saygıdan dolayı büyüklük duygusuna kapılması
gibi. Fakat kişi gelen bir kimseye ayağa kalkmadığı takdirde, uğrayacağı zarar,
ayağa kalktığı takdirde, uğrayacağı zarardan daha büyük olmak, düşmanlık ve
kin kazanmak ve saldırıya uğramak gibi zararlara uğraması sozkonusu ise o zaman
ayağa kalkar.
Fakat Musannif Ebu
Davud'un rivayet ettiği bu hadiste sözü geçen kıyam, cevazı ihtilaflı olan
tazim kıyamı değildir. Yardım kıyamıdır. Yani Hz. Ebu Said el Hudrî'ye ayağa
kalkanlar onu tazim için değil, hayvanından inmesinde yardım etmek için
kalkmışlardır.[219]
Bu mevzuda Hanefi
ulemasında Eşref Ah et-Tehânevî de şöyle diyor:
"Kıyamın çeşitli
şekilleri vardır:
1. "Kıyam"
kelimesi "li" harf-i cerri ile kullanıldığı zaman ayağa kalkmak
anlamına gelir.
2. "İla"
harf-i cerri ile kullanıldığı zaman yürüyüp gitti, anlamına gelir.
3. "Beyne"
kelimesiyle kullanıldığı zaman "önünde görünmek" anlamına gelir.
4. "Alâ"
harf-i cerri ile kullanıldığı zaman oturmakta olan bir kimsenin arkasında
dikilmek manasına gelir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte kıyam
kelimesi "ilâ" ile kullanıldığı için "yürüyüp gitti" anlamında
kullanılmıştır. Bu çeşit kalkış ise ne tazim ne de ikram içindir. Ancak Hz.
Sa'd'ın rahatsızlığıyla ilgili özel bir kalkıştır.[220]
Bu mevzuda en titiz
davranış şudur: "Kişi duruma bir bakmalı, eğer kalktığında kerahet
gerektiren bir durum ortaya çıkacağına kanaat getirecek olursa kalkmamalı.
Fakat bununla beraber kalkmadığı takdirde kendisine karşı taraftan bir zarar
gelmesi söz konusu ise o zaman kalkar.[221]
Bu mevzuya İbn
Abidin'in şu sözleriyle son veriyoruz: "Hatta gelene tazim olsun diye
ayağa kalkmak müstehabtir. Mescidde oturan bir kişinin yanına gelene tâzimen
ayağa kalkması, Kur'an okuyanın, gelene tazim için ayağa kalkması, eğer gelen
kişi tazime müstehak ise mekruh değildir."
Müşkilu'1-Âsâr adlı
eserde, şu hüküm yer almaktadır: "Başkasının önünde, ayağa kalkmak, bizzat
mekruh değildir. Mekruh ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi kendisi için
kalkılmayı severse, bahis konusu olur. Eğer kendisi için kalkılmasına kıymet
vermeyen bir kimse için kalkarsa kerahet olur."
İbn Vehhab dedi ki:
"Diyorum ki: Bizim asrımızda ayağa kalkmanın müstehab olması, uygundur.
Çünkü ayağa kalkılmazsa kin ve nefret, düşmanlık oluşur, gelenin kalbinde hele
ayağa kalkmanın adet haline gelmiş olduğu bir memlekette ayağa kalkmamak
felâkettir.
"Bu hususta varid
olan tehdidler ancak önünde ayağa kalkmayı vacib kılan kişi hakkındadır.
Nitekim bazı Türk ve Acemler böyle yaparlar."
Derim ki: el-İnaye ve
başka kitablarda eş-Şeyhü'1-Hakim Ebu'î-Kasım'dan rivayet edilen de bunu te'kid
etmektedir. Bu zatın huzuruna bir zengin geldiği zaman, ayağa kalkar ona tazim
eder. Fakat fakirlere, ilim talebelerine kalkmazdı. İtiraz kabilinden bunun
sebebi soruldu. Dedi ki:
Zengin bir kimse
benden tazim beklemektedir. Eğer ben bu tazimi bırakırsam, o zaman o zarar
görecektir. Fakat talebelere gelince onlar benden sadece selamlarına cevap
vermemi ve ilim hususunda kendileriyle sohbet etmemi beklerler.[222]
"Seyyid"
kelimesiyle ilgili açıklamayı (4806) nolu hadisin şerhinde açıkladığımızdan
burada tekrar lüzum görmüyoruz. Bu mevzuyu 5229 ve 5230 nolu hadislerin
şerhinde tekrar ele alacağız. İnşallah.[223]
5217... Mü'mirilerin
annesi Aişe(r.anhâ)'dan (rivayet edilmiştir): Dedi ki: "Rasûlullah
(s.a.)'e şekil, davranış ve hal bakımından Hz. Fatima (k.v)'den daha çok
benzeyen birini görmedim."
(Ebu Davud'un diğer
şeyhi) ef-Hasen (b. Ali, bu cümleyi): - Söz ve konuşma bakımından , (daha çok
benzeyen birini görmedim, diye) rivayet etti. "Yol ve davranış
bakımından" kelimelerini rivayet etmedi. (Bu hacli-si musannif Ebu Davud'a
rivayet eden el-Hasen b. Ali ve İbn Beşşâr isimli şeyhleri hadisin kalan
kısmını şu şekilde rivayet ettiler):
"Hz. Fatima, Hz.
Peygamber'in yanma girdiği zaman (Hz. Peygamber) onun için ayağa kalkar,
elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu."
(Hz. Peygamber de) Hz.
Fatima'nın yanına girdiği zaman Hz. Fatima hemen Onun ayağa kalkar, elinden
tutar, O'nu öper, kendi yerine oturdu."[224]
Fethu'I-Vedud isimli
eserde açıklandığına göre metinde geçen, semt, deli ve hedy kelimeleri; manaları
biribirine yakın olan kelimelerdir. Şekli güzel hal ve davranış manalarına
gelirler. Râğıb'ın açıklamasına göre, deli kelimesi, şekil ve güzellik manasına
gelir. Turpiştî'ye göre "sem." huşu ve tevazu anlamına geldiği gibi;
hedy, iç huzuru ve ağırbaşlılık manasına, deli kelimesi de güzel huy ve hikmetli
konuşma anlamına gelir.[225]
Metinde söz konusu
edilen ayağa kalkmalar, ikram için olan ayağa kalkmalardır.[226]
Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif ikram için ayağa kalkmanın
caiz olduğuna delalet etmektedir.
Nitekim, Hind
ulemasından Eşref Ali et-Tehanevî de "ikram için olan ayağa kalkmada bir
kerahet söz konusu değildir. Kerahet acemlerin krallarına yaptıkları gibi olan
kalkışlardadır" demektedir.[227]
Aliyyü'l-Kari'nin
açıklamasına göre, buradaki Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatimayı öpmesinden maksat
alnından ve başından öpmesidir. Hz. Fatime'nin Hz. Peygamber'i öpmesinden
maksat mübarek ellerinden öpmesidir.
Hz. İbn Abbas'dan
rivayet edilen merfû bir hadis-i şerifte açıklandığına göre "Kim annesini
iki gözünün arasından öperse, bu öpüş kıyamet gününde onun için cehennem
ateşine karşı bir perde olacaktır." İşte Hz. Peygamber, Hz. Fatima'yı
annesi yerine koyarak.böyle iki gözlerinin arasından Öpmüştür.[228]
El öpmekle ilgili dört
mezhebin görüşü:
1. Hanefilere
göre "teberrük yoluyla vera' sahibi âlimin ve âdil sultanın elini öpmekte
beis yoktur, belki sünnettir."[229]
2. Malikî'ler
"Mütekebbirin elini öpmek mekruh, din, ilim ve şerefinden dolayı olursa
caizdir."[230]
3. Şafiîler
"zühd, salah ve dininden, ilim ve şerefinden dolayı el öpmek müstehap;
zenginlik, mevki ve mansıbından dolayı öpmekse mekruhtur.[231]
4. Hanbeliler
"Şayet dindarlığından dolayı ise beis yoktur, çünkü Ebu Ubeyde, Ömer b.
el-Hattab'ın elini öpmüştür. Dünyalık için ise makbul değildir.[232]
Ancak bu elin sahibi
âlim ve âdil değilse, İslamın tazimini kasd etmek bahis konusu değilse icmaen
mekruhtur.[233]
Hind ulemasından ve
Hanefî fakihlerinden Eşref Ali et-Tehânevî'nin tahkikine göre "Muhabbet,
özlem, takdir ve rahmet duygularından kaynaklanan öpmeler caizdir. Tazim ve
selâmlama niyetiyle ve teberrük kas-diyle yapılan öpmeler caiz değildir."[234]
Meşhur İbn Abidin
Haşiyesinde bu konuda şöyle deniyor:
"... Bazı
câhillerin başkasıyla biraraya geldiklerinde, sanki onun eliy-miş gibi kendi
elini öpmesi de mekruhtur. Karşılaşma anında arkadaşının elinin öpülmesinin
mekruh olduğunda ise icrnâ vardır. Bazı kimselerin âlimlerin huzurunda, veya
büyük insanların huzurunda, yer öpmeleri de böylece mekruhtur ve haramdır. Bunu
yapan, yeri öpen ve rıza gösteren de günahkâr olur. Bu putlara tapmaya benzer.
Bunu yapan ile razı olanlar ibadet ve tazim yoluyla olduğu takdirde kâfir
olurlar. Eğer tahiyye yoluyla yeni selamlaşma yoluyla olursa, kâfir olmaz.
Fakat günahkâr ve büyük günâh işlemiş olur..
Öpmek beş vecih
üzeredir:
1. Sevgi
öpmesi: Çocukların yanaklarından öpülmesi gibi,
2. Merhamet
öpmesi: Anne ve babanın başlarını öpmek.
3. Şefkat
öpmesi: Kardeşlerin alnından öpülmesi.
4. Hanım ve
câriye için şehvet öpmesi ki ağız üzerinde olur.
5.İkram
öpmesi ki mü'minler için el üzerinde olur.[235]
Görülüyor ki, Hz.
Peygamberin Hz. Fatima'yı öpmesi, sevgi Öpmesi-dir. Hz. Fatima'nın Hz.
Peygamber'in elini öpmesi de ikram öpmesidir. Yukarıdaki açıklamalarımızdan
anlaşılacağı üzere bu tür öpmelerin ikisi de caizdir. Çünkü mevzumuzu teşkil
eden Hadis-i şerif buna delâlet etmektedir.[236]
5218... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) el~Akra S. Habis Peygamber (s.a.)'ı
(torunu) Hüseyin'i öperken görmüş de:
Benim on tane çocuğum
var, bunu onlardan hiç birine yapr.iikurri, demiş, Rasûlullah (s.a.)'da:
Merhamet etmeyene, merhamet
olunmaz, buyurmuştur.[237]
Ulemanın beyânına göre
çocuklara ve zayıflara merhamet meselesi, umumî olup, bulun insan ve hayvanlara
şamildir. Yani, mü'min olsun, kâfir olsun bütün insanlara; kendinin olsun
olmasın bütün hayvanlara acımayan, hayvanı doyurup sulamayan, yükünü
hafifletmeyen ve insafsızca döven kimse, âhirette Allah'ın rahmetine nail
olmayacaktır.
Bu rivayetteki rahmet
cümleleri her iki fiilin ref'i ve ceni ile rivayet olunmuştur. Merfû okunduğuna
göre cümle başındaki "n;en-i mevsûle" meczum okunduğuna göre ise
"şartıyye" olur.[238]
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre:
"Kişinin kendi
çocuğunu yanağından öpmesi vâcibdir. Yüzünün dışında mesela parmaklarını
şefkat, rahmet, babalık sevgisiyle Öpmesi ise sünnettir. Bu hususta çocuğun
erkek veya kız olması arasında bir fark yoktur.
Aynı şekilde kişinin
bir arkadaşının çocuğunu da böyle temiz duygularla öpmesi de sünnettir. Fakat,
şehvetle Öpmek ise haramdır. İsterse baba olsun bu konuda ulema ittifak
etmişlerdir."
Her ne kadar İmam
Nevevî, kişinin kendi çocuğunu alnından öpmesi-nin vâcib olduğunu söylemişse de
bu görüşün kabul görebilmesi için bu konuda gelen sahih bir hadise ya da sahih
bir kıyasa dayanmış olması gerekir.[239]
5219... Âişe
(r.anha)'den demiştir ki: Peygamber (s.a.):
"Müjde ya Aişe,
gerçekten Allah senin suçsuzluğuna dair âyet indirdi" buyurdu.
(Yine Hz. Âişe'nin
rivayetine göre Hz. Peygamber, bu müjdeyi verdikten sonra) kendisine
(suçsuzluğunu bildiren) Kur'ân (âyetlerini) okumuştur.
(Hz. Aişe sözlerine
şöyle devam etti):
Bunun üzerine annemle
babam bana: "Kalk Rasûİullah'ın başından öp!" dediler Ben de:
Aziz ve celîl olan
Allah'a hamdediyorum. Size değil" dedim.[240]
Hz. Âişe'nin manız
kaldığı iftira olayından kendisinin masumluğuyla ilgili olarak inen âyet-i kerimeler,
"Muhammed'in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur..."[241]
âyet-i kerimesi ile onu takib eden dokuz âyettir.
Bilindiği gibi, Hz.
Âişe'nin babası, Hz. Ebû Bekir (r.a.), anası ise Ümmü Rûmân'dır.
Bu hadis-i şerifte bir
kadının eşini öpmesi, söz konusu ediliyor. Bir kimsenin çocuğunu Öpmesinden söz
edilmiyor. Bu bakımdan bu hadisle bab başlığı arasında bir ilgi kurmak mümkün
gibi görünmüyorsa da, Hz. Aişe'ye verilen emir, Peygamber Efendimizin başını
öpmesi olduğunu düşünürsek; tavsiye edilen bu öpmenin, bir şefkat ve bir hürmet
öpmesi olduğu anlaşılır. Bu yönüyle de babanın çocuğunu öpmesisne benzetilebilir.
Merhum musannifin bu inceliği göz önünde tutarak bu hadisi burada zikrettiğini
söyleyebiliriz.[242]
5220... Şa'bî'den
(rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Cafer b. Ebi Talib'i karşıladı da
onu kucaklayıp iki gözünün arasından öpmüştür.[243]
Bu hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin Habeşistan'a hicret eden bazı müslümanlarla birlikte Mekke'ye dönen
Hz. Cafer'i karşılayınca onu kucaklayıp iki gözünün arasından öptüğünü ifâde
etmektedir. Hanefi imamlarına göre, Hz. Peygamber'in hayatında görülen
kucaklama ve öpmeler sevgi, özlem, takdir ve merhamet duygularından kaynaklanan
öpmelerdir.[244] Onun hayatında
selamlaşma niyetiyle yapılan bir öpüşmenin yeri olmadığı gibi, bir kimsenin
eşinin ya da cariyesinin dışında bir kimseyi şehvetle öpmesine de asla yer
yoktur. Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre, bu hadis-i şerif, mürseldir.[245]
5221... İyas
b. Dağfel'den demiştir ki: "Ben Ebû Nadra'nın Hasan b. Ali (r.a)'nin
yanağını Öptüğünü gördüm."[246]
Ebû Nadra tâbiundan
Basrah Münzir b. Malik en-Avfî'dir. Ebu Davud'un bazı nüshalarında, Ebu
Nadra'nın yanağından Öptüğü kimsenin, Hasen b. Ali olduğu, ifade edilmekle
beraber, nüshaların çoğunda, sadece Hasen ismi geçmekte ve künyesinden
bahsedilmemektedir. Gerçi zaman itibariyle sözkonusu zâtın Hasan b. Ali olması
mümkün olmakla beraber, Hafız Münzirî gibi bir hadis otorite1i bu kimsenin
Hasen Ebiî Hasen el-Basrî olduğunu ortaya koymuştur.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, bir kimsenin bir çocuğu sevgi ile yanağından öpmesinin meşru
olduğuna delalet etmektedir. Nitekim 5218 numaralı hadisin şerhinde de
açıklamıştık.[247]
5222... Hz.
Berâ'den demiştir ki: Medine'ye geldiği ilk günlerde Hz. Ebu Bekir'le birlikte
(evine) girmiştim. Bir de ne göreyim, kızı Hz. Aişe sıtmaya yakalanmış yatıyor.
Hz. Ebû Bekir, hemen yanına varıp:
Nasılsın kızcağızım?
deyip onu yanağından öptü.[248]
Bir önceki hadis-i
şerif gibi bu hadis-i şerif de insanın sünnete riayet kastıyla ya da sevgi ve
merhamet hisleriyle çocuğunun yanağından öpmesinin caiz olduğunu ifade
etmektedir.[249]
5223.. Hz.
Abdullah b. Ömer (başından geçen) bir olayı Abdurrahman b. Ebî Leylâ'ya
anlatmış (sonra) şöyle demiş:
"Bunun üzerine
Peygamber (s.a.)'e yaklaşıp elini öptük."[250]
Hz. Abdullah b.
Ömer'in Abdurrahman b. Ebî Leyla>ya anlattıgı olayf (2647) numaralı hadis-i
şerifte anlatılan, Hz. Peygamber'irpgönderdiği bir akıncı birliğinin bozguna uğraması
neticesinde, Hz. İbn Ömer'le arkadaşlarının akıncı birliğiyle irtibat
kuramamaları neticesinde, Medine'ye dönüp gelip de Hz. Peygamberin huzuruna
çıkarak elini öpmeleriyle ilgili olaydır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif de yine el öpmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.
el-Ehberî'nin
açıklamasına göre, İmam Malik, kibir ve gurura sebeb olan el öpmekle, kibirden
dolayı el öptürmenin caiz olmadığını, dindarlığından ve faziletinden dolayı,
bir kimsenin elini öpmeninse caiz olduğunu söylemiştir.
İmam Nevevî de bir
kimsenin zühd ve takvası ya da diğer faziletleri sebebiyle elini öpmenin
mekruh olmadığını, hatta sünnet olduğunu söylemiştir.
Biz diğer fıkıh
ulemasının bu konudaki görüşlerini (5217) ve (5214) numaralı hadislerin
şerhlerinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[251]
5224... Hz.
Useyd b. Hudayr, ensardan bir adam(dı. Başından geçen bir olayı) şöyle anlattı:
"Kendisi bir toplulukta konuşuyordu. Şakacı bir adamdı. Bir ara topluluğu
güldürdü. Derken Peygamber (s.a.) (şaka olarak) bir çöpü onun böğrüne
(hafifçe) dürttü. Bunun üzerine (Üseyd Peygamber efendimize):
Ey Allah'ın Resulü (bu
çöpü bana dürttüğünden dolayı) sana kısas yapmama imkân ver! dedi.(Hz.
Peygamber de):
(Haydi öyleyse) kısas
yap, buyurdu. (Üseyd):
Fakat senin üzerinde
gömlek var. (Çöpü bana dürttüğün zaman) benim üzerimde gömlek yoktu, dedi.
Hz. Peygamber de (onun
bu isteğine uyarak kısas yapmasına imkân vermek için) gömleğini (yukarı doğru)
kaldırdı. Bunun üzerine: Hemen Hz. Peygamber'i bağrına basıp onun böğrünü
öpmeye başladı ve:
Ey Allah'ın Resulü,
(işte) benim istediğim bundan ibaretti, dedi.[252]
Kısas: Öldüreni,
öldürülen karşılığında öldürmek, veya yaralanan ya da kesilen bir organ
karşılığında bu suçu işleyenleri aynısıyla cezalandırmaktır. Bu hadis: Tekme
tokattan dolayı kısas lâzım gelmez, diyenlerin aleyhine delildir.[253]
1. Bir
kimsenin böğürünü öpmek caizdir.Nitekim Hanefî ulemasından Aynı Böylece
kişinin, elinin, ayağının, başının, böğrünün öpülmesinin mubah olduğu
bilindi" demiştir.[254]
2. Kamçı
darbesi, tekme ve tokat gibi hakkında belli bir ceza tayin edilmiş olmayan
tecavüzler için kısas cezası uygulanır.
Hz. Ebu Bekir ile Hz.
Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.anhüm) bu görüştedirler. Delilleri de bu hadis-i
şeriftir.
Ayrıca Şüreyh, Şa'bî
ve İbn Şübrüme'de bu görüştedirler. Ashab-ı re'y (rey taraftarları) ile imam-ı
Malik ve Şafiî (r.a.) ise sözü geçen fillerden dolayı kısas lâzım
gelmeyeceğini söylemişlerdir. Bu fiillerden dolayı kısas yapılmasını bir takım
şartlara bağlamışlardır. Hanefi ulemasının bu konudaki görüşü şöyledir:
"Bir kimsenin
yüzüne haksız yere vurulan silleden dolayı kısas icab etmez. Amde mükarin
olunca (bile bile yapımiş olunca) te'dibi icab eder. Meğer ki bu silleden bir
yara husule gelsin."[255]
5225... Ümmü
Ebân bint el-Vazi b. Zari; (Hz.Peygamber'in huzuruna gelen) Abdulkays hey'eti
arasında bulunan dedesi Zari'den demiştir:
Medine'ye vardığımız
zaman hayvanlarımızdan acele inip Peygamber (s.a.)'in elini ve ayağını öpmeye
başladık. el-Münzirü'1-Eşecc bir süre tekledikten sonra (içinde elbiseler
bulunan) bavuluna vardı ve (içlerinden, eteklik ve gömlekten oluşan) yeni bir
takım elbiseyi giydi. Sonra Peygamber (s.a.)'e vardı. (Hz. Peygamber) ona:
Sende Allah'ın sevdiği
iki haslet var, hilim ve vakar, buyurdu, el-Münzir de:
Ey Allah'ın Resulü!
Ben bunları kendi çabamla mı elde ettim, yoksa Allah beni bu iki huy üzerine
mi yarattı? dedi. (Hz, Peygamber):
Elbette seni Allah bu
iki huy üzerine yarattı, buyurdu. Bunun üzerine o:
Beni Allah ve
Rasûlünün sevdiği iki haslete sahip olarak yaratan Allah'a hamd olsun, diye
şükretti.[256]
Hilm; Akıl, vakar,
sabır manalarına gelir.
Enâet: Aceleye
kapılmadan zamanında ve yerinde hareket etmektir.
Ebü'l Hasen eş-Şâzelî
hazretlerinin rivayetine göre, bir gün Rasûlü Ekrem efendimiz; rü'yasında
görmüş de kendisine:
"Elbiselerini
pisliklerden koru. Eğer böyle yaparsan her an Allah'ın yardımına nail
olursun" buyurmuş. Bunun üzerine İmam Şazeli hazretleri:
"Ey Allah'ın
Rasulü, benim elbiselerimden maksat nedir? diye sorunca; Hz. Fahr-i Kâinat
şöyle buyurmuş:
Hak teâla hazretleri
senin özerine beş kat elbise giydirmiştir:
1. Muhabbet
elbisesi,
2. Marifet
elbisesi,
3. Tevhid
elbisesi,
4. İman
elbisesi,
5. İslâm
elbisesi,
1. Her kim
muhabbet elbisesini giyerse (yani Allah'ı severse) Allah ona her işi kolay
getirir.
2. Her kim
de marifet elbisesini giyer de Allah'ı hakkıyla tanırsa onun nazarında Allah'ın
rızası dışında herşey küçülür, değersiz kalır.
3. Her kim
de Allah'ın yegâne Halik olduğunun şuuruna vararak tevhid makamına ererse ona
şirkin kokusu bile erişemez.
4. Kim de
iman elbisesi giymeye muvaffak olursa o herşeyden emin olur.
5. İslâm
elbisesini giyen kimse ise Allah'a isyan etmez. Hasbelbeşer isyan etse bile
özür dileyip tevbe eder. Tevbe edenin tevbesini de Allah kabul eder.[257]
"Eşecc"
kelimesi "başı yarık" anlamına gelir. Hz. Münzir'in yüzünde kılıç
veya bıçak yarasından kalma bir iz bulunduğu için Resulü Zişan efendimiz
kendisine bu ismi vermiş, ondan sonra bu isimle meşhur olmuştur.
Hz. Münzir'in sahih ve
meşhur olan ismi el-Münzir b. Aziz olmakla beraber[258]
yine de ihtilaflıdır. Nitekim Avnü'l Mabûd yazarı O'nun isminin
"el-Münzir b. el-Hâris el-Abdî" olduğunu söylerken Bezi yazan
el-Münzir b. Amr olduğunu söylemiştir.
Eşşeyh Abdülhak
ed-Dehlevî'nin "el-Lemeât" isimli eserinde, Abdul-kays heyetinin Hz.
Peygamberin huzuruna gelmeleri şöyle anlatılıyor:
"Abdülkays
heyeti, Hz. Peygamber'in yanma gelince hemen hayvanlarından inip yerlere
kapandılar. Hz. Peygamber bu hareketlerine engel olmadı. Bilakis onların bu
hareketini takrir etti. Onların başkanı olan Eşecc ise onlara katılmadan doğru
kendisine ayrılan eve indi. Orada guslettikten sonra beyaz elbiselerini giydi,
sonra mescide girip iki rekat namaz kıldı ve ardından dua edip huşu içerisinde
vakar ve teenni ile Hz. Peygamberin huzuruna vardı. Hz. Peygamber onu bu edeb
içerisinde görünce:
Sende (Allah ve
Rasûlunun sevdiği) iki huy vardır, buyurdu.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, Hz. Münzir b. Aziz başkanlığında gelen Abdülkays heyetinin
Hz. Peygamberin ellerini ve ayaklarını öptükleri ifade edilmektedir. Biz el
öpmenin hükmünü (5217) numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız için
burada sadece ayak öpmenin hükmünü açıklamakla yetineceğiz.
El ve ayak öpme,
selamlama yahutta tazim kasdiyle yapıldığı zaman caiz değildir, haramdır. Fakat
sevgi, özlem, istihsan (tebrik) duygularından kaynaklanan el ve ayak öpmeler,
caizdir. Nitekim mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte geçen, Abdülkays
heyetinin Hz. Peygamber'in el ve ayaklarını öpmeleri olayı, sevgi ve özlem
duygularından kaynaklandığı gibi Resûl-ü Zişan efendimizin kendisine soru
soran yahudilerin sorularını cevaplandırması neticesinde onların ellerini ve
ayaklarını öpmelerine izin vermesi148 olayı da yahudilerin Hz. Peygamber'in el
ve ayaklarını öpmelerinin yine istihsan (tebrik etme) duygusundan kaynaklanmıştır.[259]
Eğer Eşşeyh Abdulhak
ed-Dehlevî'nin el-Lemeât isimli eserindeki Hz. Peygamber'in Abdulkays
hey'etinin huzurunda secdeye kapanmasına izin verdiğini ifade eden hadisin
sıhhatini kabul etsek bile, böyle selamlaşmak ve ikram kabilinden olan
secdeler "Eğer bir kimseye başka bir kimse için secde etmeyi emretseydim
kesinlikle kadına kocasına secde etmesini emrederdim"[260]
hadisiyle neshedilmiştir. Böyle bir secde daha önceki şeriatlerde caizdir.[261]
Bu mevzuda Bedrüddin
Aynî de şöyle demektedir. "Bu zamanda sultanlara yapılan tazim ve iclâl
secdesi küfürden başka bir şey değildir. Nitekim el-Mahbubî de el-Camiüssagîr
Şerhi'nde yüce Allah'dan başkasına yapılan her secde zor karşısında kalmış
olmamak kaydıyla küfürdür. Binaenaleyh bazı câhil sofilerin şeyhlerin önünde
yaptıkları şeyler bid'atlerin en çirkinidir.
Efdal olan zor
karşısında kaldığı zaman tahiyye (selâm) secdesi yapmaktır. Fakat tazim
secdesi yapmamaktır. Çünkü tazim secdesi küfürdür. Takiyye secdesi ise küfür
değildir.[262]
Ayrıca mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif, fitneye düşürmeyeceğinden emin olmak şartıyla,
bir kimseyi yüzüne karşı medhetmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.
Aliyyü'l-Kârî'nin
açıklamasına göre "Metinde Rasûlullah kelimesinin, Allah lâfzı üzerine
atfedilerek zikredilmiş olması, Hz. Peygamber'in bir-şeyi sevmesinin Allah'ın
sevmesine bağlı olduğunu belirtmek içindir. Bilindiği gibi Allah'ın sevdiği
bir şeyi Rasûlünün sevmemesi, Allah'ın sevmediği bir şeyi de sevmesi mümkün
değildir."[263]
5226... Hz.
Ebu Zer*den demiştir ki: Peygamber (s.a.) (bana); Ey Ebu Zer! diye seslendi ben
de: "Buyur yâ Rasûlullah, emrine icabet edip geldim" cevabını
verdim.[264]
Lebbeyk: Buyur, emrine
icabet ettim, geldim, demektir. Bu kelime lisanımızda kullanılan bir kelime-i icabettir.
Fi'l-i semai olarak hazf edilen ve tesniye sigasıyla kullanılan mefûlü
mutlaklardandır.[265]
Sa'deyk, kelimesi de
aynen lebbeyk kelimesi gibidir. Genelde lebbeyk kelimesinden sonra ve ona tabi
olarak kullanılır.[266]
el-Ferrâ'nm
açıklamasına göre el-feda kelimesi, fa'sı üstün okunduğu zaman;
"feda" şeklinde elif-i maksure ile esre okunduğu zamansa;
"fıdâ" şeklinde elif-i memdude ile yazılır. Ebû Ali'nin rivayetine
göre bu kelimenin fa'sı esreli olarak okunduğu zaman, bir zaruret olmadıkça
mutlaka elif-i memdude ile fiadâ? şeklinde yazılır, "feda" şeklinde
maksûr (kısa) olarak yazılması ile sadece "fa"sınm fetha ile okunması
haline mahsustur.- Cev-herî'ye göre ise "fa"smın esreli okunması
halinde bu kelimenin "fidâ" şeklinde maksur olarak yazılması caiz olduğu
gibi "fidâ"' şeklinde elif-i memdude ile yazılması da caizdir.
Ancak fa'sının üstünlü
olarak okunması halinde sadece "feda" şeklinde maksur olarak okunur
veya yazılır.
Bir dua cümlesi
olarak: "Allah beni sana feda etsin" cümlesi iki manaya gelir:
1. Allah,
benim yapacağım harcamayla seni sıkıntı ve musibetlerden kurtarsın, anlamına
gelir. Yani bu cümlede feda kelimesi insanın canını sıkıntılardan kurtarmak
için harcadığı maldır.
Nitekim; "Oruca
güç yetiremeyenlerin fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır."[267]
âyet-i kerimesinde fidye bu manada kullanılmıştır.
Binaenaleyh âyetin
manası "Oruca gücü yetmeyenlerin orucun sıkıntısından ve oruç tutmamanın
azabından kendilerini kurtarmaları için bir miskini doyuracak kadar mal
harcamaları gerekir" demektir. Bu görüş Ragıb-i İsfehanî'ye aittir.
2. Bir
sıkıntıyı giderebilmek için bir şeyin yerine başka bir şeyi koymak anlamına
gelir. "Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik"[268]
âyet-i kerimesinde olduğu gibi...
Bu açıklamadan da
anlaşılacağı gibi, bu âyet-i kerimenin manası "Biz Hz. İsmail'i kurban
olma zorluğundan kurtarmak için onun yerine büyük bir kurbanlık gönderdik"
demektir. Bu görüş de Ebu'l-Beka'ya aittir.
Bütün bunlar,
gösteriyor ki bir kimsenin diğer bir kimseye "Allah beni sana feda kılsın"
demesi caizdir. Nitekim İmam Buharî, Sahih'inde bunu ifade eden hadisler için
özel bir bâb açmıştır.[269]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre, Ebu Bekir b. Ebi Asım, bu cümleyi kullanmanın caiz olduğuna
delalet eden bütün haberleri toplamış ve; "kişinin, bir sultana, bir
büyüğüne, bir âlime veya din kardeşlerinden sevdiği bir kimseye böyle demesi
kesinlikle caizdir." demiştir.
Hatta onu ağırlamak ve
gönlünü almak için söylemişse, bu sözden dolayı sevap da kazanır. Eğer bu sözü
söylemek dinen sakıncalı olsaydı, Hz. Peygamber bu sözü söyleyen kimseyi bundan
nehyederdi. Oysa Hz. Peygamber, bu sözü söyleyen kimseyi bundan nehyetmemiş;
ayrıca ben bu sözü söylemenin caiz olmadığını söyleyen bir kişi dahi
bilmiyorum" demiştir."[270]
5227... Hz.
İmran ibn Husayn'dan demiştir ki: "Biz cahiliyye döneminde (biribirimize)
Allah senin gözünü aydın etsin, iyi sabahlar, derdik. İslâm (dini) gelince
bundan nehyolunduk."
Abdurrezzak dedi ki:
Mamer, bir kimsenin: "En'amellahü bike aynen: (Allah seninle gözü(müzü)
aydın etsin)" demesi mekruhtur, ama; "enâ-rnellahü ayneke: (Allah
gözünü aydın etsin) demesinde ise bir sakınca yoktur" dedi...[271]
Aliyyü'l-Kârî'nin
"Mirkatü'I-Mefatîh" isimli
eserindeki açıklamasına göre "enamellahü bike aynen"
cümlesindeki "bi" harfi "ename" fiilindeki müteaddîliği
(geçişliliği) te'yid (pekiştirmek) için gelmiştir, "ename" fiilinin
mef ûlü "sen" anlamına gelen "ke" harfidir. Ayn göz
kelimesi de "sen" kelimesinin temyizidir.
Binaenaleyh, cümlenin
manası "Allah (sevdiğin bir kimseye veya nimete kavuşturmak suretiyle)
senin gününü aydın etsin" demektir. Ayrıca "Allah seni naim cennetine
koysun" anlamında bir dua da olabilir.
Bu cümlede geçen
"bi" harfinin sebebiyet ifade ettiğini ve dolayısıyle cümlenin
"Allah, seninle karşılaştırmak suretiyle (yani seni sebeb kılarak) seni
seven bir kimsenin gözünü aydın etsin" anlamına geldiğini söyleyenler de
vardır. Tercüme buna göre yapılmıştır.
Bir kimsenin karşılaştığı
bir kimseyi bu şekilde selamlaması yasaklandığı gibi "En'im sabahan: iyi
sabahlar" diyerek selamlaması da yasaklan-
mıştır. Bu yasaklama
olayının sebebi ise bu cümlelerle selamlaşmanın ca-hiliyyet âdeti olmasıdır.
Fakat tamamen câhiliyye dönemine ait olan bu cümlelerin kalıpları
değiştirilerek kullanıldığı takdirde, bu cümle ve ifade tarzları, câhiîiyye
olmaktan çıkacağı için onu yine aynı manaya gelen değişik cümle kalıplarına
aktararak kullanmakta bir sakınca yoktur.
"Sabaha'î-Hayr,
sabahannûr" demek gibi. Nitekim metinde de ifâde edildiği üzere Ma'mer de
meseleye bu açıdan bakarak "en'amellahü bike aynen" demeyi hoş
karşilamarmştır.
Bezlü'l-Mechud
yazarının açıklamasına göre Ma'nier'in bu cümleyi mekruh görmesinin bir sebebi
de "aynen" kelimesi böyle izafetten soyutlanmış olarak kullanıldığı
için, bu gözün Allah'a ait olduğu vehm edilerek cümlenin "senin vasıtanla
Allah'ın gözü aydın olsun" manasında kullanılmış olduğu zanmna yol açması
ihtimali ile birlikte câhiliyye âdetlerinden olmasıdır.
Fakat "en'im
sabahan: iyi sabahlar" cümlesinde öyle bir yanlış anlamaya yol açma
ihtimali yoktur, ama câhiliyyeye ait bir selamlaşmayı da simgelediğinden
kullanılması yasaklanmıştır.
Ama: "En'amallahu
aleyke ayneke: Alîah gözünü aydın etsin" cümlesinde bu sakıncalara
olmadığından bu cümleyi kullanmakta hiçbir mahzur görülmemiştir.
Nitekim Ma'mer de bu
cümleyi kullanmada herhangi bir sakınca görmemiştir.[272]
5228... Ebû
Miclez'den demiştir ki: (Birgün) Hz. Muaviye, Hz. İbn Zübeyr'le Hz. Ibn Amir'in
bulundukları yere girdi de Ibn Amir hemen ayağa kalktı, İbn Zübeyr ise oturmaya
devam etti. Bunun üzerine Hz. Muaviye (İbn Amir'e hitaben):
Otur (ayağa kalkma)!
Çünkü ben Rasûlullah (s.a.)'i: "İnsanların kendisi için ayağa kalkmasından
hoşlanan kimse (cehennem) ateş(in) de yerini hazırlasın" derken işittim,
dedi.[273]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte, Hz. Muaviye için sadece İbn Amir'in ayağa kalktığı, ifade edilirken
Tirmizî'nin rivayetinde İbn Safvân ile birlikte İbn Zübeyr'in de ayağa kalktığı
ifade edilmektedir. Bu durum olayın iki defa tekerrür ettiğini; birincide sözü
geçen zatların ikisinin de ayağa kalktığını, ikincide ise sadece birinin (yani
ilkinde hazır bulunan İbn Safvân'in yerini alan ve haliyle ilkinde bulunmayan
İbn Âmir'in) kalktığını, diğerinin ise Hz. Mu-aviye'nin birinci tenbihini
hatırlayarak kalkmadığını gösterir.
Aliyyü'l-Kârî'nin
açıklamasına göre hadis-i şerifte yasaklanmış olan ayağa kalkma, karşıdakini tazim
etmek ve yüceltmek için olan ayağa kalkmadır. O'na yardım veya hizmet etmek
için olan ayağa kalkma değildir. Nitekim (5215) numaralı hadis de buna delalet
etmektedir. Metinde geçen “felyetebevve: Hazırlansın” kelimesi emir kalıbında
gelmiş bir haber cümlesidir.Yani “Onun
yeri cehennemde hazırlanmıştır.” Anlamında kullanılmıştır.
Bazı nüshalarda bu bab
ile bundan sonraki bab, hadisler ile birlikte yer değiştirmiştir. Ancak
Concordance'da sıralama bu şekilde olduğundan biz de ona riayet ettik.
geçen "felyetebevve:
Hazırlansın" kelimesi emir kalıbında gelmiş bir haber cümlesidir. Yani
"Onun yeri cehennemde hazırlanmıştır" anla-mmda kullanılmıştır.
Bazılarına göre,
hadiste geçen bu tehdid, kibrinden dolayı kendisi için ayağa kalkılmasmı
isteyen kimselere yöneltilmiştir. Cümlede geçen "Hoşlanan kimse" sözü
de buna delalet eder. Fakat insan kendisi için ayağa kalkılıp kalkılmasma önem
vermediği halde karşıdakiler tevazu olsun diye, yahutta sevap kazanmak
ümidiyle kendiliklerinden ayağa kalkarlarsa bunda bir sakınca yoktur.
Beyhakî'nin
es-Sünenu'1-Kübra'sında Hattabiden naklen yaptığı açıklamaya göre, hadis-i
şerifteki tehdid, kibrinden dolayı veya iftihar etmek gayesiyle insanların
kendisine ayağa kalkmalarını isteyen kimselere yöneliktir.
Binaenaleyh bir kimsenin,,
fazilet sahibi bir reis veya adaletli bir idareci için ayağa kalkması ya da br
öğrencinin, öğretmen için ayağa kalkması mekruh değildir. Tersine müstehabtir.
(5215) numaralı Sa'd hadisi de buna delalet etmektedir. Çünkü bu çeşit ayağa
kalkışlardan maksat, iyilik ve ikram etmektir. Tazim değildir.
Esasen hiçbir insaf
sahibi (5215) numaralı hadiste sözü geçen ensarın Hz. Sa'd'a ayağa kalkmalarını
Hz. Sa'd'm canü gönülden arzu etmekte olduğunu ve bundan dolayı kibre
kapıldığını iddia edemez.[274]
Fethu'I-Bârî yazarının
dediği gibi, her ne kadar îmam-ı Nevevî -bu hadis-i şerifte yasaklanmak istenen
husus, kendisi için ayağa kalkılan kimsenin bundan hoşlanmasıdır. Ayağa
kalkmakla ilgisi yoktur. Eğer kendisi için ayağa kalkılan kimse, kendisine
ayağa kalkıldığından dolayı sevince veya kibre kapılmazsa bunda hiçbir sakınca
yoktur. Eğer nefsini tatmin için bunu arzu ederse ayağa kalkmasalar bile
günahkâr olur, demişse de bu iddia doğru değildir. İbn el-Hacc'm da dediği
gibi bu hadis-i şerifte üzerinde durulan husus, kendisi için ayağa kalkılan
kimseyi günaha düşürmesi ihtimali bulunan ayağa kalkmadır. Yani kendisine
ayağa kalkılan kimse ile değil, ayağa kalkanla ve kalkmakla ilgilidir. Sahabe-i
kiram da bu meseleyi böyle anlamışlardır.
İbn Kayyım eî-Cevziyye
de bu hadis-işerifi böyle anlamıştır."[275]
Gerçekten İbn el-Kayyim de hadisteki bu yasağın ayağa kalkan kimselerle ilgili
olduğunu söylemekte ve bu görüşüne delil olarak da "Rasûlullah (s.a.)
hastalandı biz de o oturduğu halde (ayakta) arkasında namaz kıldık...."
Rasûlullah (s.a.) bize
bakarak ayakta namaz kıldığımızı gördü, hemen bize işaret etti, biz de oturduk
ve namazımızı ona uyarak oturduğumuz yerden kıldık. Selam verince:
Demin neredeyse
İranlılarla, Romalıların yaptığını yapıyordunuz. Onlar kralları otururken de
ayakta dururlar, buyurdu"[276] mealindeki
hadisi gösterdikten sonra, sözlerini şöyle tamamlamaktadır: "Bu mevzuda
gelen ayağa kalkmayı yasaklayıcı hadisleri sadece böyle oturan bir kimsenin
arkasında ayakta namaz kılmaya hamletmek mümkün değildir. Çünkü bu mevzuda
gelen hadisler meclise giren bir kimse için onu tazim kasdiyle ayağa kalkmayı
yasakladığı gibi oturmakta olan bir kimsenin yanında tazim kasdiyle dikilmeyi
de yasaklamıştır.
Araplar bu tür ayağa
kalkmayı bilmezlerdi. Bu tür ayağa kalkış, Acem ve Rumların âdetidir. Arapların
âdeti olan ayağa kalkma ise meclise yeni gelen kimseyi karşılamak için yapılan
kalkıştır ki, hadis-i şeriflerde cevaz verilen kalkış da bu kalkıştan
ibarettir. Diğer kalkışlarla ilgisi yoktur.[277]
Ebu'l-Velid İbn Rüşd'ün
tesbitine göre ayağa kalkma dört şekilde olur:
1. Haram
olan kalkma: Kibrinden dolayı kendisine ayağa kalkılma-sını isteyen bir kimseye
ayağa kalkmaktır.
2. Mekruh
olan ayağa kalkma: Kibir, gurur gibi duygulardan uzak olduğu için kendisine
ayağa kalkılmasmı arzu etmediği halde, kendisine ayağa kalkıldığında nefsine
bazı haram duygu ve düşüncelerin gelmesinden korkulan ve bir yönüyle de
zâlimlere ayağa kalkmayı andıran kalkışlardır.
3. Caiz olan
ayağa kalma: Zalimlere ayağa kalkmayı andırmayan ve kendisi için ayağa
kalkmasını istemeyen kimseler için iyilik ve ikram niy-yetiyle yapılan
kalkışlardır.
4. Mendup
Olan Ayağa Kalkma: Bir yolculuktan dönen kimse için sevinçten dolayı, istikbal
için veya bir kimsenin eline geçen nimetten dolayı kendisini tebrik için,
yahutta uğradığı bir felaketten dolayı taziye için ayağa kalkmak gibi.[278]
İbn Hacer ayağa kalkma
konusunda bütün bu görüşleri naklettikten sonra, sözlerini şöyle tamamlıyor:
"İmam Gazâlî tazim (yüceltme) gayesiyle ayağa kalkmanınsa mekruh
olmadığını söylemiştir ki, bu güzel bir açıklamadır."[279]
Biz bu konuyu tahkiki
mahsulü olduğuna ve isabetine inandığımız et-Tehânevî'nin şu sözleriyle
noktalamak istiyoruz:
"Hz. Muaviye'nin
dışarı çıkarken kendisine ayağa kalkılması karşısında "cehennemdeki
yerine hazırlansın" hadisini hatırlatmasının sebebi, kendisine, ayağa
kalkanların bu kalkışını, krallarına tazim kasdiyle ayağa kalkan Acemlerin
kalkışına benzetmesidir.
Binaenaleyh sadece
ikram için ayağa kalkmada bir kerahet yoktur. Kerahet Acemlerin krallarına yaptıkları
bir tazim ve edeb gösterisi şeklindeki kalkıştadır. Onların krallarına karşı
ikram ve tazim gösterisi şeklindeki ayağa kalkmalar selefte asla
görülmemiştir."[280]
İbn Hacer meclise
gelen bir kimseye- ayağa kalkmasının hükmünü açıklarken dört hüküm zikretmiştir.
Bu hükümlerden bazıları (yani 1, 2, ve 3. hükümler) tazim kasdiyle ayağa
kalkmakla ilgilidir. Birisi de (yani dördüncü hüküm) istikbâl (karşılama) için
ayağa kalkmakla ilgilidir.
Ama oturmakta olan bir
kimsenin başı ucunda ayakta dikilmenin hükmünden bahsetmemiştir. Kanaatimize
göre bu tür ayakta kalmalar eğer bir kimseyi düşmanların tecavüzünden korumak
gibi bir maslahata meb-ni olarak yapılırsa bunda bir sakınca yoktur. Fakat
beklenen kişinin şanını ve ününü arttırmak gayesiyle yapılırsa mekruhtur.[281]
Nitekim Hudey-biye'de Hz. Mugîre, Hz. Peygamberin başında düşmanların şerrinden
korumak amacıyla kılıcıyla beklemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber hastalandığı
zamanda da başında ayak üstü beklemişlerdir. Bu bekleyişler hiçbir zaman tazim
ve ikram kasdıyla olmamıştır. Korumak niyetiyle olmuştur.
Hz. Peygamberin
hastalığı esnasında oturduğu yerden namaz kılarken arkasında ayakta namaz
kılanları görünce onları bundan men'etmesi, onların bu hareketleri, Acemlerin
hareketine benzediğinden değildir. Çünkü ayakta namaz kılmak, Acemlerin
davranışına benzetilemez. Ancak onların bu davranışları ileride Acemler gibi
davranmalarına yol açabileceği endişesiyle yani sedd-i zerayi kabilinden onları
bundan men'etmiştir. Nitekim sözkonusu olayda: "neredeyse Acemler gibi
hareket edecektiniz."[282] sözü
geçen namazı ayakta kılmak olayının Acemlerin fiillerine benzemediğini ifade
etmektedir.[283] Bu mevzu için (5125)
numaralı hadisin şerhine de bakılabilir.[284]
5229... Hz.
Ebu Ümame'den demiştir ki: (Birgün ) Rasûlullah (s.a.) bastonuna dayanarak
yanımıza çıkageldi de biz hemen kendisine ayağa kalktık. Bunun üzerine (bize
hitaben):
" Öyle tazim için
bir kısmı bir kısmına ayağa kalkan Acemler gibi ayağa
kalkmayinız"buyurdu.[285]
Bu hadis-i şerif, bir
kimse için Acemler gibi tazim maksadıyla
ayağa kalkmanın caiz olmadığını ifade etmektedir.
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, Acemlerin tazim için biribirlerine
ayağa kalkmaları, büyükleri otururken ayakta dikilmeleri şeklinde olmaktadır.
Ancak Taberi ve İbn Hacer senedinde kimliği meçhul kimseler bulunduğu
gerekçesiyle bu hadisi muzdarib hadis denilen zayıf hadislerden saymışlardır.
Konuyla ilgili
açıklama bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[286]
5230... Hz.
Ebu Katade şöyle demiştir: (Halk) susamışlardı. Bunun üzerine halkın öncü
birlikleri (süratle) gittiler (ve gözden kayboldular). Ben de bu gece
(süresince) Rasûlullah (s.a.)'den ayrılmadım. Bunun üzerine bana:
"Peygamberini koruduğundan dolayı Allah da seni korusun" buyurdu.[287]
Bu hadis-i şerif, bir
kimsenin diğer bir kimseye "Hafazakallah: Allah seni korusun" diye
dua etmesinin caiz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadisle ilgili açıklama (437)
numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[288]
5231... Gâlib
(b. Hattâf el-Basrî el-Kattân)'dan demiştir ki: Biz Hasen (el-Basri)'nin kapısı
(Önün)de otururken bir adam gelip şöyle dedi: Babam (in) bana anlattığına
göre) dedem şöyle demiş "Babam beni Rasûlullah (s.a.)'e göndererek Hz.
Peygambere var, kendisine (benden) selam Söyle dedi. Ben de Hz. Peygamber'e
varıp babamın sana selamı var, dedim.
Aleyke ve alâ
ebikesselamu (selam senin ve babanın üzerine üzerine olsun), diyerek selamı
aldı."[289]
5232... Aişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kendisine:
Cebrail (a.s.)'uı sana
selamı var demiş de (Hz. Âişe):
Ve aleyhisselâmü ve
rahmetüllahi, diyerek bu selamı almış.[290]
1. Mevzumuzu
teşkil eden (5231) nolu hadis selam alınırken
sadece "ve aleykümüsselam" demekle farzın yerine getirilmiş olacağına
delalet ederken, (5232) numaralı Hz. Aişe hadisi de selam alırken "ve
aleykümus selam" cümlesine ve "ve rahmetüllahi" kelimesini ilave
etmenin daha faziletli olduğuna delalet etmektedir.
2. Yine bu
iki hadis bir kimseden diğer bir kimseye selam götürmenin müstehap olduğuna
delalet eder.
İbn Abidin'in
açıklamasına göre "bir kimse falana selam söyle, dediği zaman gidip o
selamı söylemek, vâcib olur. Çünkü bu emaneti sahibine vardırmak kabilindendir.
Zahire göre bu vücub hükmü, selamı götürenin rızasına bağlıdır.
Sonra Münavî'nin
Şerhinde İbn Hacer'den naklederek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Eğer elçi
"ben selamı götürürüm" diye iltizam etmiş ise o zaman (selamı tebliğ
etmek) emanete benzemiş oluyor. Aksi takdirde, vedia oluyor. Yani (vedia
olunca) gidip tebiğ etmek, boynuna vacib olmuyor. Çünkü vediada hüküm böyledir.
Şürünbilalî dedi: Buna
göre kendisine: Selamımı Rasûlullah'ın huzuruna götür, diye emredenin selamını
tebliğ etmek gerekir. Yine Şürünbilalî dedi ki: Selamı getirene de cevap
vermek müstehabdir. "Senin de üzerine olsun" diyecektir.
Bunun benzeri,
musannifin "Tuhfetü'l-Akran"adlı kitabında da vardır. İbn Abbas
bunun vacib olduğu rivayetini ayrıca ekler.
Lâkin Tatarhani'ye
dedi ki: İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre; kim bir insana
başkasının selamını getirip tebliğ ederse, selam alan önce tebliğ edene cevap
vermek, sonra da hazır olmayana cevap vermek zorundadır. Bu ibarenin
zahirinden (selamı tebliğ edene cevap vermenin) vacib olduğu hükmü
anlaşılıyor"[291]
5233... Ebû
Hemmâm Abdillah b. Yesar'den (rivayet edildiğine göre); Ebu Abdurrahman
el-Fihrî şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.)'le birlikte Huneyn'de
bulundum. Şiddetli sıcağın iyice kızıştığı bir günde yolculuk ediyorduk. (Bir
ara) bir ağacın gölgesi altına indik. Güneş (batıya) kayınca harp aletlerimi
(teçhizatımı) kuşandım ve atıma bindim. (Doğru) çadırında bulunan Rasûlullah
(s.a.)'ın yanına geldim: "Esselâmü aleyküm ya
Rasûlullah ve
rahmetullahi ve berekâtühü: Ey Allah'ın Resulü Allahın selamı rahmeti ve
bereketleri senin üzerine olsun, (savaş için) öğle sonu yola çıkma vakti geldi
dedim.Evet, dedi, sonra (Hz. Bilâl'e):
Ey Bilal! haydi kalk,
buyurdu. Bunun üzerine (Hz. Bilal) hemen:
"Lebbeyk ve
sa'deyk ve ene fadâük (:Buyur ben sana feda olayım)" diyerek ağacın
altından (hızla) sıçradı. Sanki gölgesi bir kuş gölgesi gibi (küçük ve ince)
idi. (Hz. Peygamber de:)
Bana atımı eğerle,
buyurdu. (Hz. Bilal) hemen iki tarafı lifden olan böbürlenme ve gösterişten
uzak bir eğer çıkardı (ve atı eğerledi). Hz. Peygamber de (ata) bindi. Biz de
(atlarımıza) bindik (ve yola koyulduk). Son-- ra Ebu Abdurrahman hadisi (sonuna
kadar) rivayet etti.
Ebû Davud dedi ki: Ebu
Abdurrahman el-Fihrî'nin bu hadisten başka (rivayet ettiği) bir hadis yoktur.
Bu hadis (kendi sahasında) çok mahir (bir kimse) olan (Yala b. Atâ)nındır. Onu
(kendisinden talebesi) Hammâd b. Seleme rivayet etti.[292]
Olay, Mekke'nin
fethinden sonra vuku bulan Huneyn savaşında geçmiştir.
Huneyn, Taif ile Mekke
arasında Mekke'ye on mil kadar uzaklıkta olan bir yerdir. Bu savaş, İslam
tarihinde çok meşhurdur. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin devamı meâlen
şöyledir:
"O gece onlarla
(düşmanlarla) karşılıklı saf hâlinde durduk. Atlar birbirine yaklaştı ve
Allah'ın "Sonra siz gerisin geri dönüp gitmiştiniz"[293]
buyurduğu gibi, müslümanlar gerisin geri dönüp gittiler. Allah'ın Resulü de:
Ey Allah'ın kulları!
Ben Allah'ın kulu ve elçisiyim, dedi. Sonra atından indi ve bir avuç toprak
aldı. O'na benden daha yakın olan birinin bana haber verdiğine göre toprağı
(düşmanların) yüzlerine atmış ve: "Yüzleri çerkinleşsin" buyurmuştu.
Allah Teâlâ'da onları bozguna uğrattı.
Ya'lâ b. Atâ der ki:
Bana oğullarının babalarından rivayetine göre onlar şöyle demişler:
Bizden hiç kimse
kalmamacasına, gözleri ve ağızlan toprakla doldu, gökle yer arasında demirin
yeni bir tasa sürülmesi gibi bir gümbürtü (veya çınlama) işittik."[294]
5234... (Abdullah
b. Kinane İbn Abbas b. Mirdas'ın) dedesinden demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)
güldü de Ebû Bekir (r.a.) - yahutta- Ömer (r.a.) kendisine:
Allah sen(in yüzünü)
güldür(meye devam et)sin, dedi.[295]
Bu hadis-i şerif İbn
Mâce'de şu manaya gelen lafızıarla rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.) ümmeti
için Arafe günü akşamı (Arafat'da) mağfiret duasında bulundu. O'na (Allah
tarafından) şöyle cevap verildi: "Zâlim müstesna onları bağışladım. Çünkü
ben mazlumun hakkını zâlimden mutlaka alırım" Peygamber (s.a.):
"Ey Rabbim! Eğer
dilersen mazluma (hakkını) cenneti verir, zâlimi de bağışlarsın" diye dua
etti. Fakat o akşam bu duası kabul olunmadı. Sonra Rasul-i Ekrem (ertesi gün)
Müzdelife'de sabahlayınca, anılan duayı tekrarladı ve duası kabul olundu. Abbas
b. Mirdas, sonra Rasûlullah (s.a.) güldü, dedi veya gülümsedi, dedi. Bunun
üzerine Ebu Bekir ve Ömer (r.nhuma) Resul-i Ekrem (s.a.)'e:
"Allah düşmanı
İblis, Allah (Azze ve celle)'nin benim duamı kabul ettiğini ve ümmetimi
bağışladığım bilince, toprağı alıp başına dökmeye ve mahvoldum, helak oldum,
diye bağırıp dövünmeye başladı. Gördüğüm onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni
güldürdü, buyurdu."
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif bir kimsenin diğer bir kimseye: "Allah seni ömür boyu
güldürsün, Allah senin yüzünü güldürsün," gibi sözlerle dua etmesinin
caiz olduğunu ifade etmektedir.
Her ne kadar
İbnü'l-Cevzi hadisin mevzu olduğunu söylemişse de îbn Hacer buna karşı çıkarak
"mevzu olduğu sabit değildir. Fakat zayıf olduğu söylenebilir. Bu hadis,
müteaddid senedlerle rivayet edildiği için bunların toplamından bir kuvvet
meydana gelir. Ebu Davud bunun bir kısmını rivayet etmiş. Beyhaki de bunu
rivayet ettikten sonra "Bu hadisi te'yid eden hadisler vardır. Şevahid
durumundaki hadisler sahih iseler bu hadis delil sayılır. Aksi takdirde şöyle
söyleninAllah Teâlâ, şirk, yani zatına ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun
dışında kalan günahları dilediği kulları için bağışlar. Zulümler şirk günahı
dışındadır, der."[296]
Bu bâbda gelen
hadislere geçmeden önce muhterem Doç. Dr. İbrahim Canan'ın bu konuda hazırlamış
olduğu önemli bir makalesini okuyucularımıza sunmakta yarar görüyoruz.[297]
Mesken, aslî
ihtiyaçlarımızdan biridir ve hayatımızın çoğu meskende geçmektedir. Mesken
içtimaî, iktisadî, kültürel, terbiyevî çok yönü olan medenî bir müessesedir.
Bilhassa günümüzde mesken, teknik ve mühendislik yönleri bir tarafa, sadece
içtimaî yönüyle müstakil bir araştırma konusu olmuştur. Mesken sosyolojisi
denen bu yeni ilim dalı, her hayvanın ayrı bir yuvası olduğu gibi her inanç
sisteminin, her kültür ünitesinin kendisine has bir meskeni olduğunu
söylemektedir.[298]
Terbiye meselesinde
mühim bir husus, meskendir: İnsanoğlunun, yarı ömründen fazlasını içerisinde
geçirdiği mesken, tek zaviyeden değil, pek çok zahaviyelerden ehemmiyet taşır.
Kur'ân-ı Kerîm*de geçmiş ümmetlerin, gerek güç ve haşmetleri ve gerekse zulüm
ve fesâdları ile meskenleri arasında bir ilgi kurulmakta, meskenlerinin ahvâli
üzerinde durulup ibret almaya teşvik edilmektedir.
Şu âyet Sebe' kavminin
ulaştığı haşmetin meskenlerinden okunduğunu söyler: "Gerçekten (Yemen'de
yaşamış olan) Sebe' kavmi için meskenlerinde bir âyet vardı. Sağ ve soldan iki
taraflı bahçeler (...) (Sebe' 15). Keza Semûd kavminin kudretini tasvir
zımmında: "Vadilerde kayaları oyarak" ev ve şehir kurdukları
belirtilir (Fecr 8-9). Şu âyette de zulmün, neticede medeniyetleri yıkıp
evleri, viraneye çevireceği bildirilir. Viraneler üzerinde tefekkür ve araştırmaya
sevkedilir: "İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri (nin
enkazı). Şüphe yok ki bilecek bir kavm için bunda (ibret verici) bir nişane
vardır" (Nemi 52.)
Şu âyette de maddi
medeniyette ulaşılacak ileri bir seviye, meskenlerin alacağı şa'şaa ile tasvir
edilmekten başka, bu şa'şaa karşısında insanların kültürel değişikliğe uğrayıp
bozulacaklarına da işaret edilmektedir: "Eğer bütün insanlar (küfre
imrenecek), bir tek ümmet hâline gelmeyecek olsalardı o çok esirgeyen (Allah)'a
küfreden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri,
odalarının kapılarım, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık.
Onların bu eşyalarını altın yaldızlı ve işlemeli kılardık. Bunların hepsi, ancak
bu dünya hayatının geçici menfaatleridir." (Zuhruf 33-35)..
Bu âyetlerde temas
edilen beşer-mesken münâsebetleri, günümüzde müstakil bir ilim dalı olarak
inceleme konusu hâlini almış durumdadır. Mesken sosyolojisi dediğimiz bu yeni
disiplinin mensupları, araştırmalar ilerledikçe, tecrübî ilimlere has,
objektif, her tarafta geçerli kanunlara ulaşacaklarını söylemektedirler.
Bugüne kadar yapılan
araştırma ve katedilen mesafelere dayanarak şimdiden kesin bir dille meskeni
"belli bir medeniyette kültürün bir tezahürü" , "cemiyetin arz
üzerine vurulmuş bir mührü, bir damgası" olarak tavsif etmektedirler.
Onlara göre, bu damgada, o cemiyetin manevî durumu, iktisadî durumu, mâruz
kaldığı "çeşitli problemleri ve müşkülen" okunabilir.
Dilimizde kısaca
"aslan yatağından belli olur" diye ifâde edilen fikre, ilmî ve daha
şümullü bir hüviyet verilerek "Ferd... Cemiyet... Ve hattâ medeniyet
yatağından bellidir" denecek kadar ileri gidilerek bir cemiyetin kültürü
ile meskeni arasında tefriki gayr-i kaabil bir birlik ve beraberlikten
ittifakla söz edilmiştir. Neticede ferdin oturduğu meskenin kendi kültürüne
uygun olması gerektiği, aksi takdirde ya meskende bâzı tadilâtlar yaparak
sakininin onu kendisine uyduracağı, yahut meskenin, içinde oturan kimsenin
duygu, düşünce, telakki ve davranışlarında (yanî kültüründe) bâzı
değişiklikler husule getirerek kendine uyduracağı ileri sürülmüştür. Bu
hususun kesinliği, meselenin uzmanlarına: "Meskenlerimizi biz yaptığımızı
zannederiz, aslında bizi yapan meskenlerimizdir" dedirt-miştir. Aynı
fikir, bâzan da tıpkı cemiyetin, alt yapı (enfra-structure) denen ekonomik
durumuna tâbi olarak üst yapı (süper-structure) denen din, hukuk, siyâset vs.
nin değişeceğini iddia edenlere paralel bir uslûbla: "Mesken ve lojmanı,
devam edecek bir değişikliğe tâbi tutmak, ancak ve ancak, aile ve cemiyeti
değiştirmekle mümkündür" şeklinde ifâde edilmiştir. Ciddi bir terbiye
sonucu kültür, teknik ve iktisâdi hayatta husule gelecek bir değişiklikle
meskenin de kendiliğinden değişeceği böylece ifâde edilmiş oluyor.
Şüphesiz bu ifâdeler
inkârı zor olan bir gerçeği dile getirmektedirler. Ibtidâîlerin meskenleriyle
yüksek bir teknik seviyeye ulaşan ileri bir milletin inşaatlarını nazara alacak
olsak söyleneni te'yîd eden müşahedelere varırız.
Şu hâlde, sâdece
soğuk-sıcak ve emniyetsizliklere karşı ferdin iltica yeri olmakla kalmayan,
aynı zamanda kültür ve manevî değerlerin de bir melcei durumunda olan meskenin
sünnetteki yeri nedir? Terbiye bir yönüyle cemiyetin kültürünü ferde aktarmak,
diğer bir yönüyle de ferdin dünyâ ve âhiret saadetini-te'minde ona yardımcı
olmak olduğuna göre, kendisini bir muallim ve bir mürebbî olarak takdim eden
dünyâ ve ahiret saadetinin yollarını gösteren Hz. Muhammed (aleyhissalâtu
vesselam), insanoğlunun hayâtında bu kadar ehemmiyetli bir yer tutan meskene nasıl
bir nazar atfetmiş, getirdiği sistem için nasıl bir meskeni uygun bulmuştur?
Bunları bilmekte mevzûumuz için fayda ve belki de zaruret vardır. Nitekim,
geçmişte ciddî şekilde kaleme alınmış sistematik terbiye ve ahlâk kitaplarımızın
çoğunda meskenle ilgili bölümlere de rastlamaktayız. Buralarda ittifakla
meskenin asli ihtiyâçlardan biri olduğu belirtilir. Meselâ Kınalızâde, evi:
"İnsanların bekâ-yı nesil için muhtaç oldukları beş esâsı (anne, baba,
evlâd, hadim ve gıda) muhafazaya mahsûs mahal ve me'vâ" olarak tarif
ettikten sonra bunun, taştan, yünden, deriden vs. olabileceğini söyler. Ahlâk-ı
Hâmide'de: "İndelhâce alıp kullanmak üzere havâic-i asliyesini hıfzetmek
üzere yerler tedârikini" insanı hayvandan ayıran vasıflardan biri olarak
kaydeder. Kâri inşâata kullanılacak malzeme ve takip edilecek inşâat usûlüne
kadar inen-yapıcı tekniğiyle ilgili bazı teferruata da rastlayabildiği halde,
terbiye için, asıl mühim olan plân meselesine, meskenin diğer te'sislerle olan
münâsebetlerine, hıfzu sıhha şartlarına v.s. aynı ağırlıkla ve yeterince
rastlamaz. Meselâ geniş olması, yüksek olmaması gerektiği söylenir, ama tatmin
edici açıklamaya yer verilmez. Halbuki terbiyenin mahalli olarak mesken,
bilhassa taşıdığı plân ve beşeri ihtiyhaçlara uygunluğu ile büyük ehemmiyet
taşır. Hele, meskeni tek başına ele almak son derece noksan bir davranış olur.
Öte yandan Kur'ân ve
sünnette meskenin terbiyevî yönüyle alâkalı bir hayli teferruat yer aldığı gibi
diğer te'sîslerle olan ilgisine de dikkat çekilmektedir. Bilhassa sünnette
meskene geniş yer verildiğini görürüz. Mükerrer rivayetlerde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam), meskeni, kişinin saadeti için şart olan üç ana
unsurdan biri olarak tavsif eder: "Kişinin saadeti üç şeye bağlıdır: Sâliha
kadın, sâlih mesken, iyi binek." Burada telaffuz edilen "sâlüYlik
vasfı oldukça mutlak bir ifâdedir. Az sonra belirteceğimiz gibi, bâzı
hadîslerde "sâlih olmanın şartlan" arasında bilhassa genişlik,
komşularının, iyiliği, camiye yakınlık vs. bâzı vasıflar daha belirtilmişse de
her devrin değişen şart ve gelişen telakkilerine göre ilâve edilecek başka
vasıflara, aranacak başka hususiyetlere açıktır.
Hülâsa, biz burada Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in meskenle ilgili olarak tebliğ ve
talimatını inceleyeceğiz. Temas edilecek meseleler iki ana başlık altında
toplanacaktır:
1- Mikro
Plânda Mesken:
Bu kısımda meskeni tek
başına ele alıp sünnette beyân edilen vasıflarını ve kısımlarını belirtip,
İslâm'ın ideal mesken plânını ana hatlarıyla ortaya koymaya, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken siyâsetini açıklamaya çalışacağız.
2- Makro
Plânda Mesken:
Bu kısımda ise meskeni
şehir bütününün bir parçası olarak ele alıp, meskenin bir nevi hârice uzantısı
olan ve tamamlayıcısı durumunda bulunan diğer içtimaî te'sîslerle olan
münâsebeti üzerinde duracağız.[299]
Terbiye nokta-i
nazarından mesken ele alınınca, birinci plânda karşımıza çıkan, meskenin
müstakil bir ünite olarak taşıması gereken vasıflardır. Bir başka deyişle bir
meskenin sakinini mes'ûd edebilmesi için hâiz olması gereken vasıflar nelerdir?
Genişliği, odalarının sayısı, mefruşat, dekor vs. nasıl olmalıdır? Bu
meselelerde Sünnet'in tavsiye ettiği ölçüler var mıdır, varsa nelerdir? Şu
hâlde biz burada, bu hususları belirtmeye çalışacağız ve önce bunlardan en
mühimmi olan genişlikten söz edeceğiz.[300]
Sünnetin beyanında
meskenin geniş olması kaçınılmaz, vazgeçilmez bir vasıftır. "Salih
Mesken"\x\ evsâfını belirten çeşitli hadislerde, genişlik her seferinde
birinci şart olarak tekrar edilmiştir. Bundan maksadın (istifâde edilen)
odaların (rnerâfik) sayıca çokluğu olduğu, ayrıca tasrîh edilmiştir.
Sünnette meskenin
genişliği üzerinde ısrarla durulduğunu te'yîd eden rivayetler çoktur.
Kurtuluşun nasıl olacağını soran Ukbetu'bnu Amir'e Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam): "Diline hâkim ol, evini genişlet, hatâlarına da ağla (tevbe
et)" cevabını verir. Sevan'ın rivayetinde bu mânâ "Lisânına hâkim
olan, evini genişleten ve hatasna ağlayana ne mutlu" şeklinde ifâde
edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in: "Yâ Rabbî! Günâhımı
affet, evimi genişlet, rızkımı mübarek kıl" diye dua ettiği de rivayetler
arasındadır.
Bu bahse burada yer
vcımcyeceğizlBir kısım rivayetlerde evin genişliği, evin uğuru olarak ifâde
edildiği gibi, darlığı da uğursuzluğu olarak ifâde edilmiş[301] ve
darlık kişiyi şekâve-te (betbahtlık) atan, üç âmilden biri olarak
zikredilmiştir: "Ademoğlunun şekâveti üç şeydendir: Kötü hanım, kötü
mesken ve kötü binek {....)". Meskenin kötülüğünden Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in darlığını kastettiğini Hâkinim bir tahrîcinde
görmekteyiz:
"(....) Meskenin
kötülüğü darlığıdır (yâni, istifade edilen) bölümlerinin azlığı." îbnıı
Hacer'in Taberânî'ye atfen zikrettiği bir vecihte, bu darlık,
"bölümlerinin azlığı" şeklinde değil "sahasının darlığı"
şeklinde ifâde edilmiştir.
Bâzı rivayetlerde,
Hicreti müteakip bir kısım muhacir kadınları, ev darlığından şikâyet etmeleri
üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu mesele ile ciddiyetle
ilgilendiğini görürüz. Önce, Muhacirleri Ensâr'ın evlerine yerleştirmiş,
(bilâhare de) Medine'de ev inşâ etmeleri için arsa taksim etmiştir. Kendilerine
arsa verilenlerden bir çoğunun ismini zikreden ve arsaların yerleriyle ilgili
rivayetleri de zikreden es Semhû-dî, mezkur arsaların büyük ekseriyetinin
Mescîd-i Nevevî etrafında yer aldığını ilâve eder.
Kötü meskenin başlıca
vasfının darlık olduğu belirtilmiş olmakla beraber, bazı rivayetlerde
''komşusunun kötülüğü", "ezan ve kaamet işitilmeyecek derecede
mescide uzaklığı" da zikredilmiştir. Gürânt, bunlara "havasının kötü
olmasını" da. ilâve eder.
Diğer bâzı rivayetler
bize sünnetin oturulan meskenden hoşlanılması-nı istediğini, hoşlanılmayan
meskenin -hoşlanılacak şekle sokulmasını, mümkün olmuyorsa terkedilmesini
emrettiğini göstermektedir. Hz. Enes (radıyallahu anlı)'in rivayet ettiğine
göre (yeni yerleştiği evi uğursuz addederek) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e gelip: "Ya Rasûlullah! Biz bir evde idik, orada sayıca
kalabalık, malca zengindik. Bir başka eve geçtik, bu yeni yerde sayımız da
azaldı, malımız da (ne yapmamızı söylersin?)" diyen bir kimseye -ki bu, Muvattâ'nm
rivayetinde kadındır:"Orayı zemîm olarak (kabul edin ve) terkedin"
der. Hattâbî, buraya terk emrini, orda bizatihi uğursuzluk olduğu için değil,
ev ve mesken sebebiyle kendilerine böyle geldiğine dâir içlerinde doğan vehmi
izâle etmek için verdiğini belirtir.
Aynı şekilde ikamet
etmekte oldukları, yerin şiddetli veba vakalarına sahne olduğundan şikâyet eden
bir (Yemenliye) de: "Oraya gitmekten vazgeç, zira hastalığın bulaşması
kırıma sebep olur"der. Keza evinin darlığından şikâyet eden Halid İbnu
Velîd'e de! "Binayı göğe yükselt ve Allah'tan (fiili olarak) genişlik
taleb ef'der.
Bu rivayetlerden evin
gerek kapladığı saha ve gerekse oda sayısı yönünden geniş olması gerektiği
anlaşılmakla beraber, ne mesaha ne de oda sayısı yönüyle bir rakama
rastlanmamaktadır. Bunun sebebini, ailenin sabit olmayan hacmi ile izah
edebiliriz. Zira aileler nüfusça kalabalık olabileceği gibi karı-kocadan
müteşekkil iki kişi de olabilir. Binâenaleyh ev için sünnetçe tesbît edilecek
kesin bir rakam olamazdı.[302]
Bir meskenin nasıl
olması hususunda bâzı umûmî bilgiler verdikten sonra nassî ifâdelere dayanarak,
acaba bu evin bütün kısımlarına şâmil kaba bir plân mümkün mü? diye bir sual
akla gelebilir. Esasen bu husus bizzat Kur'an-ı Kerim'de işlenmiş olan bir
mevzudur. Orada bir müslti-man ailesinin oturması gereken asgari ölçüleri havi
normal bir evin planı bize verilmektedir. Kur'andaki bu bilgilere sünnetten
bazı detaylar da ilâve edilince İslam terbiyesine ve İslam dünyâ görüşüne
uygun ev plânı kolayca çıkmaktadır.
Daha önce de
belirtildiği gibi meskenin ebadı herşeyden önce ailenin hacmine bağlıdır.
Kur'ân'ın derpiş ettiği aile, günümüz sosyolojisinde nükleer (çekirdek) aile
denen, anne-baba, çocuklar (ve hizmetçiden müteşekkil sınırları oldukça mahdûd
bir aile tipidir. Diğer yakın akrabaların herbirinin evleri ayrı, sofraları
ayrı olacaktır. Biz bunu şu âyetten anlamaktayız: "Size göre de (gerek)
kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin
evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kız kardeşlerinizin
evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden,
gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden gerek
(başkasına ait olup da) anahtarlarına mâlik (ve hazinedarı) bulunduğunuz
(evler)den, yahut
da sâdık dostlar(ın
evlerinden) yemenizde de (bir harec yoktur). Hep bir arada toplu olarak da,
dağınık olarak da yemenizde dahi harec yok (...) (Nur 61.)
Ayetin sonunda beraber
olmaya da cevaz vermekle birlikte esâs olan ayrılmaktır.
Şu âyetten çocuk veya
hizmetçi bulunan bir evde en az iki odanın bulunması gerektiğini, günün
(istirâhate tahsis edilen) belli saatlerinde aynı odada kalmayıp ayrı ayrı
odalara geçmek icâbettiğini anlıyoruz: "Ey îman edenler, sağ elinizin
mâlik olduğu (köle ve cariyeler), bir de sizden olup da henüz bulûğ çağma
girmemiş (küçük)ler, (şu) üç vakitte, sabah namazından önce, öğle sıcağından
elbisenizi çıkaracağınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek
olurlarsa) sizden izin istesin(ler). (Bu) üç (vakit) sizin için avret (ve
halvet vakitleredir. Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin
üzerinize, ne de onların üzerine bir vebal yoktur. Allah âyetleri size böyle
açıklar (....) Sizden olan (hür) çocuklar bulûğ çağına ulaştığı zaman
kendilerinden evvelkilerin izin istediği gibi izin istesinler (....)" (Nur
58-59).
ibnu Abbâs ayetin iniş
sebebini beyân zımnında o vakitte evlerde perde olmadığını, erkek hanımı
üzerinde iken "hadim veya çocuk veya evde bulunan yetîme"mn aniden
çıkageldiklerini, bunun üzerine âyetin perdeyi emrettiğini bildirir. İbnu
Kesîr, âyetin muhkem ve gayri mensûh olmasına rağmen insanların bununla amele
pek riayet etmedikleri için İbnu Abbâs'ın hayıflandığını kaydeder.
Şu hâlde bir
müslümanın evi, biribirine kapı ile geçilen asgarî iki bölme olmalıdır.
Bölmeler ahşap kapı veya bez perde ile mutlaka ayrılmalıdır.
Diğer taraftan sünnet
yedi yaşından itibaren çocukların yataklarının ayrılmasını emretmektedir. Bu
ayırma keyfiyyeti, hadîste oldukça mübhemdir. Henüz bulûğa ermeyenler için
yataklarının aynı oda içerisinde ayrılması anlaşılsa bile bulûğa erdikten
sonra odaların da ayrılması, bilhassa erkek ve kız çocuklarının odalarının
ayrılması, terbiye için daha muvafık gözükmektedir. Hadîsten bu mânayı
çıkarmaya manî bir sarahat de gözükmüyor.
Şu halde bu durumda
asgari oda sayısının üç olması gerekmektedir:
1- Ebeveyn
odası,
2- Kız
çocukları için bir oda,
3- Erkek
çocukları için bir oda.
Sünnet açısından bir
müslüman, misafiri de nazara almak zorundadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam): "Allah'a ve ahiret gününe inanan (...) misafirine ikram
etsin", "Her şeyin bir zekâtı vartır, evin zekâtı da
ziyafettir", gibi çeşitli beyanlarıyla evlerde misafir ağırlamaya, onlara
hizmet, yemek vs... yollarla ikramda bulunmaya teşvîk etmiştir. Hatta
"Bir gün ve bir gece evde kalması, misafirin kesinlikle hakkı"
olarak beyân edildikten başka misafirliğin üç gün olduğu teyid edilir. Evi
planlarken misafir unsurunun behemehal nazar-ı itibâra alınması gerektiğini
te'yîd eden bir diğer hadîs de yatak sayısı ile ilgili olarak gelmiştir.
"Bir kimsenin evinde üç yatak bulunmalıdır: Biri erkek için, biri hanım
için, biri de misafir içindir, dördüncüsü ise şeytan'a aittir."
Anlaşılacağı üzere buradan asıl maksat evde bulunması gereken yatak sayısını
bildirmek değildir. Nitekim çocukların yatağından bahsedilmiyor. Hadîs karı ile
kocanın ayrı ayrı yatağı (ve hattâ odaları) olabilir mi gibi bir tereddüt ve
suale "evet" diyor, bir de ihmâli mümkün olan misafir yatağı (ve
konması gereken odayı) hatırlatıyor. "Dördüncüsü şeytana aittir"
tâbiri ise, sarihlerin de belirttiği gibi, "ihtiyaçtan fazla, gösteriş ve övünmektik
için israf o/arak alman ev eşyasına şâmildir," Nitekim Ibnu Zübeyr,
zevcesinin yanında üç yatak görünce: "Biri bana, biri de zevceme ait,
üçüncüsü ise şeytana aittir, çıkarın onu" der ve misafir yatağını söz
konusu bile etmez.
Tatbikatta, bir evi
plânlarken ilk müslümanlarm bu hususu nazara almış olacağını teyîd eden son
bir delilimiz Şir'atu'l-İslâm'da yer eden şu cümledir: "Bina ile ilgili
sünnetlerden biri de (....) evde ziyafet için bir odanın (misafir odası)
inşâsıdır; zira hadiste "Her şey için bir zekât vardır, evin zekâtı da
(evde) verilecek ziyafettir" bııyrulmuştur.
Bunlardan başka,
Kur'ân-ı Kerîm yaşlanan anne ve babalara da bakılmasını emreder ki, mesken
inşâsında esas alınması gereken bir başka durum olmaktadır.
Şu hâlde asgarî iki
oda olması gereken müslüman evinin azamî oda sayısı için bir hudûd konmamış,
ihtiyâca ve maddî imkâna göre müslümanlarm insiyâtifine bırakılmış, ancak daha
önce de belirttiğimiz gibi gerek kapladığı saha ve gerekse oda sayısı
itibariyle geniş olması, yani az sonra belirteceğimiz seyyaliyete imkân
tanıması tavsiye edilmiştir.
Burada ev plânına
dâhil edilmesi gereken diğer bir unsur bir evin av-îusudur. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in şahsî evinin plânından bahsederken görüleceği üzere
avlu evin ayrılmaz bir parçasıdır. Evin şartlarından bahseden birçok
rivayetlerde avlunun da behemahal soz konusu edildiğini görürüz. Bu durum
müslümanlara: "Finâ-yı hâne'yi hanenin müştemilâtından" telakkî
ettirmiş, yakın zamana kadar şehirlerde bile evlerin bahçeli olarak inşâ
edilmesini netice vermiştir. Ancak zamanımızın şartları, bilhassa büyük
şehirlerde, avlu veya bahçe mefhumunu unutturmak istikâmetinde gelişmektedir.[303]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in evi beher kenarı takriben 100 zira olan kare bir
avlu etrafında sıralanan dokuz adet hücreden müteşekkildi. Bunlaran iki adedi
Mescid-i Nebevî'nin inşası sırasında yapılmış, diğerleri ihtiyâç hasıl oldukça
bilâhare ilâve edilmiştir. Bu, bir avlu etrafında dışarı kapalı, hepsi avluya
açılan odalardan müteşekkil ev tipi, "Halen Mısır, Suriye, Mezopotamya ve
Arabistan Yarımadası'nın şehirlerinde ikâmetgâh olarak kullanılmakta
olan" ev tiplerine benzemektedir. Rivayetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam)'in hücrelerinin takriben 10x10 zira ebadında kare şeklinde,
duvarlarının da 7 veya 8 zira boyunda olduğunu haber verir. Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)nin hücresi ile ilgili tafsilâta göre kapısı dikenli ardıç
(sâc) veya ur'ur (denen, Hindistan'da yetişen, abanoz ve çınara benzetilen bir
ağaç)dandır. Tek kanatlıdır ve Şam cihetine bakmaktadır. Bâzı rivayetler bu
hücreye ikindi güneşinin vurduğunu da kaydederler.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'in meskeninin plân ve şümulü hususunda Kettânî
oldukça mübalağalı bir tasvîr ve tahminde bulunur. Delile dayanmadığı için
burada zikretmeyi uygun bulmadık.
Müteahhir kitaplarda
inşâ edilecek bir binada odanın yüksekliği için verilen: "Sünnette bu,
mikdârü'l-kifâye {yeterli miktarjdır, bu da altı zirâdır," ölçüsü buradan
alınmış olabilir. Odanın genişliği hususundaki "mikdâru'l-kifâye"
için "içinde oturanların durumuna bağlı olarak değişir" denmektedir.[304]
Anlaşıldığı üzere,
evin muhtaç olunan hacmi ve odalarının sayısı, her an değişmesi muhtemel olan
ihtiyâca göre farklı olacaktır. Halbuki inşâat bir defa yapılır sabittir. Bu
durumda ailenin ilerde muhtemelen alacağı en büyük vüsati nazarı itibâra alarak
mı plân yapılmalı? Halbuki çocukların büyüdükten sonra evlenip ayrılmaları,
ailenin hacmini tekrar düşürecektir. Her halükarda sünnette bu meseleyle de
ilgili bazı rivayetlere rastlamaktayız ve bunlardan evin elastikî bir plâna
sahib olması gerektiği sonucunu çıkarmaktayız. Mezkûr rivayetlerden bazıları
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, evin içerisinde, bîr köşede, bulûğa
ermiş kızların kalması için "hıdr" denen bir çadır kurduğunu haber
verir. Hattâ evlendireceği zaman çadırın önüne oturur ve: "Falanca,
falancayı (kızın ve erkeğin ismini söyleyerek) istiyor", der, eğer
içerideki sükût ederse onu isteyenle evlendirirdi, istemediği takdirde vururdu
ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) de istemediğini anlayarak ona
vermezdi" denir.
Diğer bâzı
rivayetlerden de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in bir hasırı olduğunu,
gündüzleyin bunu (üzerine oturmak üzere) yaydığını, geceleyin de onunla (evin
içerisinde kendisi ile başkaları arasında perde olmak üzere) bölme yaptığını
öğrenmekteyiz. Zeyd Ibnu Sabit (radıyallahu anh)'ten gelen rivayette, hasırla
bölme işinin mescidde yapıldığı tasrîh edilir. Ancak bu evde de yapılmış
olduğunu nefyetmez. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den Müsned'ât tahrîc edilen
rivayette aynen şöyle denir: "Bizim bir hasırımız vardı.Onu gündüzleri
yayar, geceleri de (onunla) hücre yapardık (...)".
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hücrelerinde çadır kurup, bölme yaptığına delâlet eden daha sarîh
başka rivayetler de mevcuttur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in âzadlı
cariyelerinden Ruzey-ne (adıyallahu anhâ)'nin rivayetine göre, "Hz. Aişe
(radıyallahu an-hâ)'nin hücresinde (ihtiyâç halinde) içerisine girilerek
saklanılan, hurma dallarından (sa'af) örülmüş bir çadır vardı." İçerisinde
toz, toprak ve örümcek ağının bulunduğuna dâir gelen sarahat nazarı itibâra
alınacak olursa bunun pek sık kullanılmadığı anlaşılmaktadır.
Hülâsa, muhtelif
rivayetler nazara alınınca, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hücrelerinde, mahremiyyet vs. maksadlarla perde germek, küçük çapta çadır
kurmak gibi çeşitli tedbîrlere tevessül ederek evi genişletme imkânları aradığı
ve evin de bu çeşit teşebbüslere imkân verecek durumda olduğu anlaşılmaktadır.
Burada son olarak şu
noktayı da belirtelim ki; Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in evi
zevcelerinden her birine birer oda isabet edecek şekilde idi. Üstelik, daha önce
başka vesilelerle de belirttiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)in çocukları yanında kalmıyorlardı. Zâten Medine'de iken, sâdece
Mısırlı cariyesi Mâriye (radıyallahu an-hâ)'den çocukları olmuştu. O da diğer
zevceleri gibi mescidin yanındaki hücrelerden birinde değil, ayrı bir yerde
kalıyordu. Nitekim daha Önceki bahislerimizde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in süt annesi (radıyallahu anhâ)'nde olan çocuğu için sık
sık.ziyarete gittiğini de zikretmiştik.[305]
Evin mutfak, hela,
gusülhâne.. gibi sabit unsurlarına gelince, bunlardan bir kısmının eskidenberi
bütün evlerde mevcut olmasına rağmen bir kısmının îslâmî kültür ve terbiyenin
bîr icâbı olarak sonrada ilâve edildiği anlaşılmaktadır ki bu durum, mesken
sosyolojisinde "meskeni kültürün arz üzerine vurulmuş bir damgası kaba!
edip, evdeki her bir inşâî unsurun, içerisinde yaşayanların kültüründe mevcut
zevk, inanç ve alışkanlıklarına tekabül ettiği" fikrini savunanları
te'yîd etmektedir. Komşularından biriyle müşterek -olan fırın, bâzı kereler
-maddî darlık sebebiyle - iki ay boyunca ateş yıkılmadığı bildirilen mutfak,
umumiyetle evlerin üst kısmında yer alıp, merdivenle çıkıldığı anlaşılan ve
müstakil bir odadan müteşekkil meşrübe, içerisine eşya koymak için evin
dâhilinde inşâ edilen ve kapışma perde çekilerek örtülen, sofa, raf, duvarda
eşya koymaya mahsus oyuk, ışık ve hava için açılan delik (kevve), evin bir
kenarında altına eşya koymak için inşâ edilen üzeri Örtülü tariflere nazaran
bugünkü dîvânı andıran sabit hücre-, vs. manâlarına da gelen sehve, büyük odaların
içerisinde inşâ edilen küçük çaptaki dar mahdâ, câhiliye devrinde kocası ölen
kadınların matem alâmeti olarak bir yıl boyu girdikleri tavam son derece basık,
dar âdi hıfş gibi câhiliye evlerinde de bulunan unsurlar istisna edilirse,
hela, güsûlhane, misafir odası, namazgah gibi bâzı kısımlar İslâmî kültürün
bir icabı olarak müslüman evlerin plânında hemen hemen umûmî bir şekilde yer
almıştır. Ahlâk kitaplarında "bina hususundaki sünnetler" meyânında:
"Büyük ve küçük, abdest bozmaya mahsûs bir yer (hela), abdest ve gusül
için bir yer (gusülhâne), ziyafet için bir yer (misafir odası - ki ziyafet
odası demek daha doğrudur-) zira hadiste vârid oldu ki: "Her şeyin bir
zekâtı vardır, evin zekâtı da ziyafettir (.,.)" ifadesine hemen hemen eyni
lâfızlarla yer verilmesi, bu plânın umumiliğini ifâdeye kâfidir.
İslâmî inancın getirdiği
mühim unsurları görelim.[306]
Buhârî, Müslim ve
diğer sünnet kitaplarında gelen rivayetlerden, İslâm'dan önceki Arap
cemiyetinde, evlerde hela bulunmadığını anlıyoruz, tıpkı yakın zamana kadar
Avrupa evlerinde ve hattâ saraylarda bulunmadığı gibi. İhtiyâcı gelenler
kazây-ı hacet için şehir dışına çıkmaktadır. Bidayette Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) ve zevceleri de aynı geleneğe uymuşlardır. Ancak
kadınların gece karanlığından bilistifade akşamdan akşama Medine'nin dışında
Menâsf denen "husûsî yerler"e kazâ'yi hacet yaptıkları, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in de bu maksatla şehir dışına çıkarak "kimsenin
göremiyeceği kadar uzaklaştığı" ve hattâ Muğammis denen ve Mekke'ye üçte
iki fersah mesafede, (Tâif yolu üzerinde bulunan) bir yere kadar gittiği
rivayetlerde tasrih edilir. Bu hal, tesettür âyetinin gelişine kadar devam
etmiş, ancak ondan sonradır ki evlerde helalar inşa edilmiştir. Semhûdî'nin
kaydettiği bir rivayetten Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in, hücreleri
için inşâ ettirdiği kenefin Hz. Aişe (radiyallahu anhâ)'nin hücresi ile kızı
Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın hücresi arasındaki boşlukta yer aldığını
anlamaktayız.
Dînin bu vecîbesi,
evlerde hela ilâvesiyle inşaat plânlarım değiştirmekle kalmamış, helanın
yönüne de te'sîr etmiştir. Hz. Peygaber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
"Kazâ-yı hacet ve bevl sırasında ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyin
(...)" mealindeki hadîsler müslüman evlerde helaların istikâmetine de yön
vermiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) bu karan verdiği zaman
kararını Mekke ahâlisine de duyurmak için Sehl İb-nu Hanîf i husûsî elçi olarak
yollamıştır. Rivayetler, Mısır'a ve Şam'a gelen müslümanlann orada yönü
kıbleye müteveccih olarak eskiden inşa edilmiş olan helalarda bile imkân
nisbeıinde bu emre riayet ettiklerini gösteriyor. Alimler bu yasağın kır gibi
etrafı açık yerler için vârid olduğu, kapalı yerler için olmadığı arka tarafın
çevrilebileceği, ön tarafın çevrilemeyeceği, yasağın Kudüs cihetine de (yâni
her iki kıbleye de) râci olduğu hususlarında sünnette gelmiş olan muhtelif
rivayetlere dayanarak münakaşa etmişlerdir. Bundan başka helalarda su bulundurmak,
suya imkân verecek şekilde inşâ etmek gibi hususiyetler, sünnetteki ilgili emirlerden
menşelerini almışlardır.[307]
Heladan sonra mühim
bir unsur banyodur. Az önce söylediğimiz gibi İslâmdan önce de varlığı
düşünülebilse de îslâmiyetten sonra evlerin vazgeçilmez bir unsuru olmalıdır.
Hem abdest almak, hem de gusletmek için ihtiyaç vardır. Hastalığı sırasında
Hz, Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)' in leğen içerisinde yıkandığına dâir
rivayet olmakla beraber Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'in guslünden sonra kardeşine, Rasûlullah
(aleyhissalâtu vesselam)'in az su ile guslettiğini göstermek niyetiyle, perde
gerisinde bir sa' su ile yıkandığına dâir rivayetler Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)nin hücresinde gusle mahsus husûsi bir mahallin varlığını ifâde eder.
Nitekim az ilerde tasvirle ilgili olarak Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dan
rivayet edilen: "Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesselam)
bir seferden dönmüştü. (O'nun)
yokluğu esnasında üzerinde (kanatlı at) timsâller(i) bulunan bir durnûku eve
(sehve üzerine) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti. İndirdim. Ben ve Hz.
Peygamber (aieyhissalâtu vesselam) bir tek kaptan su alarak yıkanıyorduk"
hadîsinde Hz. Aişe'n'm perdeden söz ederken hiçbir sebep yokken gusle geçip,
ondan söz etmeye başlamasını, Kirmanı, rivayette üzerinde perde çekilen mezkûr
sehve'nm güsulhâne (muğtesel) olabileceği ihtimâli üzerinde durmaktadır. Sehve
hakkında ilerde kaydedeceğimiz tasvirler de bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir.
Bu durumda Hz. Aişe'n'm hücresinde gusülhane olduğu hükmüne varılabilir. Bunu
takviye eden diğer bir husus az önce temas ettiğimiz Hz. Peygamber
(aleyhissalâ-tu vesselâm)'in hasta iken içerisinde yıkandığı leğenle ilgili:
Rivayette bunun Hz. Hafsa'ya ait olduğu tasrîh edilmektedir. Hz. Aişe'n'm
odasında bulunan Hz. Peygamber (aieyhissalâtu vesselam) hasta olması sebebiyle
güsulhânede yıkanmıyor, daha kullanışlı olduğu için Hz. Hafsa'nm leğeninde
yıkanıyor.[308]
Hadiste dünyevî
hayatın şekavet ve huzursuzluklarının baş amillerinden biri olarak gösterilen
fena mesken, içerisinde yaşayan her yaştaki sakinine zararlı olmakla beraber
en büyük zararı çocuklara yapmaktadır. Meskenin çocuğun terbiye ve sıhhatli bir
gelişme göstermesindeki ehemmiyetini ibraz sadedinde: "Lojmanda baş yeri
çocuk almalıdır. Lojman çocuğun ihtiyaçları nazara alınarak plânlanıp inşâ
edilmelidir" denilmektedir. Günümüz araştırıcıları çocuk ölüm nisbetinin
nâmüsâit evlerde müsait evlere nazaran daha önde olduğunu tesbît etmiştir. Sağ
kalanlar içerisinde de çocuk suçlan işleyerek mahkemelere, çeşiti ruhî ve
bedenî arazlarla hastanelere düşenlerin nisbeti yüksektir.
Bunlardan başka çocuk
şahsiyetinin gelişmesinde de bu dar evlerin menfi rolü büyüktür. Hz. Peygamber
(aieyhissalâtu vesselam)'in çocuklarla münâsebetini incelerken çocuğa tam bir
hürriyet tanımanın esâs olduğunu görmüş. Hz. Peygamber (aieyhissalâtu
vesselâm)'in çocuklara aşırı sevgi göstermekten başka müdâheleden de
kaçındığını belirtmiş, hele dayağa hiç yer vermediğini misâllerle beyân
etmiştik. Halbuki dar meskende, her'ailenin ulaştığını tetkik edip
karıştırarak merakını tatmîn etme, her an hoplayıp zıplayarak eğlenme, gürültü
yapma fıtratında olan çocukların mütemâdî müdâhale, azar, tekdir te'dip ve
dayağa mâruz kalmaları için en iyi ortam hazırlanmış oluyor. Hz. Peygamber
(aieyhissalâtu vesse-lâm)'in evinin sadeliği, mü si umanlara sadeliği tavsiye
edip dikkat çekici, "dünyâya çekici" tezyinatı istihkar edişi de
çocuk terbiyesi noktasından değerlendirilebilir. Zira, günümüzde olduğu gibi,
bu çeşit câzib biblolar, tablolar, rengârenk ve parlak masa ve sehpa Örtüleri
gibi hep çocukları kendine davet eden çeşitli süsleme unsurları çocuklara
müdâhale imkânlarına sayılan nisbetinde arttırmaktadır. Hele bunlar ellerinin
ulaşacağı seviyede, -darlık veya odaların düşüncesizce plânlamaları sebebiyle
de -günlük cevelân sahasının içerisinde yer alıyorlarsa böyle bir ev, çocuklu
bir aile için büyük küçük herkese, gerçekten büyük bir huzursuzluk kaynağı
olacaktır. Bu açıdan eski evlerimizi takdir etmemek elden gelmiyor. Bugünkü,
üzerlerindeki tezyin unsurlarıyla çocukları kendine çeken, her an kırılıp
dökülmeye hazır koltuk ve sehpâlara bedel, her bakımdan emniyetli, çocuk
ölçüleriyle de mütenasib kanapeler, minderler, çocukların ulaşamayacağı
seviyede (raflarda, duvarlarda) yer alan tezyin unsurları, onların
terbiyesinde, anne-babaya âdeta yardımcı durumundadırlar. Geniş ve iyi
plânlanmış meskenler, bu yeni şartların zararlarını asgarî bir nisbe-te
indirebilirse de dar evlerde -ki günümüzde iktisadî ve içtimaî bir sebeplerle
çoğunluğu teşkil etmektedirler mümkün değildir.
Darlığın çocuğun ruhî
inkişâf ve terbiyesiyle olan menfî ilgisini araştırıcılardan dinleyelim:
"Bir evde oda başına düşen ferd sayısı T den 2.5'a yükselirse çocuk çabuk
sinirlenen, kırıp dökmeyi huy edinen bir tip
olur." Bu ifâde
bir başka ekibin "Evin genişliği, adam başına ortalama sekiz - on
metrekareden daha az bir yer isabet edecek şekilde dar olursa ebeveynle
çocuklar arasıdaki münâsebetler son derece gergin olur, ebeveyn çocuklara
bağırıp çağırmaktan kendilerini alamazlar" hükmüne tevâfuk etmektedir. Bu
araştırmalardan bahsederken şunu belirtmek gerekir ki kalabalık ve dar
meskenlerde çocuk, davranış bozuklukları göstermek tehlikesiyle haşhaşadır.
Sonunda genç çocuğun ruhî gelişmesi önlenmiş olur ve böylece ortaya çıkan
gecikme, şartlar değişmedikçe bir daha telâfi de edilemez. Çocukta meydana
gelen "bir kısım ruhî bozuklukların, çocuğu anne-baba ile aynı odada
yatıp kalmasından" ileri geldiği artık bilinen bir husustur.
|
||||
Ailede ferd sayısı |
Bir lojmanda ikâmet
edilebilir oda sayısı Geniş
Yeterli
Yeiersiz Çok
yetersiz _ |
|||
I |
2 |
1 |
|
|
2 |
3 |
2 |
1 |
|
3 |
4 |
3 |
2 |
1 |
4. |
4 |
3 |
2 |
1 |
5 |
5 |
4 |
3 |
2 |
6 |
5 |
4 |
3 |
2 |
7 |
fi |
5 |
4 |
3 |
|
6 |
5 |
4 |
3 |
9 |
7 |
6 |
5 |
4 |
Fena Meskenlerin
İçtimaî ve İktisadî Neticelen ve Bunları Telâfi Etmek için gösterilen
Gayretler:
"Bu seriye giren
hâdiseler, beşeri ve ahlâki plânda tecâhülü imkânsız, insanı isyana sevkeden
vahim bir durumu gözler önüne sermektedir. Fena mesken, bir yandan esâs
sebebini îeşkîl eden içtimaî eşitsizlikleri takviye edip artırırken diğer
yandan da ferd ve ailelerin bozulmalarının yegâne sebebi olmaktadır.
(...)"
"Fena meskenler,
gruplar teşkil edecek şekilde bir arada bulundukları zaman, cemiyetin dışında
kalan fertlerin bir araya gelmesine imkân hazırlayan yuvalar ortaya çıkmış
olur. Böylece o fertlerin tekrar düzeltilmeleri iyice zorlaşır. Diğer taraftan,
itisâdî imkânsızlıklar sebebiyle başka yerde yerleşmeyecek olan aileler de
bozulmaya yüz tutacaklar. Bu durum, sâdece vahim ruhî neticelere müncer olmakla
kalmıyor, aynı zamanda devlet için de çok pahalıya mal oluyor. Hattâ
gecekondunun bir "lüks maddesi" olduğu söylenmiştir, içtimaî Muavenet
Dâiresi gecekondularda oturan muhtelif ailelere hastalık ve hastaneye
kaldırılmaları için yapılan masrafları rakamlara vurmayı denedi. Devletin
karşıladığı yük, gerçekten ağır (....) Bâzan o kadar ağır ki, aile için
mükemmel dayalı döşeli bir mesken inşâsı daha ucuza çıkıyor. Bu değerlendirmede
ne komşulara da bulaştırma tehlikesi, ne hastalık sebebiyle kişinin kaybedeceği
iş verimi, ne de ailenin çekeceği ızdırâb ve bozulmalar hesaba katılmamıştır.
Meselâ A.B.D'de Cleve land şehrinin gecekondu mahalleleri ağır bir yüktür.
Orada şehir halkının sâdece onda biri oturduğu halde, şehirdeki mevcut polis,
itfaiye ve içtimaî muavenet hizmetlerinin %26'sı, bütün şehir sakinleri için
yapılan masrafların da %36'sı onlara gitmektedir. Bu nisbet bir çok Amerikan
şehirlerinde mevcuttur."
Son araştırmalarla,
mesken darlığının, bilhassa çocuk için bir yıkım olduğunu anlayan batılılar,
iktisadî imkânlarına paralel olarak, mesken telakkilerini değiştirerek ferd
başına bir odayı esâs alma görüşüne ulaşmışlardır. Le Monde Gazetesinin bir
haberinden Fransa'da 1976 yılı içerisinde, sırf günlük vaktinin mühim bir
kısmı mutfakta geçen anneyle, bu esnada çocukların münâsebetlerini en iyi bir
tarzda tanzim etmek gayesiyle, bundan böyle inşâ edilecek meskenlerde
mutfakların en az 12 m2 olması için kanunî mecburiyet koyma cihetinde prensip
kararına varıldığım öğreniyoruz.
Çocukların ihtiyacı
nazar-i itibâra alınarak kanunlaştınlan diğer bir husus, lojman dışı
genişlikle ilgili. İslâmî meskenin plânını incelerken "hanenin
müştemilâtından" olarak telakki edildiğini belirttiğimiz avlu unsurunun
modern "blok inşaatları" dediğimiz toplu meskenlerde ortadan
kalkmasının husule getirdiği boşluk ve ızdıraplan telâfi etmeyi, -hiç olsun
azaltmayı-, hedef edinen bu tedbîre göre Fransa'da- şimdilik resmî, blok
inşaatlarında lojman başına asgarî, 0,75-1,000 m2'lik bir boş saha bırakılacaktır.
Bu tedbirlere
ehemmiyet veren Fransa'da doğum nisbetinin düşüklüğü sebebiyle çocuk sayısının
son derece az olması bir yana, kış mevsiminin oldukça mutedil ve nisbeten kısa
geçtiğini, her şehirde mahalle aralarında sık sık irili ufaklı parklar, çocuk
bahçeleri vs. olduğunu, çocuklar için ayrıca ana okulları, kreşler
bulunduğunu, kaldırımların oldukça geniş olduğunu vs. nazara alırsak,
yurdumuzda bu tedbirleri daha da çoğaltmaya, çocuk sayısı, kış süresi ve diğer
bir kısım imkânsızlıklara muvâzî olarak değişik rakamlara yer vermeye mecbur
olduğumuzu anlarız. İstanbul'un bahçelerden mahrum edilmiş, parklardan yoksun,
kaldırımları -bazân hiç yok denecek kadar - dar, nüfûsça kalabalık yerlerinde
çocuklar ömürlerinin baharını yaşamaktan çok uzaktırlar. Bu talihsizlerin
sağlıklı bir gelişim göstermeleri, tesadüfe kalmış gibidir.
Bu fecî durumu bütün
büyük şehirlere teşmil etmek gerekir. Hele Erzurum gibi iklim îcâbı sekiz ay
içeride kalmak zorunda olan çocukların durumu yeni inşaatlarda behemahal nazara
alınmalıdır.[309]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in evinde yer alan malzeme, ile de ilgili bâzı
rivayetler mevcuttur. Bunlar tezyîn işinde olduğu gibi tefrîş işinde de
sadeliğin esâs olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer îlâ hadisesiyle ilgili
ziyaretinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evini gözleriyle tedkîk
ettiğini belirttikten sonra bize çok kıymetli bir tasvir sunar. Anlattıklarına
göre bu ziyarette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) niçin ağladığını
sorunca: "Nasıl ağlamayayım, şu hasır vücûdunda izler bırakmış, odada ise
görülenlerden başka bir şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser nehirler, meyveler
içerisinde (altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar üzerinde) olsunlar, sen ise
Allah'ın Resulü (ol da böyle yokluk çek); sana da yatak yapsak olmaz mı? der.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'in (bir rivayetteki) cevabı aynen
şöyle: "Benim dünyâ ile ne alâkam var, ben dünyâda kendimi bir ağacın
altında gölgelenip sonra bırakıp giden yolcu gibi görüyorum."
Böylece Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) nezdinde sadeliğin bir esâs olduğunu belirttikten
sonra bazı ana malzemeden bahsedebiliriz.[310]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'in evinde sergi olarak umumiyetle, yukarıda da sözü
geçtiği gibi, hurma yaprağından örülmüş hasır zikredilir. Daha önce de temas
edildiği üzere gündüzleri alta yayılan bu hasır, geceleri de evi bölmek için
perde olarak kullanılmaktadır.
Halı Araplarca
bilinmekle beraber Hz. Peygamber (aleyhissalâtu ves-selâm)'in ve umumiyetle
mülümanların kullanmadığı anlaşılıyor. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) kullanmadığı için Ashâb'dan bunun kerahetine zâhip olanlar da
çıkmıştır. Ancak şu rivayet bunun kullanılmayışının maddî darlık sebebiyle
olduğunu ve hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)Mn halıya cevaz da
verdiğini göstermektedir. Hz. Câbir anlatıyor: "Evlendiğim zaman Hz.
Peygamber bana: "Halılar da te'min ettin mi?" dedi. Ben de:
"Halıyla da ne alâkamız var?" dedim. Bunun üzerine: "Fakat bil
ki yakın bir gelecekte halılar da olacak" buyurdu. (Müslim, Libâs 39)
Buradaki cevazın daha
ziyâde yere serilen halılara olduğu, sırf tezyîn kasdıyla duvara halı vs.
asmanın hoş karşılanmadığı belirtilmektedir.
Müslim'in tahrîcinde,
kapının üzerine halı asan Hz .Aişe (radıyallahu an-hâ)'ye Rasûlullah
(aleyhissalâtu vesselam)'in: "Allah taş ve toprağa elbise giymeyi
emretmemiştir" diyerek indirttiğini görmekteyiz. Buhâ-ri'nin bir
tahrîcinde, îbnu Ömer (radıyallau anhüma) tarafından davet edilen Ebû Eyyûb
(radıyallahu anh) da duvarın bir örtü ile kaplanmış olduğunu görünce
(duraklar). İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) "Bu meselede kadınlar bize
galebe çaldı (söz dinletemedik)" der. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh):
"Başkastn(m evde böyle bir münkereyer vereceğin)den korksam da senden
kormazdım" der ve geri döner. (Buhari, Nikâh 77) îbnu Hacer, başka
rivâyeteıe dayanarak, bu davetin îbnu Ömer'in oğlu Sâlim'in düğünü vesilesiyle
yapıldığını belirtir. Abdullah İbnu Yezîd oturup ağlar. Sebebi sorulunca:
"Nasıl ağlamayayım" der ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
" (...) Dünya size galebe çalacak (...) siz bir elbiseyle evden çıkıp, bir
başka elbiseyle geri döneceksiniz, evlerinizi de Kabe'yi örter gibi
örteceksiniz" (...) dediğini duymuştum" der. (el-Metâli-bu'1-Âliye,
II, 264.)
Hülâsa bu konuda
muhtelif rivayetleri veren îbnu Hacer duvara halı vs. çekmenin hükmü
husûsusunda "Ihülâf-ı kadim" var dedikten sonra cumhûr-ı Şâfiyyenin,
kerahetine hükmettiğini belirtir. Hanefiler de bu çeşit tezyinatta mübalağayı
tavsiye etmezler.[311]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ev malzemelerinden biri de bir karyoladır (şerir).
Rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in torunu Hasanım oynamakta
olduğu bir köpek yavrusunun zaman zaman bunun altına girdiğini ve hattâ orada
öldüğünü belirtirler. Yerine göre leğen, evrak gibi bâzı eşyaların konduğu,
küçük hayvanların girebildiği bu karyolanın altı boştur.
Süheyli bu karyola
hakkında şu bilgiyi verir: "Rasûlullah (aieyhissa-latu vesselam)7 in
karyolası lifle çatılmış tahtalardan (mâmûl) dü. Benû Ümeyye zamanında satıldı.
Bir adam. bunu 4.000 dirheme satın aldı.
Ebu Rifâ'a'
(radıyallahu anh)'m rivayetinden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in
ayaklan demirden olan bir sandalyesi olduğunu, Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin
rivayetinde Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'in kızı Fâtıma'nm el
değirmeni kullanmaktan ellerinin yara ve nasır bağladığını öğreniyoruz.[312]
Evde zaruri olandan
fazla yatak bulundurmayı yasaklamış bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in kendisinin tek yatağı olduğu, bunun da kılıfının deri, içerisinin
ise hurma lifleriyle doldurulmuş bulunduğu belirtilir. Yastığı için de aynı
tavsifde bulunulmuştur. Bu haliyle bir hayli sert olduğu soylenebilen bu
yatak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayat karşısındaki sadelik ve
zühdünü ifâde etmektedir. Çocukların yatağı hususunda terbiye kitaplarında
"sert olması" için yapılan tavsiyeler bu tavsiflerden alınmadı ise
hükemâ ve ettibamn sözlerinden alınmış olabilir. Zira bu konuda Hz.Peyegamber
(aleyhissalâtu vesselam)'e nisbet edilen herhangi bir rivayete rastlamadık.[313]
Bilhassa tesettür
vâsıtası olması sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in
hücrelerinde yaygın bir şekilde perde kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Bttftâri'dt geçen "odasının perdesini açtı" cümlesinde kullanılan
"es-Sicfu" isminin boydan boya ortadan bölünmüş perdeye ıtlak
edildiğine bakılırsa Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in penceresinde
(daha kullanışlı olan) iki kanatlı perde kullanmış olabileceğine
hükmedilebilir.[314]
Bâzı rivayetler.
" Hz, Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in, evde hurma kütüğünden bir
leğen bulundurduğunu, geceleyin bunu kullanıp karyolasının altına
koyduğunu" haber verir. Bâzı âlimler "evde bevli bekletmeyin, zira
melâike, bekletilmiş bevl olan eve girmez", "Evde leğen içerisinde
bevl bekletilmesin (...)" (Kenzu'l-Ummâl,, IX, 209) gibi hadislere
dayanarak bu iki hadisin tearuzundan bahsetmişse de Suyûti'nin belirttiği üzere
yasaktan maksad uzun süre bekletme olabilir. Kaldı ki Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)in hastalığı sırasında (küçük abdest bozmak için) leğen
istediğine ve yine hasta iken leğen içerisinde guslettiğine dâir rivayetler
gelmiştir. Şu hâlde eve seyyâliyyet kazandıran bir unsur olarak leğen, diğer
ev eşyaları arasında mühim bir yer işgal etmiş olmalıdır:[315]
Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'den gelen, gece namazıyla ilgili bir rivayette geçen: " O sırada
evlerde lâmba (mesâbih) yoktu" cümlesinden anlaşıldığına göre bidayette
lamba Medine'de kullanılmamaktadır, Zâten diğer bâzı rivayetler, bunun ilk
defa hristiyânlıktan mühtedi Te-mimud-Dâh tarafından getirildiğini
bildirmektedir. Her hâili kârda kandil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)
zamanında evlere girmiş olmalıdır. Zira Buhari'nin el-Edebü'1-Müfred'de yaptığı bir tahricten
an-
lıyoruz ki, yanık
bırakılan kandilin fitilini bir fare alıp tavana götürdüğünü, geceleyin
uyanmış olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)*in görüp muhtemel bir
yangının önüne geçtiğini, Hâkim'in rivayetinde bu fitilin fare tarafından geri
getirilip Peygamber (aleyhisselâtü vesselamdın yanma bırakıldığı, dirhem
büyüklüğünde bir yerin yanmasına sebep olduğu sarâhatına rastlarız. Muhtemelen
bu hâdiseden sonra olacak ki yatarken kandillerin söndürülmesini Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâtu vesselam) sıkı sıkıya tavsiye etmiştir.[316]
Evde aranan diğer bir
fonksiyon, içinde yaşayanlara mahremiyet imkanlarını sağlamasıdır. Sünnet bu
hususa da ehemmiyet vermiştir. Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı
bir iltica yeri değil, aynı zamanda insanda fıtrî olan mahremiyeti sağlama
yeridir. Bu sebeple eve "haram" denmiş ve buraya sahibinin izni
olmadan girilmesi yasaklanmıştır.
Sünnetin beyânlarına
göre mahremiyeti ihlâl sâdece "girmek" fiiliyle tahakkuk etmez,
"bakmak" la da vukua gelir. Bu sebeple, "hiç kimse izin
almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş
gibidir, denir ve bu fiil, "helâl olmayan fiiller" meyânında zikredilir.
(Ebû Dâvûd, Taharet 43).
"İzin istemek
(isti'zan) göz sebebiyle vaz edilmiş olduğu" için izin henüz tahakkuk
etmeden gözün içeriye kaymamasına dikkat etmek gerekecektir. Bu sebeple kapıyı
çalarken, kapıya yüzünü dönerek değil, yan dönerek durmak emredilmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de böyle hareket ettiği belirtilir.
" Kim, bir başkasının evine ıttıla peyda ederken gözü çıkarılır da diyet
için müracaat etmeye kalkarsa bilsin ki hiçbir hak talep etmeye hakkı
yoktur"hükmü bu meselenin ciddiyet ve ehemmiyetini teyîd eder. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan
bir adama, elindeki tarağı göstererek: "Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu
tarağı gözüne sokardım" der, İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın bildirdiğine
göre Hakem İbnu Ebîl Âsî (radıyallahu anh)'yi içeriye bakarken tesbît eden Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) " Ben sağ olduğum müddetçe Medine'de
oturmayacaksın" diyerek Taife sürer. (Mecmau'z-Zevâid, VIII, 43)
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in: " Bir kimse kapısı açık bırakılmış (veya
giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar da (içeriye) bakarsa kabahat onda
değil, ev sahibindedir" (Tirmizî, İsti'zân 16) sözü, mahremiyeti bozmama
hususunda sâdece yoldan geçenin veya eve uğrayan ziyaretçinin değil herkesin,
bütün ev sahiplerinin dikkat etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Her aile
dışarıya karşı mahremiyetin te'mini için gerekli tedbiri almalı, bunu te'min
vâsıtası olan perde, kapı vs. ye dikkat etmelidir. Aksi takdirde mahremiyetin
ihlâli vak'asında "ev sahibi kabahatlidir."
Bu hadis müslümanları,
evlerin planlanmasında mahremiyyet unsurlarının yerleştirilmesinde itinâya
davet etmektedir. Kapılar ve pencereler bu maksada en uygun şekilde yerleştirilmelidir.
Umumiyetle giriş kapılarının arkasında yer alan aralık (antre) kısmı bu
maksatla ihdas edilmiş olabilir. Şu hâlde bâzı yeni plânlamalarda bunun ihmali,
bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.[317]
Meskenin şâmil olması
gereken muhtemel plânını incelerken de belirttiğimiz üzere, plâna, sâdece aile
dışındakilere karşı duyulan mahremiyet değil, " zevce ve sağ elin sahip
olduğu (yani câriye) dışında kalan" bütün aile efradına karşı korunması
emredilen mahremiyyet de te'sir etmektedir. Hz. Câbir'den: Hz. Peygamber
(aleyhisselâtu vesselam): " Kişi çocuğundan - ne kadar yaşlı da olsa-
annesinden, erkek kardeşinden, kız kardeşinden ve babasından izin
almalıdır" (el-Edebu'1-Müfred, s. 365; hadis no: 1062) dediği rivayet
edildiğine göre, bunlarla beraber yaşandığı takdirde, bu ferdlerden her
birinin birbirlerine -en az Kur'ân'in belirttiği üç vakitte- isti'zânla gidip
gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir. Yukarıdaki hadisi
"Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı evlerde yaşamaları hâline
râcidir" diye yapılabilecek muhtemel bir îtirazı şu hadîsle
cevaplandırabiliriz: "Atâ' İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bir adam gelerek sordu: ltYâ
Rasûlullah annemin yanına girerken izin isteyeyim mi? " "Evet"
cevâbını verince adam tekrâr;"£|er ben evde onunla berabersem?" Hz.
Peygamber: "İzin iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet
etmekteyim' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: (Öfkeyle): " Annenden izin
iste, onu üryan olarak görmekten hoşlanır mısın?" dedi. Adam:
"Hayır" deyince: "Öyle ise (her seferinde yanına girerken)
annenden izin iste" buyurdu." (Muvatta, İsti'zân 1)
Bilhassa bu son
rivayette, hayâtının büyük bir kısmını geçirdiği evinde fertlerin, gönlünce ve
kılık kıyafet bakımından da oldukça serbest olabilmesi için behemahal müsait,
müstakil bir odaya muhtaç olduğu ifâde edilmektedir. Müslüman aile geçici
darlıklar müstesna, devamlı dar yerlerde kalmamalıdır.Bulûğ sahfasını aşan -
ve hattâ bulûğa yaklaşan- aile ferdleri, anne baba dâhil, müstakil birer odaya
sahip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını istediği ideal mesken tipi budur.
Burada bir kere daha
tekrar edelim ki günümüz sosyologları dar meskenin zararları üzerinde ısrarla
durmaktadırlar. Bunlar çok yönlü olarak mahzurludurlar. Ezcümle, dar
meskenlerde ve bunların bir araya gelmesiyle teşekkül eden muhitlerde,
zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer ölçülerinin kaybolduğu, bunların
yerine, cemiyete ters düşen yeni değerlerin çıktığı, binnetîce telakki ve
davranışların da değişerek, yeni davranışların ortaya çıktığı tesbit
edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve nâmüsâid yerlerde
kalanlar sosyal yönden "anormaller" olarak kabul edilmekte ve
"cemiyetin kayıpları" nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun
müddet böyle dar yerlerde kalanların, müsâid meskenlere geçtikleri zaman,
buralara intibak edemedikleri, yeni ve normal hayat şartlarına intibak
edebilmeleri için "bunların, her seferinde, takip edilmeleri" ve
"yeniden terbiyeden geçirilmeleri" gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu
meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda, Belçika, İngiltere, A.B. Devletleri,
Fransa gibi ileri memleketlerde "bu, sosyal yönden bozulmuşlar" &
normal ev verilmezden önce, "yeniden terbiye edilerek" cemiyete kazandırılmak
düşüncesiyle, husûsî surette inşâ edilmiş mutavassıt lojmanlarda belli bir
müddet (10-12 ay civarında) oturmaya icbar edilmişlerdir.
Batı Medeniyeti'nin
Zevali (Le Declin de FOçcident) adlı eseriyle ün yapan Spengler'in ifâdesinde,
medeniyetlerin çöküş sebebi olarak gösterilen "Medenînin kısırlığı (la
sterilite du civilise) bir başka deyişle doğum azalması, sosyologlarca geniş
ölçüde mesken şartlarına bağlanmış olması da bize enteresan gelmektedir.
Muhtelif araştırmalardan: "Çok dar ve gayr-i müsâid meskenlerde,
davranışlarda her çeşit kontrolün kaybolmaya yüz tutması sonucu doğumun,
fizyolojik bir hâl alarak arttığı müsâid meskenlerde oturan ailelerde de tabî
bir şekilde arttığı, bu ikisi arasında kalan nâmüsâid evlerde ise azalmaya yüz
tuttuğu" sonucunun çıkarıldığı belirtilmiştir.[318]
Sünnette üzerinde
titizlikle durulmuş olan diğer bir husus, içerisinde ikâmet edilen meskenin
dekorudur. Ev içerisinde yer alan her bir eşya ve eşyada tezahür eden telkîn
unsurları üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissa-lâtu vesselam) hassasiyet
göstermiştir. Gerek kendi evinde gerekse ashabın evlerinde İslâm kültürüne
muhalif düşen ve başka kültürleri temsîl eden unsurların ve şekillerin
varlığına muttali olunca ya sözle, ya fiille, yahut da ahvâliyle istikrahını
bildirerek müdâhele etmiştir.
Buhârî'nin Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'den yaptığı bir tahrîcte, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in evde, üzerinde haç bulunan her eşyanın haçını mutlaka bozduğu
bildirilmektedir. (Ebû Dâvûd, Libâs 45)
Yasak sâdece haç
şekillerini ihtiva eden eşyalara münhasır kalmayıp Allah'ı yaratma fiilinde
taklîd mânâsı taşıyan tasvirlere de şamil kılınmıştır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) bu mânâyı taşıyan tasvirlerin evde bulundurulma
yasağını: "Tasvirin olduğu yere melek girmez", "En büyük azaba
mâruz kalacak kimseler musavverlerdir", "Dünyada suret yapana
kıyamet günü haydi yaptığına ruh üfle, denecek ve üfleyenıeyecek" (Buhârî,
Libâs 88, 97, BuyıV 40; Müslim, Libâs 81-103) gibi şiddet ifade eden çeşitli
tâbirlerle dile getirmiştir. Bu hususla ilgili rivayetlerden birinde Hz. Aişe
(radıyallahu anha) şöyle bir vak'a anlatır: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselam) bir seferden dönmüştü. (Onun yokluğu esnasında) üzerinde (kanatlı at)
timsaller(i) bulunan bir durnûku (eve) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti,
indirdim (.,.)"Hadîsin bir başka vechinde "üzerinde timsaller bulunan
bir kırantamı, sehve (denen duvardaki hücrenin) üzerine örtmüştüm. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) onu görünce çıkardı ve: "Kıyamet günü
azabın en şiddetlisine duçar olacak Allah'ın yarattıklarını taklîd
edenlerdir" dedi. Ben de ondan bir veya iki yastık yaptım. Bir başka
vechinde: "iki nümruka (minder) yaptım, bunlar evdeydi ve Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) üzerine oturuyordu" der. (Buhârî, Mezâlim 32)
Bu hadîse müsteniden
âlimlerin, gölgesi olmayan tasvirlerin üzerine oturmak, basmak gibi hakîr
durumlarda kullanılan halı, döşek vs. eşya üzerinde bulunmasına cevaz verdiği
belirtilir. Nevevî bu görüşün Sahabe ve Tabiîne mensüb Cumhûrı ulemânın görüşü
olduğunu belirttikten sonra bu meyânda Sevrı, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şafiî'nin
ismini zikreder. Nesâi'mn bir tahrîcinde Hz. Peygamber'in yanına girmek için
gelmiş olan Cibril girmez ve: "Nasıl gireyim, evinde tasvirler ihtiva eden
bir örtü var. Ya suretlerin başım kopar, ya örtüyü üzerine basılan bir sergi
yap. Biz melekler tasvirin bulunduğu bir eve girmeyiz" der. (Nesaî, Zînet
14)
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in
rivayetinde ziyaret için gelmiş olduğu, Sefine Ebû Ab-durrahmân' in rivayetinde
de beraber yemek için vâki'davet üzerine gelmiş olduğu kızı Fâtıma
(radıyallahu anhâ)'nın evine, kapıya asılmış olan nakışlarla süslü perde
sebebiyle girmeden geri döndüğü ifade edilir.
Abdurrezzak'm bir
tahricinde de yemeğe davet edildiği eve geldiği vakit, çeşitli renklerle
tezyin edilmiş olduğunu görür, kapıda durup renkleri saydıktan sonra:
"Keşke tek renk olsaydı" diyerek girmeksizin geri döner. Aşağıdaki
misallerin de te'yîd edeceği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam), bu
davranışla evin tezyininde sadeliğin esas olmasını irşâd buyurmuştur.
İlim adamları bu
rivayetlerden "İçerisinde muharremât bulunan eve girmek ve davete icabet
etmek için önce izâlesine çalışılır, muktedir olunmazsa girilmez, icabet
edilmez' hükmünü vermişlerdir. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
son misâlde "keşke tek renk olsaydı" dediği, birinci misâlde de geri
dönüş sebebini soran Hz. Âlı ye "Dünyâ benim neyime, nakış benim
neyime?" cevâbını verdiği, keza yukarıda zikrettiğimiz tasvirli perde vs.
yi kaldırması için Hz. Aişe'ye verdiği emirle ilgili hadîsin bâzı vecihlerinde:
"Zira bu bana dünyâyı hatırlatıyor", "Zira üzerindeki tasvirler
namaz esnasında dikkatimi dağıtıyor", "Zira eve her girişimde bunu
görüyorum, dünyâyı hatırlıyorum" vs. dediği tasrîh edilmektedir ki bunlar
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in yeni teblîğ etmiş olduğu bir dînin
tam yerleşmesine engel teşkîl edebilecek sebepler hususunda titizliğinin
derecesini göstermektedir. O, istiyordu ki insanlar bütün h i nimetleriyle
Kui'ân'a yönelsin, onun hakîkatlarmı anlamaya, yaşamaya çalışsın. Hattâ bu
sebeple kendisinden. Kür'ân dışında bir şey yazmayı da yasaklamış, bir nevî
câhiliye perestişlerinden biri olan kabir ziyaretlerini de rnenetmişti. Diğer
taraftan "İnsanların kalbi Allah'ın iki parmağı arasındadır, istediği gibi
oynatır" cümlesinde ifâde ettiği beşer tabiafındaki istikrarsızlık
sebebiyle îmân ve amellerine rağmen müşrikliğe âit hatıralar sebebiyle eski
sapıklıklarının tekrar şu veya bu şekilde tezahüründen korkmakta idi. Bu sebeple
o hususlarda Hz. Peygamber {aleyhissalâtu vesselam) titizliği ileri götürmüş,
açık kapı bırakmak istememiştir. Halkın esprisini nazara alışını gösteren en
manidar misallerden biri Hz. Aişe'ye, cahiye devrinde yanlış temele oturtulmuş
olan Kabe'yi, yeniden aslî temeli üzere kurmaya teşebbüs etmeyişinin sebebini
izah sadedinde söylediği şu cümledir: "Kavmin Câhiliye devrine yakındır.
Bu sebeple, (yapacağım tadilatın) kalplerinde nefret uyandıracağından
korkuyorum..."
Şu hâlde
"Câhiliye devrine yakın" olan insanlığın hâlet-i nahiyelerini nazarı
itibara alan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselânf), o devre âit şirklere
alâmet olan herşeye amansız bir mücâdele açmıştır. Bu, put olabilir, putların
tasviri olabilir, o devreye âit bir yemin tarzı, selamlaşma şekli vs. olabilir,
hepsi yasaklanmıştır.
Tasvîrle ilgili
yasaklan, sarihlerin: "Kendisine ibâdet edilen zîruhlann hürmet ifâde eden
tarzda konması haramdır, ayak altına atılması mubahtır" diye formüle
etmesi sünnette gelen yasağın terbiyevî yönünü ifâde _ eder. Bu yasaktan ağaç
tasvîrleri istisna edilmiştir. Ancak Arapların o devirde takdis ettikleri
ağaçları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in yıktırdığını rivayetler haber
verir.[319]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Medine'yi baştan ayağa kontrol ettirerek
"putları kırdırdığı, yüksek kabirleri düzlettiği, tasvîrleri de iptal
ettirdiği" ne dâir rivayetler bu husustaki titizliğinin ne dereceyi bulduğunu
gösterir. Bu rivayetlerden bâzılarında bu maksatla gönderilen "ensârâan
bir adamın": "Yâ Rasûlullah, ben kavmimin evlerine girmek
istemiyorum" diye itirazı - ve bunun üzerine Hz.Alî'nin gönderilmesi,
devletin, (Müsned, 1, 87,138,139) bu hususla ilgili olarak koyduğu yasağın
uygulanmasını takip için evleri kontrolden bile geçirdiğini göstermektedir.
Söylediklerimizi
hülâsa etmek gerekirse, evin dekor ve tezyininde yer alan tezyîn unsurları aynı
zamanda bir telkin vâsıtası kabul edilmektedir. Müslümanın hayat görüşüne ters
düşen unsurların yer almaması gerekmektedir. Son olarak şunu da kaydedelim:
Dehlevî'ye göre duvar ve elbisenin resimlenmesi iki sebepten yasaktır: 1- Fuzûli israf ve iftiharı önlemek,
2- Putperestlik
kapısını açmamak.[320]
Çocuğun terbiyesinden
birinci derecede baba ve sonra anne mes'ul olması hasebiyle evin başlıca
fonksiyonlarından biri, çocuğun mânevi ve ruhî terbiyesinde de en önde yer
almaktır. Bu sebeple daha yapılışı sısında onun maddî mânevi kirlerden temiz
olması istenmekte ve: "binalarınıza haram taş koymaktan sıkının. Zira bu
harap olmanın esâsı (temeli sebebi)dir" (Feyzu'l-Kadir, I, 131)
denmektedir. Bu mehalde olarak Vehb İbnu Münebbih'in "Tevratîa
Okudum" kaydıyla yaptığı rivayette de: "Zayıfların gücü ile (zorla)
yapılan binanın akıbeti harap olmaktır, ha-ramyolla kazanılan malın âkibeti de
fakra düşmektir'7 (Ebu Nuaym, Hil-ye, I, 444) denir ki bu çeşit nasîhatlara
ahlâk kitaplarımızın ilgili bahislerinde rastlanır.
Şüphesiz evi helâl
kazançla inşa etmekle (veya helâl kazançtan kirasını ödemekle) mesele bitmiş
olmuyor. Evin iyi bir terbiye yuvası olabilmesi için her çeşit menhiyattan
sakınılması, farz ve vâcibâtın yerine getirilmesi, bir başka deyişle, İslâm'ın
fiilen yaşanması gerekmektedir. Bu sebeple yasak olan oyun âletleri, ipekten
mamul döşek (halı, yastık, perde vs.) altın ve gümüşten mâmül kap kaçak vs.'nin
evde bulundurulması yasaklanmıştır.
Diğer mühim bir husus
evin sâdece yatma, yeme, istirahat veya emniyet yeri olarak düşünülmemesi,
veya fiilen Öyle bir havanın hâkim kılm-mamasıdır. Bunu Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam): "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin" sözüyle
ifâde eder. Evleri kabir olmaktan kurtaracak şey, evlerde yapılacak ibâdet ve
zikirlerdir, Kur'ân okumak, namaz kılmak, tefekkür ve nefsî murakabede bulunmak
gibi. Bu sebeple: "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, Kur'ân okuyun, Kur'ân
okunan eve şeytan girmez", "Kişi evinde Kur'ân okursa, ev, ehline
karşı genişler ve melekler de orada hazır olur, şeytanlar kaçar, hayır artar.
Kur'ân okunmayan eve gelince, o sahibine daralır, melekler orayı terkeder,
şeytanlar istilâ eder, hayır da azalır". "Nafile namazarınızı
evlerinizde kılın, onları kabirlere çevirmeyin", "Kişinin evindeki
namazı nurdur, öyle ise evlerinizi (namazla) nûrlandınn", "Mescitte
namazınızı eda edince eviniz için de bir nasîb ayırın, zira Allah bu namazdan
dolayı eve (husûsî) bir hayır yapar", "Farzdan sonra en hayırlı
namazınız evlerinizde kıldığınız namazdır" vs. mânevi tevatüre ulaşan pek
çok tarîklerle gelen rivayetler kişinin behemehal evinde namaz kılmasını emretmektedir.
Hattâ bâzı
rivayetlerde bu teşvîklerin bir neticesi olarak evlerde husûsî namazgahlar
(mescidler) ittihâz edildiği anlaşılmaktadır. Buhârî'nin bir rivayetinden daha
Mekke devresinde iken buna başlandığını ve (belki de ilk defa olarak) Hz, Ebû
Bekir (radıyallahu anh)'in evinin avlusunda, bir köşede bir mescit ittihâz
ettiğini görmekteyiz. Medine'de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)*e
çeşitli mazeretlerle müracaat edip evlerinde mescit ittihâz etmek için müsâade
talep ettiklerine rastlıyoruz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) arzu
üzerine evlere gidip "mescit yapmak istedikleri yerde" namaz
kıldırmak suretiyle bu talepleri yerinde ve normal bulduğunu göstermiştir. İbnu
Mes'ııd' (radıyallahu ahhj'dan gelen uzun bir rivayetin son kısmı
"mescid"in husûsî bir hücre olabileceği ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. Hadîste İbnu Mes'ııd (radıyallahu anh) fitne ânında ne
yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam):
"Darına (kabilesinin, akrabalarının kaldığı yere) gir" der. ibnu
Mes'ııd tekrar sorar: "Oraya da gelirse?" Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'in cevabı şu olur "O vakit mescidim; gir
(...)"Keza bir başka rivayette de Zeyneb Bintu Cahş (Radıyallahu anhâ)'m
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'le eklenmezden önce evindeki "mescid"
den bahsedilmektedir."
Hülâsa evlerde husûsî
mescidi er ittihâzı için vâki teşvikten sonra, daha Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) devrinde, bir kısım müslü-. manlar meskenlerinde buna
yer vermişler, alimler de bunu tecviz etmiştir.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'in evlerden menhiyyâtın kaldırılması, Kur ân
okunması, namaz kılınması, hattâ mescidler ittihâz edilmesi gibi dinin evde
yaşanmasına müteallik ısrarlı tavsiyeleri, bir bakıma, evde yeni yetişmekte
olan çocukların terbiyeleri içindir. Zira, böylece onlar, büyüklerinden dini
meseleleri kulaklarıyla işitmiş, gözleriyle görmüş, halleriyle de yaşamış
olacaklardır.[321]
Evle ilgili rivayetler
bize. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) tarafından vaz edilen ve müteakip
halîfelerce titizlikle takip edilen bir ''mesken siyâseti" nin varlığını
göstermektedir. Bir başka deyişle meskenin kültürle olan sıkı irtibatı
sebebiyle bir kısım kültürel değerlerin hayatiyeti için devletin mesken
inşâatını devamlı murâkebe altında tuttuğunu, kanun dışı inşâat tipleri ortaya
çıkınca derhâl müdâhelc ederek bunları ortadan kaldırttığını görüyoruz.
Müteakiben vereceğimiz misâllerden, ferdler ve ailelerin mesken inşası
meselesinde tamamen hür olmadıkları, devletin müdâhale hakkının her an mevcut
olduğu fikrinin vicdanlara iyice yerleştirildiği sonucu çıkarılabilir. Bizi bu
hükme götüren bâzı misâlleri, müdahalenin yapıldığı sahalar çerçevesi
içerisinde inceleyeceğiz.[322]
Şunu belirtelim ki,
meskende genişlik tavsiye edilmiş olmakla beraber israfa yer verilmemesi,
fuzulî inşaatlar yapılmaması için ısrar edilmiştir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam): "Nafakanın hepsi Allah yolundadır, bundan bina
(yapmak için harcanan) hâriç, onda hayır yoktur"der. (Tirrnizî, Kıyâme 41)
Başka rivayetlerde: "Kişinin ihtiyâcı hâricinde, yaptığı her bina sırtında
bir vebaldir", "(Ebû Dâvûd, Edeb 160) Oturmayacağınız binayı yapmayın"
(İbn Hamza el-Hüseynî, el-Beyân ve't-Ta'rif, II, 273), "Kim ihtiyacından
fazla bina yaparsa kıyamet günü onu boynuna yüklenmeye zorlanir"(Mecmaıf
z-Zevâid, IV, 70), "Allah bir kuluna kötülük murâd edince malını binaya
infâk ettirir" (İbn Hacer, Fetliu'1-Bârî, XIII, 336) vs. yasaklayıcı
ifâdeler bulunur.
Mevzu ile ilgili bâzı
hadîsleri vermek için, Buhâri'nin ayırdığı baba "Bina hakkında vârid
olanlar babı" diye mutlak bir başlık atmasından da anlaşılacağı üzere
yukarda verdiğimiz hadîslere istinâd eden bir kısım müsîüman âlimleri, bina
yapmanın kerahetine kaanî olmuşlar, "inşaat için harcanacak parayı kerih
addetmişlerdir", kerahete meyledenlerden İbrahim Nehâ'î mutedil bir ifâde
ile ihtiyâç için yapılan binalardan dolayı "Sevâb da günâh da terettüp
etmez" demiştir. (Tirmizî, Kıyâme 40)
Ancak buradaki
kerâhatin ihtiyâçtan fazla olarak, tefâhur ve gösteriş için yakılan inşaatlara
râci olduğu, "ikâmet, soğuk ve sıcağa karşı korunmak için yapılanlara
şâmil olmadığı" da ayrıca belirtilmiştir. Esasen biz-,zat Hz.-Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)'den: "Kim zulmetmeksi/Jn ve ilâhi hududu tecavüz
etmeksizin bir bina yapacak olursa, bundan Cenab-ı Hakk'ın mahlûka ti istifâde
ettiği müddetçe, ona komşuluk sevabı hâsıl olur" buyurur.
(Mecmau'z-Zevâid, IV, 70)
Binaya para ve emek
sarfetmenin kerahetine kaail olanların, kendilerine delil meyânırida
zikrettikleri, Abdullah İbnu Amr hadîsini de muhkem kabul edemeyiz. Zira bu
rivayet, evini çamurla tamir etmekte olan Abdullah İbım Amr (radıyallahu
anh)'a Hz. Peygamber {aleyhissalâtu vesselam)'in: "(....) Ölümün gelmesi
bu evin yıkılmasından daha süratlidir" (Ebû Dâvûd, Edeb 160) diyerek, bu
meşgûlışetten kerâhat izhâr ettiğini göstermekte ise de Hahbetü'bnü Hâlid ve
Sevâ İbnu Hâlid (radıyallahu anhy'm rivayetlerinde bizzat Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam)-in evini tamir işiyle meşgul olduğunu görmekteyiz.
Üstelik Hz. Ömer {radıyallahu anh)'in de minberden: "Ey nâs, eylerinizi
tamir edin
(....)" diye uyarılarda bulunduğu da
mervîdir. Şu hâlde sâdece bâzı hadîslerin zahirine bakarak: "Sünnet
meskene yapılacak yatırımı kerih addetmiştir" diye hükmetmek, gerçeği
aksettirmekten son derece uzak kalacaktır.
Semerkandî, inşaatta
beis görmeyenlerin Kur'an'dan: "Allah sizi (...) yeryüzünde yerleştirdi,
ovalarında (kışlık) köşkler ediniyor, dağlarında (yazlık) evler oyup
duruyorsunuz" (A'râf 74), "De ki, Allah'ın . kulları için çıkardığı
zineti, temiz ve hoş nzıklari kim haram etmiş?" (A'râf 32), gibi âyetleri;
hâdisden de: "Allah bir kuluna nîmet verince o nimetin eserini kulu
üzerinde görmekten hoşlanır" mealindeki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sözlerini delil getirdiklerini zikrettikten sonra (kendini
kastederek) fakih der ki: "Efdal olanı, malı âhi-ret için harcayıp dünyâ
için sarf etmemektir. Buna rağmen, 1- Malı haram yoldan kazanmamış olmak, 2-
Bir müslüman veya zimmîye (inşaat vesilesiyle) zulmetmemek, 3- (inşaat
sebebiyle) Allah'a karşı olan farzlardan birini terketmemek şartıyla inşaat
haram değildir" hükmüne va-rır.(Semerkandî, Bustan, 252-253)
el Hakîmu't-Tirmizî
de, Hz Ömer (radıyallahu anh)'in bina hususundaki bir müdâhalesini
kaydettikten sonra şunu söyler: "Eğer bina muhtaç olunan miktarsa Allah'
tan sevâb bekleyerek inşâ edilebilir. Zira meskene olan ihtiyâç aynen yiyecek,
giyecek ve bineğe olan ihtiyâç gibi'.(Nevâdiru'lUsûl, 68)
Bina hususunda
hadîslerde gelen bir kısım istikrahı, israfla îzah etmek çok yerinde olacak.
Müslümanların bu konudaki kanaatlerini, bu meseleye bakışlarını
Hârunu'r.Reşîd'e, yüksek bir saray yaptırdığı zaman, Mu-hammed İbnu's-Semmâk'ın
cesaretle yüzüne haykırdığı şu sözlerde bulabiliriz: "Toprağı yükselttin,
dini bıraktın. Eğer bu kendi paranla yapıldıysa, bilki sen müsriflerdensin,
Allah ise müsrifleri sevmez. Yok bu başkasının malından ise bilki
zâlimlerdensin. Allah ise zâlimleri sevmez" der. (Mefâtihu'l-linân, 305)
Mesken mevzuunda
israftan zecirle ilgili talimat Ahlâk-ı Alâiyye'de şu ifâdeye ulaşır: "...
İrtifa71 bina ve nakş ve zuhrufe'i sakfve cidarda mübalağadan hazer ede.
Ahbârda vârid olmuştur ki, bir kimseye menzilini altı zira dan artık kaldırsa
melâtke-i Asuman; ilâ eyne yâ meVun, derler.(Kınalizade, II, 6)
İtidalden bîrûn kadru
malâbüdden efzûn hare memûmdur. Husûsan ki bozup düzmeye mûtâd ve bir suretten
usanıp hey' et~i cedîd etmeğe müb-telâ olmak maraz-ı sa'b ve huluk-ı
zeminidir..."[323]
Yukarıda verdiğimiz
misâllerden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'in her insan için zaruri
olan, normal bir eve sahip olmasını hoş karşılamadığı hükmünü çıkarmak çok
yanlış olur. Aksine bu husustaki siyâsetin esâsı her aileyi "geniş"
bir ev sahibi yapmaya dayanır. Vazifeli olarak tayın ettiği her memurun, bir
ev edinme külfetini devlete tahmîl etmesi (Ebû Dâvûd, İmaret 10) kim olursa
olsun, her müslümaria herhangi bir ev veya akarını, alacağı parayı tekrar ev
veya akara yatırmadıkça, satmayı hoş karşılamayıp "yerine yenisi konmazsa
bu para hakkında hayırlı kılınmaz" (İbn Mâce, Ruhun 24) demesi gibi
muhtelif rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "her
müslüman için normal bir ev" siyâseti takîb ettiğinin inkâr edilmez
delilleridir.[324]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) evlerin yüksek olmasına ka-tiyyen taraftar değildir.
Rivayetlerin göstereceği üzere ev hususunda müdâhale ettiği cihetlerden biri
de evlerin boyu ile ilgilidir. Hattâ Medîneye gelince Hz. Ebû Eyyûb-i'l Ensârî
(radıyallahu anh)'nin yedi ay misafir kaldığı evinin alt katına yerleşmiş, bir
müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh)'un üste geçmesi için vâki
müracaatına Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselam): "alt daha rahattır"
(Müslim, Eşribe 171), "Bizim ve bizimle teması olanlar (ashâb) için altta
olmamız daha uygundur" (Süheylî, Ravd, 236) gibi cevâplar vermiştir. Fakat
Ebû Eyyûb hazretlerinin (radıyallahu anh): "Senin, altında bulunduğun bir
tavanın üstüne çıkamıyacağım" diye ısrarı üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) mihmandarını memnun için (istemeyerek) üste geçer ve
Ebû Eyyûb (radıyallahu ah) da aşağı iner. (Müslim, Eşribe 171)
Hatta Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in nezâret ve iştiraki ile yapılan ilk cami ve
ailesine mahsûs etrafındaki hücrelerin de tavanı el değecek kadar
alçaktır.(Mecmau'z-Zevâid, VI, 197)
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) evlerin boyca yükselmesindeki istikrah ve
memnuniyetsizliğini muhtelif, vesilelerle ifâde etmiş, bunu "kıyamet
alâmetlerinden biri" olarak tavsîf etmiştir. Meşhur Cibril hadîsinde
kıyametin ne zaman kopacağına dâir suâle "Bilmiyorum" dedikten sonra
alâmetlerinden olarak "Davar çobanları bina yükseltmekte, yanştikları
zaman" der.[325]
Keza bir rivayette de "binalar sivrilince" kıyametin beklenmesi
gerektiğini söylemektedir. Bu cümleden olarak kıyamete yakın insanların
evlerini (rengârenk) münakkaveş ve çizgili elbiselere benzeteceklerini ifâde
ederek, (el-Edebu'I-Müfred, 163) evin haricî tezyinatını da israf sınıfına
sokarak kerahetini bildirmiştir.
Meskenlerin fazla
yüksek olmasını tavsiye etmeyen Rasûlullah (aley-hissalâtu vesselam) şu
rivayette takribi bir rakam da verir: "Bir kimse binasını yedi (bir başka
vecihte on) zirâ'dan fazla yükseltirse kendisine (semâdaki bir münâdi
tarafından): "Ey fâsık (Ey Allah'ın düşmanı] nereye (gitmeyi arzu
ediyorsun?) diye nida edilir." (Feyzu'l-Kadir, VI 97) Ibnu l-Arabî.
"elem ferukeffe fenle Rabbuke bi Ad" âyetinin tefsirinde bu âyetten,
binayı yüksek ve iri yapmaktan tahzîr manasını da kayde der. (İbnu'l-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'ân, IV, 1920
Yüksekten men
sebepleri hadiste tavzih edilmediği halde şârihlerce is râf, tefâhur ve
başkalarının avretine ıttıla gibi sebeplerle izah edilmekte dir. Bunlarla
birlikte başka sebeplerin de olabileceğini hadîsin ıtlâkındaı çıkarmak
mümkündür. Bu meyânda, husûsen zamanımızda anîaşılaı mahzurlardan biri, insan
ölçüleriyle tenasübü son derece aşan inşâatları! insanda meydana getirdiği ruhî
ve içtimaî bozukluklardır. Bugün "cehennemi makine", "'Umacı
şehir" gibi vasıflarla tavsif edilmeye başlanan büyük şehirlerde hızla
artmakta olan tecennün ve buna yakın ruhî hastalıkların sebepleri arasında bu
durum da kaydedilmektedir. Büyük inşâatlar azametleriyle insan ruhunu ezmekle
kalmıyor, içinde yaşayanların tabiatla ilgisini son derece azaltıyor ve ayrıca
insanlar arası münâsebetlere te'sîr ederek menfî istikâmette geliştiriyor.
Apartman hayatının huzursuzlukları ve komşu seçme imkânı tanımayan şartlan
nazara alınınca büyük-şehirlerde, kalabalığa rağmen insanın nasıl yalnızlığa
itildiği anlaşılır. Sosyologlar, "Temaslar satıhta kaldığı müddetçe,
mübaşeret ne kadar artarsa. artsın terdin kalabalık içerisinde yalnız
kalacağını", yalnızlığı ortadan kaldıran şeyin sâdece "görmek ve
dinlemek" değil, aynı zamanda "görülmek ve dinlenilmek" olduğunu
belirtmişlerdir. Bir İslâm feylesofu olan Fatâbf'de (v. 950) de değişik
kelimelerle aynı şeyi buluruz. O. "el - Medînetü'I-Fâdıla" ile
kasteddiği ideal şehri "saadeti elde etmede muhtaç olunan şeyleri
teminde, teâviin maksadıyla toplanılan yer1' olarak kabul eder. Cemâat ve
yardımlaşma şuurunu vermeyen, bugünün tabiriyle kişiyi yalnızlığa iten şehir,
ideal şehir değildir. Ona göre ideal şehir sıhhatli, her bakımdan tam ve mükemmel
bir beden gibidir ki uzuvları birbiriyle gayenin iemininde
yardimlaşırlar."(Fârâbî, el-Medinetu'l-Fâdıla, 117-118)
Şunu da son olarak
kaydedelim ki, ihtiyâçtan doğarak darlığı önleyecek yükseltmelere müsâade
edilmişe benziyor. Zira evinin darlığından şikâyet eden Hâlid İhni Velide
Rasûlullah (aleyh i s sel âtu vesselam): "Evi semâya doğru yükselt ve
Allah'tan genişlik iste" buyurmuştur. (Semhûdî, Vefâu'1-Vefâ, II, 730-731)[326]
Bazı rivayetler
sünnetin meskenle ilgili bir kısım tavsiye ve nasîhatlar-da bulunmakla
kalmayıp, tavsiye edilen evsâfa uyulmadığı hallerde mü-dâhele de edildiğini
göstermektedir.
Enes'in rivayetine
göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) bir çıkışında etrafındaki evlere
nazaran çıkıntı teşkil eden (yüksekçe) bir kubbe görür ve "Bu da
ne?" diye sorar. Ashabı kendisine "Bu Ensâr dan falancanındır"
derler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) manzaraya içinden kızarsa da
sükût eder. Fakat inşaat sahibi, kendisine gelip selâm verince selâmını almaz
ve yüzünü çevirir. Öbürü kaç sefer karşısına geçip selâm verse de Hz.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) her defasında aynı şekilde davranıp selâmını
almaz. Netîcede adamcağız Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)in kendisine
kızdığını ve bu sebeple yüz çevirdiğini anlar. Durumu arkadaşlarına açarak
dert yanar. Ona: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) dışarı çıktığı
vakit kubbeni gördü (ye buna kızdı)" Ğeûer, Rasûlullah (aleyhissalâtü
vesselam) bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince "Kubbeye ne oldu?"
diye sorar. Olup biteni kendisine anlatırlar. Bunun üzerine "İhtiyâç
fazlası her bina, sahibi üzerine bir vebaldir" buyurur. (Ebû Dâvûd, Edeb
160) Keza aynı muhtevada bir müdâhale de amcası Abhâs'ın yaptırdığı gurfe'ye
karşı olmuştur. Hz. Abbâs
(radıyallahu anh) ğurfe'nin
yıkılmasını karşılığında
bedelince sadaka
vermeyi teklif eder. Peygamber EFendimiz kabul etmez. Abbâs teklifinde sonuna
kadar ısrar ederse de Rasûlullah (aleyhisselâtu vesselam) buna katiyyen
yanaşmaz ve "yık onu" der, (İbn Hişam, II, 517)
İnşaat yıktırılır.
Süveylimu'l-Yahûdi'nin
evinin yıkılmasıyla ilgili hâdise, Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'in
meskene olan müdâhalesine değişik bir misâl olarak zikre değer. İbnu tİişâm'm
kaydına göre münafıklar, Tebük gazvesi için hazırlık yapıldığı sırada Yahûdî
Süveylim'm evinde toplanarak halkın sefere katılmasını Önleyici faaliyetlerde
bulunuyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) Taiha İbnu Ubeydillâh
(radıyallahu anh) başkanlığında bir grup göndererek Süveylim1 in evini üzerlerine
yıkmalarını emreder. Talha (radıyallahu anh) emri aynen icra eder.
Burada müdâhale sebebi
olarak devlet aleyhine cereyan eden menfî faaliyeti görmekteyiz ki az ilerde,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesse-lâm)'den sonra görülen bâzı benzer örnekler
vereceğiz.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in hayâtında rastlanan mühim bir müdahale örneği
mâbedlerle ilgili Hâtırası Kur'ân'da ebedîleştirilen Mescid-i Dırâr hâdisesi
mevzûrnuzu ilgilendirse gerek. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselam) Tebük seferinde iken Medîne münafıklarından 12
kişilik, bir grup, müstakil bir mescid inşâ ederek kendi aralarında bir araya
gelme imkânı düşünürler. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in onlara
karşı takip ettiği başarılı bir siyâset sonucu bir araya gelemiyorlardı.
Müslümanlar seferden dönüp, Medine yakınlarındaki Zi-Evân mevkiine gelince Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e adam yollayarak: "Ya Rasûlullah biz,
hastalar, ihtiyâç sahiplen, yağmurlu ve karanlık geceler için bir mescit
yaptık, senin bize orada namaz kıldırarak (küşâdını yapmanı) istiyoruz"
derler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): "Siz gidin, şu anda
yolculuğum bitmiş değil, meşguliyetim de var, Medine'ye varınca inşallah
geliriz (...)" diyerek müsbet cevâp verir.
Fakat bir müddet sonra
gelen vahiy münafıkların gerçek gayesini Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
bildirir: "Bir de (nıüslümanlara) zarar vermek için, küfür için,
mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Resulü ile
harbeden(in gelmesini iştiyak ile) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp
onu) mescid edinenler ve (bununla) iyilikten başka bir şey kastedmedik"
diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şahitlik eder ki: Onlar
seksiz şüphe-
siz yalancıdırlar.
(Habîbim) onun içerisinde hiçbir vakit (namaza) durma (...) onların kurdukları
bina, kalblerinde dâimi bir şek (ve nifaka) sebep olacaktır. Meğer ki kalbleri
ölümle parçalanmış olsun (....)" (Tevbe 107-110).
Vahiy üzerine Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) gönderdiği adamlarla "küfür,
müslümanlara zarar ve nifak için" yapılmış olan ve "sağ kaldıkları
müddetçe kalplerindeki şek ve nifakı besleyip artıracak" olan bu inşaatı
yıktırıyor ve yaktırıyor.(İbn Hişam, II, 529-530)
Rivayetler, Mescid-i
Dırâr'm yerinin çöplük ve mezbelelik yapıldığını, oraya uğrayan yoldan Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'in hiç geçmediğini kaydederler. Taif
mescidinin Taif'deki eski tapınağın bulunduğu yere yapılması için verilen
emirle bu sünnet karşılaştırılınca "bi-nâu l-müfsidîn"e karşı
gösterilen aksülamel anlaşılır.
Rivayetler, Hz.
Peygamber (aleyhissaîâtu vesselâm)'in sünnetinde rastlanan bu misâllere muvazi
olarak müteakip devirlerde halîfeler tarafından husûsî meskenlere ve hattâ
amme için yapılmış inşaatlara, benzeri maksatlarla müdahalelerde bulunulduğunu
göstermektedir. Müleyh İbnu Avfes-SülemTnin rivayetine göre Hz. Ömer Sa'd İbnu
Ebt Vakkâs (radıyallahu anhümâ)'nın evinin kapısına tahtadan işlemeli bir
kapı, kasrına da kamıştan ilâve bir kulübe yaptırdığı haberi ulaşır. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) bu haber üzerine derhal Muhammed İbnu Mesleme (radiyallahu
anh)'yi göndererek (israf olarak değerlendirilen) mezkûr kapı ve kulübeyi
yakmasını emreder. (Belâzurî, 391) el-Hakîmu t-Tirmizınin bir tahrî-cinde, Ebud
Derdâ'mn Humus'daki evine bir kenîf ilâve ettiğini haber alan Hz. Ömer
(radıyallahu anhfin, "Yâ Üveymir, dünyayı tezyin hususunda Fars ve Rûm'un
inşaatları sana kifayet ederdi. Allah onları (israfları için) harâb etti.
Mektubumu alır almaz Humus'u terket, Dımeşk'e git" diyerek ceza olarak onu
bulunduğu yerden sürgün eder.(Hakîmu't-Tirmizî, Nevâdiru'1-Usûl, 68)
Hz. Ömer (radıyallahu
anh), Humus emîrinin, evin üstünde "ılliyye" denen bir tenezzüh odası
yaptırdığını duyunca derhal ona da bir mektup yazarak "odun toplayıp
yakmasını" emreder. Benzeri bir olayı Hârice--tu'bnu Hüzâfe (radıyallahu
anh)'nin Mısır'da yaptırdığını duyunca Mısır Valisi Amrİbnu'l-Âs (radıyallahu
anh)'a yazarak "... Hârice, komşuların avretine ıttıla peyda etmek istiyor,
mektubumu alınca yık onu" der. (el-Hâvî li'1-etâvâ, I, 184)
Temîmud-Dâri
(radıyallahu anh)'nin bir rivayetinden "Hz. Ömer (ra-dıyallahu anh)
zamanında halkın yüksek binalar yaptırdığım" öğreniyoruz.
Abdullâhur-Rûmi'nin bahsettiği, Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından
valilere: "Binalarınızı yükseltmeyin" diye yapılan tamim,
(el-Edebu'I-Müfred, 161) bu yüksek yapma hareketlerinden sonra yapılmış
olabilir. Belki de Hz. Ömer (radiyallahu anh)'in bu titizliğinin sonucu olarak
Kûfe'de bulunan Sa'd îbnu Ehî Vakkâs oturmak için muhtaç olduğu evin Hz. Ömer
fradiyallahu anh)'in mesken mevzuundaki titizliğini ifâde eden bir diğer misâl
tezyinatla ilgili Abdurrezzâk'm bir tahrîcinde Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e
Basrali Hadrâ adında bir kadının evinin iç duvarlarını, örtüler çekerek tezyin
ettiği haberi ulaşınca orada vali bulunan Ehû Musa El-Eş'ari (radiyallahu
anh)'ye yazarak bu tezyinat perdelerini yırtmasını emreder. (Abdurrezzak, XI,
31) Keza kendisini İranlı bir çiftçi (dehkân) davet edecek olsa, önce sorar,
eğer evinde tasvîr olduğunu öğrenecek olursa icabet
etmezdi.(el-Metâlibu'l-Âliye, II, 210)
Hz. Ömer (radıyallahu
anh) umûmî ahlâka menfî te'sir eden evlere de müdâhale etmiştir. Bu meyânda bir
nevi içki imal ve satış yeri (hânût) durumunda olan Ruveyşidu' s-Sakafi'nvn evini
yaktırır. (İbn Sa'd, III, 282) Sa'd îbnu ibrahim evi bir kor hâlinde gördüğünü
kaydeder.(A.g.e., V, 56)
Hülâsa, gerek Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den gerek, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den
verdiğimiz bu misâller her çeşit inşaatların-ister yükseklik ve ebâd yönüyle,
ister tezyînât ve kullanılış gayesi yönüyle devletin murakabe ve kontrolü
altında tutulduğunu göstermektedir. Bu durum, bilhassa ilk zamanlarda daha
titizlikle uygulanmış gözükmektedir. Suyûtî, Halîfe Muktedir Billhah'ın Râfizîlerden
bir grubun toplanıp namaz kıldığı. Sahabeye hakaret edip cuma kılmadıkları
hususunda ulemâya başvurup "Mescid-i Dırâf dır" diye fetva alıp
yıktırdığım ve yerini de mezarlık yaptırdığını kaydeder.
Cemiyet için zararlı
faaliyetlerde bulunan, davranış ve yaşayışlarıyla ammenin ahlâkını bozucu kötü
örnekler veren kimseleri barındıran "hi-nâu'l-müfsîdin'in"
yıktırılması hususunda fetva veren Suyûti, bu mühim mesele için bir de müstakil
sser vermiştir: ^Refu Menari'd-Din ve Hedmu Binâil-Müfsidin.(el-Hâvîli'l-Fetâvâ,
I, 189-190)[327]
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken siyâsetini belirtmek sadedinde
naklettiğimiz hususlar nazara alınınca her müslümanm şöyle bir mesken
telakkisine sahip olmasını arzu ettiği neticesi çıkarılabilir:
1- Mesken
dünyevi (dolayısıyla uhrevî) saadetin baş âmillerinden biridir.
2- Meskenin
iyi olması: Genişliğine, komşusuna, sosyal tesislere yakınlığına, yani yerinin
havadar, güneşli vs. olmasına, civarında mescid, mektep, çarşı gibi kültürel ve
iktisâdı tesislerin bulunmasına bağlıdır.
3- Meskenin
genişliği, içinde oturanların adedine bağlı olarak oda sayısının çokluğu ve
odalarının genişliği ile ölçülür.
4- Mesken
sâde olmalı, inanç ve ahlâka zıt telkinlere sebep olan yabancı kültürü temsîl
eden tezyin unsurlarına yer verilmemelidir.
5- Mesken
gerek vüsat ve gerek tefrîş yönüyle ihtiyacı taşıp israfa yer vermemelidir.
6- Mesken
yüksek olmamalıdır.
7- Her
mesken gusülhane, hela, mutfak gibi unsurlara şâmil olmalıdır.
8- Kanuna
uymayan meskene devlet müdâhale edebilir.
Böyle bir mesken
telâkkisine her müslümanm sahip olması gerektiğini, bu vasıfların ufak tefek
farklarla kısa bir şekilde terbiye kitaplarında umumiyetle yer almış olmasından
da anlayabiliriz.[328]
Sünnete göre bir evde
bulunması gereken şartları ortaya koyup her müslümanm sahip olması gereken
mesken telakkisini belirttikten sonra fukahanın, kocayı, karısına karşı teminle
mükellef kıldığı meskenin tasvirini vermekte fayda var. Bu meskene ser'f
mesken veya meşru mesken denebilir. Burada, fukahanın, normal bir İslâmî hayat
için oturulacak meskende bulunmasını şart ve zarurî gördükleri asgarî evsâfı
görmüş olacağız. Dikkat edilirse, burada, çocuk unsuru üzerinde durulmamıştır.
Evlenme ânında, çocuksuz farzedilen bir kadına hazırlanması gereken meskenin
zarurî şartları mevzubahistir. Çocuklar olunca durum ne olacak? Fıkıh
kitaplarında burası mübhemdir. Dr. Ruhi Özcanın "İslâm Hukukunda
Karı-koca Nafaka Mükellefiyeti"[329]
adlı doktora tezinden aynen aldığımız tasvir söyle:
1) Zevcenin
din ve dünyâ işlerini görmesine müsaid olmalıdır,
2) Kocanın
zevceye zulüm (haksızlık) etmek istediğinde bu zulümden onu men etmeye kudreti
yeten sâlih komşular arasında yer almalıdır.
3) Zevceye
can ve mal emniyeti sağlayabilmelidir.
4) Kocanın
zevcesinden cinsen faydalanmasına imkân vermelidir.
5) Bütün
ihtiyaçlarla birlikte su da meskene koca tarafından getirilmiş olmalıdır.
Meskenin içinde sarnıç, kuyu, çeşme bulunmaması, bu mahallin meşru mesken
olmasına engel değildir.
6) Zevce
izin vermedikçe meskeninde, kocanın akrabası ikâmet edemezse de kocanın her
türlü kadın kölelerinin, başka kadından olma cinsî münâsebeti anlamayacak kadar
küçük çocuklarının bulunmasına mâni olamaz. Buna mukabil meskende zevce de
kocanın izni olmadıkça, başka kocasından olma küçük çocuğunu, kendi akrabasını
bulunduramaz. Mesken mülkiyetinin kocaya âit olması veya olmaması bu ahkâma
müessir değildir.
B- Mesken
tenhâ, duvarları, yüksek, konak gibi geniş olup da, zevcenin yalnızlıktan
dolayı aklına bir bozukluk gelmesine sebep olacağı anlaşılır (malûm olur) sa
kocanın zevceye bir yoldaş; (arkadaş, entse) temin etmesi lâzımdır.
C- Zevceye
arkadaş te'mîn mecburiyeti, zevceden zevceye ve yerden yere değişir; farklıdır.
Meselâ zevce yalnız başına odada ikâmet edip gecelemekten korkan cinsten ise,
iskân yeri küçük olsa bile, kocanın zevceye yoldaş te'min etmesi gerekir. Keza
zevce küçük ve yalnız olarak ikâmetten korkan bir insansa, zevceye yoldaş
te'mfni icâbeder.
Ç-İskân yeri
küçük, sâlih komşular arasında olup da, zevcenin korka-mayacağı anlaşılır
(malum olur)sa> kocanın zevcesine yoldaş te'mîn etmesi gerekmez.[330]
5235...
Abdullah b. Âmir'den demiştir ki: "(Birgün) annemle birlikte bana ait
duvarı çamurla tamir ederken Rasûlullah (s.a.) uğradı "Ey Abdullah bu
nedir? dedi. Ben de:
Ey Allah'ın Rasulu
tamirine uğraştığım birşeydir. Cevabını verdim. Bunun üzerine:
(Sana gelmekte olan
ölüm) iş(i) buna gelecek olan yıkılma işinden daha da sür'atlidir, buyurdu.[331]
5236... Abdullah
b. Âmir'den demiştir ki:
Biz (birgün annemle
birlikte) yıkılmaya yüz tutmuş bize ait ahşap bir evi tamire çalışırken
Rasûlullah (s.a.) yanıma uğrayıp:
Bu nedir, dedi, biz
de:
Yıkılmaya yüz tutmuş
bize ait bir evdir. Onu tamire çalışıyoruz dedik. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) (sana gelmekte olan ölüm) "İş (in)in (bu binaya gelecek olan
yıkılma) işinden daha da acele
(geleceğini) zannediyorum" buyurdu.[332]
Huss: Ahşap (tahta)
bina demektir. Lmr: hcel anlamında kullanılmıştır.
Bezlu'l-Mechud
yazarının açıklamasına göre bu hadis-i şeriften gaye insanları eskimiş binaları
tamir etmekten nehyetmek değil, ölümü hatırlatmak ve dünya işlerinin ölümü
âhiret hazırlığını unutturmaması hususunda bir ikazdır.[333]
5237... Hz.
Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) birgün dışarı çıkıp
yüksek bir kubbe görmüş de: "Bu (da) ne? (böyle)? demiş. (Orada bulunan)
sahâbîler de kendisine: "(Bu kubbe) ensardan falanca kişiye aittir,
demişler, Rasûlullah (s.a) hoşlanmadığı bu işi içinde saklayarak sükût etmiş.
Nihayet (bu kubbenin) sahibi Rasûlullah (s.a.)'e gelip halkın içinde selâm
vermiş. Rasûlullah (s.a.) de ondan yüz çevirmiş. (Adam selamının alınmadığını
anlayınca) bu selam verme işini defalarca tekrarlamış. Nihayet adam (her
defasında da selamının alınmadığını görünce) Hz. Peygamberdeki öfkeyi ve
kendinden yüz çevirdiğini sezmiş ve durumu arkadaşlarına (açarak) dert yanmış
ve: "Vallahi ben Rasûlullah
(s.a.)'i(n bu davranışını) yadırgadım"
demiş, onlar da: "(Rasûlullah (s.a.) dışarı çıktı senin bu kubbeni (yüksek
bir halde) gördü (de ondan böyle yaptı)" demişler. Bunun üzerine adam
hemen kubbesini dönüp yıkmış, yerle bir etmiş. Derken Rasûlullah (s.a.) birgün
(yine) dışarı çıkmış bu
kubbeyi göremeyince
(oradakilere):
Kubbeye ne oldu? diye
sormuş (onlar da:)
Onun sahibi bize senin
kendisinden yüz çevirdiğinden sızlandı. (Gidip) onu yıktı" demişler (Hz.
Peygamber de:)
İhtiyaç fazlası her
bina sahibi üzerine bir vebaldir" buyurmuş.[334]
Hadis-i şerifte bina
yapımında israfa kaçan masraflann ^jret gününde sahibinin boynuna bir yük olacağı
ifade edilmekte, binaenaleyh lüks ve fanteziye varan her türlü harcamalardan
kaçınılması gerektiği, icabında israfa kaçan harcama ve yaptırımlara devlet
eliyle müdahale edilebileceği vurgulanmaktadır.
Nitekim "la hayra
fil israf ve lâ israfa fil hayr- israfta hayır olmadığı gibi hayırda israf da
yoktur" Duyurulmuştur.[335]
5238... Dükeyn
b. Said el-Müzeynî'den demiştir ki:
Biz (dört yüz kişi
kadar bir topluluk) Peygamber (s.a.)'e varıp kendisinden yiyecek istedik.
(Peygamber (s.a.)'de Hz. Ömer b. Hattab'a:)
Ey Ömer! git bunlara
(yemek) ver" buyurdu.
Bunun üzerine, Ömer
bizi (alıp) yüksek bir kata çıkardı ve kemerinin altından bir anahtar alıp
(onunla bize içi çeşitli erzak dolu bir odanın kapısını) açtı.[336]
Metinde geçen ve
"kemerinin altından" diye ter- cüme ettiğimiz«hücze" kelimesi,
Sünen-i Ebi Davud'un bazı nüshalarında "Hucre=oda" olarak geçmektedir. Bu nüshalar esas alındığı
takdirde sözkonusu kelimenin geçtiği cümleyi "odadan bir anahtar aldı."
şeklinde tercüme etmemiz gerekir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif
ihtiyaç duyulduğu zaman evlerin üzerine ikinci ve daha yüksek katlar yapmanın
caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi bina yapımında yasak olan, ihtiyaç fazlası ve
israfa kaçan masraflardır. îhtiyaç duyulan bina ve katların yapılmasında ise
herhangi bir sakınca yoktur.[337]
5239...
Abdullah b. Hubşiyy'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Her kim arabistan kirazı ağacını keserse, Allah onu başı
üzeri cehenneme atsın."
Ebu Davud'a bu hadisin
manası soruldu da: "Bu hadis muhtasardır (kısaltılmıştır); her kim çölde
yolcuların ve hayvanların gölgelendiği bir Arabistan kirazı ağacını boş yere,
haksız olarak keserse Allah onun başını cehenneme atsın, manasına
gelmektedir" cevabını verdi.[338]
hadis-i şerif,
Taberânî'nin Mu'cern'inde "Her kim Harem sınırları içinde bulunan
Arabistan kirazı ağaçlarından birini keserse..." şeklinde rivayet
edilmiştir. Taberânî'nin bu rivayeti mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
geçen arabistan kirazı ağacıyla, Mekke'nin Harem sınırları içerisinde bulunan
arabistan kirazı ağaçlarının kastedilmiş olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.
Musannif Ebu Davud'a
göre ise bu hadis-i şerifte kesilmesi yasaklanan Arabistan kirazı ağacından
maksat, çölde bitip de yolcuların ve hayvanların gölgesinde dinlendikleri için
onları kesmek yasaklanmıştır.
Bazıları da "bu
kelimeyle çölde yetişip de yolcuların ve hayvanların gölgesinde dinlendikleri
arabistan kirazı ağaçlan kasdedilmiş olabileceği gibi, herhangi bir şahsın
mülkiyetinde olan arabistan kirazı ağaçları da kasd edilmiş olabilir"
demişlerdir.
Fakat şurası bir
gerçek ki, bu hadis muzdaribdir. Çünkü Urve b. ez-Zü-beyr'den rivayet edilen
birçok hadis-i şeriften, O'nun arabistan kirazı ağaçlarını kesip kapı yaptığı
anlaşılmaktadır. Urvet b. Zübeyr'in oğlu Hi-şam ise bu konuda şöyle demiştir:
"İşte bu kapılar
var ya bunlar babamın kestiği arabistan kirazı ağacından yapılmıştır ve ilim
erbabı onu kesmenin caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. "[339]
Mirkatü's-Süûd isimli
eserde ise şöyle denilmektedir: "Ebu Sevr dedi ki: Ben Ebu Abdullah
Eş-Şafiî'ye arabistan kirazı ağacını kesmenin hükmünü sordum da;
Bunda bir sakınca
yoktur, dedi ve Hz. Peygamber'in: "Onu arabistan kirazı ağacıyla
karıştırılmış olan su ile guslettiriniz"[340]
hadisini delil getirdi"
Hattabî'nin özel
notlarında da bu mevzuda şu açıklama vardır. "Müzenî'ye Arabistan kirazı
ağaçlarını kesmenin hükmü soruldu da şu cevabı verdi:
Öyle zannediyorum ki
Hz. Peygamberin arabistan kirazı ağacım kesenlerin cehenneme gitmesi için
yaptığı bu beddua, bir şahsın ya da bir yetimin özel arabistan kirazı
ağaçlarını kesen kimselerle ilgilidir. Fakat meclise sonradan gelen bir kimse
Hz. Peygamber'in bu bedduayı niçin yaptığını anlayamadığı için hadisi noksan
aktarmıştır."
Bütün bu
açıklamalardan anlaşılıyor ki: Mekke veya Medine haremi sınırları dışında olan,
yahutta başkasının mülkünde bulunmayan bir ara-bistan kirazı ağacını kesmekte
herhangi bir sakınca yoktur.[341]
5240... Bir
önceki hadisin (senedi) Hz. Peygamber'e kadar ulaştırıldığı gibi Ureve b.
ez-Zübeyr de bu hadisi(n senedini) Peygamber (s.a.)'e kadar ulaştırmıştır.[342]
Bu hadis-i şerifle ilgili
açıklama bir önceki hadisi şerifin
senedinde geçmiştir.
Ancak burada şunları
da ilave etmek isteriz. Her ne kadar metinde bu hadisin senedinin Hz.
Peygamber'e kadar ulaşan merfu bir hadis olduğu ifade ediliyorsa da Hafız
Münzirî bu hadisin mürsel olduğunu söylemiştir. Beyhakî de bu görüşü tercih
etmiştir.[343]
5241...
Hassan b. İbrahim dedi ki: "Ben Hişam b. Urve'ye (babası) Urve'nin köşküne
dayanmış bir halde iken arabistan kirazı ağaçlarını kesmenin hükmünü sordum da
(bana):
Şu kapıları ve
kanatlan görüyor musun? İşte onlar(ın maddesi) Urve'nin arabistan kirazı
ağaçlarıdır. Urve onu kendi arsasından keser ve bunda bir sakınca yoktur-
derdi.
(Musannif Ebu Davud'a
bu hadisi rivayet eden) Humeyd (b. Mesade bu rivayete şunları da) ekledi: Bunun
üzerine (Hişam bu soruyu kendisine soran Hassan'a):
Ey Iraklı! Sen (bana
bid'at (bir mesele) getirdin" dedi. (Hadisin kalan kısmını Hassan) şöyle
anlattı. Ben de Hişam'a
"Bid'at sizin
tarafınızdan (geldi); (çünkü) ben Mekke'de bir kimseyi Ra-sûlullah (s.a.):
"Arabistan kirazı ağacını kesen kimseye lanet etti" derken işittim
(sizse onu kesmenin caiz olduğunu söylüyorsunuz)" dedim. Sonra (Hassan bir
önceki hadisin) manasını rivayet etti.[344]
Bu hadisle, ilgili
açıklama (5239) nolu hadisin şerhinde geçmiştir. Münzirî'nin açıklamasına göre,
bu
hadis Muzdaribtir.
Çünkü Hişam'dan rivayet edilen bazı hadislerde bu hadisin tersine olarak
Urve'nin arabistan kirazı ağaçlarını kestiği ifade edilmektedir. Bu zıt
rivayetlerden birini diğerine tercih etmek mümkün olmuyor.[345]
5242...
Abdullah b. Büreyde dedi ki: Ben babam Büreyde'yi şöyle derken işittim:
"Ben Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim:
İnsanda 360 eklem
vardır. (Bu nedenle insan oğlunun) üzerine (hergün için) kendisinde bulunan her
eklem karşılığında sadaka vermek borçtur."
(Hz. Büreyde sözlerine
şöyle devam etti. Orada hazır bulunanlar):
Ey Allanın elçisi,
buna kim güç yettirebilir? diye sordular. (Hz. Peygamber de:)
Mesciddeki balgamı
toprağın altına gömersin. (Bu bir sadakadır. Gelip geçenleri) rahatsız edici
şey (leri) yoldan kaldırırsın. (Bu da-bir sadakadır). Eğer (sadaka yerine geçen
böyle yapılacak başka bir iyilik) bulamazsan (bu eklemlere karşılık bir sadaka
olmak üzere) iki rekat bir kuşluk namazı (kılman) sana yeter.[346]
5243... Hz.
Ebu Zer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Âdemoğlunun her
eklemine karşı (üzerine düşen) bir sadaka (borcu) vardır. (Bununla beraber
Âdemoğlunun) karşılaştığı bir kimseye vermiş olduğu selam sadakadır, iyiliğe
çağırması bir sadakadır, kö-tülük(ler)den men'etmesi bir sadakadır. Eşiyle
cinsi münasebette bulunması bir sadakadır" (Hz. Ebu Zer, sözlerine devam
ederek şunları . söyledi): Orada bulunanlar:
Ey Allah'ın Resulü
(bir insanın) şehvetine uyması da mı, onun için sadaka oluyor?" diye sordu
da (Hz. Peygamber):
Pekiyi onu gayr-i
meşru bir yerde tatmin etseydi günah işlemiş olmayacak mıydı? Ne dersin?
(Bununla beraber) bu eklemlerin hepsine birden (sadaka olarak sadece) iki rekat
kuşluk namazı da yeter" buyurdu.[347]
Ebu Davud dedi ki:
Hammad bu hadisi (rivayet ederken) iyiliğe çağırma ile kötülükten men etmeyi
zikretmedi.[348]
Biz bu hadisle ilgili
açıklamayı bir eserimizin beşinci cildindeki (1295) numaralı hadisin şerhin
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[349]
5244... Hz.
Ebu Zer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şu (bir önceki) hadisi
(yaptığı bir konuşmanın) arasında dile getirmiştir.[350]
Muhammed İshak ed-Dehlevî'ye
göre, metinde seçen “fi vesatjhi” kelimesinin sonundaki "hü" zamiri
metinde gizli olarak bulunan "Hz. Peygamberin yaptığı bir konuşma"
sözüne dönmektedir. "Zekere" fiilinin faili de "ennebiyyü"
kelimesidir.
Nitekim Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde Hz. Ebu Zer'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu
görüşün doğruluğunu te'yid etmektedir.
"Sahabe-i
kiramdan bazıları Hz. Peygambere: Ey Allah'ın Resulü, ser* vet sahipleri (malî
ibadetleri sayesinde) bütün sevapları alıp gittiler. Onlar bizim gibi namaz
kılıyorlar, bizim tuttuğumuz gibi oruç da tutuyorlar. (Bizden fazla olarak bir
de) mallarının fazlasını sadaka olarak veriyorlar; (dolayısıyle sevapta bizi
geçiyorlar), dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
Sanki Allah (c.c)
sizin için de sadaka olarak verebileceğiniz bir şeyler yaratmadı mı da (böyle
diyorsunuz? Yapacağınız) her teşbih sizin için bir sadakadır. Her hamdetmeniz
bir sadakadır. (Eşinizle yaptığınız) her cinsi münasebet bir sadakadır"
buyurdu.
(Bunun üzerine):
"Ey Allah'ın Resulü, birimizin (böyle) şehvetini(n gereğini) yerine
getirmesinde kendisi için sadaka (sevabı) olur mu?" dediler. (Hz.
Peygamber):
Pekiyi o adam
şehvetini haram yollardan tatmin etseydi bundan dolayı günahkâr olmayacak
mıydı? (Elbette olacaktı). İşte yine aynı şekilde şehvetini helâl yoldan tatmin
ettiği için sevaba nail olacaktır" buyurdu ve (sonra) şöyle dedi:
"Onun kelime-i
tevhid getirmesi bir sadakadır, tekbir getirmesi bir sadakadır. İyiliğe
çağırması bir sadakadır, kötülükten sakındırması bir sadakadır."[351]
Görülüyor ki, bir
önceki hadis mealini sunduğumuz bu hadiste Hz. Peygamber'in kendine sorulan bir
soryu cevaplandırması esnasında söz arasında geçmişti. Bu durum bir önceki
hadisin böyle söz arasında geçtiğini ve dolayısıyla mevzumuzu teşkil eden
hadiste geçen "fi vesatihî" kelimesinin sonundaki "hu"
zamirinin bu söze döndüğünü gösterir.
Yine Ebu Zer (r.a)'den
rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu gerçeği teyid etmektedir:
"Peygamber
(s.a.)'e: Mal sahipleri (olanca) sevabı alıp gitti, denildi de Peygamber
(s.a.): Sende (verebileceğin) pek çok sadaka vardır. Kulağının büyük bir nimet
olduğunu zikretmen bir sadakadır. Gözünün faziletini dile getirmen bir
sadakadır. Ailen ile cinsî münasebette bulunman bir sadakadır, buyurdu. Bunun
üzerine Ebu Zer: Birimiz Şehvetinden dolayı da mükâfatlandırılır mı? diye
sordu da (Hz. Peygamber): Pekiyi şehvetini haram yolda harcamış olsa günahkâr
olmayacak mıydı? dedi (Ebu Zer): Evet-cevabını verdi. Hz. Peygamber de:
Şerri hesaba
katıyorsunuz. Fakat hayrı hesaba katmıyorsunuz. buyurdu.[352]
Avnü'l-Mabud yazarının
açıklamasına göre arzetmiş olduğumuz bu görüş, tamamen doğru olmakla beraber,
metinde geçen "zekere" fiilinin faili, bu hadisin ravisi
Ebü'l-Esved'dir. Mef'ulü de "ennebiyy" kelimesi olabilir. Bu durumda
"fi vesatihi" kelimesinin sonundaki "hû" zamirinin mercii
de mevzumuzu teşkil eden hadistir. Bu ihtimale göre hadisin manası şöyledir:
"Râvi Ebu'l-Esved
"Peygamber" kelimesini hadisin başında Ebû Zer kelimesinden sonra
zikretmedi de hadisin ortasında zikretti" bu takdire göre mevzumuzu teşkil
eden hadis Hz. Ebu Zer'e kadar ulaşıp Hz. Peygambere ulaşmayan "mevkuf
bir hadistir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif Müslim'in Sahih'inde şu manaya gelen lâfızlarla
zikredilmiştir: "Her birinizin, her bir mafsalına karşı bir sadaka vardır.
Her teşbih, bir sadakadır. Her tahmid bir sadakadır. Her tehlîl bir sadakadır.
Her tekbir bir sadakadır. İyiliği emretmek, kötülükten nehyde bulunmak da birer
sadakadır. Bütün bunlar namına kişinin kılacağı iki rekat kuşluk namazı,
kâfidir."[353]
5245... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(İman etmekten
başka) hiçbir hayır işlememiş olan bir adam bir diken dalını yoldan kaldırdı.
Bu diken ya bir ağaçta idi de (gelip geçeni rahatsız edeceği için) onu çekip
(zarar vermeyeceği bir yere) atmıştı. Yahutta (yol üzerine) konulmuştu da onu
(yoldan) kaldırdı. Bu yüzden (yüce) Allah onu affedip cennete koydu."[354]
"Allah'ın şükür
veya teşekkür etmesi"nden murad, verdiği ihsanını meleklerine bildirmesi
yahut sevab vermesidir.
Bu hadisler, yol
üzerinden gelip geçenlere eziyet veren diken, ağaç, taş, pislik ve İaşe gibi
şeyleri giderip temizlemenin faziletine delildir. Eziyet veren şeyleri giderip
temizlemenin imanın dallarından biri olduğunu evvelce görmüştük. Übbi diyor ki:
"Anlaşılan bu
ağaç, o zatın rnilki değilmiş. Birinin milki olup dallan yola sarkan ve gelip
geçenlere eziyet veren ağacın dallarını yolcular kesebilir. Yahut sahibine
dava açabilirler."
Bu hadislerde
müslümanlara fayda veren her işin faziletine ve onlara zarar veren her şeyin
giderilmesine tenbih vardır.[355]
5246... Salim'in
babasından rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.): "Uykuya yatarken
evlerinizde (açıkta yanan) ateş bırakmayınız" buyurmuştur.[356]
Hadis-i şerifte uykuya
yatarken açıkta yanmakta olan ateşlerin
söndürülmesi tavsiye edilmektedir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre, evlerde kullanılan lambalar da bu tavsiyenin kapsamına girmektedir.
Mescidlerde, asüi
bulunan kandillere ve benzeri aydınlatma araçlarına gelince, eğer gerçekten
yangına sebebiyet yermelerinden korkulursa, onları söndürmek de bu tavsiyenin
kapsamına girer. Dolayısıyla yatarken onları da söndürmek gerekir. Eğer bir
yangına sebep olmayacaklarından emin olunursa o zaman bütün bir gece boyunca
yanar halde bırakılmalarında bu yönden bir sakınca yoktur.[357]
5247... Hz.
İbn Abbas'dan demiştir ki: Bir fare gelip (yanmakta olan) bir fitili sürümeye
başladı ve onu getirip Rasûlullah (s.a.)'nın Önüne (yani) üzerinde oturmakta
olduğu küçük bir hasırın üzerine attı da hasırda dirhem büyüklüğünde bir yer
yandı. Bunun üzerine (Hz. Peygamber): "Yatacağınız zaman lambalarınızı
söndürünüz. Çünkü şeytan bu fare gibilerine böyle işler işlemeye önderlik eder
de (o fare gibi şeylerle) sizi yakar" buyurdu.[358]
Humre : Bir kişinin,
üzerine ancak secde edebileceği kadar bir boyu olan hasırdır. Yahutta diğer bitkilerden
örülmüş küçük bir seccadedir.
Metinde, sözü geçen
fareden maksat, ev faresidir. Buna insanlara yaptığı zarardan dolayı
"füveysika:fasıkçık" denir.
Bilindiği gibi fasık;
"doğru yolun dışına çıkan" demektir. Söz konusu ev fareleri de
insanlara verdikleri bu zararlarından dolayı bu ismi almışlardır.
Fahr-i kâinat efendimiz,
bu zararlardan dolayı onların Harem sınırları içinde de Harem sınırları dışında
da öldürülmelerini emretmiştir.
Kemâleddin Dümeyrî'nin
Hayatü'l-Hayvan isimli kitabında rivayet ettiğine göre "Peygamber (s.a.)
bir gece uyanmış da bir farenin lambanın yanmakta olan fitilini sürükleyerek bu
fitille evi ateşlemek istediğini görmüş, bunun üzerine kalkıp onu öldürmüş,
sonra da Harem sınırları içinde ve dışında onu öldürmeyi helâl kılmış."
Ancak Münzirî'nin açıklamasına göre senedinde Amr b. Talha isimli kimliği
meçhul bir ravi bulunduğu
için bu rivayet
zayıftır.
Bu mevzuda Buhari'nin
Hz. Câbir b. Abdillah'dan rivayet ettiği bir hadisin meali şöyledir:
"Muhakkak ki şu küçük fasıklar bazan (yanmakta olan) bir fitili
sürükleyerek bütün bir ev halkını yakar."[359]
Buhari'nin bu hadisini
Müslim de şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: "Muhakkak ki küçük
fasık ev sakinlerinin üzerine evlerini yakar.[360]
Taberî'nin
açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in bu tavsiysine uymayan bir kimsenin evinde
çıkacak bir yangın sebebiyle malına ya da canına bir zarar gelecek olursa
sorumlusu ancak kendisi olur.[361]
5248... Hz.
Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biz kendileriyle
savaştığımızdan bu yana yılanlarla hiç barış yapmadık, (Binaenaleyh intikam
alacakları) korkusuyla onlardan birini (öldürmeyi) bırakan kimse benden
değildir."[362]
5249... Hz.
İbn Mesud'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yılanların hepsini öldürünüz. Onların intikamından (ve bu korkusundan
dolayı onları Öldürmekten kaçman) kimse benden değildir."[363]
İnsanoğlu ile yılanlar
arasında yaratılışlarından gelen ezeli bir düşmanlık vardır Yaratılışlarında bulunan
bu düşmanlık sebebiyle her zaman yılanlar insanları, insanlar da yılanları
öldürmek isterler.
Bazılarına göre ise,
bu düşmanlık tâ cennette Adem Aleyhisselamla şeytan arasında geçen malum ve
meşhur olaya kfidar uzanır. Rivayete göre şeytan, Adem aleyhisselam'a,
cennette kendisine yasaklanmış olan
meyveyi[364] yedirerek
onu cennetten çıkarmayı kafasına koyunca, bu tasarısını gerçekleştirmek için
cennete girip Hz. Adem'le buluşmak istemişse de cennetin bekçileri onu içeriye
bırakmamışlardır. Bunun üzerine bir yılan, şeytanı ağzının içine alarak onun
cennete girmesini ve bu ihanetini icra etmesini sağlamıştır.[365]
İşte yılanlarla
insanlar arasında süregelmekte olan bu ezeli ve cibili düşmanlık sebebiyle
İslam dini insanlar için tehlikeli bir düşman olan yılanların öldürülmesini
emretmiştir. Bazı müfessirlere göre: "... kiminiz, kiminize düşman olarak
ininiz..."[366]
ayet-i kerimesinde söz konusu edilen düşmanlık Hz. Adem ve Havva ile onların
karşısında bulunan şeytan ve yılan arasındaki düşmanlıktır.[367]
Hanefi ulemasından
Bedrüddin Aynî'nin açıklamasına göre mevzumu-zu teşkil eden hadis-i şerifin
zahiri bütün yılanları hiçbir ayırım yapmadan ve hiçbir ihtarda bulunmadan
öldürülmelerini emretmektedir. İmam Malik'e göre ise, Abdullah b. Ömer'in
rivayet ettiği evlerde yaşayan yılanları öldürmenin yasaklandığını ifade eden
hadis[368] mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif tahsis ettiğinden Medine'nin evlerinde yaşayan yılanları bu
hükmün dışında bırakmıştır. Binaenaleyh üç defa ihtarda bulunmadan onları
öldürmek caiz değildir. Bazılarına göre evlerde yaşayan hiçbir yılan ihtar
edilmeden öldürülemez. Delilleri ise yine Buharî'nin rivayet ettiği sözü geçen
Abdullah b. Ömer hadisidir.[369]
Ayrıca Hanefiler 5261 numaralı hadise dayanarak küçük ve beyaz yılanları
öldürmeyip sağ bırakmanın evlâ olduğunu söylemişlerdir.
Şafiî ulemasından
Kemalüddin Dümeyrî'nin açıklamasına göre metinde geçen bu yılanları Öldürme
emri "nedb" ifade eder. Bir başka ifadeyle bu emre uymak farz değil
menduptur. Evlerde bulunan yılanları öldürmek için ise üçgün yahutta üç defa
mühlet verilir. Dördüncüsünde öldürülür. Cumhuru ulemaya göre, ev yılanlarına
üç gün mühlet verilir. Üçgün sonra evi terketmedikleri takdirde öldürülürler.
Onlara mühlet vermek "Ünaşidükünne bil ahdillezi ehazehü aleykünne Nuh ve
Süleyman en lâ tebdü lenâ velâ tü'zûnâ: Bize görünmeyeceğinize ve eziyet etmeyeceğinize
dair Hz. Nuh'a ve Hz. Süleyman'a verdiğiniz söz hakkı için" (evimizi terk
ediniz)" cümlelerini söylemekle olur. Bu sözleri söyledikten sonra da eğer
evi terk etmezlerse o zaman Öldürülürler."[370]
Mazirî'ye göre
"sair beldelerin ve evlerin yılanlarını ihtarsız olarak öldürmek mendupsa
da, Medine yılanları ihtar verilmeden öldürülemez. Fakat ihtar verilir de yine
gitmezlerse öldürülürler. Çünkü cinlerden bir taife Medine'de müslürnanlığı
kabul ettiğinden[371]
Medine'deki çinililerin o taifeden olması ihtimali vardır.[372]
Muhterem
okuyucularımıza bu konuda 5256 numaralı hadisin şerhine de müracaat etmelerini
tavsiye ederiz.
İmam Tahavî'ye göre
ise istisnasız olarak tüm yılanlara mühlet vermek evlâ olmakla beraber, bu
mühlet bittikten sonra hiçbir ayırım yapmadan hepsi öldürülebilir. Çünkü
metinde bulunan "yılanların hepsini öldürün cümlesi" bunu ifade eder.
Hanefilerin "Eddüru'l-Muhtar" isimli fıkıh kitaplarında ise beyaz
yılanları sağ bırakmanın evlâ olduğu ifade edilmektedir. Nitekim "beyaz
yılanları öldürmeyiniz, onlar cinnîdir" mealindeki (5261) nolu hadis-i
şerif de bunu ifade etmektedir.
Metinde, yılanları
öldürmekten kaçınmakla ilgili olan: "Onların intikamından korkan benden
değildir" mealindeki tehdid "yılanların sahiplerinin ve eşlerinin
onları öldürenlerden intikam alacağı" yolundaki câhiliyye devrindeki bir
inancı hedef almaktadır. Resulü zişan efendimiz bu sözüyle câhiliyye dönemi
insanlarının bu batıl inancını yıkmış ve yılanları öldürmeyi bu düşünceyle
terk edenleri kendinden saymamıştır.
Binaenaleyh yılanları
öldürmeyi bu düşünceyle terketmek tamamen bir câhiliyye adetidir. Gücü yettiği
halde onları öldürmeyi terk etmekse mendubu terk etmek demektir.[373]
5250... Hz.
İbn Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yılanların kendisini takib edecekleri korkusuyla onları öldürmeyi terk
eden kimse bizden değildir. Biz onlara savaşa girdiğimizden beri onlarla hiç
barış yapmadık."[374]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir Önceki hadisin şer- hinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[375]
5251... Hz.
Abbâs b. Abdilmuttalib'den (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün)
Rasûlullah (s.a.)'e:
Biz Zemzem kuyusunu(n
içine düşen şeyleri çıkarmak suretiyle) temizlemek istiyoruz. (Fakat) onun
içinde küçük (ince ve beyaz) yılanlardan da var" demiş. Peygamber
(s.a.)'de onların öldürülmesini emretmiş.[376]
Her ne kadar (5261)
numaralı hadis-i şerifte beyaz yılanların
öldürülmesi yasaklandığı halde mevzu-muzu teşkil eden bu hadis-i şerifte Zemzem
kuyusundaki tüm yılanların hiçbir ayırım yapmadan öldürülebileceği gibi, bir
mana anlaşılıyorsa da aslında burada öldürülmeleri emredilen Zemzem kuyusundaki
yılanların hepsi değil, ince ve beyaz yılanların dışndaki yılanlardır. Esasen
metinde geçen "Onun içinde küçük ve beyaz yılanlardan da var" cümlesi
bu yılanların bir kısmının beyaz yılan, çoğunluğunun da diğer yılanlardan
meydana geldiğini gösterir. Bundan da anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in Zemzem
kuyusunun temizlenmesi için öldürülmelerini emrettiği yılanlardan maksat,
küçük beyaz yılanların dışındaki yılanlardır. Küçük beyaz yılanlar cinnî
olabileceği için onlarla ilgili hükümler ayrıdır.
Münzirî'ye göre bu
hadisin ravilerinden Abdurrahman b. Sabit'in Hz. Abbas'dan hadis aldığı kesin
değildir. Dolayısıyla bu hadis mürseldir.[377]
5252... (Salim
b. Abdullah b. Ömer'in) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Yılanları, (özellikle) iki çizgili ve kısa kuyruklu
olanları öldürünüz, çünkü bunlar gözü alır ve cenini düşürür."
(Bu hadisin ravisi
Salim) dedi ki: Abdullah (b. Ömer) bulduğu her yılanı öldürürdü. (Birgün) O'nu
Ebu Lübabe yahut da (amcası) Zeyd b. el Hattab bir yılanı kovalarken gördü de:
Gerçek şu ki;
öldürülmeleri yasak olan yılanlar, evlerde yaşayanlardır" dedi.[378]
5253... Hz.
Ebu Lübabe'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) evlerde bulunan
küçük (ve ince) yılanların öldürülmesini yasaklamıştır. Ancak (evlerde yaşayan)
bu yılanlardan iki çizgili ve kısa kuyruklu olanlar öldürülebilir. Çünkü
bunlar gözü alırlar ve kadınların karnında olan cenini düşürürler.[379]
Zü't-Tufyeteyn, iki
tufyeli demektir. Tufye, mukl denilen yemişin yaprağıdır. Bu yemişin yaprağı
üzerinde iki çizgi bulunurmuş. Yılanın da sırtında iki çizgi bulunduğu için benzetme
suretiyle ona tufyeli yılan denilmiştir. Biz çizgili yılan demekle iktifa
ettik.
Ebter: Kısa kuyruklu,
son derece zehirli bir yılandır. Gebe bir kadın bu yalana bakar bakmaz çocuğunu
düşürürmüş. İhtimal bunun sebebi kadının birden bire korkmasıdir. Mamafih
Hattabî ile diğer bazı ulemanın beyanına göre, gerek çizgili yüanın, gerekse
ebterin gözlerinde Cenab-i Hak öyle bir hassa halketmiştir ki bir bakışta
insanı kör ederlermiş.
Cânn: Küçük yılan
demektir. Bazıları ince hafif, bir takımları da ince beyaz yılan demek
olduğunu söylemişlerdir.[380]
Yılanları öldürmenin
hükmünü 5249 nolu hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[381]
5254... Hz.
Nafi'den (rivayet edildiğine göre) şu bir önceki hadiste geçen) Hz. Ebu Lübabe'nin
anlattığı olaydan sonra Hz. (Abdullah) İbn Ömer, evinde bir yılan bulmuş da
onun (evden çıkarılmasını) emretmiş. Bunun üzerine (o yılan evden) Baki
mezarlığına çıkarılmıştır.[382]
5255... (Bir
önceki hadisi) Hz. Nafi'den Hz. Üsame de rivayet etti. (Üsame'nin rivayet
ettiği) bu hadiste (bir önceki hadisten fazla olarak şu cümle de
bulunmaktadır:)
Nafi dedi ki:
"Sonra ben o yılanı (tekrar Hz. Abdullah b. Ömer'in) evinde gördüm."[383]
(5253) numaralı
hadisin şerhinde de açıkladığımız üzere,
Hz. Peygamber iki çizgili kısa kuyruklu olanların dışında evde bulunan
yılanları öldürmeyi yasaklamıştır. Çünkü (5237) nolu hadis-i şerifte
açıklandığı üzere asr-ı saadette, Medine'de cinnilerdert bir cemaat Hz.
Peygamberin huzuruna gelerek müslüman olmuşlardır.
Cinniler, bazan yılan
kılığına girerek insanlar arasında dolaşıp evlere sokulduklarından, evlerde
bulunan yılanların müslüman cinnilerden olmaları mümkündür.
Hz. Abdullah b. Ömer,
bu hadiseyi öğrenmeden önce rastladığı her yılanı öldürürdü.[384]
Fakat Hz. Lübabe, kendisine bu gerçeği hatırlatınca her yılanı öldürmekten
vazgeçti. Evinde gördüğü yılanları sadece evinden çıkarmakla yetinir oldu.[385]
Mevzumuzu teşkil eden
hadislerden (5254) numaralı hadis-i şeriften anlaşılan budur. Mevzumuzu teşkil
eden hadislerden (5255) numaralı hadis-i şerifte ise, Hz. Abdullah b. Ömer'in
evinden çıkartıp Baki kabristanına gönderdiği bir yılanın, sonra yine gelip
Hz. Abdullah b. Ömer'in evine girdiği ifade edilmektedir. Bu cinnî Hz.
Abdullah'ın evine ev halkına zarar vermek için dönmüş olabileceği gibi, müslüman
olduğu için ev halkının yanında bulunmaktan manevi bir kazanç ve bereket
umduğundan dolayı dönmüş de olabilir.
Hafız Münzirî bu hadis
hakkında sükût etmiştir.[386]
5256... Muhammed
b. Ebu Yahya'dan; demiştir ki: Babam(ın) bana haber verdi(ğine göre birgün)
arkadaşıyla birlikte, Hz. Ebu Said'i ziyarete gitmişler. (Babam olayın devamını
şöyle anlattı): Arkadaşımla beraber (Ebu Said'in) yanından çıktık. Bir
arkadaşımızla karşılaştık, O da hastalıktan yatmakta olan Ebu Said'in yanına
girmek istiyordu. (Biz onun yanından ayrılıp) mescide doğru yöneldik ve
(varıp) mescide oturduk. Derken (bu arkadaşımız da mescide) geldi ve bize Hz.
Ebu Said'i şöyle derken işittiğini söyledi:
Rasûlullah (s.a.):
"Muhakkak ki yılanlar çinililerdendir. Her kim evinde (onlardan) birini
görürse, üç defa (bu evde size yer yoktur, eğer bir daha sizi burada görürsem
bu evi başınıza dar getiririm, Benden söylemesi, Artık olacak olan şeylerden
dolayı bir daha da beni suçlamayın(derriek suretiyle) onu sıkıştırsın.
(Buna rağmen yine de
eve) gelirse onu öldürsün. Çünkü o şeytandır" buyurdu.[387]
Cinn, hakkında bu
eserimizin birinci cildinde (17-20) sahifelerde lüzumlu açıklama yapılmıştır.
Evlerde görülen yılanları hemen öldürmeye kalkışmayıp onlara üç gün mühlet
verileceğini ve bu mühletin mahiyetini de (5249) numaralı hadiste açıkladık.
Bu nedenle aynı konuları burada tekrar etmekten kaçınıyoruz.
Hafız Münziri'nin
açıklamasına göre, bu hadisin senedinde kimliği meçhul bir râvi vardır.[388]
5257... Ebu
Saıb den; demiştir ki:
Ebu Said'in yanına
varmıştım. Onun yanında otururken, sedirinin altında bir şeyin kıpırtısını
işittim ve hemen (ona doğru bir) baktım. Bir de ne göreyim, bir yılan. Bunun
üzerine hemen ayağa kalktım. Ebu Said:
Sana da ne oluyor
(öyle), dedi.
Şurada bir yılan var,
dedim.
Ne yapmak istiyorsun,
dedi.
Onu öldüreceğim,
dedim. Evinde kendi odasının karşısında bulunan bir odayı göstererek:
Şu odada amcamın oğlu
vardı. Hendek savaşı günü ailesine (gitmek üzere Hz. Peygamber'den) izin
istemişti. Kendisi daha yeni evlenmişti. Rasûlullah (s.a.)'de (ailesinin yanma
gitmesi için) kendisine izin verdi. Ve ona silahıyle gitmesini emretti.
(Kendisi) evine varınca, hanımını evin kapısı önünde ayakta dikili bir halde
buldu. Bunun üzerine (kıskançlığı tuttu da) süngüsü(nü) karısına çevirdi.
(Süngünün kendisine çevrildiğini gören kadın) "Acele etme! (Eve bir gir
de) beni dışarı çıkaran şeyi (sen de) gör!" dedi. (Aldığı bu cevap
üzerine) hemen eve girdi. Bir de ne görsün; büyük bir yılan. Hemen süngüyü ona
sapladı, sonra (yılan) süngü kendisine saplanmış olduğu halde hareket etmekte
iken onu (süngünün ucunda) dışarı çıkardı. (Yılan bir ara süngüden kurtulup
hasmının üzerine saldırdı uzun bir boğuşmadan sonra her ikisi de öldüler.)
Onlardan hangisi, yılan mı yoksa adam mı erken öldü, bilemiyorum. Bunun üzerine
onun kavmi Rasûlullah (s.a.)'e gelerek: "Ey Allanın Resulü): "Allah'a
dua et de arkadaşımızı (yeniden) diriltsin!" dediler. (Hz. Peygamber de:)
Arkadaşınız için
istiğfar ediniz." dedi. Sonra "cinlerden bir topluluk Medine'de
müslüman oldular. Onlardan birini (evinizde) gördüğünüz zaman onu üç defa
korkutunuz. Onu öldürmek istediğiniz halde öldürmekten vazgeçip sadece
korkutmakla yetindikten sonra yine de size (evinizde) görünecek olursa üç(üncü
defaki tehdidinizden sonra onu öldürünüz" buyurdu.[389]
Metinde geçen
"entaktülûhu" cümlesinin "in bedâ,, f,jf jnjn fajjj oıması da
mümkündür. Bu takdirde bu kelimelerin yer aldığı cümlenin anlamı şöyledir:
"Eğer kendisini üç defa tehdit ettikten sonra siz de onu Öldürmeniz
(gerektiğine dair bir kanaat) doğacak olursa (o zaman) onu öldürün."
Yine metinde geçen
"istiğfirû lisâhibiküm" cümlesi aslında "arkadaşınız için af
dileyiniz" anlamına gelmekle beraber burada "onun cenaze namazını
kılınız" anlamında kullanılmış olabilir.
Bununla beraber,
burada hakiki manası olan "af dileyiniz" anlamında kullanılmış da
olabilir. Çünkü bu olayın başından geçtiği zat, bu yılana gerekli olan ikazı
yapmadan ve yeterli mühleti vermeden öldürdüğü için istiğfarı gerektiren yanlış
bir iş yapmıştır.
Evde görülen yılanları
öldürmeden yapılması gereken tehdidin ve verilmesi gereken mühletin sadece
Medine'deki evlerde görülen yılanlar için mi yoksa evlerde görülen tüm yılanlar
için mi arandığı ihtilaflıdır. Biz bu konuyu (5249) numaralı ve (5253) nolu
hadislerin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[390]
5258... Şu
(bir önceki) hadis kısa olarak İbn Aclân'dan da (rivayet edilmiştir. Bu
rivayete göre Hz. Peygamber) şöyle buyurmuştur:
"Ona üfç (defa)
izin versin. (Bu izin kullanıldıktan) sonra (yılan) yine de (evde) kendisine
görünecek olursa hemen onu öldürsün. Çünkü o şeytandır."[391]
5259... Hişam
b, Zühre'nin azadlı kölesi Ebu's-Saib (in) rivayet ettiğine göre kendisi
(birgün) Ebu Said el-Hudrî'nin yanına girmiş... (Hişam) bu rivayetinde (bir
önceki hadisin) bir benzerini ondan daha geniş bir şekilde anlattı. (Bu
rivayete göre Hz. Peygamber) şöyle buyurmuş:
Ona üç gün izin verin.
Bu üçgünlük izinden sonra (evinizde) size yine de görünecek olursa (o zaman)
onu öldürünüz. Çünkü o şeytandır.[392]
5260... (Abdurrahman
b. Ebi Leylâ'nın) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)'e
evlerde bulunan yılanlar sorulmuş da şöyle buyurmuş:
Onlardan birini
evlerinizde gördüğünüz zaman "ünşidikünnel ahdellezi ehaze aieykünne Nuh,
üncidü künel ahdellezî ehaze aleykünne Süleyman enlâ tü'zûna: Bizi rahatsız
etmeyeceğinize dair Hz. Nuh ile Hz. Süleyman'a vermiş olduğunuz söz aşkına
(evimizi terk ediniz)" deyiniz. Eğer (buna rağmen yine de evinize) gelirlerse
(o zaman) onları öldürünüz.[393]
5261... Hz.
(Abdullah) b. Mesûd (r.a.)'den demiştir ki:
"Gümüşden bir dal
gibi bembeyaz (küçük ve ince) yılanların dışında tüm yılanları öldürünüz."
Ebû Davud dedi ki;
Adamın birisi bana (metinde geçen ve gümüşten bir dal gibi bembeyaz, küçük ve
ince yılan anlamına gelen) cânn (hakkında): "O yürürken (vücudu sağa
.sola hiç) eğrilmez" dedi. Gerçekten bu (söz) doğruysa onun hakkında (en
belirgin) alâmet budur.[394]
İnce, küçük ve beyaz
yılanları sağ bırakmanın evlâ olduğunu
söyleyen Hanefilerin delilini teşkil eden bu hadis hakkındaki açıklamalar
(5249) ve (5243) nolu hadislerin şerhinde ve o şerhlerde bulunan atıflarda
geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Yalnız burada, şunu
belirtmek isteriz ki, bu hadisin ravileri arasında bulunan İbrahim b. Yezid
en-Nehaî, Hz. Abdullah b. Mesud'dan hadis işitmemiştir. Bu bakımdan bu hadis
münkatı'dır.[395]
5262... Amir
b. Sa'd'in babasından demiştir ki: Rasûlullah (s.a.), zehirli kertenkelenin
öldürülmesini emretti ve ona Füveysik: fasıkcık adını verdi.[396]
5263... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (sa.) şöyle buyurmuştur:
Her kim zehirli
kertenkeleyi bir vuruşta öldürürse ona şu ve şu kadar sevap vardır. Kim de onu
ikinci vuruşta öldürürse ona birinciden aşağı olmak üzere şu ve şu kadar sevap
vardır. Kim üçüncü vuruşta öldürürse ona da ikinciden aşağı olmak üzere şu ve
şu kadar sevap vardır.[397]
5264... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zehirli
kertenkeleyi) İlk vuruşta (öldüren kimse için) yetmiş sevap vardır."[398]
el-Vezeğa: "Sâmm
abraş" da denilen alaca ve zehidi kertenkeIelerdir.[399]
Halk onun zararlı
böceklerden olduğunda ittifak etmişlerdir.[400] Bu
haşere hakkında Şafiî ilimlerinden Kemalüddin Dümeyrî
"Hayatü'1-Hay-van" isimli eserinde şöyle diyor: "Zehirli keler,
sağırdır derler. Sağır olmasına sebeb İbrahim aleyhisselâm üzerine ateşi
üfürüp alevlendirirdi. Bu sebepten sağır ve abraş (alaca) oldu. Zehirli kelerin
(kertenkelenin) tabiatı böyledir ki içinde zaferan kokusu olan eve girmez.
Yılan ile arasında ülfet vardır. Akrep ile dokuzlan böceğinin arasında ülfet
olduğu gibi."[401]
Ahmed b. Hanbel'in Hz.
Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle deniliyor. "Hz. Aişe'nin
evinde dayalı bir süngü vardı. Bu kendisine soruldu da şunları söyledi:
"Biz onunla
kertenkele öldürürüz. Çünkü Peygamber (s.a.) haber verdi ki: İbrahim (a.s.)
ateşe atıldığı vakit yeryüzündeki bütün hayvanlar onu söndürmeye çalışmış,
yalnız kertenkele buna katılmamıştır. Çünkü o ateşi üfürmüştür. Bu sebepten
Peygamber (s.a.) onun öldürülmesini emir buyurmuştur."[402]
Yine Hz. Aişe'den
rivayet edildiğine göre Beyt-i Makdis (Kudüs) yandığı vakit kertenkeleler
ateşi üfürmüşlerdir.[403]
Bütün bu açıklamalardan
anlaşılıyor ki, zehirli keler, zehirli ve zararlı olduğu için, Hz. Fahr-i
Kainat efendimiz onu yoldan çıkan anlamına gelen "fasık" sıfatıyla
sıfatlandırmış, vücud itibariyle küçük olduğu için de-ona "küçük
fasık" anlamına gelen "füveysika" ismini vermiş ve bu özelliğinden
dolayı da onun öldürülmesini emretmiştir.
Kevkeb isimli eserde
açıklandığı üzere bu hayvanın girdiği sulardan insana büyük zararlar gelir.
Özellikle bu hayvan tuzu bulduğu zaman içine girip yuvarlanır, onun temas
ettiği tuzlarda insanlara alaca hastalığı veren bir madde oluşur. ' Bu hayvan,
tuza erişme imkânı bulmadığı zaman, tuzun bulunduğu odanın çatısında tırmanıp oradan
tuzun üzerine pisler.[404]
Bilindiği gibi,
mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerden (5264) nolu hadis-i şerifte
zehirli kertenkeleyi bir vuruşta öldürene yetmiş sevap verileceği ifade
edilirken, (5263) numaralı hadis-i şerifte de ikinci vuruşta öldürene, ilk
vuruşta öldürenden daha az sevap verildiği, üçüncü vuruşta öldürene de ikinci
vuruşda öldürenden daha az sevap verileceği ifade edilmektedir. Bu ifade
görünüşte "ibadetlerin en faziletlisi en meşakkatlisidif"[405]
hadisine ters gibidir. Çünkü kertenkeleyi ikinci vuruşta öldüren ilk vuruşta
Öldüren kimseden daha çok zahmet çeker, üçüncü vuruşta öldürense daha da çok
yorulmuş olur. Ancak, yüce Allah'ın kullarından istediği yorgunluk ve meşakkat
değildir. İhlâsdır. Hiç zahmet çekilmeden yapılan amellerden, nefis zevk alıp
kendisine pay çıkarır. Nefsin kendisine pay çıkarması ise ihlâsı giderir.
Binaenaleyh meşakkatli işlerdeki fazilet bizzatihi meşakkatten değildir. Meşakkat
sebebiyle korunmuş olan ihlâsdandır.
Kuşkusuz, zehirli
kertenkeleyi, bir vuruşta öldüren kimse Hz. Peygamberin zehirli
kertenkelelerin öldürülmesi hususundaki emrine daha ihlâslı sarılarak kertenkeleye
darbesini daha dikkatli indirerek onu bir vuruşta öldürebilir ve bu ihlâsının
karşılığında büyük bir sevaba erişebilir. Ancak onu ikinci vuruşta öldüren
muhakkak ki vuruşunda birinci vuruşta öldüren kadar dikkatli olamadığı gibi,
üçüncü vuruşta öldüren de ikinci vuruşta öldüren kadar dikkatli olamamıştır.
Buradaki dikkat bu husustaki İhlasın bir ölçüsü durumunda olduğundan
kertenkeleyi bir iki ya da üç vuruşda öldüren kimselerin bu dikkatleri
nisbetinde farklı sevaplar almaları, sevap almadaki ölçünün ihlâs olması
esasına uygundur. Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerle, sözü
geçen hadis-i şerif arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir.
İzzüddin b.
Abdisselâm'ın "Emâli" isimli eserindeki şu açıklamasına göre de söz konusu
zehirli kelerleri bir vuruşta öldürenin ikinci vuruşta öldürmekten daha
faziletli olması; "şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde
siz öldürdüğünüz vakit öldürmeyi iyi yapın..."[406]
hadisinin kapsamı içine girebileceği gibi., "Siz hayır işlerde yarışın..."[407]
âyet-i kerimelerinin kapsamlarına da girebilir. Ayrıca "kertenkeleyi ilk
vuruşta öldürene yetmiş sevab vardır" mealindeki (5264) nolu hadis-i
şerifle, Müslim'in rivayet ettiği: "Her kim bir vuruşta bir kertenkele
öldürürse ona yüz sevap yazılır"[408]
mealindeki hadis-i şerif arasında da bir çelişki yoktur. Çünkü:
1. Usulda
ma'lum olduğu üzere bir meselede belli bir sayının zikredilmiş olması daha
fazlasının hak edilmiş olmasına mâni değildir. Bu itibarla bir kimseye yetmiş
sevabın verileceğinden bahsedilmesi o kimsenin yetmişden fazla sevap almasına
mani değildir.
2. Önceden
yüce Allah kertenkeleyi bir vuruşta öldürene amelinin karşılığı olarak yetmiş
sevap verileceğini bildirmişken, sonradan otuz sevap daha ihsan ederek
kertenkeleyi bir vuruşta öldürene toplam yüz sevap verileceğini Rasûlüne
bildirmiş olabilir.
3. Kertenkeleyi
ilk vuruşta öldüren kimselerin ihlâsları farklı olacağından onlara verilecek
sevapların da ihlâsları nisbetinde yetmiş ila yüz sevap arasında değişmesi
mümkündür.[409]
5265... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a. şöyle buyurmuştur:
"Peygamberlerden
birisi bir ağaç altına indî de kendisini (orada) bir karınca ısırdı. Bunun
üzerine (yanında bulunan kimselerden eşya-sı)nı (oradan çekmelerini) istedi. Bu
emir üzerine (eşyası) ağacın altından çıkarıldı. Sonra o karınca hakkında emir
verdi de derhal (yuvası) yakıldı. Bunun üzerine (yüce) Allah kendisine; *o
birtek karıncalı) yaksaydin ya?' diye vahy buyurdu."[410]
5266... Hz.
Ebu Hüreyre'nin Rasûlullah (s.a.)'dan (rivayet ettiğine göre) Peygamberlerden
birini bir karınca ısırmış da emir vererek karıncanın yuvasını yaktırmış. Bunun
üzerine Allah O'na: "Seni bir karınca ısırdı diye ümmetlerden teşbihte
bulunan bir ümmeti helak mi ettin?" diye vahy buyurmuştur.[411]
Zerr: Küçük ve kırmızı
karınca demektir. Nitekim yüce Allah; “şüpnesîz ki Allah, hiç kimseye zerre
kadar zulmetmez..."[412]
âyet-i kerimesinde zerr bu manada kullanılmıştır.[413]
Kelebâzî'nin
Meâni'l-Âsâr'daki, el-Hakimü't-Tirmizî'nin Nevadiru'l Usûl'deki Kurtubinin de
Tefsirindeki açıklamasına göre söz konusu karınca yuvasını yakan Peygamber Musa
aleyhisseîânıdır.
Ulemanın beyanına göre
bu hadis o peygamberin şeriatında karınca Öldürmenin caiz olduğuna ve yakmak
suretiyle öldürmenin de meşru bulunduğuna hamledilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak o
peygamberi öldürmek ve yakmak işini neden yaptı diye muaheze etmemiş, bir
karıncadan fazlasını yaktığı için mesul tutmuştur.
"Bir tek karınca
yaksaydın ya!" cümlesinden murad, yalnız seni ısıran karıncayı yaksaydın
ya! cinayeti işleyen oydu, diğerlerinin kabahati yoktu, demektir.
Bizim şeriatımızda
diri diriye bir hayvanı diri diri yakmak caiz değildir. Çünkü, Peygamber
(s.a.):
"Ateşle Allah'dan
başka kimse azab edemez" buyurmuştur. Bu hadis meşhurdur. Karıncayı
yakmadan öldürmek de caiz değildir.
İbn Abbas (r.a.)'dan
rivayet olunan bir hadiste: "Peygamber (s.a.) dört hayvanın öldürülmesini
yasak etti: Bunlar karınca, an, hüdhüd ve göçmen kuşudur" denilmiştir.
Mezkur hadisi Ebu Davud, Buharî'nin şartı üzere sahih bir isnadla rivayet
etmiştir.
Hadis-i şerif
karıncanın ve bütün hayvanların teşbih ettiğine delildir. İbnu'1-Tin: "Bu
da karıncayı yakmak caiz değildir diyenlere delildir" diyor. İbn Habib,
karınca yakmayı caiz görülmüştür. Karınca ve diğer canlıları yakmak ancak
zaruret icab ettiği takdirde caiz olabilir. Bugün birçok yerlerde tarlalarda
anızın yakılması dinen düşünülecek bir meseledir. Zira yanan anızla birlikte
milyonlarca karınca ve sair haşeratın da telef olduğunda şüphe yoktur.
İşittiğimize göre, bundan elde edilen faide cüz'i bir gübre yerini tutması
imiş. Binaenaleyh, zaruret derecesini bulmayan bu işe dinen cevaz verilmez.[414]
BezIü'I-Mechud
yazarının açıklamasına göre "Begavî" zerr denilen küçük kırmızı
karıncaları öldürmenin caiz olduğunu söylemiştir. Kadı lyaz'da "mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif, insana eziyet veren her hayvanı öldürmenin caiz
olduğuna delalet eder" demiştir.[415]
Şafiî ulemasından
Dümeyrî'nin açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şeriflerde
anlatılan olayın şöyle bir sebebi varmış: "Musa aleyhisselâm, Allahü teâlâ
hazretlerine, âsî kulların günahları yüzünden onlarla beraber itaatkâr kulları
da helak etmesinin sebebini sormuş, ondan sonra çıkmış olduğu bir yolculukta
maruz kaldığı aşırı bir sıcak yüzünden bir ağacın altına sığınmış. Orada uykuya
dalmış. Uyurken bir karınca kendisini ısırarak tatlı uykusundan uyandırmış.
Bunun üzerine, o ağacı ateşe vererek onun altında bulunan karınca yuvasındaki karıncaların
hepsini cezalandırmıştır. Allah teâlâ hazretleri de: "Niçin karıncaların
hepsini cezalandırdın? Onlardan sadece birini cezalandırsaydin" buyurarak
Hz. Musa'nın sorusunu cevaplandırmış. Yüce Allah bu cevabıyîa işlenen günahlardan
dolayı inen umumî musibetlerin kıyamet gününde itaatli kullar için rahmet,
bereket ve taharet, asi kullar için de bir şerr, hikmet ve azab olduğunu
açıklamıştır. Metinde: "Ne olur bu karıncaların hepsini değil de sadece
seni ısıran karıncayı öldürseydin ya?" buyurulması insana eziyeti dokunmuş
olsun olmasın kırmızı küçük karıncaları öldürmenin caizliğine delalet
eder."[416]
5267... (Hz.
Abdullah) ibn Abbas (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)
hayvanlardan dördünü öldürmeyi yasaklamıştır: "Karınca, balansı,
çavuşkuşu ve göçeğen kuşu."[417]
Şafiî alimlerinden
Dümeyrî'nin açıklamasına göre,bu jjg^jş.j şerifte öldürülmesi yasaklanmış olan
karıncadan maksat, Hattabî'nin ve Begavî'nin dediği gibi "Süleymanî"
denilen büyük karıncalardır. Bir önceki hadis-i şerifte geçen küçük kırmızı
karıncalar değildir. Bilindiği gibi onları öldürmek caizdir.
İmam Malik'e göre
karıncayı öldürmek mekruhtur. Ancak zararından kurtulmak için öldürmekten başka
çare kalmazsa o zaman öldürülebilir,
İbn Ebi Zeyd'e göre
ise zarar verdikten sonra karıncayı öldürmekte bir sakınca yoktur.[418]
Balansını öldürmenin
yasaklanmasının sebebi ise ondaki yarardır. Göçeğen kuşu ile çavuşkuşunun
öldürülme yasağının sebebine gelince bu iki kuşun etini haram kılmaktır. Çünkü
bir hayvanı öldürmek yasaklandığı ve bu yasaklama zarar ve yararla ilgili
olmadığı zaman etini haram kılmak için olur.[419]
5268... (Abdurrahman
ibn Abdillah'm) babasından; demiştir ki: Rasû-lullah (s.a.)'le birlikte bir
seferde idik. Bir ihtiyacını gidermek için (bizden) ayrılmıştı. (O sırada) iki
yavrusuyla birlikte bir serçe kuşu gördük ve iki yavrusunu da yakaladık. (Ana)
kuş geldi ve üzerimizde kanatlarını gererek uçmaya başladı. Derken Peygamber
(s.a.) geldi ve: "Bu hayvanı yavrusu sebebiyle bu musibete kim uğrattı?
Haydi yavrusunu ona geri verin" dedi ve (bir de) Bizim yakmış olduğumuz
bir karınca yuvası gördü. Bunun üzerine:
Bunu kim yaktı? diye
sordu.
Biz (yaktık), cevabını
verdik.
Ateşle cezalandırmak
ateşin rabbinden başkasına yakışmaz, buyurdu.[420]
Bu hadis-i şerif de bir
önceki hadis gibi canlıları ateşle azabetmenin ve kuş yavrularını yakalayarak
annelerini üzmenin caiz olmadığını ifade etmektedir.
Bu hadis daha önce
cihad bölümünde, düşmanı yakarak cezalandırmanın keraheti babında da geçmişti.[421]
5269... Abdurrahman
b. Osman'dan (rivayet edildiğine göre) doktorun biri, Peygamber (s.a.)'e
kurbağayı ilaç olarak kullanmayı sordu da Peygamber (s.a.) onu kurbağayı
öldürmekten nehyetti.[422]
Kurbağa'nın pek çok
çeşitleri vardır. Bazıları çiftleşme sonucu meydana gelir. Durgun sularda yaşar.
Bazıları da yağmurdan meydana gelir ki, çokluğundan dolayı halk buluttan
yağdığım zanneder.
Kemiksiz bir
hayvandır. Hz. Cabir'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.): "Men
katele difda'an, fealeyhi şâtün. Muharremen kâne ev helâlen: Kurbağa öldüren
kimseye bir koyun kesmek borçtur. İster ihramlı olsun, ister ihramsız
olsun" buyurmuştur.
Zira Süfyan-ı Sevrî
rahmetullahı aleyh "hayvanlar içerisinde kurbağadan ziyade Allah'ı zikreden
yoktur. Ayrıca Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman Nemrûd'in yaktığı bu ateşi
söndürmek için ağzıyla su çekmiştir. Öldürülmesi yasaklandığı için eti de
haram kılınmıştır" demiştir.[423]
5270... Abdullah
b. Mugaffel'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) fiske taşı atmayı yasakladı ve:
"O av avlamaz. Düşmanı yaralamaz, ancak göz çıkarır, diş kırar"
buyurdu."[424]
İbn Mâce'nin
rivayetinde, bu hadisin sonunda «Ben S£ma Rasûlullah (s>a.)'m fiske taşı
atmayı yasakladığım söylüyorum, sen yine de atıyorsun. Artık bundan sonra
seninle koruşmayacağım" sözleri yer almaktadır.
Bu da gösteriyor ki,
Rasûlullah (sa.)'in sünnet-i seniyyesine muhalefette ısrar eden kişiye küsmek
caizdir. "Mümin kişinin, din kardeşine üç-günden fazla küs durması caiz
değildir." mealindeki (4910) numaralı hadis-i şerifin böyle bir dini
meseleden dolayı küs kalmaya şümulü yoktur. Hadis-i şerifin ihtiva ettiği diğer
bir şer'i hükm de fisketaşı ile vurulan av hayvanının etinin yenmemesidir.
Metinde geçen "o avlamaz" cümlesi... bu taşlarla vurulan hayvanların
Maide suresinin üçüncü âyetinde geçen "mevkûze (sopa ve benzeri şeylerle
vurulup Öldürülen hayvan)" kelimesinin kapsamına girdiğine delâlet eder.[425]
5271... Ümmü
Atiyye el-Ensariyye'den (rivayet edildiğine göre) Medine'de kızları sünnet
eden bir kadın varmış da Peygamber (s.a.) ona:
"Çok derinden
kesme, çünkü bu kadına daha çok tat verir. Kocası için de daha hoştur"
buyurdu.
Ebu Davud dedi ki: Bu
hadisin manası aynı senetle Ubeydullah b. Amr vasıtasıyla Abdülmelik'den de
rivayet edilmiştir. Bu hadis sağlam değildir. Mürsel olarak da rivayet
edilmiştir, {Kavilerden) Muhammed b. Hassanın kimliği) meçhuldür.
(Binaenaleyh) bu hadis zayıftır.[426]
Hitan: Kız ve erkeği
sünnet etmek anlamına geldiği gibi, sünnet edilen yerlere ad olarak da
bilinmektedir. Örfte ise erkek çocukların tenasül organının "haşefe"
denilen uç kısmının üzerini kaplayan ve "gulfe" adı verilen deriyi
yedi günlükten itibaren bulûğ çağına kadar geçen zaman arasında kestirme
işlemine "(hıtân) sünnet ettirme" adı verilir.
Sünnet ameliyesi,
tarihin başlangıcından beri insanların bilip, İslam dini gelinceye kadar
yapageldikleri eski bir ameliyedir. İbrahim aleyhisselam'ın ilk sünnet olan
kimse olarak bilinmesi bu ameliyyenin ne kadar eski bir sünnet olduğunu ortaya
koymaktadır.[427]
Sünnet olmak vacib
midir, sünnet midir? Kelime-i şehâdette olduğu gibi müslümanla kâfiri
birbirinden ayıran bir alamet olarak telakki edilen sünnet ameliyesi bazı
alimlerce vâcib[428] ve
hattâ farz[429] denecek kadar mühim
dini bir emir kabul edilmiştir. Şafiîler "bulûğ yaşına ermezden önce
çocuğu sünnet etmek velisine vacibdir" derler.[430]
Bir kısım alimler de
sünnet olmadıkça mühtedinin müslümanlığınm, nakıs olacağına, sünnetsizin
namazının caiz olmayacağına, kestiğininin yenilmeyeceğine, Kabe'yi tavaf edemeyeceğine
hükmetmişlerdir.[431]
Hadis de bu hususta
"İslama girince küfür tüyünü at, sonra sünnet ol"[432]
diye emreder.[433]
Biz fıkıh alimlerinin
bu mevzudaki görüşlerini bu eserimizin birinci cildinde 54 nolu hadisin
şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Kızların Sünnet
Edilmesi: Kızların da sünnetinden bahs eden bir hadis-i şerifte "Hitan
(sünnet olmak) erkekler için sünnet, kadınlar için
mekrume (şeref
verici)dir."[434]
denmektedir. Senedindeki zayıflığa rağmen hükmüyle amel eden Ebu Hanife
hadisin zahirine bakarak, sünnet erkekler için mendup Şafiî ise her ikisi için
de vacib olduğu hükmünü çıkarmıştır. Her halükarda sünnet mevzuunda kadınlarla
ilgili olarak da İslam alimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı
bu meyanda meş-rık kadınları ile mağrib kadınlarının fizyolojik bakımından
farklı olduklarını kabul ederek maşrık kadınlarındaki yaratılışdan gelen
fazlalık sebebiyle, sünnetle yükümlü olduklarına, öbürlerinde ise böyle bir
fazlalığın bulunmayışı sebebiyle sünnetle yükümlü olmadıklarına hükmetmişlerdir.[435]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre müstehab olan erkeklerin sünnetini aşikâre kızlannkini ise
gizli yapmaktır.[436]
Hitan sahibini birçok
hastalık ve ihtilaftan koruyan büyük bir sıhhî tedbirdir. Dr. Fritz Kalın,
Tenasül Hayatımız adlı eserinde sünnet olmanın faidelerini şu şekilde
sıralamıştır.
1. Yağ ifraz
eden gulfenin çıkartılmasıyla, bu rahatsız edici ifrazat da ortadan kalkmış
olur.
2. Gulfe
sürtünmelerin ve phimoslerin önüne geçilmiş olur.
3. Tenasül
hastalıklarının, bilhassa frenginin bulaşması güçleşir. Çünkü uçdaki hassas
deri parçası hastalık mikroplan için başlıca giriş teşkil etmektedir.
4. Uzvun
ucunda derinin bulunmayışı tenasülü uyandıran teharrüşleri de ortadan kaldırır
ve çocuklarda istimna hevesi azalır.
5. Kanser
hastalığının isabetini azaltır. Çünkü gulfelerini daraltan kimselerde, kanser
illeti çok fazla görüldüğü tesbit edilmiştir. Şeriatı sünnet olmayı emreden
topluluklarda ise daha az görülmektedir.
6. Çocuklar
ne kadar erken yaşta sünnet ettirilirse yatağa işemeleri de o nisbette azalmış
olur.[437]
5272... (Hamza
b. Ebi Üseyd el-Ensarî'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) kendisi
(birgün) Rasûlullah (s.a.)'i mescidin dışında konuşurken işitmiş (ve orada Hz.
Peygamberin konuşmakta olduğunu gören) erkekler (Hz. Peygamberi daha yakından
dinleyebilmek için) yolda (Hz. Peygamber'in etrafında) bulunan kadınlarla
karışmışlar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) kadınlara (hitaben): "Geri
çekilin, sizin yolun ortasından gitmeniz (doğru) olmaz. Size gereken yolun
kenarı (ndan yürümeniz)dir" buyurdu.
Bunun üzerine kadınlar
duvara sürtünerek yürür oldular. Hatta (yolun kenarında bulunan) duvar(lar)a
sürtünürcesine yürümelerinden dolayı elbiseleri (zaman zaman) duvar(lar)a
takılıyordu.[438]
5273... Hz.
İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) bir erkeğin (kendisine
nikâh düşen) iki kadın arasında yürümesini yasaklamıştır.[439]
Bir erkeğin kendisine
nikah düşen yabancı bir kadınla birlikte yollarda gezip dolaşması asla caiz değildir.
Çünkü Yüce Allah Kur'an-i Kerim'inde: "Ey Muhammedi Mü'min erkeklere
söyle, gözlerini zinadan korusunlar"[440]
"Ey Mu-hammed! mü'min kadınlara söyle gözlerini zinadan sakınsınlar...”[441]
buyurmuştur.
Kendisine nikâh düşen
bir kadınla gezip dolaşan bir erkeğin o kadına bakıp, onunla konuşup hatta
gülüşmesi ise kaçınılmaz bir olaydır. Çünkü göz herşeyi kalbe ulaştıran en büyük
kapıdır.
Bu sebeple insan göz
yoluyla bir çok günahlara düşer. Çünkü bakış tebessüme, tebessüm selama, selam
konuşmaya, konuşma anlaşmaya, anlaşma da gayr-i meşru bir şekilde bir araya
gelmeye vesile olabilir.[442] Nitekim
bir hadisi şerifte: "Adem oğluna zinadan nasibi yazılmıştır. Buna
kesinlikle erişecektir. Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası da dinlemek,
dilin zinası konuşmak elin zinası tutmak, ayağın zinası da yürümektir"
Duyurulmuştur.[443]
Bir erkeğin kendine
nikah düşen bir kadınla gezip dolaşmasından doğacak önemli sakıncalardan biri
de başkalarının onun hakkında kötü zan-da bulunmalarına yol açmaktır. Nitekim
"başkalarının itham etmelerine sebep olacak yerlerden kaçınınız"[444]
hadis-i şerifi de bu gerçeği ifade etmektedir. Ayrıca yabancı kadınlarla
gezmek haya duygusunu ve mürüvveti yitirmeye de sebep olur.
Mevzumuzu teşkil eden
(5273) nolu hadis zayıftır. Çünkü ravilerinden Davud b. Ebi Salih güvenilir bir
ravi değildir. Buhari ve İbn Hıbbân gibi hadis âlimleri onun güvenilmez bir
kimse olduğunu söylemişlerdir.[445]
5274... Hz.
Ebu Hüreyre'nin Peygamber (s.a.)'den (rivayetine göre) Aziz ve Celil olan Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ademoğlu dehre söverek bana eziyet etmektedir. Oysa
dehri (yaratan) Benim; geceyi ve gündüzü Ben idare ederim.
İbn es-Serc (bu hadisi
rivayet ederken, Muhammed b. es-Sabah'ın rivayetinden farklı olarak) Said (den
rivayet edildi) yerine "İbn el-Müseyyeb'den (rivayet edildi)"[446]
dedi.[447]
Hattâbî (r.a.) bu
hadis-i şerifin şerhinde şu görüşlere yQy vermektedir: «Bu hadis-i Şerif,
Cahüiyye dönemi araplarının başlarına gelen musibetleri dehre izafe etmelerinin
yanlış olduğunu, aslında dehre izafe edilen bütün olayların gerçek yaratıcısının
kendisi olduğunu ifade etmektedir."
Müfessir, Elmalüı M.
Hamdi efendinin açıklaasına göre "Eddehr, âlemin yaratılışından, kıyamete
kadar geçen müddet yani zaman-i küldür"[448]
Hattabî (r.a)'nin de
açıkladığı gibi hadis âlimleri metinde geçen "eddehr" kelimesinin
son harfim zamme olarak okumayı asla caiz görmemişlerdir ve gerçekte bu harf
zamme okunduğu zaman "ed-dehr" kelimesinin Allah'ın isimlerinden
biri olması lâzım geleceğini söylemişlerdir. Oysa "ed-dehr" kelimesi
burada zarf durumunda olduğu için harekesi feta olması gerekir. Buna göre de
cümlenin manası şöyledir. "Tüm zaman-ir boyunca gece ve gündüzü idare eden
benim, ben."
Hafız el -Münziri'ye
göre ise hadis-i şerifte geçen "Allah denirdir" ümlesinde mecaz
vardır. Yani "Allah dehrin yaratıcısıdır. Onu idare ien de yine
Allah'dir" demektir. Bu mevzuda Bezlü'I-Mechud yazarı a şöyle demektedir:
Netice itibariyle "Allah dehrdir" cümlesi üzerinde:
1. Bu
cümledeki "ed-dehr; müdebbir idareci" demektir. Yani bütün işdn ve
olayların idarecisi ve yaratıcısı Allah teâlâ hazretleridir.
2. "Ed-ehr"
kelimesinden önce hazfedilmiş bir "mukallib" kelimesi vardır. Bu-î
göre bu cümlenin manası şöyledir: "Allah bu dehri evirip çevirendir"
te "ed-dehr" kelimesinden önce bir "mukallib: çevirip
çeviren" kelimesi alunduğuna işaret için hemen bu cümleden sonra "ukallibülleyle
venne-âr (geceyi ve gündüzü ben evirip çeviririm)" cümlesi getirilmiştir.
Ehl-i Tahkike göre
"kainatta meydana gelen olayları gerçek manada îhre izafe eden bir kimse
kâfir olur. Fakat ağzından yanlışlıkla bu mana-i söz çıkan bir kimse kâfir
olmazsa da ehl-i küfre ait olan bir sözü aldı-
için bir kerahet
işlemiş olur.
Kadı Iyaz da
"Dehrin Allah'ın isimlerinden olduğunu söyleyenlerin ı sözlerinde
hikkatten bir eser yoktur" demiştir.
Metinde geçen
"Ademoğlu bana eziyet ediyor" sözünden maksat, ıdemoğlu benim
gazabını mûcib bir iş yapmış oluyor" demektir. Çünkü ice Allah eziyet
edilmekten münezzehtir. Binaenaleyh bu sözde "kim >yle dehre. söverse
Allah'ın gazabına maruz olur" manasında bir mecaz irdir.
Binaenaleyh başa gelen
musibetler karşısında mü'min bir insana düşen emleketimizde bazı şuursuz
insanların yaptığı gibi feleği suçlamak de-1, kâinatın yegane yaratıcısının
Allah olduğunu ve bütün olayların onun lgi ve iradesi altında vukua geldiğini
düşünmek ve: "De ki: Ey Allahim ty) mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü
verirsin, dilediğinden mül-i alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini
alçaltırsın, iyilik senin indedir. Sen herşeye kadirsin."[449]
mealindeki âyet-i kerimenin ve benrlerinin sırrına ermektir.[450]
Bütün aczimize rağmen
lütfü inayetiyle bu mübarek eseri tercüme ve şerh etmeye bizleri muvaffak eden
Rabbimize sonsuz hamd ve şükürler olsun. Bizim bu nâçiz çabamızı nezd-i
ilâhisinde makbul olan hizmetlerden kılıp, gözümüzden kaçan hatalarımızı
düzeltmeye de hâlis kullarının samimi ihtarlarını vesile kılsın. Gaffar ismiyle
hatalarımızı bağışlayıp Resul-ü zi-şan efendimizin şefaatine mazhar etsin.
Âmin.
Karaman 6.XM988.
[1] Buhari, ıtk 17; Müslim, eyman 43; Ahmed II, 20, 102,
142.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/457.
[2] A. Davudoğlu, a.g.e, VIII, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458.
[3] Ahmed b. Hanbel, V, 352, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458.
[4] Ebu Davud, edeb 5.
[5] Tirmizî, Birr 41; Ahmed b: Hanbel, I, 4,7.
[6] Münavi, Feyzü'l-Kadir, VI, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/458-459.
[7] Nûr (24), 27.
[8] Nûr (24), 28.
[9] Nûr (24), 29.
[10] Taberi, Camiü'l-Beyan, XVIII. 213.
[11] Asım Efendi, Kamus, II, 873.
[12] Mücemu'l-Vasit, I, 29.
[13] Zemahşeri, Keşşaf, III, 59.
[14] Sabûnî, Ayâtü'l-Ahkâm, II, 131.
[15] Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3498.
[16] Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 490, 1063, h.s. 365.
[17] Duman M. Zeki, Kur'ân-ı Kerimde Adab-i Muaşeret,
346-348.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/459-461.
[18] Buharı, istizan 11: diyat 23; Müslim, edeb 42;
Tirmizi, istizan 17; Ahmed b. Hanbel, III, 239,242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/461.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/461.
[20] Sabûnî, a.g.c. II, 156-157.
[21] Buhârî, istizan 11.
[22] Maide (5), 45.
[23] Sabûnî, a.g.e. II, 158-159.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/462-463.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/463.
[25] Nûr(24), 29.
[26] Muvatta, istizan 1.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/463-464.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/464.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/464-465.
[30] Hucurât (49), 12.
[31] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/465.
[32] Concordance bu baba numara vermemiştir.
[33] Tirmizî. istizan 18.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/465-466.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/466-467.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/467.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/467.
[38] Nûr(24), 27.
[39] Buharı, istizan 11; Ebû Davud, hadis no: 5174.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/468.
[41] Buharî, istizan 12; Müslim, edeb 33; Tirmizî, istizan
3; Muvatta istizan 2-3, Ahmed b. Hanbel, III, 2, 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/468-469.
[42] Müslim, edeb 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/469-470.
[43] Müslim, adab 37.
[44] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
555.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/470-471.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/471-472.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/472-473.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/473.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/473.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/474.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/474.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/474-476.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/476-477.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/477.
[55] Hucurat (49), 12.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/477-478.
[57] Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.
[58] Buharî, istizan 17: Müslim,edeb 39, Tirmizî, İstizan
IX; Ibn Mace, edeb 17; Ahmed b. Hanbel, III, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/478.
[59] Müslim, Fedail 29.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/478-479.
[61] Buharî, ebedül Müfred bab 500, hadis no. 1080,11-444.
[62] Duman dr. M. Zeki, a.g.e.,s. 348-349.
[63] Buhârî, istizan 17.
[64] Nevevî, Şerhu Müslim, XIV. 135.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/479-480.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/480.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/481.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/481.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/482.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/482-484.
[70] Nur (24), 58.
[71] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
V, 3538-3539.
[72] Sabûnî, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, II, 211.
[73] Fahreddin Razî, Tefsirü'l-Kebir. XXIV, 29.
[74] Sabûnî, a.g.e. 11,212.
[75] Taberî, Camiül-Beyan, XVIII, 163.
[76] Nur (24), 58.
[77] Nisa (24), 8.
[78] Hucurat (49), 13.
[79] Karlığa Dr. Bekir ve Çetiner Dr. Bedreddin, Hadislerle
Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, XI, 5963.
[80] Bezlü'l-Mechud, XX,131.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/484-486.
[82] Buhârî. iman 20, istizan 8; Müslim, iman 93; Tirmizî,
sıfatül-Kıyame 54; istizan I; İbn Mace, mukaddime 9; edeb 11, Ahmed b. Hanbel,
1,65, 167, II, 391, 446, 446, 477, 495, 512.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/487.
[83] Âsim efendi, Kamus Tercemesi, IV, 339.
[84] Dâvudoğlu, A., Sahih Müslim, I. 297-298.
[85] Yeniçeri, Celal el-İhtiyar Tercemesi, 304.
[86] er-Razî, Tefsirü'l-Kebir, X, 211.
[87] Buharı, istizan 8; Müslim, libas 3.
[88] Tirmizî, kıyame 43; İbn Mâce, ikame 174; Darimî, sala
156, istizan 4; Ahmed b. Hanbel V, 451.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/487-488.
[89] Buhârî, istizan 9, iman 6, 20; Müslim, iman 63; İbn
Mâce, et'ime 1; Nesaî, iman 12; Ahmed b. Hanbel, 11,169-170, 196,295,
323,324,391,442,495,512.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/489.
[90] Aynî, Umdetü'l-Kari, I, 135-136; M. İbn Allan,
Delilü'l-Fatihin, II, 330.
[91] Aynî, a.g.e. 1-137.
[92] Davudoğlu. A., Sahih-i Müslim, I, 255.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/489.
[93] Ebû Davud, 5206 nolu hadis.
[94] er-Razî a.g.e. X, 214, el-Makdisî, Adabüşşeria fil,
389; Bilmen, Ömer Nasuhî, Büyük İslam İlmihali, 470.
[95] Avnu'l-Mabud XVI, 102.
[96] Buharı, el-Edebu'1-Müfred, terc. A-Fikri Yavuz II. 273.
[97] Aynî,a.g.e. I, 138.
[98] Ebu Dâvud, tahare 8,17.
[99] Râzî, a.g.e. X, 214; Kurtubî, el-Cami V, 204.
[100] Gazalî, İhya, I, 139.
[101] Bursevî. Ruhu'l-Beyan, II, 252.
[102] Razî, a.g.e., X, 241; Kurtubî, a.g.e. III, 409.
[103] Râzî, a.g.e. ve Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, aynı
yer.
[104] Duman Dr. Z. a.g.e. 323-324.
[105] İbn Abidin, Reddü’I-Muhtar V, 265 Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/490-491.
[106] Tirmizî, istizan 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/491-492.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/492.
[108] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 266.
[109] Fetavây-i Hindiyye, V, 325.
[110] Heytemî, Mecmeuzzevâid, VIII, 30-31.
[111] Nisa (4), 86.
[112] Bursevî, a.g.e. II, 251; Râzî, a.g.e., X. 211;
Kurtubî, el-Cami, V, 299.
[113] Hûd (1l), 73.
[114] Razi a.g.e. X, 212; Kurtubî, a.g.e. IX, 70.
[115] Harf-i tarifsizlere misal: er-Ra'd (3), 24; es-Saffat
(37), 17; Harf-i tarifliye de; Tâha (20), 47 ile Meryem (19), 33 âyetleri
gösterilebilir.
[116] Râzî, a.g.e. X-212.
[117] İbn Abidin, Red dü'l-Muhtar. V, 266; Fetavay-i Hindiyye, V, 325.
[118] Tirmizî, istizan 7.
[119] Duman M. Zeki a.g.e. 319.
[120] Duman M. Zeki a.g.e. 319.
[121] Nur (24), 62.
[122] Tirmizî, istizan 15.
[123] Sünen-i Ebu Davud, 5196 nolu hadis.
[124] Buhari, istizan 5; Ebu Davud 5198, 5199 nolu hadisler.
[125] Müslim, selam 5.
[126] Ebû Davud, 5205 nolu hadis.
[127] Ebû Davud,.5205 nolu hadis.
[128] Buharı, istizan 24.
[129] Taha (20). 47.
[130] Razî, et-Tefsir-i Kebir, X, 215-216.
[131] en-Nisa (4), 86.
[132] Duman M. Zeki, a.g.e. 320-323.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/492-495.
[133] Tirmizî, istizan, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/496.
[134] Mâide (5), 48; Bakara (2), 148.
[135] Razî, a.g.e. X-2l4.
[136] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/496.
[137] Buhari, istizan 4-7. Müslim, selam 1, edeb 42;
Tirmizî, istizan 14; Ahmed b. Hanbel, III. 44. VI-19- 20.11-325, 510; Darimî,
istizan 6; Muvatta selam 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/497.
[138] Davudoğlu, A.. Sahih-i Müslim, IX, 564.
[139] Nur (24), 61.
[140] İbn Abidin, XV, 521 terc, Mazhar Taşkesenlioğlu.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/497-498.
[142] Buharî, istizan 4-7; Tirmizi, istizan 14; Darimî
istizan 6; Muvatta, selam; Ahmed b. Hanbel.II, 325,510, VI,19-20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/498.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/498.
[144] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/499.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/499.
[146] Buhari, savm 11, eyman 20, mezalim, 25, nikah 83, 9J,
talak 21, libas 31; Müslim, talak 30-31, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/499-500.
[147] Buharı, nikah 83, 91; Müslim. Ulak 34.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/501-502.
[149] Buharî, istizan 15; Müslim, selâm 15; Tirmizi, istizan
8; İbn Mace, edeb 14; Darimî, istizan 8; Nesâi, Amelu'l-Yevmi, s. 286.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/502.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/502.
[151] Davudoğlu, a.g.e. IX, 576.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/502.
[152] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 265 Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/503.
[153] Tirmizî. istizan 8; İbn Mace edeb 14.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/503-504.
[154] el Cezerî, Kitabül Fikh ala'l-Mezahibi'l-Erbea, II,
51.
[155] Hatipoğİu. H. Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, IX,
489-490.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/504.
[156] Müslim, selâm 13; Tirmizî, istizan !2, siyer 41; Ahmed
b. Hanbel. II-263. 459, 525.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/505.
[157] Aliyyü'l Kari, Mirkatu'i-Mefatih, IV, 556.
[158] a.g.e ve yer.
[159] İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar. V, 265, Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/505-506.
[160] Mücadele (58), 22.
[161] Aliyyü'l Kari, a.g.e., IV, 556.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/506-507.
[163] Buharî, istizan 22, mürteddin 4; Müslim, selâm 6-8;
Muvatta, selam 3; Tirmizî, siyer 40; İbn Mâce. cdeb 13; Ahmed b. Hanbel, II, 9,
19,58, 114,111, 192,289.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/507.
[164] Tirmizî. siyer 40.
[165] Nesaî, amelül yevmi hadis nu. 378, 379, 381-382, 286
Beyrut.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/507-509.
[167] Buharı, İstizan 22; Müslim, selam 6-8; İbn Mâcc, edeb
13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/509.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/510.
[169] Tirmizî, isiizan 15; Ahmcd b. Hanbel, II, 230, 287,
439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/510.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/511.
[171] Tirmizî, istizan 28; Nesâî. Amelülyevmi ve'1-leyleti,
280-281; hadis nu: 317-318. Beyrut 1985.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/511.
[172] İbn Abidin, XV, 520 Şamil Yayınları.
[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/511-512.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/512-513.
[175] Aliyyü'l-Kârî, Mirkatu'l-Mefatih, IV. 561.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/513.
[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/514.
[178] Tirmizi, istizan 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 289, 303;
İbn Mâce, edeb 15.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/514.
[179] Mütercim Asını, Kamus Tercümesi, I, 490.
[180] A. Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 574.
[181] a.g.e.
[182] Bezlu'I-Mechud, XX, 148; Azimâbadî, Avnu'l-Mabud, XIV,
118-119; Ahmed b. Hanbel, IV, 189.
[183] el Müttakî. Kenzu'l-Ummal, IX, 131, hadis nu. 25347.
[184] Buharı, istizan 28.
[185] a.g.e.
[186] Ahmed b. Hanbel, V, 78-79.
[187] Tirmizî, deavât 74.
[188] İbn Abidin. Reddu'l-Muhtar, II, 166.
[189] İbn Âbidin, V,244.
[190] Gümüşhanevî, Ziyaüddin, Levamiu'1-Ukul, I, 233.
[191] Tuhtefül Ahvezî, VII, 518-520.
[192] Bezlu'l-Mechud, XX,147.
[193] Tanavî, İ'lâu's-Sünen, XVII,432.
[194] Aliyyü'l Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 576;
Hakimii't-Tirınizî, Nevâdirü'I Usûl, 245.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/514-517.
[195] Muhammed İbn Allan, el-Futuhatürrabbaniyye, V,
397-399.
[196] Aliyyü'l Kari, Mirkalül Mefatih 1V-574-575.
[197] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244.
[198] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/517-518.
[199] Buharî, megazî 74; Müslim, iman 82, 84, 89; Tirmizî
menakıb 71; Darimî, mukaddime 14; Ahmed b. Hanbel, II, 235, 252,258, 267,277,
380, 474, 480, 488, 502,541, III, 105, 155, 18, 212,223,251,262, IV-154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/519.
[200] Buharı, istizan 27.
[201] Buharı, megüzi 79; istizan 27; Müslim, tevbe 53; Ebu
Davud, cihad 16; Ahmed b. Hanbel, III, 459.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/519.
[203] Ahmed b. Hanbel, V, 162, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/520.
[204] Tevbe(9), 34.
[205] Hz. Zeyd'in olayı için bk. Tirnıizî, istizan 32; Hz.
Gâfer'ihki için de bk. Müstedrek, I, 319, II, 211; Aynî, Binaye IX, 318-320;
İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244.
[206] Tirmizî, istizan 31: Ahmed b. Hanbel. V, 162.
[207] İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, V, 244, Aynî, Binaye, IX,
322.
[208] Bezl, XX, 151.
[209] Tirmizî, istizan 31.
[210] Aynî, el-Binaye, IX, 317.
[211] Ebû Dâvud, libas 8.
[212] Ebû Dâvud, libas 8.
[213] et-Tahanevî, İ'laüssünen, XVII, 426, özetle.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/521-523.
[214] Buhârî, ıtk 17, istizan 26; Ahmed b. Haııbcl, III, 22,
71, V1-I42; Müslim, cihad. 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/524.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/524.
[216] Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Terceıne ve Şerhi,
VIII, 532.
[217] Müsned, VI, 142.
[218] Tirmizî, istizan 31; Ahmed b. Hanbel, V, 162.
[219] Bezlu'l-Mechud, XX, 154.
[220] İ'laüssünen, XVII, 427-428.
[221] a.g.e.s. 430.
[222] İbn Abidin.Reddu'l-Muhtar, V, 246.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/524-528.
[224] Buharı Fezailüssahabe 27, edeb 70; Tirmizî, menakıb
37, 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/528-529.
[225] el-Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-Ahvezi, X, 373.
[226] a.g.e.
[227] İ'laü's-Sünen, XVII, 429.
[228] Aliyyü'i Kârî, Miftahu'l-Mefatih, IV, 579.
[229] İbn Abîdin, Reddu'i-Muhtar, V, 245.
[230] Askalanî, Fethu'1-Bâri, XIII, 296.
[231] a.g.e. ve yer.
[232] Gızau'l-Elbâb Şerh Manzumeti'1-Âdab, I, 287.
[233] İbn Abidin, V, 245.
[234] İ'laüsünen, XVII. 426.
[235] Taşkesenlioğlu, Mazhar, İbn Abidin, XV, 430.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/529-530.
[237] Buharî, edeb 17, 27; Müslim, fedail 65; Tirmizî, birr
12; Ahmed b. Hanbei, II, 228, 241, 269,514.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/531.
[238] Davudoğlu, Ahmed, Sahih Müslim Terceme ve Şerhi, X,
100-101.
[239] Aliyyü'l Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 575.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/531-532.
[240] Buharî, tefsir Nur 24/5, II; Müslim, tevbe 56; Ahmed
b. Hanbel, VI, 60, 103, 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/532.
[241] Nûr(24), II.
[242] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/532.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533.
[244] et-Tehânevî, Ali Eşref, İ'laüssiinen, XVII, 426.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/533-534.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/534.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/534.
[250] Tirmizi, cihad 36; İbn Mâce, edeb 16; Ahmed b. Hanbel.
11,7, 86, III.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/535.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/535.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/536.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/536.
[254] Aynî, Binaye, IX, 326.
[255] Bilmen Ö. N. Hukuku Islamiyye Kamusu, III, 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/537.
[256] Müslim, iman 25-26; Tirmizî, birr 66; Ahmed b. Hanbel,
III, 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/537-538.
[257] Bursevî, İ. Hakkı Ruhu'l-Beyan, X, 226.
[258] A. Kâri, Mirkatu'l-Mefatih, IV, 279.
[259] Et Tehânevî A. Eşref, İ'lamüssünen, XVII, 426.
[260] Ebû Dâvûd, 2140 nolu hadis.
[261] Taşkesenlioğlu, Mazhar, İbn Abidin, XV, 435.
[262] Aynî, el-Binaye, IX, 328; Darül Fikir 1981.
[263] Mirkatu'l-Mefatih, IV, 729.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/538-540.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/541.
[265] M. Zihni, el-Muktazab, 164.
[266] M. Zihnî, el-Müntehab, 436.
[267] Bakara (2). 184.
[268] Saffat (37), 107.
[269] Buharı, edeb 104.
[270] İbn Hacer,Fethu'l-Bari, XIII, 188-189, Mısır 1959.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/541-542.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/543.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/543-544.
[273] Tirmizî, edeb 13; Ahmed b. Hanbel. IV, 91, 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/545.
[274] Mirkat'l-Mefatih, IV, 583.
[275] İbnü'l Hacer, Fethu’I-Bâri. XIII, 293.
[276] Müslim, sala 84.
[277] Avnü'l - Mâbud, XIV, 143.
[278] Fethu'l-Bâri, XIII, 290. Mısır 1959.
[279] a.g.e. XIII-293.
[280] İ'laussünen. XVII. 429.
[281] İ'lâussünen, XVII. 430.
[282] Müslim, sula 84.
[283] İ'laüssünen, XVII, 428.
[284] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/545-549.
[285] Müslim, sahi 84; İbn Mâce, Dua 2; Ahmed b. Hanbel, V,
253-256.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/549.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/549.
[287] Müslim, mesacid 311: Ebu Davud, sala 11; Nesâi.
mevakit 53; tbn Mâce, sala 10; Tirmizi. mevakit 16; Ahmed b. Hanbel, V, 298.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/550.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/550.
[289] Nesaî, Amelül yevmi velleyleti, 300.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/550-551.
[290] Buharı, istizan 19; Müslim, fedail 90; Tirmizî,
istizan 5; İbn Mâce, edeb 12; Nesaî, Amelülyevmi, 301.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/551.
[291] Taşkesenlioğlu Mazhar, İbn Abidin Tercemesi, XV, 518,
(Şamil Yayınevi).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/551-552.
[292] Ahmed b. Hanbel. V, 286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/553-554.
[293] Tevbe(9),25.
[294] Ahmed ibn Hanbel, V, 286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/554.
[295] İbn Mâce, menasik, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/555.
[296] Hatipoğlu Haydar, İbn Mace Tercümesi ve Şerhi, VIII,
263.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/555-556.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/557.
[298] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/557.
[299] Bu bahse burada yer vermeyeceğiz.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/557-560.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/560.
[301] Hz. Peygamber bazı sahih hadislerde, uğursuzluk
addetmeyi, (teşâum) reddettiği halde (bak. Müslim. Selâm 110-1 14 (4. 1745-46,
2223-2224 HI.) burada uğursuzluktun bahsetmesi âlimler arasında münâkaşa
vesilesi olmuştur. Hatifi Hattâbî ve diğer birçokları, bu üç şeyde uğursuzluk
çıkarmanın nehycdildiğini (Mealim IV. 236) anlamışlardır. Onlara .göre bu üç
nesneden sahiplerinin memnuniyetsizlikleri söz konusu olabilir. Bu durumda
talak ve satış yoluyla halâs olması gerekir. Bâzılarına göre de kadının
uğursuzluğu kısır oluşu; kötü dilli oluşu: bineğin uğursuzluğu huysuz, oluşu
üzerinde cihâd edilmemesi vs. dir.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/560-562.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/562-565.
[304] Evin genişliği, bugünkü sosyologlara göre sâdece
içerisinde yaşayanların sayısına değil, yaşayanın ikîisâdî durumuna da
bağlıdır. Meselâ Fransa'da bekar yaşıyan bir kimse için 14m2'dir. Keza
Amerika'da iki kişi için 67 m2, üç kişi için 90 m2 dört kişi için 103 m2
Ees-bit edilmiştir. (Famillc ei Habitation.l, 108), Oda sayısının tesbîti için
de: "Eveveyn için bir yatak odası, -ailenin durumuna göre- evde kalan
diğer nüfustan her ikisi (veya her biri) için birer oda. Diğer kısımların
(oturma odası, gusulluıne, mutfak, hela...) sayı ve genişliği evde kalanların
sayısına göre değişir" denmektedir, (a.e. 1.109.)
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/566.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/566-567.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/568.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/568-569.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/569-570.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/570-574.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/574.
[311] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/574-575.
[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/575.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/576-577.
[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/577-578.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/578-579.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/580-582.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/582.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/582-584.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/584.
[323] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/585-586.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/587.
[325] İbn Hacer'in Kuhubî'deh "Nebaf (ehlinin)
kibarlaşması ve şehirlerde kasırlar edinme leri dînin inkılâba duçar
olmasıdır" hadisi üzerine naklettiği .şu İzahı, enteresan olduğu için
aynen naklediyoruz: "Hatİîsdcn maksûd ehl-i bûdiyçnın (köylülerin) amme
işlerini (el-emr) istilâ etmeleridir. Memlekete zorla hâkini olurlar. Bunların
(böylece) malları çoğalır. himmetleri (yüksek apartmanlar insansıyla) bina
yarışma ve bununla tefâhura yönelir. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu devir,
şehâdcl etmekledir; (F.B. I. 131). Merhum Prof. Hamdı Râgıh Atadcınir bir
vesile ile Cibril hadisinde geçen "lelavüiü'I-Bünyan" tabiriyle
günümüzün demokrasi sistemine ve bunun manızı laral'ma delâlcî etliğini
söylemiştir. Aynı hadîsi Mubâreklıirî de: "Bu hadis köylü ve benzeri
ihtiyâç sahiplerinin dünyalık yönüyle zenginleşerek binalar yaptırmak sureliyle
birbirlerine karşı böbürleneceklerine delâlet eder" der.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/587-589.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/589-592.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/593.
[329] A. Meşru meskende aranan şartlar şunlardır:
[330] Cânân Doç. Dr. İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, III,
179-216.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/593-594.
[331] Tirmizî, zühd 25; İbn Mâce, zühd 13; Ahmed b. Hanbel,
II, 161.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/595.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/595.
[333] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/596.
[334] Tirmizî, kıyame 39; İbn Mâce, zühd 13.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/596-597.
[335] Beziüzzaman Said Nursî, Lem'alar, 134.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/597.
[336] Ahmed b. Hanbel, V, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/598.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/598.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/599.
[339] İbn Esir, en-Nihaye, II, 353-354 ve biraz sonra
gelecek olan 5241 no'Iu hadis.
[340] Buharı, cenâiz 8-9, 13, 15, 18 20-21, sayd 20-21;
Müslim, Hacc 93, 94, 96-97, 99, 100-102 Ebû Davud, tahare 129-130, cenaiz 29,
80; Tirmizî, cenaiz 15.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/600-601.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/601.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/601.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/601-602.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/602.
[346] Müslim, zekat 54; Ahmed b. Hanbel; V, 354, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/603.
[347] Buharî, sulh II, cihad 72, 128; Müslim, müsafirin 84,
zekât 56; Ebu Davud, tetavvu 12; Ahmed b..Hanbel, 11,316,328.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/604.
[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/604.
[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/605.
[351] A.g.e.V, 178.
[352] A.g.e. V, 178.
[353] Müslim, salatül müsafirin 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/605-606.
[354] Müslim, birr 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/607.
[355] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
583-584.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/607.
[356] Buharı, istizan 49; Müslim, eşribe 100; Tirmizî,
et'ime !5; İbn Mace, edeb 46; Ahmed b.Hanbel, II, 7-8,44, 78.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/608.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/608.
[358] Buharı, eşribe 22, beclu'1-halk 11, 16; Müslim, eşribe
96-97; Tirmizi, et'ime 15; İbn Mace,eşribel6; Muvatta, sıfatünnebiyy 21; Ahmed
b. Hanbel, II, 363, II, 301, 374, 386, 395, V, 82, 262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/608-609.
[359] Buharı, bedu'l-halk 16, istizan 49; Tirmizî, edeb 74,
Ahmed b. Hanbel, II, 388.
[360] Müslim, eşribe 96.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/609.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/610.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/610.
[364] Bakara (2), 19.
[365] Aliyyül Kâri, Mirkatül-Mefatih, IV, 349.
[366] A'raf (7), 24.
[367] Karlığa. Dr. Bekir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri,
VI, 2925.
[368] Buharî, Bedu'l-halk 14.
[369] Umdetu'1-Kari, XV, 189.
[370] 5260 nolu hadis-i şerife bakınız.
[371] Medine'de Müslümanlığı kabul eden cinniler için bk.
5258 nr. Hadise.
[372] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
693.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/610-612.
[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/612-613.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/613.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/613.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/613.
[378] Buharı, bedû'1-halk 14; Müslim, selam 128-129;
Tirmizi, sayd 15; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 121; III, ,452, 453, VI, 157,230.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/614.
[379] a.g. kaynaklar.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/614.
[380] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
693.
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/614-615.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/615.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/615.
[384] Bknz. 5253 nolu hadis.
[385] Aynî, Umdetü'l-Kari, XV, 189.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/616.
[387] Ahmed b. Hanbel, III, 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/616-617.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/617.
[389] Müslim, selam 139; Tirmizî sayd 15; Ahmed b. Hanbel,
II, 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/617-619.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/619.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/619.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/620.
[393] Tirmizî sayd 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/620.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/621.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/621.
[396] Buharî, bedü'l-halk 15, enbiya 8; Müslim, selam 142.
144; Nesâî, men'asik 115; İbn Mace. sayd" 12; Darımı, edahi 72; Ahmed b.
Hanbel, I. 176. VI. 421. 426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/622.
[397] Müslim, selam 146; Tirmizî, sayd 12; Ahmed b. Hanbel,
I, 420, II,
355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/622.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/622-623.
[399] Mütercim Asım, Tercümetu'l-Kamus, II, 722;
el-Mu'cemu'l-Vasit s. 1029., Çağrı Yayınları, 1986.
[400] Abdurrahman ibn İbrahim eterdi, tere. Hayatu'l-Hayvan,
II, 308.
[401] a.g.e. 11,310.
[402] İbn Mâce, .sayd 12; Ahmed b. Hanbel, VI, 83, 109, 217.
[403] A.b. İbrahim tere. Hayatu'l-Hayvan, II, 308.
[404] es-Seharenfuri, Bezlü'I-Mechud, XX, 202.
[405] Azimabadî. Avnü'l-Mabud, XIV, 174.
[406] Müslim, sayd 57, Ebu Davud, edahi 11; Tirmizî diyat
14; Nesâî, Dahaya 22, 26-27,45, 51-54, İbn Mâce, zebaih 3; Darımı, edahi 10.
[407] Bakara (2), 148; Ali İmran (3), I 14.
[408] Müslim, selam 147.
[409] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/623-625.
[410] Müslim, selam 149.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/626.
[411] Buharî, cihad 153, Nesaî, sayd 38, İbn Mâce, sayd 10;
Ahmed b. Hanbel, II, 403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/626.
[412] Nisa (4), 40.
[413] İbn İbrahim tere, Hayatu'l-Hayvan, II, 9.
[414] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
699.
[415] Bezlu'l-Mechud, XX, 206.
[416] A. İbn İbrahim, a.g.e. 11,258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/627-628.
[417] İbn Mâce, sayd 10; Darimî, edahi 26; Ahmed b. Hanbel,
I, 332, 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/628.
[418] A. İbn İbrahim, a.g.e. II, 259.
[419] Hatipoğlu, H., Sünen-i İbn-i Mace Terceme ve Şerhi,
VIII, 583.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/628-629.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/629-630.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/630.
[422] Nesaî, sayd 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/630.
[423] A. İbn İbrahim, a.g.e. II, 120-121.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/630.
[424] Buharî, edeb 122, teftir sure 48/5; Müslim, sayd 54;
Ebû Davud, diyat 19; Nesaî, kasame 40; İbn Mace, sayd 11, mukaddime 2; Darimî,
mukaddime 40; Ahmed b. Hanbel, IV, 86, V, 46, 54-57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/631.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/631.
[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/632.
[427] Duman M. Zeki, Adabı Muâşere, 383.
[428] Nevevî, Şerhü Müslim.
[429] Aynî, Umdetü'1-Kari, XXII, 45.
[430] Nevevî, Şerhu Müslim, III, 148.
[431] el-Mubarekfurî, Tuhfetu'l-Ahvezi, VIII, 35.
[432] Sünen-i Ebu Davud, tahare 128.
[433] Cana, Doç. Dr. İbrahim, Hz. Peygamberin Sünnetinde
Terbiye, 89-90.
[434] Aliyyül Kâri, Şerhu Ayni'I-İIim, I, 245.
[435] Canan. İbrahim, a.g.e. s. 91.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/632-634.
[437] Duman Dr. M.
Zeki, Kur'an-ı Kerimde Adabı Muaşeret, s. 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/634.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/635.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/635.
[440] Nur (24), 30.
[441] Nur (24), 31.
[442] M.A Sâbûnî, Kur'an-i Kerim'in Ahkam Tefsiri, (Çeviren,
M.Taşkesentioğlu) II, 165.
[443] Buharî, istizan 12, kader9, kader20-201; Ebu Davud,
nikah 2152 ve 2153 nolu hadisler.
[444] Aclunî, Keşfü'l-Hafa, I, 44.
[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/636.
[446] Buharî, tefsir 45/1, tevhid 35, Müslim, elfaz 2, 3;
Ahmed b. Hanbel, II, 238, 272.
[447] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/637.
[448] Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, V, 4322, VIII,
5492.
[449] Ali İmran (3), 26.
[450] Hafız İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihâye, 1, 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/637-638.