31. İhramlının Giyebileceği Şeyler
32. İhramlı Bir Kimsenin Silah Taşıması Caiz Midir?
33. İhramlı Kadının Yüzünü Örtmesi
34. İhramlı Bir Kimsenin Gölgelenmesi
36. İhramlı Kimsenin Sürme Çekmesi
39. İhramlının Öldürmesi Caiz Olan Kara Hayvanları
40. İhramlı Av Eti Yiyebilir Mi?
41. İhramlının Çekirge Avlaması
43. Hac Veya Umre Yolcusunun Engelle Karşılaşması (İhsâr)
45. Beyti Şerifi Görünce El Kaldırmak Caiz Midir?
47. Ka'be'nin Rükünlerini Selamlamak
53. Hacc-ı Kıran Yapanın Tavafı
55. Safa İle Merve Arasında Yapılan Say
56. Peygamber’in (s.a.)’in Haccı
59. (Minâ'dan) Arafat'a Hareket
60. Zevalden Sonra Nemire Mescidinden Vakfe İçin Arafat'a Gidiş
62. Arafat'ta Vakfe Yapılacak Yer
63. Arafat'tan (Müzdelîfe'ye) Hareket
65. Müzdilefe'den Dağılmakta Acele Etmek
68. Arafat'ta Vakfeye Yetişemeyen Kimse
69. Mina’da Konaklama (Yerleri)
70. Mina'da Ne Zaman Hutbe Okunur?
71. (Resûlullah'ın Mina'da) Bayramın Birinci Günü Hutbe Okuduğunu Söyleyenlerin
Delilleri)
72. (Kurban Bayramının Birinci Günü Minâ'da) Hutbe Ne Zaman Okunur?
73. İmamın Minâ Hutbesinde Bahsedeceği Konular
1823. ...İbn
Ömer'den; demiştir ki: Bir adam Resûlullah (s.a.)'e; -İhramlı (bir kimse)
elbiselerden hangilerini (giymeyi) terkeder? diye sordu. (Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemde);
"Gömlek, bornoz,
don, sarık, alaçehre veya safran çiçeğiyle boyanmış elbise ve mest giyemez.
Ancak (dikişsiz) ayakkabı bulamayan kimse müstesnadır. Kim (dikişsiz) ayakkabı
bulamazsa mest giysin(Ama) onları
topuklardan aşağı olacak şekilde kessin,"[1] buyurdu.[2]
Resûl-i Ekrem'e bu
soruyu soran zatın kim olduğu hak-kında kaynaklar bir bilgi vermiyor. Hadisin
zahirinden sözü geçen zatın bu soruyu daha ihrama girmeden önce sorduğu
anlaşılıyor. Nitekim İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bu
ihtimali te'yid etmektedir: Adamın biri Resûhıllah (s.a.)'e. yüksek sesle:
"İhrama
girdiğimiz zaman ne giyelim? diye sordu...[3]
Beyhâkî'nin rivayet ettiği şu hadisten de bu sorunun Peygamber (s.a.)'in
mescidinde sorulduğu anlaşılıyor: Adamın biri.şu yüksek makamda -yani mescidin
giriş yerinde- Resûlullah (s.a.)'e hitaben;
"Ya Resûlullah,
ihramlı kimse hangi elbiseleri giyebilir? dedi. (Resûlullah sallallahu aleyhi
ve selem);
"Don
giyemez" diye cevap,verdi.[4] Bu
hadis-i şerifle İbn Abbâs'ın rivayet etmiş olduğu: Peygamber (s.a.) bize
Arafat'ta bir hutbe irâd etti de: "Kim eteklik bulamazsa, don
giyinsin" buyurdu.[5]
anlamındaki hadis-i şerif arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu hâdisenin iki
kere tekerrür etmiş olması mümkündür. İbn Hacer'in beyânına göre, İbn Ömer hadisinin
soru soran bir zata cevap mâhiyetinde oluşu, İbn Abbâs hadisinin ise, herhangi
bir soruya cevap vermek maksadı taşımaksızın bu mevzuyu açarak söze başlamış
olması da bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[6]
Metinde geçen,
"İhramlı bir kimse elbiselerden hangilerini (giymeyi) terkeder?"
cümlesi, değişik şekillerde rivayet edilmiştir. Ebû Davud'un bu rivayeti şâz
bir rivayettir. Bu rivayetler içerisinde tercih edilen (mahfuz olan) rivayet
Buhârî ile Beyhâkî'nin Mâlik vasıtasıyla Nâfi'den naklettikleri, "ihramlı
bir kimse elbiselerden (hangisini) giyebilir?" diye başlayan rivayettir.
Çünkü bu rivayette ihtilâf yoktur.[7]
Ulemânın beyanına göre, hadis-i.şerif Peygamber (s.a.)'in bedi ve veciz
sözlerinden biridir. Çünkü kendisine hacca niyet eden bir kimsenin neler giyebileceği
sorulmuş, cevaben "filân ve filân şeyleri giymeyiniz" buyurmuştur.
Bu suretle cevaptan, hadisde zikri geçen şeylerin giyilemeyeceği, onlardan
maada her şeyin giyilebileceği anlaşılmıştır.
Giyilmeyecek şeylerin
tasrîh buyurulması evlâdır. Çünkü bunlar mahduttur. Giyilecek şeyler ise, çok
olup teker teker sayılması zordur. Nevevî diyor ki: "Ulemâ bu hadiste
geçen şeylerin ihram halinde giyilemeyeceğinde ittifak etmişlerdir. Resûlullah
(s.a.) gömlek ve don ile onlara benzer dikişli ve bedeni sımsıkı saran herşeyin
giyilemeyeceğine işaret buyurduğu gibi, kavuk ve bornoz ile dikişli veya
dikişsiz başı örten her şeye hatta sargıya dahi dikkat çekmiştir. Sargıya
ihtiyacı olan hacı, onu sarar, fakat fidye vermesi icab eder.
Mestlerle ayakları
örten her şeyin ihram halinde giyilmesinin yasak olduğunu ifade buyurmuştur.
Bütün bunlar erkeklere mahsustur. Kadına gelince: Dikişli veya dikişsiz her
şeyle, -yüzünden maada- bütün bedenini örtmesi mubahtır. Fakat ne ile olursa
olsun, yüzünü örtmesi haramdır. Ellerini eldivenle örtmesi ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Şafiî'nin bu hususta iki kavli vardır. Esah olan kavline göre
ihramlı bir kadının eldiven giymesi haramdır.
Resûlullah (s.a.)
alaçehre ve safranı zikretmekle bu türden şeylere, yani güzel koku sürünmeye
işaret buyurmuştur. İhram halinde erkek ve kadın bütün hacılara her nevi koku
sürünmek haramdır. Lâkin meyve ve çiçek gibi şeyleri koklamak haram değildir.
Zira bu gibi şeyler kokulanmak maksadıyla kullanılmazlar. Ulemânın beyânına
göre hacca niyet eden kimseye zikri geçen şeylerin haram kılınması onu refah
halinden uzaklaştırmak, huşu ve mezellet sıfatıyla vasıflandırmak içindir.
Hacı bütün hacc
müddetince ihramlı olduğunu hatırlayacak bu suretle daha ziyâde zikir ve
ibâdetle meşgul olacak kendini murâkebe edecek, ibâdetini koruyacak, haram olan
şeylerden sakınacak ihram elbisesiyle ölümü, kefeni ve kıyamet gününde
insanların yalınayak baş açık huzur-u ilâhiye çıkacaklarım hatırlayacaktır.
Koku sürmenin ve
kadınlara yaklaşmanın haram kılınmasındaki hikmet, dünya ziynetleriyle dünya
lezzetlerinden ve refahdan uzak kalarak bütün düşüncesini uhrevî maksatlara
tahsis etmektir.
Vers: Yalnızca
Yemen'de yetişen sarı oir çiçektir. Elbise boyamakta kullanılır. Safran dahî
sarı bir çiçektir. Arap memleketlerinde yetişmez. cümlesindeki "lâ"
kelimesi nâfiye ve nahiye olabilir. Nâfiye olduğu takdirde dahil olduğu fiil-i
muzârî' merfû', nahiye olduğuna göre mecnûm okunur.[8]
1. Hacca
niyet eden kimsenin dıkışh elbise, serpuş, eldiven ve dikişli ayakkabı giymesi
haramdır.
Niyet ederken üzerinde
bu gibi elbise bulunanlar onları çıkarırlar. Bazıları elbiseyi yırtarak
çıkarmak icâb ettiğine kaail olmuşlarsa da Cum-hûr'a göre yırtmadan başından
çıkarmak caizdir.
İmam A'zam, İmam Mâlik
ve İmam Şafiî'nin mezhebleri de budur. Gömleği giymeden sarınmak caizdir.
2. Mest
giymenin caiz olması için konçlarının kesilmesi şarttır. Yalnız İmam Ahmed'e
göre kesmeden de giyilebilir.
Atâ'dan da böyle bir
görüş rivayet olunmuştur.
3. Bazıları
İbn Ömer (r.a.) hadisinin mensûh olduğunu iddia etmişlerdir.
4. İbnü'l-Cevzî
ile diğer bir takım ulemâ İbn Ömer hadisinin mefkûf mu, yoksa merfû mu
olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Maavfiafih hadis ulemâsı bu hadisin merfû
olduğunu söylemiş, mevkuf rivayetinin şâzz olduğunu bildirmişlerdir.
5. Safran ve
vers gibi şeylerle boyanmış elbise giymek hadisin zahirine göre mutlak surette
memnû'dur.
Rivayete nazaran İmam
Mâlik'e, koku sürülmüş, fakat rüzgâr sebebiyle kokudan eser kalmamış elbisenin
hükmü sorulmuş, Hz. İmam: "Safran veya vers ile boyanmamışsa bunda bir
beis yoktur. Mekruh olan boyayı içmiş elbise giymektir" demiştir.
İmam Şafiî'ye göre,
elbise ıslandığı vakit koku salacak şekilde boyanmışsa giyilmesi caiz değildir.
Yalnız rengi kalan elbise hakkında İmamü'l-Haremeyn iki kavil rivayet etmiştir.
Şâfiîler'den Râfiî',
"Sahih olan kavle göre yalnız renk muteber değildir" diyor.
Hanefiler'e göre
yıkandıktan sonra silkmekle rengi dağılmayan elbiseyi ihramda giymekte beis
yoktur. Bu görüş, Said b. Cübeyr, Atâ b. Ebî Rabâh, Hasan el-Basrî, Tavus,
Katâde, İbrahim en-Nehâî, Sevrî; İmam Ahnıed, İshâk ve" Ebû Sevr'den de
nakledilmiştir.
Bazılarına göre
elbiseyi yıkayıp sildikten sonra dikkat edilecek cihet, koku salmamasıdır. Muteber olan görüş de budur.
Elbisenin yıkandıktan
sonra boyası yayılmasa bile kokusu çıkmamışsa giyilmesi yasaktır. Çünkü
kokması, koku veren şeyin orada kaldığına delildir.
6. Hacca
gitmeyen kimseler safran vs. ile boyanmış elbise giyebilirler. Çünkü Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) hadisdeki beyanâtım ihramlı kimsenin ne
giyebileceği suâline cevap olarak ifâde buyurmuştur. Binaenaleyh ihrama
girmeyenler mezkûr eşyayı giyebilirler. Aynî diyor ki: "Üstadımız
Zeynüddîn, vers'in koku sayılıp sayılmadığı hususunda ulemânın ihtilaf ettiğini
söylemiştir.
Îbnü'l-Arabî'ye göre
vers (alaçehre) koku değildir. îbnü'I-Arabî: "Vers koku olmasa da onun
güzel bir kokusu vardır. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bununla halis
kokudan ve kokuya benzer şeylerden kaçınılmasını anlatmak istemiştir"
demiştir.
Râfiî; "söylenildiğine
göre alaçehre Yemen'in en güzel kokularmdanmış" demektedir.
Nevevî'nin sözü dahi
alaçehrenin koku sayıldığım andırıyor![9]
1824.
...Önceki hadisin manasını İbn Ömer Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.[10]
Bilindiği gibi bir
önceki hadis-i şerifi ez-Zührî,
Salim'den, Salim,İbn Ömer'den, İbn Ömer de Hz.Peygamberden rivayet
etmişti. Sözü geçen hadisi aynı lâfızlarla olmamakla beraber mânâ olarak İmâm
Mâlik de rivayet etmiştir. İmam Mâlik'in rivayeti Hz. Peygambere Nâfi ve İbn Ömer
vasıtasıyla erişmektedir.[11] Ve
şu mânâya gelen lâfızlardan ibarettir:
"Bir adam;
Yâ Resûlullah, ihramlı
bir kimse elbiselerden hangisini giyemez? diye sordu da Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem;
"Gömlek, sarık,
don,.bornoz, mest giyemez. Ancak (dikişsiz) ayakkabı bulamayan kimse
müstesnadır. Kim (dikişsiz) ayakkabı bulamazsa mest giysin. (Ama) onları
topuktan aşağı kessin. Safran veya alaçehre sürülmüş elbiselerden birini de
giymeyin” buyurdu.[12] Bu
hadisin diğer kaynaklarını ve şerhini görmek için bir önceki hadisle ilgili
açıklamalara bakılabilir.[13]
1825. ...İbn
Ömer vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'den (iki numara) önceki hadisin manası
rivayet edilmiştir. Ancak (Nâfi bu rivayetine) şunları ilâve etmiştir:
"İhramlı kadın yüzünü örtemez ve eldiven giyemez."[14]
Ebû Dâvûd dedi ki:
1. Şu (bir
önceki) hadisi (aynen) el-Leys'in rivayet ettiği gibi, Mûsâ vasıtasıyla
Nâfi'den (merfû olarak) Hatim b. İsmail ile Yahya b. Eyyûb de rivayet etti:
2. Bu hadisi
Musa b. Târik da, Mûsâ b. Ukbe vasıtasıyla mevkuf olarak İbn Ömer'den rivayet
etti.
3. Bu hadisi
aynı şekilde (İbn Ömer'den) mevkuf olarak Ubey-dullah b. Ömer ile Mâlik ve
Eyyûb de rivayet etmiş(ler)dir.
4. İbrahim
b. Saîd el-Medînî de (bu hadisi) Nâfi' ve İbn Ömer vasıtasıyla Peygamber (s.a.)
den (merfû' olarak ve şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etti:) "İhramlı
bir kadın yüzünü örtemez ve eldiven takınamaz."
5. Ebû Dâvûd
dedi ki: İbrahim b. Saîd el-Medinî, Medine halkından bir râvîdir.Kendisinden
(rivayet edilen) fazla bir hadis yoktur.[15]
el-Leys b. Sa'd'in,
Nâfi', vasıtasıyla merfû' olarak rivâyet ettiği bu hadis-i şerifin tamamı şu
anlama gelmektedir:
Bir adam ayağa
kalkarak;
Yâ Rasûlullah, bize
ihramlı iken hangi elbiseyi giymemizi emir buyurursunuz? dedi. Rasûlullah
(s.a.) de:
"Gömlek, don,
sarık, bornoz ve mest giymeyiniz. Ancak bir kimsenin (dikişsiz) ayakkabı
bulamaması müstesnadır. (O takdirde o kimse) mest giysin (ama) topukların aşağısından
kessin, safran veya alaçehre sürülmüş bir elbiseyi de giymeyiniz. İhramlı bir
kadın yüzünü örtemez ve eldiven giyemez" buyurdu.[16]
Görülüyor ki, bu
hadis-i şerif daha önce geçen 1825 numaralı Zührî hadisinin aynısıdır. Ancak
Onlardan fazla olarak, "ihramlı bir kadın yüzünü örtemez ve eldiven
giyemez" cümlesini ihtiva etmektedir.[17]
1. İhramlı
bir kadın yüzünü örtemez. Bu konuda ıcma vardır. Inşaallah ileride 33 numaralı
babda bu konuyu daha ayrıntılı bir biçimde yeniden ele alacağız.
2. İhramlı
bir kadının eldiven giymesi veya ellerim dikişli bir paçavra ile örtmesi caiz
değildir.
Mâlikî ulemâsı ile
Hanbelî ulemâsı, İbn Ömer, İshâk, sahih olan görüşüne göre İmâm Şafiî bu
görüşte olduğu gibi, Hanefî ulemâsının meşhur olan görüşü de budur. Nitekim,
ileride gelecek olan; "Rasûl-i Ekrem'in, ihramlı kadınları eldiven
giymekten, yüzlerini örtmekten, alaçehre ve safran sürülmüş elbise giymekten
nehyettiğini" ifâde eden 1827 numaralı İbn Ömer hadisi de bu görüşü
doğrulamaktadır.
Bu konuda Hattâbî
şunları söylüyor: İhramlı bir kadının eldiven takınması konusunda ulemâ
ihtilâf etmişlerdir. Ulemânın çoğunluğuna göre ihramlı iken eldiven giyen kadın
için herhangi bir ceza lazım gelmez. Bu görüşte olan ilim adamlarına göre,
metinde geçen "eldiven" kelimesi, Hz. Peygamberin değil, Hz. ibn
Ömer'in sözüdür. İmâm Şafiî'ye göre ise, ihramlı bir kadının ellerini
kınalamasında herhangi bir sakınca yoksa da ellerini herhangi bir paçavra ile
örtmesi fidye vermesini gerektirir.
Muhammed b. Hasen ve
es-Sevrî'ye göre ihramlı bir kadının eldiven giymesi haram değildir. Sahâbe-i
kiramdan Hz. Ali ile Hz. Âişe de bu görüştedir. Şafiî ulemâsından Müzem, İmâm
Şafiî'nin de bu görüşte olduğunu rivayet etmiştir. İmâm Mâlik'in de bu görüşte
olduğuna dâir bir rivayet vardır. Çünkü İbn Ömer (r.a.); "Kadının ihramı
sadece yüzünde, erkeğinki ise, başındadır" buyurmuştur. Bu hadisi Dfekutnî
ile Beyhakî rivayet ettiler. Bu hadisle ilgili olarak Beyhakî şunları
söylemiştir: "Bu^ hadisi ed-Dâreverdi ve başkaları Hz. İbn Ömer'in sözü
olarak rivayet ettiler. Dâreverdî bu hadisi Eyyûb b. Muhammed ve Nâfı'
kanalıyla İbn Ömer'den merfû bir hadis olarak rivayet etmiştir. Hadisin metni
(meâlen) şöyledir: Resûlulİah (s.a.) buyurdu ki:
"-Kadının ihramı
sadece yüzündedîr". Dâreverdî bu hadisle ilgili görüşlerini şu şekilde
dile getiriyor: "Eyyûb b. Muhammed Ebu'l-Cemei Yahya b. Main ve başkaları
tarafından zayıf görülmektedir."[18]
Fakat Beyhakî'ye göre
Eyyûb b. Muhammed güvenilir bir râvidir. Ebû Hatim O'nun hakkında “ = zararı
yok, iyice" tabirim kullanmış. Zehebî ise, "Zuafâ" isimli
eserinde sözü geçen râvi hakkında şunları söylemiştir: "Yahya b. Maîn
O'nun zayıf olduğunu söylerken başkaları O'nun güvenilir bir râvi olduğunu
ifâde etmişlerdir."
Hanefî ulemâsından
el-Kâsânî de eldiven giymek konusundaki görüşlerini şu şekilde dile getiriyor:
"Bu konuda bizim için delil "Saîd b. Ebî Vakkas'ın ihramlı kızlarına
eldiven giydirdiğine" dâir rivayet edilen hadis-i şeriftir. Çünkü eldiven
giymek elleri dikişli bir paçavra ile örtmek demektir. İhramlı bir kadının
ellerini Örtmesinde bir sakınca olmadığı ise, bilinen bir gerçektir. Kadının
ihramlı iken ellerini gömleğiyle örtmesinde bir sakınca olmadığına göre başka
bir şeyle örtmesin de de bir sakınca olmaması icabeder. Fakat yüz bunun
aksinedir. "Kadın ihramlı iken eldiven takamaz," anlamındaki nehye
uymanın hükmü menduptur. Bu yasağa uymamanın hükmü haram değildir. Bu mevzuda
gelen hadislerin arasını uzlaştırmak ancak hadisin hükmünü bu şekilde
anlamakla mümkündür.[19]
1. İhramlı
bir kadının eldiven giymesinin caiz olmayacağım savunan ve delil olarak
konumuzu teşkil eden hadise dayanan cumhûr-ı ulemâya göre bu hadis Peygamber
(s.a.)'e ulaşan merfû' bir hadistir. "Kadının ihramı ancak
yüzündedir," anlamındaki İbn Ömer hadisi ise mevkuftur ve zayıftır. Merfû'
ve sahih olan bir hadisin karşısında mevkuf ve zayıf olan bir hadise yer
yoktur. Ayrıca konumuzu teşkil eden hadis mânâya sözle delâlet ettiği halde İbn
Ömer hadisi mefhumuyla delâlet etmektedir. Bu sebeple konumuzu teşkil eden
hadis ibn Ömer hadisine tercih edilir.
2. Eyyûb b.
Muhammed Ebu'l-Cemel hadisi tenkide uğramıştır. Ebû Dâvûd hadisi karşısında bir
değeri yoktur.
3. Sa'd b.
Ebî Vakkas hadisi sağlam bir senetle rivayet olunmamıştır ve mevkuf bir
hadistir. Bu itibarla konumuzu teşkil eden hadis karşısında
hükümsüzdür.
Konumuzu teşkil eden
hadise dayanarak, ihramlı bir kadının eldiven giymesinde bir sakınca görmeyen
kimseler ise, cumhurun ileri sürdüğü delillere şu cevaplan veriyorlar:
1. el-Leys'in
Nâfi vasıtasıyla merfû' olarak rivayet ettiği Ebû Dâvûd hadisini aynı zamanda
Mûsâ b. Ukbe ile birlikte, Ubeydullah b. Ömer, Mâlik ve Eyyûb da yine Nâfi'
vasıtasıyla İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir.
2. İhramlı
kadınlara eldiven giymeyi yasaklayan ibn Ömer hadisinin senedinde İbn İshâk
vardır. Bilindiği gibi İbn İshâk Ubeydullah b. Ömer'e nisbetle hafıza yönünden
daha aşağı derecelerde kalır.
Ayrıca Buhâri
kadınların ihramlı iken eldiven giyemeyeceklerini ifade eden İbn Ömer hadisini
rivayet ettikten sonra "Kadının eldiven giyemeyeceğini" ifade eden
cümlenin İbn Ömer'e ait olduğunu ifade etmiştir.[20] Her
iki tarafın görüşleri incelendikten sonra görülüyor ki deliller ihramlı bir
kadının eldiven giymesinin caiz olmayacağını isbât etmektedirler.
a. Ebû
Davud'un, metnin sonuna ilâve ettiği birinci taliki Nesâî merfû' olarak şu
mânâya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir: İbn Ömer anlatıyor: Adamın biri ayağa
kalkarak:
Yâ Resûlullah! İhramda
nasıl bir elbise giymemi emredersiniz? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) de:
"Gömlek, şalvar,
mest giymeyin. Yalnız dikişsiz ayakkabısı bulunmayan yan taraflarını kestiği
mestleri giyebilir. İhramlı kimse za'feran ve alaçehre sürülen hiçbir elbiseyi
de giyemez, ihrama giren kadınlar da peçe ve eldiven takamazlar" buyurdu.![21]
b. Bu taliki
aynı zamanda Beyhakî de Hafs b. Meysere, Musa b. Ukbe ve Nâfi vasıtasıyla Rasûl-i
Ekrem'e ulaştırmıştır:[22]
c. Yine
Beyhakî bu ta'liki ayrıca Hz. Peygambere bir de Fudayl b. Süleyman, Mûsâ b.
Ukbe, Nâfi' ve ibn Ömer vasıtasıyla eriştirmiştir.[23]
İkinci ta'likden
anlaşılıyor ki, konumuzu teşkil eden ibn Ömer hadisinin bir kısmını da mevkuf
olarak Mûsâ b. Târik, Mûsâ b. Ukbe'den, o da Nâfi'den, o da ibn Ömer'den
rivayet etmiştir. Menhel müellifi bu ta'liki Hz. Peygambere eriştiren bir
rivayete rastlayamadığını ifâde ediyor.
jÜçüncü ta'liki
isejBuhârî muallak olarak rivayet etmiş ve "ihramlı kadın eldiven
giyemez" sözünün İbn Ömer'e ait olduğunu ifâde etmiştir.[24]
Buhârî'nin ifâdesine
göre konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisini Ubeydullah "alaçehre"
kelimesine kadar merfû olarak, gerisini de İbn Ömer'in sözü olarak rivayet
etmiştir.[25]
Dördüncü ta'lik ise,
konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinin mânâ olarak ve senedi Rasûl-i Ekrem'e
kadar ulaşan bir rivayetini göstermektedir. Ancak musannif Ebû Davud'un
beşinci ta'likte ifâde ettiği gibi bu ta'likin senedinde Ebû İshak el-Medînî
vardır ve bu râviden fazla bir hadis rivayet eden olmamıştır. Çünkü zayıf bir râvidir.
İbn adiy'in beyânına göre; "bu râvi merfû bir hadis rivayet etmemiştir.
Bü sebeple kendisine uyup da o'nun hadis rivayet ettiği şeyh'den hadisırivâyet
eden olmamıştır. Zehebî, Mizânü'l-İ'tidâl'inde "bunun hadislerinin metruk
olduğunu", İmâm Nevevî, "Et-Takrîb" isimli eserinde bu zâtın
kimliğinin mec-hûl olduğunu söylüyor.[26]
1826. ...İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) "4hramlı bir kadın
yüzünü örtemez ve eldiven takamaz" buyurmuştur.[27]
1827. ...
Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Resûlullah (s.a.)'ı
kadınları ihramlarında iken eldiven ve peçe takmaktan, alaçehre ve safran
sürülmüş şeyleri giymekten nehyederken ve;
"Kadınlar bunun
dışında kalan giyeceklerden (ister) aspurla boyalı (olsun, ister) ipekli zinet,
don, gömlek veya mest (olsun) istedikleri türden elbiseleri giysinler"
(derken) işitmiştir.
Ebû Dâvûd dediki: Bu
hadisi İbn İshak vasıtasıyla îbn Ömer'den Abde (b. Süleyman) ile Muhammed b.
Seleme de "ve ma mes-selversu vezza'ferânüfninessiyâbi" cümlesine
kadar rivayet ettiler. Fakat daha gerisini nakletmediler.[28]
Bu hadis-i
şerifte ihramlı bir kadının eldiven ve peçe takmasının ve alaçehre ve safran gibi
kokular sürülmüş olan elbiseleri giymesinin yasak olduğu, bunların dışında
giyilmesi meşru olan her çeşit elbiseyi giyebilecekleri ifâde edilmektedir.[29]
1. İhramlı bir
kadının bilezik ve
gerdanlık gibi ziynet eşyalarını
takmasında ve dikişli, geniş ve uzun elbiseler giymesinde herhangi bir sakınca
yoktur. Ancak alaçehre, safran gibi esanslar sürülmüş elbiseleri giymekle
eldiven ve peçe takması yasaklanmıştır;
2. ihramlı
bir kadının aspurla boyanmış bir elbiseyi giymesi caizdir. Câbir ve İbn Ömer'le
Şafiî ve Hanbeli uleması bu görüştedir, delilleri ise, konumuzu teşkil eden Ebu
Dâvûd hadisiyle İbn Ebî Müleyke'nin rivayet ettiği ve Beyhâkî'nin tahrîc ettiği
"Âişe (r.anhâ) ihramlı iken aspur ile hafifçe boyanmış elbiseler
giyerdi."[30] anlamındaki hadis-i
şeriftir. Ve Kasım b. Muhammed de "Âişe (r.anhâ) ihramlı iken aspurlu elbiseler
giyerdi," dedi.[31]
Ebû'z-Zubeyr'in
Câbir'den rivayet ettiği, "Kadın ihramlı iken esanslı elbiseler giyemez
ama aspur ile boyalı elbiseleri giyebilir. Ben aspuru bir esans olarak
görmüyorum,"[32]
anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir.
3. Mâlikî
ulemâsına göre ise, ihramh bir kadının vücudunu boyayacak şekilde aspurlu bir
elbiseyi giymesi mekruhtur. Böyle bir elbiseyi giyen bir kadın bir kerahet
işlemiş olursa da üzerine fidye vermek gerekmez.
Fakat konumuzu teşkil
eden hadis-i şerif böyle bir hüküm çıkarmaya müsait değildir.
4. Hanefî
ulemâsına göre ise, aspurla boyanmış bir elbiseyi, ihramh bir kimse ancak
boyası çıkmayıncaya kadar yıkanmış olmak şartıyla giyebilir. Aksi takdirde
giyemez. Delilleri ise Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilen "kocası
ölen kadın aspurla veya kırmızı çamurla boyanmış elbise giyemez,"
anlamındaki 2304 numaralı hadis-i şeriftir.
Hanefî ulemâsından
Tahâvî'nin beyânına göre "bu hadis-i şerif aspurun esans cinsinden
olduğuna ve bu yüzden kocası ölen bir kadının iddet beklerken aspur sürünmekten
nehyedildiğine delâlet eder: Çünkü eğer aspur esans değil de zinet olduğundan
dolayı yasaklanmış olsaydı ondan önce "asb" denilen kumaşları giymek
yasak edilirdi. Çünkü "asb" denilen kumaşların ziynet olma niteliği aspura
nisbetle daha fazladır. Oysa "asb", giymek hadis-i şeriflerde ihramh
kadınlar için yasaklanmamıştır. Yine Hanefi ulemâsına göre İbn Ömer'in rivayet
ettiği şu hadis-i şerif de aspurun ziynet olmadığını ifade eder:
Ömer (r.a.) Taİha b.
Ubeydullah'ın ihramh olduğu halde boyalı bir elbise giydiğini görünce;
Ey Talha bu nedir?
diye sordu. Hz. Talha da:
Ey mü'minlerin emiri,
bu kurumuş kırmızı çamurdur, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer;
Ey topluluk sizler
halkın kendisine örnek aldığı kişilersiniz. Fakat cahil birisi bu elbiseyi
(üzerinizde) görecek olursa Talha b. Ubeydullah ihramh iken boyalı elbise
giydi, der. Öyleyse ey topluluk sakın şu boyalı elbiselerden herhangi birini
giymeyiniz! dedi.[33]
Hanefi ulemâsından
Kemaleddin b. el-Humâm'a göre de aspur güzel kokulardandır. Dolayısıyla ihramh
bir kimse aspurla bir elbise giyemez. Kına da güzel kokulardan olduğu için
ihramh bir kimsenin kına yakması da caiz değildir.
Konumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisi hakkında da İbnul-Hümâm şunları söylüyor: "Bu hadisin
"Kadınlar bunun dışında kalan giyeceklerden aspurla boyalı, ipekli,
zinet, don, gömlek veya mest istedikleri türden elbiseleri giyebilirler,"
kısmı müdrecdir. Yani Resûl-i Ekrem'in sözü değildir, râvilerden biri
tarafından metne sıkıştırılmış bir ilâvedir."[34] Nitekim
musanıf Ebû Davud'un metnin sonuna ilave ettiği talikta bu kısmın bulunmayışı
ibn Hümâm'ın bu görüşünü te'yid etmektedir.
Tekmiletu-Menhel
yazarına göre, ihramlı bir kimsenin aspurlu elbise giymesinin caiz olduğunu
söyleyenlerin görüşleri daha isabetlidir. Metinde bulunan ilâvenin talikta
bulunmayışı o ilâvenin kesinlikle müdrec olduğuna delâlet etmez. Çünkü bu
hadiste olduğu gibi güvenilir bir râvinin başka râvilere nisbetle ziyâde olarak
yaptığı rivayetler hadis ulemâsınca makbuldür. Çünkü bu ziyâde hafızası sağlam
bir kimsenin hafızasında tutmaya muvaffak olduğu bir ziyâde demektir. Şayet söz
konusu cümlenin Resûl-i Ekrem'e ait olmadığı kabul edilse bile, bir sahâbî
sözüdür. Sahabi sözü ise, Hanefîlerce delildir.
Konumuzu teşkil eden
hadis Muhammed b. İshâk'tan çeşitli şekillerde rivayet edilmiştir. Bu
rivayetler içerisinde en uzun ve tam olanı tercümesini sunduğumuz metindir.
Ebû Dâvûd metnin
sonuna ilâve ettiği talik ile bu rivayetler ve aralarındaki farklara işaret
etmek istemiştir. Talikte ifâde edildiği gibi bu hadisi Muhammed b. İshâk'tan
rivayet eden sadece İbrahim b. Sa'd değildir. Söz konusu hadisi Muhammed b.
İshâk'tan bizzat rivayet eden iki. râvi daha vardır:
1. Abde b.
Süleyman,
2. Muhammedb.
Seleme.
Ancak bunların her
ikisi de rivayetlerinde, İbrahim b. Sa'd'in rivayet ettiği metnin sonunda
buhman "Kadınlar bunun dışında kalan giyeceklerden aspurla boyalı,
ipekli, zinet, don, gömlek veya mest, istedikleri türden elbiseleri
giyebilirler," anlamındaki cümleyi nakletmemişlerdir. Musannifin bu
açıklamayı yapmaya lüzum görmesi, Muhammed b. İshâk hakkındaki tenkitlerden
ileri gelmiştir. Musannif talikteki iki rivayeti de göstermekle bu hadisin
zayıf olmadığını ifade etmek istemiştir.
Bu hadisi ta'likte
görüldüğü şekliyle yani metindeki ziyâdeliği zikretmeden rivayet edenlerden
biri de Ahmed b. Hanbel (r.a.)'dır. Yezîd b. Ebî Habib, İbn İshâk, Nâfi' ve İbn
Ömer senediyle merfû' olarak ve şu manaya gelen lâfızlarla rivayet etmiştir:
Ben Rasûlullah (s.a.)'ı şu minber üzerinde ihramlı olan kimseleri kendilerine
haram olan şeylerden nehyederek:
"Sarık, gömlek,
don, bornoz ve mest giymeyiniz. Ancak mest giymek mecburiyetinde kalan kimse
onu topuklarının altından kessin. Ala-çehre veya safran sürülmüş elbise de
giymeyiniz" derken ve kadınları da eldiven ile peçe takmaktan ve alaçehre
veya safran sürülmüş elbise giymekten nehyederken işittim.[35]
Hadisin merfû ve mevkuf olarak rivayet edildiği senedleri görmek için
Tekmiletu'l-Menhel (I, 140)'e bakılabilir.[36]
1828.
...Nâfi'in İbn Ömer'den rivayet ettiğine göre İbn Ömer Üşümüş de, "Ey
Nâfi, üzerime bir elbise atıver" demiş. (Nâfi diyor ki): Ben de üzerine
bir bornoz attım. Bunun üzerine; "Sen bunu benim üzerime atıyorsun ama,
Rasûlullah (s.a.) ihramlı bir kimsenin onu giymesini yasak etti dedi.[37]
Aslında bornoz
denilen parke, kollu
hamam havlusu, palto ve benzeri
dikişli giyecekleri örtünmek, bir ihramlı için sakıncalı değildir. Sakıncalı
olan bu giyeceklerin giyilmesidir. Örtünmek, giyinmekten tamamen farklıdır. Bu
bakımdan Hz. Ömer'in bu sözü bir ihramlınm bornoz ve benzeri dikişli
giyecekleri örtünmesinin haram olduğunu göstermez. Ancak bu konudaki
titizliğini, zühd ve takvasını, yahut da onunu ihramlı bir kimsenin, dikişli
elbise giymesini mekruh saydığını gösterir. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz bu
çeşit elbiseleri ör-tünmekten hiçbir zaman nehyetmemiştir. Nitekim Beyhâkî'nin
rivayet ettiği "Bu nedir? dedi. Ben de "Bornozdur" dedim. Bunun
üzerine "Onu benden uzaklaştır" dedi"[38]
anlamındaki hadis-i şerif ile Ahmed b. Han-bel'in rivayet ettiği; "İbn
Ömer üşümüştü üzerine bir bornoz attım. Bunun üzerine, "bu nedir?"
dedi. Ben de "bornoz" deyince, "onu benden uzaklaştır. Sen
Rasûlullah (s.a.)'ın ihramlı bir kimsenin bornoz giymesini yasakladığını
bilmiyor musun?" dedi.”[39]
1829. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ben Rasûlullah (s.a.)'ı (şöyle) buyururken
işittim;
"Don, eteklik
bulamayan (ihramlı kimseler) içindir. Mest de dikişsiz ayakkabı bulamayan
(ihramlı kimseler) içindir."[40]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu,
Mekkelilerin hadisidir. Kaynağı ise, Basra'lı Câbir b. Zeyd'dir. Zeyd donu
zikretmekle teferrüd etmiş, mestleri kesmekten hiç bahsetmemiştir.[41]
Bu hadis ihramlı bir
kimsenin eteklik ve dikişsiz ayakkabı bulamadığı zaman don ve mest
giyebileceğini ifâde ediyor. Dikişsiz mesti topukların altından kesmeyi de şart
koşmuyor.
Atâ, Ahmed, İshâk
(r.a.) bu hadis-i şerifle amel etmişlerdir. Süfyân es-Sevrî'nin de bu görüşte
olduğu rivayet olunmuştur. Sözü geçen ulemâya göre, don eteklik olarak
kullanılmaya müsait bile olsa, eteklik bulunmadığı için giyilmesinde bir
sakınca yoktur ve giyildiğinden dolayı fidye de lâzım gelmez.
İmâm Şafiî ile Mâlik
de eteklik bulamayan kimsenin don giymesinin caiz olduğu görüşündedirler. Ancak
bu iki imâma göre dikişsiz ayakkabı bulamayan kimsenin mest giyebilmesi için
mesti topuktan aşağısı kalacak şekilde kesmek şarttır.
Hanefî ulemâsına göre,
dikişsiz ayakkabı bulamayan kimsenin mest giyebilmesi için mestleri topuktan
aşağısı kalacak şekilde kesmeyi şart koştukları gibi, eteklik bulamayan bir
kimsenin eline geçirdiği donu eteklik ojarak kullanabilmesi için eğer müsaitse,
dikişlerini söküp ondan sonra eteklik yapmasını şart koşmuşlar ve "madem
ki, (1823 numaralı) hadiste dikişsiz ayakkabı bulamayan kimsenin eline
geçirdiği mesti topukların altından kesmesi şart koşulmaktadır. Öyleyse donun
da meste kıyasla dikişlerinin sökülerek eteklik yapılması gerekir"
diyorlar.
Yine Hanefi ulemâsına
göre, don eteklik yapmaya müsaitken eteklik yapmadan ve mestler topukların
altından kesilmeden giyilecek olursa fidye lâzım gelir.[42]
1830.
...Mü'minlerin annesi Âişe (r.anhâ) dedi ki: Biz Peygamber (s.a.)'le birlikte
Mekke'ye (gitmek üzere yola) çıkmıştık. îhrama gireceğimizde alınlarımıza
kokulu madde(ler) sürdük. Birimiz terlediği zaman kokulu madde yüzüne akardı.
Peygamber (s.a.), bunu görürdü de o kimseyi (bu kokuyu sürünmekten)
nehyetmezdi.[43]
Metinde geçen
"sükk" kelimesi terkibinde mazı ve nar kabuğu bulunan "râmîk" ten yapılan bir misk çeşididir. Kamus
Tercümesi'nde açıklandığına göre râmiki un edip elden geçirdikten suyla karıp
gereği gibi ovduktan sonra , kaba yapışmaması için bir mikdar yağ ilâve edip
bir gece beklettikten sonra üzerine bir mik'-dar misk dökerek elde edilir.
Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Rasûl-i Ekrem, kadınların ihramdan önce sözü
geçen esansı süründüklerini ve ihramdan sonra bu kadınlar terledikleri zaman
sürünmüş oldukları esansın terle birlikte yüzlerine aktığını gördüğü halde
onları bundan nehy etmemiştir.[44]
İhramdan önce sürülmüş
olan bir miskin tesirinin ihramdan sonra da devâm etmesi, ihrama aykırı
değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
İmâm Mâlîk'le, Hanefi
imamlarından Muhammed b. el-Hasen'e ve Şafiî'lerden bazılarına göre ihrama
girerken esans sürünmek caiz değildir. Çünkü ihrama girdikten sonra devâm
edecek olan kokusu ihrama aykırıdır. Fakat hadis-i şerif, bu görüşte olanların
aleyhine bir delildir.[45]
1831. ...Muhammed
b. İshâk'dan; demiştir ki: Ben İbn Şihâb'a (ihramh bir kadının mestleri
topukların altından keserek giymesinden) bahsettim de bana (şöyle) dedi:
Salim b. Abdullah(ın)
bana haber verdiği(ne göre), Abdullah İbn Ömer böyle yaparmış. Yani ihramh
kadın(lar) için mestleri kesermiş. Sonra (ailesi) Safiyye bint Ubeyd O'na, Âişe
(r.anhâ)'nın;
"Gerçekten
Rasûlullah (s.a.) mest hususunda kadınlara izin vermişti" dediğini
söyledi. Artık (İbn Ömer) bu (tutumu)nu bıraktı.[46]
Abdullah b. Ömer
(r.a.) 1823 no'lu hadis-i şerifte "ihramlı bir kimsenin topukları
aşağısından kesilmeyen bir mesti giymesinin caiz olmayacağına" dâir yer
alan ifâdenin genelliğine bakarak, ihramlı kadınların da kesilmemiş mestleri
giymesinin caiz olamayacağına hükmetmiş ve kendisinden bu mevzuda fetva
isteyenlere bu istikâmette fetva vermeye başlamıştır. Ancak zevcesi Safiyye,
"Rasûl-i Ekrem'in ihramlı kadınların mest giymelerine izin
verdiğine" dâir Hz. Âişe'den duyduğu hadisi kendisine haber verince artık
bu görüşünden ve bu yönde fetva vermekten vazgeçmiştir.[47]
1832. ...Ebû
İshâk'dan; demiştir ki: Ben el-Berâ b. Âzib'i şöyle derken işittim:
"Rasûlullah
(s.a.), Hudeybiye (de Mekke) halkı İle barış yapınca, Mekke'ye sadece silah
dağarcığı ile girmek şartıyla onlarla anlaşma yaptı... (Şu'be der ki: Ben Ebû
İshâk'a);
Silah dağarcığı nedir?
diye sordum. (Ebû îshâk da);
"Kın ve içindeki
(kılıç)dır, diye cevâb verdi."[48]
Hudeybiye, Mekke'nin kuzey-batısında
ve Mekke'ye 15 km. uzaklıkta bir köydür. İsmini orada bulunan bir kuyudan veya
eğri bir ağaçtan almıştır. Haram hududları içerisindedir. Bu köyün bir kısmının
haram hududları içerisinde, bir kısmında haram hududları dışında kaldığım
söyleyenler de vardır. Bilindiği gibi Hudeybiye anlaşması hicretin 6. yılında ve
Zilkâ'de ayında yapılmıştı.[49]
Cülbân, içerisine kını
ile birlikte kılıç, kamçı ve benzeri şeyler konulan, deriden yapılmış bir
mahfazadır.
Hattâbî'nin beyânına
göre, müşriklerin, müslümanların Mekke'ye kılıçları kınlarında olarak
girmelerini şart koşmaları şu iki sebepten kaynaklanmaktadır:
"1. Müslümanlar Mekke'li müşriklere
güvenemiyor ahidlerini bozacaklarından korkuyorlardı. Bu bakımdan kılıçları
kınlarında olarak Mekke'ye girmekle, ihanetle karşılaştıkları anda silaha
sarılmak imkânına sahip olmak istiyorlardı.
2. Kılıçların
kınlarında oluşu barış alâmeti sayılırdı." Hattâbî'nin bu sözleri,
müşriklerle, müslümanlar arasındaki sulh şartlarım Hz. Peygamberin ileri
sürdüğü kabul edildiği takdirde, güzel bir tesbittir.
Ancak söz konusu
şartlan, müşriklerin ileri sürdüğü düşünülürse, o zaman bu şartların sebebi şu
şekilde açıklanabilir:
1. Müşrikler,
müslümanların Mekke'ye kılıçları kınlarında olarak girmelerini istemekle,
galib bir edâ ile girmelerini önlemek ve müslümanları Mekke'ye girerken
görenlerin, müslümanların oraya galib olarak girmediklerini anlamalarını
sağlamaktır.
2. Hz.
Peygamber'in ve Ashabının kılıçları kınında olarak Mekke'ye girmelerini
sağlamakla bir anda kılıçlarıyla müşriklerin üzerine saldırmalarını önlemek.[50]
1. İhtiyaç
sebebiyle veya zaruret anında Mekke'de sılan taşımak caizdir. Bundan dolayı
fidye de lazım gelmez. Ulemâ'nın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
2. İhtiyaç
olmadığı halde Mekke'de silah taşımak caiz değildir. Nitekim şu hadis-i Şerif
de bu gerçeği ifâde etmektedir. "Hiç birinize Mekke'de silâh taşımak
helâl değildir."[51]
Bu konuda Nevevî diyor
ki: "Bu nehy, ihtiyaç olmadığına göredir. İhtiyaç bulunduğu takdirde
Mekke'de silâh taşımak caizdir. Bizim mezhebimiz (Şafüler) ve cumhuru ulemânın
mezhebi budur. Kadı İyaz ise, şunları söylüyor: "Ulemâya göre bu hadis
zaruret ve ihtiyaç olmaksızın taşınan silâhla ilgilidir. İhtiyaç olursa silah
taşımak caizdir. İmâm Mâlik, Şafiî ve Atâ'da bu görüştedir. Hasan el-Basrî
ise, hadisin zahirine sarılarak; Mekke'de silah taşımayı mutlak surette mekruh
görmüştür."[52]
1833.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Biz Rasûlullah ile birlikte ihramlı iken
yanımıza süvariler gelirdi. Karşımıza geldikleri zaman (her) birimiz çarşafım
başından yüzüne sarkıtır (ve yüzünü örter)di. Bizden uzaklaştıkları zaman da
(yüzünü) açardı.[53]
Bu hadis-i şerif, Veda
haccında bulunan kadınların yabancı erkeklerle karşılaştıkları zaman
çarşaflarını başlarından aşağıya doğru sarkıtarak yüzlerini onlardan
gizlediklerini ve onların bulunmadığı yerlerde yüzleri açık olarak gezdiklerim
ifâde etmektedir.[54]
1. İhramlı
kadının yabancı bir erkekle karşılaştığında ve ihtiyaç duyduğu
zamanlarda yüzünü örtmesi caizdir. Dört mezhep imamıyla birlikte Atâ,
Sevrî ve îshâk'da bu görüştedirler. Fakat Hanefî ulemâsıyla, Şafiî ulemâsına
göre, ihramlı bir kadının yüzünü örtmesinin caiz olabilmesi için kadının
başından yüzüne doğru sarkıttığı çarşafın veya peçenin kadının tenine
dokunmaması şarttır. Hanbelî ulemâsından bazıları da bu görüştedir. Şayet
sarkıttığı örtü tenine değer değmez, hemen teninden uzaklaştınrsa, bir şey
lâzım gelmez. Fakat gücü yettiği halde kaldırmayacak olursa, o zaman kurban
kesmesi icâb eder. Bu konuda Hanbelî ulemasından İbn Kudâme şunları söylüyor:
"Ben İmâm
Ahmed'in kadının yüzüne örttüğü çarşafın tenine değmemesi gerektiğine dair bir
şart koştuğunu görmedim. Bu örtünün ihramlı kadının tenine değmemesi
gerektiğini ifâde eden bir hadis de yoktur. Bu mevzuda gelen haberler de bunun
aksini ifâde etmektedirler. Esasen yüzü Örtmek üzere baştan aşağı doğru
sarkıtılan bir örtünün tene değmemesi mümkün değildir. Hem de eğer söz konusu
Örtünün cilde değmemesi şart olsaydı, Rasûl-i Ekrem (s.a.) hadis-i şeriflerinde
bu noktayı açıklamaktan geri durmazdı. İhramlı kadın yüzüne peçe ve benzeri
şeyleri tutmaktan menedilmiştir."
Her ne kadar, İbn
Kudâme "Eğer sözkonusu örtünün cilde değmemesi şart olsaydı, Rasûl-i
Ekrem (s.a.), hadis-i şeriflerinde bu noktayı açıklamaktan geri durmazdı"
demişse de, aslında Rasûl-i Ekrem efendimiz, ihramh bir kadının peçe
kullanamayacağını ifâde eden (1825-1826) numarah hadislerle ihramlı bir kadının
yüzünü, tenine değecek şekilde bir peçeyle örtmesinin caiz olmadığını beyân
etmiştir.
Konumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte, ihramh bir kadının yabancı bir erkekle karşılaştığı zaman
yüzünü örteceği ifâde edildiği halde 1825-1826 numaralı hadislerde, kadının
yüzünü peçe ve benzeri şeylerle örtmesinin yasak olduğundan bahsedilmektedir.
Bu iki hadisin arasını şu şekilde uzlaştırmak mümkündür.
a. İhramlı
bir kadının yüzünü tenine değecek şekilde bir peçe ile örtmesi caiz değildir.
b. Fakat
tenine değmeyecek şekilde başından aşağı sarkıtarak örtmesi caizdir. Bu durumda
kadın evde bir çatı altında veya şemsiye altında gölgelenen bir erkeğin durumundadır.
c. Yüzü
örtmek üzere baştan aşağı sarkıtılan bir örtünün tene değmemesinin imkânsız
olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Çünkü karşıdan gelen yabancı bir
erkeğin uzaklaşıp gidinceye kadar ihramlı bir kadının başından aşağı
sarkıtacağı bir örtü ile tenine dokundurmadan yüzünü örtmesi mümkündür.
2. Kadının
yabancı erkeklerle karşılaştığı zaman yüzünü örtmesi gerekir. Yüzünü açması
yasaklanmıştır.[55]
1834.
...Ümmu'l-Husayn'dan; demiştir ki: Veda Haccında Peygamber (s.a.) ile birlikte
haccettik, de Usâme ile Bilâl'i gördük. Biri Peygamber (s.a.)'in devesinin
yularını tutuyor, diğeri de elbisesini kaldırarak O'nu sıcaktan koruyordu.
Böylece cemre-iakabe'de(taşları) attı.[56]
1. Hayvan
üzerinde cemerat'ı taşlamak caizdir.
2. İhramlı
bir kimsenin elbise veya benzen şeylerle gölgelenmesi caizdir. Bu konuda
ihramhnın hayvan üzerinde bulunması ile yerde bulunması arasında bir fark
yoktur. İçlerinde Hanefî ulemâsı ile İmam Şafiî'nin de bulunduğu cumhur-ı ulemâ
bu görüştedir. Mâlikî ulemâsına göre ise, ihramhnın, tenine.dokunmamak şartıyla
bina, ağaç, çadır, tavan, deve ve benzeri şeylerle başını ve yüzünü koruması
caizdir. Kubbesi sabit olan taht-ı revanla gölgelenmesinde de bir sakınca
yoktur. Fakat sabit bir kubbesi olmayan, tavanı elbise veya benzeri şeylerden
oluşan taht-ı revanla gölgelenmek kurban kesmeyi gerektirir. Bu kimsenin
üzerine kurban kesmek yâ vâcib olur, yâ da mendûp olur. Hastalığı sebebiyle
gölgelenmek mecburiyetine düşmüş olması da bu hükmü değiştirmez. Gölgelenmek
için bir süre elini başına veya yüzüne koyması da caiz değildir. Fakat bu
durumun devam etmemesi, elin başın üzerine ve yüze konur konmaz kaldırılması
ise zarar vermez. Bir sırık üzerine konup asılan bir elbise ile gölgelenmek,
bir şemsiye ile yağmurdan veya doludan korunmak da caizdir. Fakat yağmur ve
dolunun dışında güneşten veya yağmur gibi şeylerden korunmak için yürürken
şemsiye kullanmanın caiz olmadığı Mâlikî ulemâsınca ittifakla kabul edilmiştir.
İmâm Ahmed'e göre ise,
ihramlı bir kimsenin başını elbise veya benzeri şeylerle korumasında bir
sakınca yoktur. Fakat devenin üzerine yerleştirilen portatif çadırla ve taht-ı
revanla gölgelenmesi tenzihen mekruhtur.
İmâm Mâlik ile İmâm
Ahmed'in ve İbn Ömer (r.a.)'ın; "İhramlı bir kimsenin binitli iken
gölgelenmesini mekruh gördükleri ve delil olarak da; "Ben Hz. Ömer'le
birlikte haçta bulundum. (Hacdan) dönünceye kadar hiçbir şekilde çadır
kurduğunu görmedim?"[57]
anlamındaki Abdullah b. Ayyaş b. Ebî Rabîa hadisi ile "Hz. Ömer deve
üzerinde giderken gölgelenmekte olan bir adam gördü de ona; "Sen gölgeden
dışarı çık" dedi"[58]
anlamındaki İbn Ömer hadislerini gösterdikleri rivayet olunmuştur.
Ulemânın çoğunluğuna
göre ise:
1. Hz.
Ömer'in hac seferinde çadır kurmamış olması gölgelenmenin kerahetine delâlet
etmez.
2. İbn Ömer
hadisi ise, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinden sonra vârid. olduğu kabul
edilse bile, yine de ihramlı bir kimsenin gölgelenmesinin yasaklığına delâlet
etmez. Çünkü ihramlı bir kimsenin gölgelenmesinin caiz olduğu görüşünün
dayandığı deliller daha kuvvetlidir. Esasen ihramlı bir kimsenin çadır veya
tavan altına oturmasının câizliğinde icma' olduğu gibi başına veya yüzüne
değmemek şartıyla Ka'be'nin örtüsüne bürünmesinde bile bir sakınca bulunmadığında,
fakat başına veya yüzüne dokunduğu takdirde tahrimen mekruh olacağında da icma'
vardır.
3. Hattâbî'ye
göre bu hadis ihramlı bir kimsenin yorgunluktan dolayı duyulan ihtiyaç
karşısında hayvana binebileceğine delâlet etmektedir. Resûl-i Ekrem
Efendimizin; "Hayvanların sırtını oturak edinmeyiniz" anlamındaki
hadis-i şerif ise, hayvanır sırtına hiç ihtiyacı yokken binen ihramlı kişilerle
ilgilidir.[59]
1835. ...İbn
Abbâs'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) ihramlı iken kan
aldırmıştır.[60]
Bu hadis-i şerif
Rasûlallah (s.a.)'m ihramlı iken kan aldırdığını ifâde etmektedir. Müslim'in
rivayetinde bu hadisenin Mekke yolunda vukua geldiği kaydedilirken îbn Adiyy'in
tahric ettiği İbn Ömer hadisinde Rasûlallah (s.a.)'m kan aldırırken oruçlu olduğu
ve haccâmın ücretini verdiği ifâde edilmektedir. Buhârî'nin rivayetinde ise,
olayın "Lahy-ı cemel" denilen yerde geçtiği kaydediliyor. Burası
Mekke ile Medine arasında olup, Medine'ye daha yakındır.
Hadisin Müslim'deki
rivayetinde başının ortasından, el-Muvatta'daki rivayetinde ise, başının
üzerinden kan aldırdığı ve bir başka hadiste de bunun uyuklamaya, baş ve diş
ağrılarına şifa olduğu bildirilmektedir.[61]
1. ihtiyacı
olmasa bile, ihramlı bir kimsenin kan aldırması
caizdir. Ata, ibrahim, Nehaı,
Tavus, Şa'bî, Sevrî, Ebû Hanife, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshâk'ın
görüşü de böyledir.
Sözü geçen ulemâya
göre saç kesilmemek şartıyla kan aldırmadan dolayı fidye vermek gerekmez.
Ancak kan aidinken saç kesilecek olursa, o zaman sahibine fidye vermek gerekir.
Delilleri ise, "Kurban yerine (Mi-nâ'ya) varıncaya kadar başlarınızı tıraş
etmeyin. Artık içinizden kim hasta olur, yahut başından bir eziyeti bulunursa,
ona oruçtan, ya sadakadan yahutta kurbandan (biriyle) fidye (vâcib olur)"[62]
mealindeki ayet-i kerimedir.
1836-1837 numaralı
hadis-i şeriflerde Resûl-i Ekrem'in ihramlı iken kan aldırması başındaki
rahatsızlığa bağlı olarak zikredildiğinden İmam Mâlik, zaruret olmadıkça
ihramımın kan aldırmasının caiz olmadığını söylemiştir.[63]
Mâliki ulemâsından Zürkânî de bu konuda şunları söylüyor: "kan aldırmak
kuvvet za'fına ve yorgunluğa sebeb olduğundan, ihramlı-nın kan aldırması
mekruhtur. Nitekim kan aldırmaktan daha hafif olduğu halde hacılar için Arefe
günü oruç tutmak bile mekruh sayılmıştır."[64]
Hasan Basrî'ye göre
ise, saç kesilmeden yapılsa bile, ihramhnm kan aldırması fidyeyi
gerektirir.
Zahirî ulemâsına göre
başını tıraş ettirmedikçe ihramhya kan aldırmasından dolayı fidye gerekmez.
İbnu't-Tîn kan
aldırmanın iki nevi olduğunu söylemiştir. Bunların birincisi başta olur ve
saçları kesmek icâbeder. Bu tür kan aldırmadan dolayı fidye lâzım gelir.
İkinci nevi, vücudun
başka bir yerinden, kıl keserek kan almakla olur. Bu takdirde yine fidye
lâzımdır.
el-Mebsût'da,
"başla vücudun sair yerlerinin saçları hükmen müsavidir," deniliyor.
îmâm-ı Azam'la İmâm Şafiî'nin kavilleri de budur.
Zahirîlere göre fidye
yalnız başı tıraş etmekle lâzım gelir.
Kan, saç kesmeyi
gerektirmeyen bir yerden alınırsa zarurete binâen alındığı takdirde fidye lâzım
değildir. Zaruret yokken alınırsa, İmâm Mâlik'e göre câîz değil, Sahnûn'a göre
caizdir. Sahnûn'un kavli Atâ'dan da rivayet olunmuştur.
2. Damar
kesmek, diş çıkarmak vs. gibi tedavi çârelerine baş vurmak ihram halinde de
caizdir. Yalnız bunları yaparken ihramhya memnu' olan koku sürünmek, saç kesmek
gibi şeylerden sakınmak şarttır.
3. Nevevî
diyor ki: "Bu hadis ihram meselelerine ait bir kaideyi beyan ediyor.
Kaide şudur: Zarurete binaen tıraş olmak elbise giymek ve av vurmak gibi şeyler
ihramhya mubah olur, fakat fidye vermesi icâbeder."[65]
1836. ...İbn
Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) ihramlı iken başındaki bir
rahatsızlıktan dolayı kan aldırmıştır.[66]
İhramlı bir kimsenin
başından kan aldırması caizdir. Bu hadis
Nesâî'nin rivayetinde; "Rasûlullah
(s.a.) ayağındaki bir ağrıdan dolayı ihramlı iken kan aldırdı," şeklinde
ifâde edilirken, İbn Mâce'nin rivayetinde,
"tabanında bulunan bir ağrıdan dolayı ihramlı
iken kan aldırdı"
şeklinde ifâde edilmektedir. Buhârî'nin rivayetinde ise, bu ağrının Resûl-i
Ekrem'in başında olduğu kaydediliyor.[67]
1. îhramlının
bir özründen dolayı kan aldırması caizdir. Bu konuda ıcma vardır.
2. İhramlının
vücûdunda bulunan bir yarayı veya çıbanı açarak kan aldırması caiz olduğu gibi
damarı yarması, diş çektirmesi ve benzeri tedavi yollarına baş vurması caizdir.
Ancak bu tedavi yolları uygulanırken koku sürünmek, saç kestirmek gibi ihramh için
yasak olan fiillerden birini işlememek şarttır. Aksi takdirde sahibine fidye
lâzım gelir.[68]
1837.
...Enes (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Resülullah (s.a.) ihramlı iken
ayağının üzerinde bulunan bir ağrıdan dolayı kan aldırmıştır.[69]
Ebu Dâvûd dedi ki: Ben
Ahmed'i, "İbn Ebî Arûbe bu hadisi Katâde'den mursel olarak rivayet
etti," derken işittim.[70]
Ebû Davud'un ifâde
ettiği gibi râvi Katâde bu hadisi iki şekilde rivayet etmiştir:
1. Enes'i
atlamak suretiyle mürsel olarak rivayet
etmiştir.
2. Enes'i
zikretmek suretiyle mevsül olarak rivayet etmiştir.
Hadisle ilgili geniş
açıklama 1835 ve 1836 numaralı hadislerde geçmiştir.[71]
1838.
...Nübeyh b. Vehb'[72]den;
demiştir ki: Ömer b. Ubeydullah b. Ma'meiy gözlerinden rahatsız oldu. Bunun üzerine
(Ömer) Ebân b. Osman'a -ki Süfyân, Ebân'ın (o sene) hac emiri olduğunu
söylüyor- gözlerine ne yapacağını (sormak üzere bir adam) gönderdi. Ebân da;
Onlara sabr çek. Çünkü
ben Osman (b. Affân)'ı bunu Rasûlullah (s.a.)'den rivayet ederken işittim, diye
haber gönderdi.[73]
Sabır, acı bir ağacın
usaresi (özü)'dir. Hadis-i şerif, ihramının "tedavi maksadıyla gözlerine sabr
denilen ilâç ve sürme gibi
kokusuz şeyleri çekmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Şafiî ulemâsından
Nevevî'nin beyânına göre; "Ulemâ gözleri ve vücudun diğer organlarını
sabır gibi koku sayılmayan bir ilâçla tedavi etmenin caiz olduğunda
birleşmişlerdir. Bundan dolayı fidye dahi lâzım gelmez. Fakat koku sürünmek
icâb ederse, sürünür ve fidyesini verir. Ulemâ ihramlı bir kimsenin kokusuz
olmak şartıyla sürme çekinmesinde herhangi bir sakınca bulunmadığı konusunda ve
bundan dolayı fidye lâzım gelmeyeceği görüşünde de birleşmişlerdir. Fakat
ziynet için sürme çekmek İmâm Şafiî ile diğer birtakım ulemâya göre mekruhtur.
Ulemâdan bazı kimseler d bunun yasak olduğunu söylemişlerdir. İmâm Ahmed ile
İshâk da bu görüştedirler. İmâm Malik’ten bu iki görüşe uygun iki gürüş rivayet
olunmuştur. Fidye lâzım gelip gelmeyeceği konusunda Malikî ulemâsı ihtilaflıdır."[74]
Mâliki mezhebinin bu
mevzûdaki meşhur olan görüşüne göre, ihramlı bir kimsenin süs için sürme
çekmesi haramdır ve sahibine fidye lâzım gelir. Hanefî mezhebine göre ise,
ihramlı bir kimsenin kokusuz sürme çekmesinde hiçbir sakınca yoktur. Bundan
dolayı fidye vermek de gerekmez. Evlâ olan zaruret olmadıkça bundan
kaçınmaktır. Çünkü sürmede ziynet özelliği vardır. Fakat ihramlı bir kimse
kokulu bir sürmeyi üç defa.çekecek olursa, kurban kesmesi gerekir. Bir veya
iki kere çekecek olursa, fıtır sadakası kadar sadaka vermesi icab eder. Kurban
olarak sadece bir koyun kurban etmek yeterlidir. Eğer buna gücü yetmezse
bayramdan önce üç-gün, hac farizasını tamamen edâ ettikten sonra 7 gün oruç
tutmak gerekir.[75]
1839.
....(Şu önceki) hadis Nubeyh b. Vehb'den de rivayet olunmuştur.[76]
Ebû Dâvûd, bu rivayeti
sevketmekle önceki hadisi takviye etmek istemiştir. Zira Nubeyh b. Vehb'den bu
hadis Eyyub b. Musa ve Nafî' kanalıyla iki ayrı senedle rivayet edilmiştir.[77]
1840. ...Abdullah
b. Huneyn'in babası (Huneyn)'den rivayet ettiğine göre Abdullah b. Abbâs ile
el-Misver (el-Ebvâ" (denilen yer)de görüş ayrılığına düştüler. İbn Abbâs,
"îhramlı kimse başını yıkayabilir" dedi. el-Misver de "İhramlı
kimse başını yıkayamaz" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs, Abdullah b.
Huneyn'i (bu meseleyi sormak üzere) Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye gönderdi. (Abdullah
b. Huneyn) onu kuyunun iki direği arasında bir örtü elbise ile örtülü olduğu
halde yıkanırken buldu. (Abdullah b. Huneyn) dedi ki:
Kendisine selâm
verdim. "Sen kimsin?" dedi.
Abdullah b. Huneyn'im.
Rasûlullah'ın ihramlıyken başını nasıl yıkadığını sormam için beni sana
Abdullah b. Abbâs gönderdi, dedim. Ebû Eyyûb elini örtünün (elbisenin) üzerine
koyarak onu biraz aşağı indirdi, Nihayet başı göründü. Sonra kendisine su döken
adama:
Dök! dedi. O da başına
su döktü. Sonra başını elleriyle ovarak ellerim öne ve arkaya götürdü ve;
Resûlullah (s.a.)'ı
işte böyle yaparken gördüm, dedi.[78]
Ebvâ: Cuhfe'nin
kuzeyinde ve Cuhfe'ye 23 mil (42.665 mt) uzaklıkta bir köyün adıdır.Resûl-i
Ekrem (s.a.)'in annesi Âmine bint Vehb'in kabri buradadır. Yağmurlardan oluşan
seller buraya indiği için bu ismi almıştır. Abdullah b. Abbâs ile Misver
arasında geçen bu tartışmanın sebebi başta saçların bulunmasıdır. Çünkü başı yıkarken
saçların dökülmesi veya kırılması söz konusudur.
Buhârî'nin rivayetinde
bu hadisin sonunda şu ilâveler vardır: "Daha sonra ben onların yanına
döndüm ve (Ebû Eyyûb el-Ensârî'den duyduklarımı) haber verdim de Misver, İbn
Abbas'a "ben seninle hiçbir zaman tartışamam" dedi."[79]
İlmî meseleler üzerinde
tartışmak ve netice alınamadığı zaman yetkili kimselere başvurmak, ilmi meseleler
üzerinde çıkan anlaşmazlıklarda Kitâb ve Sünnete müracaat etmek gerekir.
2. Güvenilir
bir kimsenin verdiği haber kabul edilir.
3. Guslederken
örtünmek gerekir.
4. Yıkanırken
başkasından yardım istemek caizdir.
5. Guslederken
konuşmak ve selâm vermekte herhangi bir sakınca yoktur.
6. İhramlı
bir kimsenin saç dökülmemesinden emin olduğu takdirde başını yıkarken eliyle
sürtmesi1 caizdir. Hanefi ulemâsıyla, İmâm Şafiî, Ahmed, İshâk ve cumhur bu
görüştedir. Ömer, Câbir, İbn Abbas ve İmâm Mâlik (r.a.)'ın de bu görüşte
oldukları rivayet olunmuştur. Ancak İmâm Mâlik'in ihramlının başını yıkamasının
mekrûhluğu görüşünde olduğuna dair İmâm Mâlik'ten bir görüş daha rivayet
olunmuştur. Çünkü baş yıkanırken bazı kılların düşmesi söz konusudur. Hz.
Abdullah b. Ömer'in ihtilâm olmadıkça başını yıkamadığı rivayet olunmaktadır.
Şafiî ulemâsından Hattâbî
bu mevzuda şöyle diyor: "İlim adamlarının çoğunluğu ihramlının başını
yıkamasını caiz görmektedirler. Ancak İmâm Mâlik bunu mekruh görmekte ve
"ihramlı başını suyun içine sokamaz," elemektedir. Öyle zannediyorum
ki İmâm Mâlik başını elleriyle sürterken bazı kılların kopacağından korktuğu
için bu hükmü vermiştir. Fakat ihramlının gusül iktiza ettiği zaman başını
yıkamasının caiz olduğunda ulemâ ittifak etmiştir. İmâm Mâlik'in ihramlı bir
kimsenin başını suya sokarak gözden kaybetmesini mekruh görmesi ise, bunu
başını elbise ve benzeri şeylerle örtmeye benzetmesinden kaynaklanmış olabilir.
Ancak İmâm Mâlik'in bu görüşünün doğruluğu kabul edildiği takdirde çıplak bir
kimsenin avret mahallini, su içine girmek suretiyle örterek namaz kılmasının
caiz olması gerekir. Fakat ben sözüne itibar edilmeyen birkaç kişinin dışında
bunun caiz olduğunu söyleyen bir kimse görmedim. Ancak bazı ilim adamları
elbise bulamayan bir kimsenin avretini toprakla örterek namaz kılmasının
müstehâb olduğunu söylüyorlar."
Netice olarak: Mâlikî
mezhebine göre ihramlının başını yıkaması ya keyfî olur, ya kirden pastan
temizlenmek için olur, ya da pislikten temizlenmek için olur. Bu üç halin her
birisi içinde ihramlının başında haşerelerin bulunması veya bulunmaması veya
haşere bulunma ihtimali söz konusudur. Ayrıca baş ya sadece su ile yıkanır
yahutta sabun ve benzeri şeylerle yıkanır.[80]
1841.
...Abdü'd-dâr oğullarının kardeşi Nübeyh b. Vehb'den rivayet olunduğuna göre,
Ömer b. Ubeydullah, Ebân b. Osman b. Affân'a -ki o gün Ebân hac emriydi ve her
ikisi de ihramlı idi-(şu soruyu) sormak üzere ( bir adam) gönderdi: "Ben
Talha b. Ömer'i Şeybe b. Cübeyr'in kızıyla evlendirmek istiyorum, senin de
nikahta hazır bulunmanı arzu ediyorum (ne dersin)?" Ebân bu isteği uygunsuz
buldu ve;
Ben babam Osman b.
Affan'ı;
Resûlullah (s.a.)
ihramlı bir kimse ne evlenebilir ne de evlendirebilir, " derken
işittim," cevabını verdi.[81]
Bu hadisin bazı
rivayetlerinde Ömer'b. Ubeydillah'ın oğlu Talha'yı, Şeybe b, Osman'ın kızıyla
evlendirmek istediği ifade edilirken burada Şeybe b. Câbir'in kızıyla
evlendirmek istediği ifade ediliyor. Her ne kadar musannif Ebû Dâvûd,
"Kendi rivayetinin doğru olduğunu "Şeybe b. Osman'ın kızı"
şeklindeki rivayetin, "İmâm Mâlik'in vehminin eseri olarak ortaya çıkmış
bir yanlış olduğunu" söylüyorsa da ulemânın büyük çoğunluğu İmâm Mâlik'in
rivayetinin daha doğru olduğu kanaatindedirler. Cumhurun tespitine göre
evlendirmek istenen kız, Şeybe b. Cübeyr b. Osman el-Haccî-nin kızıdır. Zübeyr
b. Bekkâr'ın tespitine göre bu kızın ismi Emetü'I-Hamîd'dir. Kadı İyaz şu
sözleriyle rivayetler arasındaki ihtilâfı uzlaştırmaktadır. "Evlendirilmek
istenen kızın Şeybe b. Osman'ın kızı olduğunu rivayet edenlerin o kızı
babasına değil de dedesine nisbet ettikleri için böyle rivayet etmiş
olabilirler. Binaenaleyh rivayetler arasında çelişki yoktur."[82]
İhramlı bir kimsenin nikâhlanması
veya başkalarını nikahlaması helal değildir, içlerinde imam Mâlik ile Şafiî ve
İmâm Ahmed'in de bulunduğu cumhûr-u ulemâ bu görüştedir. Sözü geçen ulemâya
göre ihramlının nikâhlanması sahih değildir. Zifaf yapılmış olsa bile bu nikâh
feshedilir. İmâm Mâlik'e göre ise zifaf olmuşsa bu nikâhın feshedilebilmesi
için bir kerre talâk vermek gerekir. Cumhura göre ise, talaksız olarak bozulmuş
olur. Binâenaleyh bu nikâhı fesh için talâk vermeye lüzum yoktur.
Hanefî ulemâsına göre
ise ihramlı bir kimsenin nikâhlanması caiz olduğu gibi başkasını nikahlaması
da caizdir. Delilleri ise, 1844,numaralı hadistir.[83]
1842. ...Osman
(r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullari (s.a.) önceki hadisin bir
benzerini ifâde buyurmuştur. (Ancak Ku-teybe bu rivayete şu cümleyi de) ilâve
etti:İhram)ı bir kimse dünürlükte yapmasın.[84]
Her ne kadar musannif
Ebû Dâvud, bu hadisin Mâlik'ir Nâfi'den rivayet ettiği metninde "dünürlük
de yapmasın” sözünün bulunmadığını ifâde ediyorsa da Tahâvî, Müslim ve
Beyhakî'nir Mâlik'den rivayet ettikleri metninde "dünürlük de
yapmasın" ibâres vardır.[85]
Bu hadis-i şerif, bir
önceki hadiste geçen "ihramlının evlenmesinir caiz olmadığı" hükmüne
ilâve olarak "ihramlının dünürlük yapmasının caiz olmadığı" hükmünü
de getirmektedir.
Şafiî, Hanbelî ve
Hanefî ulemâsına göre buradaki nehy, kerâhet-i ten zihiyye ifâde etmektedir.
İmâm-ı Mâlik'e göre ise, buradaki nehyin hükmü haramdır.[86]
1843.
...Meymûne (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a. benimle evlendi(ği zaman
ikimiz de) Şerifte ihramsızdık.[87]
Şerif, Mekke'nin
kuzey-batısında bir yerdir. Bazılarına göre Rasûlullah (s.a.)'ın bu nikâhı hicretin
7.senesinde kaza umresinden dönerken kıyılmıştır. Bu rivayetin doğruluğu kabul
edildiği takdirde, nikâh kıyıhrken Hz. Meymûne ile Rasûl-i Ekrem'in ihram-sız
oldukları ortaya çıkar. Nitekim, Hz. Meymûne'den rivayet olunan;
"Rasûlullah(s.a.) benimle Mekke'den döndükten sonra Şerifte evlendi.
İkimiz de ihramsızdık"[88]
anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir.
Bazılarına göre de bu
nikâh, Rasûl~i Ekrem'le Hz. Meymûne ihrama girmeden Medine'de kıyılmıştır.
Süleyman b. Yesar'ın rivayet ettiği "Peygamber^.a.)'in azatlısı Ebû Râfi
ile ensârdan iki kişiyi elçi ta'yin etti. Onlar da Rasûl-i Ekrem'i daha
Medine'de iken (ve hac için henüz yola) çıkmadan önce Meymûne ile
evlendirdiler,"[89]
anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü te'yid ediyor.
Hattâbî'nin beyânına
göre, "konumuzu teşkil eden bu Ebû Dâvûd hadisi "Rasûl-i Ekrem
(s.a.),Hz.Meymüneile ihramlı iken evlenmiştir,"[90]
diyen Hz. İbn Abbas'm aleyhine en büyük bir delildir.[91]
1. Peygamber
(s.a.) ile Hz, Meymûne, Şerifte ve ihramsız
iken nikahlanmışlardır. Ancak bir numara sonra gelecek olan hadise bakarak
cumhûr-ı ulemâ Rasûl-i Ekrem'le Hz. Meymûne'nin ihramlı iken evlendikleri
hükmüne varmışlardır. İnşaallah bu mevzu 1844 numaralı hadisin şerhinde genişçe
ele alınacaktır.[92]
1844. ...İbn
Abbâs'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) Hz. Meymûne ile ihramlı iken
evlenmiştir.[93]
Bu hadis-i
şerif, Hz.Peygamber'in Hz.
Meymûne ile kaza umresi için
çıktıkları Mekke yolculuğunda ve ih ramh iken evlendiğini ifâde etmektedir.
Nitekim, Mücâhid ile Atâ'nm İbn Abbas'dan rivayet ettiklerine göre,
"Peygamber (s.a.) Hz. Meymûne ile Mekke'de ihramlı iken evlenmiş ve Hz.
Meymûne'nin yanında üç gün kalmıştır. Bu esnada Huveytib b. Abdiluzza,
Kureyş'den bir neferle gelip Rasûlullah ile görüşmek istemiştir. Bu üç gün
bittikten sonra bu heyet Rasül-i Ekrem'e haber göndererek kendisiyle görüşmek
istediklerini bildirmiş ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem çıkıp onlarla görüşmüş
ve Mekke dönüşünde Şerifte Hz. Meymûne ile zifafa girmiştir."[94]
Tahâvî'nin bu rivayeti, Rasül-i Ekrem'in ihramlı iken Mekke'de Hz. Meymûne ile
evlendiğini ve Mekke dönüşü Şerif de zifâfâ girdiğini ifâde, etmemekte ve bu
konuda gelen hadisler arasındaki ihtilâfı gidermektedir.[95]
1. İhramlı
bir kimsenin nikâhlanması caizdir. İbrahim en-Nehaı, Sevn ve Hanefi uleması bu
görüştedirler. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden bu hadisle, Mesrûk'un Hz.
Âişe'den rivayet ettiği, "Rasûlullah (s.a.) ailelerinden biriyle ihramh
iken evlendi" anlamındaki hadistir. Bilindiği gibi bu hadiste Rasûl-i
Ekrem'in ihramlı iken evlendiğinden bahsedilen ve ismi açıklanmayan ailesinden
maksat, Hz. Meymûnedir.
el-Leys, el-Evzâî,
Mâlik, Şafiî, Ahmed ve îshâk (r.a.)'a göre ihramlı-nın evlenmesi caiz olmadığı
gibi, başkasını evlendirmesi de caiz değildir. Şayet evlenecek veya başkasını
evlendirecek olursa kıyılan nikâh bâtıl olur. Sözü geçen bu ulemânın delilleri
de "İhramh bir kimse evlenemez ve başkasını da evlendiremez,"
anlamındaki .1841 numaralı hadis-i şerif ile Yezîd b. el-Asamm'ın Hz.
Meymûne'den rivayet ettiği, "Resûlullah (s.a.) benimle evlendiğinde
Şerifte ikimiz de ihramsız idik," anlamındaki 1843 numaralı hadis-i şerif
ve Süleyman b. Yesâr'ın, Ebû Râfi'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:
"Rasûlullah (s.a.) Hz. Meymûne ile ihramsız iken evlendi ve ihramsız iken
gerdeğe girdi."[96]
Tırmizî bu hadisle ilgili olarak şunları söylüyor: "bu hadis hasendir. Onu
Hammâd b. Zeyd'den başka Matar el-Varrâk tarikiyle Râbia'dan müsned olarak
rivayet eden kimse tanımıyoruz."[97]
İhramlı kimsenin
evlenemediği ve başkasını da evlendiremediği görüşünde olan ulemâ, aksi
görüşte olan Hanefî ulemâsına ve taraftarlarına karşı kendi görüşlerini şöyle
savunuyorlar:
a. İhramlının
nikahlan masının caiz olmadığını ifade eden hadisin raisi Ebû Râfi'bu hadisi
rivayet ettiği zaman bulûğ çağına ermiş ve rüşdüıü ikmâl etmiş bir kimse idi.
Aksi görüşte olanların senedini teşkil eden iadisin râvisi Hz. İbn Abbâs ise,
Hz. Meymûne Resûl-i Ekrem'le evlendiği zaman henüz on yaşında bir çocuktu ve
üstelik bu nikâhın kıyıldığı taza umresinde de yoktu.
b. 1843
numaralı hadiste Hz. Meymûne, Resûl-i Ekrem'le evlendiği :aman ihramsız
olduklarını ifade etmektedir. Hz. Meymûne'nin olayı bizzat yaşayan bir kimse
olarak başkalarından daha iyi bilmesi kadar tabii 3İr şey olamaz. Bu konuda
Şafiî ulemâsından İmâm Nevevî de şunları söylüyor: "ihramlı bir kimsenin
evlenmesinin caiz olmadığı görüşünde olan cumhûr-i ulemâ kendi görüşlerinin
doğruluğunu isbât için pek çok deliller leri sürmüşlerdir. Bu deliller
içerisinde en kuvvetli olanı, Peygamber(s.a.)'in flz. Meymûne ile evlendiği
zaman ikisinin de ihramsız olduğunu ifade eden ıadis-i şeriftir. Sözü geçen
hadis-i şerifi pek çok sahâbi rivayet etmiştir."
Bu konuda Kadı İyâz da
görüşlerini şu anlama gelen cümlelerle ifâde ediyor: "Resûl-i Ekrem'in Hz.
Meymûne ile evlendiği zaman ihramh olduğunu Hz. İbn Abbas'tan başka rivayet
eden yoktur. Hz. Meymûne, Ebû Râfi' ve daha başkaları ise, Resul-i Ekrem'in Hz.
Meymûne ile evlendiği zaman ihramsız olduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı zamanda
bu kimseler bizzat olayın içinde bulunan kimselerdir. Çünkü Hz. Ebû Râfi bu
evlilik esnasında bizzat Hz. Peygamber ile Hz. Meymûne arasında elçi idi.[98] İbn
Abbâs (r.a.) ise, böyle değildi. Bu sebeple sözü geçen râviler hem olayın
ayrıntılarını İbn Abbâs (r.a.)'den daha iyi biliyorlardı, hem de sayıca daha
kalabalık idiler."[99]
Bu konuda İbn
Abdilberr'in görüşü de şöyledir: "Resûl-i Ekrem'in Hz. Meymûne ile
evlendiğinde ihramsız olduğunu ifâde eden hadisler tevatür derecesine
ulaşmaktadır. Ayrıca bu râvilerden biri olan Yezîd b. el-Asamm Hz. Meymûne'nin
kız kardeşinin oğludur. Bu sebeple hadiseye yakından vukufu vardır. Aksini
rivayet eden sadece Hz. İbn Abbâs'tır. İnsanın gönlü râvisi daha çok olan
hadisi kabule daha meyyaldir. Çünkü .bir kişinin yanılma ihtimâli daha
fazladır."[100]
Mâlikî ulemâsından
Zürkânî ise, bu konuda gelen hadis-i şerifler arasındaki tearuzdan dolayı bir
tarafa bırakılacak olursa o zaman Hz. Peygamber'in Hz. Meymûne ile evlenmesini
konu almayan ve dolayısıyla o mevzûdaki hadislerle çelişmeyen "ihramlı
kimse evlenemez ve başkasını da evlendiremez," anlamındaki 1841 numaralı
hadis-i şerife müracaat etmek gerekir.[101] Meymûn
b. Mehrân ise, bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getiriyor: "Ben
ihtiyarlığı sırasında bir gün Safiyye bint Şeybe'nin yanına varıp Resûl-i
Ekrem'in. Hz. Meymûne ile evlendiği zaman ihramlı olup olmadığını sordum da
bana kendisinin de Resûl-i Ekrem'in de.ih-ramsız olduklarını ifade etti."[102]
İhramlı bir kimsenin
evlenmesinin caiz olduğunu söyleyen Hanefî, ulemâsı ise, kendi görüşlerini şu
şekilde savunmaktadırlar.
a. İbn Abbas
(r.a.)'ın hem Ebû Râfi'den hem de Hz. Meymûne'den hafıza itibariyle daha
kuvvetli olduğunda ulemâ ittifak etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'in, Hz. Meymûne
ile evlendiği zaman ihramsız olduğunu ifade eden hadisin râvisi Yezîd b.
el-Esamm zayıftır. İbn Abbâs hadisini hadis ulemâsından 7 imâm ve daha
başkaları rivayet etmiştir.
b. Her ne
kadar Hz. ibn abbâs Hz. Peygamberce Hz. Meymûne'nin izdivacında hazır
bulunmamışsa da, olayı bizzat şahid
olan ve ayrıntılarıyla bilen sahâbîlerden öğrenmiş ve rivayet etmiştir. Bu
konuda söylenmesi gerekir şudur: İhramlının evlenmesinin caiz olmadığım ifade
eden 1841 numaralı Osman hadisi Resûl-i Ekrem'le değil ümmetiyle ilgilidir. Söz
konusu nikâhın ihramsız iken kıyıldığını ifade eden hadis ise fiili bir
hadistir. Resûl-i Ekrem'in fiiliyle sözü arasında bir aykırılık görülürse o
zaman fiilin kendisine mahsus olduğu, sözün de ümmetine mahsus olduğu kabul
edilir. Bu Mâliki ve Şâfiîlerce kabul edilen bir usûl kaidesidir. Binaenaleyh
Mâliki ve Şafiî ulemasına göre bu mevzuda muteber olan görüşün, "ihramlı
iken evlenmenin Resûl-i Ekrem'e has özel bir durum olduğu" görüşü olmak
gerekir.[103]
Hanefî ulemâsına göre
ise, bir hükmün Resûl-i Ekrem'e ait olduğunu kabul edebilmek için, o hükmün
Resûl-i Ekrem'e özel bir durum olduğuna dair bir delil bulunması gerekir.
Burada ise böyle bir delil yoktur.[104]
1845.
...Said b. el-Müseyyeb'den; demiştir ki İbn abbâs (Resûl-i Ekrem'in) Hz.
Meymûne ile ihramlı iken evlendiği(ne dair rivayetinde yanılmıştır.[105]
Her ne kadar senedinde
kimliği belli olmayan bir râvi bulunduğundan bu haber zayıfsa da İsmail b.
Umeyye'nin Said b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiği, "Rasûlullah (s.a.)
Meymûne ile evlendiği zaman kesinlikle ihramsızdı," anlamındaki hadis bu
hadisi takviye etmektedir. Hanefî ulemâsından Ebû Ca'fer et-Tahâvî'nin
beyanına göre imâm Şafiî, "Hz. Ömer'le Zeyd b. Sâbit'in ihramlı bir
kimsenin nikâhım reddetmeleri ve Hz. îbn Ömer'in, "İhramlı bir kimse
evlenemez ve birisine dünürlük yapamaz," demeleri bu hadisi
desteklemektedir." demiştir.
Ebû Dâvûd ile Münzirî
bu hadis hakkında sükût etmişlerdir. Zürkânî ise, bu hadisle ilgili olarak
şunları ifade ediyor: Buhârî'de ve daha başka eserlerde Said b. el-Müseyyeb'in
şöyle dediği kaydediliyor: Her ne kadar Hz. Meymûne kendisinin teyzesi ise de
İbn Abbas "Rasûl-i Ekrem Hz. Meymûne ile ihramlı iken evlenmiştir, "
derken yanılmıştır. Çünkü Resûl-i Ekrem Hz. Meymûne ile ihramdan çıktıktan
sonra evlendi."[106]
Tekmiletu'I-Menhel
yazarı ise, bu konuda şunları söylüyor: "Her ne kadar Zürkânî böyle
diyorsa da ben Buhârî'nin rivayet ettiği böyle bir hadise rastlamadım. Fakat
Hafız İbn Hacer bu hadisi İmâm Ahmed'in rivayet ettiğini söylüyor ve sonra da
Eslem'den şu sözleri rivayet ediyor: Ben İmâm Ahmed'e, Ebû Sevr: "İbn-i
Abbas hadisini kabul etmek için hangi engel var ki? diye soruyor" dedim
de; "İbn Müseyyeb'e göre İbn Abbas yanılıyor. Çünkü Hz. Meymûne bizzat
kendisi Resûl-i Ekrem'le evlendiği zaman ihramsız olduğunu söylüyor" diye
cevap verdi."
Mezhep imamlarının bu
mevzu ile ilgili görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde açıklamış
bulunmaktayız.[107]
1846.
...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.)'e ihramlının
öldürmesi caiz olan kara hayvanları sorulmuş da Peygamber (s.a.):
"Beş (çeşit)
hayvan vardır ki onları harem dışında da haremde de Öldürmekte herhangi bir
günah yoktur: Akrep, fare, çaylak, karga ve saldırgan köpektir" buyurmuş.[108]
Bu hadis-i şerifte
bahsedilen ve ihramlının avlanmasında bir sakınca olmadığı ifade edilen
hayvanların kara hay-
vanları olduğu
malumdur. Çünkü ihramlının deniz hayvanlarını avlamasında bir sakınca
olmadığı, "Deniz avı yapmak ve onu yemek kendinize de misafire de bir
faide olmak üzere sizin için helâl kılındı. İhramda bulunduğumuz müddetçe ise,
kara avı haram kılındı."[109]
ayet-i kerimesiyle açık bir şekilde ifade edilmiştir. Binâleyh ihramlının deniz
hayvanlarını avlamasında bir sakınca bulunmadığında ulemâ ittifak etmiştir.
Ancak bazı kimseler; "Yerde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan
hiçbir kuş hariç olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir."[110]
âyet-i kerimesini delil getirerek kuşları kara hayvanlarından saymamışlarsa da
kendilerine bu âyeti kerîmede kuşların kara hayvanlarından sonra özel olarak
sayılmış olmaları onların kara hayvanlarından ayrı olduklarını göstermek için
değil, kara hayvanları genel olarak ifade edildikten sonra "zikrulhâss
iba'de'l-ânımi" kabilinden özel olarak zikretmek içindir. Nitekim Ebû Dâvûd
hadisiyle; "Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere hepsinin
nzıkla-nnı Allah verir."[111] “Allah
her hayvanı sudan yarattı"[112]
âyet-i kerime-lerindeki bütün hayvanları içine alan genel ifâdeler de kuş
nevinin deniz ve kara hayvanları dışında kalan ayrı bir hayvan türü olmadığını
isbat eder.
"Beş çeşit hayvan
vardır" cümlesindeki "beş" sözü ihramlının avlamasında sakınca
olmayan kara hayvanlarının sadece beş türden ibaret olduğuna delâlet etmez.
Ulemânın pek çoğuna göre buradaki "beş" kaydı nihâi tahdidi
belirleyen bir kayıt değil, ancak ihramlının öldürebileceği türlerden sadece
beşini ifade etmek için gelmiştir. Bundan sonra gelen iki hadis-i şerifte
burada sayılmayan yılan ve yırtıcı hayvanların sayılması da buradaki beş
adedinin sınırlayıcı bir kayıt olmadığını gösterir.
"Günah
yoktur" ifâdesi ihramhnin bu hayvanları avlamasının caiz. olduğunu
gösterir. Hatta "Azgın köpekle, fare, akrep, çaylak, karga ve yılanın öldürülmesini
emir buyurmuştur"[113]
anlamındaki bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem'in bu hayvanları öldürmeyi
emrettiği ifade edilmektedir.
Müslim'in bu
hadisindeki emrin mübahlık ifade etmesi mümkün olduğu gibi mendûpluğa delâlet
etmesi de mümkündür. Ayrıca bu emrin farziyyet için gelmiş olması, konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisindeki "günah yoktur" sözünün ise, bu
hayvanları öldürmeden sabredip zararlarına katlanmanın zorluğunu kaldırmak
için gelmiş olması mümkündür. Binaenaleyh bu mesele, "kim o Beyti hac
veya umre (kasdı) ile ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine
bir beis yoktur."[114]
ayet-i kerimesine benziyor ve bu meselede nehy'den sonra gelen emrin hükmü
câridir.
Hadis-i şerifte
sayılan hayvanlardan:
1. Akrep:
Zehirli bir.böcektir. Sokmasıyla fili ve deveyi öldürebilen türleri vardır. Hz.
Âişe'nin bildirdiğine göre, Resûl-i Ekrem namazda iken bir akrep sokmuştu.
Namazı bitirdikten sonra "Allah akrep türüne lanet etsin. Namazda olanıda
namazda olmayanıda sokar," buyurmuştur.[115]
2. Farenin
çeşitleri çoktur. Fakat gerek, yenilmesinin haram, gerekse öldürülmesinin caiz
olması hususunda bütün nevilerin hükmü birdir.
3. Hide'e:
Çaylak demektir. Bu zararlı bir kuştur. Civcivleri kaptığı gibi et zannıyla
insanın elinde bulunan kırmızı renkteki şeyleri de kapar
4. el-Kelbu'l-Akûr:
Saldırgan ve ısırgan köpek demektir.Bu köpeğin nasıl bir köpek olduğu ulemâ
arasında ihtilaflıdır, İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed (r.a.) ve pek çok ulemâya göre
bu kelimeyle kasdedilen köpek, insanlara saldıran, aslan, kaplan ve kurt gibi
nsanları ısıran ve korkutan köpektir. Ebû Akrab'dan rivayet edilen, "Peygamber
(s.a.) Uteybe b. Ebî Leheb'e; "Ey
Allah'ım ona köpeklerinden bir köpeği musallat et!" diye beddua
etti de, bir aslan saldırıp onu öldürdü."[116]
anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir.
İmâm Ebû Hanife'ye
göre ise, buradaki köpekten maksat her saldırgan köpek değil herkesçe malum
olan bildiğimiz köpektir. Aslan, pars, kaplan ve kurt da bu hükümde onun
gibidir. Çünkü bu hayvanlar ve benzerleri de insanlara eziyet vermekte köpek
gibidir.
Ayrıca ulemâ, insana
saldırmayan köpekler hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Kadı Hüseyin ile
Mâverdfye göre saldırgan olmayan köpeklerin öldürülmesi haramdır. İmâm Şafiî
(r.a.) ise, "el-Ümm" isimli eserinde böyle köpekleri öldürmenin caiz
olduğu hükmüne varmıştır. ,
Yine Şafiî ulemâsından
İmâm Nevevî ise, el-Mühezzeb şerhinin alışveriş bölümünde "köpeğin
faydalı bir hayvan olup öldürülemeyeceği hususunda ulemânın arasında hilaf
yoktur" derken, aynı eserin teyemmüm ve gusl bölümünde ise, bunun aksini
iddia etmiştir. Hac bölümünde de saldırgan olmayan köpekleri öldürmenin
tenzihen mekruh olduğunu ifâde etmiştir. Râfiî ise, böyle köpekleri öldürmenin
tahrimen mekruh olduğu hükmüne varmıştır.
İmâm Şafiî'ye ve İmâm
Ahmed'e göre, insanların malına ve canına zarar veren ve yenilmesi haram olan,
şahin, doğan, kartal gibi kuşlarla sivrisinek, eşek arısı, pire, karasinek, bit
gibi haşereler de konumuzu teşkil eden hadis-i şerifte zikredilen hayvanların
hükmüne girerler.
Hanefî ulemâsı ise
hadis-i şerifte geçen beş hayvanın hükmüne arı, maymun, kaplumbağa, kirpi ve
zehirli keler'i de sokmuşlardır. Çünkü sözü geçen ulemâya göre bu hayvanlar av
hayvanı değildirler.
Mâliki ulemâsı ise,
hadis-i şerifte sayılan hayvanların hükmüne arıyı . da katmışlardır. Çünkü
onlara göre arı akrebe benzemektedir.[117]
1. İhramlı
bir kimsenin akrep, fare, çaylak, karga ve saldırgan köpek öldürmesinde
herhangi bir sakınca yoktur. İhramlının bu hayvanları öldürmesinde bir sakınca
olmayınca, ihramsız bir kimsenin bu hayvanları öldürmesinin caiz olduğu kendiliğinden
anlaşılır. Bu hayvanlardan akrebin mutlak surette hatta namazda bile
öldürülebileceğinde ittifak vardır. Ancak İbn Abdilberr'in rivayetine göre,
Hammâd b. Süleyman ile Hakem, ihramlının yılanla akrebi öldüremeyeceği
görüşündedirler, delilleri ise, bu hayvanların av hayvanı olmayıp böcek
türünden olmalarıdır. Ancak konumuzu teşkil eden hadis-i şerif bu görüşü
reddetmektedir.
2. Karganın
bütün türlerini, gerek haremde gerekse harem hududları dışında öldürmek mutlak
surette caizdir. Mâlikî ulemâsının meşhur olan görüşleri budur. Müslim'in
rivayetinde yer alan "Gurâb-ı ebka-
alaca karga"[118]
kelimesinde "alaca" kaydı ihramlının öldürmesi caiz olan karga türünü
belirleyen bir kayd-ıitirâzî' değildir. Bu kayıt karga türlerinden sadece
birini belirleyen bir kayd-ı ittifâkîdir. Ulemâdan bazılarına göre ise,
hadisteki "alaca" kaydı bir kayd-ı ihtirâzîdir. Binâenaleyh, ihramlı
bir kimse bu vasfı taşımayan bir kargayı avlayamaz. Mâlikî ulemâsından Kur-tubî
bu görüşten hareket ederek "Müslim'in bu rivayeti alaca kelimesi zikredilmeyen
mutlak rivayetleri takyid eder" diyor.
Hanefî ulemâsı ile
İmâm Şafiî'ye ve Ahmed'e göre alaca kargadan maksat leş yiyen alaca kargadır.
İhramlı bir kimse karga türleri arasında sadece leş yiyen alaca kargayı
öldürebilir. ^Sözü geçen ulemâya göre kuzgun da bu hükme dâhildir. Fakat ekin
kargası onlar gibi değildir. Mâlikîlere göre ise öldürülecek karga türleri
arasında bir ayırım yapmak doğru değildir.
3. Farenin
öldürülmesi ise, mutlak surette caizdir. İbnu'l Münzir: "Farenin
öldürülebileceği konusunda ulemâ arasında ittifak vardır. Yalnız ibrahim
en-Nehâî'ye göre ihram hâlinde bulunan bir kimse fare öldüremez. Fakat bu kavil
şazdır" diyor. Gerçektende konumuzu teşkil eden hadis de İbrahim
en-Nehâî'nin bu görüşünü reddetmektedir.[119]
1847. ...Ebû
Hureyre(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûluîlah (s.a.); "Beş (çeşit
hayvan vardır ki, bunlar) harem hududları dışında da haremde de
öldürülebilirler: Yılan, akrep, çaylak, fare ye saldırgan köpek"
buyurmuştur.[120]
1. Sözü
geçen beş çeşit hayvanı ihramlı iken öldürmek caizdir, ihramlı halde Öldürmek
caiz olunca ihrama girmeyenlerin öldürmesi haydi haydi caizdir. Öldürülecek
hayvanların beş adediyle takyid edilmesi mefhûm itibârı ile zikredilen beş
neviden maadasının öldürülemeyeceğini gösterirse de mefhûm-ı aded ekser-i
ulemâya göre hüccet değildir. Bilfarz hüccet kabul edilse bile Rasûlullah
(s.a.)'ın evvela beş hayvanın Öldürebileceğini bilahâre aynı hükümde onlarla
müşterek olan şâir hayvanları bildirmiş olması muhtemeldir. Filhakika bir rivayette,
öldürülecek hayvanların dört, diğer rivayette altı olduğu beyân edilmiştir.
Bazı rivayetlerde ise, ötekilerinde zikredilmeyen hayvanlardan bahsolunmuştur.
Bu suretle öldürülecek hayvan nevilerini dokuza çıkaranlar vardır1. Bunlar
arasında yılan, kurt ve kaplan da vardır.
Tahâvî diyor ki:
"İşte Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in ihramda olana da olmayana
da Harem-i Şerifte öldürmeyi mubah kıldığı hayvanlar bunlardır. Bunların beş
çeşit olduklarını beyân etmiştir. Ancak bu beyân, bu konuda ortaya çıkacak bir
benzerlik dolayısıyla bu hayvanların hükmünün onlara verilmesini gerektirmez.
Peygamber (s.a.)'in maksadının bu tür hayvanları da kapsamına almak olduğunda
ittifak bulunması hali ise müstesnadır.
Tahâvî bu sözü ile
şunu anlatmak istemiştir: Aded bildirerek öldürülecek hayvan çeşitlerinin
beyân buyrulması, benzerlerinin bu hükümde olmadığını gösterir. Zira aynı
hadiste çaylak ile karganın öldürülebileceği ifâde buyurulmuştur. Halbuki
bunların ikisi de yırtıcı kuşlardandır. Onların hükmü özellikle belirlendiği
için atmaca, şahin ve doğan gibi yırtıcı kuşlara aynı hüküm verilemez.
Bu cihet ittifakı ise
de öldürmeyi eziyetle ta'lil edenler: "Eziyetin çeşitleri çoktur.
Binâenaleyh, Rasûlullah (s.a.) akrebi zikretmekle eziyette ona ortak olan yılan
arı gibi şeylere; fare ile kemirmekte ona ortak olan gelincik gibi hayvanlara;
karga ve çaylak ile bir şeyi kapmakta onlar gibi olan atmaca vs. ye, kudurmuş
köpekle saldırganlık ederek ısırmakta olan köpeğe benzeyen arslan ve pars gibi
yırtıcılara işaret buyurmuş olacaktır" derler.
Öldürmeye sebep bu
hayvanların etinin yenilmemesi olduğunu söyleyenlere göre ise, hadis-i şerifte
beş hayvanın zikredilmesi insanların arasında çok bulundukları içindir.
Tahâvî'nin beyânından,
yılanın da öldürülemeyeceği hatıra gelebilirse de Tahâvî,
"Peygamber(s.a.)'in maksadının....ittifak bulunması hali müstesna"
sözüyle Rasûlullah(s.a.)'ın yılanın öldürülmesini kasdettiğine işarette
bulunmuştur.
Bu cihet İbn Mes'ûd
(r.a.)'dan rivayet olunan bir hadiste açıkça belirtilmiştir. Mezkûr hadiste;
"Peygamber (s.a.) ashabına Minâ'da bir yılanı öldürmelerini emir
buyurdu," denilmektedir.
Rivayetlerin birinde
dahi yılan öldürülecek beş hayvan meyâninda zikredilmiştir.
2. Kargadan
bu hayvanın hangi çeşidinin murad edildiği' ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Hanefîlerden "Hidâye" sahibine göre leş kargasıdır. Buna alaca yahut
benekli karga da denilir. Bu kavil İmâm Ebû Yûsuf'dan rivayet olunmuştur.
İmâm Ebû Yûsuf'un
delili Hz. Âişe rivayetlerinden birinde öldürülecek hayvanlar meyanında
gurab-ı ebkâ'ın zikredilmiş olmasıdır. Ulemâdan bir cemaat İmam Ebû Yûsuf'un
kavlini tercih etmiş, ihrâmlının karga nev'ilerinden yalnız alaca kargayı
öldürebileceğini söylemişlerdir. Diğer bir takım ulemâya göre ise, bütün karga
nevilerini öldürmek caizdir. Hadiste alaca karganın zikredilmesi çokluğundan
dolayıdır. Fakat Aynî bu kavle itiraz etmiş ve: "Öldürülmesi emredilen
karga rahatsızlık veren türüdür. Bu da yalnız alaca kargadır. Ekin kargası ile
saksağan doğrudan doğruya eziyet etmezler. Binaenaleyh hadisin mutlak
rivayetleri alaca karga mânâsına alınmalıdır." demiştir.
Kuzgun dahi alaca
karga nev'indendir.
Şâfiîlerle Hanefilerin
görüşü budur. Zira bunların ikisi de leş kargasıdır. Ekin kargası onlar gibi
değildir.
Karga ile çaylak hakkında
Malikîyye ulemâsının ihtilâf ettikleri bazılarına göre bu hayvanların
saldırgan olan ve büyükleri öldürebileceği rivayet olunduysa da meşhur olan
kavle göre bu hususta Mâlikîler dahi cumhûr-ı ulemâ ile beraber idiler. Cumhura
göre öldürülecek karga nev'ileri arasında böyle tasnif yoktur. Saksağan dahi
karga nev' iler indendir. Araplar onun ötüşünü uğursuzluk kabul ederlermiş.
Ulemâdan bazıları
saksağana alaca karga, bazıları da ekin kargası hükmünü vermişlerdir.
İmâm Ahmed b. Hanbel,
"Saksağan leş yemişse öldürmesinde beis. yoktur," demiştir.
3. Hide'e:
Çaylak demektir. Rivayetlerin bazılarında bu kelimenin yerine
"hudeyya" denmiştir. Hudeyya: Hide'enin ism-i tasgiridir. Yani çaylak
demektir. Çaylak eziyet eden ve insanların elinden eti kapan bir kuş olduğundan
onu ihramlı ihramsız herkesin öldürmesi helâldir. Yalnız İmâm Mâlik'den bir
rivayete göre çaylak ile karga eziyet vermeye davranmadıkça ihramlı bir
kimsenin onları öldürmesi caiz değildir. Fakat bu rivayet zayıftır. İmâm
Mâlik'in meşhur olan görüşü, cumhur-ı ulemânın görüşü gibidir. Ona göre bu
hayvanların etleri de yenir.
4. Farenin
öldürülmesi mutlak surette caizdir. İbnu'l-Münzir; "İhramlının fare
öldüreceği hususunda ihtilâf yoktur. Yalnız İbrahim en Nehaî'ye göre ihram
halinde bulunan bir kimse, fare öldüremez. fakat bu kavil şâzzdır" diyor.
Kadı İyâz dahî:
"Sâcî'nin Nehaî'den rivayetine göre ihramlı bir kimse fare öldüremez,
öldürürse fidye verir. Fakat bu kavil nassa ve bütün ulemânın1 kavline
aykırıdır" demiştir.
Beyhâkı'nin sahih bir
isnâdla Hammâd b. Zeyd'den rivayet ettiği bir haberde: "Nehâî'nin bu sözü
Hammâd'a rivayet olunduğu vakit Hammâd: "Kûfe'.de İbrahim en-Nehâî'den
başka eserleri çirkin bir şekilde reddeden bir kimse yoktu. Çünkü onları az
işitınişti. Şâbî'den başka da eserlere güzel bir şekilde lâbî olan bulunmazdı.
Çünkü onları çok duymuştu;" mukabelesinde bulunmuş" denilmektedir.
Farenin nev'ileri
çoktur. Fakat gerek yenilmesinin haram, gerekse öldürülmesinin caiz olması
hususunda bütün nev'ilerinin hükmü birdir.
5. Akrebin
mutlak surette hatta namazda bile öldürülmesi caizdir. Zira zehirli bir
hayvandır ve insanları sokar.
İbn Abdilberr'in
rivayetine göre Hammâd b. Ebî Süleyman ile Hakem, ihramlının yılanla akrebi
öldüremeyeceğine kailmişler. Delilleri bu hayvanların böcek nev'inden
olmamahrıdır.
Fakat Kadı İyaz:
"Yılanla akrebin ve keza ihramda bulunmayan bir kimsenin harem-i şerif de
kertenkele öldürmesinin caiz olduğunda ihtilaf yoktur," dediği gibi İbn
Abdilberr dahi: "Gerek harem dışında gerekse harem içinde yılanla akrebin
öldürülebileceği hususunda ne İmâm Mâlik'den ne de cumhûr-i ulemâdan bir hilaf
nakledilmemiştir" demektedir.
6. el-Kelbu'1-akûr:
Yırtıcı köpek demektir. Süfyân b. Uyeyne'ye göre bundan murâd: Bütün yırtıcı
hayvanlardır. Köpeğin dahi kudurmuş olması şart değildir. Saldırgan ve
dalayıcı olması kâfidir. Süfyân b. Uyeyne; "Bu kelimeyi bize Zeyd b. Eşlem
tefsir etti," demiştir. Hz. Ebû Hureyre'-den bir rivayete göre kuduz
köpekten murâd arslandır.
İmâm Mâlik'den bir
rivayete göre: İnsanlara saldırarak yaralayan arslan, kaplan ve pars gibi
yırtıcılardır. Sırtlan ve tilki gibi insana hücum etmeyen yırtıcılar bu hükme
dâhil değildir. Binâenaleyh onları ihrâmlı bir kimse öldüremez, öldürürse fidye
verir. İmâm Nevevî, saldırgan köpeği ihramlı ve ihrâmsız herkesin harem dışında
olsun, harem içinde olsun öldürebileceğinde bütün ulemânın ittifak ettiklerini
söyler.
Yine Nevevî'nin
beyânına göre, ulemâ kuduz köpekten murâd'ın nebi olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir.
Bâzıları, "Bundan
murâd: Malum ve mâruf köpektir" demişlerdir. Kaadî İyâz bu kavli Ebû
Hanife ile Evzâî ve Hasen b. Hayy'den naklet-miştir. Bu zevata göre kurt dahi
köpek hükmündedir. Hanefîlerden İmam Züfer köpeği, kurt manasına almıştır. İmâm
Şafiî, İmam Ahmed ve cumhûr-ı ulemâya göre köpekten murâd; ekseriyetle
yırtıcılık yapan hayvanlardır.
İmâm Mâlik
"el-Muvattâ" nâm eserinde; "İnsanlara hücum ederek yaralayan ve
korkutan arslan, kaplan, pars ve kurt gibi hayvanlar saldırgan köpek
hükmündedir" demiştir.
İmâm A'zam'a göre
buradaki saldırgan köpekten murâd: Hassaten köpektir. Bu hükümde ona yalnız
kurt iltihâk eder.
Zira bazı rivayetlerde
köpek mutlak zikredilmiş, "akûr" vasfı ile nitelenmemiştir.
Bundan da anlaşılır
ki, kelb-i akûrdan murâd, her saldırgan yırtıcı değil, malûm olan köpektir.
Ulemâ insana
saldırmayan köpekler hakkında ihtilâf etmişlerdir.
İmâm-i Şafiî, el-Ümm
isimli eserinde öldürmenin caiz olduğunu söylemiştir.
İmâm Şafiî ile Şafiî
mezhebinin sair âlimleri ihramlı bir kimseye nis-betle hayvanları üç kısma
ayırmışlardır.
a. Hadis-i
şerifte zikri geçenlerle o kabilden olan eziyet verici hayvanları öldürmek
müstehabdır.
b. Şâir eti
yenmeyen hayvanlar gibi öldürülmesi caiz olanlar iki kısımdır: Bir kısmının
faydası da, zararı da vardır. Bunları av menfaati için öldürmek mubahtır.
İkinci kısmının faydası da zararı da yoktur. Bunları öldürmek mekruh, fakat
haram değildir.
c. Yenilmesi
mübâh kılman yahut öldürülmesi yasak edilen hayvanları öldürmek caiz değildir.
İhramlı bir kimse böyle bir hayvanı öldürürse ceza lâzım gelir.
Haneliler,
"Öldürülmesi caiz olan hayvanlar yalnız hadiste isimleri
bildirilenlerdir" demişlerse de bazı haberlerde yılan zikredildiği için
onu da öldürülecek hayvanlara attıkları gibi, kurdu köpeği ve doğrudan insana
saldıran vahşileri de aynı hükmün kapsamına sokmuşlardır.
Fakat Aynî buna itiraz
etmiş, hadis-i şerifte öldürülmesi caiz olan beş nevi hayvanın beyân
edildiğini, binaenaleyh başka hayvanların mezkûr beş çeşide dahil olmadığını
aksi takdirde beş adediyle yapılan tahdidin bir faydası kalmayacağını söylemiştir.
Kadı İyaz diyor ki:
"Cumhur ulemânın kavlinden anlaşıldığına göre hadisten murad: Zikri geçen
hayvanların kendileridir." İmâm Mâlik'le, Ebû Hanife'nin zahir olan
kavilleri de budur. Onun içindir ki İmâm Mâlik ihramlı bir kimsenin kentenkele
öldüremeyeceğini, öldürürse fidye lâzım geleceğini, lugaten köpek ismi
verilmeyen, domuz ve maymun gibi hayvanları dahi öldüremeyeceğini söylemiştir.
Bütün ulemânın kavilleri de budur. Resûlullah (s.a.) ancak beş nev'i hayvanın
öldürülebileceğini söylemiştir. Bunları altıya veya yediye çıkarmak kimsenin
elinde değildir.
Kurdun
öldürülebileceği bazı rivayetlerde nassan sabit olmuştur. Binaenaleyh onun
hükmünü köpeğe ilhak etmeye lüzum yoktur.
Hasan el-Basrî ile
Atâ; "İhramlı bir kimse harem-i şerifte kurt ile yılanı öldürebilir. Fakat
ihramlıya bir hayvan saldırırsa hangi nev'iden olursa olsun öldürülür. Çünkü
takdirde o hayvan saldırgan köpek hükmünde olur," demişlerdir.[121]
1848. ...
Ebû Said-el-Hudrî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.)'e ihramlının
neleri öldürebileceği sorulmuş da;
"Yılan, akrep,
fare (öldürebilir), kargaya atış yapabilir fakat öldüremez. Yırtıcı köpek,
çaylak ve saldırgan hayvan da (ihramlı tarafından öldürülebilir.) buyurmuştur.[122]
Metinde geçen
"el-Füveysika" kelimesiyle fare kasdedilmiştir Bu kelime "el-Fâsika"
kelimesinin ism-i tasğîridir. Farenin "fâsik" olarak tavsif edilmesi,
herşeyi ifsâd eden zararlı bir hayvan oluşundandır. Tahâvî'nin rivayet ettiği
bir hadis şu anlamdadır: Ben Ebû Said'e "fareye niçin füveysika ( = küçük
fesatçı) ismi verilmiştir?" diye sordum da bana: "Bir gece
Resûlullah (s.a.) uyanmıştı. Bir farenin ağzından sürüklediği bir fitille
yangın çıkarmakta olduğunu gördü ve hemen onu öldürdü ve ihramlı-ihramsız
herkesin onu öldürmesini caiz kıldı." dedi.[123] Bu
konuda Mâlikî ulemasından Zürkânî de şunları söylüyor: "Hayvanlar
içerisinde fareden daha fesatçı bir hayvan yoktur. Çünkü büyük-küçük herşeyi
bozar ve helak eder."[124]
Bu hadis-i şerifte sayılan
beş hayvan arasında fasıklıkla vasıflandırılan sadece faredir. Şu rivayette
ise, bu hayvanların beşi de fasıklıkla vasıflandırılmaktadır: "Resûlullah
(s.a.):
"Fasık olan beş
şey vardır ki, bunlar haremde Öldürülürler: Fare, akrep, karga, çaylak ve
saldırgan köpek."[125]
"Fısk"
kelimesi sözlükte "çıkmak" anlamına gelir. Nitekim şu âyet-i kerimede
bu anlamda kullanılmıştır: "Hani biz meleklere; "Âdem için secde
edin" demiştik de İblîs'den başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinden
olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı."[126]
"Fısk"
kelimesi çıkmak anlamına geldiği için Allah'ın emrinden ve tâatından çıkan
kimselere "fâsık" ismi verilir. Hadis-i şerifte zikredilen hayvanlar
ihramlı tarafından öldürülmeleri caiz kılınmakla diğer hayvanların hükmü
dışına çıktıklarından "fasık" sıfatıyla nitelendirilmişlerdir.
Bazılarına göre bunlara "fasık" denilmesinin sebebi başkalarına
eziyet ve zarar vererek diğer hayvanların özellikleri dışına çıkmalarıdır.
Metinde geçen ve ihramlı tarafından öldürülemeyeceği ifâde edilen kargadan
maksat, bazılarına göre leş yiyen karga değil, ekin kargasıdır. Çünkü leş yiyen
kargaların ihramlı tarafından öldürülebileceği 1846-1847 numaralı hadis-i
şeriflerde ifâde edilmiştir.
Bu hadisin senedinde
Yezîd b. Ebî Yezîd vardır ve onun aleyhinde bazı tenkidler yapılmıştır.
Hafız ibn Hacer'in
"Telhis" isimli eserindeki beyânına göre bu hadiste geçen
"kargaya atış yapabilir fakat öldüremez" sözü, münker bir sözdür.
"es-Sebü'u’l-âdî = yırtıcı hayvan" sözü ise, İmâm Ebû Hanife hazretlerinin
bir önceki hadisteki el-Kelbu'l-akûr = yırtıcı köpek" kelimesine
"bildiğimiz köpek" mânâsı verip, "akûr kelimesi köpek kelimesini
nitelendirmez" demesini doğrulamaktadır. Çünkü "es-Sebu'u"
kelimesinde yırtıcılık mânâsı bulunduğundan "el-'âdî= saldırgan"
sıfatına ihtiyacı yoktur. Yani burada "el-'âdî" kelimesi
"es-Sebu'u" kelimesini nitelendirmiyor. Dolayısıyla bu durum
1846-1847 numaralı hadislerdeki "akûr-yırtıcı" kelimesinin "kelb
= köpek" kelimesini nitelendirmediğine delâlet eder ve îmâm Ebû Hanife
hazretlerinin görüşünü te'yid eder.[127]
1849.
...Abdullah b. el-Hâris'in babası el-Hâris'den rivayet edildiğine göre -ki
Haris, Tâif'te Osman (r.a)'in amili idi- Hz. Osman için içerisinde keklik ve
yaban eşeği eti bulunan bir yemek yaptı. (Hz. Osman, yemeğe davet etmek üzere)
Hz. Ali'ye (bir elçi) gönderdi. (Elçi) geldiği zaman Hz. Ali develeri için
(ağaçtan yaprak) silkmekteydi. Biraz sonra ellerinden yapraklan silkeleyerek
(yemeğe) geldi. Kendisine "sen de ye" dediler. "Siz onu
ihramsız olan kimselere yediriniz. Çünkü biz ihramlıyız. Burada bulunan en
cesur kimselere (yani size) soruyorum; Allah aşkına siz, rasûlullah'a ihramlı
iken bir adamın vahşi eşek hediye ettiğini fakat onu yemedeği-ni biliyor
musunuz" dedi. Onlar da "evet" cevabım verdiler.[128]
Hz. Ali Resûl-i
Ekrem'in ihramh iken vahşî eşek eti yemediğini bildiği için kendisine ikram
edilen vahşi eşek etini yememiştir. Çünkü kendisi de o anda ihrarıh idi.
Kendisini bu yemeğe davet eden ve içlerinde Hz. Osman'ın da bulunduğu cemaatin
de Resûl-i Ekrem'in ihramh iken vahşi eşek eti yemediğini bilmeleri gerekiyordu.
İşte Hz. Ali Resûl-i Ekrem'in ihramh iken vahşi eşek eti yemediğini onlara
hatırlatmak istedi ve hadiseyi metinde geçtiği şekilde hatırlattı. Orada
"hazır bulunanlar olayı hatırlayarak Hz. Ali'yi tasdik ettiler.
Hz. İbn Abbas'ın
rivayet ettiği bir hadis-i şerifde şu anlamdadır: es-Sa'b b. Cessâme,
Rasûlullah (s.a.)'e Ebvâ'da yahut Veddân'da iken bir yaban eşeği hediye etti de
bu hediyeyi kabul etmedi. es-Sa'b'ın üzüldüğünü yüzünden anlayınca,
"Almanıazlık
etmezdim, alırdım, ama ihramhyız" buyurdu.[129]
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre bazıları bu hadise bakarak ihramlı-nın av eti yemesinin
kesinlikle haram olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü bu hadiste Resûl-i Ekrem'in av
eti yemekten kaçınması sadece ihramh oluşuna bağlanmıştır. Hz. Ali, İbn Abbas,
İbn Ömer, el-Leys, es-Sevrî (r.a.) bu görüştedirler, fakat Müslim'in rivayet
ettiği; "İhramlı olarak Talha b. Ubeydillah'ın yanında bulunuyorduk.
Kendisine bir kuş hediye ettiler. Talha uyuyordu. Bazımız bundan yedik, bazımız
da yemekten çekindik. Talha uyanınca yiyenlerin hareketini doğru buldu ve
"Biz onu Resûlullah (s.a.) ile beraber yedik" dedi,"[130] anlamındaki
hadis-i şerif ile Ebû Kata-de'nin rivayet ettiği, "Ya Resûlallah! Ben bir
av vurdum, ondan artan bir parçayammdadır." dedim. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.) yanındaki cemaate ihramh oldukları halde "yeyin"
buyurdular,"[131]
anlamındaki hadis-i şerif ve Umeyr b. Seleme'nin, el-Behzî Peygamber (s.a.)'e
bir vahşi eşek hediye etti de Hz. Peygamber Hz. Ebu Bekr'e arkadaşları arasında
paylaştırmasını emretti,"[132]
anlamındaki hadis, ihramhmn av eti yemesinin caiz olduğunu ifade
etmektedirler. Küfe ulemâsıyla Seleften bir cemaat de hadis-i şeriflere
bakarak ihramhmn av eti yemesinin caiz olduğuna hükmetmiştir.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, bu hadislerin arasını şu şekilde telif etmek mümkündür.
1. İhramlının
av eti yemesinin helâl olduğunu ifade eden hadisler, ihramsız bir kimse kendisi
için avlayıp da daha sonra ihramlı kimselere ikram ettiği avın etleriyle ilgilidir.
İhramlının av eti yemesinin yasak olduğunu ifade eden hadisler ise, ihramsız
bir kimsenin ihramlı bir kimseye ikram etmek üzere avladığı avlardır.
2. Bu konuda
İmâm Mâlik daha başka telif şekilleri göstermiştir. Şöyle ki:
a. îhramh,
daha ihrama girmeden önce avlanan avın etinden yiyebilir. Çünkü ihramlının av
eti yemesinin helâl olduğunu ifâde eden hadisler ihramhnm ihrama girmesinden
önce avlanan avların etidir.
b. İhramlının
av eti yemesinin haram olduğunu ifade eden hadis-i şerifler ise ihramlının
ihrama girmesinden sonra avlanan avlarla ilgilidir.
3. Osman
(r.a.)'ın yaptığı bir başka te'lif şekli de şöyledir:
a. İhramlının
av eti yemesinin caiz olmadığım ifade eden hadisler bizzat ihramlının
kendisine ikram etmek üzere avlanan avlarla ilgilidir.
b. İhramlının
av eti yemesinin helal olduğunu ifâde eden hadisler ise, ihramda olmayan
kimselere ikram etmek üzere avlanan avlarla veya kendisine ikram edilmek üzere
avlandığı halde başka bir ihramlıya ikram edilen avlarla ilgilidir.
Bu konuda "Bezlu'I-mechûd"
yazarı şunları söylüyor: "Ben derim ki; biz Hanefîlere göre Resülullah'ın
kendisine hediye edilen vahşi eşeği kabul etmeyişinin sebebi o eşeğin canlı
olarak hediye edilmiş olmasıyla ilgilidir. Çünkü Buhârî'nin rivayet ettiği
hadis[133] bunu ifade etmektedir.
Eğer bu eşeğin avlanmış olarak hediye edildiği kabul edilirse, o zaman da bu
hayvanı avcıya Resûl-i Ekrem'in gösterdiği ve bu sebepten ihramlı iken bu
hayvanın etini yemekten kaçındığı düşünülebilir. Yoksa ihramlının av eti
yemesinde bir sakınca yoktur. Nitekim es-Sa'b'dan rivayet edilen ve Beyhâkî'nin
"sahih senedle rivayet edilmiştir" dediği "-Resülullah'ın kendisine
ikram edilen bir vahşi eçek etinden yediğini" ifade eden hadiste bu
ihtimali te'yid etmektedir."[134]
1850.
...İbni Abbas (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, kendisi (Zeyd'e hitaben)
Ey Zeyd b. Erkam, sen
Resûlullah (s.a.)'e bir av parçası hediye edildiğini ve onu kabul etmeyip
"Biz ihramhyız" dediğini biliyor musun? demiş. (Zeyd de):
Evet, cevabını vermiş.[135]
Bu hadisle bir önceki
hadis ihramlı bir kimsenin av eti yemesinin caiz olmadığım mutlak surette ifâde etmektedirler. Onu avlayan
kimsenin ihramlı olup olmamam arasında bir fark olmadığı gibi o hayvanı kendisi
için veya başkasına ikram etmek için avlamış olması da önemli değildir. Bu
hallerin hepsinde de ihramlının av eti yemesi haramdır. Çünkü hadiste
ihramlının av eti yemesinin sebebi ihramlı olmasına bağlanmıştır. Hz. Ali ile
İbn Abbas ve İbn Ömer (r.a.) bu görüştedirler. Ayrıca el-Leys b. Sa'd, es-Sevrî
ve İshâk (r.a.) de bu görüştedirler. Delilleri ise, bu hadisle birlikte;
"deniz avı yapmak ve onu yemek kendinize de misafire de bir faide olmak
üzere sizin için helâl edildi. İhramda bulunduğunuz müddetçe ise, kara avı
haram kılındı,"[136]
anlamındaki âyet-i kerime ile bir önceki hadis-i şerifin şerhinde geçen İbn
Abbâs'-ın es-Sa'b b. Cessâme'den rivayet ettiği hadistir.[137]
İmâm Şafiî, Ahmed ve
ulemânın büyük çoğunluğuna göre ihramlının, ihramlı bir kimsenin avladığı kara
avmm etini yemesi haramdır. Fakat ihramlı bir kimse ihramsız olan bir kişinin
kendisi için avlamış olduğu avın etini yiyebilir. Fakat ihramlı bir kimsenin
ihramsız avcıya o avı avlaması için avın yerini göstermek gibi bir yardımda
bulunmamış olması şarttır. Delilleri ise 1851 numaralı hadis-i şerif ile Buhârî
ile Müslim'in rivayet ettikleri şu hadistir: "Resûlullah (s.a.) hac
niyetiyle yola çıktı. Onunla beraber biz de çıktık. Derken içlerinde Ebû
Katâde'nin de bulunduğu bazı ashabını ayırarak:
"Bana kavuşuncaya
kadar deniz sahilini takip edin," buyurdu. Ayrılanlar deniz sahilim
tuttular. Resulullah (s.a.)'den ayrılınca hepsi ihrama girdiler. Yalnız Ebû
Katâde girmedi. Yolda giderlerken ansızın bir takım yaban eşekleri gördüler.
Ebû Katâde hemen üzerlerine hücum ederek onlardan bir dişi eşeği vurdu.
Arkadaşları hayvanlarından inerek onun etinden yediler. Sonra:
(Eyvah) ihramlı iken
et yedik, dediler. Eşek etinin kalan kısmını yanlarına aldılar. Resûluilah
(s.a.)'e gelince:
Ya Resulullah! Bizleri
ihrama girmiştik. Ebû Katâde ihramlanmamıştı. Derken bir takım yaban eşekleri
gördük. Ebû Katâde derhal bunlara hücum ederek içlerinden dişi bir yaban
eşeğini vurdu. Biz de hayvanlarımızdan inerek onun etinden yedik. Sonra da;
(Eyvah) ihramlı
olduğumuz halda av eti yiyoruz, dedik. Etinin kalan kısmım da getirdik,
dediler.
Bunun üzerine
Resûluilah (s.a.):
"Sizden biriniz
Ebü Katâde'ye emretti, yahut bir şeyle işarette bulundu mu?" diye sordu.
Ashâb:
"Hayır"
dediler.
"Öyle ise, kalan
etini yeyin," buyurdular.[138]
Anılan âlimler bu
hadislerden başka 1852 numaralı hadisi de kendi görüşlerine delil olarak
gösterirler.
İmâm Mâlik de bu
görüştedir. Ancak kendisine "İhramlı iken ölü eti yemek zaruretinde kalan
bir kimsenin avlamış olduğu av etiyle ölü hayvan etlerinden hangisini
yiyebileceği" sorulunca, bu etlerden sadece ölü hayvan etini
yiyebileceğini söylemiş ve "Çünkü Allah teâlâ ihramlımn av eti yemesine
hiçbir zaman müsaade vermemiş fakat zaruret halinde ölü hayvan eti yemesine
izin vermiştir," demiştir. Allah teâlâ'mn ihramhya hiç bir zaman av hayvanı!
eti yeme izni vermediğine delil olarak: "Ey imân edenler, siz (hac ve umre
için) ihramlı bulunurken av öldürmeyin"[139]
âyetiyle "ihramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı haram kılındı,"[140]
âyetini, ihramlımn zaruret halinde ölü hayvan eti yemesine izin verdiğine delil
olarak da, "Kim (bunlardan bir şeyi yemeye) muztar kalırsa, tecâvüz
etmemek ve (zaruret miktarını) aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü Rabbin çok yarlığayıcı,
çok esirgeyicidir,"[141]
ayetini göstermiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte ifâde edilen "Resûl-i Ekrem'in kendine ikram edilen av
etini yemekten kaçınması", mezkûr ulemaya göre iki şekilde açıklanabilir:
a. Resûl-i
Ekrem bir ihramlı olarak bu avın kendisi için avlandığını bildiğinde dolayı;
b. Yahutta
bu avın avlanmasına bir ihramlımn yardımcı olduğunu bildiği için onu yemekten
kaçınmış olabilir.
İmâm Şafiî, İmâm Ahmed
ve cumhur-u ulemâya göre tercümesini sunduğumuz Mâide Sûresinin 195 ve 196
âyet-i kerimelerinin genel anlamlan 1851 numaralı hadisie tahsis edilmiştir.
Hanefî ulemâsına göre
ise; ihramlı bir kimse kendisi için ihramsız, avcı tarafından avlanmış olan bir
avı yiyebilir. Ancak o avı avcıya kendisinin göstermemiş olması şart olduğu
gibi avcıya başka bir ihramlının da o avı avlamakta yardım etmemiş olması
şarttır. Bu konudaki delilleri, 1852 numaralı hadis-i şeriftir. Çünkü sözü
geçen hadiste "Resûl-i Ekrem'in ihramlı olanlara kendilerine sunulan bir
avı yemeye izin verdiği" ifade ediliyor. Hanefî ulemâsına göre bu avı
takdim eden avcı avı kendisi için değil, Resûl-i Ekrem ve ashabı için
avlamıştı.
Hz. Ömer'in konu ile
ilgili kanaatleri de Hanefilerin görüşünü desteklemektedir. Hz. Ebû
Hureyre'nin rivayetine göre, "Bir kimse, Hz. Ömer'e ihramlı av eti
yiyebilir mi?" diye sormuş da Hz. Ömer ona yiyebileceğini söylemiştir.
Daha sonra Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ömer'in bu fetvasını Hz. Abdullah b, Ömer'e
nakletmiş, İbn Ömer bu fetvanın doğru olduğunu ifade etmiştir."[142]
Hanefî ulemâsı bu görüşlerinin doğruluğuna delil olarak ayrıca, "ihramlı
olarak Talha b. Ubeydillah'm yanında bulunuyorduk. Kendisine bir kuş hediye
ettiler de Talha uyuyordu. Bazımız bundan yedik, bazımız da yemekten çekindik.
Talha uyanınca yiyenlerin hareketini doğru buldu ve "Biz onu Resûllah (s.a.)
ile beraber yedik" dedi,"[143]
anlamındaki hadis-i şerif ile Umeyr b. Seleme'nin rivayet ettiği "el-Behzî
Peygamber (s.a.)'e bir vahşi eşek hediye etti de Peygamber (s.a.), Hz. Ebû
Bekr'e arkadaşları arasında paylaştırmasını emretti"[144]
anlamındaki hadis-i şerifi delil gösterirler.
Hanefî uleması
cumhurun delilini teşkil eden "Size ihramda iken kara avı(mn eti)
helâldir. Onu kendiniz avlamadığınız veya o sizin için avlanmadığı takdirde''
anlamındaki 1851 numaralı hadisteki "ev = yahut" harfinin "illâ
= müstesna" anlamında kullanıldığını söyleyerek hadîse "ihramlı iken
kendiniz avlamadığınız takdirde size kara avı(mn eti) helâldir. Kendiniz
avlamışsanız, o zaman haramdır. Fakat o avın sizin için avlanmış olması
müstesna. O zaman helâldir," mânâsını vererek söz konusu hadisin de kendi
görüşlerini desteklediğini savunurlar.
Cumhur-i ulemâ ise,
Hanefî âlimlere şu cevabı vermişlerdir:
1. Hanefilerin
iddia ettiği gibi Ebû Katâde, Talha ve el-Behzî hadisleri "yenmesi helâl
olan avın, ihramlı için avlanan av olduğunu açıkça ifade eden birer metin
değillerdir. Ancak bu mânâya gelmesi ihtimali vardır. Başka bir ifâdeyle
hadisin bu mânâya gelmesi, sadece bir ihtimalden başka birşey değildir. Buna
kesin bir netice gibi sarılmak doğru değildir.
2. 1851
numaralı Câbir hadisinde geçen "ev = yahut" kelimesine "illâ =
müstesna" mânâsı vermek delilsiz ve karinesiz olarak zahirî mânâyı terk
etmek demektir.[145]
1851.
...Câbir b. Abdillah'dan; (demiştir ki:) Resûlullah (s.a.)'ı;
"Kendiniz
avlamadığınız veya sizin için avlanmadığı takdirde, ihramlı iken size kara
avı(nın eti) helâldir/' buyururken dinledim.[146]
Ebû Dâvud dedi ki:
Peygamber (s.a.)'den (gelen) iki haber çeliştiği zaman, (bunlardan) sahabenin
sarıldığı habere itibar edilir.)[147]
Bu metin imam
Şafiî'nin Müsned'inde; "İhramlı iken av
(eti yemeniz) size helaldir" şeklindedir.Biz tercümeyi
herne kadar tercümeye esas aldığımız Sünen-i Ebû Dâvûd nüshasına göre yapmış
isek de Tekmiletu'l-Menhel yazan Emin Mahmud Hattâb Sünen-i Ebû Dâvûd
nüshalarının çoğunda bu hadisin metninin son cümlesinin şeklinde bulunduğunu ifâde ediyor.[148] Bu
nüshalara göre hadis-i şerifi şu şekilde tercüme etmek gerekir: "Siz
ihramh İken kendiniz avlamadığınız takdirde size kara avı(mn eti) helaldir.
Kendiniz avlanırsanız o zaman haramdır. Fakat o avın sizin İçin (ihramh olmayan
başka birisi tarafından) avlanmış olması müstesna. O zaman helaldir." Bir
önceki hadis-i şerifin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi bu mânâ, "ihramh
bir kimse kendisi için avlanmış olan avı yiyebilir, ancak o avı avcıya
kendisinin göstermemiş olması şarttır" diyen Hanefî ulamasının görüşünü
te'yid eder.
İmam Ahmed ile
Tirmizî'nin rivayetlerinde bu cümle bizim tercümeye esas aldığımız nüshadaki
gibi şeklinde tesbit edilmiştir.
Ebû Dâvûd bu hadisin
sonuna ilâve ettiği talik ile, "iki hadis arasında bir aykırılık görülür
de bunların arasını uzlaştırmak mümkün olmazsa o zaman, sahabe-i kiram bu
hadislerden hangisiyle amel etmişse o tercih edilir" demek istiyor.
Böylece o, konumuzu teşkil eden Câbir hadisiyle 1849 ve 1950 numaralı hadisler
arasında çelişki bulunduğunu, binaenaleyh bu hadislerde ihramlımn av eti
yemesinin yasak olduğunu ifâde eden 1849 numaralı Hz. Ali hadisiyle 1850
numaralı İbn Abbâs hadisinin tercih edilmesi lâzım geldiğini vurguluyor.
Fakat Tekmiletu'l
Menli el yazarının beyânına göre mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisiyle 1849 ve
1850 numaralı hadislerin arasını uzlaştırmak mümkündür. Çünkü 1849 ve 1850
numaralı hadislerin hükmü geneldir. Mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisi onların
hükmünü tahsis etmiştir. Ayrıca sahâbe-i kiram bu konuda 1849 ve 1850 numaralı
hadislerle amel etmekte ittifak sağlayamadıklarından bu mevzuda Ebû Davud'un
talikinin hükmünü uygulamak mümkün değildir. Çünkü Talha b. Ubeydillah ile Ebû
Katâde bu konuda Hz. Câbir ile beraberdirler.[149]
1. îhramlı
bir kimsenin avladığı hayvanının etim yemesi haramdır. Bu konuda ulema ittifak
etmiştir.
2. İhramlı
olmayan bir kimsenin ihramlı bir kimse için avlamış olduğu bir avı o ihramlımn
. emesi de ulemanın büyük çoğunluğuna göre haramdır. Hanefî ulemasına göre ise
bu avı o ihramlımn yemesinde bir sakınca yoktur.
3. Fakat
ihramlımn herhangi bir yardımı olmadan o avı ihramsiz bir kimse kendisi için
avlamışsa o avı herhangi bir ihramlımn yemesinde sakınca yoktur. Bu konuda
cumhuru ulemâ ile hanefî ulemâsının görüşü birdir.[150]
1852. ...Ebû
Katâde'den rivayet olunduğuna göre kendisi Resülullah (s.a.) ile beraberdi ve
Mekke yolunun bir bölümünde bir kaç ihramlı arkadaşıyla birlikte geri kaldı.
Kendisi ihramlı değildi. Derken bir yaban eşeği gördü ve atının üstünde
doğrularak arkadaşlarından kamçısını kendisine vermelerini istedi, vermek
istemediler. Onlardan mızrağını istedi, kabul etmediler. Bunun üzerine onu kendisi
aldı sonra eşeğin üzerine, saldırarak onu öldürdü. Resûlullah (s.a.)'ın
ashabından bazıları ondan yediler. Bazıları da yemediler. Resûlullah (s.a.)'e
ulaşınca bu meseleyi O'na sordular da (Resul-i Ekrem);
"Bu Allah'ın size
ikram ettiği bir rızıktır," buyurdu.[151]
Buharî, Nesâî ve
Dârekutnî'nin rivayetlerinden açıkça anlaşıldığına göre metinde anlatılan
hâdise Hudeybiye umresinde cereyan etmiştir. Her ne kadar Ebû Katâde hadisinde
bu hâdise anlatılırken "Rasûlullah (s.a.) hac niyyetiyle yola çıktı"[152]
deniyorsa da gerçek olan budur. Hacc kelimesiyle mecazî umre kast edilmiştir.
Beyha-kî'nin rivayetinde ise bu cümle "Resûlullah (s.a.) hac veya umre niyetiyle
(yola) çıkmıştı"[153]
şeklindedir. Hafız İbn Hacer'in beyânına göre, "Beyhakî'nin bu
rivâyetindeki şüphe ravî Ebû Avâne'ye aittir. Oysa Yahya b. Ebi Kesîr bu
hâdisenin kesinlikle Hudeybiye umresinde vuku bulduğunu ifade ediyor ki, işin
doğrusu da budur."[154]
Ebu Katâde hadisinde
açıklandığına göre bu yolculukta Ebû Katâde (r.a.) ile bazı arkadaşlarının
geride kalmalarının sebebi, "Resûl-i Ekrem'in, içlerinde Ebû Katâde'nin
de bulunduğu bazı sahâbileri ayırarak;
"Bana kavuşuncaya
kadar deniz sahilini takib edin" buyurmasıdır.[155]
Arkadaşları ihrama girdiği halde bu yolculukta Ebû Katâde (r.a.)'nin ihrama
girmemesi, henüz o tarihlerde mikatlerin tayin edilmeyişinden ileri gelmiş
olabilir. Ebû Katâde kamçısını ve mızrağım ahvermelerini rica ettiği halde
arkadaşlarının bundan kaçınmasının sebebi ise, onların ihramlı bulunmalarıdır.
Hafız İbn Hacer'in beyânına göre bu hâdise Muhammed b. Cafer'in rivayetinde
şöyle anlatılıyor: "Atın yanına varıp onu eğerleyip üzerine bindim. Fakat,
kamçıyı ve mızrağı unutmuştum. Onlara (arkadaşlarıma), "bana kamçıyı ve
mızrağı alıverin" dediysem de; "Vallahi biz sana hiçbir işte yardım
etmeyiz" cevabını verdiler. Bunun üzerine ben de kızarak indim, ikisini de
kendim aldım. Ve (hayvana bindim).[156] Müslim'in
rivayetinde ise, "bir ara baktım ki arkadaşlarım bir şey görmeye
çalışıyorlar. Ben de baktım, bir de ne göreyim bir yaban eşeği... Derhal atımı
eğerleyerek mızrağımı aldım sonra hayvana bindim kırbacım düştü de ihramh
bulunan arkadaşlarıma:
Şu kırbacı bana
alıverin, dedim. Onlar:
Vallahi bu hususta
sana hiç bir yardım yapamayız dediler,[157] şeklindedir.
Bu iki rivayet arasında bir çelişki olduğu zannedilmemelidir.. Çünkü birinci
hadisteki "kamçımı ve mızrağımı unuttum" sözü mecazen "kırbacımı
ve mızrağımı düşürdüm" anlamında kullanılmıştır. Bilindiği gibi unutmak,
düşürmenin sebebi olduğundan aralarında sebep-sonuç alâkası bulunmaktadır.
Ebû Katâde'nin
avladığı avın etinden arkadaşlarının yememeleri ise, şüpheli işlerden kaçınmak
gayesine matuf olabileceği gibi "ihramlı olduğunuz müddetçe kara avı size
haram kılınmıştır."[158]
âyeti kerimesinin genel hükmüyle amel etmek istemiş olmalarından kaynaklanmış
da olabilir. Resûl-i Ekrem'in, "Bu ancak Allah'ın size ikram ettiği bir
rıziktır" buyurması yakalayıp kesmek mümkün olmayan bir hayvanı
yaralayarak öldürmenin onu boğazlamak yerine geçtiğini ifâde eder.[159]
1. İhramlı
bir kimsenin ihramsız olan bir kimseye bir hayvanı avlaması için yardım etmesi
caiz değildir.
2. Hz.
Peygamber hayatta iken sahâbîlerin ictihadda bulunmaları caizdir.
3. İhramlı
bir kimsenin ihramsız bir kimsenin avladığı avdan yemesi caizdir. Biz bu
konuyla ilgili mezhep imamlarının görüşlerini bir önceki hadisin şerhinde
açıklamış bulunmaktayız.[160]
1853. ...Ebû
Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.):
"Çekirge deniz
avı (türün)dendir." buyurmuştur.[161]
Çekirge'nin avı deniz
hayvanlarının avı türünden kabul edilmiştir. Bu
bakımdan hükümleri arasında fark
görmemiş olan alimler vardır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.) "Gerçekten çekirge
denizdeki balığın denizde saçtığı bir yaratıktır"[162]
buyurmuştur. Atâ b. Yesâr'dan rivayet olunduğuna göre, Kâbü'l-Ahbâr bir kafile
ile birlikte Medine'ye müteveccihen yola çıkmışır. Yolda bir av etine
rastladılar. Ka'b yanındakilere bu avın yenilebileceğine dâir fetva verdi.
Medine'ye vardıkları zaman bunu Hz. Ömer'e haber verdiler. O da;
Size bu fetvayı kim
verdi? diye sordu. Onlar "Ka'b" diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Hz. Ömer;
Ben Ka'b'ı
memleketinize dönünceye kadar size başkan tayin ediyorum, dedi. Sonra Mekke'ye
müteveccihen yola çıktılar. Yolda karşılarına bir çekirge sürüsü çıktı. Ka'b
onlara bu çekirgeleri tutup yemelerini söyledi. Sonra tekrar Hz. Ömer'in yanına
geldikleri zaman, bunu da haber verdiler. Hz. Ömer Ka'b'a;
Bu fetvayı neye
dayanarak verdin? diye sordu. Yani Hz. Ömer ihramlı oldukları halde çekirge
yemelerinin delilini sordu. Ka'b da; -Çünkü o deniz avmdandır, diye cevap
verdi. Hz. Ömer'de: -Çekirgenin deniz avından olduğunu ne biliyorsun? diye
sordu. Ka'b: -Ey mü'minlerin emîri! Allah'a yemin olsun ki, çekirge senede iki kere
aksıran balığın saçtığı bir yaratıktır, diye cevap verdi.[163]
Aliyyu'1-Kârî de bu
hadis ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: "İlim adamları derki: Bu
hadiste Hz. Peygamber'in çekirgeyi deniz avı türünden kabul etmesi, ölüsünün
yenmesinin helal kılınması açısından aralarındaki benzerlik dolayısıyladır.[164]
1. İhramlı bir
kimsenin avlayıp yemesinin caiz
olması ve kesilmeden yenmesinin caiz olması bakımından çekirge deniz av
hayvanlarına benzer.
2. İhramlı
bir kimsenin çekirgeyi avlayıp yemesinden dolayı o ihramlıya herhangi bir ceza gerekmez. Urve b. ez-Zübeyr,
Ebû Said el-Hu.drî (r.a.) bu görüştedirler.
Hz. Ömer, Osman, İbn
Abbas, İmam Mâlik, Hanefî uleması, İmam Şafiî ve İmam Ahmed (r.a.)'e göre ise,
çekirge kara avlarındandır. Binaenaleyh çekirgeyi avlayan veya öldüren bir
ihramhya ceza lâzım gelir. Nitekim Abdullah b. Ebî Ammâr'ın rivayet ettiği
biri hadîse göre, Ka'b b. Ahbâr'ın ihramlı iken unutarak öldürdüğü iki çekirge
karşılığında Hz. Ömer ceza olarak iki dirhem takdir etmiştir.[165]
Bu haber de gösteriyor
ki, Hz. Ömer ihramlı iken iki çekirge öldüren Ka'b'a, ceza olarak iki dirhem
sadaka takdir etmiştir ve bunun üzerine Hz. Ka'b, "ihramımın çekirge
avlamasında herhangi bir sakınca yoktur,"[166]
görüşünden dönmüştür.
Ayrıca el-Kasım b.
Muhammed'in rivâyet'ine göre; birgün Hz. Abbâs'm yanında idim bir adam ona
ihramlı iken öldürmüş olduğu çekirgenin hükmünü sordu İbn Abbâs da, "bir
avuç buğdaydır", diye cevap vermiş.[167]
Çekirgenin kara
hayvanlarından olduğunu, binaenaleyh ihramlı iken çekirge avlayan veya öldüren
bir kimseye ceza lazım geldiğini savunan ulemâya göre konumuzu teşkil eden Ebû
Dâvûd hadisi zayıftır ve delil olma niteliğinden uzaktır.[168]
1854. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Biz bir çekirge sürüsüne rastlamıştık.
İçimizden birisi ihramlı olduğu halde kamçıyla (çekirgelere) vuruyordu.
Kendisine bunun uygun (bir hareket) olmadığı söylendi. Bu olay Peygamber
(s.a.)'e haber verildi de Peygamber (s.a.):
"O ancak deniz
av(lar)ındandir" buyurdu.[169]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Ebu'l-Mühezzim zayıftır, (bu ve önceki) her iki hadis de hatalıdır.[170]
"Çekirge deniz
av(Iar)ındandır" sözüyle onun deniz avı hükmünde olduğu, yani ihramlının çekirge avlayıp ye-
mesinde hiçbir sakınca
olmadığı kast edilmiştir. Bilindiği gibi Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde;
"Deniz avı ve onu yemek size de yolculara da geçimlik olarak helâl
kılınmıştır."[171]
buyurarak ihramlı veya ihramsız herkesin deniz hayvanlarını avlamasında bir
sakınca olmadığını beyan buyurmuştur.
Fakat çekirgenin deniz
hayvanları hükmünde olduğunu ifâde eden bu hadis zayıftır, delil olma
niteliğinden uzaktır. Nitekim Ebû Dâvûd da hadisin sonuna ilâve ettiği talikte
bu hadisle birlikte bir önceki hadisin de zayıf olduğunu ifâde etmiştir. Çünkü
yine musannifin açıkladığı gibi bu hadisin senedinde "Ebu'l-Mühezzim"
vardır. Bir önceki hadisin senedinde ise, "Meymûn b. Câbân" vardır.
Nevevî'nin beyânına göre konumuzu teşkil eden hadisin zayıf olduğunda bütün
ilim adamları ittifak etmişlerdir.
Bu hadis hakkında
Tirmizî de şunları söylüyor: "Bu hadis garibdir. Bunu yalnız
Ebu'l-Mühezzim'in Ebû Hüreyre'den rivayetinden bilmekteyiz. Ebu'l-Mühezzim'in
adı Yezid b. Süfyân'dır. Şu'be onun aleyhinde konuşmuştur. İlim adamlarından
bazıları, ihramlının çekirgeyi avlayıp yemesine ruhsat vermişler. Kimi de
çekirgeyi avlar veya yerse sadaka vermesi lâzım geldiği görüşündedirler."[172]
1855.
...Ka'b (r.a.)'den; demiştir ki: -Çekirge deniz av(lar)ındandır.[173]
Ka'bu'l-Ahbâr önceleri
çekirgenin deniz hayvanlarından olduğu, binaenaleyh ihramh bir kimsenin çekirge
avlayıp yemesinde veya öldürmesinde bir sakınca bulunmadığı kanaatinde iken
1853 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıklandığı, gibi kendisi ihramh iken
öldürdüğü iki çekirgeden dolayı Hz. Ömer'in kendisinden sadaka olarak iki
dirhem vermesi gerektiğini söylemesi üzerine bu fikrinden vazgeçmiştir.
Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ihramlı iken çekirge avlayan kimseye ceza
lâzım gelir. Ancak bu cezanın miktarı konusunda da ulemâ ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik'e ve Hanefî ulemâsına göre, ihramh iken çekirge öldüren bir
kimsenin vermesi gereken sadakanın miktarı ile ilgili olarak belli bir ölçü
yoktur. Binaenaleyh bu kimse dilediği kadar sadaka vermekte muhayyerdir.
Delilleri ise, 1853 numaralı hadisin şerhinde geçen İbn Abbas'ın bu cezayı onun
için "bir avuç buğday" olarak takdir ettiğine dâir hadistir. İmam
Şafiî ve Ahmed'e göre ise, bu cezanın miktarı çekirgenin kıymeti kadardır. Bir
fakire birer müdd veya bir fıtır sadakası kadar buğday verilir. Yahutta her bir
fakire verilecek mezkûr miktarlar karşılığında birer gün oruç tutulur. Bu görüş
imam Mâlik'den de rivayet olunmuştur.[174] .
1856.
...Ka'b b. Ucre'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.) Hudeybiye
(seferi)' sırasında Ka'b'ın yanına gelip:
"Başının bitleri
sana eziyet verdi mi?" diye sormuş. O da: Evet, cevabını vermiştir. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.) "Başını tıraş et sonra da bir kurbanlık koyun kes
yahut üç gün oruç tut, yahut da altı fakire üç sa' hurma yedir", buyurmuştur.[175]
Hevâm, hâmmenin
çoğuludur. Hâmme ise,
yılan gibi zehirli olan hayvan
demektir. Sinek ve böcek gibi şeylere
de "hâmme'' denirse de burada kast edilen bittir. Zekât bölümününde de
açıklandığı gibi bir sa', örfî dirhemle 3,333 kg. ağırlığındaki ölçüdür.[176]
1. Hac veya
umre için ihrama §iren bir kimsenin ihramlı iken başında bulunan bir rahatsızlığı
sebebiyle saçını tıraş etmesi ve fidye olarak bir koyun kesmesi veya üç gün
oruç tutması veya altı fakire 3 sa' (9,999 kg.) hurma yedirmesi caizdir.
Vücudun diğer kısımlarındaki kılları tıraş etmenin hükmü de baştaki kılları
tıraş etmenin hükmü gibidir. Saçları veya kılları kesmekle tıraş etmek arasında
bir fark yoktur. Davud-ı Zâhirî'ye göre ise, fidye ancak saçların
giderilmesinden dolayı lâzım gelir. Vücudun diğer kıllarını gidermekten dolayı
fidye ihramlıya gerekmez.
Hadisin zahirinden
ihramlı iken tıraş olan bir kimseye fidye lâzım gelmesi için saçlarının hepsini
tıraş etmiş olması veya kesmesi gerektiği anlaşılıyor. Bu bakımdan saçlarının
tümünü.kesen veya tıraş eden bir ihramhya fidye lâzım geldiği konusunda icmâ
vardır. Ancak saçların bir kısmını kesen ihramlıya fidye lâzım gelip gelmemesi
konusunda ulemâ arasında ihtilâf vardır.
a. Hanefî
ulemasına göre ihramlı bir kimseye saçlarını izâle etmesinden dolayı fidye
gerekmesi için saçlarının en az dörtte birini tıraş etmesi veya kesmesi
gerekir. Dörtte birinden daha azını kesen ihramh içinse sadaka olarak yarım
sa' (1667 gr.) buğday vermek gerekir. Bilindiği gibi bu bir sadaka-i fıtr
mikdarıdır. Hanefî mezhebine göre bir organın dörtte biri, bütünü hükmündedir.
b. Şafiî
ulemasına göre ise, başın üç kılını üstüste kesen veya tıraş eden bir ihramh
için fidye lâzım gelir. Çünkü çoğulun en azı üç sayıdır. Binaenaleyh bundan üç
veya daha fazla kıl izâle eden ihramh bir kimseye fidye gerekir. Bir kıl izâle
eden ihramh için bir müdd, iki kıl izâle eden ihramh için iki müdd sadaka
vermek gerekir. Bir müdd bir sa'ın dörtte birine, eşittir.
c. Hanbelî
ulemâsına göre ise, ihramhnın başındaki saçları izâle etmekten dolayı fidye
gerekmesi için saçlarından en az dört kılı tıraş etmiş olması gerekir.
Binaenaleyh başından dört teli izâle eden bir ihramiı fidye olarak bir kurban
keser. Başındaki kıllardan bir kıldan üç kıla kadarım izâle eden bir ihramh ise
her kıl için bir müdd sadaka verir.
d. Mâliki
ulemâsına göre ise, bir ihramhya saçlarını izâle etmekten dolayı fidye
gerekmesi için izâle ettiği saç telleri sayısının en az onbir olması lâzımdır.
Onbir adetten daha az sayıda izâle ettiği kıllara gelince:
a. İhramh
olan kimse bu kılları başındaki bir rahatsızlığı gidermek için izâle etmişse
kendisine fidye (kurban) lâzım gelir.
b. Eğer bu
kılları izâle etmekten böyle bir maksadı yoksa, bir avuç buğday tasadduk etmesi
gerekir.
Tekmiletu'l-Menhel
yazarına göre mezheb imamlarının bu konudaki ayrıntılı hükümlerine Kitab veya
Sünnetten bir delil bulmak mümkün görünmüyor. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın
"Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz."[177] meâlindeki
âyet-i kerimesinde "baş" kelimesiyle başın tümü kast edilmiştir.
Başından üç veya dört kıl izâle eden bir kimse için "başını tıraş
etti" demek lügat bakımından da örf bakımından da doğru değildir. Zahir
olan şudur ki: "Baştaki bir rahatsızlığı gidermek için tıraş olmak"
denilince başın her tarafını tıraş etmek anlaşılır.
İhramh bir kimsenin
ihramsız bir kimsenin saçlarını tıraş etmesi meselesine gelince:
İmam Şafiî, Mâlik,
Ahmed ve Ebû Hanife (r.a.)'e göre bu ihramhnın sadaka vermesi gerekir.[178]
Bu durum ihramhnın
saçlarını ortada bir zaruret yokken, bile bile tıraş etmesi veya kesmesi
haliyle ilgilidir. Ancak bir zaruretten dolayı tıraş etmişse bunda herhangi bir
vebal yoktur. Bilmeyerek tıraş etmişse ilim adamlarının büyük çoğunluğuna göre
bu tıraştan dolayı herhangi bir vebâl olmadığı gibi fidye de gerekmez. Zahirî
mezhebinden îbn Hazm'a göre ise, herhangi bir zaruret olmadan bile bile başını
tıraş eden bir ihramlı-mn haccı fâsid olur.
"Üç gün oruç
tut" sözünde bu orucun hangi günlerde tutulacağı açıklanmadığı gibi peşi
peşine tutulup tutulmayacağı da söz konusu edilmemiştir. Ancak bu orucun da
diğer oruçlar gibi bayram günlerinde tutulmasının haram olduğu oruç
konumundaki genel hükümlerden anlaşılmaktadır.
Bu üç günlük orucun
teşrik günlerinde tutulması meselesine gelince bu konuda ihtilâf vardır.
(Bilindiği gibi teşrik, eti güneşletip kurutmaktır. Zilhiccenin on birinci on
ikinci ve on üçüncü günleri kurban etlerini güneJ şe sererek kurutmak Araplarca
âdettir. Onun için bu üç güne teşrîk günleri denir.)
İmam Mâlik'e göre
saçları tıraş etmeden dolayı fidye olarak tutulacak oruç, teşrik günlerinde
tutulur. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dair bir rivayet vardır. İmam
Mâlik'in meşhur olan mezhebi budur. Hanefî ulemâsına ve İmam Şafiî'ye göre ise,
teşrîk günlerinde fidye olarak tutulacak orucu tutmak caiz olmadığı gibi başka
oruçları tutmak da caiz değildir. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dair bir
rivayet vardır.
3. "Yahutta
altı fakire üç sâ' hurma yedir" cümlesine bakarak ulemânın büyük bir
kısmı fidye olarak verilecek üç sâ hurmanın her birine yarımşar sâ olmak üzere
altı fakire, dağıtılmasına hükmetmişlerdir. Ebû Hanîfe (r.a.)'ye göre ise, üç
sâ'ın hepsi birden bir fakîre verilir.
Nâfi', el-Hasen ve
İkrime (r.a.) hazretlerine göre ise, ihramlı iken kıllarını kesen veya tıraş
eden bir kimse ongun oruç tutar, ayrıca on fakiri de doyurur. Fakat bu hadis,
onların aleyhine bir delildir.
Her ne kadar bu
hadis-i şerifte fakirlere fidye olarak bir ölçek hurma yedirilmesi
emredilmiyorsa da ileride gelecek olan 1860 numaralı hadiste fidye olarak
fakirlere bir ferak (3 sa') kuru üzüm yedirilmesi emredilmek-tedir. Bu da
buğday, hurma ve arpanın kuru üzümle aynı hükme tabi olduğunu gösterir. Çünkü
her yerde buniar birbirlerinin yerini tutmaktadırlar. Ve bunlardan hiç birinin
üç sa'dan aşağısının fidye olarak kâfi geldiği görülmemiştir. Mâîikî ve Şafiî
ulemâsı bu görüştedir. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur.
Yine İmam Ahmed'den
gelen bir rivayete göre fidye olarak altı fakirin her birine buğdaydan bir
ölçek hurma, kuru üzüm ve arpadan yarım ölçek yardım kâfidir, i
Hanefî ulemâsına göre
ise, altı fakirden her birine buğdaydan yarım ölçek diğerlerinden bir ölçek
yedirilir.
4. Hadisin
zahirine göre fidye olarak kurban kesmek, üç gün oruç tutmak, ve fakirlere
yemek yedirmek olmak üzere üç çeşit ödeme yolu tavsiye edilmiş fakat bunların
nerede edâ edileceği konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştır.
a. İmam
Mâlik'e göre bunlardan istenileni istenilen yerde edâ edilebilir. Herhangi bir
yer ile kayıtlı değildir.
b. Hanefî
ulemâsına göre yemek yedirmek için belli bir yer yoksa da kurban kesmek için
belli bir mekân' tâyin edilmiştir. Bu da haremin hudududur. Zaman tayini ise
kurban için söz konusu değildir.
Oruca gelince, oruç
içinde belli bir zaman ve mekân tayin edilmediği görüşünde bütün ulemâ ittifak
etmiştir.
İmam Şafiî'ye göre
yemek yedirmek ve kurban kesmek için yer olarak Harem tayin edilmiş, Haremin
dışında yedirilen yemek veya kesilen kurban fidye olarak makbul değildir.[179]
Bu hadiste Hz. Ka'b
oruç tutmak veya fakir doyurmak yahut hayvan kesmekte muhayyer bırakıldığı gibi
âyet-i kerimeden dahi bu mânâ anlaşılır. İbn Abdilberr, belli başlı bölgelerin
ulemâsının (ulemau'l-emsâr) bu şekilde amel ettiklerini söylemiştir.
İmam A'zam, İmam Şafiî
ve Ebû Sevr muhayyerliğin zaruret zamanına mahsus olduğunu söylemişlerdir.
Onlara göre zaruret yokken kendi ihtiyarına göre hareket eden kimseye hayvan
kesmek icab eder. Hadisin Abdullah b. Muğaffel rivayetinden; muhayyerliğin
ancak hayvan kesmeğe kudreti olmayana bahsedildiği anlaşılmaktadır. Böylesi
fakir doyurmakla oruç tutmak arasında muhayyerdir.
Hadisin lafzı
şöyledir: Rasülullah (s.a.) Ka'b'a: "Öyleyse ya oruç tut ya fakir
doyur." buyurdular. Bundan dolayıdır ki Ebu Avâne: "Bu hadis hayvan
kesmeye kudreti olanın oruç tutamayacağına ve fakir doyurarna-yacağına
delildir. Lâkin ulemadan buna kail olanı bilmiyorum. Yalnız Taberânî ile
başkalarının rivayetine göre said b- Cübeyr:
"Nüsük, koyun
kesirîektir. Koyun bulunamadığı takdirde kıymeti dirhem olarak, dirhem de
yiyeceğe çevirilerek kıymet biçilir ve tasadduk edilir. Yahut her yarım sâ'
için bir gün oruç tutulur, demiştir" diyor.
. Taberânî bu rivayeti
A'meştarikiyle tahriç etmiştir. A'meş: "Ben bunu İbrahim'e söyledim, o da
bunun mislini Alkame'den işittiğini anlattı" demiştir.
Bu takdirde iki
rivayetin arasını bulmak icab eder. Ulemâ bunların
arasını muhtelif
şekillerde cemetmişlerdir. Şöyle ki:
a. İbn
Abdilberı'e göre, hadiste tertibin vâcib olduğuna değil, tercihine işaret
vardır.
b. Nevevî'ye
göre, maksat oruç veya fakir doyurmanın yalnız kurban bulamayana mahsus
olduğunu anlatmak değil, hayvan kesmeye iktidarı
olanın kesmekle oruç
tutmak veya fakir doyurmak arasında muhayyer olduğunu bildirmektir. Hayvan
bulamayan ise yalnız oruçla fakir doyurmak arasında muhayyerdir.
c. Bazılarına
göre ihtimal ki, Peygamber (s.a.) Hz. Ka'b'a başım tıraş etmesi için izin
verince âyet-i kerime inerek bu gibilerin hayvan kesmek fakir doyurmak ve oruç
tutmak arasında muhayyer olduğunu bildirmiş Resûlullah (s.a.) de Hz. Ka'b'ın
hayvan kesemeyeceğini bildiği için kendisini oruçla fakir doyurmak arasında
muhayyer bırakmıştır.[180]
1857.
...Ka'b. b. Ucre'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) O'na;
"İstersen bir
kurban kes, istersen üç gün oruç tut, istersen alü fakire üç sâ' hurma
yedir" buyurmuştur.[181]
Burada geçen
"kurban" sözüyle "koyun" kast edilmiştir. Nitekim bir
önceki hadisin metninde "kurban" kelimesi yerine "koyun"
kelimesi kullanılmıştır. Bir rivayette bu kelime, " = kurban kes"
şeklinde geçtiği halde diğer bir rivayette de " = bir koyun kes"
şeklînde geçmektedir. Kurtubî'ye göre hadis-i şeriflerde bu kurbanlıktan
"koyun" diye bahsedilmesi,onun hedy kurbanlığı olmadığını ifâde
etmektedir. Bu kurbanlığın hedy,kurbanı olmayışı, onun harem hududları dışında
da kesilmesinin caiz olduğunu gösterir. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız gibi imam Mâlik bu görüştedir.
Ancak Şafiî
ulemâsından Hafız İbn Hacer, "bu kurbanlıktan nüsük veya nesîke diye
bahsedilmesi onun hedy kurbanlığı hükmüne girmesine mâni değildir. Nitekim
Buhârî'nin bir rivayetinde de bu cümle "yahutta Hedy kurban!- ı olarak bir
koyun gönderir"[182]
şeklinde geçiyor. Bu cümle
Taberî'nin rivayetinde
de "hedy kurbanlığın var mı?" şeklinde geçmektedir. Ancak Taberî'nin
bu rivayetindeki değişiklik râvilerin kelimeler üzerindeki tasarrufundan ileri
gelmimş olabilir. Nitekim Müslim'de bulunan "yahut ta bir koyun kurban et,"[183]
rivayeti, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Eğer gerçekten Kurtubî'nin dediği
gibi bu kurbanlıktan maksat, hedy kurbanlığı değilse, o zaman ihramda iken
kesilen saçlara fidye olarak kesilecek olan bu kurbanı harem hududları dışında
kesmek de caizdir. Nitekim tabiînin ekserisi bu görüştedir.[184] Fakat
Taberânî'nin rivayet ettiği "Ka'b b. Ucre başından rahatsız oldu da
Peygamber (s.a.)'e ne kurban edeyim", diye sordu. (Resûl-i Ekrem de);
"Harem-i şerife,
boynuna tasma takacağı bir hedy kurbanlığı göndermesini emretti", anlamındaki
Ka'b b. Ucre hadisinde[185]
nüsük'den "hedy" diye bahsedilmektedir. Fakat bu hadisin senedinde
ismi açıklanmayan bir râvî vardır.[186]
1. İhramda
iken saçlarım tıraş eden bir kimsenin fidye olarak bir koyun kurban etmesi veya
üç gün oruç tutması veya altı fakire üç ölçek hurma yedirmesi yeterlidir.
2. İhramlı
bu üç çeşit fidyeden istediğini uygulayabilir. Nitekim "İçinizden hasta
olan veya başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda
kalan) kimse oruçtan, sadakadan veya kurbandan
(biriyle) fidye
(versin)"[187]
anlamındaki âyet-i kerime de bu görüşü te'yid eder. Ulemânın ekserisi de bu
görüştedir. Biz bir önceki hadis-i şerifin şerhinde bu konuyu etraflıca
açıklamış bulunmaktayız.[188]
1858.
...Ka'b b. Ucre'den rivayet olunduğuna göre) Hudeybiye (seferi) sırasında Ka'b
(başındaki rahatsızlıkla ilgili bu) olayı yanına gelen Rasûlullah (s.a.)'e
anlatmış bunun üzerine (Hz. Peygamber)
"Yanında kurban
var mı?" diye sormuş. O da;
"Hayır, cevabını
vermiş. (Resul-i Ekrem de:)
"O halde üç gün
oruç tut yahutta her iki fakire bir sâ' olmak üzere altı fakire üç sâ' hurma
tasadduk et" buyurmuştur.[189]
Hudeybiye seferi
esnasında Resul-i Ekrem (s.a.) Hz. Ka'b'ın yanına vardığı bir
sırada Ka'b ona başındaki rahatsızlığı
anlatmış, bunun üzerine Resûl-i Ekrem saçlarını kesmesini ve bunun fidyesi
olarak metinde ifâde edildiği şekilde üç yoldan birini uygulamasını emir
buyurmuştur. Her ne kadar burada Resul-i Ekrem'in Hz. Ka'b'in yanına uğradığı
ifade ediliyorsa da Buhârî'nin bir rivayetinde Resûl-i Ekrem'in Hz. Ka'b'ı
yanına çağırttığı ve Hz. Ka'b geldikten sonra başındaki ağrıyla ilgili olarak
onunla konuştuğunun belirtilmesi durumu iki hadis arasında bir çelişki
bulunduğunu göstermez. Çünkü önce Resul-i Ekrem'in Hz. Ka'b'ın yanına uğrayıp
onun rahatsızlığını öğrenmesi daha sonra da O'nu yanına çağırıp saçlarını
kesmesini ve fidye ödemesini emretmesi mümkündür. Metinde Kurban kesmesinin üç
günlük oruçtan ve üç ölçek-lik hurma tasadduk etmekten önce zikredilmesine
bakarak bazı ilim adamları, yanında kurban bulunan bir kimsenin fidye olarak
üç gün oruç tutmasının veya altı fakire üç ölçek hurma tasadduk etmesinin,
efdali terk olduğu kanaatine varmışlardır. Said b. Cubeyr ile İbn Abdilbefr bu
görüştedirler. Gerçekten metinde kurbanın daha önce zikredilmiş oiması bu tertibe
uymanın vâcib olduğuna değil, fakat daha faziletli oldğuna işarettir. 1856 ve
1857 numaralı hadis-i şeriflerde bu üç çeşit fidye ödeme yollarından her hangi
birini uygulamakta muhayyerlik ifâdesi bulunduğu halde bu hadiste kurbana
öncelik tanınması bu hadîsle sözü geçen iki hadis arasında bir çelişki
olduğunu göstermez. Çünkü Resûl-i Ekrem bu hadiste önce kurban kesmeyi
zikretmekle öncelikle kurban kesmenin vâcib olmadığına fakat daha faziletli
olduğuna dikkati çekmek istemiş olabilir. Nitekim Atâ'nın Ka'b'dan rivayet
etmiş olduğu şu hadis de bu görüşü te'yîd etmektedir: Rasûlullah (s.a.) beni
çağırdı.
"Yanında altı
fakire taksim edebileceğin bir farak (üç sa') hurma veyahut kurbanlık bir koyun
var mı? Veya üç günlük oruç tutabilir misin?" diye sordu Ben de,
Ya rasûlullah! Benim
için bu üçünden birini tercih et? dedim. Bunun üzerine;
"Altı fakire
yedir?" buyurdu.[190]
Ayrıca Resul-i
Ekrem'in Hz. Ka'b'a; "Yanında kurbanlık var mı?" diye sormaktan
maksadı, öncelikle kurban kesmenin vacib olduğunu vurgulamak değil, onu bu üç
yol arasında muhayyer bırakmak olabilir. Ya-hutta Resûl-i Ekrem kendi
içtihadıyla Hz. Ka'b'a önce kurban kesmesini tavsiye etmişken sonra bu üçyol
arasında muhayyerlik bulunduğunu ifâde eden âyetin inmesiyle ve Hz. Ka'b'm
yanında kurban olmadığını da bildiği için ona oruçla ifam arasında muhayyer
olduğunu bildirmiş olabilir. Gerçekten Abdullah b. Ma'kıl'ın şu rivayeti de bu
ihtimâli kuvvetlendirmektedir:
Ka'b (r.a.) mescidde
iken yanına oturdum da şt âyeti sordum:
"Oruçtan, yahut
sadakadan, yahut kurbandan bir fidye lâzımdır." Ka'b (r.a.);
O benim hakkımda nazil
olmuştur. Başımdan rahatsızdım. Bu sebeple bitler yüzüme saçıla do küle
Rasûlullah (s.a.)'e götürdüldüm de:
"Meşakkatin bu
gördüğüm dereceyi bulacağını zannetmezdim. Bir koyun bulabilecek misin?"
buyurdu. Ben:
Hayır, cevabını
verdim. Bunun üzerine şu: "Oruçtan yahut sadakadan yahut kurbandan bir
fidye lâzım gelir." âyet-i kerimesi nazil oldu. Üç gün oruç yahut her
fakire yarım sa' yiyecek vermek suretiyle altı fakir doyurmak hassaten benim
hakkımda nazil olmuştur. Ama o sizin umûmunuza şâmildir, dedi.[191]
1859. ...Başına
arız olan bir rahatsızlıktan dolayı (başını) tıraş etmiş olan Ka'b b. Ucre'den
rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a.) O'na, (beyt-i şerife) bir sığır
hediye etmesini emretmiştir.[192]
Bu hadis-i şerifte
ihramlı iken başındaki rahatsızlığı dolayısıyla saçlarını kesen Hz. Ka'b'a
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu hareketinden dolayı fidye olarak bir sığır kurban
edip etini Harem-i Şerifte bulunan fakirlere dağıtmasını emrettiği ifâde
ediliyor. Oysa bundan önceki hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a bu
hareketinden dolayı bir koyun kesmesini emrettiği ifâdesi vardır. Resul-i
Ekrem'in Hz. Ka'b'a sığır kurban etmesini emrettiğine dair daha başka hadisler
de vardır. Bunlar şu hadislerdir:
1. İbn Ömer
dedi ki: Ka'b b. Ucre başını tıraş etmişti. Resul-i Ekrem O'na bir sığır kurban
etmesini emretti."[193]
2. İbn Ebû,
Leylâ, Nafi' yoluyla Süleyman b. Yesâr'dan rivayet etmiştir. Hz. Ömer Ka'b b.
Ucre'nin oğluna:
Baban başına arız olan
hastalıktan dolayı ne yaptı? diye sordu. O da: Bir sığır boğazladı, diye cevap
verdi. Bu hadisi Sâid b. Mansûr da tahrîc etmiştir. Süleyman b. Yesâr Hz.
Ömer'e yetişmemiştir.[194]
3. Ebu
Ma'şer Nâfi yoluyla İbn Ömer'den rivayet etmiştir. İbn Ömer dedi ki:
Ka'b başına arız olan
rahatsızlıktan dolayı başım tıraş ettiği için boynuna tasma geçirdiği ve
sırtına alâmet koyduğu bir sığır kurban etti. Bu hadisi Âbd b. Humeyd de
rivayet etmiştir. Fakat Ebu Ma'şer zayıftır.
Her ne kadar bütün bu
rivayetler Hz. Ka'b'ın fidye olarak bir sığır kurban ettiğini açıkça ifâde
ediyorlarsa da daha Önce geçen 1856 numaralı Ebû Kılâbe hadisinde Resûli
Ekrem'in Hz. Ka'b'a; "Yahut bir koyun kes"[195] buyurduğu,
yine Müslim'in Abdullah b. Ma'kıPdan rivayet ettiği hadis-i şerifte de Resûl-i
Ekrem'in Hz. Ka'b'a; "Bir koyun bulabilecek misin?"[196]
buyurduğu ifâde ediliyor. Bütün bu rivayetler de Hz. Ka'b'ın fidye olarak
kestiği kurbanlığın koyun olduğunu, sığır olmadığını ortaya koyuyorlar.
Gerçekten de söz konusu kurbanlığın sığır olmayıp koyun olduğunu ifâde eden
rivayetler daha sahihdir. Nitekim Kadı Iyaz, Aynî ve İbn Hazm de bu
görüştedirler.[197]
1860.
...Ka'b b. Ucre'den; demiştir ki Ben Hudeybiye yılında Resûlullah (s.â.) ile
birlikte iken başıma bitler musallat oldu. Öyle ki gözlerimden
endişelenmeye.başladım. Derken Allah Teâlâ benim hakkımda; "içinizden
hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bulunan (ve bundan ötürü traş olmak
zorunda kalan) kimse...[198] (anlamındaki
âyet-i kerimeyi) indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) beni çağırdı ve;
"Başını tıraş et
ve üç gün oruç tut, yahut attı fakire bir farak kuru üzüm yedir, yahut da bir
koyun kurban et" buyurdu. Bunun üzerine başımı tıraş ettim sonra da bir
koyun kurban ettim.[199]
Hz. Ka'b, Hudeybiye seferinde
ihramlı olması sebebiyIe başını yıkamamıştı.Çünkü başındaki bitleri öldürmekten
korkuyordu. Bir taraftan da sıcakların şiddetinden dolayı gözlerine bir zarar
geleceğinden endişelenmeye başlamıştı ki, Allah Teâlâ onun durumuyla ilgili
olarak; 'içinizden hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bulunan kimse
oruçtan, sadakadan veya kurbandan biriyle fidye (versin)" mealindeki
âyet-i kerimeyi inzal buyurdu.
Bu bâbda daha önce
geçen hadis-i şeriflerde Resûl-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a fidye olarak üç sâ' hurma
tasadduk etmesini emrettiği ifâde edilirken burada üç sâ' yerine "üç
farak" sözünün kullanılmış olması, bu iki hadis arasında bir çelişki
bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü bir farak on altı ntla eşittir. Bir sâ' ise, 5
1/3 ntla eşittir ki, bu da bir farakın üç sâ'a eşit olduğunu gösterir.
Ancak buradaki
"kuru üzüm” sözü bir önceki hadiste geçen "üç sâ' tankıyla Abdullah
b. Malik'den rivayet ettiği "altı fakire herbirine yarımşar sâ’ olmak
üzere (üç sâ') yemek yedirmektir."[200]
anlamındaki hadis-i şerifle hafız İbn Hacer'in zikrettiği Bişr b. Ömer'in
Şu'be'den rivayet ettiği "yarım sâ' (ölçek) buğday" anlamındaki
hadise de aykırıdır. İbn Hazm bir kişi ile ilgili olan ve belli bir yerde
cereyan eden bir hâdise hakkındaki bu birbirine aykırı rivayetler arasında bir
tercih yapılması lâzım geldiğini söylemiş, İbn Hacer de bu tercihle ilgili
görüşlerini şöyle dile getirmiştir: "Bu rivayetler arasında tercihe en
lâyık olanı Şube'nin rivayetidir. Çünkü onun rivayetinde, "Altı fakirden
her birine yarım sâ' (ölçek) yemek yedirmek" tâbiri geçmektedir. Yemek
ise, buğdaydan olabildiği gibi hurmadan da olabilir. Bu bakımdan râvîler bu
mevzudaki hadîsleri rivayet ederken "yemek" kelimesi üzerinde
tasarrufta bulunarak kimi "hurma" kimisi de "buğday"
diyerek rivayet etmişlerdir. Ama "kuru üzüm" rivayetine gelince, ben
buna (Ebû Davud'un rivayet ettiği) Hakem b. Uteybe hadisinden başka bir hadiste
rastlamadım. Bu hadisin de senedinde İbn İshak vardır. O meğazî ile ilgili
konularda kendisine güvenilen bir kimse olmakla beraber, ahkâmla ilgili
konularda güvenilir râvilere ters düşmektedir,
Buğdayla hurma
rivayetleri arasında da tercihe lâyık olan hurma rivayetidir. Nitekim
Müslim'in Ebû Kilabe yoluyla naklettiği hadiste "hurma" kelimesi
geçmektedir."[201]
"Sonra bir koyun
kurban ettim" cümlesi de 1858 numaralı hadis-i şerifte geçen "Bunun
üzerine (Hz. Peygamber) "Yanında kurban var mı?" diye sormuş o da,
"Hayır" cevabını vermiş" cümlesine aykırı olduğu gibi İmam Ahmed
ve Müslim'in rivayet ettikleri "bir koyun bulabilecek misin?"
buyurdu ben de "hayır" cevabını verdim"[202] anlamındaki
hadis-i şerife de aykndır. Bu rivayetlerin arasım şu şekilde uzlaştırmak mümkündür.
Hz. Resul-i Ekrem'in Hz. Ka'b'a ilk defa, "yanında kurban varını?"
diye soruşunda Hz. Ka'b'ın yanında kurbanlık yoktu. Daha sonra bir kurbanlık
bulup onu kesti.[203]
İhramlı bir kimse
başındaki bir rahatsızlıktan dolayı
saçlarını kesip sonra
oruçtan sadakadan veya kurbandan
biriyle fidye verebilir.[204]
1861.
...Abdülkerim b. Mâlik el-Cezerî de bir önceki olayı Ka'b b. Ucre (r.a.)'den
Abdurrahman b. Ebî Leylâ yoluyla rivayet etmiştir. Ancak bu rivayete (şu
sözleri) ilâve etmiştir: "Bunlardan hangisini yaparsan sana yeter."[205]
Burada söz konusu olan
hâdiseyi İmam Mâlik Muvatta'ında şöyle anlatır:
Ka'b b. Ucre ihranıh olarak Resûl-i
Ekrem'in yanında bulunduğu bir sırada başından rahatsız olmuş, Re-sûl-i Ekrem
de; Ona saçlarını kesmesini emretmiş ve;
"Üç gün oruç tut,
yahut da (altı fakirden) her birine ikişer müd (yarım sâ') yemek yedir ya da
bir koyun kurban et (kes), buyurmuştur.[206]
Bilindiği gibi bir sâ' dört müddür ve kilo cinsinden hesap edilirse bir sâ'
3.333 kg.'dır.
Aslında bu hadisi Ka'nebî
ile Mutarrif da Mâlik ile Abdülkerim vasıtasıyla îbn Ebî Leylâ'dan rivayet
etmişlerdir. Fakat Abdülkerim, İbn Ebi Leylâ ile görüşmemiştir. Ayrıca bu
hadisi aynı senedle İbn Vehb ile îbn Kasım da rivayet etmişlerdir. Fakat
bunların senedinde Abdülkerim ile İbn Ebî Leylâ arasında Mücâhid vardır ki, bu
sened doğrudur.
"Bunlardan
hangisini yaparsan sana yeter." cümlesi, ihrâmh iken saçını kesen bir
kimsenin fidye olarak bu üç yoldan birini tutmakta muhayyer olduğunu ifâde
etmektedir. Altı fakirden her birine ikişer müdd olarak yedirilecek olan yemek
İbn Hacer'e göre hurma yemeğidir. Nitekim bir önceki hadisin şerhinde
açıklamıştık.[207]
1862.
...el-Haccâc b. Amr el-Ensârî demiştir ki: Rasûlullah (ş.a.) şöyle buyurdu:
"Kimin (bir
tarafı) kırılırsa veya ayağı sakatlanırsa, hemen ihramdan çıkar ve gelecek
sene hac yapması gerekir."
(Râvî) İkrime dedi ki:
Ben bunu İbn Abbâs'la Ebû Hureyre'ye sordum da "(Haccâc)" doğru
söylemiş" diye cevap verdiler.[208]
İhsâr'ın lügat
mânâsı hisar (abluka)
altına almak ve kişiyi
hareketten menetmektir. Bir
fıkıh terimi olarak ihsâr, "hac için ihrama girmiş
bir zâtın Arafat'ta vukuf ile tavaf-ı ziyaretten umre için ihrama girmiş bir
zatın da tavaftan menedilmesi" demektir.
Ebû Hanife ve
taraftarlarına göre hastalık, düşman, sakatlanmak, nafakanın elden çıkması gibi
Beytullah'a kadar yolculuğa devam etme im-, kânı bırakmayan bütün durumlar
ihsâr sayılır. Bu görüş İbn Abbâs, İbn Mesûd ve Zeyd b. Sabit (r.a.)'den de
rivayet olunmuştur.
Leys b. Sa'd, İmam
Mâlik, Şafiî, Ahmed ve İshak (r.a.)'e göre ise, ihsâr ancak düşmanın engel
olmasıyla gerçekleşir. Bu görüş aslında İbn Abbâs (r.a.) den gelen sahih bir
hadise dayanmaktadır.[209]
1. Hastalık,
vücudun bir tarafının kırılması veya ayağın sakatlanması gibi
haller ıhsar sebeplerinden
sayılırlar. İbn Mesûd, Zeyd b. Sabit, Atâ b. Ebî Rebâh, Süfyân es-Sevrî veya
Hanefi uleması bu görüştedirler. Bu görüş aynı zamanda İmam Ahmed'den de
rivayet edilmiştir. Sözü geçen ulemâya göre müslüman bile olsa, her türlü
düşman, hayvana inip-binerken veya yolculuk sebebiyle artacak olan hastalıklar,
yol harçlığının kaybolması bir kadının yanında bulunan mahreminin veya
kocasının yolda Ölmesi gibi ihramın icabettirdiği görevleri yerine getirmeye
engel teşkil eden haller ihsâr hükmündedirler.
Bu konudaki delilleri
ise, mevzumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi ile "Eğer (düşman veya
hastalık gibi bir engelle) çevrilmiş olursanız (size) kolay olan kurbanı
(gönderin)"[210]
mealindeki âyet-i kerimedir.
Bu mevzuda İbn Abbas
(r.a.)'de şunları söylemiştir: "Kim hac veya umre için ihrama girer sonra
da yakalandığı bir hastalık kendisini Beyt-i Şerifi ziyaret etmekten âciz bir
duruma düşürürse veyahut bir özür sebebiyle yola devam edemezse gelecek sene
bu haccı kaza etmesi gerekir."[211]
İmâm Mâlik ve İshak'a
göre ihsâr ancak düşmanın engellemesiyle meydana gelir. Çünkü "Eğer
çevrilmiş olursanız (size) kolay olan kurbanı gönderin." âyet-i kerimesi
Hudeybiye'de düşman tarafından kuşatılan Peygamber (s.a.) ve ashabı hakkında
nazil olmuştur.
İmam Şafiî'ye göre
Beyt-i, Şerife gitmeye engel teşkil eden bir hastalık ihsâr sebebi olarak bu
âyet-i kerimenin kapsamına girmemektedir. Çünkü âyet-i kerime düşmanın teşkil
ettiği engelden bahsetmektedir ve âyet-i kerimenin devamında, "güvene
kavuştuğunuz zaman"[212] buyrulması
da bu durumu açıklamaktadır. Zira güvene kavuşmak, ancak düşman tehlikesinden
kurtulmakla gerçekleşir.[213]
Sahabeden Abdullah b.
Ömer'e göre de Beyt-i Şerife varamayacak şekilde yolda hastalanan bir kimse
Beyt-i Şerifi tavaf edip Safa ile Merve arasında sâ'yetmedikçe ihramdan
çıkamaz. Şayet bir elbise giymek veya ilaç kullanmak zorunda kalırsa, bunu yapar,
sonra da. fidyesini öder.[214]
Eyyûb-i Sahtiyânî'nin rivayetine göre Basralı bir adam şöyle demiştir:
"Ben Umre niyetiyle Mekke'ye doğru yola çıkmıştım. Yolda bacağım kırıldı.
Mekke'ye haber gönderdim. Orada Abdullah b. Abbâs ve İbn Ömer ile birlikte
halktan bir cemaat da bulunuyordu. Bunlardan hiçbirisi ihramdan çıkmama izin
vermedi. Ben de (ayağımın kırıldığı) suyun başında yedi ay bekledim. Nihayet
umre yaptım da ihramdan öyle çıkabildim."[215]
Düşmanın dışındaki
engellerin de ihsâr sayılabileceği görüşünde olan ulemâ ise, aksi görüşte
olanlara karşı kendi görüşlerini şu 'şekilde savunmuşlardır:
a. Âyet-i
kerimede düşman tarafından kuşatılma anlamına gelen "hasr" kelimesi
yerine hastalık tarafından engellemeyi ifâde eden "ihsâr" kelimesinin
kullanılmış olması, âyet-i kerimede kast edilen engelin hastalık ve benzeri
şeyler olduğunu gösterir. Ayrıca bu âyetin Hudeybiye seferinde Rasûl-i Ekrem ve
ashabının düşman tarafından kuşatılmasıyla ilgili olarak inmiş olması, hastalık
ve benzeri şeylerin de âyetin kapsamı içine girmesine engel değildir. Çünkü
"sebebin özel oluşunun hükmün genelliğine engel olmadığı" genel bir
kaidedir. Binaenaleyh itibar lâfzın genelliğinedir, nüzul sebebinin özelliğine
değildir.
b. "Güven"
kelimesi düşmandan kurtulmak hakkında kullanıldığı gibi hastalık ve benzeri
tehlikelerden kurtulmak hakkında da kullanılabilir.
c. İbn Ömer
ve yanında bulunan sahâbîlerin, "düşman tehlikesinden başka, hiçbir
tehlikenin engel sayılamayacağı" şeklindeki sözleri ise, bir sahâbî sözü
olarak Resûl-i Ekrem'den gelen, merfû hadisler karşısında bir hüküm ifâde etmek
salâhiyetinden uzaktırlar.
İmam Şafiî ile İmam
Ahmed'e göre herhangi bir rahatsızlık sebebiyle ihramdan çıkabilmek şartıyle
ihrama giren bir kimse için kendisini Beyt-i Şerife varmaktan âciz bırakan bir
hastalık ve benzeri şeyler de ihsârdan sayılır. Aksi takdirde sayılmaz.
Delilleri ise, Hz. Âişe'nin rivayet ettiği, Dubâ'a bint ez-Zübeyr'in Resûl-i
Ekrem'e; "Ben hac için ihrama girmek istiyorum. Fakat rahatsızım"
demesi üzerine Resûl-i Ekrem'in de; "öyleyse yolda engellenip kaldığın
yerde ihramdan çıkabilmen şartıyla" diyerek ihrama gir" buyurduğuu
ifâde eden hadistir.[216]
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 1776 no'lu hadis de bu görüşü desteklemekte ve hastalığın ihsâr
sayılamayacağına delâlet etmektedir. Çünkü eğer hastalık mutlak surette ihsâr
sayılsaydı, hastalanan bir kimsenin ihramdan çıkabilmesi için ihrama şartlı
olarak girmesine lüzum kalmazdı.
Düşman dışındaki
engellerin ihsâr sayılamayacağını söyleyen İmam Şafiî ve taraftarlarına göre
konumuzu teşkil eden ve "vücudunun bir tarafı kınlan veya ayağı
sakatlanan bir kimsenin ihramh sayılabileceğini" ifâde eden Ebû Dâvûd
hadisi herhangi bir hastalığa yakalandığı ve Beyt-i Şerife varmaktan aciz
kaldığı zaman ihramdan çıkmayı şart koşarak ihrama giren kimselerle
ilgilidir.
Ancak bu te'vîl aksi
görüşte olan ulemâ tarafından reddedilmiş ve Dubâ'a hadisi de Hz. Dubâ'a'ya ait
özel bir durum olarak nitelendirilmiştir. Gerçekten de Şafiî ulemâsının bu
iddiaları hadisin zahiri mânâsına aykırı düşüyor. Ayrıca bu görüş İbn Hazm
tarafından da reddedilmiştir.[217]
2. İhsâr
sebebiyle ihramdan çıkmak zorunda kalan bir kimse eğer o sene hac mevsimi
çıkmadan edaya imkân bulamamışsa gelecek sene kaza etmesi icab eder. Hanefî
ulemâsı bu görüştedir. Hanefî ulemâsının bu konudaki görüşünü şöylece sıralamak
mümkündür.
a. Gerek nafile
gerekse farz olan hac için ihrama girdiği halde haccın rükünlerini ifâ ederken
bir engelle karşılaşan bir kimse o sene hac mevsimi sona erinceye kadar engeli
aşamamışsa, gelecek sene hac imkânı bulduğu taktirde bir de umre yapar. Hac
yapmasının sebebi hac fiiline başlamış olmasıdır. Umre yapmasının sebebi ise,
başlamış olduğu bir haccı yarıda kesip ihramdan çıkmasıdır. Bu konudaki
delilleri de şu hadis-i şeriftir.
İbn Ömer hacda şart
ileri sürmeyi kabul etmeyerek, "Rasûlullah'ın sünneti size yetmiyor mu?
Eğer herhangi birinizin hac yapmasına bir mania çıkarsa, Ka'be'yi tavaf edip
Safa ile Merve arasında sa'y ettikten sonra ertesi sene hac yapıncaya kadar
ihramdan çıksın, bir de Hedy (kurbanlık) göndersin. Bulamazsa yerine oruç
tutun." dedi.[218]
b. Umre için
ihrama girdiği halde bir engelle karşılaşan kimse ise, ihramdan çıkar ve o sene
ilk fırsatta bu umresini iade eder. Hanefî ulemâsının bu konudaki delilleri de
İbn Abbâs (r.a.)'den rivayet, edilen şu hadis-i şeriftir: "Hz. Peygamber
niyet ettiği umreden engellenince başım tıraş etti, ailelerine yaklaştı ve bir
de kurban kesti, gelecek sene yeniden umre yaptı."[219]
c. Hem hacca
hem de umreye (yani hac-ı kıran'a) niyet eden bir kimse ise, bir engelle
karşılaştığında gücü yettiği halde umre yapmadan ihramdan çıkacak olursa ona da
bir hac ile iki umre lâzım gelir. Bunlardan bir hac ile bir umre kazası olarak
icâb eder. Çünkü bunlar, ihrama girmesiyle kendisine lâzım gelmiştir. Diğer
umre de bunlara ait ihramdan çıktığı içindir. Hacc-ı Kırana niyet eden ve engelle
karşılaşan kimseye o sene umreyi iade etmek gerekmez.
Merhum Ömer Nahushî
Bilmen bu konuda şunları söylüyor:
İhsardan dolayı ihrama
nihayet vermek için iman A'zam ile İmam Muhammed'e göre yalnız kurban kesilmesi
kâfidir. Ayrıca halk veya taksir (tıraş olmak veya saç kesmek) icabetmez. İmam
Ebû Yûsuf ile İmam Şafiî'ye göre halk veya taksirde lazımdır. Bunlar haccın
menâsikindendir.
Bir kavle göre de
haram dahilinde vuku bulan bir ihsardan dolayı ihramdan çıkmak için halk veya
taksir lâzımdır. Nitekim Resûl-ı Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz
Hudeybiye'de böyle yapmıştı.
Muhsar'a ait kurbanın
eyyâm-ı nahirden, birinde kesilmesi imam Azam'a göre şart değildir, daha evvel
ve sonra kesilebilir.
Bir muhsar fakir olsa
da kurban kesmedikçe ihramdan çıkmış olamaz.
Haçtan men'edilen
ihramlı bir kimse hacc'ı kırana niyet etmiş bulunduğu takdirde Mekke-i
Mükerreme'nin hareminde kesilmek için iki kurban gönderir. Bunlardan biri
haccı, diğeri de umresi içindir. Böyle iki kurban kesilmedikçe ihramdan çıkmış
olmaz.
Hac veya umreden men
edilen ihramlı bir kimse gönderdiği kurban ile ihramdan çıktıktan sonra aynı
mevsimde hacca veya umreye imkân bulsa, men' edildiği hacca veya umreye bedel,
hac veya umre etmesi icab eder. Bunları yapmadıkça ihramdan çıkmış olmaz. Çünkü
bu ihramlı bir kimse, adeta başlamış olduğu bir haccı veya umreyi fevt etmiş
kimse mesabesinde bulunur.
Haccı kırana niyet
etmiş olan bir zat hac ile umreden men'edildiği cihetle Mekke-i Mükerremenin
haremine kurban göndermek suretiyle ihramdan çıktıktan sonra engelin ortadan
kalkmasından dolaya Harem-i Şerife gidip umresiyle haccmı ifâya imkân bulsa,
üzerinde bir hac ile iki umre lâzım gelir. Bunlardan bir hac ile bir umre kaza
olarak icab eder. Çünkü bunlar, ihrama girmesiyle kendisine lâzım gelmiştir.
Diğer bir umre de bunlara ait ihramdan çıkmak tahallül etmek için lâzım gelmiş
olur. Bu hac ile bu iki umre müteferrik zamanlarda da yapılabilir.
Yalnız umre için
ihrama giren bir zat, umresinin rükünleri olan tavaf ile sa'ydcn men'edilecek
olsa ihramdan çıkmak için Mekke-i Mükerremenin haremine bir kurban gönderir.
Ve bu umresini ileride imkân bulunca kaza eder. Buna "Ümretü'UKaza"
denir."[220]
"Her ne suretle
olursa olsun gerek hac, gerek umre için ihrama girdikten sonra sonra Ka'beye
varması engellenmiş olan insan, ihramdan çıkabilmek için kesilmek üzere bir
hedy (kurban) gönderir. Bu kimse harem bölgesinde ise, bir kurban keserek, bu
bölgenin dışında ise birine kurban parası verip Harem içinde belirttiği günde
kestirerek ihramdan çıkar, Şâfi-îlere göre kurbanın Harem içinde kesilmesi şart
değildir. Kişi engellenmiş olduğu yerde kurbanını kesip ihramdan çıkar.
Kurban kesilmeden
ihramdan çıkan engellenmemiş olan ihramhnm çekeceği cezayı çeker. Kurban
kesildi zannıyla ihramdan çıkıp da sonradan kurbanın kesilmediğini anlayan
muhsar, vaktinden önce ihramdan çıktığından dolayı ayrıca bir kurban keser.
Kurban kesemeyen oruç
tutmakla ihramdan çıkmaz. Kurban kesince-ye yahut engel kalkıncaya kadar
ihramda kalır. Sonra Mekke'ye gelip umre yaparak ihramdan çıkar. Böyle yapana
kurban lâzım gelmez.
Kıran hacca niyyet
eden engellenirse kesilmek üzere iki kurban gönderir. Kurbanı gönderdikten
sonra engel kalkarsa, henüz kurban kesilmeden ve hac zamanı geçmeden yetişirse
gidip haccını yapar. Yalnız birine yetişirse, ihramdan çıkar."[221]
İmam Mâlik, Şafiî ve
Ahmed'e göre ise muhsara yarım kalan haccını itmam etmesinin gerekmesi için o
yarım kalan daha önce üzerine farz olmuş bir hac olması gerekir. Yarım kalan
nafile haccın veya umrenin kazası gerekmez. Çünkü her ne kadar unutularak
geçirilen bir farizayı hatırlandığı zaman kaza etmek vacibse de Allah'ü Teâlâ
Kur'ân-ı Kerim'inde "Kaza" dan bahsetmemiştir."
Her na kadar sözü
geçen imamlar böyle diyorlarsa da gerçekte bu görüş zayıftır. Çünkü kaza'mn
Kur'an-ı Kerim'de zikredilmemiş olması onun farz olmamasını gerektirmez.
Bununla beraber İbn Abbas, "Eğer engellenmiş olursanız size kolay olan
kurbanı gönderin"[222]
âyet-i kerimesine "kim hac veya umre için ihrama girer de kendisine arız
olan güçsüz bırakan bir hastalık veya bir özür sebebiyle buna muvaffak olamazsa
kendisine kolay gelen (deve, sığır, davar cinsinden) bir kurban keser. Eğer bu
hac üzerine farz olmadan yapılan bir hac idiyse bu haccı kaza eder. fakat hac
farizasını ifâ ettikten sonra yapılan bir hac idiyse veya umre idiyse kazası
lâzım gelmez,[223] diye mana vererek kaza
kelimesinin bu âyetin şümulü içerisine girdiğini ifâde etmiştir. Sözü geçen
ulemâ bu tenkidle-re karşı kendilerini şu şekilde savunmuşlardır: "Bir
nesilde bir sahâbînin tek başına kalan görüşü delil olamaz. Binaenaleyh böyle
bir sözün Hz. Peygamberden gelen merfû hadisler karşısında hiç bir önemi
yoktur."
Fakat ulemânın büyük
çoğunluğuna göre Hudeybiye'de düşmanın engellemesiyle karşılaşan Resûl-ü
Ekrem'in ve ashabının ihramdan çıktıklarını ve gelecek sene bu umreyi kaza
ettiklerini delil getirerek "bir engelle karşılaşan kimsenin yarım kalan
umresini kaza etmesi lâzım geldiği" görüşünü tercih etmişlerdir.
Karşılaştığı engel
sebebiyle ihramdan çıktıktan sonra hac zamanı geçmeden engelden kurtulan kimse
eğer yarım kalan hacc üzerine farz olmadan niyetlendiği bir hac idiyse veya
farz olan bir hac idiyse yemden hac yapması lâzım gelir. Fakat hac farizasını
yaptıktan sonra niyetlendiği bir hac idiyse, o kimseye sadece, bir ihsâr
kurbanı kesmek lâzım gelir. Başka hiç bir şey gerekmez.
Şafiî ulemâsına göre
ise bu mesele ayrıntılıdır. Şöyle ki: Eğer bir engelden dolayı hacca muvaffak
olamayan kimse daha önceki yıllardan da hac borçlusu idiyse, engelden
kurtulunca her ne kadar mâlî imkânı varsa da bu haccı ihsâr senesi değil,
gelecek sene fevrî olarak kaza etmesi icab eder. Fakat ihsâr senesi mâlî imkânı
yoksa, malî imkâna kavuşunca kaza etmesi icab eder. Böyle bir imkâna
kavuşmadığı müddetçe haccetmesi icabetmez.
Eğer ihsara, hac
farizasının ifâsından sonra yapılacak nafile bir hac idiyse Şafiî ulemâsının
pek çoğuna göre hiçbir şey lâzım gelmez. Bazılarına göre ise, o haccı gelecek
sene kaza etmesi icab eder. İmâm Ahmed'den bu konuda birbirine zıd iki görüş
rivayet olunmuştur.
Ebû Hanîfe'ye göre
ise, engel ortadan kalktıktan sonra ve kurbanı Harem'e göndermeden önce hac
vakti henüz sona ermemişse, sadece bir hac yapar, umre yapması gerekmediği gibi
kurban kesmesi de gerekmez. İmam Ebû Yûsuf'a göre ihramdan çıktığı için hacla
birlikte kurban da lâzım gelir. Eğer ihsâr senesi haccetmeyecek olursa hem hac
hem de umre gerekir. el-Hasan'ın İmam Ebû Hanîfe'den rivayet ettiğine göre o
sene hac yapsa da yapmasa da üzerine hem hac hem de umre lâzım gelir. İmam
Züfer de bu görüştedir.
Eğer engel, kurbanı harem-î
şerîfe gönderdikten sonra ortadan kalkacacak olursa" Hanefî ulemâsına göre
dört durum vardır:
1. Eğer
kesilmeden önce kurbana ve Arafat'da vakfeye yetişecek olursa, ihramdan çıkması
caiz değildir. Haccını tamamlaması icâbed eder. Kurban üzerinde istediği gibi
tasarrufta bulunabilir.
2-3. Eğer,
kesilmeden kurbana ve Arafat'da vakfeye, veya sadece kurbanlığa yetişemezse
ihramdan çıkabilir. Ka'beye varıp hac yapması gerekmez. Ancak umre yaparak
ihramdan çıkmak için ka'beye varması daha faziletlidir.
4. Ebu
Hânife'ye göre engel kalktıktan sora sadece hacca erişebilecek kimsenin de
ihramdan çıkması caiz, fakat ka'beye varıp umre yaparak ihramdan çıkması ise
evlâdır. Kıyasa göre bu dördüncü şekilde ihramdan çıkmanın caiz olmaması
gerekirdi. Fakat bu durumda hedyi kurban etmesinin bir anlamı kalmayacağından
Ebû Hanîfe bunu istihsânen caiz görmüştür. İmam Züfer ise açık kıyasa göre
hüküm vererek, bu durumda^ kalan bir kimsenin ihramdan çıkmasının caiz
olmadığını söylemiştir. Çünkü açık kıyasa göre asıl olan hacca, gaye olmayan
kurbandan önce yetişil-mistir. Binaenaleyh ihramdan çıkmak caiz değildir. îmam
Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise bu dördüncü durumun gerçekleşmesi mümkün değildir.
Çünkü bunlara göre söz konusu kurbanın bayram gününden önce kesilmesi caiz
değildir. Bu bakımdan hacca yetişen bir kimse kurbana da kesilmeden, önce
yetişmiş olur. Umre için ihrama giren bir kimsenin engeli -kurbanı gönderdikten
sonra kalkacak olursa:
a. Eğer hem
umreye hem de kesilmeden önce kurbana yetişecek ise, Kabe'ye varıp umreyi edâ
etmesi gerekir,.
b. Eğer
sâdece umre'ye yetişebilecekse ihramdan çıkması caiz olmakla beraber Beyt-i
şerife vararak umreyi edâ etmesi daha da faziletlidir.[224]
1863.
...Haccâc b. Amr'dan, Peygamber (s.a.)'in; “Kim(in bir tarafı) kırılır, veya
ayağı sakatlanır veya hastalanırsa..." buyurduğu rivayet edilmiş (ve
Ma'mer bir önceki hadisin) manasını nakletmiştir.
(Râvi) Seleme b.
Şebîb, (Abdurrezzak'ın); "Enbe enâ Ma'mer" bize Ma'mer haber
verdi" tabirim kullandığım söyledi.[225]
1864. ...Ebû
Meymün b. Mihrân, demiştir ki: Ben Şamlıların İbnü'z-Zübeyr'i Mekke'de
kuşattıkları sene umre yapmak üzere (yola) çıkmıştım. Kavmimden bazı kimseler
benimle birlikte hedy kurbanlığı göndermiş(ler)di. Şamlıların yanına
vardığımız zaman bizim hareme girmemize engel oldular. Bunun üzerine
bulunduğum yerde kurbanlığı kestim ve ihramdan çıktım. Sonra geri döndüm.
Ertesi sene (hac zamanı) olunca (yarım kalan) umremi kaza etmek için. (yola)
çıktım ve İbn Abbâs'a varıp durumumu anlattım.
(Geçen yıl kestiğim)
kurbanın yerine bir başkasını kes, çünkü Resûlullah (s.a.) ashabına
Hudeybiye'de kestikleri kurbanın yerine kaza umresinde yeniden kurban
kesmelerini emretti, dedi.[226]
Şamlıların Mekke'yi
kuşatması hicretin 73. yılma rastlar. O
yıllarda Abdulmelik b. Mervân, Irak. ve Şam emîri idi. Haccâc b. Yusuf
kumandanlığında Abdullah b. ez-Zübeyr üzerine askeri bir kuvvet gönderdi.
Abdullah b. ez-Zübeyr'in Mekke'ye sığınması üzerine Haccâc kuvvetleri Mekke'yi
kuşattılar. Neticede Mekke ve civarı savaş alam hâline geldiğinden Şamlılar
umre yapmak maksadıyla yola çıkan Ebû Meymûn'un yolunu keserek savaş alanı
içerisine ve dolayısıyla Mekke'ye girmelerine engel oldular. Bunun üzerine Ebû
Meymûn yanında bulunan hedy kurbanlığını keserek ihramdan çıkıp geri döndü. Bir
sene sonra yarım kalan umresini kaza etmek için yola çıktı ve Hz. İbn. Ab-bas'a
varıp durumunu anlatınca İbn Abbas ,geçen sene kestiği kurbanın yerine yenisini
kesmesi gerektiğini, çünkü Resul-i Ekrem'in Hudeybiye yılında yarım kalan
umrelerini bir sene sonra kaza eden ashabına geçen yıl ihramdan çıkarken
kestikleri -kurbanların yerine yenisini kesmelerini emrettiğini hatırlattı.
Bilindiği gibi Hudeybiye anlaşması Hicretin 6. yılında olmuştur. O sene
müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine engel oldular. Bunun üzerine
müslümanlar umre yapamayacaklarını anlayınca Resül-i Ekrem'in de emriyle
kurbanlarım kestiler ve tıraş olarak ihramdan çıktılar. Bir sene sonra da bu
umreyi kaza ettiler ki, bu umreye İslâm tarihinde "kaza umresi"
denir.
Ancak burada şu
noktaya dikkat çekmek gerekir: Abdullah b. Abbâs hicretin 68. yılında vefat
etmiştir. Söz konusu muhasara ise, az önce belirttiğimiz gibi H. 73 yılında
olmuştur. Bu durumda Ebû Meymûn'un söz konusu olay ile ilgili soru sorduğu kişi
İbn Abbâs olamaz. Acaba bu hata ravilerden birisinin, "Abdullah b.
Ömer" diyecek yerde, "Abdullah b. Abbâs" demesinden kaynaklanmış
olabilir mi? Bilemiyoruz. Ancak Abdullah b. Ömer'in H. 74 yılında vefat etmiş
olduğuna dair rivayetler bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[227]
1. Hac veya
umre için ihrama girdiği halde bir engelle
karşılaştığı için muvaffak
olamayan, bir kimse kaldığı yerde kurban keserek ihramdan çıkar da bu
ibâdetini ileriki yıllarda kaza edecek olursa, bir önceki kestiği kurbanın
yerine bir yenisini kesmesi icab eder. Mâliki ulemasıyla Şafiî ulemâsı bu
hadisi delil kabul ederek bu hükme varmışlardır. Bu görüş aynı zamanda Ahmed b.
Hanbel (r.a.)'den de rivayet olunmuştur.
Hanefî ulemâsına göre
ise, engelle karşılaşan kimse ihramdan çıkmak için kestiği ihsar kurbanını
harem sınırları içerisinde kesmişse, yarım kalan haccını kaza ederken bir
yenisini kesmeğe lüzum yoktur. Fakat ihsâr kurbanını Harem sınırları dışında
kesmişse o zaman kaza esnasında bir yenisini daha kesmesi icab eder. Çünkü
kurban "Kurban mahalline varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin"[228]
âyet-i kerimesi uyarınca yerine ulaşmamıştır. Hanefî ulemasına göre, konumuzu
teşkil eden hadisi şerifte geçen Hz. İbn Abbas'ın sözü Hudeybiye yılında
kurbanlarım Harem bölgesi dışında kesen sahabe ile ilgilidir. Resûl-i Ekrem'le
sahabeden bazıları ise, kurbanlarını Hudeybiye'nin Harem sınırları içinde kalan
kesiminde kesmişler. Bilindiği gibi Hudeybiye'nin bir kısmı Harem bölgesi
içerisinde bir kısmı da Harem sınırları dışında kalmaktadır. Nitekim Tahâvî'nin
rivayet ettiği bir hadis şu anlamdadır: "Peygamber (s.a.) Hudeybiye'de
iken çadırı "Harem sınırları dışında, namazgahı ise Harem bölgesi
içerisinde idi."[229] Bu
bakımdan Harem hududları içerisine girme imkânı bulunan bir ihramlının bir
engel sebebiyle ihramdan çıkmak zorunda kalmasıyla kurbanını harem bölgesi
dışında kesmesi caiz değildir. Şayet Resul-i Ekrem'in hudeybiye'de kurban
kesmediği farz edilecek olursa, o zamari Resûl-i Ekrem'in bu kurbanlığım
kesilmek üzere Hareme göndermiş olduğu söylenebilir. Çünkü Cündüb b. Naciye
diyor ki: "Ben kurbanını (Mekke'de) kesmekten menedildiği sene Resul-i
Ekrem'in yanına vardım ve,
Ya Resülallah
kurbanını Harem de kesmek üzere benimle gönderebilirsin, dedim.
"Bunu nasıl
yapabilirsin?" buyurdu. Ben" de;
"Onu alır
kimsenin varmaya güç yetiremediği vadilerden ve sarp yerlerden aşırıp Harem'e
varır orada keserim, diye cevap verdim."[230]
Şafiî ulemâsından
Hattâbî'nin beyânına göre ise, "Engelle karşılaştığı için ihramdan çıkmak
zorunda kalan kimsenin yarım kalan haccı nafile idiyse, bir daha kaza etmesi
gerekmez," diyen ulemâya göre bu kimse için hedy kurbanım yeniden kesmek
de söz konusu değildir. Fakat Allah Teâlâ Kur'an-ı Keriminde; "Kabe'ye
erişmiş bir kurbanlık olmak üzere"[231]
buyurduğu için kurbanlığını harem bölgesinin dışında kesen bir kimsenin haccını
kaza ederken kurbanını da yenilemesi icab eder", diyenlere göre ise, kaza
esnasında bu kurbanı da yenilemek icab eder. Ebû Davud'un rivayet ettiği bu
hadis ikinci görüşte olanlar için bir delildir.
Biraz önce de ifâde
ettiğimiz gibi Hz. Peygamber Hicretin 6. senesinde ashâbıyle birlikte umre
yapmak üzere yola çıkmışken müşriklerin engellemesi sebebiyle buna muvaffak
olamadan ihramdan çıkıp Medine'ye dönmüşlerdi. Hicretin 7. senesinde Resûl-i
Ekrem ve ashabı Mekke'ye girerek yeniden bir umre yaptılar. Bu umreye
"kaza umresi" denir. Bu umrenin gerçekten kaza umresi mi, yoksa
başlı başına bir umre mi olduğu ulemâ arasında ihtilâf konusudur.
a. İmam Ebû
Hanîfe'ye göre bu umre kaza umresidir.
b. İmam
Mâlik'e göre bu umre başlı başına bir umredir.
c. İmam
Ahmed'den bu konuda da iki ayrı görüş rivayet olunmuştur. İnşallah ileride umre
bölümünde bu görüşleri tekrar ele alacağız.[232]
1865.
...Nâfi'den rivayet edildiğine göre, İbn Ömer (r.anhuma) Mekke'ye gireceği
zaman geceyi sabaha kadar Zû Tuvâ'da geçirir, yıkanır. Sonra Mekke'ye gündüzün
girerdi ve Peygamber (s.a.)'in de böyle yaptığım söylerdi.[233]
Abdullah b.
Ömer teberrük kasdıyla Resûl-i Ekrem'in namaz kıldığı yerleri araştırır
ve oralarda namaz kılardı. İşte bu maksatla Mekke'ye girmeden önce Zû Tuvâ
denilen yerde geceler orada ibâdet eder, sabahleyin yıkanıp gündüzün Mekke'ye
girerdi. Bilindiği gibi Zû Tuvâ, Mekke'nin batısında ve Kedâ denilen giriş
yolu üzerindedir. Resûl-i Ekrem (s.a.) Veda Haccında Mekke'ye girerken geceyi
burada geçirmişti.[234]
1. Mekke'ye girmek
isteyen ihramlı bir
kimsenin geceyi Zu Tuva da geçirmesi müstehab olduğu gibi İmam Mâlik'in
dışında diğer mezheb ulemasına göre hayızlı veya nifaslı bir kadın bile olsa
herkesin gusletmesi müstehabdır. Yıkanılma-dığı takdirde fidye gerekmez.
Ulemanın pek çoğuna göre alınacak bir ab-dest de yeterlidir. Aynı zamanda Zû
Tuvâ'mn hizasına gelen ihramlı bir kimsenin de gusletmesi müstehabtır. İmam
Şafiî'ye göre Zû Tuvâ'ya veya hizasına uğrayan bir kimse şayet gusletmekten
âcizse teyemmüm eder.
Mâliki ulemasına göre
ise, hayızlı ve nifaslı olan kimselerin dışında Zû Tuvâ'ya uğrayan bir ihramhnm
orada gusletmesi menduptur. Çünkü Mâlikilere göre gusül Mekke'ye girmek için
değil, mescide girmek ve tavaf için lâzımdır.
2. İhramlının
Mekke'ye gündüzün girmesi müstehabdır. İbn Ömer, Atâ, İshak ve Hanefî ulemâsı
bu görüştedirler. Şafiî ulemâsına göre de en sahih plan görüş budur. Mekke'ye
gündüzün girilmesinin hikmeti, dinin alâmetlerinin izhar edilmesidir. Bunun
için en uygun zaman da gündüzdür. Bilhassa Mekke'ye giren dinî bir önder ise,
o zaman dinî alâmetlerin izharı daha da önem kazanır.
Âişe ve Said b.
Cübeyr'e göre ise, Mekke'ye geceleyin girmek müste-haptır. Çünkü Muharriş
el-Ka'bî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) Ci'râne'den umreye niyet ederek
geceleyin çıkmış, Mekke'ye geceleyin girmiş ve umresini edâ ettikten sonra aynı
gece (Mekke'den) çıkarak sabahı ci'râne'de yapmıştır.”[235]
Tavus, Sevrî ve
el-Mâverdî'ye göre ise, Mekke'ye gece girmekle gündüz girmek arasında bir fark
yoktur. Bununla beraber hadisin zahirine uyarak Mekke'ye geceleyin girmek daha
uygun bir hareket olur. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in Mekke'ye gece girişi, bunun
caiz olduğunu göstermek içindir.[236]
1866. ...İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) Mekke'ye yukarı yoldan
girermiş. (Müsedded ile İbn Hanbel'in) Yahya'dan naklettiklerine göre ise,
Peygamber (s.a.) Mekke'ye Kedâ'dan (yani) Bathâ yolundan girer, aşağı yoldan
çıkarmış, (Râvî) el-Bermekî (buraya şu cümleyi de) ekledi: "Yani Mekke'nin
iki sarp yolundan" (girer çıkardı). Müsedded'in hadisi ise daha tamdır.[237]
Seniyye: Aslında her dağın
sarp yeri, yahut yüksek yoludur. Burada
"seniyye" kelimesiyle
kast edilen Mekke'nin el-Muallât denilen meşhur
kabristanının yukarısındaki yoldur. Bu yol vaktiyle çıkılması güç sarp bir
yermiş. Sonra Hz. Muâviye tarafından düzeltilmiş. Daha sonra Abdülmelik ve
Mehdî zamanlarında ve 811 tarihlerinde mevziî tamirler yapılmış Mısır sultanı
el-Müeyyed zamanında kamilen tamir olunmuştur. Mekke'ye inen yukanki yola
"Kedâ", Mekke'den çıkarken takip edilen alt yola da "Küdâ"
derler.
Resûlullah (s;a.)'in
Mekke'ye yukanki yoldan girip aşağıki yoldan çıkmasının hikmeti, İbrahim
aleyhiselâm'ın nidası yüksek yerden yapıldığı içindir. Bir de yüksek yerden
girmek ve alçak yerden çıkmak maksada daha uygundur. Bazılarına göre Mekke'ye
üst yoldan girilince Kabe'yi Muazzama karşı geldiği için girerken bu yol tercih
edilmiştir. Münafıklara İslâmiyetin kuvvet ve şevketini göstererek onları
korkutmak için bu yoldan girdiğini söyleyenler olduğu gibi Hicret esnasında
gizlenerek gittiği için şimdi de açıktan girmek maksadıyla göze çarpmaya en
müsait olan tepelerden girmeyi tercih ettiğini söyleyenler ve her iki yolla da
teberrük etmek maksadıyla girerken ve çıkarken iki ayrı yoldan girmeyi tercih
ettiğini ileri sürenler de vardır.[238]
Hadisin senedinden de
anlaşıldığı gibi bu hadis müellif Ebû Davud'a üç ayrı yoldan gelmiştir:
1. Abdullah
b. Cafer el Bermekî yoluyla,
2. Müsedded
ve İbn Hanbel yoluyla,
3. Osman b.
Ebî Şeybe yoluyla.
Hadisin metni en uzun
olanı Müsedded yoluyla gelenidir.Çünkü bu rivayette Resûl-i Ekrem'in Mekke'ye
girerken Bathâ'daki yukarı yolu tâkib ettiği ilâvesi yani Kedâ denilen yukarı
yolun Bathâ'da olduğu ilâvesi vardır.[239]
1867. ...İbn
Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) (Medine'den çıkarken) ağacın
bulunduğu yoldan çıkar, (girerken de) Muarras yolundan girerdi.[240]
Aslında bu hadisin
Mekke'ye giriş ve çıkışı konu alan bu babla bir ilgisi yoktur. Çünkü bu hadis
Mekke'ye giriş çıkışla değil, Resul-i Ekrem'in Medine'ye hangi yollardan
girip-çıktığı ile ilgilidir. Aslında bu babın ismi "Mekke ve Medine'ye
giriş-çıkış babı" olması gerekirdi. Nitekim Müslim'de bu hadisle bir
önceki hadisi birleştirmiş ve bab başlıklarını koyan Nevevî tarafından
"Mekke'ye yukarı yoldan girip aşağı yoldan .çıkmanın ve bir yere değişik
yollardan girip- çıkmanın müstehab oluşu" başlığı altında rivayet
etmiştir.
"Ağaç"tan
maksat, Medinelilerin mîkatı olan Zülhuleyfe Mescidinin yanındaki ağaçtır. “el-Muarras"
ise, Medine'ye altı mil (11.130 km.) uzaklıkta Zülhuleyfe'nin kuzey doğusunda
Medine'nin güneyinde bir yerdir. Resul-i Ekrem (s.a.)'in Medine'den Mekke'ye
gitmek istediği zaman ismini Zülhuleyfe'deki ağaçtan alan ve oradan geçen yolu
tâkib ederdi. Mekke'den Medine'ye dönerken de Muarras'dan geçen yolu tâkib
ederdi. Fakat Medine'den bir savaş maksadıyla çıkmış olursa o zaman Muarras'da
konaklardı. İşte bu sebeple buraya Muarras ismi verilmiştir. Çünkü bilindiği
gibi "ta'rîs" bir yere istirahat maksadıyla inmek demektir.[241]
1. Mekke'ye
girmek isteyen her ihramhnın Batha’daki yukarı yoldan girmesi, çıkarken de aşağı
yoldan çıkması müstehabtır.
2. Sefere
çıkacak olan bir kimsenin memleketinden çıkarken bir başka yolu, memleketine
girerken de başka bir yolu tâkib etmesi müstehabtır.[242]
1868.
...Âişe (r.anhâ)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Fetih yılında Mekke'ye
Mekke'nin yukarısındâki Kedâ (denilen yol)dan, (kaza) umre(sinde) de Küdâ
(denilen aşağı yol)dan girdi.
(Hişam b. Urve) dedi
ki: Urve, (Mekke'ye) her ikisinden girerdi. En çok Kudâ'dan girerdi. İki yolun
evine en yakın olanı (Küdâ) idi.[243]
Resul-i Ekrem (s.a.)
hac için ihramlı olarak Mekke'ye
girerken "Kedâ" demlen yukarı
yolu izlemiştir. Ancak umre için Mekke'ye girerken bu yolu izlemeye hızûn
görmemiş, herkesin her zamanki takibettiği "küdâ" denilen aşağı ki yolu
tâkib etmiştir. Resû1-i Ekrem'in hac ve umre esnasında Mekke'ye girerken
izlediği yolların farklı oluşu bu konuyla ilgili rivayetler arasında çelişki
olduğunu göstermez. Çünkü Resûl-i Ekrem'in umresiyle haccı iki ayrı olaydır.
Ancak bu hadis Buhârî'nin rivayetinde geçen; "Resûlullah (s.a.) çıkarken
Mekke'nin yukarısında bulunan Küdâ'dan çıktı" şeklinde geçtiğinden
konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine üç cihetten aykırıdır. Şöyle ki:
1. Konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine "Resûlullah (s.a.) Feth yılında Mekke'ye
Mekke'nin yukarı sındaki Küdâ'dan girdi" denilirken, Buhârî'nin
rivayetinde "Mekke'den çıkarken "Mekke'nin yukarısındâki Küdâ denilen
yerden çıktı" tâbiri kullanılmıştır."[244]
2. Buhârî'nin
bu rivayetinde umreden bahsedilmemektedir.
3. "Küdâ'nm
Mekke'nin yukarısında bulunduğu ifâ'de edilmektedir ki bu açık bir hatadır.
Hafız İbn Hacer'in beyânına göre bu hadisin aslı Amr b. el-Hâris ile Hâtem b.
İsmail'in Hişâm'dan naklettikleri ve "Resûlullah (s.a.) Mekke'ye
Mekke'nin yukarısındâki "Kedâ" denilen yoldan girdi" anlamına
gelen ibaredir. İbn Hacer daha.sonra bu yanlışlığın Ebu Üsâme'den daha aşağıda
bulunan râvilere ait olduğuna hükmetmiş ve İmam Ahmed'in Ebû Üsâme'den
naklettiği rivayetin doğru bir rivayet olduğuna dikkati çekmiştir.[245]
1. Hac
maksadıyla Mekke'ye girecek olan bir kimsenin Keda demlen yukarı yoldan girip Kudâ" denilen aşağı yoldan çıkması
müstehabtır.
2. Umre
maksadıyla Mekke'ye girmek isteyen bir kimsenin de "Küdâ" denilen
aşağı yoldan girmesi müstehabtır.[246]
1869.
...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) Mekke'ye
gireceği zaman yukarısından girerdi. (Çıkacağı zaman da) aşağısından çıkardı.[247]
Bilindiği gibi Mekke'ye
iki yoldan girmek mümkündür.Bunlardan yukarı yola "Kedâ" aşağı yola da
"Küdâ" derler. 1867 numaralı hadisin şerhinde de ifade ettiğimiz gibi
Resul-i Ekrem Efendimiz, hac maksadıyla ihramli olarak Mekke'ye girerken
"Kedâ" denilen yukarı yoldan girmiş, çıkarken de "Küdâ"
denilen aşağı yolu izlemiştir. Binaenaleyeh ulama bu hadis-i şerife bakarak
her ne maksatla olursa olsun, Mekke'ye girmek isteyen kimselerin yukarı yoldan
girmelerinin ve çıkarken de aşağı yoldan çıkmalarının müstehab olduğuna
hükmetmişlerdir.[248]
1870.
...el-Muhâcir el-Mekkî'den; demiştir ki: Câbir b. Abdullah’a;
Beyt-i (şerifi) gören
bir adam ellerini kaldırırını? diye soruldu da;
Ben yahudilerden başka
bunu yapan kimse görmedim. Ve Resûlullah (s.a.)'la birlikte hac ettik bunu o da
yapmadı, diye cevap verdi.[249]
Her ne Kadar hadiste
beyt-i şerifi görünce sadece Yahudilerin el kaldırdıkları ifâde ediliyorsa da
1872 numaralı hadis-i şerifte de ifâde edildiği gibi Beyt-i Şerifi görünce onu
müslü-inanların da selâmladığı bir gerçektir. Ancak yahudiler Beyt'i görünce
ona hakaret maksadıyla el kaldırırken müslümanlar ta'zîm ve ihtiram maksadıyla
el kaldırırlar.[250]
Bu hadis-i
şerifin zahirinden anlaşıldığına
göre Beyt-ı Şerir ı görünce tazım için el kaldırmak meşru değildir.
Nitekim İmam Mâlik (r.a.) bu hadisin zahirine bakarak Beyt-i Şerifi görünce el
kaldırmanın meşru olmadığına hükmetmiştir.
İmam Şafiî, Ahmed,
Sevrî ve İshak'a göre ise, Beyt-i Şerifi görünce el kaldırmak meşrudur. Bu
görüş Abdullah b. Ömer ile İbn Abbas'tan da rivayet olunmuştur. İbn Cüreyc'den
gelen bir hadiste Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğu ifâde edilmektedir:
"Eller namazda kaldırıldığı gibi Beyt-i şerifi görünce, Safa ile Merve
üzerinde, Arafat'ta, Müzdelife'de Cemre-ler'de ve ölü üzerine (kılınan namazda)
de kaldırılır."[251]
Tahâvî'nin açıklamasına göre bu hadîse, "Beyt'i görünce ellerin
kaldırılması" ile ilgili kısmının dışında itiraz eden olmamıştır.
Beyhakî'ye göre ise, bu hadis mun-katı'dır. Çünkü İbn Cüreyc bu hadisi almış
olduğu Mukassim ile görüşmemiştir. İbn Ebî Leylâda bu hadisi İbn Abbas'tan ve
İbn Ömer'den mevkuf ve merfu olarak rivayet etmemiştir. Ancak İbn Ebî Leylâ'nın
rivayetinde "ölü üzerine" ifâdesi yoktur ve îbn Ebî Leylâ hadis
rivayetinde güvenilir bir râvi değildir. Zehebî Mizân'da onun hafızasının zayıf
olduğunu söylüyor.
Said b. Salim'in İbn
Cüreyc'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise, "Resûl-i Ekrem'in
Beyt-i Şerifi görünce:
"Ey Alla İn m, bu
Beyti Şerifinin azametini ve saygınlığını ve heybetini artır. Hac ye umre
maksadıyla bu Beyt'e gelip de ona saygı ve ta'zim gösteren kimselerin de şeref
ve haysiyetleriyle birlikte saygınlıklarını artır"
anlamında du,a ettiği
ifade ediliyor.[252] Beyhakkî'ye
göre bu hadis munkatı'dır. Fakat Ebû Said eş-Şâmî'nin Mekhûl'den rivayet ettiği
"Peygamber (s.a.) Mekke'ye girip de Beyt'i görünce ellerini kaldırır ve
tekbîr getirip;
diyerek duâ
ederdi," anlamına gelen mürsel bir şahidi vardır.
Bu mesele Hanefî
ulemâsı arasında ihtilaflıdır. Hanefî ulemâsından Aliyyü'I-kârî'nin
açıklamasına göre her ne kadar Tîbî "Ebû Hanife, İmâm Mâlik ve Şafiî,
beyt-i Şerifi görünce el kaldırmanın meşru olmadığını" söylemişse de bu
doğru değildir. Çünkü İmam Ebû Hanife ile Şafiî de "Beyt-i Şerifi
görebilecek bir yere geldiği halde körlük veya sis gibi sebeplerle göremeyen
bir kimsenin ellerini kaldırarak dua etmesinin sünnet olduğunu açıkça ifâde
etmişlerdir.
Bezlü'l-mechûd yazarı
Şeyh Halil Ahmed'in beyânına göre, "Hanefî ulemâsından Aliyyü'1-karî,
Beyt-i şerifi gören bir kimsenin ellerini kaldırarak duâ etmesinin meşru
olduğu görüşündedir." Hanefîlerin Şerhü'l-Liibâb isimli meşhur fıkıh
kitabında dua halinde bile olsa el kaldırmanın meşru olmadığı ifade
edilmektedir. "Kudürî, el-Hidâye, el-Kâfî, Bedâyi' gibi meşhur hanefi
kaynaklarında bu hareketin meşruluğuna dair bir ifâdenin bulunmayışı" da
bu görüşün doğruluğuna delil gösterilmektedir. Nitekim es-Sürûcî de Hanefî
mezhebine göre Beyt-i Şerifi görünce el kaldırmanın meşru olmadığını ifâde
ediyor. Yine Hanefî ulemasından Tahâvî de Şerhü Meâni'1-âsâr isimli eserinde
imam Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre Beyt-i Şerifi görünce el
kaldırmanın mekruh olduğunu ifâde ediyor.[253]
Bu konuda Beyhakî de
şunları söylüyor: "Bu gibi ihtilaflı konularda müsbet olan görüşü tercih
etmek kaidedir. Çünkü müsbeti ifâde eden hadisler menfiye nisbetle fazla bir
ilim ifâde ediyor demektir." Aliyyü'1-Karî de bu konudaki farklı hadisleri
ve görüşleri naklettikten sonra bu hadislerin arasım uzlaştırmak maksadıyla
şunları söylemiştir: "El kaldırmanın meşru olduğunu ifâde eden hadisler
Kâbe-i Muazzama'yı ilk defa gören kimselerle ilgilidir. El kaldırmanın meşru
olmadığını ifâde eden hadisler ise, daha sonra Kabe'nin huzuruna varıldığı
zamanlarla ilgilidir."[254] Meşru
olduğunu ifâde eden hadislerin duâ haliyle ilgili olduğu, meşru olmadığını
ifâde eden hadislerin de Kabe'yi ta'zim maksadıyla iftitah tekbiri alır gibi
elleri kulaklara kadar kaldırmakla ilgili olduğu da düşünülebilir.[255]
1871. ...Ebû
Hureyre(r.a.)'den rivayet olımduğuna göre, Peygamber (s.a.) Fetih günü
Mekke'ye girince Beyt'i tavaf etmiş ve (Hz.. İbrahim'e ait) Makam'ın' arkasında
iki rekat namaz kılmıştır.[256]
Bu hadis-i şerif Hz.Peygamberin
Beyt-i Şerife gelince tavaf edip tavaftan sonra da Makam-ı İbrahim'in arkasında
iki rekat namaz kıldığını ifade ediyor. Bu bakımdan hadis "Kabe'yi
görünce el kaldırmayı" konu alan bu babla pek ilgili görünmüyor. Ancak bu
hadiste Rasûl-i Ekrem'in Kabe'ye gelince sadece tavaf edip daha sonra da iki
rekat tavaf namazı kıldığı ifâde edildiği, Beyt-i Şerife geldiği zaman el
kaldırmadığının da zımnen ifâde edilmiş olduğu düşünülürse, o zaman bu hadisle
bab arasında bir ilgi olduğu görülür.
Kabe'yi tavaf ettikten
sonra Makâm-ı İbrahim'in arkasında iki rekat namaz kılmak Hanefi ulemâsına göre
vâcib, Şâfiîlere göre ise, sünnettir.[257]
Nitekim Kur'an-ı
kerim'de; "Sizde İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (Orada namaz
kılın)"[258] buyuruluyor.
İbrahim'in Makamı, Hz.
İbrahim'in Kabe'yi yaparken üzerine çıktığı taştır, diye tefsir olunduğu gibi,
Haremin tamamı diye de tefsir olunmuştur.[259]
1872. ...Ebû
Hüfeyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) (Medine'den Mekke'ye gitmek
üzere) yöneldi, Mekke'ye girince Hacer-i Esved'e varıp onu selâmladı sonra
Beyt-i tavaf etti. Sonra Safa'ya varıp Beyt'i görebilecek şekilde üzerine
çıktı, ellerini kaldırıp Allah'ı zikretmeye ve dilediği duayı okumaya başladı
(Hz.Ebu Hüreyre) dedi ki: "Ensar (topluluğu)da (Resûlullah'ın) alt tarafında
bulunuyordu." (Bu hadisi Ebu Davud'un şeyhine ulaştıran iki râvîden birisi
olan) Hâşim dedi ki:
"(Hz.Peygamber)
Dua etti, Allah'a hamdetti ve dilediği duayı okudu.”[260]
Bu olay Mekke'nin fethi
günü cereyan etmiştir. Dolayısıyla Hz peygamber'in Mekke'ye girmekten maksadı
umre yapmak olmadığı gibi Safa tepesine çıkmaktan maksadı da sa'y yapmak
değildi. Kabe'yi tavaf etmesi ve Hacer-i Esved'i selâmlaması nafile bir
tavaftı. Bilindiği gibi hac veya umre maksadı olmaksızın yapılan tavaflardan
dolayı Safa ile Merve arasında sa'y yapmak gerekmez.
Bu hadisi Ebû Davud'un
şeyhi İbn Hanbel'e ulaştıran iki râvi vardır: Bunlardan birisi Behz b. Esed'dir
ki tercümesini sunduğumuz metin ona aittir. Diğeri de Hâşim'dir Hâşim'in
rivayeti ile Behz'in rivayeti arasında esaslı bir ayrılık yoktur. Ancak
Hâşim'in rivayetinde çok küçük bir farklılık vardır. Ebû Dâvûd bu farka
"Haşim dedi ki: Duâ etti, Allah'a hamdetti ve dilediği duayı okudu." cümlesiyle işaret etmek
istemiştir.[261]
l. sessizce
ve kimseyi rahatsız etmeden Hacer-i Esyed’e el sürüp veya öperek onu
selamlamak sünnettir. İnsanları rahatsız etmek haram, bundan kaçınmak
ise, farzdır.
2. Muallim
ve müşridin öğreticilik veya eğiticilik görevini yaparken yüksekçe bir yerde
bulunması caizdir.
3. Kabe'yi
gören kimsenin ona saygı maksadıyla ellerini kaldırması müstehabtır.
4. Mekke'ye
giren bir kimsenin ihramsız bile olsa ilk iş olarak Beyt4 şerifi tavaf etmesi
gerekir. Çünkü peygamber (s.a.) Fetih günü mekke'ye ihramsız girdiği halde ilk
iş olarak Kabe'yi tavaf etmiştir. Bunda icmâ vardır.[262]
1873.
...Abis b. Rebia'dan rivayete göre Ömer (b.el-Hattab) Hacer-i Esved'in yanına
gelmiş onu öpmüş ve şöyle demiştir: Biliyorum ki sen bit taşsın. Fayda da
veremezsin zarar da. Eğer Peygamber (s,.a.)'i seni öperken görmeseydim, seni
(asla) öpmezdim.[263]
Hz. Ömer, "tayda
da veremezsin zarar da demekle "Allah'ın izni olmazsa zarar ve fayda veremezsin" demek istemiştir. "Öpülmekle dünyada bir
fayda veremezsin" demek istemiş de olabilir. Fakat Hacer-i Esved'in
âhirette kendisini selamlayanlara Allah'ın izniyle fayda vereceği kesin
delillerle sabittir. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde Hacer-i Esved, iki gören gözü ve
konuşan bir dili olduğu halde getirilecek ve kendisini İslama uygun olarak
selamlayanların lehine şahitlik edecektir.[264]
Durum böyleyken Hz.
Ömer'in bu sözü söylemesine sebep, müslümanların putperestlik devrinden yeni
kurtulmuş olmalarıdır.
Hz. Ömer şayet Hacer-i
Esved'i öperse câhillerin bu işin eski hâl üzere devam ettiği zannına
kapılmalarından korkmuş ve istilâmdan maksadın yalnız Allah'ı tazim ve
Peygamber emrine itaat olduğunu, istifamın câhiliyet devrindeki putperestlik
olmadığını anlatmak istemiştir. Çünkü câhiliyye devrinde araplar putların
insanı Allah'a yaklaştırdığına inanırlardı. Resul-i Ekrem'in Hacer-i esved'i
öpmesini İbn Ömer şöyle anlatır: "Resûlullah (s.a.) Hacer-i Esved'in
yanına vardı sonra dudaklarını üzerine koyup uzun süre ağladı. Sonra başını
çevirince bir de ne görsün Hz. Ömer! Bunun üzerine:
"Ey Ömer, işte burada
gözyaşı dökülür" buyurdu.[265]
Ancak Mecmeu'z-zevâid'de açıklandığına göre bu İbn Mâce hadisinin senedinde
Muhammed b. Avn vardır. Bu râvî, Ebû Hatim gibi hadis âlimlerince zayıf kabul
edilmektedir. Fakat Hâkim bu hadisi sahih senedle rivayet etmiştir.[266]
1. Hacer-i
Esved'i, elle dokunmak veya öpmek suretiyle selamlamak meşrudur ve Hacer-i
Esved diğer cansızlar arasında özel bir şerefe ve fazilete sahiptir. Bu konuyla
ilgili pek çok hadis-i şerif vardır:
a. Abdullah
b. Amr b.el-Âs'dan rivayet edilen merfu bir hadiste şöyle buyuruluyor:
"Gerçekten Hacer-i Esved ile Makam(-i İbrahim) Cennet yakutlarından birer
yakut idiler. Allah onların nurunu aldı eğer Allah bunların nurunu almamış
olsaydı, bu nur hak ile bâtıl arasını aydınlatırdı."[267]
b. Resûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Hacer-i Esved Cennetten indiği zaman sütten daha
beyazdı fakat insan oğlunun günahları onu kararttı."[268] Her
ne kadar bu hadisin senedinde bulunan Atâ b. es-Sâib cerh edilmişse de İbn
Huzeyme'nin Sahih'inde bu hadis sahih senedle rivayet olunmuştur. Bu hadisi
kısa olarak ve "Hacerü'l-Esved cennetten gelmiştir" anlamına gelen
lâfızlarla Nesâî de rivayet etmiştir.[269]
Hafız \b. Hacer, bu
konuda şunları söylüyor: "Bazı inkarcılar "Hacer-i Esved, müminlerin
ibâdetleriyle iyice beyazlaşmayıp da niçin müşriklerin günahlarıyla
siyahlaşıyormuş" diyerek bu hadis-i şerifi inkâr etmişlerdir. Bu anlamsız
söze İbn Kutebye'nin verdiği şu cevabı verebiliriz: "Eğer Allah Hacer-i
Esved'in cennetten geldiği gibi beyaz kalmasını istemiş olsaydı, tabiattaki
kanunlarını ona göre yaratırdı. Oysa Allah teâlâ Hacer-i Esved'in eski hâlinde
kalmasını istemediği için siyah rengi beyaz renk üzerinde efkili
yaratmıştır." Muhibbu't-Tâberî de bu konu da şunları söylüyor:
"Hacer-i Esved'in zamanla bu şekilde kararmasında akıl ve basiret sahipleri
için büyük ibretler vardır. Şöyle ki: İnsanların hataları taş gibi sert bir
cisim üzerinde dahi böyle olumsuz bir iz bıraktığına göre insanın kalbi ve ruhu
üzerinde nasıl bir olumsuz tesir yapacağını anlamak son derece kolaydır."
Ayrıca bu konuda İbn Abbas (r.a.)'ın da şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Dünya
ehlinin Cennet zinetlerini görmelerini önlemek maksadıyla Allah Teâlâ onu
kararttı" Eğer bu sözü İbn Abbas'ın söylediği sâbitse, inkarcılara karşı
çok güzel bir cevap teşkil eder."[270]
2. Resûl-i Ekrem'in
hadisleriyle amel etmek gerekir. Ancak bir haberin gizli bir kusurunun ortaya
çıkması veya bilinmesi hali müstesna, Nitekim Resûl-i Ekrem'in de Hacer-i
Esved'i öptüğü bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh bu uygulama mü'minler için
uyulması gereken bir örnektir. Resul-i Ekrem'in o taşı öpmesi onun diğer cansız
yaratıklar arasında ayrı bir değer ve şerefe mazhar olduğuna bir işarettir.
Gerçekten Allahu teâlâ'-nın bazı ülkeleri bazısından daha şerefli, bazı
geceleri ve gündüzleri de bazılarından daha faziletli yarattığı malumdur. Aynı
şekilde bazı taşları da bazılarından daha şerefli ve faziletli yaratmış olması
gayet tabiîdir. Fatih devri Şeyhülislâmlarından Molla Hüsrev Hacer-i esved'i
istilâm etmeyi şöyle anlatıyor: "Mekke'ye girdiği zaman Mescid-i Haram'a
girmekle (işe) başlar Beyt-i Şerifi gördüğü vakitte tekbir ve tehlîl eder.[271]
Ondan sonra tekbir ve tehlîl ederek ve namazdaki gibi ellerini kaldırarak
Hacer-i Esved'e yönelir ve onu istilâm eder. Yani iki elleri ile Hacer-i
Esved'e yapışır ve öper.
İstilâm Fukahaya göre
iki avuç içini taşın üzerine koyup ağzı ile öpmeğe derler. Eğer öpemez ise,
iki avuç ile mesheder. Eğer müslümanlara ezâ etmeksizin istilâma kadir olursa
yapar, eğer kadir olamazsa eli meshedip elini öper eğer bu ikisini de yapamazsa
tekbir, tehlîl, yüce Allah'a hamd ve Nebiyy-i Ekrem(s.a.)'e salavât okuyarak
Hacer-i Esved'e yönelir."[272]
M. Zihnî Efendi de bu
konuda şöyle diyor: "Mekke'ye ulaştığında müstehab olan boy abdesti
almaktır. Boy abdesti veya sadece abdest aldıktan sonra Harem-i Şerife
girilir. Müstehab olduğu üzere Babüs'selâma varıp oradan kalb ürpertisi ve
tevazu içinde îelbiye getirilir. Salevât-i şerife okuyarak ve sıkışanlara
şefkatle muamele ederek Mescid-i Haram'a girilir. Beyt-i Muazzama görüldüğünde
dilediği kadar dua edilir.[273]
Mescid-i Haram'ın saygı ve tahiyyâtı tavaf .olduğu için tehiyette-i mescid
namazı kılmadan hemen tavaf-ı kudüm teşebbüsünde bulunulur. Şöyle ki telbiyeyi
keserek tekbir tehlîl ve salavat-ı şerife ile Hacer-i Esved'e yönelir, ellerini
namaza durur gibi kaldırarak mümkün ise, Hacer-i Esved'e dokunulur ve sesini
çıkarmadan onu öpmeye çalışır orası pek sıkışık bir durum arz edecek olursa,
kimseyi incitmemek için onu uzaktan selâmlar. Tavafın başlangıcı bu
olur."[274]
1874. ...İbn
Ömer(r.a.)'den; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'i iki Rükn-i Yemânî'den başkasını
meshederken görmedim.[275]
Bilindiği gibi Kabe-i
Muazzama'mn dört rüknü vardır; dört rükün üzerine oturur. Allah'ın Kâbesi;
1. Hacer-i
esved'in bulunduğu rükne "Rükn-i Hacerî" denildiği gibi,
2. Güney
batısındaki rükne "Rükn-i Yemânî",
3. Kuzey-batısındakine
"Rükn-i Şâmî",
4. Kuzey-doğusundakine
de "rükn-i Irâkî" denilir.
Ayrıca bu rükünlerden
ilk ikisine "Yemâniyyân (Yemânî rükünler)" denildiği gibi son iki
rükne "eş-Şâmiyyân (Şâmî rükünler)" de denilir.
Konumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte de açıklandığı üzere resul-i zîşân Efendimiz bu rükünlerden
sadece Yemânî rükünleri selâmlamiştır. Rükünler içerisinde istilâm için bu iki
rüknü tercih etmesi sebepsiz değildir:
a. İstilâm
için Rükn-i Hacerî'yi seçmesinin birinci sebebi Hacer-i Esved'in o rükünde
bulunmuş olmasıdır. Diğer sebebi de bu rüknün Hz. İbrahim'in attığı temeller
üzerine oturmuş olmasıdır. Bu sebeple Resulü Ekrem bu rüknü hem eliyle
selâmlamış hem de öpmüştür.
b. Rükn-i
Yemânî'ye gelince, bunun da faziletçe son iki rükne üstünlüğü sadece Hz.
İbrahim'in attığı temeller üzerine oturmasından ileri gelir. Bu sebeple Resûl-i
Ekrem bu rüknü sadece selamlamakla yetinmiştir. Fakat İmam Mâlik ile Ahmed
(r.a.)'e göre bu iki rükün de Rükn-i Hacer gibi öpülür.[276]
Tavaf esnasında Rükn-i
Hacer ile Rükn-i Yemânî' yi selamlamak sünnettir. Rukn-ı Irakı ile Rukn-ı Şâmî'yi
selâmlamak veya öpmek gerekmez. Çünkü bu iki rükün Hz. İbra-, him'in attığı
temeller üzerinde değildir. Hz. Ömer, İbn Abbas, Hanefi ulemâsı, İmam Mâlik,
İmam Şafiî ve îmam Ahmed bu görüştedirler.
Hz. Muâviye ile
Abdullah b. ez-Zübeyr, Câbir b. Zeyd, Urve b. Zübeyr ve Süveyd b. Gafele'ye
göre ise, rükünlerin hepsi ve her tarafı selâmlanır, fakat konumuzu teşkil
eden hadis-i şerif bu görüşte olanların aleyhine bir delildir. Çünkü Peygamber
Efendimizin Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Irakî'yi selamlamadığı bilinen bir
gerçektir. O halde sünnete uymaktan başka takip edecek bir yol olamaz.[277]
1875. ...İbn
Ömer'den (rivayet olunduğuna göre) kendisine Hz. Âişe'nin; "Hıcr'ın bir
kısmı Beyt'dendi (Beytin sınırları içerisine dâhildi)" dediği haber
verilmiş bunun üzerine (İbn Ömer de) Allah'a yemin ederim ki, Âişe'nin bunu
Resullüllah (s.a)'den duyduğuna kesinlikle inanıyorum. (Şimdi) kesinlikle
anlıyorum ki Resûlullah (s.a.)'in (Kabe'nin dört rükününden) ikisini
selamlamayışı sadece bu iki rüknün (Beyt'in Hz. İbrahim tarafından atılan)
temelleri üzerinde olmayışındandır ve halen (Beyt'in), Hicrin dışından tavaf
edişinin sebebi de bundan başka bir
şey değildir.[278]
Bilindiği gibi
Kabe'nin kuzey tarafında yarım dâîre şeklinde bir duvar vardır ki buna
"Hatîm" denir. Kabe'nin Kuzey
cephesinin bir köşesine "Rükn-i Şâmî, diğer köşesine de "Rükn-i
Irakî" denir. Bu Hatîm'in kuşattığı ve Hatimle Kabe arasında kalan yere
"Hıcr" denir. Kabe'nin altınoluğu bu kısmın üzerine akar. Kâbe-i
Muaz-zama'yı tavaf ederken Kabe ile Hatîm arasındaki açıklıktan geçmeyip bu
duvarın dışından geçerek tavaf edilmesi vâcibtir.
Bu,duvarın yüksekliği
131 cm.'dir. Yarım daire şeklinde kuşatmış olduğu kısma "Hıcr-i
İsmail" denir. Çünkü İsmail aleyhisselam buraya def-nedilmiştir. Kabe ile
bu duvarın doğu ucu arasında 230 cm.lik bir mesafe bulunduğu gibi Kabe ile batı
ucu arasında 223 cm.lik bir mesafe vardır Hatîm'in iki ucu arasındaki mesafe
ise 8 m.dir Beyt-i Şerifin kuzey cebhe-sinin orta noktasından Hatime doğru
indirilecek bir doğrunun uzunluğu ise, 844 cm.dir.
Kureyş, Peygamber
Efendimize Peygamberlik verilmeden beş sene önce Kabe'yi yeniden bina
etmişlerdi. Malî imkanları yetişmediği için Kabe'yi Hz. İbrahim'in yaptığı
genişlikte yapmamışlar, bu sebeble Kabe'nin kuzey kısmında bulunan ve aslında
Kabe'den olan bir bölüm yeni inşaatın dışında kalmıştı. Metinde geçen
"Hıcr'ın bir kısmı Beyt'dendi" cümlesiyle bu gerçeğe işaret edilmek
istenmiştir. Nitekim Müslim'de şu anlama gelen bir hadisi şerif vardır:
"Ey Âişe! Eğer kavmin şirkten yeni kurtulmuş olmasaydı, ben Kabe'yi yıkar
da yere yapışık (alçak) yapardım. Ona biri doğuda biri batıda iki kapı
açardım. Hıcr tarafından da ona altı arşın yer katardım, çünkü Kureyş Kabe'yi bina
ederken onu küçültmüştür."[279]
Metinde geçen
"ezunnu" kelimesi "eteyekkanu, kesinlikle biliyorum"
anlamında kullanıldığı gibi "in" harfi de şartiyye olarak değil,
"inne"den muhaffef bir harf olarak tahkik anlamında kullanılmıştır.
Biz de tercümeyi buna göre yaptık.[280]
1. Rükn-i
Şâmî ile Rükn-i Irakî'yi selamlamadan tavaf etmek caizdir.
2. Kabe'yi
tavaf ederken Hatîm'in dışarısından dolaşmak gerekir.[281]
1876.
...Abdullah b. Ömer'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) hiçbir tavafta Rükn-i
Yemânî (denilen köşe ile) Hacer(-i Esved)i selamlamayı terk etmezdi.
(Nâfi) dedi ki:
Abdullah b. Ömer de (aynen) böyle yapardı.[282]
Bu hadis-i şerif yedi
şavttan oluşan tavafın her şavt (tur)unda
Rükn-i Yemânî ile Hacer-i
Esved'i selamlamanın
müstehab olduğunu
açıkça ifâde etmektedir.
Bu sebeple ulemâ sözü
geçen yerleri her şavtta selamlamanın müstehab olduğunda ittifak etmişlerdir.
Hacer-i esved hakkında
1873, Kabe-i Müazzama'mn diğer rükünleri hakkında da 1875 numaralı hadisin
şerhinde yeterli açıklama bulunmaktadır.[283]
1877. ...İbn
Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.) Veda Haccında deve üzerinde
(ve Hacer-i Esved'in bulunduğu) rüknü bastonla selamlayarak (Beyt'i) tavaf
etmiştir.[284]
1. Kabe'yi
özürsüz olduğu halde hayvan üzerinde tavaf etmek caizdir. İmam Şafiî ile
İbn'I-Münzir ve İbn Hazm
bu görüştedirler. İmam
Ahmed'deri sahih olarak rivayet edilen görüş de budur. Özür bulunmadığı halde
hayvan üzerinde tavaf edilmesinden dolayı kurban da gerekmez. Fakat tavafın
yürüyerek yapılması1 deve üzerinde yapılmasından daha faziletlidir. Çünkü
Resul-i Ekrem (s.a.) ve ashabı Veda Haccının dışındaki tavaflarını yürüyerek
yapmışlardır.
İmam Mâlik'Ie Hanefî
ulemâsına göre ise özür bulunmadıkça tavafı yürüyerek yapmak vâcibtir. Özürsüz
olarak hayvan üzerinde yapılan tavafın iadesi gerekir, iade edilmeyecek
olursa, sahibine kurban gerekir.
İmam Ahmed'den rivayet
edilen diğer bir görüşe göre ise özürsüz olarak hayvan üzerinde yapılan tavaf
caiz değildir. Çünkü tavaf Beyt-i Şerîf ile ilgili bir ibadettir, namaz gibi
ayakta icra edilmesi gerekir.
Özürsüz olarak hayvan
üzerinde tavafın yapılmayacağı görüşünde olan ulemâya göre Resûl-i Ekrem'in
Veda Haccı'nda hayvan üzerinde tavaf etmesi bazı mazeretleriyle ilgilidir. Delilleri ise, şu hadis-i şerîflerdir:
a. Peygamber
(s.a.) Veda Haccı'nda insanların kendisini kolayca görebilmeleri, kendisinin
de onları görebilmesi ve halkın kendisine (müşküllerini) kolayca sorabilmeleri
için Beyt'i ve Safa ile Merve'yi hayvan üzerinde tavaf etti.[285]
b. Resûlullah
(s.a.) Mekke'ye geldiği zaman-rahatsızdı. Hayvanı üzerinde tavaf etti.[286]
İbn Hacer'in beyânına
göre özürsüz bir kimsenin Beyt-i Şerifi hayvan üzerinde tavaf etmesi tenzîhen
mekruhtur. Yürüyerek tavaf etmek ise daha faziletlidir. Resul-i Ekrem'in Beyt-i
Şerifi hayvan üzerinde tavaf etmesi ise, Beyt'in etrafının duvarlarla
çevrilmesinden önce olmuştur. Artık Beyt'in etrafı çevrildikten sonra mescidin
içerisine hayvan sokulması ca'iz değildir. Çünkü hayvanlar mescidi kirletirler.[287]
2. Hacer-i
Esved'i baston ve benzeri şeyler ile selâmlamak caizdir. Ancak bu cevaz elle
dokunmak veya selamlamak mümkün olmadığı zamanlara aittir. Yoksa elle
selamlamanın daha faziletli olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü Peygamber
(s.a.) ekseriyetle elle selâmlamıştır. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
İnsan mümkün olduğu kadar Hacer-i Esved'e elle dokunmah yoksa asâ ve benzeri
bir şeyle dokunmalı, o da mümkün değilse ona doğru işarette bulunarak tekbir
getirmelidir. İbn Ab-bâs'tan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.) (Veda
Haccı'nda) Beyt'i hayvan üzerinde tavaf etmiş ve Rükn-i Hacere her gelişinde
yanında bulunan bir şeyle ona işaret ederek tekbir getirmiştir.[288]
Eğer işaret de edemezse ona doğru yönelerek tehlîl ve tekbir getirir Çünkü
Peygamber (s.a.); "Ey Ömer, sen kuvvetli bir adamsın Hacer-i Esved'in
yanında sıkışıklık ve darlığa sebebiyet verme. Çünkü zayıflan incitirsin fırsat
bulunursa onu selamla. Bulamazsan, ona yönelerek tehlîl ve tekbirde bulun"
buyurmuştur.[289] Ancak Ahmed b. Hanbel'in
rivayet ettiği bu hadis-i şerifin senedinde kimliği mechül bir şahıs vardır.
Hacer-i Esved'in istilâmı konusunda ayrıntılı malumat için 1889 no'lu hadisin
şerhine bakılmalıdır.
3. İhtiyaç
hâlinde Mescid'e deve sokmak caizdir. Ancak bu Cevaz, hayvanın mescidi
kirletmesinden emin olunmasına bağlı görülmüştür.[290]
1878.
...Safiyye bınt Şeybe'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Fetih yılında
Mekke'yi fethedince (Beyt'i) hayvan üzerinde elindeki bastonla (Hacer-i
Esved'in bulunduğu) rüknü selamlayarak tavaf etti. Ben de kendisine
bakıyordum.[291]
Bu hadis Buhârî ve
Müslim tarafından da şu anlama gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir: Peygamber
(s.a.) Mekke'ye girdiği zaman Kabe'nin etrafında 360 put vardı, onlara elindeki
bir sopa ile dokunarak "Hak geldi, batıl zail oldu! Bâtıl zaten zail
olucudur"[292] (âyetini
okuyor ve:) "Hak geldi bâtıl ne yoktan var eder, ne de yok olanı iade
eder"[293] diyordu, putlar da yere
düşüyordu.[294]
1. İhramsız
bile olsa Mekke'ye her girenin Beyt-i Şerifi tavaf etmesi lazımdır.
2. Beyt-i
Şerifi hayvan üzerinde tavaf etmek caizdir. Bu konuda özürlü olmakla olmamak
arasında bir fark yoktur.
3. Hacer-i
Esved'i baston veya benzeri şeylerle selâmlamak caizdir. Bilindiği gibi Hacer-i
Esved'i öpmekten âciz kalan bir kimse onu eliyle yahut bastonu ile selâmlayarak
elini veya bastonunu öper. Kadı İyaz, "Bu hususta yalnız İmam Malik'in
cumhûr-ı ulemâdan ayrıldığını ve elin öpülemeyeceği görüşünde olduğunu"
söylüyor. Tavaf esnasında bunlardan hiçbirini yapmayana birşey lâzım gelmez.
el-Muhelleb: "Peygamber (s.a.)'in bastonla istilâmda bulunması istilâmın
farz değil, sünnet olduğunu gösterir diyor. Nitekim daha önce tercümesini
sunduğumuz "Resûlullah (s.a.)'in öptüğünü görmüş olmasaydım seni
öpmezdim" anlamındaki 1873 numaralı hadis-i şerif de bu görüşü
desteklemektedir.[295]
1879.
...Ebu't-Tufeyl'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'i hayvanı üzerinde (Hacer-i
Esved'in bulunduğu) rüknü selamlayarak Beyt'i tavaf ederken gördüm.
(Bu hadisi Ebû Davud'a
rivayet eden diğer râvi) Muhammed b. Râfi de (bu rivayete şunu) ekledi: Sonra
Safâ'ya ve Merve'ye çıktı, yedi defa (Safa ile Merve arasını) hayvanı üzerinde
tavaf etti.[296]
1. Tavaf
esnasına Hacer-ı Esved ı eliyle selamlayamayan kimse onu baston ve benzen
şeylerle selâmlayarak elini veya bastonu öper. Ulemanın ekserisi bu
görüştedir. İbn Ömer, Ebû Hüreyre, İbn Abbâs, es-Sevrî, Hanefî uleması, İmam-ı
Şafiî ve İmam Ahmed de bu görüştedir. Aynı şekilde eğilip ağzıyla Ha-cer-i Esved'i
öpmeye muvaffak olamayan bir kimse de ona eliyle dokunur sonra da elini öper.
İmam Mâlik'e göre ise
Hacer-i Esved'i öpmeye muvaffak olamayan kimse Hacer-i Esved'i selamlayan elini
veya başka bir şeyi öpemez. Sadece öpmeksizin ona ağzını koyar, ağzıyla o şeye
temas eder.
2. Safa ile
Merve arasında hayvan üzerinde sa'y yapmak caizdir.[297]
1880.
...Ebu'z-Zubeyr, Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken işit-mistir. Rasûlullah
(s.a.) Veda Haccında haİka kendisini görsünlerde soru sorabilsinler diye
yüksekte bulunmak için Beyt'i ve Safa ile Merve'yi hayvan üzerinde tavaf etti.
Çünkü halk etrafına üşüşmüşlerdi.[298]
Müslim'in bu
mevzu ile ilgili
olarak rivayet ettiği bir hadis de şu anlamdadır:
Peygamber (s.a.) halk kendi-
sinden men'edilmesin
diye Kabe'nin etrafında devesi üzerinde tavaf etti. Rüknü selamlıyordu.[299]
1. Rasûl-i
Ekrem (s.a.) Veda Haccı'nda tavafı ve sa’yi hayvan üzerinde yapışının bazı
sebepleri vardır. Binaenaleyh meşru mazereti bulunan kimselerin sa'yi ve
tavafı hayvan üzerinde yapması caizdir. Nitekim bu mesele 1877 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde geçti.
2. Mâliki ve
Hanbeli ulemâsına göre bu hadis eti yenen hayvanların sidiklerinin ve
terslerinin temiz olduğuna delâlet eder. Çünkü eğer devenin sidiği ve tersi pis
olsaydı, Resûl-i Ekrem deveyi Mescid-i Haram'a sokmazdı. Ancak bu görüş; şu
delillerle reddedilmiştir:
a. Resûl-i
Ekrem tavafı ve sa'yı deve üzerinde yaptığı zaman Mescid-i Haram'ın etrafı
duvarlarla çevrilmemişti. Binaenaleyh Hz. Peygâmber'in Hareme deveyle girişinin
esas sebebi budur, hayvanın tersinin temiz olması değildir.
b. Deve
üzerinde tavaf etmiş olması devenin kesinlikle mescide işediğine delâlet
etmediği gibi şayet deve mescide işemiş olsa bile o sidiğin orada kaldığına ve
dolayısıyla sidiğin temizliğine delâlet etmez. Çünkü devenin oraya işememiş
olması mümkündür. Ayrıca işemiş olsa bile üzerine su dökülüp orasının
temizlenmiş olması da mümkündür.[300]
1881. ...İbn
Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.) Mekke'ye rahatsız olarak
geldi. (Beyt'i) hayvanı üzerinde tavaf etti. (Hacer-i Esved'in bulunduğu) rüknü
her gelişinde onu asayla selâmladı. Tavafını bitirince (devesini) çöktürüp iki
rekat namaz kıldı.[301]
Tavaftan sonra kılınan bu iki rekatlık. namaza "tavaf namazı"
denir.Bu konuda Hanefi ulemâsından Aliyyü'1-Kârî şunları
söylüyor:
Bu namaz başlı başına
vâcib bir namazdır. Sünnet değildir. Her tavaftan sonra kılınmalıdır. Yapılan
tavafın farz, vâcib, sünnet veya nafile olması neticeyi değiştirmez. Ayrıca bu
namaz bir zaman ve mekâna da mahsus değildir. Bu itibarla bu namazın vaktinin
geçmiş olması da söz konusu değildir. Bu namaz ancak ölümle fevt olur. Çünkü
müstakil bir namazdır. Haccın vacipleriyle ilgisi yoktur. Bazı menasikte olduğu
gibi yerine kurban kesilerek borçtan kurtulmak mümkün olmadığı için bu namazın
terki de düşünülemez. Bu iki rekat kıhnmadıkça zimmette borç olarak kalır.
Çünkü bu iki rekatın kılınması herhangi bir zaman ve mekânla kayıtlı değildir.
Bu bakımdan Harem dışında kılınabileceği gibi vatana döndükten sonra kılmak da
caizdir. Fakat tenzîhen mekruhtur. Sünnet olan tavaf ile bu namazın arasını
ayırmamak, hemen tavaftan sonra kılmaktır. Bu tavaf namazının edası için efdal
olan yer Makam-ı İbrahim'in arkasıdır. Birinci rekatte Fatiha'dan sonra Kâfirûn
Suresini, ikinci rekatta da ihlâs Suresini okuyup namazın sonunda nefsi,
sevdikleri ve diğer müslümanlar için dua etmek müstehabtır.
Tavaf namazının
Kabe'yi tazimle hiç bir ilgisi yoktur. Bu namaz sadece Allah'ı tâ'zim ve O'na
kulluk için meşru kılınmış ve bu hikmete mebni olarak da bu namazda Allah'ın
zâtından ve sıfatlarından bahseden Kafirûn ve İhlâs surelerinin okunması
müstehab olmuştur.[302]
1. mFarz
olsun nafile olsun her tavafın sonunda iki rekat namaz kılmak meşru
kılınmıştır.
2. Resul-i
Ekrem'in tavafı ve Sa'yi deve üzerinde yapmasının sebebi o zamanki
rahatsızlığıdır. Ancak İmam Şafiî bu görüşte değildir. Çünkü bu hadisin
senedinde Yezid b. Ebî Ziyâd vardır, Münzirî'ye göre bu râvi güvenilir bir
kimse değildir. Beyhakî'nin ifâdesine göre bu hadisin metninde bulunan
"Resûlullah (s.a.) Mekke'ye hasta olarak geldi" sözü, Yezid'-in bu
rivayetinin dışında hiçbir rivayette yoktur. Bu fazlalık Yezid'e aittir. Biz bu
konuyla ilgili görüşleri 1877 numaralı hadisin şerhinde naklettiğimizden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[303]
1882. ...Peygamber
(s.a.)'in zevcesi Ümmü Seleme'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah
(s.a.)'a rahatsızlığımdan şikâyet ettim de, "Hayvana binerek halkın
arkasından tavaf et!" buyurdular. Ben de (o şekilde) tavaf ettim. O anda
Resûlullah (s.a.) Beyt(-i Şerif)'in yanmasında namaz kılıyor ve Tûr Sûresini
okuyordu.[304]
Hz. Ümmü Seleme'nin
hayvan üzerinde tavaf ederken Resul-ı hkrem Efendimizin kıldığı namaz sabah
namazıın farzı idi. Hz. Ümmü Seleme'nin yaptığı tavaf ise, Veaâ tavafı idi.
Resül-i Ekrem Mekke'den ayrılma hazırlıkları içerisinde bulunuyordu. Bu hadis-i
şerif özürlü olan bir kimsenin tavafı hayvan üzerinde yapmasının caiz olduğunu
ifâde ediyor ki bunda ittifak vardır.[305]
1883.
...Ya'lâ (b.Umeyye)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) bir ucunu sağ koltuk
altından alarak sol omuz üzerine almak suretiyle yeşil bir kumaşa bürünmüş olduğu
halde (Beyt'i) tavaf etti.[306]
"Iztıbâ"
kelimesi, sözlükte pazuları göstermek anlamına gelir.Bir hac terimi
olarak "iztıbâ" tavafa
başlamadan önce üste alınan örtünün bir ucunu sağ koltuk altından alarak
sol omuz üzerine atmaktır.
İslâm tarihinde
kaydedildiğine göre, Peygamber Efendimiz ashabıyla birlikte hicretin yedinci
senesinde umre yaparken müşrikler gerek Peygamber Efendimiz ve gerekse
ashabının bitkinlikten zorlukla yürüdüklerini söy leyerek onları seyre
başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber rîdâlarını "ıztıba"
yaparak ve sağ omuzlarını açıkta bırakarak yürümüşler ve remel ve hervele
yapmışlardı.
Hz. Peygamber bu
esnada "Bu gün kendisini onlara kuvvetli gösteren kişiye Allah rahmet
etsin" buyurdular. Hanefi mezhebine göre erkekler için ıztıbâ' ve remel
arkasında sa'y olan her tavafta yapılır. Nafile olan tavaflardan sonra sa'y
olmadığı için ıztıbâ' ve remel yapılmaz. Kudüm tavafında remel yapılabilirse
de remelin ziyaret tavafında yapılması daha iyidir.[307]
Bu hadis-i şerif erkekler
için ıztıbâ'ın sünnet olduğuna delalet etmektedir, içlerinde
imam Ahmed, İmam Şafiî ve Hanefî ulemâsının da bulunduğu cumhûr-ı
ulemâya göre tavafın her turunda erkekler için ıztıbâ' yapmak-sünnettir. Bu
konudaki hadislerin tümünün ifâdesi hac ve umre tavaflarında ıztıbâ'ın sünnet
olduğunda birleşmektedir. Bu konuda kudüm tavafından sonra sa'y yapılmış
olması da şart değildir. Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî'nin görüşü budur,
Hanbelî ulemâsına göre ise, ıztıbâ' sadece kudüm tavafında yapılır ki, bu
görüşü destekleyen bir delil mevcut değildir.
İmam Mâlik'e göre ise,
tavafta ıztıbâ' sünnet değildir. Fakat pek çok sahih hadislerle sabit olan
Resûl-i Ekrem'in uygulaması İmam Mâlik'in bu görüşünün isabetsizliğini açıkça
ve kesinlikle ortaya koymaktadır. Tavaf namazı esnasında ıztıbâ'ın sünnet
olmadığında ulemâ arasında görüş birliği bulunduğu gibi kadınlara ıztıbâ'
gerekmediğinde de ittifak vardır. Çünkü kadınlar örtünmekle yükümlüdürler.[308]
1884. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) ve sahabîleri
Cî'râne'den (ihrama girerek) ve Beyt'i (tavaf esnasında) koltuk altlarından
geçirdikleri peştemallerini sol omuzları üzerine atmış oldukları halde adımlarım
kısaltarak ve omuz silkeleyerek umre yapmışlardır.[309]
Ci'râne Müzdelife ile
Arafat arasında Mekke'nin doğu Harem sınırı üzerinde ve Mekke'ye 16 km.
uzaklıkta bir yerdir Resûl-i Ekrem (s.a.) hicretin 8. senesinde Tâif'ten
dönerken buradan ihrama girip umre yapmıştır. Metinde.ifade edildiği gibi umre
esnasında bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız şekilde ıztıbâ' ve
remel yapmıştır. Bilindiği gibi remel kelime olarak koşmak demektir. Bir hac
terimi olarak remel: "Iztıbâ' hâlinde iken yani ihramın üst kısmının bir
ucunu sağ kolun altından geçirip sol omuz üzerine atarak tavafın ilk üç
devresini kısa adımlarla ve omuzlan silkeleyerek çalımlı1 bir-şekilde
tamamlamak" demektir.
Resûl-i Ekrem'in bu
umresini Muharriş el-Ka'bî şöyle anlatır: "Peygamber (s.a.) umre yapmak
niyyetiyle geceleyin Ci'râne'den çıktı. Yine geceleyin Mekke'ye girdi, umresini
edâ etti ve sonra da aynı gece (Mekke'den çıkarak) Ci'râne'de sabahladı.[310]
1. Umre
tavafında remel yapmak meşrudur. Bir numara sonra gelecek olan hadiste bu konu
ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
2. Umre
tavafında da ıztıbâ1 yapılması gerekir.[311]
1885.
...Ebu't-Tufeyl'den; demiştir ki: Ben, İbn Abbâs'a;
Senin kavmin
Resûlullah (s.a.)'in Beyt'i (tavaf ederken) remel yaptığım ve bunun sünnet
olduğunu iddia ediyorlar, dedim.
Hem doğru söylemişler,
hem de yanlış söylemişler, dedi. Ben de;
Hem doğru hem de yanlış
söylemişler ne demektir? dedim.
Doğru söylemişler.
(Çünkü) gerçekten Resûlullah (s.a.) Beyt'i (tavaf ederken) remel yaptı. Yanlış
söylemişler. (Çünkü) o sünnet değildir. Kureyş (müşrikleri) Hudeybiye gününde;
"Şu Muhammed'i ve ashabım bırakınız da nağf (denilen ve develerin
burnundan düşen kurtların sebeb olduğu deve) ölümüyle ölsün" dediler.
(Kureyşlüer, müslümanların) gelecek sene Mekke'de üç gün kalmaları şartıyla Resûlullah
(s.a.) ile barış yapınca, Resûlullah (ashabıyla birlikte Mekke'ye) geldi.
Müşrikler de Kuaykıân (denilen sıradağlar) tarafında idiler. Resûlullah (s.a.)
ashabına;
"Beyt'i tavaf
ederken üç (turda) remel yapınız." buyurdu. Ve (İbn Abbas, işte) bu sünnet
değildir, dedi. Ben;
Senin kavmin ResûIIah
(s.a.)'m Safa ile Merve arasında devesine binerken sa'y yaptığım ve bunun
(sa'yı deveye binerek yapmanın) sünnet olduğunu iddia ediyorlar, dedim. Bunun
üzerine (İbn Abbas):
Hem doğru söylemişler
hem de yanlış söylemişler, dedi. Ben de;
Hem doğru hem de
yanlış söylemişler ne demektir? dedim.
Doğru söylemişler.
(Çünkü) gerçekten Resûllah (s.a.) Safa ile Merve arasında devesi üzerinde
olduğu halde sa'y etti. Yanlış söylemişler. (Çünkü) bu (sa'yederken deveye
binmek) sünnet değildir. (Zira) halk(ın Resulü Ekrem'e yaklaşmasın)a engel
olunamazdı ve (halk bundan) vazgeçirilemezdi. Bunun üzerine sözünü (halkın
rahatça) işitmeleri, yerini görmeleri ve ellerinin kendisine erişmemesi için tavafı
deve üzerinde yaptı, cevabını verdi.[312]
"Nağf",
develerin burnundan düşen bir kurttur. Bu kurtların tevlid ettiği hastalık
develerin ölümüne sebep olur. Binaenaleyh "nağf ölümüyle ölsünler"
cümlesi "hastalıktan ve zayıflıktan deve ölümüyle ölsünler" anlamında
kullanılmıştır.
"Kuaykıan"
ise, Mekke'nin kuzeyinde bulunan bir dağ silsilesidir. Mekke'nin güneyinde
bulunan Ebû Kubeys dağının karşısına düşmektedir.
Sa'yı deve üzerinde
yapmak sünnet değildir. Bu konuda ilim adamları ittifak etmişlerdir.[313]
1. Bu
hadis-i şerifte Hz. İbn Abbas'm tavaf esnasında remel yapmaya lüzum olmadığı
kanaatini taşıdığı ifade ediliyor. Fakat İbn Abbâs'ın bu görüşü tüm ilim
adamlarının bu konudaki görüşlerine aykırıdır. Çünkü ilim adamlarına göre tavafın
ilk üç turunda remel yapmak sünnettir. Abdullah b. ez-Zübeyr'e göre ise, tavafın
her turunda remel sünnettir.[314]
"Tavafın ilk üç
turunda remel yapmak sünnettir," diyen cumhûr-ı ulemâyı ileride
tercümesini sunacağımız ve Resûl-i Ekrem'in Veda Hac-cın'daki uygulamasıyla
ilgili olan 1905 numaralı hadisle İmam Ahmed'in rivayet ettiği "Resûlullah
(s.a.)' haccında ve umrelerinin tümünde remel yaptı. Ebû Bekir, Ömer ve (diğer)
halifeler de böyleydi,"[315]
anlamındaki hadis desteklemektedir. Bu sebeple İbn Abbâs (r.a.) bu görüşünden
dönmüş ve "remel sünnettir" diyen cumhurun görüşünü benimsemiştir.
Remel'in hikmeti ise, müslümanların düşmanlarına karşı sıhhat ve kuvvet
gösterisinde bulunmalarıdır.
Hanefî ulemâsına göre
remel yapmak ancak umre tavafıyla kendisinden sonra sa'y yapılan ifâza ve
kudüm tavaflarında sünnettir. Bunların dışındaki tavaflarda sünnet değildir.
Terkedilen remelin telâfisi de mümkün değildir. Bu bakımdan tavafın ilk üç
turunda remeli terk eden bir kimsenin, bunu telâfi maksadıyla geriye kalan-dört
turda remel yapması caiz değildir. Çünkü kalan dört turun özelliği, yavaşlığı
ve sükûneti gerektirir. Remel yapmak kadınlar için meşru kılınmamıştır. Bunun
en büyük delili Hz. Ömer'in şu sözüdür: "Beyt'i tavaf ederlerken kadınlar
üzerine remel olmadığı gibi Safa ile Merve arasında hefvele de yoktur."[316]
Şafiî, Mâlikî ve
Hanbelî ulemâsına göre ise, hac veya umreye niyyet eden kişiler için remel,
sadece kudüm tavafında sünnettir. Delilleri ise "Re-sûlullah (s.a.) Beyt'i
ilk defa tavaf ederken üç defa remel yapar, dört defa da âdı adımla
yürürdü,"[317]
mealindeki hadistir. Bu konuda remelin sadece kendisinden sonra sa'y yapılan
tavaflarda yapılacağına dair de Şafiî'den bir rivayet daha vardır. İmam
Şafiî'nin bu kavline göre; Remel sadece kudüm tavafı ile ifaza tavafında
yapılabilir. Kudüm tavafından sonra sa'y yapmayan bir kimse ifâza tavafında
ıztıbâ' ve hervele yapar, sonunda da sa'y yapar.
2. Tavaf
esnasında son dört tur adi adımlarla yapılır.
3. Kendisine
bir mevzu ile ilgili soru sorulan bir kimse, bu sorunun cevabını verirken
nedenlerini ve niçinlerini de açıklamalıdır.
4. Yaya
olarak yapılan sa'y bir vasıta üzerine binerek yapılan sa'ydan daha
faziletlidir.[318]
1886. ...İbn
Abbâs'tan: demiştir ki: Resülullah (ashabıyla birlikte) Mekke'ye geldi.
Kendilerini Yesrib'in sıtması zayıflatmıştı. Müşrikler;
(Yarın) size öyle bir
kavim gelecek ki, sıtma kendilerini bitirmiş, ondan çok elem çekmişler,
dediler. Allah teâlâ hazretleri de Müşriklerin söylediklerini Peygamberine
bildirdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber müşrikler müslümanların dinçliğini
görsünler diye) ashabına tavafın üç turunda remel yapmalarını iki köşe
arasında da âdi yürüyüşle yürümelerini emir buyurdu. Müşrikler onları (bu halde)
görünce, "sıtmanın kendilerini bitirdiğini söylediğiniz kimseler bunlar
mı? Bunlar bizden daha sağlammışlar" demeye başladılar. İbn Abbâs
(sözlerine devamla) dedi ki: (Resülullah saHallahü aleyhi ve sellem) onlara
şefkatinden her turda remel yapmalarını emretmedi.[319]
"Yesrib"den
maksat, "Medine"dir. İslâmiyetten önce "Medine", Yesrib
ismiyle anılırdı. İslâmiyetten sonra
"Dâr",
"Medîne", "Taybe" ve "Tâbe" isimleriyle anılmaya
başlamıştır. Nitekim Allah teâlânın "Daha önceden Darı yurt edinmiş ve
gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri
severler,"[320]
anlamına gelen âyeti kerimesinde "Dâr" kelimesi dâr-i hicret, yani
Medine anlamında kullanılmıştır. Yine Allah teâlâ şu âyet-i kerimesinde de
eski Yesrib'den "Medine" diye bahsediyor: "Eğer bu savaştan
Medine'ye dönersek şerefli kimseler alçakları and olsun ki oradan çıkaracaktır."[321]
Ebü Hüreyre'den
rivayet edilen bir hadisi şerifte de şöyle buyuruluyor:
Resülullah (s.a.)
"Ben Yesrib
denilen ve bütün beldeleri yiyen bir beldeye (hicret etmekle) emrolundum. Bu
belde körüğün demirin pasını atması gibi (kötü) insanları atan
Medine'dir." buyurdular.[322] Ebû
Ya'lâ ve İmam Ahmed'in sahih senetle rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte ise,
Resûl-i Ekrem'in Medine'ye Yesrib denilmesini hoş karşılamadığını ve;
"Her kim Medine'ye Yesrib derse hemen Allah'a tevbe istiğfar etsin"[323]
buyurduğu ifade edilmektedir. Her ne kadar İbn Cevzî, bu hadisi Mevzuât'ında
uydurulmuş hadisler arasında göstermişse de İbn Hacer bunu reddetmiştir.[324]
Medine kelimesi
aslında "boyun eğdi" anlamına gelen "dâne" kökünden veya
bir mekâna yerleşip orada ikâmet etmek anlamına gelen "medene"
kökünden gelmektedir. Çoğulu müdün ve medâin şekillerinde gelebilir.
Yesrib ise, başa
kakmak ve zemmetmek anlamına gelen "S-R-B" kökünden gelmektedir.
Meselâ, “Bugün azarlanacak değilsiniz., Allah sizi bağışlar"[325]
âyet-i kerimesinde "tesrîb" kelimesi "başa kakmak"
anlamında kullanılmıştır. Bu bakımdan Malikîler'den İsa b. Dînâr,
"Medine'ye Yesrib diyene günah yazılır" demiştir. Gerçi Kur'an-ı
Kerim'de de Med'ine için Yesrib denilmişse de bazı ulemâya göre bu,
münafıkların sözünü nakilden ibarettir. Bazılarına göre bu kelimenin fesad
mânâsına gelen "serb'-'den alınmış olması, ihtimali de vardır. Her iki
halde de bu kelime mânâ itibarıyla çirkindir. Resul-i Ekrem ise, güzel ismi
sever çirkinden hoşlanmazdı.
Medine ayrıca hoş
kokulu ve şirk pisliğinden uzak olduğu için Taybe ve Tâbe isimleriyle de
isimlendirilmiştir.
Hicretten önce Medine
veba gibi salgın hastalıkların en çok bulunduğu bir beldeydi. Müslümanlar
oraya hicret edince Hz. Ebû Bekir'le Bilâl (r.a.) derhal hastalandılar. Bu
durumu gören Resûl-i ekrem Efendimiz; "Ey Allah'ım bize Mekke'yi
sevdirdiğin gibi veya daha fazla bir şekilde Medine'yi de sevdir. Onu
hastalıklardan arındır, ölçeklerine bereket ver, ondaki sıtma hastalığını da Cuhfe'ye
gönder" diye dua etti.[326]
Bunun üzerine Allah teâlâ hazretleri oradaki sıtmayı Cuhfe'ye gönderdi. O
sırada Cuhfe'de yahudiler bulunuyordu. Kaza umresinde Resûl-i Ekrem'in ashabına
Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacerî arasında âdi yürüyüşle yürüyüp diğer iki rükün
arasında kısa ve hızlı adımlarla yürümelerini emretmesinin sebebi müşriklerin
Kabe'nin kuzeyinde bulunmalarındandır. Bu yüzden müşrikler, müslümanları Rükn-i
Hacerî ile Rükn-i Yemânî arasında göremi-yorlardı. Resul-i Ekrem de ashabına sadece
müşriklerin görebildiği rükünler arasında koşar adımlarla diğer iki rükün
arasında ise, âdi adımla yürümelerini emretti.[327]
1. Remel,
Asr-ı saadetten sonraki nesiller için de bir sünnet olarak kalmıştır. Ulemanın
büyük çoğunluğu bu görüştedirler. İbn Abbas (r.a.) remel'in sünnet olmadığı
kanaatinde idi, fakat sonradan bu görüşünden vazgeçti.
2. Tavafın
her bir turuna "şavt" ismini vermek caizdir ve insanın düşmanlarının
kendisine karşı besledikleri kötü emelleri yok etmek için kuvvet gösterisinde
bulunması caizdir. Bu, riyadan sayılmaz.
3. Her ne
kadar metinde geçen "tavafın üç turunda remel yapmalarını iki köşe
arasında da âdi yürüyüşle yürümelerini emretti" sözü, Rükn-i Yemânî ile
Hacer-i Esved arasında remel yapmanın sünnet olmayıp bu mesafe içerisinde âdi
yürüyüşle yürünebileceğini ifade eden, "Resûlullah (s.a.)'in, (Veda
Haccı'nda) Mekke'ye geldiği zaman ilk tavaf ettiğinde Hacer-i Esved'i
selâmladığını, yedi şavttan ilk üçünde biraz hızlıca yürüdüğünü gördüm"[328]
anlamındaki hadise aykırı ise de Hafız İbn Hâcer'in beyânına göre,
"konumuzu teşkil eden ve Rasûl-i Ekrem'in ve ashabının Rükn-i Yemânî ile
Hacer-i Esved arasında remel yapmadıklarını ifade eden Ebû Dâvud hadisi
"kaza umresi" ile ilgilidir. Buhârî'nin rivayet ettiği ve Rasül-i
Ekrem'in tavafın ilk üç turunda, tur boyunca yani Hacer-i Esved'den başlayıp
yine Hacer-i Esved'e gelinceye kadar aralıksız remel yaptığını ifâde eden İbn
Ömer hadisi ise, Veda Haccı'yla ilgilidir. Binaenaleyh Rasûl-i Ekrem'in Veda
Haccı'ndaki bu uygulaması kaza umresindeki ilk uygulamasını neshedip
başlıbaşına bir sünnet olarak kalmıştır."
Biz de İbn Hâcer'in bu
beyânım esas alarak bu hadisenin kaza umresinde geçtiğine tercümemizde
parantez içerisinde işaret ettik.
4. Müşriklerin
müslümanlar aleyhine yaptıkları propagandayı Allah'ın Resulüne bildirmiş
olması Resul-i Ekrem Efendimiz için bir mu'cizedir.
5. Başkanlık
mevkiinde bulunan bir kimsenin idaresi altında bulunan kimselere merhametli
davranması gerekir.[329]
1887.
...Eşlem (r.a.)'den; demiştir ki: Ömer b. el-Hattâb'ı (şöyle) derken işittim:
"Allah teâlâ İslâm'ı (sağlam temeller üzerine) yerleştirdiği, küfrü ve
küfür ehlini de (aramızdan) yok ettiği halde, bugün remel yapmakta ve
omuzbaşmı açmakta ne fayda var? Bununla beraber biz Resûlullah (s.a.) zamanında
yaptığımız (remel ve ıztıbâ-dan) hiçbir şeyi terk etme(meli)yiz."[330]
Bu hadisin Buharî'deki
metni şu anlamdadır: "Biz neden bu
remele devam ediyoruz? (Vaktiyle) biz müşriklere (kuvvetli) görünmek isterdik.
Halbuki Cenab-ı Hak onları mahv-ü helak etmiştir." Bundan sonra Hz. Ömer
sözlerine şöyle devam etti: "Remel, Peygamber (s.a.)'in yaptığı bir iştir.
Biz Peygamber'in bu sünnetini terk etmeyi sevmeyiz."[331]
Bütün bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki Hz. Ömer, bir zamanlar, remelin bir sebeb neticesinde meşru
kılındığını ve bu sebebin ortadan kalkmasıyla remelin de terk edilebileceği
neticesine varmanın doğru olup olmadığı meselesi, üzerinde uzun uzun durmuş ve
sonunda, remelin meşru kılınmasında düşmana kuvvet gösterisinde bulunmanın dışında,
başka hikmet ve maslahatların da bulunabileceğini hesab ederek, "Remel,
Hz. Peygamberin işlediği bir sünnettir. Biz Peygamber'in bu sünnetim terk
etmeyi sevmeyiz," diyerek bu konudaki en son vardığı hükmü ifâde
etmiştir.[332]
1. Bazan Resûlullah
(s.a.) bilinen bir hikmet ve maslahat gereği bir fiili işlemeyi ümmeti için sünnet
kılar daha sonra bu hikmet ve maslahat ortadan kalkınca bu fiilin işlenmesi
yine sünnet olarak kalır. Çünkü o fiilin işlenmesinde bilinmeyen daha nice
hikmet ve maslahatlar olabilir. Süfyan es-Sevrî'ye göre remel sünneti
müekkededir. Terk edene kurban kesmek gerekir. Ulemânın pek çoğuna göre ise,
remeli terk eden kimse için hiçbir ceza yoktur.
2. Sahâbe-i
kiram Resûl-i Ekrem'in sünnetine son derece bağlı idiler. Her sünnette pek çok
hikmet ve maslahat bulunduğunu çok iyi kavramışlardı.
3. Remel,
tavafın sünnetler indendir.[333]
1888. ...Âişe (r.anhâ) demiştir ki: Resûlullah
(s.a.); "Beyt'i tavaf etmek ve Safa ile Merve arasında sa'y etmek ve
Cemreleri atmak ancak Allah'ı zikretmek için meşru kılınmıştır" buyurdu.[334]
Aslında her ibâdet Allah'ı zikretmek için meşru kılınmıştır.Beyt'i
tavaf etmek Safa ile Merve arasına sa'y etmek ve cemreleri atmak da her ne
kadar görünüşte bir ibâdet gibi değilse de aslında bu fiiller de cereyan
ettikleri yerleri takdis ve ta'zim maksadıyla değil, ancak Allah teâlâ ve
takaddes hazretlerini zikretmek için, onun zikrini devam ettirmek için meşru
kılınmışlardır. Binaenaleyh bu ibâdetleri yapmakta olan bir hacı adayı
etrafında bulunan taş ve topraklarla meşgul olmak yerine bizzat buraları
ziyareti emreden Allahı zikir ile ve ona kullukla me'mur olduğunun şuur ve
idrâki içinde bulunmalı ve bir an dahi Allah’tan gafil kalmamalıdır.[335]
1889. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) (kaza umresinde
Beyt'i tavaf ederken) ıztıbâ' yaptı, (Hacer-i Esved'i) selâmladı ve tekbir
getirdi. Sonra (ilk) üç turda Rükn-i Yemânî'ye vardıkları zaman (ashabıyla
birlikte) remel yaptı. Kureyşin gözlerinden kayboldukları zaman âdi yürüyüşle
yürüdüler. Sonra (tekrar) onların karşısına çıktıkları zaman remel yaptılar (Bunu
gören) Kureyş (müşrikleri), bunlar ceylan yavrusu gibiler, demeye
başladılar.
İbn Abbâs (r.a.) dedi
ki:
(Tavafın ilk üç turunda
remel yapmak o günden itibaren) sünnet oldu.[336]
Bir hacı adayı
Mekke'ye varınca önce telbiye getirerek Şeybe kapısına gelip oradan Mescid-i
Haram'a girmelidir. Mekke'ye girerken de şu duayı okumalıdır:
Yani: "Allah'ım
burası Senin Harem'in ve Senin güvenli kıldığın emin beldendin*. Sen; "Kim
oraya girerse emniyettedir" diye buyurdun ve esasen senin (her) buyruğun
haktır. O halde ey Allah'ım, etimi ve kanımı ateşte yakma, kullarını
dirilteceğin gün beni azabından koru!"
Mümkünse Mescid'e yalınayak
girer ve girerken de şu duayı okur:
Yani: "Allah'ın
adıyla ve Allah Rasûlü'nün dini üzerine (giriyorum). Beni Beyt-i Harâm'ına
kavuşturan Allah'a hamd ederim. Allah'ım, bana rahmet ve mağfiretinin
kapılarını aç ve o kapılardan girmeyi nasip eyle! Sana isyana götüren kapılan
da yüzüme kapat ve bu kapılarda(n girip) amel etmekten uzak tut!"
Mescidi görünce de;
"Allahu Ekber,
Allahu Ekber, Allah'ım
Selâm (her türlü eksiklikten münezzeh olan) sensin. Esenlik de
sendendir.
Rabbimiz Sen bizi (kendi
katından) selâm ile şereflendir, bizleri Esenlik Yurdu olan Cennete koy.
Allah'ım, şu Beyt'inin şerefini, heybet ve azametini artır; ey Hannân ve
Mennân olan Rabbim, hatalarımı bağışla!"
diye tekbir ve
tehlîlde bulunur, bu müstehabdir. Atâ'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber
(s.a.) Beyt-i Şerife her varışında;Yani, "Borçtan, fakirlikten, sıkıntı ve
kederden birde kabir azabından bu Beytin Rabbine sığınırım."[337]
Diye dua edermiş.
Bu konuda
"el-Cevheretun Neyyire" isimli eserde de şöyle deniyor: "Beyt'i
Şerifi görünce; diyeokumak müstehabdır.Sonra
kapıdan Hacer-i Esved'e doğru yürürken; diyerek tekbir ve tehlil getirir ve
ellerinin içini Hacer-i Esved'e doğru kaldırarak onu selâmlar."[338]
Gerek tavafa başlarken ve gerek tavaf esnasında Hacer-i Es-ved'in önüne
geldikçe ona istikbal edilir, namazda durur gibi tekbir ve tehlil ile bu
mübarek taşa eller kaldırılıp sürülür ve mümkün ise, öpülür. Bunlar mümkün
olmayınca karşıdan el sürme işareti yapılır. Buna "istilâ =
selamlamak" denilmektedir. Hacer-i Esved'e böyle el koymak Hak teâlâ
Hazretleriyle ibâdet ve taat hususunda ahidleşmenin ve bu ahde vefa edileceğinin
bir remzi demektir.[339]
1. Tavafta
İ2tıbâ' Yapmak meşrudur.
2. Hacer-ı
Esved ı öperek selamlamak ve karşısında tekbir getirmek meşrudur.
3. Tavafın
ilk üç turunda Kabe-i Muazzamanın kuzey cebhesinin köşelerini teşkil eden
Yemanî rükünlerin dışında kalan kısımlarında remel yapmak sünnettir. 1886
numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi Veda Haccı'nda bu durum
neshedilerek tevâfın ilk üç turunda Kabe-i Muazzam'nın bütün kısımlarında remel
yapmak sünnet olmuştur.[340]
1890. ...İbn
Abbâs'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) ve ashabı Ci'râne'de umreye
niyyet etmişler, Beyt'i (tavaf ederlerken ilk) üç turda remel yapmışlar,
dördünde de âdi yürüyüşle yürümüşlerdir.[341]
1891.
...Nâfi'den rivayet olunduğuna göre İbn Ömer (r,a.) Ha-cer(-i Esved) den
(başlayıp yine) Hecer(-i Esved)'e kadar remel yapmış ve Resûlullah (s.a.)'in de
böyle yaptığını söylemiştir.[342]
Daha önce de ifâde
ettiğimiz gibi her ne kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz ve ashabı kaza umresinde
tavafın ilk üç turunda sadece Kabe'nin kuzeyinde bulunan müşriklerin gözlerine
çarpan kısımlarda remel yapıp müşriklerin gözlerine çarpmayan Yemanî rükünlerde
âdi yürüyüşle yürümüşlerse de konumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte de ifâde
edildiği gibi Resul-i Ekrem ve ashabı Veda haccında haccın ilk üç turunda
Kâbe-i Muazzama'nın bütün kısımlarında remel yapmışlardır. O günden itibaren
bu şekilde remel yapmak sünnet olarak kalmıştır ve daha önceki uygulama
neshedilmiştir.[343]
1892.
...Abdullah b. es-Sâib'den; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'i iki rükün
arasında; "Ey Rabbimiz bize dünyada da âhirette de iyilik ver ve bizi
cehennem azzâbından koru"[344]
diye dua ederken işittim.[345]
Resûl-i Ekrem'in
arkalarında dua ettiği iki rükünden maksat, Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacerîdir.
Dua içerisinde geçen "Dünyadaki iyilik"den maksat, insanın tab-i
selimine, zevk-i selimine uygun düşen ve insanın âhiret amellerini işlemesine
vesile olan hayırlardır. Sâliha kadın da bu hayırlardan birisidir.
"Âhiretteki iyilik"den maksat ise, hesaba çekilmeden ve azaba
uğramadan cennete girmek ve Cemalullahı müşahede etmektir.
Bu hadisten
anlaşılıyor ki Resûl-i Ekrem (s.a.) tavaf esnasında Rükn-i Yemanî ile Rükn-i
Hacerî arasında dua etmiştir. Bu bakımdan ümmetinin de Resül-i Ekrem'in yaptığı
gibi dünya ve âhiret nimetleriyle ilgili dualarda bulunması müstehabtır.
Ulemanın büyük çoğunluğuna göre bu iki rükün arasında dua etmek sünnettir.
Fakat terkinden dolayı bir ceza gerekmez. Hasan el-Başrî ile Süfyan
es-Sevrî'ye ve Maliki ulemâsından el-Mâcişûn'a göre ise, bu sünnetin terkinden
dolayı kurban lâzımdır.[346]
1893. ...îbn
Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a. Mekke'ye) ilk
geldiğinde hac ve umre için tavaf ederken Beyt'i üç defa hızlıca dolaşır* sonra
dört defa normal yürür daha sonra da iki rekât namaz kılarmış.[347]
Burada kastedilen
tavaftan maksat, Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında yaptığı kudüm tavafı ile Cırane
umresinin dışında kalan umrelerdir. Ci'râne umresinin kastedilmiş olması mümkün
değildir. Çünkü İbn Ömer (r.a.) Ci'râne umresinde bulunmamıştı. Geriye Kaza
Umresiyle Veda Haccındaki umresi kalır. Ancak Veda Haccında müstakil bir umre
yapıp yapmadığı meselesi ulemâ arasında ihtilaflıdır. Müslim ve Nesâî'nin
rivayetinde bu hadisin sonunda, "Arkasından Safa ile Merve arasında sa'y
yaparmış" ilâvesi vardır.[348]
1. Kudüm ve
umre tavaflarında remel yapmak ve tavaftan sonra iki rekat namaz kılmak meşrudur.
Bilindiği gibi bu namaz, İmam Mâlik ile Hanbelî ulemâsına ve Dâvûd-i Zâhirî'ye
göre sünnet, Hanefî ulemasıyla İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre vâcibdir. Çünkü
Allah teâlâ Kur'an-ı Kerîminde; "Siz de İbrahim'in makamından bir namaz
yeri edinin"[349]
buyurmuştur.
Şafiî ulemâsının
meşhur olan görüşüne göre de bu namaz sünnettir.[350]
1894.
...Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'ın merfu olarak rivayet ettiğine göre Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Geceden veya
gündüzden dilediği saatte şu Beyt'i tavaf edecek veya namaz kılacak olan bir
kimseye engel olmayınız."
(Bu hadisi Ebû Davud'a
ulaştıran ikinci râvi) Fazl (da şöyle) rivayet etti: Resûlullah (s.a.);
"Ey Abdu Menâf
oğulları! Hiç bir kimseyi (dilediği saatte tavaf etmekten ve namaz kılmaktan)
menetnıeyiniz."[351]
Bu hadis Ebû Dâvûda iki
ayrı râvî tarafından ulaştırılmıştır.Bunlardan
biri İbnü's-Serh; diğeri
ise, FazI'dır. Fazİ'ın
rivâyetindeki: "Ey Abdu Menâf oğullan" hitabından anlaşılıyor ki,
Resûl-i Ekrem'in bu,hitabı, Abdu Menâf oğullarına yöneltilmiştir. Tirmizî'nin
rivayetinde de bu hitab "Ey Abdü Menâf oğulları! Gecenin veya gündüzün
dilediği saatinde bu Beyt'i tavaf edene ve namaz kılana engel olmayınız"
şeklinde yine Abdu Menâf oğullarına yöneltilmiştir.[352]
1. Namaz
kılmanın mekruh olduğu vakitlerde Beyt-ı Şerifi tavaf etmek caizdir.Bunda
ittifak vardır.
2. Tavaf
namazı her vakitte kılınabilir. Şafiî ulemasıyla îmam Ahmed bu görüştedirler.
Delilleri ise, bu hadisle birlikte Mücâhid'in Ebû Zer (r.a.)'den rivayet ettiği
"Sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar namaz kılınamaz,
ikindi namazından sonra da güneş batıncaya kadar namaz kılınamaz. Ancak Mekke
müstesnadır. Mekke müstesnadır. Mekke müstesnadır"[353]
anlamındaki hadis-i şeriftir. Fakat bu hadis-i şerifin senedinde Abdullah b.
Müemmel isimli zayıf bir râvi bulunmaktadır. Fakat İbrahim b. Tahmân bu râviye
uyarak aynı hadisi bunu şeyhi Humeyd'-den rivayet etmiştir.
Beyhâkfnin beyânına
göre buradaki namazdan maksadın tavaf namazı olma ihtimâli kuvvetlidir. Çünkü
bu konudaki hadisler bunu göstermektedir. Fakat bununla beraber diğer
namazların kastedilmiş olması ihtimâli de vardır. İmam Ahmed'in meşhur olan
görüşüne göre burada kast edilen namaz tavaf namazıdır. Binaenaleyh tavaf namazı
için keharet vakti söz konusu değildir. İmam Şafiî de bu görüştedir.
Hanefî ulemasına ve
İmam Mâlik'e göre ise, bu konuda Mekke'nin diğer beldelerden farkı yoktur.
Binaenaleyh Mekke'de ikindi ve sabah namazlarından sonra namaz kılmanın mekruh
olduğunu ifâde eden hadislerin[354]
kapsamı içine girer. İmam Mâlik'le Hanefî ulemâsı sözü geçen vakitlerde namaz
kılmayı yasaklayan hadis-i şerifleri bu vakitlerde namaz kılmaya cevaz veren
hadislere tercih etmişlerdir. Tirmizî konumuzu teşkil eden hadisler ile ilgili
düşüncelerini şöyle dile getiriyor: "Cübeyr b. Mut'-im'in hadisi
hasen-sahihdir. Abdullah b. Ebî Necîh de bu hadisi Abdullah b. Bâbâh'dan
rivayet etmiştir. İlim adamları ikindiden sonra ve sabah namazından sonra
Mekke'de namaz kılınması hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları,
"ikindiden sonra ve sabah'tan sonra namaz kılmakta ve tavaf etmekte beis
yoktur" dediler. Şafiî, Ahmed ve İshak'ın kavli budur. Bu görüşlerinin
isabetli olduğuna da mevzumuzu teşkil eden hadisi delil olarak
göstermektedirler. Kimi de ikindiden sonra tavaf ederse, güneş batıncaya kadar
namaz kılamaz. Sabah namazından sonra tavaf ederse, güneş doğuncaya kadar namaz
kılamaz, diyor. (Bunlar) Hz. Ömer'in hadisiyle istidlal etmektedirler. Şöyle
ki: Ömer (r.a.) sabah namazından sonra tavaf etti de namaz kılmadan Mekke'den
çıktı ve Zü Tuvâ'ya inince güneş doğduktan sonra namaz kıldı. Süfyân es-Sevri
ve Mâlik b. Enes'in görüşü de budur."[355]
Merhum M. Zihnî Efendi
güneş doğarken, tepedeyken ve batarken tavaf namazı kılmanın sahih olmayacağı
gibi şafak ile güneşin doğması arasında ve ikindi namazı ile güneşin sararması
arasında da bu namazı kılmanın mekruh olduğunu şu cümlelerle ifâde etmiştir:
"İkinci nevi olan kerahet vakitlerinde, yukarıda geçen altı namazın
kılınmasında kerahet yoktur. Ancak bunlardan yalnız nafile namaz ile vâcib
ligayrihî (sehv secdesi, tavaf namazı, bozulan nafilenin kazası ve nezir
namazı) kısmı müstesnadır. Bunlar kerahetle sahih olur ve fakat bunun da sehv
secdesinden başkası yarıda kesilerek mekruh olmayan bir vakitte
kazası-gerekir."[356]
1895.
...Ebü'z-Zubeyr dedi ki: Câbir b. Abdullah’ı, "Peygamber (s.a.) ve
ashabı, Safa ile Merve arasında ilk (yaptıkları) sa'ydan başka bir sa'y yapmadı(lar)"
derken işittim.[357]
Bilindiği gibi hem
haccı hem de umereyi bir ihramla yapmaya "Hacc-ı Kıran" denir.
Ulemâdan bazılarına göre umre için ihrama girdikten sonra umre tavafının dört
turunu tamamlama-dan'önce hac için de ihrama niyetlenen kişi kıran haccına
niyetlenmiş sayılacağı gibi sadece hacca niyetlendiği halde kudüm tavafının
henüz birinci turunu tamamlamadan umreye de niyet eden kimse, kıran haccına
niyet etmiş sayılır. Ebû Davud'un bu hadisi burada nakletmekten maksadı;
"Kıran haccına niyet eden bir kimsenin umre tavafının veya hac tavafının
sonunda yapacağı sa'y yeterli midir, yoksa hem umre tavafının hem de hac
tavafının sonunda sa'y yapması gerekli midir?" konusunu aydınlatmaktır.
Bu hadisin ifâdesinden
anlaşıldığına göre Resûl-İ Ekrem ve ashabı Veda Haccmda bir sa'y yapmakla
yetinmişlerdir. Resul'i Ekrem'in ve ashabının Veda Haccında hacc-ı ifrâd
yaptığını kabul eden Mâlikî ve Şâfiîlere göre, bu sa'y kudüm tavafından sonra
yapılmıştır. Hadis-i şerîf bu şekilde açıklanacka olursa, o zaman bu hadisin
bab başlığıyla bir alâkası kalmaz. Başlıkta kıran haccı yapan kimsenin sa'y'i
söz konusu ediliyor. Resul-i Ekrem'in Veda Haccında kıran haccına niyet ettiği
kabul edilirse, bu hadisin başlıkla alâkası sağlanmış olur ki o zaman bu
hadis, "kıran haccında sadece bir sa'y yapılır" diyen Şafiî
ulemâsının bu görüşünü destekler. Musannif kendisi bu görüşte olduğu için bab
başlığına bu ismi uygun görmüştür. "Kıran haccında hem umretavâfınınhem
de hac tavafının sonunda sa'y yapılır" diyen Hanefî ulemâsına göre, bu
hadisin mânâsı "Veda Haccında Resul-i Ekrem ve ashabı hac tavafından
.sonra yapılacak olan sa'yı, kudüm tavafından sonra yaptılar ve bu sa'yi hac
tavafından sonra tekrar yapmaya Iüzûm görmediler," demektir. Esasen hac
tavafı için birden fazla sa'y yapılamayacağı tüm ulemâ tarafından ittifakla
kabul edilmektedir.
Netice olarak, Hanefî
ulemâsına göre, Resul-i Ekrem Veda Haccında hac tavafı için bir kerre sa'y
yapmıştır. Metinde "ilk sa'y" tabiri geçtiğine göre, hac tavafından
sonra yapılacak olan sa'yın öne alınarak kudüm tavafından sonra yapıldığı
anlaşılıyor. Bilindiği gibi hac tavafından sonra yapılan sa'yın öne alınarak
kudüm tavafından sonra yapılması da caizdir. Kendisinden sonra bir sa'y bulunan
umre tavafının 'da kudüm tavafından önce. yapıldığı düşünülürse bu şekilde Hanefîlerin
dediği gibi Veda Haccında Resul-i Ekremle birlikte hacc-ı kıran yapan kimseler
için biri umre için biri de hac için olmak üzere iki sa'y yapıldığı ortaya
çıkar. Ve metindeki "ilk (yaptıkları) sa'ydan başka sa'y yapmadılar"
sözünün mânâsı anlaşılmış olur. Hz. Peygamberin Veda Haccmda hangi haccı
yaptığı mevzuunda mezheb imamlarının görüşü 1777 numaralı hadisin şerhinde
açıklanmıştır.[358]
1896.
...Âişe (r.anM)'dan rivayet olunduğuna göre, Veda Haccında Resulullah
(s.a.)'ın yanında bulunan ashabı, (Akabe'deki) cemreye (taş) atıncaya kadar
(gerek hac gerekse umre için) tavaf etmezlerdi.[359]
Bilindiği gibi Minâ'da
birbirine birer ok atımı uzaklıkta üç
taş kümesi (Cemre) vardır. Bunlara:
a. Akabe
Cemresi (Cemretu'l-Akabe),
b. Orta
Cemre (el-Cemrtfu'l-vustâ),
c. Küçük
Cemre (el-Cemretu'1-ulâ)
Metinde geçen
"cemreye (taş) atıncaya kadar" sözüyle "Akabe cemresine taş
atıncaya kadar" denilmek istenmiştir.
Bu hadis-i şerifin
zahirinden Veda Haccında Resûl-i Ekrem ile yanında bulunan ashabının birinci
bayram günü Akabe cemresine taşları atıncaya kadar ziyaret tavafını
yapmadıkları ifâde ediliyor.
Bilindiği gibi yedi
çeşit tavaf vardır:
a. Kudüm
tavafı: Mekke'ye geliş tavafı demektir. İfrâd veya kıran haccı yapan afakîlerin
ilk defa yapacakları tavaftır. Temettü' haccı yapacak olanlar ile mîkât
sınırları içinde bulunanlar kudüm tavafı yapmazlar.
b. Ziyaret
tavafı: Buna "İfâza" tavafı da denir. Hacda farz olan tavaf budur.
Arafat vakfesinden sonra yapılır.
c. Veda
tavafı: "Sader tavafı"da denilir. Mîkat sınırları dışından gelen
hacıların hacdan-sonra Mekke'den ayrılırken yaptıkları tavaftır.
d. Umre
tavafı: Sadece umre yapmak üzere Mekke'ye gelenler ile temettü veya kıran
haccı yapanların Mekke'ye geldiklerinde ilk yapacakları tavaftır. Bu tavaftan
sonra umrenin sa'yi yapılacağından bu tavafta iztıbâ ve remel de yapılır.
e. Nezir
tavafı: Her hangi bir sebeble tavaf etmeyi adayan kimsenin bu tavafı yapması
vâcib olur.
f. Tehiyyetü'l-Mescid
tavafı: Tahiyyetü'l-Mescid namazı yerine, Mescid-i Haram'a her namaza gidişinde
hurmeten ve mescidi selâmlamak için yapılan nafile bir tavaftır.
g. Nafile
lavaf: Mekke'de bulunulan süre içerisinde hacla ilgili olarak yapılması gereken
tavaflar dışında fırsat buldukça ve arzu ettikçe yapılan tavaflardır.
Metinde sözkonusu
edilen tavaflardan maksadın hangi tavaf olduğu lemâ arasında ihtilaflıdır.
Esasen bu hadis-i şerif Veda Haccında Resul-i Ekrem'in yanında bulunan J4z-
Âişe ve diğer sahâbîlerin bu konudaki rivayetlerine aykırıdır. Çünkü sözü
geçen rivayetlerde "Resul-i Ekrem (s.a.)'in Mekke'ye girer girmez Beyt'i
tavaf edip Safa ile Merve arasında sa'y yaptığı beraberinde bulunan ashabdan
yanında kurbanlık bulunanların hem Beyt'i tavaf ettikleri, hem de Safa ile
Merve arasında sa'y yaptıkları fakat ihramdan çıkmadıkları; yanında kurbanlık
bulunmayanlarınsa, aynı şekilde hem Beyt'i tavaf ettikleri hem de Safa ile
Merve arasında koştukları ve ihramdan çıktıkları" ifâde ediliyor.[360]
Öyleyse konumuzu
teşkil eden bu hadisi te'vil etmek ve bu konudaki diğer rivayetlerle arasını
uzlaştırmak gerekir. Bu te'vil şu şekillerde yapılabilir.
a. Veda
Haccında Resul-i Ekrem'in yanında bulunan ve yanlarında kurbanlık bulunmayan
sahâbîler Akabe Cemresine taşlan atıncaya kadar ziyaret tavafını yapmadılar.
b. Veda
tavafında Resul-i Ekrem'in yanında bulunan ve yanlarında kurbanlık bulunan
ashab-ı kiram, Akabe Cemresine taşları atıncaya kadar ihramdan çıkmamak
maksadıyla tavaf yapmadılar. Ancak Akabe Cemresini taşladıktan sonra ifaza
(ziyaret) tavafını yapıp ihramdan çıktılar.
c. Veda
tavafında Resûl-i Ekrem'in yanında blunan ashâb-ı kiramın hiçbirisinin yanında
kurbanlık yoktu. Hacc-i kıran yaptılar ve ihramdan Akabe Cemresini taşjayıncaya
kadar çıkmamak amacıyla herhangi bir tavaf yapmadılar veya Akabe Cemresini
taşlaymcaya kadar ziyaret (ifaza) tavafım yapmadılar.
d. Buradaki
tavafın "sa'y" anlamında kullanılmış olması da mümkündür. Bu ihtimâl
yanlarında kurbanlık bulunmayan sahâbîler için söz konusudur. Çünkü onların
hacdan önceki yaptıkları sa'y umre sa'yidir. Hacla ilgili sa'ylerini ise, Akabe
Cemresini taşladıktan sonra yapmışlardır. Dördüncü ihtimâle göre, sözü geçen
uygulamada bulunanlar temettü haccı yapan ashâb-ı kirâmdır.[361]
1897.
...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) kendisine;
"Haccın ve umren
için Beyt'i (bir kere) tavaf etmen, (bir kere de) Safa ile Merve arasında
koşman sana yeter" buyurmuştur.
Şafiî (r.a.) dedi ki;
(Bu hadisi) Süfyan (bir kere) A tâ vasıtasıyla Hz. Âişe'den; bir (kene de Hz.
Âişe'yi atlayarak) Ata vasıtasıyla (doğrudan doğruya) "Peygamber (s.a.)
Âişe (r.anha)'ya buyurdu ki" (şeklinde mürsel olarak Hz. Peygamberden)
rivayet etti.[362]
"Haccm ve umren
için Beyt'i (bir kerre) tavaf etmen (bir
kerre de) Safa île Merve arasında sa'y etmen sana yeter" sözünün
anlamı üzerinde ulemâ ihtilâf etmişlerdir.
Şafiî ulemasına göre,
Resul-i Ekrem bu sözü Hz. Âişe'ye söylemekle, "Hac niyyetini umre niyyeti
üzerine bina et, bu suretle umren ile ilgili fiiller hac menâsiki içerisine
girsin ve neticede hac menâsikini işlemekle onun zımmında umre fiillerini de
işlemiş olacağından Hac-ı Kıran yapmış sayılırsın" demektir. Bilindiği
gibi Resul-i Ekrem (s.a.) bu sözü Veda Haccı yolculuğunda Serîf denilen yerde
hayızlanan Hz. Âişe annemizin şikâyeti üzerine söylemiştir.[363]
Hanefi ulemâsına göre Hz. Âişe hayızlamp da tavaf ve sa'y yapamaymca durumunu
Resul-i Ekrem'e arz etmiş. Efendimiz de O'na "Saçlarını çöz ve tara, hac
için ihrama gir, umreyi bırak" buyurmuştur.[364] Bu
sözün mânâsı, "Sen umreyi bırak sadece hac yap, aslında daha önce umre
yapmaya da niyetlenmiş olduğun için hac yapmakla, hem hac hem de umre sevabı
alacaksın" demektir. Bu sözün Şâfiîlerin dediği gibi hac fiilleri içinde
gizlenmiş olan umrenin terkediîmesi için söylenmiş olması düşünülemez. Çünkü
zahirde olmayan bir şeyin terkini emretmeye lüzum yoktur. Şâfîilerin
iddialarının doğruluğu kabul edilirse, O zaman Hz. Âişe'nin hacc-ı kıran değil,
hacc-ı ifrad yapmış olması gerekir ki, bunu kendileride kabul etmezler.
Yahut da Hz. Peygamber
Hz. Âişe'ye, "Haccın ve umren için Beyt'i (bir kerre) tavaf etmen (bir
kerre de) Safa ile Merve arasında koşman sana yeter," dediği zaman, Hz.
Âişe'nin daha önce bir tavaf ile bir sa'y yaptığını zannediyordu. Bir tavaf ile
bir sa'y daha yapmasını emretmekle hacc-ı kıran için gerekli olan iki tavaf ile
iki sa'yi tamamlayacağını hesab ediyordu. Gerçekten Resûlullah (s.a.)'ijı Hasbe
gecesinde Hz. Âişe'ye hitaben; "sen Mekke'ye geldiğimiz gecelerde tavaf etmedin
miydi?" diye - sorması[365] da
Resûl-i Ekrem'in Mekke'ye ilk geldikleri gecelerde Hz. Âişe'nin bir tavaf ile
bir sa'y yaptığı kanaatinde olduğunu gösterir. Hanefî-lerin bu konuda kendi
görüşlerini isbat için daha başka te'villeri varsa da biz bunlardan sadece
ikisini nakletmekle yetindik. Diğer te'vil şekillerini de görmek isteyenler,
"Bezlu'l-mechûd" isimli eserin 9. cildinin 161-162, sahifelerine
bakabilirler.
Metnin sonuna ilâve
edilen İmam Şafiî Hazretlerinin sözü kısaca şu manaya gelmektedir: Süfyân
es-Sevrî bu hadisi bir defa merfu olarak, bir defa da mürsel olarak Atâ'dan
rivayet etmiştir.
Bilindiği gibi İmam
Şafiî, Şafiî mezhebinin imamıdır. Nesebi Abdu Menaf'ta Resul-i Ekrem
Efendimizin nesebiyle birleşir. Annesi Fatıma bint Abdillah b. el-Hasen b.
el-Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib vasıtasıyla da Ab-dulmuttalib'de yine Peygamber
Efendimizin nesebiyle birleşmektedir.
İbn Abdilhakem'in
beyânına göre annesi Hz. İmama gebe kaldığı zaman rüyasında kendisinden
müşteri yıldızı gibi bir yıldızın çıkıp önce" Mısır'a indiğini sonra bu
ışıktan çıkan huzmelerin bütün cihana yayıldığını görmüş. Bu rüyayı işiten
tâbirciler Hz. Fatıma'nın büyük bir âlim namzedi dünyaya getireceğini ve onun
ilminin önce Mısır'da yayılacağını oradan da bütün cihana yayılacağını söylemişlerdir.
Ebû Naim Abdulmelik b.
Muhammed'e göre, "Kureyş'ten gelecek' olan bir âlim yeryüzünü ilimle
dolduracaktır"[366]
mealindeki hadis-i şerif İmam Şafiî hazretleri hakkında vârid olmuştur.
ez-Zeynü'1-Irakî'ye göre bu hadisin bir şahidi Ebu Dâvûd et-Tayâlisî tarafından
rivayet edilmiştir.[367]
Ayrıca bu hadisi Bezzâr da rivayet etmiş ve onun hakkında
"hasen-sahih", demiştir.
es-Şeyh Takiyüddin
es-Sübkî'nin et-Tabakâtü'1-Kübrâ'sındaki beyânına göre, Ebû Nuaym'ıh ve daha
başkalarının rivayet ettiği bu hadisin sıhhatinde ittifak vardır ve "Allah
teâlâ her yüz yılın başında bu ümmete mahsus olmak üzere bu dinin aslını ortaya
çıkaracak bir müceddid gönderir."[368]
anlamına gelen hadis-i şerif de İmam Şafiî'nin durumuna uygun görülmüştür. İmam
Ahmed'in rivayetinde bu hadis: "Allah teâlâ her yüzyılın başında bu
ümmetin dinini hey el-i asliyesi üzere tanıtmak üzere Ehl-i Beytimden bir adam
gönderir" şeklindedir. Birinci yüzyılın başında ehl-i Beyt'ten müceddid
olarak Ömr b. Abdülaziz, ikinci yüzyılın başında da yine Ehl-i Beyt'ten İmam
Şafiî gönderilmiştir. İmam Ahmed de kendisine bir mesele sorulduğu zaman bu
mesele ile ilgili bir delil bulamayacak olursa İmam Şafiî'nin bu konudaki
görüşüne müracaat ettiğini söylemiştir."[369]
Bu konuda arif-i
billah İmam Şârânî de şunları söylüyor: İmam-i Şafiî daha çocukluk devresinde
iken ilim meclislerinde oturmaya meraklıydı. Daima ilim meclislerini tâkib eder
duyduklarını kağıt almaya imkânı olmadığından kemik üzerine yazardı. Yazdığı
kemikleri de belirli bir yere yığardı.
İlmini Mekke'de Müslim
b. Halidü'z-Zencî'den tahsil etti. Sonra Mekke ile Medine arasında bir yere
gitti. Bu yerin adına "Şuûbü'1-Hîf" derlerdi. Orada bir müddet
kaldıktan sonra Medine'ye geldi. Medine'de İmam Mâlikin derslerine devam etti.
Muvatta' adlı eserini ezbere dinletti. İmam Mâlik onun bu kavrayışına hayran
oldu ve ş,öyle dedi: "Takva yolunu tut. İstikbâl sana çok şeyler
vâdediyor. Büyük bir şöhret ve sâna sahib olacaksın." İmam Şafiî o sırada
13 yaşındaydı.
Bundan sonra Yemen 'e
gitti. Yemene gitmesinin sebebiyse amcasının Yemen kadısı oluşuydu. Onun
yanında kalacaktı. Yemen'de bir hayli şöhret yaptı. Sonra Irak'a taşındı.
Burada ciddi bir şekilde kendisini ilmî çalışmalara verdi. Irak'ta bir çok
ilim adamıyla tanıştı. Bazılarıyla da münazaraya tutuştu. Muhammed b. Hasan
ilmî münazara yaptığı âlimler arasındadır.
Bundan sonra Mısır'a
geldi. Burada yeni yeni eserler vermeye başladı. Mısır'a geliş tarihi H. 199
yılı idi. Burada şöhreti zirveye ulaştı. Halk her yandan ona gelir derslerinde
bulunup onu dinlemek isterdi. Rebî' b. Süleyman buna dair bir müşahedesini
şöyle anlatıyor:
"İmam Şafiî'nin
evi civarında bazan yedi yüz kadar konuk görürdüm. Bunların hepsi onun
derslerinde hazır bulunup dinlemek için gelirdi. Fakat o bu kalabalığa
aldanmaz, şöyle derdi: "Benim mezhebim doğru ve sahih hadis-i şeriflerdir.
Kendime mâl edecek bir şeyim yok" Hiç bir şeyi kendine mal etmek istemez,
"İsterim ki bu ilmi halk benden duya, öğre-ne, bir harfini dahi bana mâl
etmeye, benden aldığını demeye." derdi.
Ebû Yahya Zekeriyya
el-Ensârî anlatıyor: "İmam Şafiî'nin yukarıda anlatılan cümledeki temenni
şeklinde izhar ettiği duası kabul oldu. Mezhebine ait hükümler sanki onun
değilmiş gibi anlatılır". "Rafü böyle dedi", "Nevevî şöyle
dedi" ve "Zerkeşî şöyle anlattı" şeklindedir. Böylece onun
mezhebi başkalarının görüşleriyle dile getirildi.[370]
1. Hacc-ı kıran yapan bir kimse hac ve umresı için
sadece bir taval ile bir tek sa y yapar. İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed ve İshâk
bu görüştedirler. Delilleri ise konumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir ki,
"Hac ve umre için ihrama giren bir kimseye ihramdan çıkıncaya kadar bir
tavaf ile bir sa'y yeter"[371]
anlamındaki hadis-i şeriftir.
Hanefî uleması ile
İmam Sevrî ve el-Hasen b. Salih'e göre ise, hacc-ı kıran yapan bir kimse için
birisi umre diğeri hac için olmak üzere iki tavaf iki de sa'y lâzım gelir. îbn
Mesûd ile Şa'bî ve en-Nehâî de bu görüştedir. Delilleri ise, Hz. Ali'den
rivayet edilen "Hac ve umre için ihrama girdiğin zaman o ikisi için iki
tavaf yap, iki kere de Safa ile Merve arasında sa'y yap"[372]
anlamındaki hadis-i şerif ile Ziyâd b. Mâlik'in Hz. Ali ile İbn Mes'ûd
(r.a.)'dan rivayet ettiği "Hacc-ı kıran yapacak olan bir kimse iki tavaf
iki de sa'y yapar"[373]
mealindeki hadistir.[374]
1898.
...Abdurrahman b. Safvân'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Mekke'yi
fethedince (kendi kendime); "elbisemi giyeceğim -evim de yol üzerinde idi-
Resûlullah (s.a.)'in nasıl hareket edeceğini göreceğim" dedim. Bunun
üzerine gittim. Peygamber (s.a.)'i yanaklarını Beyt'in (duvarları) üzerine
koyarak kapıdan Hatime kadar Beyt'i selamlamakta olan ashabıyla birlikte
Ka'be'den çıkarken gördüm. Resûlullah (s.a.) onların arasında bulunuyordu.[375]
Ka'be'nin kuzeybatı
duvarı (Rükn-i Irakî ile rükn-i Şamî arası)nın
karşısında zeminden bir
metre kadar yüksek yarım daire şeklinde bir duvar vardır
ki, buna "hatîm" denir. Bu duvar ile Beyt-i Şerif arasındaki boşluğa
"Hıcr" (Hıcr-i Ka'be, Hıcr-i İsmail veya Hazıra) denir.
Kabe'nin kuzey doğu
duvarında (Rükn-i Hacerî ile Rükn-i Irakî arasında) zeminden iki metre kadar
yükseklikte "Kabe Kapısı" Vardır. Bu duvarın Rükn-i Hacerî ile kapı
arasında kalan kısmına da Mültezem de-: nir. Hatîm'in "Hatîm" diye
isimlendirilmesi halkın burada yemini çok yapmasındandır. Burada yapılan dualar
makbuldür. Fakat kim burada yalan yere yemin ederse, Allah en kısa zamanda onun
cezasını verir. İbn Abbas'tan rivayet olunan bir hadis-i şerifte Peygamber
(s.a.)'in şöyle buyurduğu ifade ediliyor: Rükn(-i Hacer) ile makam(-ı İbrahim)
arası mülte-zemdir. Burada duâ eden hastalar şifâ bulur."[376]
Ancak bu hadisin senedinde rivayeti metruk olan Abbâd b. Kesîr vardır.
Mültezem "duâ yeri" anlamına gelen "el-Müddeâ" ismiyle de
anılır. Ashâb-i kiramın Kabe kapısı ile Hatîm'in sonu arasında kalan duvarları
öperken Resul-i Ekrem'in onların arasında bulunmuş olması, aynı fiile O'nun da
iştirak ettiği anlamına gelmez. Metinde Resûl-i Ekrem'in de bu fiile iştirak
edip etmediğine dair bir açıklık yoktur.
Bu hadisin bab başlığı
(terceme) ile ilgisi "Ashab-i Kiramın Kabe ka-pısıyla hatîmin sonu
arasında kalan duvarları istilâm etmeleri ve bu kısma yüzlerini sürmeleri caiz
olduğuna göre Hacer-i esved ile Kabe kapısı arasında kalan Mültezemi istilam
etmek ve bu kısma yüz sürmek de caiz olur." şeklindeki kıyas ile kurulacak
ilgiden ibarettir.[377]
1. Kabe'ye
girmek caizdir.İbn Abbas'tan rîvâyet edilen 'Kim Kabe'ye girerse, iyiliğin
içine girmiş kötülükten çıkmış olur. Kabe'den çıkan kimse, günâhları
affedilmiş olarak çıkar"[378]
anlamındaki hadis de bunu gösterir. Ancak bu hadis zayıftır.
Bununla beraber
Kabe'ye girmek hac fiillerinden bir fiil değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu
görüştedir. Çünkü İbn Abbâs (r.a.) ''Kabe'nin içine girmenizin baççınızla
hiçbir ilgisi yoktur." demiştir.
2. Teberrük
maksadıyla Kabe'nin duvarlarını istilâm etmek ve üzerlerine yüz sürmek
müstehabtır.[379]
1899.
...Şuayb (b. Muhammed)'den; demiştir ki: Abdullah (b. Amr b. el-As) ile
birlikte (Beyt'i) tavaf ettim. (Tavaf namazı kılmak için) Kabe'nin arkasına
geldiğimiz zaman;
(Burada Cehennem
ateşinden Allah'a) sığınmayacak mısın dedim. (Bunun üzerine Abdullah):
Atehten Allah'a
sığınırız, dedi. (Namazdan ) sonra gitti.Hacer(-i Esved)İ istilâm etti. Rükn(-i
Hacer) ile kapı arasında durarak göğsünü yüzünü, kollarım ve avuçlarını şu
şekilde (Mültezem üzerine) koydu ve onları iyice açtı sonra; "Ben
Resûlullah (s.a.)'i böyle yaparken
gördüm." dedi.[380]
"Rükn ile kapı arasında durarak göğsünü,
yüzünü, kol- larını ve avuçlarım şu şekilde koydu" ifâdesi Mültezem'i
istilâm etmenin meşru olduğuna delâlet eder. Çünkü bilindiği gibi Mültezem
Kâbe'-i Muazzama'nın kapısı ile Hacer-i Esved arasında kalan duvardır. Yine
metinde geçen "Kabe'nin arkasına geldiğimiz zaman" sözünden maksat,
"tavaf bittikten sonra tavaf namazı kılmak üzere Makam-ı İbrahim'in
arkasına geldiğimiz zaman" demektir. Bu ibare İbn Mâce'de; "Yedi
turu tamamladığımız zaman Kabe'nin gerisinde iki rekat namaz kıldık,"
anlamıma gelen lafızlarla rivayet edilmiştir. Biz tercümemizde parantez
içindeki kelimelerle bu manalara işaret ettik.[381]
1. Mültezem'e varınca
ağlayıp, yalvararak kollarının
birini kapı tarafına
diğerim de Hacer-ı esved tarafına gererek karnını ve
göğsünü Kabe'nin duvarına yapıştırmak ve yüzünü duvara sürmek, dünya ve âhiret
saadeti için duada bulunmak müstehabtır. Beyhakî'nin rivayetine göre okunması
müstehab olan dua şudur:
Manası: "Allah'ım
bu ev senin evindir. Bu kul senin kulundur, kulunun ve cariyenin oğludur. Beni,
yarattıklarından verdiğin bir vasıta ile taşıyarak buralara kadar getirdin,
ülkelerinde gezdirdin, nimetine kavuşturdun. Emrettiğin ibadetleri yapmama
yardım ettin. Ya Rabbi eğer benden razı isen, rızânı artır, eğer razı değilsen
şu mübarek evinden ayrılmadan önce benden razı ol, Seni ve senin evini başka
bir şeyle değiştirmeden senden ve senin evinden hiç yüz çevirmeden evime
dönmeyi bana nasibetmişsen buradan ayrılmadan bana rızanı lütfet. Allahım
vücûduma sağlık, dinime sağlamlık ver, sonumu güzel yap, yaşadığım sürece sana
ibâdet ve taatta bulunmayı nasibeyle. Bana dünya ve âhiret hayrını birlikte
ver, sen herşeyi yapabilensin"[382] Bu
duadan sonra mescitten çıkmak istiyorsa veda kapısından çıkılır.
2. Tavaftan
sonra Makam-i İbrahim'in arkasında iki rekât tavaf namazı kılmak meşrudur.
Hasan el-Basrî
(r.a.)'in Mekkeliler için hazırladığı özel bir risalede onbeş yerde duanın
kabul edildiği ifâde ediliyor:
1. Tavaf
ederken, 2. Mültezemde, 3. Altın oluğun altında, 4. Kabe'nin içinde 5. Zemzemin başında, 6. Safa tepesinde, 7. Merve tepesinde, 8. Sa'y
ederken, 9. Makam-ı İbrahim'in
arkasında, 10. Arafat'ta, 11. Müzdelife'de, 12.
Mina'da, 13-14-15. Üç cemrenin
yanında.[383]
1900.
...Abdullah b. es-Sâib'den rivayet edildiğine göre, kendisi (hayatının son
zamanlarında gözlerini kaybeden) İbn Abbas'a delîllik ederken İbn Abbas'i Hacer(-i
Esved) ile -onu kapıya doğru takib eden- Rükn(i Irakî) arasında bulunan üçüncü
kısımda oturtmuş. (Bunun üzerine İbn Abbâs O'na);
Sana Resulûllah
(s.a.)'in burada namaz kıldığı haber verildi mi? diye sormuş. (O da)
"evet" diye cevap vermiş. Bunun üzerine İbn Abbas kalkıp namaza
durmuş.[384]
Ka'be-i muazzama'nın
doğu cephesi üç
kısma ayrılır: Bunlar Hicr-i
İsmail ile kapı arasında kalan birinci kıs-
mı, kapının bulunduğu
yer ikinci kısmı, kapı ile Hacer-i Esved arasında kalan yer de üçüncü kısmı
teşkil eder. Burası Mültezemdir. Hz. İbn Abbâs hayatının son zamanlarında
gözlerini kaybedince Beyt'i tavaf esnasında Abdullah b. es-Sâib O'na rehberlik
etmiştir. Abdullah b. es-Sâib namaz kılmak maksadıyla Hz. İbn Abbâs'ı
Mültezemde oturtunca, Hz. İbn Abbas O'nun maksadını anlayıp "Burada
Resul-i Ekrem namaz kılardı da sen onun için mi burada durdurdun?" diye
sormuş Hz. Abdullah da "evet" cevabım vermiş. Bunun üzerine Hz. İbn
Abbas da kalkıp iki rekat namaz kılmıştır.
Bazılarına göre Hz.
İbn Abbas'ın namaz kıldığı bu yer Makam-i İbrahim'in arkasıdır. Hz. İbn Abbas
tavaf esnasında Resûl-i Ekrem'in namaz kıldığı ve istilam ettiği yerleri
arıyordu. Makam-ı İbrahim'e gelince orada da namaz kıldı.[385]
1901. ...Urve
b. ez-Zübeyr'den; demiştir ki: Ben küçük yaşta bir çocuk iken Peygamber
(s.a.)'üı ailesi Hz. Âişe'ye;
Aziz ve celil olan
Allah'ın, "Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Kim evi (Kabe'yi)
hacceder ya da umre yaparsa ikisi arasında sa'y etmesinde kendisine bir günah
yoktur." sözü hakkında görüşün nedir? Ben bugün bir kimsenin Safa ile
Merve arasında sa'yetmemesinde bir sakınca görmüyorum", dedim. Âişe
(r.anhâ) da bana;
Hayır (mesele) senin
dediğin gibi olsaydı (âyet); "O kimseye Safa ile merve arasında sa'y
etmemekte bir sakınca yoktur" şeklinde inerdi. Bu âyet-i kerime ensar(dan
bazı kimseler) hakkında nazil olmuştur. Bunlar (câhiliyet devrinde ihrama
girerlerken) Kudeyd'in karşısında bulunan Menât için telbiye getirirlerdi ve
(Menât'a saygir lanndan dolayı) Safa ile Merve arasında sa'y etmekten
çekinirlerdi. İslâm gelince bunu Resûlullah (s.a.)'e sordular bunun üzerine:
"Azîz ve celîl olan Allah; "Safa ile Merve Allah'ın
nişânlarındandır" (âyet-i kerimesini) indirdi" diye cevap verdi.[386]
Menât: Mekke ile
Medine arasında bulunan ve suyu bol olan Kudeyd isimdeki yerin karşısına ve
Kızıl denizin yakınına Amr b. Luhây tarafından dikilmiş bir puttur. Cahilliyet
devrinde Ezd ve Gassân kabileleri hac için ihrama girerlerken bu puta telbiye
getirirlermiş. Bu hâdise Müslim'in rivayetinde şu mânâya gelen lâfızlarla anlatılıyor:
"Müslüman olmazdan önce Ensar ile Gassân, Menat için telbiye getirirler,
Safa ile Merve arasında Sa'y yapmaktan çekinirlermiş. Bu onların babalarından
kalma bir adetmiş. Menat için ihrama giren, Safa ile Merve arasında sa'y
yapmazmış. İslâmı kabul ettikleri vakit, bunu Resûlullah (s.a.)'e sormuşlar.
Bunun üzerine Azîz ve celîl olan Allah, "Şüphesiz ki Safa ile Merve
Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyi i hacceder yahut umre yaparsa, bunlann
arasında sa'y yapmasında bir sakınca yoktur" âyet-i kerimesini indirmiş.[387]
Tercümesini sunduğumuz
Müslim'in şu hadisi ise konumuzu teşkil eden-hadise aykırıdır: "Hz.
Âişe'ye:
Ben öyle zannediyorum
ki bir adam Safa ile Merve arasında sa'y yapmasa zarar etmez, dedim. Hz. Âişe:
Niçin ? diye sordu.
Çünkü Allah teâlâ,
"Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın şeârindendir..." buyuruyor,
dedim. Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) şunu söyledi:
Allah Safa ile Merve
arasında say yapmayan bir kimsenin haccını da, umresini de tamam kabul etmez.
Eğer mesele senin dediğin gibi olsaydı, âyet-i kerime "Onların arasında
sa'y yapmaması ona zarar vermez" şeklinde olurdu. Sen bu âyetin ne hususta
indiğini bilir misin? Âyet-i kerime şu hususta nazil olmuştur. Çâhiliyyet
devrinde ensâr deniz kenarında bulunan iki put için telbiye getirirlerdi.
Bunlara "İsaf" ve "Naile" denirdi. Sonra (Mekke'ye)
gelerek Safa ile Merve arasında sa'y yaparlar, daha sonra da traş olurlardı.
İslâmiyet gelince cahiliyye devrinde yaptıklarına bakarak Safa ile Merve
arasında sa'y yapmaktan çekindiler"[388]
Görülüyor ki, konumuzu teşkil eden hadis-i şerifte câhiliye devrinde ensardan
bazı kimselerin Menât denilen put için telbiye getirdikleri ifâde edelirken
Müslim'in bu rivayetinde deniz kenarında bulunan İsaf ve Naile isimli iki put
adına telbiye getirdikleri ifâde ediliyor. Kadı Iyâz'ın beyânına göre,
Müslim'in bu rivayetinde yanlışlık vardır. Çünkü Naile ve İsaf adındaki putlar
deniz kenarında değillerdi. Bu iki puttan erkek suretinde olan İsaf Safa
tepesinde, diğeri de kadın suretinde ve Merve tepesinde idi. Ehl-i Kitabın
inancına göre bunlar vaktiyle Kabe'de zina ettikleri için Allah'ın taş hâline
getirdiği bir erkekle bir kadındı ve insanların görüp ibret almaları için
buraya konmuşlardı. Daha sonra bu heykellerin aslı unutularak ilâhlaştırılmaya
başlanmıştı. Tercümesini sunduğumuz Müslim bu iki rivayetinin birincisinde
Ensar'dan bazı kimselerle Gassân'ın Câhiliyye döneminde Safa ile Merve
arasında sa'y etmekten çekindikleri ifâde ediliyor. Burada sa'y yapmaktan
çekinmelerinin sebebi ise, Buhârî'nin rivayetinde Menât'a olan saygılarına
bağlanıyor.[389] Müslim'in diğer
rivayetine göre ise, ensardan bazı kimselerin câhiliyye döneminde Safa ile
Merve arasında sa'y ettikleri ifâde ediliyor. Her iki hadis-i şeriften çıkan
netice şudur ki, Câhiliye döneminde ensardan bir kısmı Menat'a saygısından
dolayı Safa ile Merve arasında sa'y yapmaktan uzak kalırken bir kısmı da burada
sa'y ederdi. İslâmiyet geldikten sonra bütün bu putlar kırıldığı için En-sâr'ın
her iki grubu da buralara ait bütün hatıraların silinip gitmesi lâzım geldiğini
düşünerek artık İslâmiyetten sonra Safa ile Merve arasında sa'y etmenin
kaldırılacağını zannediyorlardı. Bu düşüncelerle Hz. Peygamberden Safa ile
Merve arasında sa'y etmenin hükmü sorulunca Allah teâlâ; "Şüphesiz ki Safa
ile Merve Allah'ın nişanlarındandır (alâmetlerindendir). Kim evi (Kabe'yi) hac
eder, ya da umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah
yokîur."[390] âyet-i kerimesini
indirdi. Çünkü bu iki tepe arasında koşmak aslında, Hz. İbrahim'in karısı Hz.
Hacer'le ilgili bir hatıradır. "Hz. İbrahim karısı ile oğlu İsmail'i
Mekke'ye bırakıp gitmişti. Hz. İsmail'in annesi Hacer, su bulmak için çocuğunu
Harem'in bulunduğu yere koyup tepeden tepeye koşmaya başladı. Bu sırada
Allah'ın yardımı yetişmiş ve Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırmıştı. İşte
O'-nun hâtırası için bu iki tepe arasında koşmak haccın ibâdetleri arasına
konulmuştur. Bu koşma Allah'ın yardımını aramanın ve bunaldıkları zaman
Allah'ın yardımının insanlara yetişeceğinin bir simgesidir. Safa ile Merve arasında
koşmak Malikî ve Şafiî mezheplerine göre farz, Hanefî mezhebine göre, vâcibdir.
Çünkü "günah yok" ifâdesi mendup bildirir. Ancak bu koşmanın farz
olduğunu bildiren hadisler de mevcud oldüğundan, Hanefîler
sa'yi vacib kabul
etmişlerdir."[391]
1. Safâ ile
Merve aracında sa'y etmek meşru-dur. Bunda ittifak vardır. Ancak sayın hükmünde
ihtilâf edilmiştir. İmam Malik, Şafiî, Ebû Sevr ve Davûd-ı Zâhirî'ye göre sa'y
hac ve umrenin rükünlerinden bir rükündür. Sa'y yapılmayan umre veya hac
bâtıldır. Bu görüş aynı zamanda Hz. Âişe ile İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir.
Terk edilen sa'y için kurban da kesilmez. Bu konudaki delilleri ise konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisiyle; "Ben Resûlullah (s.a.)'ı önünde kalabalık
bir halk topluluğu bulunduğu halde Safâ ile Merve arasında sa'y ederken gördüm,
öyle ki sa'y esnasındaki hızından dolayı diz kapaklarını bile gördüm.
Kendisiyle birlikte eteklen de hareket ediyordu ve sa'y esnasında şunları
söylüyordu: "Sa'y ediniz çünkü Allah teâlâ size sa'y etmeyi farz
kılmıştır."[392] Ancak
bu hadisin senedinde Abdullah b. Müemmel vardır. Bu râvi Ibn Hibbân'a göre güvenilir
bir kimse ise de İbn Hibban'ın dışındaki mühaddislere göre zayıf bir râvidir.
İbnu'l- Mühzir'e göre bu hadis Safiyye bint Şeybe'nin rivayet ettiği, "Ben
Resûlullah (s.a.)'i: "Allah sa'y" sizin üzerinize farz kılmıştır,
sa'y ediniz." derken işittim" anlamındaki hadis[393]
tarafından takviye edilmiştir. Fakat bu hadisin senedinde de "Musa b.
Ubeyde" isimli zayıf bir râvi vardır. İmam Mâlik ile İmam Şafiî'ye ve
onların taraftarlarına göre Resûl-i Ekrem sa'y yapmayı emretmiştir. Emir ise,
farziyyet ifâde eder. Bu emrin farziyyetin dışında bir hüküm ifâde etmesine
ihtimal verecek bir karine de yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem'in sa'y yapmadan edâ
ettiği bir hac veya umre rivayet edilmiş değildir. Bu konuda esas olan Resul-i
Ekremin uygulamasıdır. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz şu sözleriyle bu
meseleye işaret etmek istemiştir: "Hac ibâdetlerinizi (benden) almalısınız!
Çünkü bilmiyorum. Belki bu haccımdan sonra bir daha haccedemem."[394]
Hanefî ulemâsına ve
Süfyan es-Sevrî'ye göre ise hac ve umre için safâ ile Merve arasında sa'y etmek
vâcibdir. Eğer terk edilecek olursa, yerine bir kurban kesmek yeterlidir. Çünkü
Allah teâlâ Kur'an-ı Keriminde, "gerçekten Safâ ile Merve Allah'ın
alâmetlerinden (birer alemet)dir. Kim Kâbe'i hacceder, ya da umre yaparsa bu
ikisini de tavaf (sa'y) etmesinde bir sakınca yoktur"[395]
buyurmuştur. Âyet-i kerimede Safâ ile Merve arasında sa'y etmenin farziyyetine
delâlet eden bir ifâde yoktur. Sadece sa'y yapmanın günah olmadığı ve
insanların burada sa'y yapıp yapmamakta muhayyer oldukları ifâdesi vardır.
Nitekim İbn Mesûd'un Mushaf'ında bu âyet-i kerime; "Safa ile Merve
arasında sa'y yapmamanızda bir sakınca yoktur" anlamında tesbit
edilmiştir. Her ne kadar İbn Mesûd'un Mushafındaki bu ifade tevâtüren sabit
olmuş bir Kur'ân sayılmasa da, kuvvet itibariyle ahad hadisten de aşağı
değildir. Safa ile Merve arasında sa'y etmenin gerekli olduğunu ifâde eden
hadis-i şerifler de aynı şekilde tevatür derecesine ulaşamadıklarından kesinlik
değil zan ve dolayısıyla farziyyet değil, vücûb ifâde ederler. Bu konuda
Tirmizî şunları söylüyor: "İlim adamları Beytullahı tavaf edip de safa
ile Merve arasında sa'y etmeden dönen kişiler hakkında ihtilaf ettiler. Bazı
ilim adamları şöyle diyorlar: "Safa ile Merve arasında sa'y etmeden
ayrılan kişi Mekke'ye yakın iken hatırlarsa, dönüp Safa ile Merve arasında sa'y
eder. Şayet ülkesine dönünceye kadar hatırlamazsa, caizdir ve üzerine kurban
vâcib olur. Süfyan es-Sevrî'nin kavli budur. Kimi de diyor ki: "Safa ile
Merve arasında sa'yi terkederek ülkesine dönerse imdi bu hac, kendisi için
geçerli değildir. Şafiî bu görüştedir. "Safa ile Merve arasında sa'y
farzdır ve hac ancak onunla caiz olur," demektedir."
İmam Ahmed'den gelen
bir rivayete göre de sa'y sünnettir, terkinden dolayı kurban gerekmez. İbn
Abbâs ile Enes'in ve İbnu'z-Zübeyr'in de bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur.
Sözü geçen bu üç sahâbiye göre konu ile ilgili âyet-i kerimedeki; "O
ikisini tavaf etmenizde bir günah yoktur" ifâdesi, sa'yin mubah olduğunu
ifade eder. Nitekim konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadiside Hz.
İbnu'z-Zübeyr'in bu görüşte olduğunu ifade ediyor. Ancak metinde geçen,
"Ben küçük yaşta iken" ifâdesi İbnu'z-Zübeyr'in çocuk yaşta iken
böyle düşündüğünü gösterdiğinden Hz. Âişe'nin bu konudaki açıklamasından sonra
Hz. İbnuz-Zübeyr'in bu görüşünden döndüğü anlaşılıyor. Sa'yin farz olduğunu
kabul eden cumhûr-ı ulemâya göre ise, konu ile ilgili âyetin sa'yin hükmü ile
ilgisi yoktur. Bu âyet sadece o tarihte kafalarda bulunan "acaba sa'y
yapmak günah mıdır?" şeklindeki istifhamı izâle için indirilmiştir. Ve
İbn Mesûd'un mushafındaki konu ile ilgili âyet-i kerimedeki "enlâ yettavvefe"
kelimesindeki "lâ" zâiddir. Çünkü meşhur ve mütevâtir olan
kıraatlerde bu "lâ" yoktur. Öyleyse bu kıraata itibar etmek doğru
değildir. Dolayısıyla "sa'y yapmak" haccın ve umrenin rükünlerinden
bir rükündür.[396]
1902.
...Abdullah b. Ebî Evfâ'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) umre
yapıp Beyt'i tavaf etmiş ve beraberinde kendisini (kâfir) halktan koruyan kimse(ler)
olduğu halde Makam-(ı îbrahim)in arkasında iki rekat (namaz) kılmıştır.
Abdullah (r.a.)'e;
Resûlullah (s. a.)
Kabe'ye (de) girdi mi? diye sorulmuş. (O da);
Hayır diye cevap
vermiştir.[397]
Resûlullah'ın bu umresinden
maksat Mekke'nin Fethinden önce ifa ettiği umre-i kazadır. Resul-i Ekrem'in bu umre
sırasında Kâbe'-i Muazzama'mn içine girmediği anlaşılıyor. Buharı'-nin rivayetinde
de şu anlama gelen lafızlarla bu gerçeğe işaret ediliyor: "Resûlullah
(s.a.) umre yaptı, Beyti tavaf etti ve Makâm-i İbrahim'in arkasında iki rekat
namaz kıldı. Beraberinde kendisim halktan koruyan kimseler vardı. Bir adam İbn
Ebî Evfâ'ya:
Resûlullah (s.a.)
Kabe'ye girdi mi? diye sordu. İbn Ebi Evfâ; "Hayır" diye cevab verdi.
"Beraberinde
kendisini halktan koruyan kimseler olduğu halde" cümlesindeki
Resûlllah'ın korunduğu halktan maksat, Kureyş müşrikleridir. Müslümanlar,
Küreyş müşriklerinin ok ve benzeri şeyler atarak Resul-i Ekrem'e bir zarar
vermeleri endişesiyle O'nun etrafını çevirip kendi vücutlarım siper etmek
şeklinde bu tehlikeyi ortadan kaldırmışlardır.
Ulemânın beyânına göre
Resûlullah (s.a.)'in sözü geçen umre esnasında Beyt-i Şerife girmemesine
sebeb, içinde bulunan putlardır. Zaten müşrikler, bunları değiştirmek için
O'nun Kabe'ye girmesine müsaade etmezlerdi. Mekke fethedilince Resûlullah bu
putların kaldırılmasını emretti. Ondan sonra da Kabe'ye girdi. Binaenaleyh
Resûlullah'ın Kabe'ye girdiğini ifâde eden hadisler[398]
Resûlullah'ın fetihten sonra Mekke'ye girmesiyle ilgilidir.[399]
1. Umre
yapmak için Beyt-i tavaf etmek gerekir. Bir tavaf, Beyt etrafında yedi defa tur
atmakla gerçekleşir. Her tur Haçer-i Esved'den başlar, yine Hacer-i Esvedde
sona erer. Tavaf umre'nin bir rüknü olduğundan tavaf kurbanla telâfi
edilemediği gibi başka şeylerle de telâfi edilemez. İmam Mâlik ile İmam Şafiî,
İmam Ahmed ve cumhur-ı ulemâ bu görüştedirler. Hanefi ulemâsına göre ise, tavafın
rüknü dört turdur. Geri kalan üç tur ise, vâcibdir. Vacib olan turlar terk
edildiği zaman yerine bir kurban kesmek yeterlidir.
2. Umre
tavafını tamamladıktan sonra makam-ı İbrahim'in arkasında iki rekat tavaf
namazı kılmak meşrudur. Bu tavafın hükmüyle ilgili görüşler 1893 numaralı
hadis-i şerifin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
3. Düşmanların
su-i kastlarına ve tuzaklarına karşı son derece tedbirli ve uyanık olmak
gerekir.[400]
1903.
...İsmail b. Ebî Hâlid'in (bir Önceki hadisi kast ederek) "Ben (şu hadisi)
Abdullah b. Ebi Evfâ(dan) işittim" dediği (ve bir önceki hadise)
"sonra Safa ile Merve'ye gelip bunların arasında yedi defa sa'y etti.
Sonra başını tıraş etti" (sözlerini) ilâve ettiği şerîk'-ten (naklen)
rivayet olunmuştur.[401]
Bu hadisle
ilgili açıklama bir
önceki hadisin şerhinde geçmişti. Ancak şerîk'in bu rivayetinde bir önceki hadisten fazla
olarak, "Resûlullah (s.a.)'in kaza umresinde iki rekatlık tavaf namazından
sonra Safa ile Merve arasında yedi defa sa'yedip sonra başını tıraş etti"
ifâdesi vardır.[402]
1. Umre
esnasında Sâfâ ile Merve arasında yedi defa sa y yapmak gerekir. Sayın hükmü,
imam Mâlik, Şafiî ve Ahmed'e göre farzdır. Hanefî ulemasına göre vâcibdir.Terk
edildiği zaman yerine kurban kesilerek telâfi edilmesi gerekir.
2. Umre
yapan bir kimsenin umresini tamamladıktan sonra traş olması gerekir. Bu traş
Şafiî ulemasına göre umrenin rüknü (farzı), diğer mezheb ulemâsına göre ise,
vâcibdir ve saçları kısaltmak traş etmek gibidir.[403]
1904.
...Kesîr b. Cümhân'dan rivayet olunduğuna göre, bir adam Abdullah b. Ömer'e
Safa ile Merve arasında iken:
Ey Ebû Abdurrahman!
Ben halk koşarken seni yürür görüyorum, demiş. (O da):
Eğer yürüyorsam
muhakkak ki Resülullah'ı yürürken görmüşümdür. Eğer koşuyorsam, muhakak ki
Resûlullah (s.a)'i koşarken görmüşümdür ve ben yaşlı bir ihtiyarım, cevabım
vermiştir.[404]
îbn Ömer'e soru
sorduğundan bahsedilen kimse, Kesîr b. Cümhân'dır. Her ne kadar burada bu
soruyu soran kimsenin Kesîr b. Cümhân olduğu açıklanmıyorsa da, Tirmizî'nin
rivayetinde bu şahsın Kesîr b. Cümhân olduğu açıkça ifâde edilmektedir. Bu
hadisin diğer rivayetlerinde ise, Hz. İbn Ömer'e yöneltilen bu sorudan söz
edilmiyor.
"Halkın
koşması" Safa ile Merve arasında bulunan iki yeşil direk arasında olur.
Ebû Davud'un bir nüshasında metinde geçen "eğer yürüyorsam, muhakkak ki
Resülullah'ı yürüyorken görmüşümdür," anlamındaki ibarede "eğer
burada yürüyorsam (bunda) benim için bir vebali yoktur." şeklinde bir
ilâve de bulunmaktadır.
Anlaşılıyor ki Hz. İbn
Ömer Safa ile Merve arasında sa'y ederken orada sa'y etmekte olan diğer
insanlara aykırı hareket ettiği için bu soruyla karşılaşmıştır. Bu soruya
verdiği cevapta, "Ve ben yaşlı bir ihtiyarını" demekle, "şayet
benim bu yürüdüğüm yerlerde, Resûlullah koşmuş olsa bile, ben yaşlı bir adam
olduğum için mazurum. Çünkü yaşlılık herveleyi terketmek için bir mazeret
sayılır," demek istemiştir.
Safa ile Merve
arasında sa'y yapılan yer 420 m. uzunluğunda ve 12 m. eninde bir caddedir. Safa
tepesinin eteğinden itibaren hervelenin başlangıç noktasını teşkil eden
birinci yeşil direğe kadar olan mesafe 80 m.'dir. İki yeşil direk arasındaki
uzunluk ise, 70 m.'dir. İkinci yeşil direkten Merve eteğine kadar olan mesafe
de 270 m.'dir.
Tirmizî her ne kadar
konumuzu teşkil eden hadis için "haseri-şahih" hükmünü vermişse de
ulemânın büyük çoğunluğuna göre bu hadisin senedinde çeşitli yönleriyle cerh
edilen Atâ b. es-Sâib vardır. Bu durum hadisin sıhhatine engeldir.[405]
1. Safa ile
Merve arasındaki iki yeşil direk arasında hervele yapmak (koşmak) caiz olduğu gibi âdi adımla yürümek
de caizdir.
2. Sözü
geçen iki yeşil direk arasında koşmak gücü yeten kimseler için sünnettir. Yaşlı
ve âciz kişiler için sünnet değildir. Safa ile Merve arasında sa'y yaparken iki
yeşil direk arasında koşmak sünnet olduğu gibi, bu iki direğin belirlediği
alanın dışında âdi adımlarla yürümek de ulemânın ittifakıyla sünnettir. Çünkü
Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunduğuna göre, "Hz. Peygamber Safa
tepesinden inerken ağır ağır yürür vadinin derin kısmına inince süratlenir,
(hervele yapar) vadinin derin kısmından çıkınca yine ağır ağır yürürmüş."[406]
1905.
...Muhammed (b. Ali) dedi ki Câbir b. Abdülah'm yanına girmiştik. Girenlerin
kimler olduğunu sordu. Sıra bana gelince:
Ben Muhammed b. Ali b.
Hüseyin'im, dedim. Bunun üzerine eliyle başıma uzanarak üst düğmemi çıkardı,
sonra alt düğmemi de çıkardı, sonra avucunu memelerimin arasına koydu. Ben o
zaman küçük bir çocuktum. (Bana):
Merhaba hoş geldin,
kardeşim oğlu! (Bana) istediğini sor, dedi. Ben de sordum. Kendisi âmâ idi.
Namaz vakti gelince dokuma bir elbiseye sarınarak (namaza) kalktı. Dokuma küçük
olduğu için omuzlarına koydukça iki ucu geriye dönüyordu. Bize namazı
kıldırdı. Cübbesi de yanıbaşında askıda duruyordu, (kendisine):
Bana Resûlullah
(s.a.)'in haccını anlat, dedim. Eliyle dokuz işareti yaptı, sonra:
Gerçekten Resûlullah
(s.a.) haccetmeden dokuz sene durdu, sonra onuncu (yıl) da kendisinin
haccedeceğini halka ilan etti. Bunun üzerine Medine'ye birçok insan geldi.
Bunların hepsi Resûlullah (s.a.)'e uymanın çaresini arıyor ve onun yaptığı gibi
amel etmek istiyorlardı. Derken Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (yola)
çıktı. Onunla birlikte biz de çıktık. Zülhuleyfe'ye varınca, Esma bint Umeys,
Muhammed b. Ebî Bekr'i doğurdu da "ben ne yapacağım?" diye Resûlullah
(s.a.)'a haber gönderdi. Peygamber (s.a.)'de O'na:
"Yıkan, hayız
bezi ile (bağlı) bir kuşak kuşan ve (hacca) niyet et" cevabını verdi.
Müteakiben Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (oradaki) mescidde namaz
kıldı. Sonra Kasvâ'ya bindi. Devesi kendisini "Beydâ" düzüne
çıkardığı vakit, onun önünde gözüm görebildiği kadar binekli ve yaya(lar)
gördüm. Bir o kadar sağında, bir o kadar solunda bir o kadar da arkasında
vardı. Resûlulallah (s.a.) aramızda bulunuyordu. Kur'ân O'na iniyor, te'vilini
de o biliyordu. O ne yaparsa biz de onu yapıyorduk. Derken tevhid'i ifade eden
kelimelerle telbiye getirdi:
"Tekrar tekrar
icabet sana yâ Rabbi! Tekrar icabet sana, tekrar icabet sana; senin ortağın
yoktur, tekrar icabet sana, gerçekten haınd de, nimet de sana mülk de sana
mahsustur. Senin ortağın yoktur." Halkda hâlen getirmekte oldukları
telbiyeye devam ettiler. Resûlullah (s.a.) bundan dolayı kendilerine bir şey
demedi. O da kendi telbiyesine devam etti. (O sıralarda) biz ancak hacca niyet
ediyor umreyi bilmiyorduk. Onunla birlikte Kabe'ye varınca, rüknü istilâm etti
ve üç tur hızlı dört de (âdi) yürüyüşle tavaf yaptı. Sonra İbrahim
(aleyhisselâm)'ın makamına gelip:
"İbrahim'in
makamında namazgah ittihaz edin"[407]
âyetini okudu. Makamı kendisiyle Beyt-i Şerif arasına aldı.
(Bu hadisin
râvilerinin arasında) îbn Nüfeyl (Abdullah b. Muhammed en-Nüfeylî) ile
Osman'ın rivâyet(ler)ine göre (Cafer b. Muhammed) dedi ki: "Babam (Muhammed
b. Ali Şöyle) derdi: (Câbir'in) bunu (yani tavaf namazında okunan sûreleri)
ancak Resûlullah'tan duyduğu için zikrettiğini zannediyorum." (Diğer râvi)
Süleyman da (Muhammed b. Ali'den naklettiği rivayetinde); "Ben Câ-bir'in
sadece "Resûlullah (s.a.)'in (tavafdan sonra kıldığı) iki rekatlık namazda
İhlâs ve Kâfirûn (surelerini) okurdu" dediğini biliyorum," dedi.
Sonra yine Beyt'e
dönerek rüknü istilâm etti. Sonra (Safa) kapı(sın)dan çıktı Safâ'ya yaklaşınca
"Gerçekten Safa ile Merve Allah'ın alâmederindendir."[408]
âyet-i kerimesini okudu ve Allah'ı tevhîd eyledi ve;
"AHalı'dan başka
hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tekdir. Onun şeriki yoktur, mülk onundur, ham de
O'na mahsustur. Hayat veren de öldüren de odur. O herşeye gücü yetendir.
Allah'dan başka ilâh yoktur. O, bir ve tekdir. Vadini yerine getirdi, kulunu
muzaffer kıldı. Yalnız başına bütün hizipleri bozguna uğrattı/* dedi. Bu arada
dua okudu ve söylediklerinin aynısını üç defa tekrarladı. Sonra Merve'ye indi,
vadinin ortasına varınca, remel yaptı. Vadiden çıkınca normal yürüyüşüne devam
etti. Nihayet Merve'ye geldi. Merve'-de de Safâ'da yaptığı hareketi tekrarladı.
Merve üzerinde son tavafını yaparken:
"Arkamda
bıraktığım iş tekrar karşıma çıksaydı, kurbanlığı getirmez, bu haccı umre
yapardım (Binaenaleyh) sizden hanginizin yanında kurbanlık yoksa, hemen,
ihramdan çıksın ve hacemi umreye çevirsin," buyurdu. Peygamber (s.a.) ile
yanında kurbanlık olanların dışında herkes ihramdan çıktı ve saçlarını
kısalttı. Bunun üzerine Süraka b. Çu'şum ayağa kalkıp:
Ya Rasûlullah! bu iş
bizim bu senemize mi mahsus yoksa ilelebed devam edecek mi? diye sordu.
Rasûlullah (s.a.)'de parmaklarını biribirine kenetledi ve iki defa:
"Umre hacca dâhil
olmuştur" dedi. (Ve devamla); "hayır ebedi olarak devam edecektir,
hayır ebedî olarak devam edecektir" buyurdu.
Ali Yemen'den
Rasûlullah (s.a.)'in develerini getirdi. Fâtıma (r.anhâ)'yı ihramdan çıkanlar
arasında buldu. Fâtıma boyalı elbiseler giymiş ve sürme çekinmişti. Hz. Ali
bunu beğenmedi ve; Bunu sana kim emretti? diye sordu. Hz. Fâtıma da,
"babam (s.a.)" cevabım verdi.
Hz. Ali Irak'ta iken şöyle derdi:
Bunun üzerine ben
Fâtıma'yı bu yaptığından dolayı azarlamak ve Resûlullah (s.a.) adına
söylediklerini sormak için Resûlullah (s.a.)'a gittim ve Fâtıma'nın
yaptıklarını beğenmediğimi haber verdim de; "Doğru söylemiş, doğru
söylemiş, sen hacca niyyellenirken ne dedin" buyurdu. Ben de:
Ya Rabbi! Resulün neye
niyyetlendiyse ben de ona niyyetlendim dedim. "Benim yanımda kurbanlık
var, sen ihramdan çıkma" buyurdu.
Hz. Ali'nin Yemen'den
getirdiği kurbanlıklar ile Peygamber (s.a.)'in Medine'den getirdiği
kurbanlıklar yüz adettiler. Derken Peygamber (s.a.) ile yanlarında kurbanlık
bulunanların dışında herkes ihramdan çıktı. Terviye günü gelince Mina'ya doğru
yola çıktılar ve hacca niyyellendiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
(hayvana) binmişti. Minâ'da öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını
kıldı. Sonra güneş doğuncaya kadar biraz bekledi ve kendisine bîr çadır
kurulmasını istedi. Bunun üzerine Nemire'de (bir çadır) kuruldu. Müteakiben
Rasûlullah (s.a.) yola çıktı. Kureyş câhiliyye döneminde kendilerinin yaptığı
gibi O'nun da Müzdelife'de bulunan Meş'ar-i Haram'da duracağından şüphe
etmiyorlardı. Oysa Rasûlullah (s.a.) o yeri geçerek Arafat'a vardı ve Nemire
denilen yerde kendisine ait çadırın kurulduğunu görerek oraya indi. Güneş (batıya)
kayınca Kasvâ'nın hazırlanmasını emir buyurdu ve hayvana semer vuruldu. Az
sonra (hayvana) binip (Urane denilen) vadinin ortasına geldi ve halka hitaben
(şöyle) dedi:
"Şüphesiz ki
sizin kanlarınız ve mallarınız şu beldenizde, şu ayınızda, şu gününüzde haram
olduğu gibi biribirinize haramdır. Dikkat edin! Câhiliyyel işleriyle ilgili
herşey ayaklarımın altına konmuştur. Câhiliyye devrinin kan davaları
yürürlükten kalkmıştır. Bize ait kan davalarında yürürlükten kaldırdığım ilk
kan (davası)...
(Son cümlenin baş
tarafını bütün râviler aynı şekilde rivayet ettikleri halde cümlenin sonunu)
Osman; "(kaldırdığım ilk kan davası) İbn Rabia'nın kanıdır" diye
Süleyman da; "-Rabia b. el-Hâris b. Abdi'l-Muttalib'in kanıdır." diye
rivayet etmiştir. (İyas b. Rabia) beni Sa'd kabilesinde süt anadaydı. O'nu
Hüzeyl kabilesi öldürdü.
"Câhiliyyet
döneminin ribâsi da yürürlükten kaldırılmıştır. İlk yürürlükten kaldırdığım riba
bizim -(yani) Abbas b. Abdullmuttalib'in- ribâsıdir. Bu
ribâmn hepsi kesinlikle yürürlükten kaldırılmıştır. Kadınlar hakkında Allah'dan
korkun. Çünkü siz onları Allah'ın emânetiyle (Allah'a verdiğiniz söz
karşılığında) aldınız ve onları Allah'ın kelimesi ile kendinize helâl kıldınız.
Evlerinize sevmediğiniz bir kimseyi ayak bastırmamaları sizin onlar üzerindeki
hakkınızdır. Bunu yaparlarsa onları zarar vermemek şartıyla dövün. Onların
sizin üzerinizdeki hakkı da yiyeceklerim ve giyeceklerini uygun bir şekilde
vermenizdir. Size öyle bir şey bıraktım ki O'na sımsıkı sarılırsanız bir daha
asla sapmazsınız: Allah'ın kitabı. Benim hakkımda size sorulacak, acaba ne
diyeceksiniz? (Ashab-ı kiram):
Risâletini tebliğ,
vazifeni edâ ettiğine ve nasihatta bulunduğuna şahitlik ederiz, dedikten sonra
şehâdet parmağını semaya kaldırıp onunla insanlara işaret ederek üç defa,
"-Şahid ol ya Rabb! Şâhid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab!" buyurdular.
(Hutbe bittikten) sonra Hz. Bilâl ezan okudu. Sonra kamet getirdi. Bunun
üzerine (Hz. Peygamber) öğleyi kıldırdı, sonra (Hz. Bilâl tekrar) kamet getirdi,
(Hz. Peygamber de) hemen arkasından ikindiyi kıldırdı. İkisi arasında başka bir
namaz kılmadı. Sonra Kasvâ'ya binip vakfe yerine geldi. Devesi Kasvâ'nın
göğsünü kayalara çevirdi. Yayaların toplandığı yeri önüne aldı ve kıbleye
döndü. Artık güneş neredeyse batacak hâle gelinceye kadar vakfe hâlinde kaldı.
Güneşin sarılığı biraz gitmişti. Nihayet bütün cirmi de kayboldu. (Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem) Üsâme'yi arkasına aldı ve yola revân oldu. Kasvâ'mn
yularını o kadar kısmıştı ki neredeyse başı semerinin altındaki deriye
çarpıyordu. Sağ eliyle de:
"Ey cemaat!
Sükûneti muhafaza edin, sükûneti" diye işaret buyuruyordu. Kum
tepeciklerinden birine geldikçe hayvanının dizginini düze çıkıncaya kadar
biraz gevşetiyordu. Nihayet Müzdelife'ye vardı. Akşamla yatsıyı bir ezan ve iki
kametle birleştirip kıldı.
(Râvi) Osman dedi ki:
Aralarında hiç bir sünnet kılmadı.
Sonra Resûlullah
(s.a.) fecr doğuncaya kadar uzandı. Sabah aydınlanınca sabah namazını kıldı.
(Râvi) Süleyman,
"(sabah namazını) bir ezan ve bir ikâmetle kıldı" diye rivayet etti.
(Bundan sonraki cümleyi rivayet ederken bütün râviler) birleştiler: Sonra
Kasvâ'ya binerek Meş'ar-i Haram'a geldi sonra Meş'ar-i Haram'ın üzerine çıktı.
(Burada) Osman'la
Süleyman (şöyle) dedi(ler): Hemen kıbleye dönerek Allah'a hamd etti. Tekbir
getirdi ve tehlilde bulundu. (Bu cümleye) Osman; "ve tevhidde
bulundu" (cümlesini de) ilâve etti.
Ve ortalık iyice
ağarıncaya kadar vakfeye devam etti. Sonra Resûlullah (s.a.) güneş doğmadan
yola koyuldu. Arkasına da Fadl b. Abbas'ı aldı. (Fadl) güzel saçlı, beyaz tenli
ve yakışıklı bir adamdı. Resûlullah (s.a.) yola çıkınca (yanından) koşarak bir
takım kadınlar geçtiler Fadl, onlara bakmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah
elini Fadl'ın yüzüne koydu. Fadl da yüzünü öbür tarafa çevirip bakmağa
başla)dı. Bu sefer Resûlullah (s.a.) da elini öbür tarafa çevirdi. Nihayet
Muhassir (denilen yer)e vardı ve (hayvanı) biraz sürdü, sonra seni büyük
cemreye çıkaracak olan yola düştü. Nihayet ağacın yanındaki cemreye vardı.
Oraya yedi ufak taşı attı. Her birini atarken tekbir getiriyordu. Bunlar küçük
çakıl taşları gibiydi ve onları vadinin içinden attı. Sonra kesim yerine
giderek kendi eliyle altmışüç deve boğazladı. Sonra Ali (r.a.)'ya emretti
kalanı da o kesti. (Râvi bu son cümlenin tefsirinde) diyor ki: (Yüz deveden)
geriye kalanı (Hz. Ali kesti,) (ve Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem
O'nu) kurban(lar)ına ortak etti. (Kesim bittikten) sonra her deveden bir parça
(et getirilmesini) emr etti, (bunlar) bir tencereye konarak pişirildi. İkisi
de develerin etinden yiyip suyundan içtiler. (Râvi) Süleyman dedi ki. Sonra
(Hz. Peygamber devesine) binip oradan hızla Beyt-i Şerife doğru yola çıktı.
(Tavaftan sonra) öğleyi Mekke'de kıldı. Arkasından Zemzem sâkîliği yapan Beni
Abdilmuttalib'e gitti ve onlara:
"Ey Abdulmuttalib
oğulları! (Suyu) çıkarınız. Siıyu çıkarmanız hususunda başkalarının size
galebe çalacağından endişe etme-sem, ben de sizinle beraber çıkarırdım"
buyurdu. Onlar da kendilerine bir kova su takdim ettiler (sallallahü aleyhi ve
sellem de) bu sudan içti.[409]
Hz. Câbir'in Muhammed b. Ali'ye hususî bir muamele yaparak
onun düğmelerini çözmesi ona iltifat
içindir. Çünkü Muhammed b. Ali küçüktü, aynı muameleyi büyüklere yaparak
onların düğmeleriyle ilgilenmek doğru değildir.
Resûlullah (s.a.)'ın
Hz. Esmâ'ya "Kuşak kuşan" buyurmasından maksat, beline kuşak gibi
birşey dolayarak kan gelen yerin üzerine genişçe bir bez koyduktan sonra bezin
iki ucunu önce, arkadan o kuşağa bağlamaktır. Buna hususi tabiriyle
"istisfâr" derler.
Kasvâ: Peygamber
(s.a.)'indevesidir. Esas itibariyle bu kelime kulağı kesilmiş mânâsına gelir.
Hadisin diğer rivayetlerinde bunun yerine "Harmâ", bazı rivayetlerde
"Ced'â", bu rivayette de "Adbâ" denilmiştir.
"Harmâ" kulağı yenilmiş, "adbâ" kulağın dörtte birinden
fazlası kesilmiş, Muhadrame: Kulakları kesilmiş mânâlarına gelir.
Tabiîn'den,, Muhammed
b. İbrahim et-teymî ile diğer bazılarına göre Adbâ, Kasvâ ve Cedâ Peygamber
(s.a.) Efendimizin devesinin ismidir. Fakat bazı rivayetlerden anlaşıldığına
göre, Kasvâ ile Adbâ ayrı ayrı iki devenin ismidirler.
Rüknü istilâmdan
maksat, Hacer-i Esved'i tekbîr ve tehlîl ile öpmek, yahut buna imkân yoksa,
eliyle veya sopa gibi bir şeyle dokunarak, dokunduğu şeyi Öpmektir. İstilâm
kelimesi selâmdan alınmadır..Binaenaleyh lügat itibariyle istilâm, Hacer-i Esved'i
selamlamak mânâsına gelir.
Remel: Sık sık adım
atmak suretiyle hızlı yürümektir.
Safa ile Merve; Kabe
civarında buluiian iki küçük dağdır. "Sa'y" denilen hac ibâdeti
bunların arasında yapılır. Safâ'dan başlayarak Merve'-ye gitmek bir, gelmek de
bir sayılmak şartıyla bu iki dağın arasında yedi defa gidip gelmeye
"sa'y" derler.
Nemire: Arafat
civarında bir yerdir. Arafat'tan sayılmaz.
Meş'ar-î Haram:
Müzdeiife denilen yerde bulunan bir dağdır. Ulemâdan bazılarına göre Müzdelife'nin
her yeri Meş'ar-i Haram'dır. Câhiliyyet devrinde Araplar hac esnasında
Müzdelife'ye iner orada vakfe yaparlarmış.
Vakfe: İbâdet yapmak
için belirli bir zaman Arafat'ta durmaktır.
Resûlullah (s.a.)'ın
yanında bulunan Kureyş kabilesi mensupları eski âdetleri mucibince Meş'ar-i
Haram'da mutlaka vakfe yapacağım zannet-mişlerse de, Peygamber (s.a.) orada
durmayarak doğruca Arafat'a gitmiştir. Çünkü Allah Teâlâ hazretlerinden aldığı
emir buydu. Câhiliyyet devrinde Kureyş'in Müzdelife'de vakfe yapmaları, Müzdelife'yi
Harem-i Şeriften saydıkları içindi. Kureyşliler: "Biz Haremullah
ahâlisiyiz, ondan dışarı çıkamayız" derlerdi.
Batn-ı Vadi: Urane
vâdisidir. Bu yer Arafat'tan değildir. Ulemâ'dan onu yalnız İmam Malik,
Arafat'tan saymıştır.
Metinde geçen
"Allah'ın kelimesi” sözünden muradın, ne olduğu ihtilaflıdır. Bazıları:
"bundan murad, Kelime-i tevhiddir." Bir takımlarına göre, bundan
murat, "si/e helâl olan kadınları nikâh edin"[410]
âyet-i kerimesi ile, "içinizden bekârları kölelerinizden ve
cariyelerinizden iyi olanları evlendirin"[411]
âyet-i kerimesidir. Sahih olan da budur.
"Kayalar"dan
murat: Cebelü'r-Rahme denilen bir dağdır. Vakfeyi burada yapmak müstehabtır.
Müzdelife: Arafat'dan
dönen hacıların geceleyip vakfe yaptıkları yerdir.
Muhassir: Vaktiyle Fil
Ordusunun darmadağın edildiği vadidir.
Büyük Cemre: Taş
atılan üç yerden birinin ismidir. Vaktiyle burada bir ağaç varmış. ,
Kadı Iyaz diyor ki:
"Müslim'ini bazı râvileri "İbn Râbia'mn kan davası" yerine
"Rabi'a'mn kan davası" demişlerdir. Her ne kadar Ebû Davud'un bir
rivayeti de bu şekildeyse de bunun vehim olduğu söylenir. Doğrusu "İbn
Rabi" adır. Çünkü Rabîa Peygamber (s.a.)'den sonra Hz. Ömer' devrine kadar
yaşamıştır."
İbn Rabîa çocukken
evlerin arasında emekleyip gezdiği bir sırada başına bir taş isabet ederek
ölmüştür. Bu taş Benî Sa'd ile Benî Leys kabileleri birbirleriyle harb ederken
çocuğa isabet etmiştir.
Ribâ: Alış-verişteki
karşılıksız ziyâdedir. Bugün faiz dediğimiz şeydir. Resûlullah (s.a.)'in
"hoşlanmadığınız bir kimseyi evlerinize ayak bastırmamaları kadınlar
üzerinde sizin hakkınızdır" ifâdesi hakkında Mâzirî şunları söylemiştir:
"Bazılarına göre bundan murad, kadınların erkeklerle baş-başa
kalmamalarıdır. Zinâlarrmaksûd değildir. Çünkü zina için hadd-i şer'î icab eder
ve erkek hoşlansın hoşlanmasın, karısının bir adamla zina etmesi zaten
haramdır."
Kadı İyaz'ın beyânına
göre, İslâmiyetten önce araplarm âdeti erkeklerle kadınların beraberce oturup
sohbette bulunmalanymiş. Bu onlarca ayıp sayılmadığı gibi hiçbir şüpheye de
sebeb olmazmış. Tesettür âyeti nazil olunca kendilerine bu tür sohbetler
yasaklanmış. Hâsılı bu cümlenin şâyân-ı tercih lolanl mânâsı: Kadınların
evlerine kocaları yokken erkek-kabul etmemeleridir. Bu hususta eve giren
kimsenin yabancı bir erkek olmasıyla kadının veya kocasının yakın akrabasından
olması arasında hiçbir fark yoktur. Biz de bu hususu göz önünde bulundurarak
"döşek" anlamına gelen "firaş" kelimesini "ev"
diye tercüme ettik. Kadı Iyaz diyor ki, "Ulemâ bu husustaki fıkıh
meseleleri hakkında pek çok sözler söylemiştir.
Ebû Bekr
İbnu'l-Münzir, bu hususta büyük bir kitap te'lif etmiş ve 150 küsur, mesele
tehrîc etmiştir.[412]
1. Gelen
misafir veya ziyaretçiye kim olduğunu sorarak ikramda bulunmak ve layık olduğu
yere oturtmak müstehabdır. Bu hususta Hz. Âişe'den hadis rivayet edilmiştir.
2. Resûlullah
(s.a.)'ın Ehl-i Beyti'ne hürmet ve ikramda bulunmak gerekir.
3. Âma bir
kimse gözü görenlere imam olabilir. Bu hususta bütün ulemâ müttefiktir. Yalnız
efdaliyyet hakkında ihtilâf edilmiştir.
4. Ev sahibi
imam olm&ya daha lâyıktır.
5. Fazlasına
imkân varken bir elbise içinde namaz kılmak caizdir.
6. Mühim
işler karşısında hazırlıkta bulunmak için imamın ilânda bulunması müstehabtır.
7. Kadı
Iyaz'a göre bu hadis Peygamber (s.a.) ile birlikte yola çıkanların hacca niyet
ettiklerine delildir. Çünkü Resûlullah (s.a.) hacca niyet etmişti. Ashâb-ı
kirâm'ı ona muhalefette bulunmazlardı. Onun için Câbir (r.a.): "Resûlullah
ne yaparsa, biz de onu yapardık" demiştir. Yukarıdaki rivayetlerde
görüldüğü gibi Resûlullah (s.a.)'in ihramdan çıkmadığına bakarak umreden
çıkmamaları da bunu gösterir.
8. Nifaslı
kadınların ihrama girmek için yıkanmaları müstehabtır.
9. Nifaslı
bir kadın ihrama girebilir. Bu meselede ulemâ ittifak etmişlerdir.
10. İhrama
girmek için iki rekat namaz kılmak müstehabtır.
11. Hacca
giderken yürümek ve hayvana binmek caizdir. Ulemâ bu meselede ittifak
etmişlerdir. Çünkü cevazına Kitab, Sünnet ve icma-i ümmet delâlet etmektedir.
Yalnız yürümek mi, yoksa binekle gitmek mi efdal olduğu ihtilaflıdır. Cumhûr-ı
ulemâya göre Peygamber (s.a.)'e uymuş olmak için vasıtaya binerek gitmek
efdaldir. Bir de vasıtayla gitmek vücûdu yıpratmayacağı için hacc vazifelerinin
kolaylıkla ifâsına yardım eder.
Dâvud-ı Zahiriye göre
yürüyerek gitmek evlâdır.
12. Telbiyyeye
Resûlullah (s.a.)'in sözlerinden fazla kelimeler katmak caizdir. Nitekim Hz.
Ömer, oğlu Abdullah ve Enes (r.a.) hazerâtının fazla kelimelerle telbiye
yaptıklarım geçen rivayetlerde görmüştük. Bununla beraber ekser-i ulemâya göre,
Resûlullah (s.a.)'in telbiyesiyle iktifa etmek müstehabtır.
13. Hadis-i
şerif Hacc-ı ifradı efdal görenlere delildir. Ulemânın bu bâbdaki kavillerini
yukarıdaki rivayetlerde görmüştük.
14. Mekke'ye
Arafat'a gitmeden girerek tavaf-ı kudum'u yapmak sünnettir.
Bunda da ittifak
vardır.
15. Tavaf,
yedi turdan ibarettir.
16. Tavafın
ilk üç turunda remel yapmak yani sık adımlarla sür'atlice yürüyerek omuzlarını
sallamak kalan dört turunda âdi yürüyüşle yürümek sünnettir.
Ulemâ remelin yalnız
hac veya umrede bir defa müstehab olduğunu söylemişlerdir. Hac veya umreden
gayrı zamanlarda yapılan tavaflarda bilittifak remel yoktur. .
17. Tavafda
ıztıbâ sünnettir.
Iztıbâ: Üzerindeki
örtüyü sağ omuzunun altından geçirerek sol omuzunun üzerine atmak bu suretle
sağ omuzunu çıplak bırakmaktır.
18. Kabe'yi
tavaftan sonra Makâm-ı ibrahim'e giderek iki rekat namaz kılmalıdır.
Ulemâ, bu namazın
hükmü hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hanefîlere göre vâcibtir. Şâfiîlerden bu
hususta üç kavi rivayet olunmuştur: Bunların esah olanına göre tavaf namazı
sünnettir. İkinci kavle göre vâcib, üçüncü kavle göre yapılan tavaf vacibse
namaz da vacib, sünnet ise namaz da sünnettir. Bu namazı Makam-ı İbrahim'de
kılmak sünnettir.
İmkân bulamayanlar
Hıcr-ı İsmail'de, ona da imkân bulamayanlar mescidin neresinde olursa olsun
kılarlar.
Bir kimse birkaç defa
tavaf ederse her tavafın arkasından iki rekat namaz kılması müstehabtır. Evvelâ
tavafları yapıp sonra her tavaf için iki rekat namaz kılmak caiz ise de evlânın
hilâfınadır. Fakat mekruh değildir. Ashâb-ı kiramdan Misver b. Mahreme ve Âişe
(r.anhâ) ile Tâvûs, Atâ, Saîd b. Cübeyr, İmam AHmed, İshak ve Hanefîlerden İmam
Ebü Yûsuf'un kavli budur.
İbn Ömer (r.a.) Hasan
el-Basrî, Zührî, İmam-ı A'zam, İmamı Muhammed, İmam Mâlik, Münzir ve Sevrî,
bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir. Kadı İyaz bu kavli Cumhur-ı fukahadan
nakletmiştir.
19. Tavaf
namazının iki rekatında Fatihadan sonra Kâfirûn ve İhlâs surelerini okumak
sünettir.
20. Ulemâdan
bazıları bu hadisle istidlal ederek: "Tavaf-ı kudûmu müteakiben iki rekat
namaz kıldıktan sonra Hacer-i Esved'e dönerek onu istilâmda bulunmak, daha
sonra Safa kapısından çıkarak sa'y yapmak sünnettir" demiştir.
21. Sa'ye
Safâ'dan başlamak icab eder. Cumhur-ı ulemânın kavli de budur. Çünkü Resûlullah
(s.a.) "Allah'ın başladığından başlıyorum." bu-yururarak sa'ye
Safâ'dan başlamıştır.
Nesâî'nin sahih bir
isnadla rivayet ettiği bir hadiste: "Allah'ın başladığından
başlayın!" buyurulmuş ve bu konudaki ayete işaret edilmiştir.
22. Safa ile
Merve'nin üzerine çıkmak gerekir. Bu çıkışın hükmü ihtilaflıdır.
Bazıları şart olduğunu
söylemişse de ekser-i ulemâya göre, şart değil, sünnettir.
23. Safa ile
Merve'nin üzerine çıkıpta Kabe'ye karşı dönerek Resûlullah (s.a.)'ın yaptığı
gibi zikirde bulunmak sünnettir.
Meşhur olan kavle göre
üç defa zikir ve duâ etmelidir.
24. Safa ile
Merve arasındaki vadiden hızlıca geçmek geri kalan yerlerde âdı yürüyüşle
gitmek müstehabtir. İmam Mâlik'den bir rivayete göre Safa ile Merve arasındaki
vâdîden sür'atle yürümeden geçenlerin o sa'yi iade etmeleri vâcibtir.
25. Cumhur-ı
ulemâya göre Safa ile Merve arasında yapılacak yedi turdan her biri, birinden
diğerine varmakla olur. Dönüş ayrı turdur. Bu suretle sa'y Safâ'dan başlar
Merve'de biter. Şâfiîlerden İbn Bint eş-Şâfiî ve Ebû Bekr-i Sayrâfî'ye göre
Safâ'dan Merve'ye gidiş ve dönüş bir tur sayılır ve sa'y Safâ'dan başladığı
gibi yine Safâ'da biter.
Bu hadis onların
aleyhine delil olduğu gibi yüzyıllarca müslümanlann ameli dahi onların aleyhine
delildir.
26. Terviye
gününden önce Minâ'ya gitmemek sünnettir. Hatta İmam Mâlik'e göre gidilirse,
kerahet işlenilmiş olur. Maamafih Selef-i Sâlihin-den bazıları bunda beis
görmemişlerdir.
27. Minâ'ya
ve sair yerlere giderken vasıtaya binmek efdaldir.
28. Minâ'da
beş vakit namaz kılmak sünnettir.
29. Zilhicce'nin
9. gecesini Minâ'da geçirmek sünettir.
30. Güneş
doğmadan Minâ'dan hareket etmemek, bütün ulemâya göre sünnettir.
31. Minâ'dan
hareket ettikten sonra Nemira denilen yere inmek sünnettir. Arafat'a zevalden
sonra varmalıdır.
32. İhramda
bulunan bir kimsenin çadır ve ağaç gibi şeylerin gölgesinde oturması caizdir.
Yalnız yolda giderken şemsiye gibi bir şey kullanarak gölgelenmenin câzi olup
olmadığında ihtilâf edilmiştir. Ekser-i ulemâya göre bu caizdir. İmam Malik
ile İmam Ahmed'e göre ise, mekruhtur.
33. Hac
esnasında çadır kurmak caizdir.
34. Arafe
günü imamın hacılara hutbe okuması cumhur-ı ulemanın ittifakı ile sünnettir.
Bu hususta muhalefet
edenler yalnız Mâlikîlerdir.
İmam Şafiî'ye göre hac
esnasında dört yerde hutbe okumak mesnûn olmuştur. Bunlardan birincisi
Zilhicce'nin yedinci günü Beyt-i Şerif de öğle namazını kıldıktan sonra
okunur.
İkincisi: Arafat'da
Batn-i Urane denilen yerde,
Üçüncüsü: Bayram gününde,
Dördüncüsü: Teşrik
günlerinin ikincisindedir.
Hanelilere göre hacda
üç yerde hutbe meşru olmuştur: Bunlardan birincisi Zilhicce'nin yedisinde,
ikincisi Arafe günü Arafat'da, üçüncüsü de Zilhicce'nin onbirinci günü Minâ'da
okunur.
35. Resûlullah
(s.a.)'in, "Şüphesiz ki sizin kanlarınız ve mallarınız birbirinize şu
gününüzün hürmeti ibi haramdır..." buyurması, bîr şeyi misalle anlatmanın
ve kıyâsın caiz olduğuna delildir.
36. Câhiliyye
zamanından kalma fiil ve âdetler bâtıldır.
37. Kadınların
hakkına riâyet ve onlara iyi muamelede bulunmak lâzımdır. Onların hukukuna
riâyet hususunda birçok hadisler vârid olmuştur.
38. Te'dib
ve terbiye için bir kimse karısını dövebilir. Ancak bu hususta şeriatin
verdiği izin sınırını aşmamak şarttır. Nevevî "döverken kadın ölürse,
diyet ve kefaret, lâzımdır," diyor.
39. Vakfe
günü ArafaPtfer öğle ile ikindiyi beraberce kılmak meşru^ dur. Bu hususta
icma-i ümmet vardır. Yalnız sebebinde ihtilâf edilmiştir.
îmam-ı A'zam'ia bazı
Şâfiîlerîn görüşü de budur.
Ekser-i Şâfiîlere göre
sebeb, seferdir. Onlara göre Arafat'da mukim olanlarla iki konaktan az
mesafeden gelenler, iki namazı bir vakitte kılamazlar.
40. Birleştirme,
evvelâ öğleyi, sonra ikindiyi kılmak suretiyle yapılır.
41. Öğle ile
ikindiyi öğle zamanında beraberce Ihıldıktan sonra hemen vakfe yerine gitmek
âdabtandır.
42. Vakfeyi
hayvan üzerinde mi yoksa yerde mi yapmanın efdâl olacağı ulemâ arasında
ihtilaflıdır.
43. Vakfeyi
Cebelürrahme. nâmı verilen-dağın eteklerindeki kayalar üzerinde yapmak
müstehabtır.
44. Vakfe
hâlinde Kabe'ye karşı dönmek müstehabtir.
45. Vakfeyi
güneş kavuşuncaya kadar uzatmalıdır. Maamafih güneş kavuşmadan yola çıkmak da
caizdir. Şâfiîlerden bu hususta iki kavil rivayet olunur:
Birincisi: Güneş
kavuşmadan yola çıkan kimsenin bu kusurunu bir hayvan kesmek suretiyle
tamamlaması müstehabtır.İkincisine göre, vâcibtir.
Cumhur-ı ulemâya göre
vakfenin zamanı, Arafe günü güneşin zevalinden başlayarak bayram gününün
fecrine kadar devam eder. Bu müddet zarfında az da olsa, bir müddet Arafat'da
dalmakla vakfe edâ edilmiş olur. Vakfeyi yapmayanın haccı sahih değildir. İmam
Mâlik'e göre yalnız gündüzün yapılan vakfe sahih değil, gecenin bir cüz'ünü de
vakfeyle geçirmek icab eder. Fakat yalnız gece yapılan vakfe kâfidir.
46. Hayvan
güçlü kuvvetli olmak şartıyla terkisine bir kimseyi almak "ti- " caizdir.
Bu hususta bir çok hadisler vardır.
47. Arafat'tan
çekilirken sükûnetle hareket etmek sünnettir.
48. Arafât'dan
Müzdelife'ye gelenlerin akş'amla yatsı namazlarını yatsı zamanında
birleştirerek kılmaları meşrudur. Hanefîlere göre iki namazı bir vakitte kılmak
yalnız hac esnasında caizdir. Bunların birincisi Arafat' ta, ikincisi
Müzdelife'dedir. Arafat'takine cem-i takdim, Müzdelife'dekine cem-i te'hir,
denilir. Şâfiîlerle Evzâî, Eşheb, hadis ulemâsı ve Hanefîler-den Ebû Yûsuf'a
göre akşamla yatsı namazını Arafat'ta yahut yolda akşam namazının vaktinde
kılmak caiz olduğu gibi her iki namazı vakitlerinde kılmak dahi câzidir.
Yalnız efdalin hilafına hareket edilmiş olur. Bu kavil'sahabe ve tabiînin
bazılarından da rivayet olunmuştur. İmam Azam ile diğer Küfe ulemâsına göre bu
namazları yatsıdan önce kılmak caiz olmadığı gibi Müzdelife'den başka bir yerde
kılmak da sahih olmaz. İmam Mâlik'in kavli de budur. Ancak ona göre kendisi
yahut hayvanı özürlü olanlar güneş kavuşmuş olmak şartıyla bu namazları
Müzdelife'ye varmadan kılabilirler.
49. Cemi'
suretiyle kılınan namazların peşipeşine edâ edilmesi meşru olmuştur. Bu hususta
ulemâ ittifak etmişlerdir.
Yalnız namazların bu
şekilde kılınması şart mıdır, değil midir meselesi ihtilaflıdır. Bazıları şart
olduğunu iddia etmiş bazıları da müstehab olduğuna kail olmuştur.
50. Arafât'dan
dönüşte bayram gecesini Müzdelife'de geçirmek bilit-tifâk hac ibâdetlerinden
mâduttur. Yalnız bunun farz veya vâcib yahut sünnet olduğunda ihtilâf vardır.
51. Müzdelife'de
sabah namazını erken kılmak sünnettir.
52. Müzdelife'de
Kuzah denilen yerde vakfe yapmak, hac ibâdetlerin-dendir. Bu husus ittifakı ise
de, oradan ne zaman yola çıkmak icâb ettiği meselesi ihtilaflıdır. İbn Mesûd,
İbn Ömer (r.anhumâ), Ebû Hanife, Şafiî ve cumhur-ı ulemâya göre ortalık iyice
aydınlanıncaya kadar vakfe hâlinde kalınır.
İmam Malik'e göre
iyice aydınlamadan yola çıkmak caizdir.
53. Hadis-i
şerîf ecnebi erkek ve kadınların biribirlerine bakmamasını teşvik etmektedir.
54. Münkerâttan
birşey işlendiğini gören kimse, imkan nisbetinde onu izâleye çalışmalıdır.
55. Arafat'tan
dönerken orta yolu tutmak sünnettir. Bu yol Arafat'a gidilen yoldan başkadır.
56. Müzdelife'den
Minâ'ya gelince taşatmaya Cemre-i Akabe'den başlamak sünnettir.
57. Taş
atmaya fasulye büyüklüğünde yedi taş atmak suretiyle yapılır.
58. Her taşı
atarken tekbir getirmek ve taşlan birer birer atmak sünnettir.
59. Taşları
atarken Minâ, Arafat ve Müzdelife'yi sağına, Mekke'yi soluna almak sünnettir.
Bazıları taş atarken Kabe'ye karşı durulacağını söylemişler. Bayram günü yalnız
Cemre-i Akabe'de taş atılır. Bu hususta bütün ulemâ müttefiktir.
60. Kadı
İyaz, "Bu hadiste kurban kesilecek yerin Minâ'da muayyen bir yer olduğuna
delil vardır. O yerin yahut Harem-î Şerifin neresinde kesilirse kesilsin
caizdir" diyor.
61. Çok
kurban kesmek müstehabtır. Resûlullah (s.a.)'in o sene hedy kurbanı olarak
götürdüğü develerin sayısı yüzdü.
62. Hedy
kurbanını bizzat kesmek müstehabtır. Maamâfih başkasına kestirmek de bilittifak
caizdir. Yalnız kesenin müslüman olması şarttır.
Nevevî "Bize göre
Kitabî olan bir kâfir de kesebilir. Yalnız sahibinin kurbanı teslim ederken
yahut keserken niyet etmesi şarttır." diyor.
63. Kurbanı
keserken acele davranmak müstehabtır. Kesilecek kurbanı çok bile olsa, onları
teşrik günlerinden sonraya bırakmamalıdır. Resûlullah (s.a.) Efendimiz
beraberinde Medine'den getirdiği altmışüç deveyi bizzat kendisi boğazlamıştır.
Geri kalan develeri Tirmizî'nin rivayetine göre Hz. Ali, Yemen'den getirmiş,
Yüz adedi bunlarla tamam olmuştu.
64. Gerek
hedy gerekse nafile kurbanından sahibinin yemesi müstehabtır. Ulemânın
beyânına göre Resûlullah (s.a.)'in kendi namına kesilen her kurbandan yemesi
sünnet, yüz deveden ayrı ayrı yemesi ise, külfetli bir iş olduğu için develerin
etlerini bir çömlekte pişirterek çorbasından yemiş, bu suretle her kurbandan
yemiş sayılmıştır.
65. Resûlulah
(s.a.)'in kurban etini yedikten sonra Mekke4ye giderek yaptığı tavaf
"tavaf-ı ifaza"dir. Buna'"tavaf-i ziyaret" ve "tavaf-ı
yevm-i nahr"da derler.
Tavaf-i İfaza
bi'1-İttifak haccın rükünler indendir.
Bayram günlerinden
sonraya bırakılması, mekruhtur. Bundan maada iki nevi tavaf daha vardır.
Bunlardan birine, "tavaf-ı kudüm" yahut "tavaf-ı tahiyye",
diğerine de "tavaf-ı sader" yahut "tavaf-ı veda" denilir.
Tavaf-ı kudüm: Uzaktan gelenler için sünnettir. Mekkelilere sünnet değildir.
Tavaf-ı veda:
Hanefîlere göre vâcibdir. Bu uzaktan gelenler için meşru olmuştur.
66. Minâ'dan
Mekke'ye ve Mekke'den Minâ'ya gidip gelirken vasıtaya binmek müstehabtır.
67. Zemzem
şakiliğinde bulunmak ve Zemzem suyu içmek müstehabdır.
Zemzem: Kabe'ye otuz
sekiz arşın kadar mesafede bulunan meşhur su kuyusudur. Bazıları suyunun
çokluğundan dolayı bir takımları da hacıların kalabalığı sebebiyle ona bu
ismin verildiğini söylemişlerdir. Başka sebepler gösterenler de vardır.[413]
1906.
...Muhamrned (b. Ali b. Huseyn el-Bâkır)dan rivayet olunduğuna göre Peygamber
(s.a.) Arafat'ta öğle ile ikindiyi aralarında sünnet kılmaksızın, bir ezan ve
iki kametle, kılmıştır. Akşam ile yatsıyı da (Müzdelife'de) aralarında sünnet
kılmaksızın, birleştirerek bir ezan ve iki kametle kılmıştır.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Hatim b. îsmaü de (muttasıl bir senetle) uzunca bir hadiste
(Resûlullah'a) ulaştırdı. Bu hadisi Cafer, babası (Muhammed) ve Câbir
senediyle (muttasıl olarak Resûl-i Ekrem'e) isnâd etmekte, Muhammed b. Ali
el-Cu'fî de Hatim b. İsmail'e uymuştur. Ancak Muhammed b. AH el-Cu'fî (ondan
farklı olarak) "Akşam namazıyla yatsıyı bir ezan ve bir kametle
kıldırdı" demiştir.[414]
Bilindiği gibi hacı
adayları Araf e gününde öğle ve ikindi namazlarını öğle vaktinde namazdan önce
okunacak bir ezan ve bir kametle ikişer rekât olarak Nemire mescidinde
kılarlar. Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıklandığı gibi Nemire Arafat
civarında bir yerdir. Fakat Arafat'tan sayılmaz. Her ne kadar metinde
"Arafat'ta kıldı" denmişse de aslında Nemire Arafat sınırları içinde
değildir, fakat Arafat sınırına yakın olduğu için mecazen "Arafat'ta
kıldı" tabiri, kullanılmıştır.
Aslında konumuzu
teşkil eden bu hadis mürsel bir hadistir. Musannif Ebû Dâvûd hadisin sonuna
ilâve ettiği talik ile bu hadisin Hatim b. İsmail tarafından muttasıl bir senedle
Resûl-i Ekrem'e ulaştırılan bir önceki uzunca hadis içerisinde bulunduğunu ve
dolayısıyla bu hadisin kesiksiz bir senetle resûl-i Ekreme ulaştığını ayrıca bu
hadisin Muhammed b. Ali el-Cu'fî tarafından da yine kesiksiz bir senetle
Resul-i Ekrem'e ulaştırıldığını, binaenaleyh bu hadisin aslında, merfu ve
muttasıl bir hadis olduğunu ifâde etmek istemiştir. Yine Musannif bu talikte
Muhammed b. Ali el-Cu'fî'nin rivayet ettiği bu hadisin metninde Hatim b.
İsmail'in rivayet ettiği metinden farklı olarak, "ResûluUah (s.a.)'in
Müzdelife'de birleştirilerek kıldığı akşam ve yatsı namazlarını bir ezan ve bir
kametle kıldığı" ifâdesi vardır ki, bu ifâde, "Müzdelife'de akşam
namazı ile yatsı namazı birleştirilerek bir ezan ve bir kametle kılınır"
diyen İmam Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve Muhammed (r.a.)'in meşhur olan görüşünü
te'yid etmektedir. Ayrıca ileride gelecek olan, "Ben İbn Ömer ile
birlikte Arafât'dan Müzdelife'ye hareket ettim de Müzdelife'ye varıncaya kadar
tekbir ve tehlîle aralıksız devam etti. (Orada) ezan okuyup kamet etti veya
birisine emretti de o kimse ezan okuyup kamet getirdi. Hemen arkasından bize
akşam namazını üç rekât olarak kıldırdı. Sonra bize dönüp "Namaz"
dedi ve iki rekat olarak yatsıyı kıldırdı. Sonra da akşam yemeğini istedi.
Kendisine bu konuda bazı sorular soruldu o da, "ben ResûluUah (s.a.)'le
böyle kıldım, cevabını verdi" anlamındaki 1933 numaralı hadis-i şerifte bu
görüşü te'yid etmektedir.
Muhammed b. Ali'nin
rivayetinde geçen "bir ezan ve iki kametle kılmıştır" ifâdesi ise,
"Müzdelife'de birleştirilerek kılınan akşam ve yatsı namazları için bir
ezanla iki kamet gerektiğine" delâlet etmektedir. Hanefî imamlarından
Züfer ile Mâliki ulemâsından Abdulmelik b. el-Mâcişûn, Ebû Sevr eş-Şâfiî ve
İmam Ahmed (r.a.) bu görüşte olduğu gibi yine Hanefî ulemâsından Tahâvî de bu
görüşü tercih etmiştir.
İmam Mâlik ile İshak
b. Rahûye, Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Mesûd'a göre ise, Müzdelife'de
birleştirilerek kılınan akşam ve yatsı namazları için iki ezanla iki kamet
gerekir. Bu görüş aynı zamanda İmam Şafiî ile İmam Ahmed'den de rivayet
olunmuştur. Delilleri ise, Abdurrah-man b. Yezid'den rivayet olunan şu
hadistir: "Abdullah b. Mesud hacca niyyet etmişti. Müzdelife'ye geldiğimiz
zaman yatsı namazı için ezan vakti gelince yahut da .yaklaşınca birisine
emretti de o adam ezan okuyup kamet etti. (Ezan ve kamet bittikten) sonra İbn
Mesûd akşam namazını kıldı. Ondan sonra iki rekat daha kıldı. Sonra akşam
yemeğini istedi. Yemeğini yedikten sonra bir adama ezan okumasını emretti. O
adam ezanı okuyup kameti getirince İbn Mesûd iki rekat olarak yatsı namazını
kıldı."[415] Ancak bu görüş,
Peygamber (s.a.)'in uygulamasına aykırı bir sahâbî sözü olduğundan iki cihetten
reddedilmiştir:
1. Birleştirilerek
kılınması gereken akşam namazıyla yatsı namazlarının arasında yemek yemek ve
nafile namaz kılmak Resul-i Ekrem'in bu mevzudaki tatbikatına aykırıdır.
2. "Her
iki namaz için de ayrı'ayrı ezan okundu" sözü delil olma niteliğinden
uzaktır.
İmam Şafiî'nin yeni
mezhebine ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre her iki namaz için sadece
bir kamet getirilir. Ezan okunmaz İmam Ahmed'in iki görüşünden sonuncusu budur.[416]
Ancak bu görüş delilini teşkil eden hadisin kısaltılarak rivayet edildiği
iddiasıyla reddedilmiştir.
İmam Sevrî'ye ve Ahmed
b. Hanbel'den gelen diğer bir rivayete göre de Müzdelife'de akşam namazı ile
yatsı namazı sadece akşam namazı için getirilen bir kametle birleştirilerek
kılimr. Delilleri ise, "Resûlullah (s.a.) Müzdelife'de akşamla yatsıyı
toptan kıldı. Akşam üç yatsıyı da iki rekat olarak bir kaametle edâ etti"[417]
anlamındaki hadis-i şeriftir. Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarında musannif
Ebû Davud'un, "Ahmed bana Hâ-tim'in bu uzun hadiste -yani bir önceki
hadiste- yanıldığını söyledi." dediği kaydediliyorsa da, İmam Ahmed'in
böyle bir sözü söylemesi, Ebû Dâ-vûd'un da onu nakletmesi son derece uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Hâtım'-in rivayet ettiği bu hadisi mütekadimînden ve
müteahhirînden pek çok ilim adamı rivayet etmiş ve hiçbirisi de Hatim b.
İsmail'i yanılmakla itham etmemiştir. Şayet Hâtim'in bu rivayetinde yanıldığı
kabul edilse bile, bu hatâ hadisin tümüyle ilgili değil, sadece, "Hz. Ali
Kûfe'de iken şöyle derdi: ve Resûlullah (s.a.) namına söylediklerini sormak
için Resûlullah (s.a.)'a gittim. Fatıma'nın yaptıklarını beğenmediğimi haber verdim
de "doğru söylemiş , doğru söylemiş/' buyurdu." cümleleriyle
ilgilidir. Çünkü bu sözün hadisin aslında bulunmadığı 1909 numaralı hadis-i
şerifte açıkça ifâde edilmektedir. Yahut da Hatim b. İsmail'in söz konusu
hadisteki (yani bir önceki hadiste) yanılması, "Nihayet Müzdelife'ye
vardı ve orada akşamla yatsıyı bir ezan iki kametle kıldı" anlamındaki
cümlelerle ilgili olabilir. Çünkü bu cümle sözü geçen, 1909 numaralı Yahya b.
Said eî-Kattân hadisinde yoktur.[418]
1. Arafat'ta
öğle ile ikindi, öğle vaktinde birlikte kılınabilir. Aralarında sünnet kılınmaz.Sözü geçen namazların bu şekilde
kılınmasıyla ilgili icmâ vardır.
2. Bu iki
namazdan birincisi için ezan okunur ve her ikisi için de ayrı ayrı kamet
edilir.
3. Akşam ile
yatsı namazları Müzdelife'de yatsı namazı vaktinde birlikte ve aralarında
sünnet kıhnmaksızın edâ edilir. Bu namazları tarif edildiği şekilde kılmak
Hanefî ulemâsına göre vâcib, diğerlerine göre sünnettir.[419]
1907.
...Câbir (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) sonra (şöyle) buyurdu:
"Ben
(kurbanlarımı) burada kestim. Minâ'nın her tarafı kesim yeridir." ve
Arafat'da durdu da (şöyle) buyurdu:
"Gerçekten ben
şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her tarafı vakfe yeridir." Müzdelife'de de
durdu ve (şöyle) buyurdu:
"Gerçekten ben
şurada durdum, Müzdelife'nin her taraf (ında) durulabilir."[420]
Fahr-i Kâinat
Efendimizin Veda Haccıridan
kurbanını Akabe Cemresinin yanında
kesmiş ve halkın,
buranın dışında kurban kesilemeyeceği kanaatine varmasını önlemek için
"Gerçi ben kurbanlarımı burada kestim ama Minâ'nın her tarafında kurban
kesilebilir" buyurmuştur. Bu bakımdan Mihâ vadisinin her tarafında kurban
kesmek caiz olmakla beraber kurbanı Hz. Peygamber'in kurbanlarını kestiği yer
olan Akabe Cemresi yakınında kesmek daha faziletlidir. Hz. Peygamber Arafat'ta
Cebel-i Rahme denilen dağda bulunan kayaların arasında vakfe yapmıştır ve;
"Gerçekten ben şurada vakfe yaptım (fakat) Arafat'ın her tarafı vakfe
yeridir" buyurarak, Arafat'ın her yerinde vakfe yapmanın caiz olduğunu
beyân etmiştir. Binaenaleyh Arafat'ın her tarafında vakfe yapmak caiz olmakla
beraber Resûl-i Ekrem'in vakfe yaptığı yer daha faziletlidir. Fakat fevkalâde
kalabalık hallerde bile sanki Arafat'ın diğer yerlerinde vakfe yapmak caiz
değilmiş gibi ille de Cebel-i Rah-me'de vakfe yapmakta ısrar etmek sünnete
aykırıdır. Arafat'tan Müzdelife'ye inince geceleyin yapılacak olan vakfe de
Müzdelife'nin her tarafında yapılabilir ancak bu vakfenin "Meş'ar-i
Haram" denilen "Kuzen" tepesi yanında yapılması daha faziletlidir.[421]
1908.
...(Bir önceki hadis oradaki) senediyle Cafer (b. Muhammed)'den de rivayet
olundu (ve Cafer'şu cümleyi de) ilâve etti: "-Siz konakladığınız yerde
kurbanı kesin!"[422]
Resûl-i Ekrem Efendimiz
kendisi kurbanlarını halk arasında "Büyük Şeytan" diye bilinen Akabe
Cemresi yanında kestiği halde ümmetin Minâ sınırları içerisinde istedikleri
yerde kesebileceklerini bildirmesi onları izdihamdan, dolayısıyla sıkıntı ve
meşak-ketten kurtarmak içindir. Çünkü herkes kurbanını Akabe Cemresi civarında
kesmeye kalkışacak, orada kurbanı kesebilmek içiri günlerce sıra beklemek
icabedecekti. Resûl-i Ekrem ümmetine olan merhamet ve şefkati icabı Minâ
bölgesinin her tarafında kurban kesmeyi meşru kılmıştır. Fakat bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi kurbanı Akabe Cemresi yakınında kesmek
daha faziletlidir.[423]
1909.
...Yahya b. Said el-Kattân şu (bir önceki) hadisi Cafer (b. Muhammed) ve
Muhammed b. Ali vasıtasıyla Câbir'den rivayet etmiş ve hadisteki
"İbrahim'in makamını namazgah edininiz!"[424] âyetinden
sonra (şu cümleleri) ilâve etmiştir: (Cafer b. Muhammed b. Ali) dedi ki:
O iki rekatde Tevhid
(İhlâs).ve Kâfirûn (surelerini) okudu ve (her ne kadar bu hadiste Hz. Âli
Kûfe'de dedi ki... (ifadesi) varsa da
babam (Muhammed Hz. Ali'ye nisbet edilen) bu "-Ben Fâtıma'-yı azarlatmak
için gittim" sözünü.Gâbir'in rivayet etmediğini ve (Câbir'in sâdece)
Fâtıma (r.anhâ) ile ilgili hâdiseyi anlattığını söyledi.[425]
Bu hadisi Yahya b. Said,
Cafer b. Muhammed b. Ali'den, O da babası Muhammed b. Ali'den, O da Hz. Câbir'den
rivayet etmiştir.
Bilindiği gibi Câbir
hadisi 1905 numarada tercümesini sunduğumuz hadistir. Ancak Yahya b. Sa'd'ın bu
rivayetinde 1905 numaralı hadise nisbetle bazı ayrıntılar vardır. Bu ayrıntıları
şöylece sıralamak mümkündür:
a. Bu
hadisin metninde "İbrahim'in makamım namaz yeri edinin" âyetinden
sonra, "Bu iki (rekat) te Tevhid (İhlâs) süresiyle Kâfirûn suresini
okudu" cümlesinin bulunduğu ifade edildiği halde Câbir hadisinde sözü
geçen âyet-i kerimeden sonra bu cümle yoktur.
b. Bu hadisi
rivayet eden Yahya b. Saîd'in rivayetine göre Cafer b. Muhammed kendisine şöyle
demiştir: "Her ne kadar Câbir hadisinde, Hz. Ali Küfe'de dedi ki:
"...diye başlayan bir söz varsa da, babam Muhammed'in bana bildirdiğine
göre, aslında Câbir hadisinde böyle bir söz yokmuş. Hz. Câbir o hadiste sâdece
Hz. Fâtıma ile ilgili hadiseyi anlatmış. Hz. Ali'nin Kûfe'de, "Bunun
üzerine ben Fâtıma'yı bu yaptığından dolayı azarlatmak ve Resûlullah (s.a.)
adına söylediklerini sormak için Resullah (s.a.)'e gittim. Fâtıma'nın
yaptıklarını beğenmediğimi O'na haber verdim de, "doğru söylemiş, doğru
söylemiş" buyurdu" dediğinden bahsetmemiştir.[426]
1910.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Kureyş ile onların dinine tâbi olanlar
Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Kendilerine "hums-kahraman" denirdi. Öbür.araplar
da Arafat'ta vakfe yaparlardı. İslâm gelince Allah, Peygamberine Arafat'a
giderek orada vakfe yapmasını, sonra oradan akın etmesini emretti. Bu Allah Teâlâ'nın;
"sonra insanların akın edip döndüğü yerden siz de akın edin"[427]
âyetidir.[428]
Arafat,[429]
Urane vadisinden başlayarak karşıki dağlara doğru uzanan
sahadır. Ezrakî'nin Hz. İbn Abbas'tan
rivâyetine göre Arafat'ın sınırı Urane vadisine bakan dağdan başlayarak
Arafat dağlarına ve Vâsik denilen yere kadar uzanan sahadır. Urane vadisi
Arafât'dan sayılmaz. Bilindiğe gibi "vakfe yapmak" ibâdet için durmak
demektir. Arafat'ta vakfe yapmak, haccın en büyük rükünlerindendir.
Hak yapmak isteyenler
için Arafat'ta durma zamanı Arafe günü zeval vaktinden kurban bayramının
birinci gününün fecrinin doğuşuna kadar olan herhangi bir zamandır. Bu süre
içinde bir an dahi durmakla vakfe yerine getirilmiş olur. Arafat ve Arafe günü
hakkında Hz. Peygamberin hadisleri vardır. Bunlardan birisi şöyledir:
"Arafe gününde olduğu kadar Allah'ın ateşten çok kul azad ettiği başka
bir gün yoktur. Şüphesiz ki o gün Allah Arafat'ta vakfe yapanlara yakınlaşır,
sonra onlarla Meleklere karşı iftihar ederek; "Bunlar ne istediler(ki
bütün hac işlerini bırakıp burada toplandılar)" buyurur."[430]
Mü/delile, Minâ ile
Arafat arasındadır. Aralarındaki mesafe iki saattir. Arafat yolu üzerinde
Mekke'den iki saat sonra Mina ve ondan iki saat sonra da Müzdelife ondan iki
saat sonra da Arafat bulunur. Bu yerde Minâ'ya yaklaşıldığı veya Allah'a
yakınlık elde edildiği için O'na Müzdelife denilmiştir.[431]
Arab kabilelerinden
olan Nadr kabilesi Harem dahilinde birbirleriyle karışıp toplandıkları için
kendilerine Kureyş denilmiştir. Çünkü "Kureyş" kelimesi
"toplamak" demektir.
Kureyş kabilesiyle
onların dinine tabi olan Kinâne'den ve Kays Kabilesinden bazı kimseler
Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Kuvvet, cesaret ve kahramanlıkları sebebiyle de
kendilerine "Hums" denirdi. Gerçekten bu kabile dinlerine çok bağlı
idi. Bu hususta her türlü fedâkârlık ve feragat kendilerinde mevcuttu.
Hacca veya umreye
niyet ettikleri zaman et yemedikleri gibi kıldan yapılmış çadırlara da
girmezlerdi. Evlere de kapılarından girmezlerdi. Diğer Arab kabileleri de
Arafat'ta vakfe yaparlardı. Resul-i Ekrem (s.a.) ise, kendisine peygamberlik
gelmeden önce Arafe gününde Arafat'ta vakfe yapanlarla birlikte vakfe yaptığı
gibi ertesi günü sabahleyin de Kureyşli-lerle birlikte Müzdelife'de vakfe
yapardı.[432]
Muhamed b. Cübeyr b. Mut'im'in
babasından rivayet ettiği bir hadis-i şerif şu anlamdadır: "Bir arafe günü
Arafat'ta devemi kaybetmiştim. Onun ararken orada vakfe yapmakta olan Hz.
Peygambere rastladım ve (kendi kendime) "Vallahi bu adam Hums (denilen
Kureyşliler) dendir. Burada işi ne?" dedim.[433] Bu
hadise Hicret'ten önce vuku bulmuştur. Hz. Cübeyr henüz o günlerde İsiâmiyyete
girmemişti. Mekke'nin fethinden sonra müslüman oldu ve Hayber günü vefat etti.
İslâmiyet gelince,
Allah teâlâ haccı farz kıldı haccın rüknü olarak Arafat'ta vakfe yapılmasını
emretti. Oradan da Müzdelife'ye akın edilmesini istedi.[434]
1. Arafat'ta
vakfe yapmak haccın rükünlerindendir. Çunku Abdurrahman b. Yamur’un rivâyet
ettiği şu hadis-i şerif bunu açıkça ifade etmektedir: "Peygamber (s.a.)'i
Arafat'ta vakfe hâlinde iken kendisine gelip "Ya Resulallah! Hac nasıl
yapılır" diye soran bazı Necidlilere:
"Hac Arafat'tır.
Müzdelife gecesinde, sabah namazından önce Mü-zedelife'ye gelmiş olursa hacca yetişmiş
olur" derken işittim."[435]
Tirmizî bu hadisle
ilgili olarak şunları söylüyor: "Peygamber (s.a.)'in ashabından ve
sonrakilerden ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir. Şöyle ki "Fecrin
doğuşundan önce Arafat'ta vakfeye durmayan kişi haccı kaçırmıştır. Fecrin
doğuşundan sonra gelmesi kâfi değildir. Onu umre olarak yapar ve seneye
hacetmesi gerekir. Süfyân es-Sevrî, Şafiî, Ahmed ve İshak'ın görüşü budur.
Diğer ulemâ da bu görüştedirler..."
2. Arafat'da
durmanın vakti, Arefe günü güneşin (batıya) kaymasıyla başlar, ertesi gün
güneşin doğmasıyla sona erer. Hanefî ulemâsı ile imâm-Mâlik, Şafiî ve ulemânın
büyük çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü Peygamber (s.a.) ve Hulefâ-i Râşidînin
Arafat'taki vakfelerinin başlangıç noktasını arefe günü güneşin batıya kayması
ânı teşkil eder.
Hanefî ulemasıyla İmam
Şafiî'ye göre başlangıç ve sona eriş noktalarını verdiğimiz zaman suresi
içerisinde geceden veya gündüzden herhangi bir zamanda vakfe yapmak yeterlidir.
Maliki ulemâsından bir cemaat de bu görüştedirler. Ancak Hanefi ulemasıyla bazı
Malikilere göre vakfe gündüz yapılacak olursa, onu güneş batıncaya kadar
sürdürmek vâcib olur. İmam Şafiî'nin meşhur olan görüşüne göre, bu vakfeyi
geceye kadar sürdürmek sünnettir. İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüne göre ise,
bu vakfenin kısa da olsa, geceleyin de bir süre devam etmesi gerekir. Eğer
gecenin bir kısmında devam etmeyecek olursa, o zaman hac bâtıl olur. Vakfenin
sadece gündüzün"yapılması yeterli değildir. Çünkü İbn Ömer'den gelen bir
hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Her kim Müzdejife gecesinde Arafat'ta
fecr doğmadan önce bir süre durmazsa haccı bâtıl olur., kim de Müzdelife gecesi
Arafat'ta fecrden önce bir süre durmaya yetişecek olursa, hacca yetişmiş
olur."[436]
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, Hz. İbn Ömer bu' sözlerle "Arafe günü güneşin batıya
kaymasıyla başlayarak ertesi gün güneşin doğuşuna kadar devam eden herhangi
bir süre içerisinde vakfe yapılmayan hac bâtıldır" demek istemiştir.
"Geceleyin vakfe yapılmayan hac bâtıl olur" demek istememiştir.
Nitekim "Her kim daha önce gece veya gündüz Arafat'tan akın edip de şu
(sabah) namazı(nı) da.Müzdelife'de bizimle kılmaya yetişecek olursa, haccını
tamamlamış ve vazifesini yapmış olur" anlamındaki 1950 numaralı hadis-i
şerif de bunu ifâde eden İmamTirmizî bu hadis hakkında "Hasen-sahih"
demiştir.
İmam Alımed'e göre
ise, Arafat'ta vakfe yapmanın vakti Arafe günü fecrin doğmasıyla ertesi gün
fecrin doğması arasında geçen süredir. Bu süre içerisinde herhangi bir zamanda
yapılacak vakfe yeterlidir. Çünkü Peygamber (s.a.):
"Her kim daha
önce gece veya gündüz Arafat'tan akın edip de şu (sabah) namazı(nı)
Müzdelife'de bizimle kılmaya yetişecek olursa haccını tamamlamış, ve vazifesini
yapmış olur."[437]
buyurmuştur. İmam Ahmed'in beyânına göre sözü geçen hadisteki "gece veya
gündüz" sözü Arafe günü ile Mü/delilc gecesinin tümüne şâmildir. Ulemânın
çoğunluğuna göre ise, buradaki yundu/den maksat, zev'alden güneşin batmasın? kadar
süren zamandır Oıııkıı Hz. Peygamber ve onun râşid halifeleri güneşin batıya
kaymasından önce vakfe yapmamışlar. Vakfeye ancak güneşin batıya kaymasından sonra
başlamışlardır.
Arafat'ta vakfe yapmak
"o gün gelince Allah'ın izni olmaksızın hic kimse konuşamaz. İçlerinde
bedbaht olanlar da mesud olanlar da vardır."[438]
âyet-i kerimesinde tasvir edilidği şekilde insanların ümit ve korku arasında
Allah'ın huzurunda toplanacakları günün bir simgesidir. Çünkü dünyanın çeşitli
ülkelerinden gelen çeşitli insan toplulukları ümit ve korku ile buraya toplanıp
dua ederler.
Ayrıca burada toplanma
müslüman cemaatlerin bir araya gelip ietimâî bünyelerinde meydana gelen
çözülmelerin tamiri ve aralarında tesânü-dün te'mini için kararlar alma imkânı
bulurlar.[439]
1911. ...İbn
Abbâs'tan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) terviye günü öğle namazını (ve ertesi
gün) sabah namazını Minâ'da kıldı (sonra Arafat'a hareket etti).[440]
Minâ: Harem dahilinde bulunan
bir köydür.Mekke'nin kuzeyinde ve
Babü's-selâm'dan 1042 m. uzakta bulunan Me'lâ adındaki mezarlıkla Minâ
arasındaki mesafe 5507 m.'dir. Mekke cihetinden buraya gelen bir kimse buraya
girerken önce sol kolu üzerine düşen Akabe,Cemresiyle karşılaşır. Burası Minâ
sınırının başlangıç noktasını teşkil eder. Daha sonra yine sol tarafına gelen
Bey'at Mescidiyle karşılaşır. Burası Resul-i Ekrem'in Ensardan bey'at aldığı
yerdir. Buradan itibaren vadi genişlemeye başlar .Akabe cemresinden başlayarak
Muhas-sar vadisine kadar uzanan vadi 3528 m. uzunluğundadır. Bu vadiyi batıdan
doğuya doğru uzanan bir yol ikiye ayırır. Yolun başlangıç noktasında Akabe
cemresi vardır. Akabe cemresini Orta Cemre, onu da küçük Cemre takibeder. Yolun
güney tarafında Hayf Mescidi vardır.
Terviye günü:
Hacıların Mekke'den Minâ'ya hareket ettikleri Zilhicce'nin 8. günüdür. Minâ'da
su bulunmadığı için de kendilerini ve hayvanlarını iyice suya kandırırlar. Bu
mânâ ile ilgili olarak bu güne "Terviye Günü" denmiştir.[441]
1.
Zilmcce'nin 8. günü güneş doğduktan sonra vasıtaya binip telbıye getirerek ve
dua ederek Mekke'nin kuzeyine yönelerek yola çıkmak ve bu istikamette
ilerlerken sol kol üzerine düşen ve Mekke'nin nihâyetinde bulunan Muallâ
mezarlığına daha sonra sağ kol üzerinde bulunan Abdulmuttalib köşküne uğramak
müstehabtır. Bu köşkün güney doğusunda "Cebelü'l-Hacûn" denilen bir
dağ vardır ki, "Muhassab" denilen düzlüğün Mekke tarafındaki sınırı o
dağdan başlar. Sonra doğuya doğru gidilip Nur dağına varılır. Bu dağ Mekke'nin
kuzey doğsuna düşer. Bu istikâmette bir süre daha gidilince sol kol üzerine
düşen sebili's-sitt'e varılır. Burası da Muhassab düzlüğünün Mina tarafına
düşen sınırını teşkil eder. Minâ'ya varınca şu dua okunur:
( ile- Allah'ım burası
Minâ'dır ve bu (ibadet) Senin bize göstermiş olduğun hac ibadetidir. Burada
dostun Hz. İbrahim'e ve habibin Muhammed'e lütfettiğin nimetlerle birlikte
bütün hayırları bize de lütfet!"
Bu duâ sona erdikten
sonra Hayf Mescidinde vakitleri gelince öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazını
kılar ve geceyi orada geçirir. Ertesi günü sabah namazını da orada kılıp
Arafat'a hareket eder. Bu şekilde hareket etmek sünnettir. Ama bugün hacıların
ekserisi Minâ'ya uğramadan Arafe günü doğrudan doğruya Arafat'a gidip bu
sünneti terk ediyorlar.
2. Zilhicce'nin
8. gününü 9. gününe bağlayan geceyi Minâ'da geçirmenin sünnet olduğunda icmâ'
vardır. Ancak terkinden dolayı bir ceza lâzım gelmez. İbnu'l-Münzir'in Hz.
Âişe'den rivayet ettiğine göre, Hz. Aişe terviye günü akşam olup da gecenin
üçte biri geçinceye kadar Minâ'da kalmıştır. Bir hacı adayının Minâ'ya terviye
gününden bir kaç gün önce gelmesinde de herhangi bir sakınca yoktur. İmam
Mâlik'e göre ise, Minâ'ya terviye gününden Önce gelmek mekruh olduğu gibi
Terviye gününü akşama kadar Mekke'de geçirmek de mekruhtur. Ancak bundan cuma
günü müstesnadır. Eğer terviye günü cuma gününe tesadüf edecek olursa,, o zaman
cuma namazını kılmadan Minâ'ya hareket edilmez.[442]
1912.
...Abdulaziz b. Râfî'den; demiştir ki: Enes b. Mâlik'e; Resûlullah (s.a.)'den
anladığın bir şeyibana haber ver! dedim ve şunu sordum;
Allah Rasûlü Terviye günü
öğle namazım nerde kıldı? Minâ'da; cevabını verdi.
Nefir (dağılma) günü ikindiyi
nerede kıldı?" dedim. Ebtah'da, cevabım verdi sonra; Âmirlerin ne yapıyorsa
sen de onu yap! buyurdu.[443]
"Nefr
günü"nden maksat cemreleri attıktan sonra Minâ'dan Mekke'ye
inmek demektir. Burada
Zilhicce'nin 13. günü kast ediliyor. Bu güne "İkinci Nefr
günü"de denir. Her ne kadar Zilhicce'nin 12. gününde de cemreleri
taşladıktan'sonra Mekke'ye inmek caizse de-Resül-i Ekrem Efendimiz efdal ile
mal etmek için Zilhicce'nin 12. günü de Minâ'da durup 13. günü taşlan attıktan
sonra inmiştir.
Bu hadis-i şerif Ahmed
b. Hanbel'in Müsned'inde; "Resûlullah (s.a.) terviye günü öğle ve ikindi
namazlarını nerede kıldı? diye sordum" şeklinde geçiyor.
Ebtah;
"Bathâ" ve "Hayfü Beni Kinâne" adlarıyla da anılan bir yerdir.
Burası aslında Cebel-i Nur ile el-Hacûn arasında bulunan ve "el-İvluhassab"
ismiyle tanınan vadidir.
Metinde geçen ve Enes
b. Mâlik'e ait olan "âmirlerin ne yapıyorsa, sen de onu yap," sözü
terviye günü öğle namazını Minâ'da, Nefr günü de ikindi namazını Ebtah'da
kılmanın vâcib olmayıp sünnet olduğunu ve o zamanlar ümerânın bu sünnetleri
işlemekte olduklarını ifâde etmektedir.[444]
1. Hac
adaylannm terviye günü denilen zilhiccenin 8.
gününde öğle, ıkındı, akşam
ve yatsı namazını ve Arafe
gününün sabah namazını Minâ'da kılmaları sünnettir. İbnu'l-Münzir'in beyânına
göre bu sünneti terk etmekten dolayı herhangi bir ceza gerekmez.
2. Zilhicce'nin
12. günü taşlan attıktan sonra veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye inmek
meşrudur. Esasen Nefr yani Mekke'ye inmek iki kısımdır:
a. Zilhiccenin
12. bayramın üçüncü günü taşları attıkta nsonra veda tavafını yapmak üzere
güneş batmadan önce Mekke'ye inmek. İmam Malik'le Şafiî ve Ahmed'e göre bu
günde taşları attıktan sonra Mekke'ye inmek caizdir.
Hanefî ulemâsına göre
ise, Zilhiccenin 13. gününün fecri doğmadan önce Mekke'ye inmek caizdir. Ancak
Zilhiccenin 12. günü güneş battıktan sonra inilmesi mekruhtur. Güneş batmadan
önce inilmesinde bir sakınca yoktur. Eğer 13. günü fecr doğduktan sonra (o güne
ait taşlan atmadan) Mekke'ye inilecek olursa sünnet terk edilmiş olur.[445]
b. Zilhicce'nin
13. günü taşlan attıktan sonra Mekke'ye inmeye (her iki nefr gününe) de şu
âyeti kerimede işaret buyrulmuştur: "Sayılı günlerde Allah'ı anın (tekbir
alın), kim hemen iki gün içinde (Minâ'dan Mekke'ye) dönerse ona günah yoktur.
Kim geri kalırsa, korunduğu takdirde ona da günah yoktur..."[446]
Âyet-i kerimede emredilen zikr tekbirdir, O'mın büyüklüğünü yad etmektir.
Hacılar bayram günlerinde Minâ'da şeytanı taşlarlar ve geceleri de orada
geçirirler. Bayram gecelerini Minâ'da geçirmek sünnettir. Burada birinci günü
Akabe Cemresi'ne taş, diğer günler üç cemreye yedişerden "yirmibir",
toplam 70 (yetmiş) taş atılır. Acelesi olan Zilhiccenin 12. günü taşlan atınca
döner. Acelesi olmayan 13. günü taşları atınca döner.[447]
3. Hacı
adaylarının Zilhiccenin 13. günü Minâ'dan Mekke'ye inerlerken Ebtah'a inerek
orada öğle ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmaları ve geceleyin orada bir
süre uyuduktan sonra Mekke'ye girip Veda tavafını yapmaları sünnettir. Çünkü
Hz. Enes'ten rivayet olunan bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
"Peygamber (s.a.) öğle, ikindi ve yatsı namazlarını kıldı ve Muhassab
denilen yerde bir süre uyudu sonra hayvanına binip Beyt-i Şerife yöneldi ve
Beyt'i tavaf etti."[448]
1913. ...İbn
Ömer'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Arafe günü sabahı sabah namazını
kılınca Minâ'dan (Arafat'a) hareket etti. Nemire'de konakladı. Burası Arafat
(yakının)da imamın konakladığı yerdir. Resûlullah (s.a.) öğle namazı vakti
olunca öğle sıcağında gidip öğle ve ikindiyi birleştirdi. Sonra halka hutbe
okudu, sonra gidip Arafat'ta vakfe yerinde vakfe yaptı.[449]
1905 numaralı hadis-i
şerifte de açıklandığı gibi Zilhiccenin 8. günü Minâ'ya varan Resûl-i Ekrem
Efendimiz ertesi günü sabah namazım kıldıktan sonra güneşin doğmasına kadar bekleyip
güneşin doğmasıyla Arafat'a hareket etmiştir. Arafat'a yaklaşınca
"Nemire" denilen yere inmiştir. Burası hac imamının inmesi sünnet
olan yerdir. Resul-i Ekrem Efendimiz burada öğle namazı vakti girinceye kadar
beklemiş vakit gelince öğle sıcağında devesine binerek Urane vadisine gelmiş
ve öğle ile ikindiyi birleştirerek bir ezan ve iki kametle ikişer rekat olarak
küdırmıştır. 1905 numaralı hadis-i şerifte de açıklandığı gibi bu iki namaz
arasında nafile cinsinden her hangi bir namaz kılmamıştır. Namaz bittikten
sonra halka bir hutbe okumuştur.
Her ne kadar hadisin
zahirinden Resûl-i Ekrem'in hutbeyi namazdan sonra okuduğu anlaşılıyorsa da
1905 numaralı hadis-i şerifte hutbeyi namazdan evvel okuduğu ifâde ediliyor.
Diğer bir hadis-i şerifte ise, bu konunun ayrıntılarına da temas eden şu
ifâdeler yer alıyor: "Resûlullah (s.a.) yürüdü, Arafat'a vardı ve Nemire
denilen yerde çadırının kurulduğunu görerek oraya indi. Güneş batıya dönünce
Kasvâ adındaki devesinin hazırlanmasını emretti ve hayvana semer vuruldu.
Nihayet Batnu'l-Vâdi'ye (Urane vadisine) gelince orada bir hitabede bulunduktan
sonra Hz. Bilâl ezan okudu ve kaamet etti. Öğleyi kılınca tekrar kamet etti.
İkindi namazım kıldı. Bu iki vaktin namazı arasında başka bir namaz kılmadı."[450]
Zikredilen iki farklı
ifadenin aralarını şu şekilde uzlaştırmak mümkündür: Aslında Fahr-i Kainat
Efendimiz mezkûr hutbeyi, namazdan önce okumuştur. Fakat namaz bittikten sonra
da halka bazı tavsiyelerde bulunmuş ve va'z-u nasihat etmiştir. Râvîlerden
bazıları Resûl-i Ekrem'in hutbesini kasd ederek, "Resul-i Ekrem halka
namazdan önce bir hutba irad etti" derken diğer bir kısmı da Resul-i
Ekrem'in namazdan sonraki va'z-u nasihatini kast ederek "Resul-i Ekrem
namazdan sonra halka hitab etti" demişlerdir. Bu iki hadisin arasım bu
şekilde uzlaştırmanın doğru olmadığı farz edilecek olursa, o zaman 1905
numaralı hadisin konumuzu teşkil eden hadise tercih edileceğimi söylemek
mümkündür. Çünkü ilim erbabının tümü 1905 numaralı hadisle amel
edegelmişlerdir. Hz. Peygamber'in vakfe yaptığı yer ise, Cebel-i Rahme ismi
verilen dağın eteğinde bulunan kayalardır. Burada vakfesine güneş batıncaya
kadar devam etmiştir.[451]
1. Hacıların
Arafe günü güneş doğduktan sonra M ma dan Arafat a hareket edip Nemire vadisine
varınca inmeleri ve güneş batıya dönünceye kadar orada kalmaları, sonra
Nemire'den kalkıp Urane vadisine gitmeleri müstehabtır. Bu konuda ulemâ
arasında görüş birliği vardır.
2. Urane
vadisinde öğle vaktinde öğle ile ikindiyi birleştirerek kılmak sünnettir. Bu
konuda da icmâ vardır. Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî'ye göre bu namazlardan
birincisi için bir ezan okunur. Her ikisi için de ayrı ayrı birer kamet
getirilir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir. İmam Ahmed'den her
iki namazın da ezansız olarak kılınacağına dair ayrı bir görüş daha rivayet
edilmiştir. İmam Mâlik'e göre ise, her iki namaz için ayrı ayrı ezan okunur ve
kamet getirilir.
3. İmamın
Urane vadisinde cemaate hutbe okuması sünnettir. Bunda icmâ' vardır.
4. Daha Önce
aldığımız 1905 numaralı Câbir hadisi söz konusu ezanın hutbeden sonra
okunduğunu ifâde etmektedir. İmam Mâlik ile İmam Ahmed de bu hadîsi esas alarak
ezanın hutbeden sonra okunacağı hükmüne varmışlardır. Yine bu iki imama göre
hutbeler bittikten sonra imam minberde otururken önce bir ezan okunur,
hutbeden sonra öğle namazı için bir kamet getirilir. Kametten sonra imam
minberden inip öğleyi kıldırır. Sonra bir ezan okunup bir de kamet getirilerek
ikindi namazı edâ edilir.
İmam Ebû Hanife ve
İmam Muhammed'e göre ise, aynen cuma namazında olduğu gibi imam minbere
çıktıktan sonra daha hutbeyi okumadan önce bir ezan okunur, sonra imam ayağa
kalkarak hutbeyi okur. Daha sonra ikâmet edilip önce öğle namazı edâ edilir,
sonra bir kamet daha getirilerek ikindi namazı edâ edilir.
İmam Şafiî'ye göre
ise, ezan ikinci hutbe esnasında okunur. Delili ise, Hz. İmamın rivayet ettiği
şu hadis-i şeriftir: Peygamber (s.a.) Arafat'ta iken vakfe yerine gittj, önce
halka birinci hutbeyi okudu, sonra Hz. Bilâl ezan okumaya başladı. Peygamber
(s.a.)'de ikinci hutbeye başladı. Hz. Peygamber hutbeyi bitirirken Hz. Bilâl de
ezanı bitirmişti. Sonra Hz. Bilal kamet etti. Resül-i Ekrem de öğleyi kıldırdı.
Sonra Hz. Bilâl ikinci bir kamet getirdi, Resul-i Ekrem de ikindiyi kıldırdı.
Bu namazlarda mümkün
olduğu kadar kısa sûreler okunur ve iki namaz arasında nafile cinsinden bir
namaz kılınmaz. Bunda icmâ' vardır. Eğer iki farz namaz arasında başka bir
namaz kılınacak olursa veya başka bir işle meşgul olunursa, ikindi namazı için
yeniden bir ezan okunması gerekir. Çünkü asıl olan her farz namaz için ezan
okunmasının sünnet oluşudur. Bu namazlar Resûl-i Ekrem'in kıldığı gibi
fasılasız olarak kılındıkları zaman caizdir. Binaenaleyh iki namazın arasına
başka bir namaz yahut başka bir iş girdiği zaman ikindi namazı için ayrı bir
ezan daha gerekir.[452]
İmam Ebû Hanife
(r.a.)'ye göre öğle ile ikindi namazını Arafat'ta birleştirerek kılmanın caiz
olması için bu namazların hac imamı veya vekili tarafından kıldırılmış olması,
kılan kimsenin hac için ihrama girmiş olması ve ikindiden önce kıldığı öğle
namazının sahih olması şarttır. Eğer öğle namazı fasit olursa öğle namazını
kendi vaktinde ikindi namazını da yine kendi vaktinde ayrı ayrı kılmak gerek.
Öğleyi ikindiyle
birleştirmeden tek başına kılan Veya hac imamının dışında bir imamın arkasında
cemaatle kılan, veya hac için ihrama girmeksizin ikisini birleştirerek öğle
vaktinde kılan bir kimsenin kıldığı ikindi namazı sahih değildir. Çünkü kıyasa
aykırı olarak ikindi namazının vaktinden evvel kılınması ihramh kimse için ve
belli şartlar dışında caizdir. Kıyasa aykırı olarak nas ile sabit olan bir şey
nassın tayin ettiği sınırların dıışna çıkamaz. en-Nehaî ile İmam Sevrî de bu
görüştedirler.
Şâfiîler İmam Mâlik ve
İmam Evzâî'ye göre ise, sözü geçen namazların Arafat'ta birleştirilerek öğle
vaktinde edâ edilebilmeleri için sadece ihramh olmak yeterlidir. Cemaatle
kılmak da şart değildir. Çünkü Hem-mâm'ın Nâfi'den rivayet ettiği bir hadiste
ifâde edildiğine göre; İbn Ömer (r.a.) (Arafât'da) arafe günü cemaate
yetişemeyince Öğle ile ikindiyi, öğle vaktinde birleştirerek kılmıştır. Cumhura
göre ise, bu namazları birleşti-rebilmek için sadece müsâfir olmak da
yeterlidir.[453]
M. Zihnî Efendi Hanefî
ulemâsının bu konudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor: "Arafat'taki cem-i
takdîm âdete uyularak Nemire mescidinde kılınır. Burada büyük cemaatle kılınan
öğle ve ikindi namazları böylece cem'edilmiş olur. Bir ezan okunur iki kamet
alınır. İkinci kamet ikindinin zamanı henüz girmemiş olduğundan iki namazın
cemedileceğini hatırlatmak içindir. Bu iki farzın arasını nafile ile -müekked
sünnet bile olsa-ayırmak uygun olmaz. Molla Miskîn, Zahîre, Muhît ve Kâfi
kitaplarına uyarak yalnız öğle sünnetini istisna etmiştir. Hem belirtilen
cem'in (iki namazın öğle vaktinde kılınmasının) sahih olabilmesi, için hem
ihramın hem de büyük cemaatin şart kabul edilmesi imam Azam mezhebidir.
İma-meyne göre onun ihramda bulunmaktan başka şartı yoktur. Muhaşşî der ki,
eimme-i selâse (Şafiî, Mâlikî, Hanbelî) de böyle demişlerdir. Daha zahir olan
da budur."[454]
Ayrıca 1926 numaralı
hadisin şerhinde bu mevzuu tekrar ele alınacaktır.[455]
1914. ...İbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki:
Haccâc, İbn'z-Zubeyr
(r.a.)'i öldürünce, İbn Ömer'e (bir adam) göndererek:
Resûlullah (s.a.) bu
günde hangi saatte hareket ederdi? diye sordu. (İbn Ömer de:)
O vakit gelince
beraber gideriz, diye cevap verdi.
İbn Ömer (vakfe
yerine) gitmek isteyince (Said b. Hassân'm) dedi(ğine göre İbn Ömer'in yanında
bulunan kimseler) "güneş (batıya) kaymadı" demişler. (Bir süre sonra
İbn Ömer);
Güneş (batıya) kaydı
mı? diye sorunca:
Kaymadı, diye cevab
vermişler (Said b. Hassan) dedi ki:
İbn Ömer'in yanında
bulunan kimseler kendisine; "güneş batıya) kaydı" dedikleri zaman
hareket etti.[456]
Bilindiği gibi Haccâc
b. Yûsuf Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr'i Cumade'l-ahîre'nin ikinci yarısında ve
hicretin 73. yılında şehid etmiştir. Abdullah b. ez-Zübeyr hazretleri o zaman
72 yaşında bulunuyordu. Haccâc kati haberiyle birlikte hac yapmak arzusunda
olduğunu bir mektupla Abdulmelik b. Mervân'a bildirerek fikrini almak isteyince
Abdulmelik de O'na bir mektup yazarak hac esnasında İbn Ömer'in görüşüne ve
talimatına eksiksiz olarak uymasını tavsiye etmişti. Bu hadise Nesâî'nin
Sünen'inde şöyle anlatılıyor:
Salim b. Abdillah b.
Ömer demiştir ki:
Abdulmelik b. Mervan
Haccâc b. Yusuf'a hacla ilgili konularda İbn Ömer'in emirlerine uymasını
emretmişti. Arefe günü güneş zeval vaktinde iken İbn Ömer geldi. Ben de
beraberindeydim. Çadırın yanına gelince, "Hac emîri nerede?" diye
bağırdı. Üzerinde sarı renkli bir güneşlikle Haccâc göründü. İbn Ömer'e:
Ne var Ebû
Abdirrahman! dedi. İbn Ömer:
Sünnete uymak
istiyorsan, haydi vakfeye! deyince, Haccâc:
Bu saatte mi? dedi İbn
Ömer de:
Evet, cevabını verdi.
Bunun üzerine Haccâc:
Bir duş alayım hemen
geliyorum dedi. O gelinceye kadar İbn Ömer bekledi. Gelince benimle babam
arasında yürüyordu. Ben kendisine:
Eğer sünnete uymak
istiyorsan hutbeyi kısa oku, vakfede acele et, dedim. Bunun üzerine İbn Ömer'in
birşey söyleyip söylemeyeceğine baktı. Bunu gören İbn Ömer:
Doğru söylüyor, dedi.[457]
1. Hz. İbn
Ömer'in fıkıh ilmindeki salâhiyyeti herkes tarafından kabul edilmiş ve
fetvaları, umumun tasvibine mazhar
olmuştur.
2. Arafat'da
vakfe zevalden sonra yapılır.[458]
1915.
...Damra oğullarından bir adam, babasından yahut amcasından rivayetle demiştir
ki:
Ben Resûlullah
(s.a.)'i Arafe günü minber üzerinde (hutbe okur) iken gördüm.[459]
Aslında minber mescidde
hutbe okunan basamaklı yerin adıdır.Peygamber efendimiz
önceleri hutbeleri mes-ciddeki bir hurma
direğine dayanarak okurlardı. Sonraları cemaat çoğalınca arkada ve uzakta
olanların Hz. Peygamberi görebilmeleri için üç basamaklı bir minber yapıldı.
Sonraki devirlerde minber, mescid ve camilerin diğer kısımları gibi
sanatkârâne bir şekilde yapılmaya başlandı.
Metinde geçen minberin
bu anlamda bir minber olduğu düşünülemez. Esasen "minber" kelimesinin
yükselmek ve sesi yükseltmek anlamına gelen "ne-be-ra" kökünde
geldiği düşünülürse, buradaki minber sözüyle mutlak olarak "yerden
yükseklik" kasd edilmiş olduğu anlaşılır. Bir numara sonra tercümesini
sunacağımız hadis-i şerifte Resul-i Ekrem'in o günkü hutbesini deve üzerinde
irad ettiği ifade edildiğine göre burada "minber" sözüyle devenin
sırtı kast edilmiş olmalıdır.[460]
1. Arafat'ta
vakfe yaparken yüksekçe bir yerde bulunmak meşrudur.Ulemanın büyük çoğunluğuna
göre yüksekçe bir mekân üzerine çıkarak vakfe yapmak yerde ayak üstünde
dikilerek vakfe yapmaktan daha faziletlidir.
Şafiî ulemâsına göre
ayakta dikilmek kendisine zor gelen kimselerin bir hayvan üzerine binerek vakfe
yapmaları yerde ayak üstünde dikilerek vakfe yapmasından daha faziletlidir.
Yine Şafiî ulemâsına göre ayakta vakfe yapmak kendisine zor gelmeyen bir kimse
hakkında üç görüş vardır:
a. Peygamber
Efendimizin tatbikatına uygun olacağı için bir hayvan üzerine binerek veya
yüksek bir yere çıkarak vakfe yapmak daha faziletlidir.
b. Huşu,
huduya ve tevâzuya daha uygun olduğu için bir hayvan üzerine binmeyi veya
yüksek bir mekân üzerine çıkmayı terk ederek yerde ve ayak üzerinde vakfe
yapmak daha iyidir, daha faziletlidir.
c. Yüksek
bir mekânda bulunmakla yerde ayak üzerinde bulunmak arasında bir fark yoktur.
Bu konuda Hanbelî ulemâsı da Şafiî ulemâsının görüşünü aynen paylaşmaktadır.
Nitekim İbn Kudâme, Hanbelî ulemâsının bu konudaki görüşlerini şöyle ifâde
ediyor: "Arafat'taki vakfeyi deveye binerek yapmak daha faziletlidir.
Çünkü Hz. Peygamber deveye binerek vakfe yapmıştı. Bu şekildeki vakfe dua için
daha elverişlidir. Yerde ayak üstü vakl'e yapmanın daha faziletli olduğu da
söylenmiştir. Çünkü bu şekildeki vakfe, hayvana yük olmaktan uzaktır. Her iki
durum arasında bir fark bulunmama ihtimali de vardır.[461]
1916. ...Nubayt'tan
rivayet edildiğine göre, kendisi Arefe günü Peygamber (s.a.)'i , kızıl bir
deve üzerinde konuşma yaparken görmüş.[462]
İmam Nesâî ve Ahmed
(r.anhumâ) bu hadisin senedinde Seleme ile babası arasında bir vasıta zikretmedikleri
halde Ebû Davud'un bu rivayetinde hadisi, doğrudan doğruya babası Nubayt'tan
değil de Hay kabilesinden bir adam vasıtasıyla aldığı ifâde edilmektedir. Hafız
İbn Hacer bu senedde aslında Seleme ile babası Nubayta arasında herhangi bir
kimsenin bulunmadığını söyleyerek İmam Nesâî ile İmam Ahmed'in verdikleri
senedi Ebû Davud'un bu senedine tercih etmiştir.
1905 numaralı Câbir
hadisinde Resül-i Ekrem'in Veda Haccında Arafat'ta Kasvâ isimli devesi
üzerinde konuşma yaptığı ifâde edildiği halde, burada "kırmızı bir deve
üzerinde konuşma yaparken gördüm" denilmesi, bu iki ifâde arasında bir
çelişki bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü Nubayt, Hz. Peygamber'i uzaktan
gördüğü için altındaki devenin Kasvâ ismindeki dişi deve olduğunu fark
edememiş, kızıl tüylü bir yük devesi olduğunu zannetmiştir.[463]
1. Arefe
günü Arafat'ta yüksekçe bir yerde butbe okumak meşrudur. Bu hutbenin sünnet olduğunda
icmâ' vardır. Hanefî ulemâsiyla İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre Hac imamının Arefe
günü öğle namazından önce halka iki kısa konuşma yapması ve bu konuşmalarda
Arafat'ta Öğleyle ikindiyi birleştirerek öğle vaktinde kılmak, Arafat'ta vakfe
yapmak, Arafat'tan Müzdelife'ye akın etmek ve orada akşamla ikindiyi
birleştirerek yatsı vaktinde kılmak, orada geceleyip vakfe yapmak, Minâ'da
cemrelere taş atmak, Bayram günü kurban kesmek, haccın rüknü olan ziyaret tavafını
yapmak gibi hac menâsikiyle ilgili konulara temas etmesi ve halkı bu mübarek
mekânlarda bulundukları sürece bol bol duâ edip tehlîl ve telbiyede bulunmaya
teşvik etmesi müstehabtır. Resûlullah'm Veda hutbesinin metni 1905 numaralı
hadis-i şerifte bulunmaktadır.
jmam Ahmed (r.a.)'c
göre ise, sünnet olan hac imamının zevalden sonra tekbirlerle başlayan bir
hutbe okuması, bu hutbede halka hac menâsikini öğretmesi, sonra ezan okunmasını
ve namazın erkenden kılınmasını emretmesidir. İmam Ahmed'in bu konudaki delili
1914 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de nakl ettiğimiz gibi; "Eğer
sünnete uymak istiyorsan hutbeyi kısa oku, vakfede acele et."[464]
anlamındaki ifadeler Salim b. Abdullah b. Ömer'in sözüdür. Hz. İmama göre sözü
geçen hadisteki "hutbeyi kısa oku" sözü "kısa bir hutbe
oku" demektir.[465]
1917.
...Hâlid b. el-Addâ b. Hevze demiştir, ki: Arafe günü Resulullah (s.a.)'i bir
deve üzerinde, özengiler üzerinde ayağa kalkmış olduğu halde halka hitab
ederken gördüm.[466]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Hennâdfın rivayet ettiği) gibi İbnu'l-alâ da Vekî'den rivayet etti.[467]
Hadisin senedinden de
anlaşılacağı üzere, Musannif Ebû Dâvud (r.a.) bu hadisi üç kişiden
almıştır.
1. Hennad İbn
Seriyy,
2. Muhammed
İbn el-Alâ,
3. Osman İbn
Ebî Şeybe.
Bu üç râvîden Muhammed
İbn-ül-Alâ ile Hennâd İbn Seriyy, bu hadisi Abd-ül-mecid vasıtasıyla Hâlid
İbn-el-Addâ'dan aldıklarını söylerlerken, Osman İbn Ebi Seybe Abdülmecid
vasıtasıyla el-Addâ ibn Hâlid'den aldığım söyleyerek onlardan ayrılmıştır.
Doğru olanda Osman İbn Ebi Şeybe'nin dediğidir.
Bu hadis-i şerifte
Arai'o günü Arafat'ta deve üzerinde özengiler üzerine basıp ayağa kalkarak
halka hitab etmesinin caiz olduğu ifade edilmektedir.[468]
1918.
...Önceki hadisin manası el-Addâ b. Hâlid'den de rivayet olunmuştur.[469]
İmam Şâfî'ye göre hac
imamı, hac esnasında dört hutbe okur:
1. Zilhicce'nin
yedinci günü Mekke'de;
2. Arefe
günü Arafat'ta,
3. Bayramın
birinci günü Minâ'da,
4. Bayramın
üçüncü Zilhicce'nin 12. günü Minâ'da, çünkü Câbir b. Abdullah'dan rivayet
edilen bir hadis-i şerif şu anlamdadır: "Resülullah (s.a.) Ci'râne'den
döndükten sonra hac imamı olarak Hz. Ebû Bekr'i hacca gönderdi. Beraberce
Mekke'ye geldik, Terviye gününden bir gün önce (yani Zilhicce'nin 7. günü)
Mekke'de bir hutbe irad etti. Bu hutbesinde halka hac ibadetini (ve nasıl edâ
edileceğini) anlattı. Hutbe bittikten sonra Hz. Ali'de Berâe Sûresini okudu.
Sonra beraberce (Minâ'ya müteveccihen yola) çıktık. Arafe günü gelince Ebû Bekr
(r.a.) kalktı, halka hitaben bir konuşma yaparak onlara hac ibâdetini anlattı.
Konuşma bitince Hz. Ali halkın huzurunda Berâe Sûresini sonuna kadar okudu.
Bayram günü Minâ'ya akın ettik. Hz. Ebû Bekr, Minâ'ya gelince halka Minâ'ya
gelmenin önemi, kurban ve diğer hac menasikiyle ilgili bir hutbe irad etti.
Hutbeden sonra Hz. Ali kalktı ve Berâe Sûresini sonuna kadar okudu. Nefr günü
(denilen Zilhiccem 12. günü) gelince Ebû Bekr (r.a.) bir hutbe daha irad edip bu
hutbesinde halka Mekke'ye nasıl döneceklerini ve cemrelere nasıl taş
atacaklarını ve diğer hac menâsikini anlattı. Hutbe sona erince Hz. Ali de
Berâe Sûresini okudu."[470]
Ancak Nesâî'nin rivayet ettiği bu hadisin senedinde Abdullah b. Osman b.
Huseyn vardır. Ali b. el-Medînî'ye göre bu zatın naklettiği hadisler makbul
değildir.
Hanefî ulemâsıyla İmam
Mâlik'e göre hacda üç defa hutbe okunur:
1. Zilhiccenin
yedinci günü Mekke'de irad olunur ki, bu hutbede halka Minâ'ya gidişin âdab ve
ahkâmı anlatılır.
2. Arafe
günü Arafat'ta irad olunur ki, bunda da Müzdelife'de yapılacak vakfe'nin,
cemreleri atmanın, kurbanın ve tavafın hükümleri anlatılır.
3. Minâ'da
Zilhicce'nin onbirinci günü irad olunur. Bunda Allah'a hamd edilerek hac
menâsikinin faziletinden bahsedilip halk ibâdete teşvik edilir, günahlardan
sakındırılır.
İmam Züfer'e göre bu
hutbeler terviye, arafe, bayram günlerinde iradedilmelidir.[471]
İmam Ahmed'e göre
birincisi arafe günü ikincisi bayramın birinci günü, üçüncüsü de Zilhicce'nin
onikinci günü olmak üzere üç hutbe irad edilir. Bütün bu açıklamalardan
anlaşılıyor ki Hanefî ulemâsı ile İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre, imamın yahud
hac emirinin Zilhiccenin yedinci günü Mekke'de öğle namazından sonra bir hutbe
okuması ve bu hutbede hac menâsikinden Minâ'ya varıştan ve orada gecelemekten
ve Arafat'ta yapılacak görevlerden bahsetmesi sünnettir. Delilleri ise, İbn
Ömer'den rivayet olunan şu hadis-i şeriftir. "Peygamber (s.a.) Terviye
gününden bir gün önce halka hitabederek onlara hac ibâdeti hakkında açıklama yaptı."[472]
Eğer bu hutbenin irâd
edildiği Zilhicce'nin 7. günü cuma gününe tesadüf edecek olursa söz konusu
hutbe cuma namazından sonra okunur. Cuma hutbesinin okunmuş olmasından dolayı
tyu hutbe terk edilmez. Çünkü bu hutbenin namazdan sonra okunması sünnettir.
Cuma hutbesi ise, namazdan önce okunur. İmam Ahmed ise bu hutbeden
bahsetmiyor. Çünkü O'na göre bu hutbeye mesned teşkil eden İbn Ömer hadisi
sahih değilidr. Gerçekte ise, sözü geçen hadis hasen bir senetle rivayet
olmuştur. Bilindiği gibi Resul-i Ekrem Efendimizin Arafe günü Arafat'ta irad
ettiği hutbenin metni 1905 numaralı
hadis-i şerifte geçmiştir.[473]
1919.
...Yezîd b. Şeybân'dan; demiştir ki: Biz Arafat'ta Amr (b. Abdullah b.
Safvân)'ın imam(ın vakfe yerin)den uzak saydığı bir yerde iken, İbn Mirba' el-Ensarî yanımıza gelip:
Ben Resûlullah
(s.a.)'iii size (gönderilen) elçisiyim. (O size); "İbâdet yerlerinizin
üzerinde olun. Gerçekten siz atanız İbrahim'den kalma bir miras üzerinde
bulunuyorsunuz" buyuruyor, dedi.[474]
"Arafat'ta vakfe
yaparken imamın durduğu yer"den maksat, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in vakfe
yaparken bulunduğu yerdir. Gerçekte burası Arafat'ın ortasındaki Cebel-i
Rahme'nin eteğinde bulunan kayaların olduğu yerdir. Arafat'ın her yerinde vakfe
yapmak caiz olmakla beraber vakfeyi burada yapmak müstehabtır. Halkın başka
yerde vakfe yapılmaz zannıyla Cebel-i Rahme'nin tepesine çıkmaları doğru değildir.
Çünkü Arafat sınırlan içinde kalan her yerde vakfe yapılabilir.[475]
Veda Haccında Arafat'ta vakfe yaparken Resul-i Ekrem'in durduğu Cebel-i
Rahme'den uzakta bulunan kimseler, Amr b. Abdillah b. Safvân'ın; "Biz
Resûlullah'ın bulunduğu yerden çok uzakta duruyoruz," demesinden dolayı
vakfelerinin kabul olunmayacağı endişesine kapıldılar. Resûlullah (s.a.) onların
bu endişesini gidermek için İbn Mirba'ı kendilerine elçi olarak gönderip; Hz.
İbrahim'in dininde Arafat'ın her tarafında vakfe yapmanın caiz olduğunu
müslümanların da Hz. İbrahim'in dini üzerinde olduklarım bildirmiştir. VeyaHut
da Resûlullah'ın kendilerine elçi göndermesinin sebebi, bulundukları yerin
ataları Hz. İbrahim'in vakfe yaptığı yer olduğunu bildirmektir.[476]
Arafat'ın sınırları
içinde bulunan her yerde vakfe yapılabilir. Çünkü Resûlullah (s.a.);
"Arafat'ın her tarafı vakfe yeridir. Fakat (Urane Arafat'tan değildir).
Urane'de durmayınız" buyurmuştur.[477]
İmam Mâlik'in dışında tüm ilim adamları Urane vadisinde vakfe yapmanın caiz
olmadığını söylemişlerdir.[478]
İmam Mâlik'e öre burada vakfe yapan kimsenin haccı sahihtir, fakat üzerine
kurban lâzım gelir.[479]
1920. ...İbn
Abbâs'tan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) (hayvanının) arkasında Usâme (b.
Zeyd) olduğu halde (Arafat'tan Minâ'ya) ağır ağır indi ve;
"Ey İnsanlar!
Yavaş olunuz. Çünkü at(ları) ve develeri koşturmak hayır değildir"
buyurdu. (İbn Abbâs) dedi ki: Artık ben Müzdelife'ye varıncaya kadar
(hayvanların) şahlanıp koştuklarını görmedim.
(Diğer râvi) Vehb (de
bu hadise şunları) ilave etti: Sonra (hayvanının) arkasına el-Fadl b. Abbas'ı
bindirdi ve; "Ey insanlar, at(ları) ve deve(leri) koşturmak hayır
değildir. Yavaş olunuz" buyurdu. (İbn Abbâs) dedi ki: Artık ben Minâ'ya
varıncaya kadar (hayvanların koşmak için) ön ayaklarını kaldırdıklarını
görmedim.[480]
Buhârî'nin rivayetinden
anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) Veda Haccında Arafat'tan Müzdelife'ye
hareket edilirken arkadan
gelmekte olan bazı hacıların bağırıp çağırarak develerini döğdüklerini görünce
bu sözü söylemiştir. Hanefî ulemâsından Aliyyü'l-Kârî'nin beyânına göre Resul-i
Ekrem Efendimiz bu sözüyle "Hayvanlara eziyet etmek gibi dince yasak
edilen hareketlerle ne kadar da acele edilse hayra erişilemez. Aslında hayırda
yarışmak ve hayra koşmak dince makbul bir harekettir. Fakat bu hayra koşuş
aynı zamanda bir günâhı irtikâbı da beraberinde getirmemelidir" demek
istemiştir.[481]
Resul-i Ekrem
Efendimizin hayvanları zorlayarak koşturmayı yasaklaması üzerine bu
hayvanların bir daha koştuklarının görülmemesinden, sürücülerinin onları bundan
sonra zorlamadıkları anlaşılıyor.
Metinde iki defa geçen
"Artık ben Müzdelife'ye varıncaya kadar hayvanların şahlanıp koştuklarını
görmedim" sözü tbn Abbas'a ait olabileceği gibi, Üsâme b. Zeyd'e ait de
olabilir. Çünkü Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde bu sözün Hz. Üsâme'ye ait
olduğu belirtiliyor.[482]
1. Arafat'tan
Müzdelife'ye giderken hacıların vakar ve sükunet içerisinde hareket etmesi
sünnettir.
2. Kuvvetli
hayvana iki kişinin binmesi caizdir.[483]
1921.
...Kureyb'in haber verdiğine göre, kendisi Üsâme b. Zeyd'e;
Resûlullah (s.a.)'ın
(hayvanının) arkasına bindiğin gece nasıl hareket ettiniz? -yahut- ne yaptınız?
diye sormuş. O da (şöyle) demiş:
Halkın gece istirahati
için develeri çöktürdükleri dağ yoluna geldiğimiz zaman Resûlullah (s.a.)'de
devesini çöktürdü, de küçük abdest bozdu.
Züheyr (Hz. Üsâme'den
bu hadisi naklederken); "su döktü" demedi, de "küçük abdest
bozdu" tabirini kullandı, Hz. Üsâme sözlerine şöyle devam etmiş.
Sonra abdest suyu
isteyip gayet hafif bir abdest aldı. Ben (kendisine):
Ya Resûlullah! Namaz (vakti
geldi), dedim,
"Namaz
ilerdedir", diye cevap verip (devesine) bindi. Nihayet Müzdelife'ye
geldik. (Orada) akşam namazı (için) ikâmet (edilmesini emr)etti (ve akşam
namazını edâ etti). Sonra halk konak yerlerinde develerini çökerttiler ama
yüklerini çözmemişlerdi. Nihayet yatsı namazı (için) ikâmet (edilmesini emr)
etti ve (yatsıyı da ) edâ etti. Sonra halk (yüklerini) çözdüler.
Muhammed (b. Kesîr) bu
hadîse (şunları da) ilâve etti: Ben (Üsâme'ye):
Sabahladığınız zaman
ne yaptınız" diye sordum. Üsâme: (Bu sefer) onun terkisine Fadl b. Abbâs
bindi. Ben yaya olarak Kureyş'in önden gidenleriyle birlikte yola düştüm, diye
cevap verdi.[484]
"Muarras"
kelimesi "yolcunun istirahat için indiği yer" anlamma gelir.Bu hadis
Müslim'in Sahih'inde, "halkın akşam namazı için devlerini
çöktürdükleri dağ yoluna geldik" anlamına gelen sözlerle rivayet
edilmiştir.
Buhârî'nin Sahih'ide
ise, "Atâ dedi ki: Peygambe r(s.a.) Usâme'yi terkisine aldı ve bugünkü
halifelerin akşam namazı kıldıkları yere geldi."[485] anlamına
gelen lafızlarla rivayet olunmuş ve Atâ "bugünkü halifeler" derken
kendi devrindeki Emevî halîfelerini kastetmiştir. Müslim'in bu rivayetinde
geçen "akşam namazının dağ yolunda kılınması" meselesi, önce konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisine aykırıdır. Çünkü konumuzu teşkil eden hadis-i
şerifte geçen "Namaz ilerdedir" sözü, Resûl-i Ekrem'in akşam namazım
sözü geçen dağ yolunda kılmadığını ifâde ediyor. Müslim'in rivayetinde ise,
Emevî halifelerinin akşam namazını burada kıldığı ifâde ediliyor.
Ayrıca müslim'in bu
rivayeti yine Buhârî tarafından nakledilen "Abdullah b. Ömer Resûl-i
Ekrem'in izlemiş olduğu dağ yolunu geçtikten sonra Müzdelife'de akşam ile
yatsıyı birleştirerek kılardı. Müzdelife'ye gelince orada cemreleri toplar,
sonra abdest alırdı. Müzdelife'ye girinceye kadar namaz kılmazdı."[486]
anlamındaki hadis-i şerife de aykırıdır, el-Fâkıhî'nin İbn Ebî Necih'den
rivayetine göre Hz. İkrime akşam namazını dağ yolunda kılan kimselerin bu
uygulamasına karşı çıkarak onlara "Re-sûlullah (s.a.) dağ yolunu kendisine
hela olarak seçmişti, siz ise orayı kendinize akşam namazı için mescid
edindiniz."[487]
demiştir. Sözü geçen dağ yolundan maksat bugünkü hacıların Müzdelife'ye
giderken tâkibettikleri yoldur. Hafız İbn Hacer Buhârî'nin bu hadisini
açıklarken "Müzdelife'de akşam namazı ile yatsıyı birleştirerek kılmayan
kimselerin bu hareketini de Resul-i Ekrem'in sözlerine ve fiillerine aykırı
olduğu için ben reddediyorum." demektir.
Metinde Hz. Züheyr'in
Usâme'den duyduğu sözü hiç değiştirmeden "küçük abdest bozdu" diye
nakletmesinden bahsetmesi, Hz. Züheyr'in bu hadisi işittiği gibi dikkatli bir
şekilde rivayet ettiğini bazı kelimeleri yumuşatarak nakletme yoluna
gitmediğini anlatmak içindir. Gerçekten işi-tileni aynen rivayet etmek ilke ve
prensibi bir tarafa atılacak olsaydı, "küçük abdest bozdu" tâbiri
yerine "su döktü" tâbirini kullanmak daha uygun olurdu.
Resûlullah'ın aldığı
"hafif abdesf'ten muradın ne olduğu ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Bazılarına göre abdest organlarını birer kerre yıkayarak abdest almıştır.
.
Bazıları
"abdest" kelimesini lügat mânâsında kullanarak "bazı uzuvlarını
yıkamıştır" demişlerse de, bu uzak bir ihtimaldir. Hele "Buradaki
abdest almaktan maksat taharetlenmektir," diyenlerin görüşü son derece uzak
bir ihtimâldir. Çünkü biraz sonra Hz. Usâme'nin "Ya Resûlullah namaz vakti
geldi" demesi, Resul-î Ekrem'in abdestli olduğunu ve birinci görüşün daha
isabetli olduğunu gösterir. Bununla beraber 1925 numaralı hadis Resûl-i
Ekrem'in Müzdelife'ye varınca yeniden bir abdest daha aldığını ifâde ediyor.
Resûlullah (s.a.)'in
hafif abdest almasını Müzdelife'ye hareket için acele ettiğine hamledenler de
vardır. 1905 numaralı hadis-i şerifte de beyân edildiği gibi Veda haccında
Peygamber Efendimiz Müzdelife'ye varınca (orada akşamla yatsıyı birleştirerek
bir ezan ve iki ikametle kılmış ve bu iki namaz arasında hiçbir nafile nama?
kılmamıştır."
Bazıları
birleştirilerek kılınan bu iki vaktin arasında namaza aykırı bir işle meşgul
olmanın namazı bozacağı görüşünden hareket ederek metinde geçen "ama
yüklerini çözmemişlerdi" cümlesine "tamamen yerlerine
yerleşmemişlerdi" mânâsı vermişlerdir ki, bu mümkündür. Fakat metinde
geçen "sonra halk konak yerlerinde develerini çökerttiler" cümlesinin
gerçek ve zahirî-mânâsında kullanıldığı düşünülürse, Müzdelife'de birleştirilerek
kılmanın bu iki namaz arasında kısa süreli bir meşguliyette bulunmanın bu
namazları birleştirerek kılmaya engel teşkil etmediği anlaşılır.[488]
1. Hz.
Peygamber Veda Haccında Arafat'tan Müzdelife’ye
giderken bir ara yolda def-ı hacet için inmiştir. Bunun hac menasikiyle
bir ilgisi yoktur. Tabiî ve beşerî bir ihtiyaç olmaktan öte bir anlamı yoktur.
2. Hacıların
Müzdelife'ye varmadan akşam ve yatsı namazlarını kılmaları caiz değildir. Eğer
kılacak olurlarsa, İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre bu namazların
iadesi gerekir. Çünkü hadisle sabit olan vakit girmeden kılınmıştır.[489] Buı
görüşten hareket ederek İmam Ebû Ha-nîfe ile İmam Muhammed "Bu iki namazın
birleştirilerek yatsı vaktinde kılınmalarının caiz olabilmesi içiin
Müzdelife'de kılınmaları ve hacının,ih-ramlı olması şarttır," demişlerdir.
İmam Mâlik'e göre ise,
bu .iki namazı birleştirerek kılmanın caiz olması için, Arafat'ta imamla
birlikte vakfe yapılmış olması, özürsüz olarak imamla birlikte Arafat'tan
hareket edilmiş olması ve bu namazların Müzdelife'de yatsı vakti girdikten
sonra birleştirilerek kılınması şarttır. Eğer şafak kaybolmadan bir başka ifâd
eyle yatsı vakti girmeden kılınacak olurlarsa, yatsı namazı fasit olur. Bu
bakımdan yatsının yeniden kılınması icab eder. Akşamı da yeniden kılmak
menduptür. Eğer şafak kaybolduktan sonra fakat Müzdelife'ye varmadan önce
kılınacak olurlarsa, Müzdelife'ye varınca ikisini birden iade etmek mendup
olur. Hanefî ulemâsından imam Ebû Yusuf, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre ise,
bu namazların birleştirerek kılınabilmeleri için sadece müsâfir olmak
yeterlidir. Binaenaleyh şer'an yolcu sayılan bir kimsenin bu namazları akşam
veya yatsı vaktinde Müzdelife'de veya Müzdelife haricinde birleştirerek
kılması caizdir. Netice olarak imam Ebû Yûsuf, Şafiî ve îmam Ahmed'e göre bu
iki namazı birleştirerek kılmanın sebebi müsâfirliktir. Diğer imamlara göre
ise, hac için ihrama girmiş olmaktır.
3. Müzdelife'de
akşamla yatsı namazını birleştirerek yatsı namazı vaktinde kılmak caizdir.[490]
1922. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Sonra Üsâme'yi terkisine aldı ve devesini âdi
yürüyüşte sürmeye başladı. Halk ise, develerin sağına-soluna vurmaktaydılar.
Resülullah (s.a.) onlara dönüp bakmadan:
"Ey insanlar!
Sakin olunuz" diyordu güneş batınca (Müzdelife'ye ) hareket etti.[491]
"Rasûlullah
(s.a.) onlara dönüp bakmıyordu" cümlesi Tirmizi, İmam Ahmed ve Beyhâkî'nin
rivayetlerinde "Resûlullah ı (s.a.) onlara bakıp diyordu:.."
şeklindedir. Bu durum rivayetler arasında çelişki bulunduğu anlamına gelmez.
Çünkü Resul-i Ekrem bazan dönüp onlara bakmış bazan da hiç dönüp bakmamıştır.
Resul-i Ekrem'in onlara dönüp baktığını gören kimseler; "Resul-i Ekrem
onlara dönüp bakıyordu" diye rivayet ederlerken dönüp baktığını görmeyen kimseler
de "onlara dönüp bakmıyordu" şeklindedir. Bununla beraber metinde
geçen bu "Resülullah (s.a.) onlara dönüp bakmıyordu" cümlesine
"Resûlullah onların bu şekildeki acele yürüyüşlerine bakmadan ve aldırış
etmeden devesini normal yürüyüşle sürüyordu" şeklinde mânâ vermek de
mümkündür.[492]
1. Arafat'tan
Müzdelife'ye giderken acele etmeden sükunet ve vakar içerisinde ve normal yürüyüşle
hareket etmek sünnettir.
2. İmam veya
hac emiri cemaate bu durumu hatırlatmalıdır.
3. Arafat'tan
Müzdelife'ye güneş batmadan hareket etmemelidir.[493]
1923.
...Urve'den; demiştir ki: Ben (birgün Üsâme b. Zeyd ile) otururken Üsâme b.
Zeyd'e:
Resûlullah (s.a.) Veda
Haccında (Arafat'tan Minâ'ya) giderken nasıl yürüyordu? diye soruldu. O da:
Orta bir yürüyüşle
yürürdü, meydan buldu mu koştururdu, diye cevap verdi.[494]
Hişâm dedi ki: Nass
(denilen yürüyüş), anak (denilen yürüyüş)den daha hızlıdır.[495]
Bu hadis
1921 numaralı hadisin bir
parçasıdır.Hadisin bütününü görmek
için 1921 numaralı
hadise bakı-
labilir.
"Anak" kelimesi, hayvanın kendi halinde bırakıldığı zamanki tabii
yürüyüşü için kullanılır. "Nass" kelimesi aslında hayvanı kuvvetlice
ve olanca hızıyla koşturmak anlamına gelirse de burada İbn Hişam'ın da
açıkladığı gibi hayvanın normal yürüyüşünden daha hızlıca yürümesi anlamında
kullanılmıştır. Türkçemizde hayvanın bu tür yürüyüşünü ifâde etmek için
"tırısa kalkmak" tâbiri kullanılır. İbn Battâl'a göre, "Arafat'tan
Müzdeüfe'ye gidilirken acele edilmesinin sebebi vaktin darlığıdır. Çünkü
hacıların akşamla yatsı namazını Müzdelife'de kılmaları icabettiği halde Arafat
ile Müzdelife arasında üç millik bir mesafe vardır.[496]
1. Resûl-i
Ekrem (s.a.) Arafat'tan Müzdelife'ye girerken
yolun durumuna göre bazan
yavaş, bazan orta, bazan da
ortanın üstünde bir hızla hareket etmiştir.
İbn Abdilberr'in
beyânına göre bu yolculukta acele etmesinin sebebi Müzdelife'de yatsı vaktinde
kılınacak olan akşam namazıyla yatsı namazına yetişmektir. Bu yolculukta bu
şekilde hareket edilirken iki nokta gözetilir:
a. Kalabalık
yerlerde yavaş hareket etmekte sükûnet ve yakar gözetilir.
b. Meydan
müsait olunca da namaza yetişmek gayesiyle acele edilir.
2. Selef-i
Salihîn kendilerine örnek almak için Resûl-i Ekrem'in her hareketini
araştırmaya büyük bir önem verirlerdi.[497]
1924.
...Usâme (r.a.)'den; demiştir ki: Ben (Arafat'tan Müzdelife'ye gidilirken)
Peygamber (s.a.)'in terkisinde idim. (O gün Peygamber Efendimiz) güneş batınca
(Arafat'tan Müzdelife'ye) hareket etti.[498]
1925. ...Abdullah
b. Abbas'ın azatlısı Kureyb, Usâme b. Zeyd'i şöyle derken işitmiştir:Resulullah
(s.a.) Arafat'tan (Miizdelife'ye) hareket etti. Dağ yoluna varınca inip küçük
abdestini bozdu ve hafif bir abdest aldı. Ben kendisine,
Namaz (kılacak mısın?)
dedim.
"Namaz ilerdedir
(namaza daha var)" buyurdu ve hemen hayvanına bindi. Müzdelife'ye gelince
inip güzelce bir abdest aldı. Sonra namaz (için) ikâmet edildi. Hemen
arkasından akşam namazını eda etti. (Namazdan) sonra herkes devesini olduğu
yere çökertti. Sonra yatsı namazı (için) ikâmet edildi. Hemen arkasından
yatsıyı edâ etti. Bu iki namaz arasında başka bir namaz kılmadı.[499]
1921 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Resul-i
Ekrem'in 'hafif bir abdest almasından mak-
sad abdestli bulunmak
gayesiyle abdest organlarım sadece birer kere yıkayarak abdest almasıdır. Her
ne kadar İbn Abdilberr "buradaki hafif abdest almaktan maksad, istilânı
mânâda abdest almak değil, sözlük anlamında temizlik yapmak, eli yüzü
yıkamaktır," demişse de, Buhârî'nin rivayet ettiği "küçük abdestini
bozdu, sonra ben abdest suyunu döktüm, hafifçe abdest aldı"[500]
anlamındaki hadis-i şerif, Resul-i Ekrem'in dağ yolunda aldığı abdestin,
abdest organları birer kere yıkanarak alınan bir abdest olduğunu ve buradaki
abdest kelimesinin sözlük anlamında değil, istilânı anlamda kullanıldığını
ifâde eder.
"Namaz
ileridedir" sözü, "namazı Müzdelife'de kılacağım" demektir.
Akşam namazı kıldıktan sonra halkın develerini çöktürmeleri daha önce de ifâde
ettiğimiz gibi hayvanlara olan merhametlerinden ileri gelmiştir. Bu da
gösteriyor ki, Müzdelife'de akşam namazıyla yatsı namazını birleştirerek
kılarken iki namaz arasında kısa süreli olmak şartıyla bir işle meşgûlı olmak söz
konusu namazların sıhhatine zarar vermez. 1921 numaralı hadis~i şerifte
"halkın develerini çöktürmesinden sonra yatsı namazına durulup namazdan
sonra develerin yüklerini indirilmesi'nden bahsedil-memesinde Rasûl-i Ekrem'in
bu namazlarda kıraati kısa kestiğine bir işaret vardır. Çünkü ashabın develere
olan merhameti develerin.namaz süresince ayakta durmalarına dahi müsaade
etmediğine göre bu merhametin, develerin uzunca sürecek olan bir namaz boyunca
yük altında kalmalarına asla müsaade edemeyeceği aşikârdır. Ancak kıraatin çok
kısa olacağını ve dolayısıyla namazın kısa süreceğini bildikleri için
develerin namaz bitinceye kadar yük altında kalmalarında bir sakınca
görmemişlerdir.
İki namaz arasında
başka bir namazın kılınmadığından bahsedilesi, bu namazları sanki bir namaz
gibi arka arkaya ve ara vermeden kılmanın vâcib olduğunu gösterir. Çünkü eğer
bu iki namaz arasında başka bir namaz kılmak bu namazların sıhhatine zarar
vermeseydi, Resul-i Ekrem müekked olan sünnetleri iki namaz arasında kılmayı
terk etmezdi.[501]
1. Müzdelife'de
birleştirilerek yatsı vaktinde kılınan akşam ile yatsı namazlarını Muzdelıfe dışında
kılmak caiz değildir. Eğer kılınacak olursa iadesi gerekir. Çünkü metinde geçen
"namaz ileridedir" sözü, bunu ifâde eder. Biz bu konudaki ayrıntıları
1921 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.
2. Müzdelife'de
akşam namazı ile yatsı namazı birleştirilerek kılınırken iki namaz arasında
kısa süreli bir iş yapmak bu namazların sıhhatine bir zarar vermez.
3. Müzdelife'de
kılınan söz konusu namazlar için sadece bir ikâmetle yetinilebilir. Yeni
kavlinde İmam Şafiî ve İmam Ahmed de bu görüştedirler. Diğer mezhep
imamlarının bu konudaki görüşlerini 1906 numaralı hadisin şerhinde açıklamış
bulunmaktayız.[502]
1925/1.
...Yâkub b. Asım b. Urve, eş-Şerîd (r.a.)'ı şöyle derken işitmiştir: Ben
(Arafat'tan Müzdelife'ye) Resûlullah (s.a.) ile birlikte gittim. Müzdelife'ye
varıncaya kadar ayağı hiç yere değmedi.[503]
Ebû Dâvûd
nüshalarının pek çoğunda bulunmayan
bu hadis Resul-i Ekrem'in Müzdelife'ye varıncaya kadar hiç
hayvandan inmediğini
ifâde ediyor.[504]
Arafat'tan sonra
ikinci bir vakfe için halkın toplandığı bir yer olması bakımından Müzdelife'ye
"cem"' adı da verilir. Burası-vaktiyle Ebrehe ordusu'nun fillerinin
geçmekten âciz kaldığı, tehassür ve nedamete uğradığı "Muhassır"
denilen yerden başlayan, doğuda ise iki dağ arasında bir yoldan ibaret olan ve
"Mi'zemeyn vadisi" denilen yere kadar uzanan 4 km. uzunluğunda bir
yerdir. Müzdelife'de "Kuzeh dağı" üzerinde Meş'ar-ı Haram denilen ve
zirvesinde "mîkâde" adı verilen bir tepe vardır. Müzdelife'de
yapılan vakfenin Meş'ar-i Haram yakınında yapılması sünnettir.[505]
1926. ...Abdullah
b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) akşam ile yatsı
namazlarını Müzdelife'de birlikte kılmıştır.[506]
Bu hadis-i şerif
Müzdelife'de akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek kılmanın meşru olduğuna
delâlet etmektedir. İki namazı bu şekilde birinin vakti geçtikten sonra kılmaya
"cem-i te'hîr" denir.
Hanefî mezhebine göre,
hacda Arafe günü akşam ile yatsı namazlarını bir ezan ve kametle, yatsı vakti
girdikten sonra Müzdelife'de cem-i te'hîr ile kılmak vâcibtir. Cem-i te'hîrin
yapılabilmesi için-de şartlar vardır:
a. Hac İçin
ihrama girmiş olmak;
b. Arafeyi
bayrama bağlayan gece Müzdelife'de olmak,
c. Yatsı
vakti girmiş olmak.
Cem'-i te'hirde cemaat
şart değildir. Cemaatle kılanların cem yapmaları vâcibdir. Birlikte kılınan
söz konusu iki namaz arasında başka bir namaz kılınması mekruhtur. Bu bakımdan
akşam namazının sünnetiyle yatsının ilk sünneti kılınmaz. Sevrî ile Dâvûd-ı
Zâhirî'ye göre de bu iki namazın birleştirilerek kılınması vâcibtir. Bunların
dışında kalan diğer ule-ma'ya göre ise, sözü geçen namazları Müzdelife'de
birleştirerek kılmak sünnettir. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi Hanefî
ulemâsından Ebû Yûsuf ile imam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre bu namazları
birleştirerek kılmanın sebebi müsafirlik olduğundan, dinen müsâfir sayılmayan
bir kimsenin bu namazları bileştirerek ve kısaltarak kılması caiz değildir.
Bunların dışında kalan ilim adamları içinse bu namazları kısaltarak ve
birleştirerek kılmanın şartı müsafirlik (yolculuk) değil, hac için ihrama
girmiş olmaktır. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.) Müzdelife'de bu namazları
kısaltarak ve birleştirerek kılarken müsâfir olanlarla olmayanı
ayırdetmemiştir. Eğer müsafirlik şartı aransaydı, Resûl-i EKrem'in bu durumu
açıklaması icab ederdi.[507]
1927.
...(Önceki hadis aynı) senediyle ve manasıyla Zührî'den de rivayet olunmuştur.
İbn Ebî Zi'b dedi ki:
(Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem bu namazları) birer ikâmetle birleştirerek kıldı.
Ahmet (b. Hanbel) dedi
ki:
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) her'(iki) namazı birtek ikâmetle kıldı.[508]
Bu hadis Buhârî ile
Nesâî'de; "Peygamber (s.a.) akşam ile yatsıyı Müzdelife'de
her biri için
bir ikâmet getirtip
birleştirerek kıl(dır)dı. Aralarında ve arkalarında nafile bir namaz kılmadı
şeklindedir. Bu hadisle ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[509]
1928.
...(Bir önceki hadisin) mânâsı Hammâd'dan da (rivayet olunmuştur. Hadisi
rivayet eden Şebâbe b. Süvâr) dedi ki:
(Resulullah sallalahu
aleyhi ve sellem akşam ve yatsı namazlarını) her birisi için bir ikâmet
getirip birleştirerek kıldı. Birincisi için ezan okunmadığı gibi hiç birisinin
arkasında tesbihât da okumadı.
Mahled (de şöyle)
dedi:
Onlardan hiçbirisi
için ezan okumadı.[510]
“Birincisi için ezan
okumadı" sözünden maksat
Müzdelife'de yatsı namazı ile beraber kılınan akşam namazı için ezan
okumadığını dolayısıyla söz konusu namazların ezansız kılındığını ifâde
etmektedir. Çünkü ilk defa eda edilen akşam namazı için ezan okunmayınca onun
arkasından kılınan yatsı için de okunmadığını söylemeye lüzum yoktur. Zira
ezan okunmuş olsaydı, ilk kılınacak olan akşam namazından önce okunurdu.[511]
1. Müzdelife'de
birleştirilerek kılınan akşam ve yatsı
namazları için sadece bir
ikamet getirilir, ezan okunmaz.
Ancak bu hadis "Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında Müzdelife'de akşam namazı
ile yatsı namazını bir ezan ve iki ikâmetle birleştirerek kıldığım" ifâde
eden 1905 numaralı hadise aykırı olur. Bilindiği gibi manası olumlu bir hadis,
olumsuz anlam taşıyan hadise tercih edildiğinden 1905 numaralı hadis bu hadise
tercih edilir.
2. Birleştirilerek
kılınan namazlar peşi-peşine edâ edilir, aralarında başka bir namaz kılınmaz.
Bu hususta ulemâ ittifak etmiştir. Yalnız namazların bu şekilde kılınması şart
mıdır, değil midir? meselesi ihtilaflıdır. Şâfiîlere göre, sünnettir. Bazılar
ma göre de şarttır, fakat cem-i takdim sünnetiyle Arafat'ta kılınan öğle ve
ikindi namazlarını aralıksız olarak peşi-peşine kılmak şarttır. Bu konuda
ittifak vardır. Şafiî mezhebine göre hacda akşamla yatsı namazını Arafat'ta
akşam namazı vaktinde birleştirerek kılmak caiz olduğu gibi, Müzdelife yolunda
veya herhangi bir yerde birleştirerek kılmak veya her ikisini de kendi
vaktinde kılmak da caizdir. Lâkin Müzdelife'de yatsı vaktinde birleştirerek
kılmak daha faziletlidir.[512] Bu
mevzuyu 1921 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.[513]
1929.
...Abdullah b. Mâlik'den; demiştir ki: İbn Ömer'le beraber (Müzdelife'de)
akşam namazını üç (rekat), yatsıyı da iki rekat olarak (birleştirip) kıldım.
Mâlik b. el-Hâris Abdullah b. Ömer'e:
Bu namaz da nedir?
dedi. O da:
Ben bunları Resûlullah
(s.a.)'le birlikte burada (bu şekilde) bir ikâmetle kıldım, diye cevap verdi.[514]
Bu hadis Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde; "Abdullah b. Ömer’e Hâlid b Mâlik dedi ki:”
şeklinde rivayet edilmiştir.[515] Ebû
Davud'un rivayetinde "Mâlik b. el-Hâris" diye geçen bu zat, Hz. İbn
Ömer'e "Bu namaz da nedir?" diye sormakla akşam namazıyla yatsı
namazının bir ikâmetle birleştirilerek kılınmasını yadırgadığını ifâde etmek
istemişse de Hz. İbn Ömer sözü geçen namazları bu şekilde kılmanın Resûl-i Ekrem'in
sünnetiyle sabit olduğunu söyleyerek onu ikna etmeye çalışmıştır.[516]
1. Hacı
adayları Müzdelife'de akşamla yatsı namazlarım yatsı namazı vaktinde akşam
namazından önce getirecekleri bir ikâmetle birleştirerek kılarlar. İmam Şevrî
ile İmam Ahmed bu görüştedirler. Ancak bir önceki hadisin şerhinde de ifâde
ettiğimiz gibi sözü geçen namazların bir ezan iki ikâmetle kılındığını ifâde
eden 1905 numaralı hadis-i şerif bu hadise tercih edilir. Çünkü 1905 numaralı
hadis bu hadiste olmayan bazı fazlalıkları ihtiva etmektedir. Sika râvilerin
rivayet ettikleri ilâveler makbuldür. Ayrıca 1905 numaralı hadis müsbettir. Bu
hadis ise bir ezan ile ikinci bir ikâmetin varlığını nefyetmektedir. İsbat
hadisleri Nefy hadislerine tercih edilir
2. "Akşam
namazını üç, yatsıyı da iki rekat olarak kıldım" sözü bir hacı adayının
dinen müsâfir sayılamayacak kadar kısa bir yolculuğa çıkmış bile olsa, bayram
gecesi Arafat'ta akşamla yatsıyı birleştirerek kılacağına işarettir. İmam
Mâlik ile Evzâî ve İbn Uyeyne'nin görüşü budur. Sözü geçen imamlara göre bir
hacı adayı mukim olmadıkça Minâ'da, Mekke'de, Müzdelife'de ve Arafat'ta dört
rekatlı namazları kısaltarak kılar. Çünkü onlara göre buralarda sözü geçen
namazları kısaltarak kılmanın sebebi yolculuk değil, hac veya umre için ihrama
girmiş olmaktır. Delilleri ise konumuzu teşkil eden hadis-i şerîf ile İbn Ömer
(r.a.)'den rivayet olunan şu hadis-i şeriftir:
"Resülullah
(s.a.) Minâ'da namazı iki rekat kıldı, ondan sonra Ebû Bekir, Ebû Bekr'den
sonra Ömer ve hilâfetinin ilk zamanlarında Osman da hep ikişer rekat kıldılar.
Bir müddet sonra Osman, dört rekat kılmağa başladı. îbn Ömer imamla kıldığı
vakit dört, yalnız kıldığında iki rekat kılarmış."[517]
İbn Mesud (r.a.)'da
şöyle dermiş: "Ben Resülullah (s.a.)'la Minâ'da namazı iki rekat kıldım.
Ebû Bekr es-Sıddîk' ile Minâ'da namazı iki rekat kıldım. Ömer b. Hattâb'la da
Minâ'da namazı iki rekat kıldım"[518] Bu
hadisle ilgili olarak İmam Tirmizî şunları söylüyor: "İlim adamları
Mek-kelilerin Minâ'da namazı kısaltmaları meselesinde ihtilâf ettiler. Bazı
ilim adamları şöyle diyorlar: "Mekkeliler için Minâ'da namazı kısaltmak
yoktur. Minâ'da ancak seferi olanlar (namazı kısaltabilirler)" Bu İbn
Cüreyc, Süfyan es-Sevrî, Yahya b. Said el-Kattân, Şafiî, Ahmed ve İshak'ın görüşüdür.
Kimi ilim adamları da şöyle diyorlar: "Mekkelilerin Minâ'da namazı
kısaltmalarında bir sakınca yoktur" el-Evzaî, Malik, Süfyan b. Uyeyne ve
Abdurrahman b. Mehdî de bu görüştedir."[519]
İbnu'l-Münzir'e göre
kısa yoldan gelen kimselerin buralarda dört rekatlı namazları kısaltarak
kılmalarının hikmeti, Allah'ın buralarda bulunan kullarına özel olarak lütufta
bulunması ve fazlu ihsanını izhar etmesidir. Allah teâlâ bu özel lütfunun bir
neticesi olarak buralarda bulunan kullarının kısa yolculuklarını bile uzun
yolculukmuş gibi kabul etmiş ve buralara gelen kişilerin yolculuklarım, başlı
başına üç ayrı yolculuk olarak değerlendirmiştir:
a. Arafat
bölgesinden olup da Müzdelife'ye gelenlerin yolculuğu çok kısa olmasına rağmen,
dört rekatli namazları iki rekat olarak kılmayı gerektiren sefer kadar uzun
olduğu kabul edilmiştir.
b. Müzdelife
halkının Minâ'ya olan kısa yolculuğunu da sefer uzunluğunda kabul etmiştir.
c. Mina'dan
Mekke'ye kadar olan yolculuğu da kasr mesafesinde kabul etmiştir. Çünkü hac
için buralara gelen kimseler Allah'ın özel konukları olduklarından hepsi aynı
derecede ikrama lâyıktırlar.
Hanefî ulemasıyla İmam
Şafiî ve İmam Ahmed'in de içlerinde bulunduğu cumhûr-ı ulemâya göre ise kasr
mesafesinde bulunan memleketlerden gelen hacılar sözü geçen yerlerde dört
rekatli namazları iki kılarlar. Daha kısa mesafelerden gelen yolcular ise, bu
namazları tam kılarlar. Bir başka ifâdeyle, sözü geçen ulemâya göre bu
namazların iki rekât mı, dört rekât mı kılınacağı konusunda katedilmesi gereken
mesafe, hac yolculuğuyla diğer yolculuklar bakımından fark etmez. Hepsi aynı
hükme tâbidir. Bunlara göre Resul-i Ekrem (s.a.)'in Veda Haccında dört rekatli
namazları ikişer rekat olarak kılmasının sebebi şer'an müsâfir olmasıdır. Nitekim
Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bunu ifâde etmektedir: Biz
Resûlullah ile birlikte Medine'den Mekke'ye (doğru yola) çıktık da Resûlullah
(s.a.) dönünceye kadar namazları ikişer rekat kıldı. (Yahya dedi ki:) Enes'e:
Resûlullah (s.a.)
Mekke'de ne kadar kaldı? diye sordum da:
On gün, diye cevap
verdi.[520]
İmam Nevevî'ye göre
ise, Resûlullah (s.a.)'in bu hadisteki on günlük ikâmetinden maksat sadece
Mekke'deki ikâmeti değildir. Bu ikâmete Mekke ciyannda bulunan yerlerdeki
ikâmet de dahildir ve bu ikâmetle kastedilen Veda Haccındaki ikâmetidir. Çünkü
Resûl-i Ekrem (s.a.) Veda Haccında Zihhiccenin dördüncü günü Mekke'ye gelmiş 5,
6, 7. günlerde orada kalmış Zilhicce'nin 8. günü de Mekke'den Minâ'ya 9. günü
Minâ'dan Arafat'a, onuncu günü de Müzdelife'den Minâ'ya hareket etmiş 10. 11.
ve 12. günleri Minâ'da ikâmet etmiş, 13. günü de Mekke'ye 14. günü de Mekke'den
Medine'ye hareket etmiştir. İşte bunların toplamı on gün eder. Resûl-i Ekrem bu
günlerde dört rekatli namazları ikişer rekat olarak kılmıştır. Öyleyse sefere
çıkan bir kimse bir yerde dört günden daha az kalmaya niyy'et ederse, 4
rekatli namazların ikişer rekat olarak kılar. Giriş ve çıkış günleri de ikâmet
günlerinden sayılmaz.[521]
Şafiî ulemâsından İmam Nevevî'nin de bu sözlerinden anlaşıldığı gibi seferde
dörtlü namazların ikişer rekat olarak kılınıp kıhnmaması meselesinde, belli bir
mesafenin katedilmiş olması şartının aranması hususunda hac yolculuğuyla diğer
yolculuklar arasında bir fark yoktur. Bu görüşte olan ilim adamlarına göıe
Resûl-i Ekrem'in Arafat'ta ve Mekke'de dörtlü namazları ikişer rekat olarak
kıldırırken Arafat ve Müzdelife halkına namazlarını tam kılmalarını ihtar
etmemesinin sebebi de budur. Nitekim Mekke'nin fethi günü Mekke-lilere yaptığı
bir konuşmasında bu hususu açıkça ifâde etmiştir. Şöyle ki; İmrân b. Husayn'dan
rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Fetih yılında Mekke'de kaldığı sürece
namazlarını ikişer rekat olarak kılmış ve; "Ey Mekkeliler, siz
namazlarınızı dörder rekat olarak kılınız. Biz (Medîneliler) seferî bir
cemaatiz" buyurmuştur.[522]
1930.
...Said b. Cübeyr ile Abdullah b. Mâlik'den; demişlerdir ki: Biz akşam
namazıyla yatsı namazını İbn Ömer ile birlikte Müz-delife'de bir ikâmetle
(birleştirerek) kıldık.
(Daha sonra bu hadisi
Ebû Davud'a nakleden Muhammed b. Süleyman, önceki) Muhammed b. Kesîr hadisinin
mânâsını rivayet etti.[523]
Bu hadisin Müslim'deki
metni şu anlamdadır: "İbn Ömer'le
birlikte Arafat'tan döndük Müzdeüfe'ye gelince bize akşamla yatsıyı bir
ikâmetle kıldırdı, sonra namazdan çıktı ve;
Bu yerde Resûlullah
(s.a.) bize bu şekilde namaz kıldırdı, dedi."[524] Bu
hadisle ilgili açıklama daha önceki hadîsin şerhinde geçti.[525]
1931.
...Said b.Cübeyr'den; demiştir ki: İbn Ömer'le birlikte (Arafat'tan
Müzdelife'ye) hareket etmiştik. Müzdelife'ye varınca akşam ve yatsı namaz(lar)im
bize bir ikâmetle üç ve iki (rekat) olarak kıldırdı. Namazdan çıkınca:
"Burada Resûlullah (s.a.) bize bu şekilde namaz kıldırdı" dedi.[526]
1. Seferde
akşam namazı kısaltılamaz. Bunda icmâ vardır.
2. Seferde
dört rekatlı namazları kısaltarak kılmak daha faziletlidir.[527]
1932.
...Seleme b. Küheyl dedi ki: Ben Said b. Cübeyr'in Müzdelife'de ikâmet getirip
akşam namazını üç rekat, sonra yatsıyı iki rekat olarak kıldığım gördüm. (Said
b. Cübeyr namazdan) sonra da şöyle dedi:
Ben İbn Ömer'i burada
böyle yaparken ve; "Ben Resûlullah (s.a.)'i burada böyle yaparken gördüm"
derken gördüm.[528]
Bu hadis Müzdelife'de
akşam namazıyla yatsı
namazının bir ikâmetle yatsı namazı vaktinde birleştirilerek ve yatsı
namazının kısaltılarak kılınacağını ifâde etmektedir. Konu ile ilgili ayrıntılı
açıklama 1929 numaralı hadisin şerhinde verilmiştir.[529]
1933.
...Süleyman (b. el-Esved)'den; demiştir ki: Arafat'tan Müzdelife'ye İbn Ömer'le
birlikte gitmiştim. (Müzdelife'ye kadar) yorulmadan tekbir ve tehlüe devam
etti. Nihayet Müzdelife'ye gelince, ezan okudu ve kamet getirdi. -Yahut da bir
adam emir verdi de o ezan okudu ve kamet getirdi- (ve İbn Ömer) bize üç rekat
olarak akşam namazını kıldırdı, sonra bize dönüp "(şimdi yatsı)
namaz(ı)" dedi ve bize yatsıyı iki rekat olarak kıldırdı. (Namazdan) sonra
akşam yemeğini istedi. (Bu hadisi Süleym'den nakleden Eş'as b. Sü-leym) dedi
ki: Babamın bu hadisinin bir benzerini bana İbn Ömer'den İlâç b. Amr de
nakletti. ( İlâç) dedi ki: Bu (namaz) hakkında İbn Ömer'e (bazı sorular)
soruldu da; "Ben Resûlullah (s.a.) ile böyle kıldım." diye cevap
verdi.[530]
Tekbîr: Kelime olarak
"ululamak" demektir. İstılahta ise,
"Allahu ekber, Allahu
ekber, lâilâhe illallahu vellahu ekber,
Allahu ekber, velilâhi'1-hamd" cümlesini okumak demektir. Tehlîl: Kelimesi
de bir terim olarak "Lâilâhe illallahu vahdehû lâ şerike leh Iehu'l-mulku
ve lehu'1-hamd ve huve alâ küllî şey'in kadir" cümlelerini okumak
demektir.
İbn Ömer'in akşam
namazını kıldırdıktan sonra "namaz" demesi iki anlamdadır:
a. Şimdi de
yatsı namazını kılınız.
b. Şimdi de
yatsı namazı vakti geldi.
Hz. İbn Ömer'in sadece
"namaz" demekle yetinmesi, yatsı namazı için ayrıca bir ezan ve
ikâmete lüzum olmadığını gösterir.
Musannif Ebû Dâvûd,
hadîsin sonuna Eşâs'ın, bu hadisin bir benzerini bir de İlâç b. Amr'dan
rivayet ettiğini ifade eden bir ta'Iik ilâve etmekle, bu hadisin başka
rivayetlerle takviye edildiğini ifâde etmek istemiştir.
Hz. İbn Ömer'e bu
namaz hakkında sorulan sorulardan maksat, Müzdelife'de yatsı vaktinde
birleştirilerek kılınan akşamla yatsı namazlarının tekbîr "ezan ve
ikâmetle kılınmalarıyla ilgili sorulardır. Hz. İbn Ömer, "Ben bu namazları
Resûlullah'la birlikte bu şekilde kıldım" diyerek bu konudaki kesin
hükmünü ve delilini açıklamıştır.[531]
Akşam namazı ile yatsı
namazı Müzdelife'de bir ezan ve bir
kametle birleştirilerek yatsı namazı vaktinde kılınır. Nitekim Hanefî
mezhebinde de meşhur olan görüş budur. Ancak bu hadis bu konuda İbn Ömer'den
rivayet edilen ve Resûl-i Ekrem'in Müzdelife'de bu namazları ezansız olarak
sadece bir ikâmetle birleştirerek kıldığını ifâde eden sahih hadislere
aykırıdır.[532]
Ayrıca bu hadis
Resûl-i Ekrem'in, akşamla yatsıyı Müzdelife'de bir ezan, iki kametle
birleştirerek kıldığını ifâde eden 1905 numaralı Câbir hadisine de aykırıdır.
Bu sebeple Hanefî ulemâsından İmam Tahâvî, İbn Ömer'den gelen bu hadislerin
arasını uzlaştırmanın mümkün olmadığını bir başka tabirle bu hadislerin
muzdarib olduğunu söyleyerek bu konuda "Resul-i Ekrem'in sözü geçen
namazları bir ezan ve iki ikâmetle birleştirdiğini" ifâde eden 1905
numaralı hadis-i bunlara tercih.ettiğini ifâde etmiştir.[533]
1934. ...îbn
Mesûd (r.a.)'dan; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'in namazı(nı) namaz
vaktinin dışında kıldığını görmedim. Yalnız Müzdelife'deki müstesna. Çünkü
orada akşamla yatsıyı birlikte kıldı. Ertesi gün sabah namazını da vaktinden
önce kıldı.[534]
Metinde geçen
"sabah namazını da vaktinden önce kıldı" sözünden maksat, sabah
namazını çok erken yani alaca karanlıkta kıldı, demektir. Yoksa
"vakti girmeden Önce kıldı" demek değildir. Çünkü hiç bir namaz,
vakti girmeden kılınamaz. Bunda icma vardır.
Nitekim şu hadis-i
şerifde buna delâlet eder: Abdullah b. Mesûd'la birlikte Mekke'ye sonra
Müzdelife'ye geldik. Akşamla yatsı namazlarından her birini başlı başına birer
ezan ve ikâmetle kıldı ve bu iki namazın arasını akşam yemeğiyle ayırdı. Bundan
sonra İbn Mesud Şafak söktüğü sırada (çok erken) sabah namazını kıldı. Öyle ki
kimisi, sabah oldu, kimi de olmadı diyordu. Sonra Abdullah b. Mesud Resûlullah
(s.a.)'in, "Akşamla yatsıdan ibaret olan bu iki namaz Müzdelife'de
(normal) vakitlerinden tahvil edilmişlerdir. Sakın halk yatsı vakti girmedikçe
Müzdelife'ye gelmeye çalışmasın. Sabah (namazının vakti)de (şafağın söküşüne
işaret ederek) "şu saattir" buyurduğunu haber verdi.[535]
Buhârî'nin bu hadisinde "Kimisi sabah oldu, diyordu..." cümlesi
"sabah namazım sabah olur-olmaz, alaca karanlıkta kıldı" anlamına
gelmektedir.[536]
1. Müzdelife'de
akşam namazıyla yatsı namazını yatsı namazı vaktinde birleştirerek kılmak meşrudur.
Bunda icmâ vardır,
2. Müzdelife'de
bayram günü sabah namazını fecr doğar-doğmaz, alaca karanlıkta kılmak
sünnettir. Bunda da icmâ' vardır.
İmam Nevevî'nin
beyânına göre bu hadis "bayram günü Müzdelife'de kılınan sabah namazının
dışında diğer sabah namazlarının ortalık aydınlanınca kılınması
müstehabtır" diyen İmam Ebû Hanife'yi destekleyen bir delildir. Ulemânın
büyük çoğunluğuna göre ise, senenin bütün günlerinde sabah namazını alaca
karanlıkta kılmak kuvetli bir müstehabdır.
Çoğunluğu teşkil eden
ulemâya göre Hz. Peygamber'in diğer günlerdeki sabajı namazını Müzdelife'de
kılınan sabah namazına nisbetle geciktirerek kılmasından maksat ortalık
ağarıncaya kadar geciktirerek kılması demek değildir. Çok kısa bir süre
beklemesi ve yine de alaca karanlıkta kılması demektir. Çünkü bayram günü
cemrelere taş atma, kurban kesme, traş olma, Beyt-i Şerifi tavaf etme gibi
menâsikin ifası gerektiğinden Resul-i Ekrem Bayram günü Özellikle Müzdelife'de
sabah namazını fecr doğar doğmaz kılmakta son derece acele etmiştir.
Hanefî ulemâsına göre
bu hadis Arafat ve Müzdelife'nin dışında diğer yolculuklarda iki namazı
birleştirerek kılmanın caiz olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü İbn Mesûd
(r.a.) Resûl-i Ekrem'den hiç ayrılmayan bir sahabî olarak, "Hz.
Peygamber'in Arafat ve Müzdelife'nin dışında hiçbir namazı vaktinin dışında
kılmadığını" ifâde ediyor. Ulemânın büyük-çoğunluğuna göre ise, dinen
sefer kabul edilen diğer yolculuklarda da iki namazı birleştirerek kılmak
caizdir. Her ne kadar Hanefî ulemâsı İbn Me-sud hadisinden diğer yolculuklarda
iki namazı birleştirerek kılmanın caiz olmadığı hükmünü çıkarmışlarsa da,
aslında onların çıkardığı bu hüküm hadisin lafzından değil, mefhumundan
çıkarılmıştır. Oysa lâfızları diğer seferlerde de iki namazı birleştirerek
kılmanıncâiz|olduğunu]ifade eden pek çok sahih hadis vardır ve lâfızla mefhum
arasında bir çelişki bulunduğu zaman, lâfız mefhuma tercih edilir. Ayrıca
Arafat'ta öğle ile ikindi namazlarını birleştirerek kılmanın caiz olduğunda
icmâ bulunduğundan Hanefî ulemâsının dayanağı olan İbn Mesud hadisinin zahiri
mânâsı terk edilmiştir.[537]
1935. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.) (Müzdeli-fe'de) sabahladı ve (orada)
Kuzeh (denilen yer)de vakfe yaptı ve;
"Burası Kuzeh'dir
ve vakfe yeridir. Müzdelife(nin) de her tarafı vakfe yeridir!" buyurdu.
(Minâ'ya varınca da şöyle buyurdu);
"Ben kurbanı
şurada kestim. Minâ(nın) her tarafı kesim yeridir. Binaenaleyh (kurbanlarınızı)
konak yerlerinizde kesiniz!"[538]
Kuzeh: Mekke civarında
Müzdelife'nin sonunda Meş'ar Haram'ın
yakınında bir tepedir. Bir görüşe göre Meş'ar-ı
Haram'la Kuzeh aynı
yerdir. Hacıların Müzdelife'dekı vakfeyi burada yapmaları daha faziletlidir.
Çünkü Hz. Peygamber vakfesini burada yapmıştır. Ancak Ebrehe ordusunun
hazimete uğradığı yer olan Muhassar vadisinde vakfe yapılamaz. Çünkü burası
Müzdelife'den değildir.
Minâ sınırlan
içerisinde kalan her yerde kurban kesmek caizdir. Ancak Minâ mescidinden sonra
gelen Cemre-i Ûla yanında kesmek daha faziletlidir. Çünkü Resûl-i Ekrem
Efendimiz kurbanlığını burada kesmiştir.[539]
1. Bayram
sabahı Müzdeli.fe'de yapılması vâcib olan vakieyı Kuzeh tepesinde yapmak daha
laziletlidir.
2. Müzdelife
sınırları içerisinde kalan her yerde vakfe yapmak caizdir.Ancak Muhassar
vadisinde vakfe yapılamaz.
Nitekim Cübeyr b.
Mutim'in rivayet ettiği; "Arafat'ın her tarafı vakfe yeridir. Fakat Urane
vadisi müstesna. Oradan uzaklasınız. Müzdelife'nin de her tarafında vakfe
yapılabilir. Ancak Muhassar vadisine yaklaşmayınız" anlamındaki hadis de
bu gerçeği te'yid etmektedir.[540]
Müzdelife'de vakfe
yapmanın hükmü hakkında ulemâ ihtilâf etmiştir. Şöyle ki:
Hanefî ulemâsıyla İmam
Ahmed, İshâk ve Sevrî'ye göre, bayram günü fecrin doğmasıyla güneşin doğması
arasında Müzdelife'de bir süre vakfe yapmak vâcibdir. Bu görüş, İmam Şafiî'den
de rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamberin tatbikatı bu şekilde olmuştur ve
Urve b. Müderris et-Tâî'nin rivayet ettiği şu hadis de bu görüşü
desteklemektedir: "Bizimle birlikte Müzdelife'de sabah namazım kılan,
Minâ'ya hareketimize kadar bizimle birlikte vakfe yapan ve daha önce gece veya
gündüz Arafat'da vakfesini yapıp da Minâ'ya gelen kimse haccını
tamamlamıştır."[541]
Görüldüğü gibi bu
hadiste haccın kabulü Müzdelife'de vakfeye bağlanmıştır. Bu sebeble sözü geçen
imamlar Müzdelife'de vakfe yapmanın vâcib olduğuna ve terkinden dolayı kurban
kesmek lâzım geldiğine hükmetmişlerdir.
İmam Mâlik'e göre ise,
buradaki vakfe sünnettir. Terkinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez.
Esasen Şafiî mezhebinde meşhur olan görüş de budur. Hanefî ulemâsından Kâsânî
de hanefî ulemâsının bu konudaki görüşlerini şu sözlerle ifâde ediyor:
"Bizim Hanefî ulemâsı Müzdelife'de vakfe yapmanın hükmünde ihtilâf
ettiler. Bunlardan bazıları vâcib olduğunu söylerken Leys de farz olduğunu
ileri sürdü."[542]
Müzdelife'de yapılan
vakfenin rüknü hac edenin burada isbat-i vücud etmesidir. Bu konuda hacının
uyanık olmasıyla uykuda olması arasında bir fark olmadığı gibi ayık ve baygın
olması arasında da bir fark yoktur. Hatta buraya başkası tarafından taşınarak
gelmesi ile kendi gelmesi arasında da bir fark yoktur. Zira burada vakfe
yapmak için niyet şartı yoktur. Müzdelife'de durmaksızın geçip gitmek de vakfe
yerini tutar.
Müzdelife'de vakfe
yapan bir kimse için şunlar sünnettir:
a. Gecenin
yarısından sonra vakfe için yıkanmak, su yoksa teyemmüm etmek ve bu geceyi
çeşitli ibâdetlerle ihya etmek,
b. Vakfeyi
zaman kazanmak için sabah namazını kılmakta son derece acele etmek. (Nitekim
1934 numaralı hadis de bunu ifâde etmektedir.)
c. Vakfeye,Meş'ar-i
Haram'ın yanındaki Kuzeh tepesi üzerinde ve kıbleye karşı yönelip dua, zikir
ve telbiye'de bulunarak yapmak. Nitekim "Müz-delife'ye vardı, sabah olunca
bir ezan ve bir kaametle sabah namazını kıldı. Sonra Kasva'ya binerek Meş'ar-i
Haram'a geldi. Kıbleye karşı dönerek Allah'a dua etti. Tekbîr getirdi, tehlîl
ve tevhîdde bulundu ve ortalık iyice aydınlanıncaya kadar vakfeye devam etti.
Sonra güneş doğmadan yola düştü" anlamındaki 1905 numaralı hadis-i şerifte
bunu ifade ediyor. Burada okunacak dualardan biri de şudur:
Ey Allah'ım, bize
buralarda vakfe yapmayı ve buraları görmeyi nasip ettiğin gibi bize öğrettiğin
şekilde seni zikretmeyi de nasib eyle ve bize "Arafat'tan indiğinizde,
Allah'ı Meşar-i haram'da anın, Onu size gösterdiği şekilde zikredin. Nitekim
siz önceleri hiç şüphesiz sapıklardandınız. Sonra insanların toplu olarak akın
ettiği yerden siz de akın edin. Allah'-dan mağfiret dileyin. Allah bağışlar ve
merhamet eder"[543]
diyerek ettiğin va'de uygun bir şekilde merhamet et!" diye duâ eder ve bol
bol; duasını okur.[544]
1936.
...Câbir (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ben Arafat'ta
şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her tarafı vakfe yeridir. Müzdelife'de
şuracıkta vakfe yaptım. Müzdelife'nin de her tarafı vakfe yeridir. (Kurbanı)
şurada kestim. Minâ'nın her tarafı kesim yeridir. Binaenaleyh (kurbanlarınızı)
konak yerlerinizde kesiniz!"[545]
Resûl-i Ekrem (s.a.)
Arafat'ta iken halka Cebel-i Rahme'nin eteğinde bulunan kayaları göstererek;
"Ben vakfeyi işte şurada yaptım. Bununla beraber Arafat'ın her tarafında
vakfe yapılabilir" buyurmuştur. Ancak daha önce de açıkladığımız gibi
Arafat sınırlan içerisinde kaldığı halde Arafat'tan sayılmayan Urane vadisinde
vakfe yapmak caiz değildir. Çünkü îmam Mâlik'in dışında mezheb imamlarından
hiçbirisi orayı Arafat'tan saymamışlardır. Resûl-i EKrem Efendimiz
Müzdelife'de Kuzeh tepesini göstererek; "İşte ben vakfeyi şuracıkta
yaptım. Fakat Müzdelife'nin her tarafında vakfe yapılabilir" buyurmuştur.
Ancak bir önceki hadisin şerhinde tercümesini sunduğumuz Cübeyr b. Mut'im
hadisinde geçen; "Ancak Muhasser vadisine yaklaşmayınız"[546]
cümlesine bakarak ulemâ, Muhasser vadisini Müzdelife'den saymamış ve orada
vakfe yapmanın caiz olmadığı hükmüne varmıştır.
Fahr-i Kâinat
Efendimiz Minâ'da da kabe Cemresini göstererek; "Gerçi ben kurbanımı
burada kestim ama Minâ'nın her tarafında kurban kesilebilir. Siz şu anda Minâ
sınırları içerisinde bulunduğunuz için kurbanlarınızı bulunduğunuz yerde
kesebilirsiniz." buyurarak Minâ'nın istisnasız her tarafında kurban
kesilebileceğini ifâde etmiştir.[547]
1. Urane
vadisinin dışında Arafat'ın her yerinde vakfe yapılabilir.
2. Muhasser
vadisinin dışında Müzdelife'nin her tarafında vakfe yapılabilir.
3. Minâ'nın
-istisnasız olarak- her tarafında vakfe yapmak caizdir.[548]
1937.
...Câbir b. Abdillah (r.al)'ın haber verdiğine göre Resülullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Arafat'ın her
tarafı vakfe yeridir. Minâ'nın her tarafı kesim yeridir. Müzdelife'nin her tarafı
da vakfe yeridir. Mekke'nin her yolu (Mekke'ye giriş-çıkış için uygun) bir
yoldur ve kesim yeridir."[549]
1886 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız gibi Mekke'ye girerken
es-Seniyyetü'I-Ulyâ denilen
yukarı yoldan girmek, çıkarken de es-Seniyyetü's-Süflâ denilen aşağı yoldan
çıkmak daha faziletlidir. Bununla beraber Mekke'ye girip çıkarken diğer
yollardan girip çıkmak da caizdir. Hatta bütün bu yollarda kurban kesmek de
caizdir. Çünkü buralar harem sınırları içerisindedir.[550]
1. Mekke'ye
girerken ve çıkarken Resul-i Ekrem' in gırdıgı ve çıktığı yolları takip etmek
daha taziletli olmakla beraber, diğer yollardan giriş ve çıkış yapmak da
caizdir.
2. Her ne
kadar Umre yapan kimselerin hedy kurbanlarım Merve'de kesmeleri daha faziletli
ise de Mekke'nin her tarafında kurban kesmek caizdir. Mirkatu'l-Mefâtlh'de
beyân edildiğine göre hac kurbanlarını kesmenin en faziletli olduğu yer
Minâ'dır. Umre kurbanlarının kesimi için en faziletli olan yer de Merve'dir[551]
1938. ...Ömer
b. el-Hattâb'dan; demiştir ki: Câhiliyye döneminin halkı Sebir (dağı) üzerine
güneşin doğduğunu görünceye kadar (Müzdelife'den) dağılmazlardı. Peygamber
(s.a.) onlara muhalefet ederek güneş doğmadan önce (Minâ'dan) hareket etti.[552]
Resûl-i Ekrem (s.a.)
Allah'ın; "Ey iman edenler, mü'-mini eri bırakıp da kâfirleri dost
edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir delil mi vermek
istiyorsunuz?"[553]
emrine sarılarak kâfirlere ait belirgin bir özellik taşıyan meselelerde ve
genellikle dinî bir karakter arz eden hususlarda onlara benzemekten son derece
sakınmış ve; "sizler karış-karış, adım, adım, sizden önceki toplumların
yolunu izleyeceksiniz (Onlar bâtıl inançlarından ilham alacak bu inançlarından
kaynaklanan faiz müessesesi gibi sosyal durumlan ve ahlâk dışı yaşayışları
ölçü edineceksiniz). Hatta onlar (insanın giremeyeceği küçük) bir keler deliğine
girecek olsalar, bunların ardından gideceksiniz."[554]
buyurarak ümmetini de sözü geçen hususlarda kâfirlere benzemekten şiddetle
sakıridirmıştır. Bu İslâmî esasın gereği olarak Peygamber (s.a.) Müzdelife'den
güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket etmek suretiyle câhiliyye döneminin
müşriklerine muhalefet etmiştir.[555]
1. Bayram sabahı hacıların Müzdelife'den
Mina ya güneş doğmadan hareket etmeleri meşru kılınmıştır.
2. Müzdelife'den
Minâ'ya hareket etmek için ortalığın iyice ağarmasını beklemek müstehabdır.
Hanefîlerle, Şâfiîler, İmam Ahmed ve cumhûr-ı ulemâ bu görüştedir. Çünkü 1905
numaralı hadis-i şerifte, "Resûlullah (s.a.) sabah olunca bir ezan ve bir
kametle sabah namazını kıldı, sonra Kasvâ'ya binerek Meş'ar-i Harama geldi
Kıbleye karşı dönerek Allah'a duâ etti, tekbîr getirdi, tehlîl ve tevhîdde
bulundu ve ortalık iyice aydmla-mncaya kadar vakfeye devam etti. Sonra güneş
doğmadan yola düştü" denilmektedir.
İmam Mâlik (r.a.);
"Ortalık iyice aydınlanmadan Minâ'ya hareket edilir" demişse de
birinci görüşün daha isabetli olduğu açıktır.[556]
1939.
...Ubeydullah b. Ebî Yezîd b. Abbâs'ı,şöyle derken dinlediğini haber
vermiştir: Ben Resûlullah (s.a.)'in Müzdelife gecesinde ailesinin zayıfları
arasında önden gönderdiklerindenim.[557]
Resûl-i Ekrem Efendimiz
Bayram gecesi Müzdelife'de iken kalabalığa tahammülü olmayan kadınlara ve çocuklara
ortalığın ağarmasını beklemeden Minâ'ya gidip sabah namazım orada kılmalarına
ve halk Akabe'de yığılmadan önce gidip orada, cemrelerini rahatça atmalarına
izin vermiştir.
Hanefî ulemâsından
Tahâvfnin rivayetine göre Atâ (r.a.) ihtiyarlayıp da acze düştükten sonra
devamlı böyle yaparmış.[558]
Zavıflık, acizlik
kalabalıkta telef olma veya arkadaşları bir daha bulamayacak şekilde kaybetme
tehlikesi gibi mazeretler sebebiyle bir kimsenin Müzdelife'de gecelemeyi terk
ederek sabah namazını Minâ'da kılması ve ortalık tenha iken Akabe Cemresini
taşlaması caizdir. Tîbî'ye göre acizlerin ye zayıfların önden gönderilmesi
müstehabtır. Zayıfların önden gönderilmelerine ruhsat bulunduğunda ittifak
vardır.[559] İbn Hazm'a göre ise, bu
izin sadece kadınlara ve çocuklara aittir. Fakat hadisin zahirine bakılırsa,
kadınlar ve çocuklarla birlikte bu hükmün içerisine ihtiyarlar, âcizler ve
hastalar da girmektedir.[560]
1940. ...İbn
Abbâs (r.a.)'tan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) Müzdelife gecesinde
Abdulmuttalib oğulları(ndan) biz(im gibi) çocukları (Minâ'ya) eşeklerle önden
gönderdi. (O esnada) uyluklarımıza hafifçe vurarak; "-Ey yavrularım,
güneş doğuncaya kadar Cemre(-i Aka-be)'ye (taş) atmayınız."[561] diyordu.
Ebû Dâvûd dedi ki: (kelimesi)
hafifçe vurmak demektir.[562]
Burada
"yavrularım" kelimesiyle
çocuklar ve kadınlar kast edilmiştir.Çünkü
bayram gecesi Resul Ekrem'in Müzdelife'den erkence gönderdiği çocuklar arasında
kadınlar da vardı. Çocuklara hitab edilmiş, fakat tağlib yoluyla kadınlar da
kast edilmiştir.[563]
1. Çocukların
ve kadınların sabahın olmasını beklemeden Müzdelife’yi terk edip Mına ya gitmeleri
caizdir.
2. Bayram
günü güneş doğduktan sonra Akabe Cemresini taşlamak caizdir. Çünkü güneşin
doğmasıyla buraya taş atma vakti girmiş olur. Ancak bu konu ulemâ arasında
tartışmalıdır. Bu sebeple inşallah bu konuya 73 numaralı bâbta yine döneceğiz.[564]
1941. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) ailesinin zayıflarını gece
karanlığında (Minâ'ya) önden gönderirdi ve onlara güneş doğuncaya kadar
Cemre(-i Akabe)'ye taş atmamalarını emrederdi."[565]
İbn Abbâs Resûl-i
Ekrem'in gece yarısı Minâ'ya gönderdiği kadın ve çocuklara o anda verdiği emri
kelime kelime hatırlayamadığından bu emri mânâ olarak nakletmiştir.[566]
1. Geceleyin
ihtiyarlar ve çocuklar gibi zayıf kimselerin sabahın olmasını beklemeden Mına
ya hareket edip kalabalık çökmeden önce usûlüne uygun olarak Minâ'daki görevlerine
başlamaları caizdir.
2. Resûl-i
Ekrem'den vârid olan bir hadisi kelime kelime nakletmmek mümkün olmadığı zaman
mânâ olarak nakletmek caizdir.
Manâyı koruyarak başka
ifâde ve kelimelerle hadis nakletme konusu ulemâ arasında tartışmalıdır. Şöyle
ki:
a. Bazılarınca
Hadisin mânâsına kelimeler arasındaki ince farklara, hadiste gözetilen maksada
tam manâsıyla âşinâ olmayan bir kimsenin hadîsi duyduğu gibi aynı ifâde ile
nakletmesi şart koşulmuş, aksi caiz görülmemiştir.
b. Bütün
bunları iyiden iyiye bilen kimseye gelince:
Hadis, fıkıh ve usûl
âlimlerinden çoğu, bunun da mânâ yoluyla hadis nakl etmesini caiz
görmemişlerdir.
İmam Mâlik
Resûlullah'a nisbet edilen merfû hadislerde bunun caiz olmadığını, başkalarında
olabileceğini ileri sürmüştür.
Bazıları da ancak bir
kelimenin başka bir kelimeyle yer değiştirebileceğini söylemişlerdir.[567]
Bütün bunlara rağmen,
hadislerin manen rivayetinin caiz olduğu görüşünde olanlar da vardır...
Nitekim Ebû Said el-Hudrî şunları söylemiştir: "Hadis dinlemek için 8-10
kişi Hz. Peygamberin etrafında oturur, onu dinlerdik. İçimizden ondan
dinlediklerimizi aynen tekrar eden belki iki kişi çıkmazdı. Fakat hepimizde
tekrar ettiğimiz zaman mânâlarda hiçbir fark olmazdı." Tanınmış tabiî
el-Hasen el-Basrî kendisine; "Bugün bize bir hadis rivayet ediyorsun,
ertesi gün aynı hadisi başka lâfızlarla naklediyorsun" diyen birine şu
cevabı ermiştir: "Mânâda isabet etmişsem bunda hiç bir mahzur
yoktur."
Yine Meşhur tâbiîleren
Muhammed b. Şîrîn şöyle demiştir:
"On kadar
sahâbîden hadis, işittim. Hepsi de lâfızlarda ihtilâf ederlerdi, fakat mânâ
aynı idi."[568]
Görülüyor ki konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi de "bu konuda öngörülen şartlara uymak
kaydıyla bir hadisi mana olarak nakletmek caizdir," diyenlerin görüşünü
desteklemektedir.[569]
1942.
...Âişe (r.anha) dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) Kurban (bayramında)
geceleyin Ümmü Seleme'yi (Müzdelife'den Minâ'ya) gönderdi de (Ümmü Selme)
fecirden önce (Akabe Cemresine) taş(lar)ı attı, sonra (Mekke'ye) gidip ifâza
tavafım yaptı. O gün Resûlullah (s.a.)'in Ümmü Seleme'nin yanında olacağı
(nöbet) gün(ü) idi.[570]
Bu hadis "Bayram
günü fecir doğmadan önce Akabe Cemresine taş atılabilir" diyen Şafiî
ulemâsının delilidir. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur. Sözü geçen
imamlara göre bu görüşün aksini ifâde eden 1940 ve 1941 numaralı hadis-i
şerifler bayram günü fecr doğmadan önce cemreleri atmanın caiz olmadığını değil,
bu cemreleri güneş doğduktan sonra atmanın müstehab. olduğunu ifâde
etmektedirler.
İmam Mâlik ile Hanefî
ulemâsına göre ise, bayram günü güneş doğmadan önce Akabe Cemresine taş atmak,
hacıların develerini gütmekle görevli kimselerin dışında hiç bir kimse için
caiz değildir. Çünkü İbn Ab-bâs'dan rivayet edilen bir hadiste ifâde edildiğine
göre; "Peygamber (s.a.) ailelerine ve hacıların eşyalarım taşıyan
kimselere sabahleyin alaca karanlıkta Minâ'ya gitmelerini fakat güneş doğmadan
taşları atmamalarını emretmiştir."[571]
Nitekim İbn Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste de; "Peygamber
(s.a.) cemreleri geceleyin atmaları için deye çobanlarına izin verdi"[572]
denilmektedir.
Cemrelerin güneş
doğmadan atılabileceği görüşünde olan ilim adamlarına göre de bayram günü
Minâ'da fecr doğmadan önce cemreleri atmayı yasaklayan hadisler o gün
cemreleri güneş doğmadan önce atmanın caiz olmadığını değil, onları güneş
doğduktan sonra atmanın müstehab olduğunu ifade eder. Yine sözü geçen ilim
adamlarına göre konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisindeki "Ümmü Seleme
cemreleri fecrden önce attı" sözüyle "sabah namazından önce
attı" denilmek istenmiş de olabilir. Fakat gerçekten de söz konusu
cümlelerle bu ulemânın anladığı mânâ kast edilmiş olsa bile, bu söz, «güneş,
doğmadan önce cemreleri atmanın caiz olduğuna delâlet etmez. Ayrıca Hz. Ümmü
Seleme'nin bu uygulamasının Resûl-i Ekrem'in 'izniyle olduğuna dâir bir delil
de mevcut değildir.
Bu bakımdan Hz. Ümmü
Seleme'nin bu fiili bir delil niteliği taşımaktan uzaktır.
Hz. Ümmü Seleme'nin bu
tatbikatının kendisine ait özel bir tatbikat olması ihtimali de vardır.[573]
1943.
...Esma (r.anhâ'nın haccın)'dan bahseden (bir râvi) O'nun (Akabe Cemresine)
taş(ları fecrden Önce) attığını haber verdi (ve) dedi ki: Ben (kendisine);
Biz taşları geceleyin
attık, dedim de; "Biz Resûlullah (s.a.) zamanında böyle yapardık"
diye cevap verdi.[574]
Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in baldızı olan Hz.Esmâ'mn bu haccı, Veda Haccından ve Resûl-i Ekrem'in Dâr-ı Bekâ'ya irtihalinden
sonra yapmış olduğu bir hacdır. Esma (r.anhâ) Akabe Cemresine bayram günü
atılacak olan taşlan güneşin doğmasını beklemeden geceleyin (yahutta alaca
karanlıkta) attığı için hürriyetine kavuşturduğu kölesi Abdullah b. Keysân
kendisine; "biz bu taşlan vaktini beklemeden geceleyin attık"
diyerek ondan bu hareketinin açıklamasını istemiştir. Esma (r.anhâ) da
-kadınları ve acizleri kasdederek, "Biz Resûlullah (s.a.) zamanında böyle
yapardık" diye cevap vermiştir. "Hz. Esma (r.anhâ'nın haccm)dan
bahseden "(ravî)" sözüyle, Hz. Esmâ'mn hürriyetine kavuşturduğu eski
kölesi Abdullah b. Keysan kasd edilmiştir.[575]
1. îmam
Sâfiî'ye ve Ahmed b. Hanbel'in meşhur olan görüşüne göre bayram günü Akabe Cemresine
atılacak olan taşlan sabah olmadan geceleyin atmak caizdir, delilleri ise
metinde geçen; "biz taşlan gece yarısı attık" sözüdür.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise bu taşlan güneş doğmadan önce atmak asla caiz değildir.
Delilleri ise, Buhârî'nin. rivayetinde geçen "biz bu taşlan alaca
karanlıkta attık"[576]
cümlesidir. Daha önce de açıkladığımız gibi 1940 no'lu hadis gibi güneş
doğmadan önce cemreleri atmayı yasaklayan hadislerin cemreleri güneş doğduktan
sonra atmanın müstehab olduğu anlamına geldiği, bu taşların alaca karanlıkta
atıldığını ifade eden Buhârî hadisi gibi hadislerin de sözü geçen taşlan alaca
karanlıkta atmanın caiz olduğu anlamına geldiği de söylenmektedir. Bu görüşler
için 1942 numaralı hadisin şerhine bakılabilir.[577]
1944.
...Câbir (r.a)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) (Müzdelife'den Minâ'ya) ağır
ağır gitti ve ashabına da fiske taşı gibi (küçük çakıl taşlan) atmalarını ve
Muhassır vadisinden de hızlıca geçmelerini emretti.[578]
Bilindiği gibi kelimesi
şehâdet parmağı ile baş-parmak arasına konularak, başparmağın ileri doğru sert
bir hareketiyle fırlatılabilen küçük taşlar için kullanılır. Buna Türkçemizde
"fiske taşı" denir. Resul-i Ekrem Efendimiz Müzdelife'den Minâ'ya
inerken yavaş yavaş sükûnet ve vekar içerisinde hareket ettiği gibi, İmâm Ahmed
ve îbn Mâce'nin rivayetlerine göre ashabına da aynı şekilde hareket etmelerini
tavsiye etmiştir. Cemrelere atılacak taşların da fiske taşı büyüklüğünde
olmasını emretmiştir ve Ebrehe'nin ordusunun hezimete uğradığı vadiden
geçerken de sür'atlice geçmiştir. İmâm Mâlik ve Beyhakî'nin ifâdesine göre,
Resûl-i Ekrem'in bu vâdîden geçerken hızla geçtiği yer bir taş atımlık
mesafedir.[579]
1. Müzdelife’den
Mına'ya giderken yavaş yavaş sükunet ve vekar içerisinde gitmek ve Muhassır vadisinde
hızlanmak müstehabdır. Muhassır vadisinden geçmekte olan yayalar Resûl-i
Ekrem'e uymuş olmak için koşarlar. Binitli olanlar da hayvanlarım veya
vasıtalarını süratlendirirler. Câhiliyye döneminde hıristiyanlar burada vakfe
yaparlardı, Resûl-i Ekrem Efendimiz de onlara muhalefet etmek için buradan
geçerken sür'atlice geçmiştir.[580]
1945. ...İbn
Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.), Veda haccında:
"Bu(gün) hangi
gündür?" diye sordu. (Ashâb-ı kiram da): Kurban (bayramı) günüdür diye
cevap verdiler. (Bunun üzerine): "Bu(gün) Hacc-i Ekber günüdür"
buyurdu.[581]
Cemre: Mekke'ye iki
saat mesafede Minâ'da
bulunan üç taş yığınına verilen isimdir. Bunlar Cemre-i Ülâ, Cemre-i
Vustâ ve Cemre-i Akabe'dir. Buralarda yapılan taş atma işi haccın
vâciblerindendir.
Atılan taşların adedi
yetmiştir. Yedisi kurban bayramının birinci günü kalanları iki, üç ve dördüncü
günleri atılır, Taşların teker teker her atılışında tekbîr getirilmesi gerekir,
ileride bu konuya tekrar dönülecektir.
Hac fiillerinin çoğu
nahr gününde yani bayramın birinci gününde toplandığı için bu güne
"Hacc-ı Ekber" denmiştir. Şöyle ki akabe Cemresi, tıraş, kurban
kesmek, tavaf-i ziyaret ve daha başka vazifeler bugün yapılır. Halk arasında
yaygın olan "arafe günü cumaya rastlarsa, hacc-i ekber olur"
rivayetinin aslı yoktur. Ancak arafe günü cumaya rastlarsa, o haccın yetmiş
haccdan efdal olduğuna dair Cemü'I-fevâid isimli eserde mürsel olarak rivayet
edilen bir hadis vardır.[582]
İbn Sîrîn'in beyânına
göre Hacc-ı Ekber gününden maksat, Resul-i Ekrem'in Veda Haccındaki birinci
bayram günüdür. Resûl-i Ekrem Efendimiz Veda hutbesini irâd etmiş ve o hutbede
İslâm'ın anahatlarıyla bir özetini vermiştir. Kıymetli âlimlerimizden M.Zihnî
Efendi de bu konuda şunları söylüyor: "Hac iki kısımdır: Hacc-i Ekber,
Hacc-i asgar. Birincisi, İslam hacadır yani müslümanlara farz olan hacdır.
İkincisi ise, umredir. Hacc-ı Ekber'in cuma gününe rastlaması dolayısıyle özel
bir durum alması yoktur. Ancak cumaya rastlayan Arafe gününün fazlaca sevabı
vardır. "Günlerin en üstünü Arefe günüdür. Bu gün cumaya rastlarsa, cuma
günü dışında yapılan yetmiş hacdan efdaldir." mealindeki hadis-i şerîfle
bu husus açıklanmıştır."[583]
1. Genel olarak
kurban bayramının birinci günü hacc-ı ekber günüdür. Ulemanın büyük çoğunluğu
ile birlikte dört mezhep imamı bu görüştedir. Nitekim bir numara sonra gelecek
olan hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir. Bu mevzu-daki hadislerden
bazıları şunlardır:
a. Ali
(kerremallahu vecheh)'den rivayet edilmiştir. Dedi ki: resûlullah (s.a.)'a
hacc-ı ekber'in gününü sordum da, "Nahr günüdür” diye cevap verdi.[584]
b. "Kurban
(Bayramının birinci) günü hacc-ı ekber günüdür. O günde kurbanların kanları
akıtılır, tıraş olunur ve temizlik yapılır."[585]
c. "Resûlullah(s.a.)
Arafat'ta bir hutbe okudu da Allah'a hamd ü senâ'dan sonra "İmdi gelelim
sadede; bugün hacc-ı ekber günüdür" buyurdu."[586]
Bu son hadisle ilk iki
hadis arasında bir çelişki bulunduğu zannedil-memelidir. "Hac arafat'ta
vakfeden ibarettir" anlamındaki 1949 numaralı hadisin, "Arafat'ta
vakfe yapmak haccın önemli bir rüknüdür" şeklinde te'vil edildiği gibi bu
son hadis de "Cuma gününe rastlayan arafe gününün fazileti çok
büyüktür" şeklinde te'vil edilmiştir.;
2. Hac
imamının 1. Kurban bayramı günü bir hutbe okuyarak o hutbede hacılara o günde
ve daha sonraki günlerde hacıların Minâ'da ve Mekke'de yapacakları hacla
ilgili görevleri anlatması sünnettir. İmam Şafiî ile Ahmed bu görüştedirler.
İnşallah ileride bu konuyu etraflıca ele alacağız.[587]
1946. ...Ebû
Hüreyre (r.a.) demiştir ki: Eb'" Bekr, kurban bayramı günü Minâ'da;
Bu seneden sonra
hiçbir müşrik hac etmesin ve hiçbir çıplak kimse de (çıplak olarak Kabe'yi)
tavaf etmesin. Hacc-ı ekber günü, kurban bayramı günüdür. Hacc-i ekber, Hac(dan
ibâret)tir, diye ilân edecek olan kimseler arasında beni(de) gönderdi.[588]
Müşriklerin Mescid-i
Haram'a girmelerinin yasaklandığını ifâde eden bu hadis-i şerifin hükmü,
"Ey inananlar, doğrusu puta tapanlar pistirler. Bu sebeple bu yıllarından
sonra Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar"[589]
âyet-i kerimesiyle de desteklenmektedir. Mescid-i Haram'dan maksat, Mekke ve
etrafında bitkileri koparılmamak ve hayvanları avlanmamak üzere sınırlan
belirlenmiş olan Harem bölgesinin tümüdür. Bilindiği gibi harem bölgesinin
sınırları Cibril (s.a.)'in göstermesiyle Hz. İbrahim tarafından belirlenmiş bu
sınırları gösteren işaretler, Resülullah (s.a.) tarafından yenilenmiştir.
İşte bu sınırlar
içerisine elçilik göreviyle dahi gelmiş olsa, her hangi bir müşrikin girmesine
izin verilemez. Şayet herhangi bir müşrik bu bölgeye gizlice girmeye muvaffak
olduktan sonra orada hastalanıp ölecek olsa, cenazesinin oraya gömülmesine izin
verilmediği gibi kabre gömülmüş bile olsa, kabri açılarak cenaze, harem bölgesi
dışına çıkarılır. Hicretin dokuzuncu senesinde Resûl-i Ekrem'in müşriklerin
Mescid-i Harama gelip Beyt-i Şerîfi çırıl çıplak tavaf ettiklerinden
bahsedilince, "bu hâl sona erinceye kadar haccetmek istemiyorum" buyurdu
ve o sene Hz. Ebû Bekr-i hac emîri tayin etti. Hz. Ali'yi de Tevbe sûresi'nin
baş taraflarını halka okumak üzere görevlendirdi. Zilhiccenin 7. günü Hz. Ebû
Bekir bu görevini yerine getirmek üzere Harem-i Şerifte bir hutbe irâd ederek
halka menâsik-i hacla ilgili görevleri ve ahkâmı anlattı. Bayram günü de Hz.
Ali Minâ'da ayağa kalkıp Berâe Sûresi'nin baş tarafındaki âyetleri okuyarak
görevini yerine getirdi. Yezid b. Yüsey' diyor ki: "Ali (kerremallahü
veche)'ye:
Hangi şey (talimat)
ile(mekke'ye) gönderildin?" diye sordum, (O da:)
Dört şey ile:
a. Cennete
ancak müslüman olan kimse girecektir,
b. Hiçbir
çıplak kimse Beytullah'ı tavaf edemeyecektir,
c. Bu yıldan
sonra Müslümanlar ve müşrikler (Harem-i Şerifte) bir araya gelemeyeceklerdir.
d. Peygamber
(s.a.) ile aralarında ahd(andfaşma) bulunanların ahdi, müddeti dolana kadar
geçerlidir ve müddeti belli olmayanların müddeti de dört ay olarak belirlenmiştir;
diye cevap verdi."[590]
İbn İshâk'm rivayet
ettiğine göre Kureyş, kendilerinin dışında Kabe'yi tavaf etmek üzere Mekke'ye
gelen bir kimsenin kendi elbisesiyle tavaf etmesine izin.vermemek, ancak
Kureyş'ten bir kimsenin elbisesiyle hac yapmasına izin vermek üzere karar
almışlardı. Yine bu karar gereğince Ku-reyşli bir kimseden elbise alamayan
kimse, Beyti çıplak olarak tavaf edecekti. Şayet kendi elbiseleriyle tavaf
edecek olursa, bu elbiseler bir daha kullanılmamak üzere bir tarafa atılacaktı.
Fil yılından önce veya sonra alman bu kararla Kureyşliler, güya kendisiyle
günâh işlenen elbiselerle tavaf yapmayı önlemek istiyorlardı. İbn
Abbâs(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, câhiliyye döneminde kadınlar da
beyitler ve kasideler söyleyerek çıplak halde Beyt'i tavaf ederlermiş. Bu
hâdise Müslim'de şöyle anlatılıyor: "Vaktiyle kadın Beyt'i çıplak
olarak'tavaf eder, "bana kim ödünç bir tavaf elbisesi verecek?"
derdi. Onu Tercinin üzerine koyar '"Bugün bir kısmı ya da hepsi görünür
ama, onun görünen kısmını helâl etmem" derdi. Bunun üzerine "Her
Mescide giderken zînetinizi alınız"[591] âyet-i
kerimesi nazil oldu."[592]
1. Müşrikin
Harem bölgesine ve dolayısıyla Mescid-i Haram a girmesine izin verilemez, imam
Malik ile Şafiî'lerden Müzeni bu görüştedirler. Buna göre müşrikin Harem
bölgesi dışındaki mescidlere de ihtiyaç duyulmadıkça girmesine izin verilemez.
Biz bu konuyu 487 numaralı hadîsin şerhinde açıklamış bulunmaktayız. 2. Tavafta avret mahallini örtmek
gerekir. Bu konuda ulemâ ihtilâf etmiştir. İmam Mâlik, Şafiî ve bir rivayette
Ahmed b. Hanbel, "Beyt-i Şerifi çıplak kimse tavaf edemez" cümlesiyle
isdidlâl ederek tavaf esnasında avret yerini örtmenin şart olduğunu
söylemişlerdir. Ebû Hanife ile ikinci rivayete göre İmam Ahmed çıplak tavaf
eden kimsenin kurban kesmek suretiyle haccını tamam edilebileceğine fakat
Kabe'yi çıplak olarak tavafından dolayı günahkâr olacağına hükmetmişlerdir.[593]
1947. ...Ebû
Bekre (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) (Veda) haccında
(halka) bir hutbe irad edip (şöyle) buyurmuştur:
(Takvim düzeni
açısından) zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki (ilk) durumuna
dönmüştür. (Artık) sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır, (ve) üçü
peşi peşinedir ki, Zilka'de, Zilhicce ve Muharremdir. Bir de Cümade'l- (âhir)
ile Şaban arasında yer alan Müdar'in Receb'i dir."[594]
Yukarıdaki dört aya
Kur'ân-ı Kerimde "el-Eşhuru’l-Hurum= Yasak ayları" adı verilmiştir,
ki bu aylarda harp ve kıtal haramdır. Araplar câhiliyye döneminde bu aylardan
bazılarının, meselâ Muharrem'in haramlığını Safer ayına naklederlerdi. Sebebi
de çapulculuktu. Şöyle ki, bu yasak aylarında mal ve can dokunulmazlığı harp,
kıtal yasaklığına güvenerek tacirlerin ticâret mallarını alıp Ukaz, Zülmecâz,
Mecenne gibi meşhur Panayır ve pazarlarda satmak üzere yola çıktıkları sırada
çapulcular tarafından o ayın haramhğımn, meselâ Şaban'a nakledildiği ilân
edilir ve o günlerde vurgunculuk ve soygunculuk yapmak mübâh sayılırdı.
Arapları buna zorlayan en büyük sebeb onların geçimlerini soygunculuk ve
çapulculukla te'min etmeleri idi ki, üç haram ayın peşi peşine gelmesi ve üç ay
vurgunculuk yapmadan beklemeleri onlara çok zor geliyordu. Kurtuluşu ancak bu
aylardaki vurgunculuk, harp ve soygun yasağım ilerideki aylardan birine
kaydırmakta buluyorlardı.
Kur'ân dilinde buna
(Nesî) denilmiştir. Zemahşerî bunu "Bir ayın hürmetini öbür aya
te'hirdir" diye tefsir etmiş ve şöyle açıklamıştır: Bu suretle Arablar
haram ayları helâl sayarlar ve onun yerine helâl ayları da haram sayarlardı.
Çok defa da on iki aya bir iki ay ilâve ederek seneyi onüç, ondört aya
çıkarırlardı. Peygamberimizin, Veda Haccından bir sene önce Hz. Ebû Bekr'in Hac
emiri olarak yapmış olduğu hac, Zülka'de, ayına, Resûlullah'ın Veda haccı ise,
Müşriklerin o sene Haram ayı olarak ilan ettikleri zülhicce'ye tesadüf ve
tevâfuk etmişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz bu haccında Arafat dağında deve
üzerinde irâd ettiği hutbelerinin birinde bir cümlesi de "yıl ve ay
hesabı Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı zamanki ilk hâline dönüp eski yerini
bulmuştur. Sene on ki aydır" buyurmasıyla bu câhiliyye âdetinin kökünü
kazıdığını bildirmiştir. "Esasen daha önce de; "sapıtmak için
hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek, küfürde gerçekten ileri
gitmektir."[595]
âyetiyle de bu durum nehyedilmiş bulunduğundan bu bâtıl câhiliyye âdeti
kaldırılmış oldu. "Bunlardan dördü haram aylardır" denilmekle, o
aylarda bu gibi ma'siye(leri işlemek büsbütün haramdır. Binaenaleyh "O aylarda
kendinize Zulmetmeyiniz"[596]
denmek istenmiştir.
Hadîsin sonunda
"Mudar kabilesinin Receb ayı” denilerek, bu ayın Mudar'a nisbet olunması,
Mudar kabilesinin Receb ayma öbür kabilelerden daha çok hürmet
göstermesindendir.
Receb ayının
Cumadelâhir ile Şaban ayının arasında olduğunun ifâde edilmesi ise kamerî
takvim yılı içerisinde ayların sıralanışını açıklığa kavuşturarak bir daha
yanlışlığa düşülmesini önlemek içindir. Bu duruma göre Kamerî aylarının
birincisini Muharrem ayı teşkil ederken, Receb ayı ayların ortasında, Zilka'de
ile Zilhicce de senenin en sonunda yer almaktadır. Bazılarına göre ayların bu
şekilde sıralanışında şöyle bir nükte vardır: Haram ayların diğer aylar
yanında ayrı bir değeri olduğuna göre, en uygun olanı senenin bu aylardan
birisiyle başlamasıdır. İşte bu sebeple Muharrem ayı senenin birinci ayı
olmuştur. Yine bu ayların diğer aylara nisbetle daha büyük bir değer taşımaları
sebebiyle haram aylardan biri olan Receb ayı da senenin ayları arasında orta
yeri almıştır. Aynı zamanda hac aylarından olan diğer iki haram ayı da yani
Zilkade ve Zilhicce aylan da senenin ayları içerisinde en son yeri almışlardır.
Nitekim bu aylarda edâ edilen Hac ibadeti de İslâm'ın üzerinde yükseldiği
esaslar arasında son sırayı alır.[597]
1. Hac
imamının, kurban bayramının birinci günü Mina da hutbe okuyarak hac ibadeti ile
ilgili konularda halkı aydınlatması sünnettir. İmam Şafiî ile İmam Ahmed(r.a.)
bu görüştedirler. İnşallah bu konu ileride daha ayrıntılı olarak yeniden ele
alınacaktır. ,
2. Haram
aylarında savaşmak yasaklanmıştır. Ulemâ bu konuda ittifak etmişlerdir. Ancak
bu hükmün neshedilip edilmediği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre, "sana haram ayından, onda savaştan, soruyorlar. De ki:
Onda savaş büyük günahtır"[598]
âyet-i kerimesi "topyekûn sizinle savaşan putperestlerle siz de topyekûn
savaşın"[599] âyet-i kerimesiyle
neshedilmiştir. Atâ'ya göre, haram aylarında savaşı yasaklayan âyet-i kerime
muhkemdir, dolayısıyla neshe ihtimâli yoktur. Binâenaleyh "sizinle
savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin doğrusu Allah aşırı
gidenleri sevmez"[600]
âyet-i kerimesine uygun olarak düşman saldırıya geçmedikçe haram aylarında
savaşa girişmek caiz değildir. Fakat savaşı düşmanlar başlatacak olursa, o
zaman nefis müdafaası için savaşa girmek vâcib olur.
Bu konuda Süleyman
Ateş Bey şunları söylüyor: "Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar.
De ki: Onda savaş büyük günahtır."[601]
âyet-i kerimesi haram ayında savaşmanın caiz olup olmadığı hakkındaki bir soru
üzerine indirilmiştir. Peygamber (s.a.) halasının oğlu Abdullah b. Cahş'ı
muhacirlerden yedi-sekiz kişilik bir bölüğün başında yola çıkarmış, gönüllü
olmayanın götürülmemesini kendisine emretmiş ve bir mektub vererek bu mektubu
açan Abdullah şöyle yazıldığını görmüştür: "Mekr tubumu okuyunca Mekke ile
Taif arasındaki Nahle'ye kadar ilerle, buradan Kureyş'i gözetle ve bize
onlardan haber getir.”
Abdullah ile arkadaşları
Nahîe'ye vardılar. Bu sırada Kureyş'e ait bir ticaret kervanı oradan geçiyordu.
Recebin birinci günü idi. Fakat müslümanlar, Cumad el-âhir'in son günü olduğunu
sanıyorlardı. Eğer o gün, onlara bir şey yapmazlarsa, ertesi gün Haram ayı
girer, hiç birşey yapamazlar, diye düşündüler. Kureyşlilerin kendilerine
yaptıkları fenalıkları hatırlayınca, dayanamayıp kervana saldırdılar. Kervanın
başkam Abdullah el-Hadramî'yi öldürüp iki kişiyi de esir aldılar, bir adam da
kaçtı. Kervanı sürüp Medine'ye getirdiler. Allah'ın Resulü: "Ben size
haram ayında savaşmayı emretmem iştim" dedi ve ganimetten kendisine
ayrılanı almadı. Ashâb-i kiram tarafından da kınanan savaşçılar, çok üzüldüler.
Receb ayı savaşmanın yasak olduğu, haram ayların en saygılısı idi. Kureyş, olayın
Receb ayının başında olduğunu iddia edip "Muhammed haram ayını helâl
saydı" diye aleyhte propaganda yapmaya başladılar. Savaşa katılan müslümanlar
ise, Cumada'l-âhir'in sonunda savaştıklarını söylediler. Nihayet inen Bakara
Sûresi'nin 217 ve 218. âyetler, Seriyye savaşçılarının fitneye karşı
baskınlarını haklı çıkardı. Onların Allah'a inanan, hicret eden, Allah yolunda
savaşan faziletli insanlar olduğunun Allah'ın rahmetini.uman insanlara karşı
Allah'ın bağışlayan ve esirgeyen olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.) kabul etmeyip beklettiği ganimeti aldı ki, İslâm'da alınan ilk ganimet
budur. İki esir de müşriklerin yakalayıp esir almış oldukları Sa'd b. Ebî
Vakkas ve Utbe İbn Gazvân ile değiştirildi.
Müfeasirler Bakara
Sûresinin 217. âyetini haram ayında savaşmanın haram olduğuna delil sayarlar.
Fakat neshedilip edilmediği konusunda ihtilâf vardır. Atâ, bu âyetin
neshedilmediğini söyler ve bu hususta yemin edermiş. Diğer bilginlere göre âyet
mensûhtur. Ancak nâsihi üzerinde ihtilâf vardır. Tevbe Sûresi'nin 5, 29. veya
36. âyetlerinin nâsih olduğunu söyleyenler yanında, Peygamber'in uygulamasının
âyeti neshettiğini söyleyenler de vardır. Çünkü Allah'ın Resûlu (s.a.)
huneyn'de Hevâzin kabilesiyle Tâif'te Sakîf kabilesiyle haram ayında savaşmış
Ebû Âmir'i de yine haram ayında müşriklerle savaşması için Evtâs'a
göndermiştir.
İbnu'l-Arabî'ye göre
bu âyet, müşriklerin yukarıda sözü edilen haram ayında vuku bulmuş savaştan
dolayı Hz. Peygamber ve müslümanları şiddetle kınamalarını reddetmektedir.
Yüce Allah onlara diyor ki: "Allah yolundan men'etmek, Allah'ı inkâr
etmek, halkını Mescid-i Haram'dan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir
günâhtır. Haram ayında fitne çıkarmak yani küfre sapıp ortalığı karıştırmak,
adam öldürmekten daha ağır bir suçtur." Siz bunları yaptığınız için
sizinle savaşmak gerekmiştir. Buna göre âyet, haram ayında savaşmayı
yasaklamıyor, tersine savaş kaçınılmaz hale gelince, o aylarda da savaşmanın
günah olmayacağını anlatmış oluyor. Zaten âyetin sözlerinden de bu anlaşılmaktadır.
Artık âyette bir nesh aramanın mânâsı yoktur. Davet hürriyetini korumak,
saldırıyı püskürtmek, saldırganlarla savaşmak her zaman ve şartta
vâcibtir."[602]
1948. ...İbn
Ebî Bekre (r.a.), Peygamber (s.a.)'den (önceki hadisin) mânâsını rivayet
etmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki: İbn
Avn, İbn Ebî Bekre (diye bilinen Râvijnin ismini bu hadisfin senedinde
açıkladı. Dedi ki: (Bu hadis) Abdurrahman b. Ebî Bekre'den rivayet olunmuştur.
O da Ebû Bekre'den rivayet etmiştir.[603]
Bu hadisin senedinde
kendisinden İbn Ebî Bekre künyesiyle bahsedilen râvînin asıl adından
bahsedilmemektedir. Bu sebeple Ebû Dâvûd bu râvînin kimliğini tanımak
maksadıyla "Abdullah b. Avâne isimli râvinin bu hadisi naklederken İbn Ebî
Bekre künyesiyle anılan zâtın ismini Abdurrahman b. Ebî Bekre olarak kaydederek
lîbnj Ebî Bekre'nin esas isminin Abdurrahman olduğunu açıkladığım"
söylemiştir. Bu hadis Müslim'de şu anlama gelen lafızlarla rivayet olunmuştur:
"O gün gelince Peygamber (s.a.) devesinin üzerine oturdu. Birisi de
devenin yularından tuttu:
"Bilir misiniz
bugün hangi gündür?" buyurdu. Ashâb: Allah ve Resulü daha iyi bilir,
dediler. Biz ö güne esas adından başka bir isim verecek sanmıştık. Sonra:
"Kurban (bayramı)
günü değil mi?" buyurdu.
Evet, evet (öyledir)
ya Resûlullah, dedik.
"Ya bu ay
nedir?" diye sordu.
Allah ve Resulü daha
iyi bilir dedik.
"Zülhicce değil
midir?" buyurdu.
Evet, evet (öyledir)
ya Resûlallah dedik.
"Ya şu belde
neresidir?" diye sordu.
Allah ve Resulü daha
iyi bilir, dedik. Hatta ona başka bir isim verecek sandık.
"Malûm belde
değil mi?" buyurdu.
Hay, hay (öyledir) ya
Resûlallah, dedik.
"İşte sizin
kanlarınızı mallarınız ve ırzlarınız birbirinize şu beldenizde, şu ayınızda,
şu gününüzün haram olduğu gibi haramdır. Burada bulunan bulunmayana
iletsin" buyurdular.[604]
İşte Müslim'in bu rivayetinde de İbn Ebî Bekre'nin adı Abdurrahman b. Ebî Bekre
diye zikredilmiştir.[605]
1949.
...Abdurrahman b.Ya'mur ed-Deyl(em)î'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)
Arafat'ta iken yanına varmıştım. Necid halkından da bazı kimseler ^Yahut bir
grup- geldiler. (İçlerinden) birine (Hz. Peygamber'e hacla ilgili sorular
sormasını) emrettiler. (O da) Resûlullah (s.a.)'e, (Arafat'ta vakfeye
yetişemeyen kimsenin) hacc(ı) nasıldır? diye sordu. Resûlullah (s.a.) de
birisine emretti. (O adam da aldığı emre uyarak)
"Hac, hac, Arafe
günü (vakfe yapmak) demektir, kim Müzdelife gecesi sabah olmadan (Arafat'a)
gelirse haccı tamdır. Minâ günleri üçtür, kim acele eder de iki gün de
(Mekke'ye dönerse) ona bir günah yoktur. (Minâ'da) geciken de günahkâr
olmaz" diye yüksek sesle bağırdı. Sonra (o bağıran adamın) arkasından bir
başka adam gönderdi. O da aynı şeyleri yüksek sesle ilân etmeye başladı.[606]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Mihrân da Süfyân'dan (hac kelimesini) -iki-defa tekrarlayarak-
"Hac, hac (Arafat'ta durmaktır)" dedi, (şeklinde) rivayet etti. Yahya
b. Safd el-Kattân ise Süfyân 'dan (hac kelimesini) bir kerre (söyleyerek) "hac
(Arafat'ta durmaktır) ded”, (şeklinde rivayet etti).[607]
Minâ günlerinden
maksat, kurban bayramının 2, 3, 4 üncü günleridir.Bir başka tâbirle
Zilhicce'nin 11, 12, 13
üncü günleridir. Bayramın ilk günü (10 Zilhicce) yalnızca Akabe cemresine yedi
taş atılır. Diğer iki cemereye taş atılmaz. Bayramın 2, 3 ve 4 üncü günleri ise
her üç cemreye de yedişerden yirmibir taş atılır. Böylece atılan taşların
sayısı 70 olur. Ancak bayramın 4. günü şafak sökmeden önce Minâ'dan ayrılanlara
dördüncü günün taşlarım atmak vâcib olmaz. Bu durumda atılan taş sayısı 49
olur. Hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi Zilhiccenin 12. günü taşları
attıktan sonra Minâ'yı terk ederek Mekke'ye gitmekte herhangi bir sakınca
yoktur. Buna ruhsat verilmiştir. Bu ruhsatı terk etmekten dolayı da bir günah
yoktur. Fakat bayramın dördüncü günü de Minâ'da beklemek ve o gün cemrelere 21
taş atmak, daha faziletlidir. Musannif Ebû Dâvûd bu hadisin sonuna ilâve
ettiği talikte, metinde geçen "hac hac, Arafat'ta vakfe yapmaktır"
cümlesini Mihrân'ın "hac" kelimesini iki defa tekrarlayarak rivayet
ettiğini fakat Yahya b. Saîd'in bu cümleyi rivayet ederken "hac"
kelimesini sadece bir kere söylediğini ifâde etmek istiyor.[608]
1. Arafat'ta
vakfe yapmak haccın rükünlerindendir. Binaenaleyh vakte yerine getirilmedikçe hac
farizası ifâ edilmiş olmaz.
2. Arafat
sınırlan içerisinde çok kısa bile olsa bir süre vakfe yapmakla bu rükün ifâ
edilmiş olur. Ulemâ'nın büyük çoğunluğunun görüşü de budur. İmam Sevrî'den
geceleyin vakfe yapmanın caiz olmadığı ve vakfeyi geceleyin yapan bir kimsenin
haccının kabul olmayacağı rivayet olunmuşsa da bu görüş sahih hadislere
aykırıdır.
3. Arafat'ta
vakfe yapma vakti Bayram gecesi fecrin doğmasıyla sonra erer. Mezhep
imamlarının bu konudaki görüşlerini 1910 numaralı hadisin şerhinde nakletmiş
olduğumuzdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
4. Zilhiccenin
12. günü Minâ'yı terkederek veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye hareket etmek
caizdir. Ancak Minâ'yı bugünde terk edebilmek için. şu şartların bulunması
gerekir:
a. Zevalden
sonra yola çıkılması gerekir.
b. Güneşin
batmasından önce Minâ'yı terk etmiş olmak gerekir. Eğer Minâ sınırları
içeriside iken güneş batacak olursa, o geceyi de Minâ'da geçirmek ve ertesi gün
de cemrelere taş atmak icabeder. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir, tmam
Şafiî ile imam Mâlik ve Ahmed'in görüşü de budur. Hanefî ulemâsına göre ise,
zilhiccenin 13. günü fecir doğmadan önce Minâ'yı terk etmek caizdir. Çünkü fecr
doğmadıkça cemrelere taş atma vakti girmiş olmaz. Fakat bununla beraber, Minâ
sınırları içerisinde bulunan bir kimsenin güneş battıktan sonra Minâ'yı terk
etmesi mekruh olur. Çünkü güneş battıktan sonra Minâ sınırları içerisinde
bulunan bir kimsenin geceyi orada geçirmesi sünnettir. Bu bakımdan güneş
battıktan sonra Minâ'yı terkeden bir kimse sünneti terk etmiş olur, fakat
sünneti lerk etmekden dolayı üzerine kurban kesmek gerekmez.[609]
1950.
...Urve b. Mudarris et-Tâî'den; demiştir ki: Ben Resûlullah (s.a.)'a geldim
(ve):
Ya Resûlullah, ben
Tayy dağlarından geliyorum. Hayvanımı da kendimi de yordum. Vallahi (yol
boyunca) üzerinde vakfe yapmadık tek bir kum yığını bırakmadım. Benim için
hacdan (bir nasib) var mıdır? dedim. Resûlullah (s.a.):
"Kim bizimle
beraber şu (sabah) namaz(ın)a yetişecek olursa ve bundan önce de gündüzün veya
geceleyin Arafat'a gelmiş olursa, haccı tamam olur ve (ihramdan çıkış) temizliğini
yapar." buyurdu.[610]
Tayy dağlarından
maksat Medine civarında bulunan iki dağdır. Bunlardan birisi Medine'nin
doğusunda bulunan ve Selmâ adıyla anılan dağdır. Diğeri de Medine'ye üç
konaklık mesafede ve Mekke yolu üzerinde bulunan ve "Ece" ismiyle
anılan bir dağdır. Metinde geçen " = Habl" kelimesi çölden kum
yığınlarının oluşturduğu tepe anlamına gelir ki, bu kelime Tirmizî, Tahâvî ve
Dârekutnî'nin rivayetlerinde " = Cebel = dağ" şeklinde geçmektedir.
Bu hadis-i şerîfte
gündüzün veya geceleyin Arafat'ta vakfe yapıp da bayram günü Müzdelife'de
kılınan sabah namazına yetişebilen, bir başka tabirle, sabah namazı vakti
girmeden önce Arafat'ta vakfe yapmaya muvaffak olan bir kimsenin haccın daha
sonraki vecibelerini de yerine getirmek şartıyla hac farizasını yaptığından
emin olabileceği ifade edilmektedir. "Ve (ihramdan çıkış) temizliğini yapar"
şeklinde tercüme ettiğimiz cümlesiyle "artık usulüne uygun olarak ihramdan
çıkıp tırnakları kesmek, bıyıkları kırpmak, kasıkları ve koltuk altlarını tıraş
etmek veya yolmak gibi temizlikleri yapabilir" denmek istenmiştir. Mezhep
imamlarının bu mevzudaki görüşleri 1910 numaralı hadiste açıklanmıştır.[611]
1. îmam
Ahmed, metinde geçen
"kim bizimle beraber şu namaza yetişecek olursa ve bundan önce de gündüzün veya
geceleyin Arafat'a gelmiş olursa, haccı tamam olur" cümlesini delil
getirerek, Arafat'ta vakfe vaktinin Arefe günü fecrin doğmasıyla başlayıp
ertesi gün fecrin doğmasına kadar devam ettiğini, çünkü metinde geçen
"gece" ve "gündüz" kelimeleri mutlak olarak kullanıldıkları
için gece ve gündüzün sadece bir bölümüne değil, tümüne şâmil olduklarını
söylemiştir, ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, metinde geçen "gündüzün
ve geceleyin" sözünden maksat, Arafe günü zevalden sonra başlayıp ertesi
gün fecrin doğuşuna kadar devam eden vakittir. Çünkü Hz. Peygamber'in ve onun
Râşid halifelerinin tatbikatı böyle olmuştur ve ayrıca fahr-i Kâinat Efendimiz:
"Ey cemaat!
Haccın menâsikini iyi öğreniniz. Çünkü belli olmaz, belki bu hacdan sonra,,
daha hac yapamam"[612] buyurarak,
Veda haccındaki tatbikatının örnek alınmak ve esas ittihaz edilmek üzere iyice
bellenmesi gerektiğine dikkat çekmiştir.[613]
1951. ...Ashab'dan
birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.)
Minâ'da halka bir hutbe irad edip onları (Kendileri işin/tayin ettiği)
yerlerine yerleştirdi (ve yine bu maksatla kıble (cihet)nin sağına işaret
ederek,
"Muhacirler
buraya konsun";
Kıble (jbîhetı)nin
soluna işaret ederek:
"Ensâr da buraya
konsun, (diğer) halk onların çevresine yerleşsinler" buyurdu.[614]
1951 numaralı hadiste
de ifade edildiği gibi Fahri Kâinat Efendimiz Minâ'da halka bir hutbe irad
ederek Muhacirlerin "Mescid-i Hayf" denilen Minâ Mescidinin ön
tarafına, Ensar' ın da bu mescidin arka tarafına yerleşmelerini bu iki cemaatin
dışında kalan kimselerin de Muhacir ve Ensar'ın çevresine dağılıp
yerleşmelerini emretmiştir.
Resul-i Ekrem,
Muhacirleri bir yere, Ensârı bir başka yere, diğer halkı da onların çevresine
yerleştirirken ümmete, Muhacirlerle Ensar'ın bu dindeki hizmetlerinin
büyüklüğünü, dolayısıyla bu ümmetin diğer fertlerinin onların kadir ve
kıymetlerini bilmeleri gerektiğini öğretmek maksadını gözetmiş olabilir. Bunun
yanında her kesimin iman bağı ile birlikte mevcut olan akrabalık bağı
dolayısıyla birbirleriyle daha kolay yardımlaşa-caklarını da düşünmüş olabilir.[615]
1. Hac
imamının bayramın birinci günü halka bir hutbe irad ederek onları hac menasıkı
ile ilgili konularda aydınlatması sünnettir.
2. İdareci
durumunda olan bir kimsenin emri altında bulunan kimselerin maddi-mânevî
çıkarlarım gözetmesi gerekir.[616]
1952.
...Bekroğullarından iki kişiden; demişlerdir ki: Biz Resûlullah (s.a.)'i teşrik
günlerinin ortasında hutbe okurken gördük. Biz onun hayvanının yanında idik. Bu
hutbe Resülullah'ın Minâ'da irad ettiği hutbe idi.[617]
"Teşrik", eti
güneşletip kurutmak demektir.
Arablarca Zilhiccenin onbirinci, on ikinci ve on üçüncü günleri kurban
etlerini güneşe sererek kurutmak âdettir. Onun için bu üç güne "teşrik
günleri" denilmiştir .Teşrik günleri üç gün olduğuna göre ikinci teşrik
günü bunların ortasında yer alır. Bu durumda, metinde "teşrik günlerinin
ortasında" cümlesinden maksat, kurban bayramının üçüncü, Zilhiccenin on
ikinci günüdür.
Bu hadisi rivayet eden
Bekroğullarından iki sahâbîdir. Bunların isimlerinin bilinmemesi, hadisin
sıhhatine bir zarar vermez. Çünkü sahâbîlerin hepsi güvenilir kimselerdir.
Sözü geçen sahabiler,
"biz onun hayvanının yanında idik" sözüyle, "Resûl-i Ekrem'in bu
hutbesini çok yakından, net olarak ve eksiksiz olarak dinleyebildik"
demek istemişlerdir.[618]
Hac imamının Minâ'da
bayramın üçüncü gününde bir hutbe irad ederek Mina da yapılacak hac görevleri
ile ilgili konularda halkı aydınlatması müstehabtır. İmam Şafiî ile İmam Ahmed
de bu görüştedirler. Hanefî ulemâsı ile İmam Mâlik'e göre ise, hac hutbeleri
üçtür:
a. Bunlardan
birincisi Zilhiccenin 7. günü Mekke'de Harem-i Şerif de okunur. Bu hutbede hac
hükümleri, özellikle terviye günü Minâ'ya çıkılaması ve orada geceledikten
sonra Arafat'a çıkılacağı meseleleri anlatılır. Hutbenin arasında oturulmaz.
Tek hutbe olarak okunur.
b. İkinci
hutbe Arefe günü Arafat'ta Nemire mescidinde cem-i takdîm ile kılınan öğle ve
ikindi namazlarından önce okunur.
Cuma hutbesinde olduğu
gibi arasında oturulup iki hutbe hâlinde okunur. Bu hutbelerde hac hükümleri
özellikle Arafat ve Müzdelife vakfeleri cem-i takdim, cem-i te'hîr....
anlatılır.
c. Üçüncü
hutbe Bayramın ikinci günü (11 Zilhicce) öğle namazından sonra Minâ'da okunur.
Bu hutbenin de arasında oturulmaz. Tek hutbe hâlinde okunur. Nitekim Nevevî'nin
"Şerhü'l-menâsik" isimli eserinde İbn Sa'd'ın Tabakât'ından naklen,
Resûl-i Ekrem'in Minâ'daki bu hutbeyi bayramın ikinci günü irad ettiği ifâde
ediliyor.[619] Şafiî ulemâsına göre ise
hac hutbeleri dörttür:
Birincisi Zilhiccenin
yedinci günü Mekke'de, ikincisi Arafe günü Arafat'ta, üçüncüsü Bayramın
birinci günü irad edilir. Dördüncüsü de bayramın üçüncü günü okunur. Bayramın
birinci günü hac imamının hutbe okumasının müstehap olduğuna dair Şafiî
ulemâsının delili ise 1945 numaralı hadistir. Hanefî ulemâsından Tahâvî'ye göre
1945 numaralı hadis-i şerifte söz konusu edilen konuşma, ümmet-i Muhammedi'n
istikbali ile ilgili bir vasiyyet niteliği taşıdığından o konuşmaya bir hutbe
gözüyle bakılamaz.[620]
Daha fazla bilgi için 1956 numaralı hadisin açıklamasına bakılabilir.[621]
1953.
...Câhiliyye döneminde (puthanelerden) bir evin sahibesi olan Serrâ bint Nebhân
dedi ki: Başlar gününde Resûlullah (s.a.) bize bir hutbe irad ederek "bu
hangi gündür" dedi. Biz de:
Allah ve Resulü daha
iyi bilir, dedik. (Bunun üzerine):
"Teşrik
günlerinin ortası değilimdir?" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki:
EbûHarre er-Rekâşî'nin amcası da aynı şekilde (Resûlullah bize:) "Teşrik
günlerinin ortasında hutbe irad etti" diye rivayet etti.[622]
Bir önceki hadisin
açıklamasında da ifade ettiğimiz gibi Zilhiccenin İl, 12 ve 13, üncü günlerine
"leşrîk günleri" denir. Metinde "teşrik günleri" yerine
"başlar günü" denilmesinin sebebi teşrik günlerinde kurban
kellelerinin bol bol yenmesidir.
Hadisin sonunda
bulunan taliki İmam Ahmed Müsned'inde Resûl-i Ekrem'e kadar ulaşan bir senedle
rivayet etmiştir. Hadîs "Hac imamının Zilhiccenin 12 nci günü Minâ'da
hutbe okuması sünnet dir" diyen İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in görüşünü
te'yid etmektedir. Mezhep imamlarının bu mevzu ile ilgili görüşlerini bir
önceki hadiste açıklamış bulunmaktayız.[623]
1954.
...el-Hirmâs b. Ziyâd el-Bâhilî (r.a.)'den; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'i
kurban bayramı 'günü Minâ'da Adbâ isimli devesi üzerinde halka hitâb ederken
gördüm.[624]
el-Esmâî'nin beyânına
göre " = Adbâ" kelimesi ku-lağının dörtte birinden fazlası kesik olan
hayvanlar için kullanılır. Ebû Ubeyd'e göre ise, bu kelime kulağının yansı veya
daha fazlası kesik olan hayvanlar için kullanılır. İmam Halil'e göre, kulağı yarık
olan hayvanlara verilen isimdir.
Aslında Resûl-i
Ekrem'in bu devesinin kulakları kesik ya da yarık değildi. Fakat doğuştan
kulakları çok küçük olduğıs için "el-Adbâ" diye isimlendirilmişti. Bu
hadis "kurban bayramının birinci günü hac imamının Minâ'da hutbe okuması
sünnettir" diyen Şafiî ulemâsının ve imam Ahmed'in delilidir. Biz bu konuyu 1952 numaralı hadiste
açıkladık.[625]
1955.
...Süleym b. Âmir el-Kilâ'î dedi ki: Ben Ebu Ümâme'yi, "Resûlullah'ın
kurban bayramı günü Miriâ'daki hutbesini dinledim" derken işittim.[626]
Bu hadisle ilgili
açıklama 1952 numaralı hadisin şerhinde geçti.[627]
1956. ...Râfi
b. Amr el-Müzenî dedi ki: Ben Resûlullah (s.a.)'ı Minâ'da kuşluk vakti boz bir
dişi katır üzerinde halka hitab ederken gördüm. AH (r.a.) da O'ndan (işittiklerini
yüksek sesle uzakta-kilere) aktarıyordu. Halkın kimisi ayakta kimisi de
oturmakta idi.[628]
1954 numaralı hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.)'in,
bayramın birinci gününde irad ettiği hutbesini "el-Adbâ" isimli
devesi üzerinde irad ettiği ifâde edilirken bu hadiste o günkü hutbeyi boz bir
dişi katır üzerinde irad ettiğinin ifâde edilmesi bu iki hadis arasında bir
çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü o gün Resûlullah'ın birden fazla hutbe
irad etmiş olması mümkündür. Zira o sene Minâ'da 130.000 hacı adayı bulunuyordu
ve hac tatbikatıyla ilgili açıklamalara her zamankinden daha çok muhtaçtılar.
Her ne kadar Resül-i Ekrem'in konuşmasını belli aralıklarla yerleştirilen
görevliler anında tekrarlayarak dalga dalga daha uzaklara iletiyorlar idiyse de,
bu kadar büyük bir kalabalığın bütün konuşmaları eksiksiz olarak işitmeleri
mümkün değildi. Bu sebeple o gün hutbelerin tekrar tekrar okunmasına şiddetle
ihtiyâç vardı. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem'in birçok defalar hutbe okumuş olması
ve her hutbeyi de ayrı bir hayvan üzerinde okuması gayet tabiîdir.
Metinde geçen
"kuşluk vakti" kelimesi Hz. Peygamberin bu hutbesini zeval vaktinden
önce okuduğunu gösterir ki bu da "Hutbeler ancak öğle namazından sonra
okunabilir, bundan sadece Arafe günü Nemire Mescidinde okunan hutbe
müstesnadır. Çünkü o mescidde biri öğle namazından önce biri de sonra olmak
üzere iki hutbe okunur" diyen Şafiî ulemasının aleyhine bir delildir.[629]
1. Hac imamının
bayramın birinci günü
hutbe okuması müstehabtır. Bilindiği gibi Şahı uleması ile Hanbelî
ulemâsının büyük bir kısmı bu görüştedirler. İmam Mâlik ile Hanefî ulemâsına ve
bazı Hanbelîlere göre ise, bayramın birinci günü hutbe okunmaz. Resûl-i
Ekrem'in halka o günkü hitabı bir hutbe niteliğinden ziyâde bir vasiyyet ve
hacla ilgili bir fetva özelliği taşımaktadır. Ancak Bezlu'l-mechûd yazarının
beyânına göre Hanefî ulemâsı "Hac imamının, birincisi Zilhiccenin yedinci
günü Mekke'de, ikincisi Arefe günü Arafat'da, üçüncüsü de bayramın ikinci günü
Minâ'da olmak üzere üç defa hutbe okuması müstehabtır" derken, "bu üç
hutbeden fazla hutbe irad etmek caiz değildir, bid'attir." demek
istememişlerdir. Aslında Hanefî ulemâsı hac mevsiminde hac imamının sık sık
hutbe okumasının lüzumuna inanmakla beraber, başta Resûl-i Ekrem'in
uygulamasını ve halkın kalabalık bir zamanda hergün hutbe dinlemelerindeki
zorluğu göz önünde bulundurarak üç hutbenin kâfi geleceğini söylemişlerdir.[630]
2. Kurban
bayramının birinci günü okunacak hutbe kuşluk vakti okunur. İmam Nevevî'nin
beyânına göre, bu hutbeleri dinlemek ve hutbe dinlemeye ihramdan çıkıp
yıkanarak ve güzel kokular sürünerek gitmek mustehabtır.[631]
3. Hutbeyi
hayvan üzerinde okumak caizdir.
4. Hatibin
sesi duyulmadığı zaman konuşmalarının münâdiler tarafından yüksek sesle daha
uzaklara iletilmesi caizdir. İhtiyaç duyulduğu zaman aynı şekilde namaz
kıldırırken imamın sesinin daha arkada bulunanlara duyurulması maksadıyla
münâdîler tarafından tekrarlanması da caizdir.[632]
1957.
...Abdurrahman b. Muâz et-Teymî'den; Biz Minâ'da iken Resûlullah (s.a.) bize
bir hutbe irâdetti de işitme gücümüz (öyle) genişledi ki söylediği şeyleri
evlerimizin içinde iken bile işitebiliyorduk. Halka hacla ilgili görevlerini
anlatmaya başladı. Nihayet (söz sırası) cemrelere geldi. (Bu sırada sesinin
daha uzaklara erişmesini sağlamak maksadıyla) şehâdet parmaklarının uçutarını
kulak deliklerine) koydu, sonra (onlara); "fiske taşları (büyüklüğünde
taşlar atınız)" dedi. Sonra Muhacirlere emretti, bu emir üzerine
(muhacirler) Mescidin ön tarafına indiler; Ensâra da emir verdi. Onlar da
Mescidin arkasına konakladılar. Bundan sonra da diğerleri yerlerini aldılar[633] demiştir.[634]
Veda Haccında Resûl-i
Ekrem Efendimiz'in Minâ'da halka hitaben yaptığı bir konuşması bir özür
sebebiyle bu konuşmayı dinlemeye gidemeyip de çadırlarında kalan kimseler
tarafından bile rahatça işitilip dinlenebilmiştir. Bu durum Resul-i Ekrem için
bir mucizedir. Söz konusu hutbenin Zilhiccenin 8. günü irâd edilmiş olması
ihtimali bulunduğu gibi, bayramın birinci gününde veya daha sonraki teşrik
günlerinde irad edilmiş olması ihtimali de vardır. Bu hutbenin bayram
günlerinde okunduğu kabul edilirse metinde geçen "Nihayet (söz sırası) cemrelere
geldi" cümlesini “Resul-i Ekrem'(s.a.) cemrelerin yanına geldi" şeklinde
düzeltmek gerekir.
Sünen-i Ebü Davud'un
bazı nüshalarında "şehâdet parmaklarını kulaklarına koydu" ifâdesi
vardır ki, bu ifade Resûl-i Ekrem'in sesini daha uzaklara eriştirebilmek için
parmak uçlarını kulak deliklerine koyup bu hususta ellerinden de yararlandığını
gösterir. Nitekim Hz. Bilâl de ezan okurken böyle yapardı. Beyhakî'nin
rivayetinde ise bu cümle: şehâdet parmaklarının birini diğeri üzerine
koydu"[635] şeklindedir ki
"cemrelere atılacak olan taşların büyüklüğünü parmaklarıyla
gösterdi" anlamına gelmektedir. Metinde geçen "fiske taşlan
(büyüklüğünde taşlar atınız) dedi" şeklinde tercüme etmek de mümkündür.
Bir başka tâbirle
cümlesindeki fiili, "attı"
anlamında kullanılmıştır.Buna göre bu cümle, Resûl-i Ekrem Efendimizin
cemrelere taş atışım beyan eden ve râviye ait bir cümle olur.[636]
1. Hac
imamının Müıâ'da bir hutbe okuyarak hacla ilgili görevlerinde halkı aydınlatması
sünnettir.
2. Resûl-i
Ekrem'in Minâ'da okuduğu hutbeyi, yakında bulunanlar gibi tâ uzakta bulunanlar
da rahatça dinleyebilmişlerdir.
3. İdareci
durumunda bulunan kimseler, idaresi altında bulunanların maddî ve manevî
çıkarlarını düşünmelidir.[637]
[1] Buhârî, hac 21. Cezau's-sayd 13, 15, libâs 8, 13, 15;
Müslim, hac 1, 2; Tirmizi, hac 18; Nesâî, hac 30, 33, 34, 35; ibn Mâce, menâsik
19; Dârimî, menâsik 9; Muvatta', hac 8; Ahmed b. Hanbel, II, 29, 32, 34, 54,
63, 65, 77, 119.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/131-132.
[3] Nesâî, menâsik 35.
[4] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 49.
[5] Buhârî, cezâü's-Sayd 16.
[6] İbn Hacer, Fethü'1-Bârî, IV, 144, 145.
[7] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 145.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/132-133.
[9] Davudoğlu A., Sahilı-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VI,
277, 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/134-135.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/135.
[11] bk. Muvatta', hac 8.
[12] Muvatta', hac 8.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/135.
[14] Buhârî, cezâu's-sayd 13; Tirmizî, hac 18; Nesâî,
menâsik 33, 39; Muvatta, hac 15; Ah-med b. Hanbel, VI, 119; Beyhaki,
es-Sünenü'1-kübra, V, 47.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/135-136.
[16] Buhârî, cezâu's-Sayd 13.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/136-137.
[18] Beyhâkî, es-Sünenii'1-kübrâ V, 47.
[19] Bedâiu's-Sanâi1, II, 186.
[20] Buhârî, cezâü's-Sayd, 13.
[21] Nesâî, menâsik 39.
[22] bk. Beyhâkî, es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 46, 47.
[23] Beyhâkî, es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 46, 47.
[24] bk. Buhârî, cezâü's-Sayd 13.
[25] Bu ta'lîkin diğer rivayetleri İçin bk.
Buhârî,.cezâüVSayd 13.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/137-140.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/140.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/140-141.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/141.
[30] Beyhâkî, es-Sünenii'l-kübrâ, V, 59.
[31] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 149.
[32] Beyhâkî, es-Sünenü'l-kiibrâ, V, 59.
[33] Zürkânî, Şerhü'l-muvaUa', IH, 17; Beyhâkî
es-Sünenül-kübrâ, V, 60; Muvatta' hac 9.
[34] İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 144.
[35] el-Fethü'r-Rabbânî, XI, 194.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/141-143.
[37] Buhârî, hac 21; Nesâî, menâsik 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/144.
[38] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 52.
[39] el-Fethu'r-Rabbânî, XI, 196; Beyhâkî,
es-Sünenü'l-Kübra, V, 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/144.
[40] Buhârî, haç 6; Müslim, hac 4; Nesâî, Menâsik 32;
Tirmizî, hac 19.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/144-145.
[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/145-146.
[43] Ahmed b. Hanbel, VI, 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/146.
[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/146.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/146.
[46] el-Fetlıu'r-rabbânî, XI, 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/147.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/147.
[48] Buharı, sulh 6, 7, umre 3, cezâü's-sayd 17, megâzî 43;
Müslim, cihâd 90, 92; Ahmed b. Hanbel, IV, 289, 291, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/148.
[49] Sünen-i Ebû Dâvûd, Kitabu'l-Cihâd, bab, 194.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/148-149.
[51] Müslim, hac 449.
[52] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/149.
[53] İbn Mâce menâsik 23; Ahmed b. Hanbel, VI, 30; Beyhaki;
es-Sünenii'1-kübrâ, V, 48.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/150.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/150.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/150-151.
[56] Müslim, hac 312; Nesâî, İydeyn 17; Ahmed b. Hanbel V,
417; VI, 402.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/151-152.
[57] Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 70.
[58] Beyhâkî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 70.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/152-153.
[60] Buhârî, cezau's-sayd 11, savm 22, tıb 12, 14, 15;
Müslim, hac 87, 88; Tirmm, hac 22, savmöO; Nesâî, hac 92, 93, 95; İbn Mâce,
siyanı 18, menâsik 87, tıb 21; Dârİmî, menâ-sik 60; Muvatta', hac 74; Ahmed b.
Hanbel, I, 215, 221, 222, 236, 244, 248, 249, 250, 258, 260, 280, 283, 286,
292, 299, 305, 306, 315, 333, 344, 346, 351, 372, 374; III, 164,
267,305,357,363,382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/153-154.
[61] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/154.
[62] el-Bakara (2), 196.
[63] Zürkânî, Şerhü'l-Muvatta', III,. 85.
[64] Zürkânî, Şerlıü'l-Muvatta', III, 85.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/154-155.
[66] Nesâî, hac 94; Ahmed b. Hanbel, III, 164, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/155.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/155.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/156.
[69] el-Fethu'r-rabbânî, XI, 208; Hakîm, el-Müstedrek, I, 453.
[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/156.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/156.
[72] Nubeyh b. Vehb b. Osman el-Abderî el-Medenî. Güvenilir
bir tabiîdir. Eban b. Osman, Saîd b. el-As'm azadhsı Ka'b, Muhammed b.
el-Fanefiyye ve Ebû Hureyre'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Nâfi',
Muhammed b. İshak, Ebu'z-Zinâd ve Eyyub b. Musa el-Kureşî hadis rivayet
etrfiişlerdir. H. 126 tarihinde vefat etmiştir. Hadisleri Müslim ve dört
sünen'de yer almıştır. [Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât', IV, 113].
[73] Müslim, hac 89, 90; Tirmizi, hac 104, Nesâî, menâsık
45; Dârimi, menâsik 83; Müs-ned, Ahmed b. Hanbel, I, 60, 65, 68, 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/157.
[74] Nevevî, Şerhu Müslim, VIII, 124.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/157-158.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/158.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/158.
[78] Buhârî, cezâu's-sayd 14; Müslim, hac 91; Nesâî,
menâsik 27; İbn Mâce, menâsik 22, Muvatta', hac 4; Ahmed b. Hanbel, V, 418.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/159-160.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/160.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/160-161.
[81] Müslim, nikâh 41, 45; Tirmizî, hac 23; Nesâî, menâsik
91, nikâh 38; îbn Mâce, nikâh 45; Dârimî, nikâh 17; Muvattâ',-hac 70, 73;
Ahraed b. Hanbel, I, 57, 64, 65, 68, 73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/161-162.
[82] el-Fethü'r-Rabbânî, XI, 226, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/162.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/162.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/163.
[85] Nevevî, Ştyhu Müslim, IX, 193; Tahâvî, Şerhu,
Meâni'1-Asâr, II, 268. Beyhâkî, e; Sünenü'l-kübrâ, V, 65.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/163.
[87] bk. 275.
Müslim, hac 48; Tirmîzî, hac 23; Ahmed b. Hanbel, VI, 333, 335.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/163.
[88] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-asâr, II, 270.
[89] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, II, 270.
[90] bk. 1844 numaralı hadis.
[91] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/164.
[92] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/164.
[93] Buhârî, Cezâu's-sayd 12, nikâh 30, megazî 43; Müslim,
nikâh 46, 48; Tirmizî, hac 24; Nesâî, menâsik 90; Dârimî, menâsik 21; Ahmed b.
Hanbel, I, 245, 266,270, 275, 283, 285, 286, 324, 330, 333, 336, 346, 351, 354,
360, 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/164.
[94] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-âsâr, II, 269.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/165.
[96]
el-fethu'r-rabbanî, XI, 229; Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 66; Tahâvî,
Şerhu mean'i âsâr, II, 270; Mübârekfurî, Tuhfel-ül-ahvezî, III, 579.
[97] Tirmizî, hac 23.
[98] bk. Tirmizî, hac 23.
[99] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 194.
[100] bk. Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 80, 81.
[101] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 81.
[102] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 81.
[103] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta1, III, 83.
[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/165-167.
[105] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/167-168.
[106] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 81.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/168.
[108] Buhârî, Cezau's-sayd 7; bedu '1-halk 16; Müslim, hac
66 69, 71, 77, 79: Tirmizî, hac 21; Nesâî, hac 82, 84, 86, 88, 113, 114, 116,
119; Ibn Mâce, menâsik 91 Dârimî, menâsik 19; Muvatta', hac 88, 90; Ahmed b.
Hanbel, II, 3, 8, 30, 32, 37, 48, 50, 54, 56, 77, 138; III, 3, 80; VI, 98, 164,
203, 231.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/169.
[109] el-Mâide (5), 96.
[110] el-Enâm (6), 38.
[111] Hûd (11), 6.
[112] en-Nûr (24), 45.
[113] Müslim, hac 75.
[114] el-Bakara (2). 158.
[115] Münavi, Feyzu'l-kadîr, V, 270.
[116] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 28.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/169-171.
[118] bk. Müslim, hac 67.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/172.
[120] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, I, 384; Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 210.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/172-173.
[121] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VI, 350,
355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/173-177.
[122] Tirmizî, hac 21; İbn Mâce, menâsik 91; Ahmed b.
Hanbel, III, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/177.
[123] Tahâvî, ŞerhuI Meâni'1-asâr, II, 166, 167.
[124] Zürkâni, Şerhu'l-Muvatla', III, 102.
[125] Müslim, hac 69; Bühârî cezaü's-sayd 7; Tirmizî, hac
21.
[126] el-Kehf (18), 50.
[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/177-179.
[128] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, I, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/179-180.
[129] el-Fethu'r-rabbâni, XI, 237; Buhârî, cezâu's-sayd 6;
Nesâî, hac 80.
[130] Müslim, hac 65.
[131] Müslim, hac 59.
[132] Zürkânî, Şerhu'l-Muvaîta', III,'88, Fethu'r-rabbânî,
XI, 246; Nesâî, hac 78; Beyhâkî es~Sünenü'l-kübrâ, V, 188.
[133] Buhârî, cezau's-sayd 6
[134] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/180-181.
[135] Müslim, hac 55; Nesâî, hac 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/181-182.
[136] el-Mâide (5), 96.
[137] hadis için bk. Nesâî, hac 80; Buhârî, cezau's-sayd 6.
[138] Müslim, hac 60; Buhârî, cezau's-sayd 5.
[139] el-Mâide (5), 95.
[140] el-Mâide (5), 96.
[141] el-Enam (6). 145.
[142] bk. Tahâvî, Şerhu Meâni'1-âsâr, II, 174.
[143] Müslim, hac 65.
[144] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta' III, 88; Nesâî, hac 78.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/182-185.
[146] Tirmizî, hac 25; Nesâî, menâsik 81; Ahmed.b. Hanbel,
III, 362.
[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/185.
[148] Tekmiletu'l-Menhel,
I, 173.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/185-186.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/186.
[151] Buhârî, cihâd 88, zebâih 10-11; Müslim, hac 57,
Tirmizî, hac 25; Nesâî, menâsik 78; Dârimî, ferâiz 21; Muvatta, hac 76; Ahmed
b. Hanbel, V, 301.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/186-187.
[152] Buhârî, cezau's-sayd 5; Müslim, hac 60.
[153] Beyhakî; es-Sünenu'l-kübrâ, V, 189.
[154] İbn Hcer, Fethu'1-Bârî, IV, 400.
[155] Müslim, hac 60.
[156] İbn Hacer, Fcthu'1-Bâri, IV, 395.
[157] Müslim, hac 56.
[158] el-Mâ'ide (5), 96.
[159] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/187-188.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/188.
[161] Beyhakî, es-Siinenıı'1-kübrâ, V, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/189.
[162] İbn Mâce, sayd 9.
[163] Zürkânî Şerhü'l-Muvatta, III, 91.
[164] Avnu'l-Ma'bûd, V, 307.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/189-190.
[165] Beyhakî, es-Sünenii'1-kübrâ, V, 206.
[166] bk. 1855. no'Iu hadis.
[167] Beyhakî es-Sünenü'1-kübrâ, V, 206.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/190.
[169] Tirmizî hac-27.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/190-191.
[171] el-Mâide, (5) 96.
[172] Mübârek-fûrî, Tuhfetü'l-ahvezî, 111, 586.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/191.
[173] bk. Beyhakİ, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/192.
[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/192.
[175] Buhârî, mııhsar 5, 6, 8, meğâzî 35, merdâ 16, tıb 16,
keffârat 1; Müslim, hac 80-84; Tirmizî, hac 105; tefsîr sûre (2), 21; Muvatta',
hac 238; Ahmed b. Hanbel, IV, 241-243.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/192-193.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/193.
[177] el-Bakara (2), 196.
[178] Aynî, Umdetu'l-kaarî, X, 152.
[179] Tekmiletu'l-Menhel, I, 180-181.
[180] bk. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, VI,
362-363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/193-197.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/197.
[182] Buhârî, muhsar, 8.
[183] Müslim, hac 73.
[184] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 391.
[185] Mecmeu'z-zevâid, III, 234.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/197-198.
[187] el-Bakara (2), 196.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/198.
[189] bk. İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 209 (Mes'ele 874).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/198-199.
[190] Mecmeu'z-zevâid, IV, 235.
[191] Müslim, hac 85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/199-200.
[192] İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 211 (mesele; 874).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/200.
[193] İbn Hacer, Fethu'l-Barî, IV, 389.
[194] bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bari IV, 389.
[195] Müslim, hac 83.
[196] Müslim, hac, 85.
[197] İbn Hacer, Fcthü'I-Bârî, IV, 13; Aynî, Umdetü'l-kaari,
X, 156; İbn Hazm, el-Muhalla, VII, 211, (mesele 874).
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/201.
[198] el-Bakara (2) 196.
[199] Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 55.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/201-202.
[200] el-Fethü'r-rabbânî, XI, 221.
[201] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 388-389.
[202] Müslim, hac 85; Fethü'r-rabbânî, XI, 221.
[203] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/202-203.
[204] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/203.
[205] Buhârî, muhsar 6; Müslim, hac 82; Muvatta', hac 237.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/204.
[206] Zürkanî, Şerhü'l-Muvalta', III, 246.
[207] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/204.
[208] Tirmizî, hac 94; Nesâî, menâsik 102; İbn Mâce, menâsik
85; Dârimî, menâsik 57; Ahmed b. Hanbel, III, 450.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/205.
[209] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/205-206.
[210] el-Bakara (2) 196.
[211] Taberî, Câmiü'l-beyân, II, 124.
[212] el-Bakara (2), 196.
[213] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 219.
[214] Zürkâni, Şerhu'i-Muvatta, II, 113; Muvatta, hac 100.
[215] Zürkânî, Şerhu'l-Muvatta, II, 203.
[216] el-Fetlıu'r-rabbanî, II, 135.
[217] el-Muhallâ, VIII, 203, (mesele 872).
[218] Buhârî, muhsar 2; Nesâî, mcnâsik 61.
[219] Buhârî, muhsar 1.
[220] Büyük İslam İlmihali, s. 401-402.
[221] Ateş, Hac Rehberi, 59-60.
[222] el-Bakara (2), 196.
[223] İbn Cerir, Câmi'ül-beyân, II, 130.
[224] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/206-212.
[225] Tirmizî, hac 94; Nesâî, menâsik 102; İbn Mâce, menâsik
85; Dârimî menâsik 57; Ahmed b. Hanbel, III, 450.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/212.
[226] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/213.
[227] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/213-214.
[228] el-Bakara (2), 196.
[229] Tahâvî, Şerlıu Meâni'l-âsar, 11, 242.
[230] Teysîru'l-Vusûl, I, 288; Tahavî, Şerhu meâni'1-asâr,
II, 242.
[231] el-Mâide 95.
[232] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/214-215.
[233] Buhari, hac 39, 42, 29, 38, 148-149; Müslim, hac
226-227; Dârimî, menâsik 80; Muvatta', hac 6; Ahmed b. Hanbel, VI, 14, 16, 48.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/216.
[234] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/216.
[235] Nesâî, menâsik 104; Tirmizî, hac 90;
el-Fethur-rabbanî, II, 28.
[236] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/216-217.
[237] Buhrani, hac 40-41; Müslim, hac 223-225; Nesâî,
menâsik 105; İbn Mâce, menâsîk 26.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/217-218.
[238] Davudoğlu, Sahİh-i Müslim Terceme ve Şerhi VI, 517.
[239] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/218.
[240] Müslim, hac 223.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/218-219.
[241] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/219.
[242] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/219.
[243] Buharı, hac 41; meğâazî 49; Müslim, hac 224; Tirmizî,
hac 30; Nesâî, menâsik 26; Ahmet b. Hanbel, II, 14, 21.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/219-220.
[244] Buharî, hac 41.
[245] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 6.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/220.
[246] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/220.
[247] Buhârî, hac 40-41, Müslim, hac 224; Tirmizî, hac 30;
Nesâî, menâsik 105; İbn Mâce, menâsik 26; Ahmed b. Hanbel, II, 14, 21.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/221
[248] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/221.
[249] Tirmizî, hac 32; Nesâî, hac 122.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/221-222.
[250] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/222.
[251] Beyhakî-, es-Sünenül-kübrâ, V, 72; Tahavî, Şerhu
meâni'1-asâr, II, 176.
[252] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 73.
[253] Tahâvî, Şerhü meâni'l-asâr, II, 178.
[254] Aliyyü’l-Kârî, Mirkatu'l-Mefâtîh, III, 208.
[255] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/222-223.
[256] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/224.
[257] Şerhü fethi'l-Kadîr, II, 153.
[258] el-Bakara (2) 125.
[259] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/224.
[260] Müslim, cihad ve siyer 84.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/224-225.
[261] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/225.
[262] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/225-226.
[263] Buharî, hac 50, 60; Müslim, hac 248-251; Tirmizî, hac
37; Nesâî, menâsik 147; İbn Mâce, menâsik 27; Muvatta', hac 115; Ahmed b.
Hanbel, 1, 17, 26, 34-36, 53-54.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/226.
[264] el-Fethu’rrabbânî, XII, 25; Hâkim, el-Müstedrek, I,
457; İbn mâce menâsik 27; Tirmizî, hac 111; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 111,
242.
[265] İbn Mâce, menâsik 27; Hâkim, el-Miistedrek, I, 454.
[266] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/226-227.
[267] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 28; Hâkim, el-Müstedrek, I, 456.
[268] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 26.
[269] Nesâî, menâsik 145.
[270] İbn Hacer, Felhu'l-Bârî, IV, 208-209.
[271] bk. 1889 numaralı hadisin şerhi.
[272] Erkan, Arif, Gurer ve Dürer tercemesi, I, 378.
[273] Buradaki dua kabul olan dualardandır. Hesaba tabi
tutulmadan cennete girmeyi istemek en Önemli dualardan biridir. "Borçtan,
fakirlikten, gönül sıkıntısından ve kabir azabından bu Beyt'in sahibine
sığınırım" demek sünnettir.
[274] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 643.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/227-229.
[275] Buharı, hac 60; Müslim, hac 242; İbn Mâce, menâsik 27.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/229.
[276] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/229-230.
[277] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/230.
[278] Buharı, hac 42; Müslim, hac 39.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/230-231.
[279] Müslim, hac 401.
[280] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/231.
[281] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/231.
[282] Nesâî, hac 156.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/232.
[283] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/232.
[284] Buhârî, hac 58; Müslim, hac 253-254, 257; Nesâî,
mesâcid, 21, 140, 159; İbn Mâce, me-nâsik 28; Ahmed b. Hanbel, I, 214, 237-238,
304; III, 413.
Sünen-i
Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/232-233.
[285] bk. 1880 no'lu hadis.
[286] bk. 1881 no'lu hadis.
[287] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 236
[288] Buhârî, hac 62.
[289] el-Fethu'r-rabânî, XII-34.
[290] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/233-234.
[291] Buhârî, hac 58; Müslim, hac 253-254, 257; Nesâî,
mesâcid 21, 140, 159; İbn Mâce, menâ-sik 28; Ahmed b. Hanbel, I, 214, 237, 238,
304; III, 413; V, 454.
Sünen-i
Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/234.
[292] el-İsrâ (17), 81.
[293] Müslim, cihâd 87; Buharı, meğâzî 48.
[294] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/234-235.
[295] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/235.
[296] İbn Mâce, menâsik 28, Müslim, hac 255.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/235.
[297] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/236.
[298] Nesâî, menâsik 173; Ahmed b. Hanbel III, 317, 334.
Sünen-i
Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/236.
[299] Müslim, hac 256.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/236.
[300] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/236-237.
[301] Ahmed b. Hanbel, I, 237; Tirmizî, hac 40; İbn Mâce,
menâsik 28; Dârimî, menâsik 30; Müslim, hac 254-255.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/237.
[302] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/237-238.
[303] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/238.
[304] Buhârî, lıac 64, 71, 74; edcb 68; tefsîr 52; Müslim,
hac 258; Nesâî, hac 138; Ibn Mâce, mukaddime 11; Muvatta', hac 123.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/238-239.
[305] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/239
[306] Tirmizî, hac 36; îbn Mâce, menâsik 30; Darimî, menâsik
28; Ahmed b. Hanbel, IV, 222-224, Bcyhâkî, es-Sünenü'l-Kübrâ, V, 79.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/239.
[307] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/239-240.
[308] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/240.
[309] Ahmed b. Hanbel, I, 306, 371; Beyhâki,
es-Sünenü'1-Kübrâ, V, 79.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/240-241.
[310] el-Fethü’r-rabbanî, II, 68; Ebû Dâvûd 1996 no'lu
hadis.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/241.
[311] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/241.
[312] Müslim, hac 237.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/241-243.
[313] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/243.
[314] Nevevî, Şerhü Müslim, IX 10.
[315] el-Fethur-rabbânî, XII, 17.
[316] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 84.
[317] Müslim Hac 230, 231; el-fethü'r-Rabbânî, XII,18.
[318] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/243-244.
[319] Buhârî hac 55: meğâzî 43; Müslim, hac 240; Nesâî,
menasik 155; Ahmed b. Hanbel, I,290, 306,-373.
Sünen-i
Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/244-245.
[320] el-Haşr (59), 9.
[321] el-Münâfikûn (63), 8.
[322] Müslim, hac 488; Buharî, fedailü'l-Medine 2.
[323] Mecmeu'z-zevâid, III, 300.
[324] Münâvî, Feyzu'I-Kadîr, VI, 156.
[325] Yûsuf (12), 92.
[326] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 150.
[327] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/245-247.
[328] Buhârî, hac 56.
[329] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/247.
[330] Buhârî, hac 57; İbn Mâce, menâsİk 29; Ahmed b. Hanbel,
I, 45.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/247-248.
[331] Buhârî, hac 57.
[332] İbn Hacer, Fethu'I-Bârî, IV, 217.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/248.
[333] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/248-249.
[334] Tirmizî, hac 64; Dârimi, menâsik 36; Ahmed b. Hanbel,
VI, 64, 75, 139.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/249.
[335] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/249.
[336] İbn Mace, hac 29.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/249-250.
[337] Mevkufâl, I, 182.
[338] Cevhere, I, 197-198.
[339] Bilmen Ö. N. Büyük İslam İlmihali s. 369; Ayrıca bk,
1873 no'lu hadisin şerhi.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/250-251.
[340] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/251.
[341] İbn Mace, hac 29.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/251-252.
[342] Müslim, hac 233-236; Tirmizî, hac 34; Nesâî, hac 154;
İbn Mace, menâsik 29; Darîmî, menâsik 28, 34 Muvatta, hac 107, 108; Ahmed b.
Hanbel. II, 40, 59, 71, 100, 114, 123, 125, 157; V, 455, 456.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/252.
[343] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/252.
[344] el-Bakara (2), 102.
[345] Ahmed b. Hanbel, III, 411.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/253.
[346] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/253.
[347] Buhârî, hac 63; Müslim, hac 23); Nesâî, menâsik 151;
Ahmed b/Hanbel, II, 30.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/254.
[348] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/254.
[349] el- Bakara (2), 125.
[350] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/254.
[351] Tirmizî, hac 42; Nesâî, mevâkît 41; İbn Mâce,
mukaddime 2; Dârimî menâsik 79; Ah-med b. Hanbcl, IV, 80.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/255.
[352] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/255.
[353] Fethür'r-rabbânî, II, 299; Dârekutnî Sünen, I, 425;
Beyhakîes-Sünnenü'l-kübrâ, II, 461.
[354] Hadisler için bk. Zeylaî, Nasbur-râye, I, 250; İbn
Hümam, Fethu'l-Kâdîr, I, 161.
[355] Tirmizî, hac 41.
[356] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 165.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/255-257.
[357] Müslim, hac 140, 265; İbn Mâce, menâsik 39; Ahmed b.
Hanbel, I.II, 317.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/257.
[358] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/257-258.
[359] bk. Beyhakî, es-Süncnü'i-kübrâ, V, 106.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/258-259.
[360] Bu rivayetler için bk. 1781, 1783, 1788, 1788, 1789,
1792 no'lu hadis-i şerifler.
[361] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/259-260.
[362] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/260-261.
[363] bk. 1785 no'lu hadis.
[364] bk. 1791 no'lu hadis.
[365] Müslim, hac 128.
[366] Münâvî, Feyzü'l-kadîr, II, 105.
[367] et-Tayalisî, Müsned, s. 39, 40.
[368] Feyzu'l-Kadir, II, 281.
[369] Takıyyüddîn es-Sübkî, Tabakatü'ş-Şaffiyyeti’I-Kübrâ,
I, 104, 105.
[370] bk. Tekmiletu'l-Menhel, I, 236.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/261-263.
[371] el-Fethü'r-rabânî, XI, 154; Nevevî, Şerhu Müslim,
VIII, 214; Ibn Mâce, menâsik 118.
[372] Zeylâî, Nasbu'r-râye, III, 111; Tahavî, Şerhu
meâni'1-âsâr, II, 205.
[373] Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 111; Tahavî, Şerhu
mâni'I-âsâr, II, 205.
[374] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/263-264.
[375] Ahmed b. Hanbel, III, 431.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/264-265.
[376] Mecmeu’z-zevâid, III, 246.
[377] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/265.
[378] Mecmeu'z-zcvâid, III, 293; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ,
V, 92.
[379] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/265-266.
[380] İbn Mâce, mıînâsik 35.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/266.
[381] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/266.
[382] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 164.
[383] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/267.
[384] Nesâî, menâsik 133.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/267-268.
[385] Felhu’r-rabbânî, XII, 73.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/268.
[386] Buhârî, hac 79; umre 10, tefsir (2), 21; Müslim, hac
259-264; Tirmizî, tefsir (2) 12; Nesâî, menâsîk 169; İbn Mâce, menâsîk 43;
Muvatta, hac 129; Ahmed b. Han'bel, VI, 144, 162, 227.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/269-270.
[387] Müslim, hac 263.
[388] Müslim, hac 259.
[389] Buhârî, tefsîr (53) 3.
[390] el-Bakara (2), 158.
[391] Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim'in Yüce Meali ve Çağdaş
Tefsir I, 146.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/270-272.
[392] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 77; Mecmeu'z-zevâid III, 247;
Dârekulnî 270; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 98.
[393] Mecmeu'z-zevâîd, III, 247.
[394] Müslim,.hac 310.
[395] el-Bakara (2), 158.
[396] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/272-273.
[397] Buhârî, Hac 53; Müslim, hac 397 tbn Mace, menâsik 44.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/274.
[398] Müslim, hac 388-396.
[399] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/274.
[400] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/275.
[401] Buhârî, umre 11; hac 53; meâzî 35, 43, Müslim, hac
397; İbn Mâce, menâsik 44.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/275.
[402] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/275.
[403] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/275-276.
[404] Tirmizî, hac 39; Nesâî, menâsik 174; İbn Mâce, menâsik
43; Ahmed b. Hanbel, II, 53, 60, 61, 119, 120.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/276.
[405] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/276-277.
[406] Müslim, hac 147; Nesâî, menâsik 178, Muvatta, hac 131;
el-Fethu'r-rabbani, XII, 80.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/277.
[407] el-Bakara (2), 125.
[408] el-Bakara (2), 158.
[409] Müslim, hac 147; Nesâî, menâsik 46; İbn Mâce, menâsîk
84; Dârimî, menâsik, 34.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/279-289.
[410] en-nisa (4), 3.
[411] en-Nur (24), 32.
[412] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/289-291.
[413] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi; VI,
431, 441.
Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/291-297.
[414] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/298.
[415] Buhârî, hac 97.
[416] Bk. Ebû Dâvûd bu cilt. Hadis No, 1925.
[417] Müslim, hac 290.
[418] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/298-300.
[419] Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/300-301.
[420] Müslim, hac 149; İbn Mâce, menâsik 55, 73; Nesaî,
menâsik 202; Dârimî, menâsik 50; Muvatta, hac 166-167; Ahmed b. Hanbel, I, 72,
75, 76, 81, 157; III, 321, 326; IV, 82.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/301.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/301-302.
[422] Müslim, hac 149.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/302.
[423] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/302.
[424] el-Bakara (2), 125.
[425] Ahmed b. Hanbel, III, 320.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/302-303.
[426] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/303.
[427] el-Bakara (2), 199.
[428] Buhârî, tefsir sûre (2), 35; hac 91; Müslim, hac 151;
Nesaî, menâsik 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/304.
[429] Buraya Arafat denmesinin sebebi olarak ileri sürülen
görüşlerden bazıları şunlardır:
a. insanlar burada
gerçek manada kulluklarını gösterdikleri için buraya bu isim verilmiştir.
b. Hz. Âdem ile Havva
burada buluştukları için buraya bu isim verilmiştir.
c. Çeşitli ülkelerden
gelen hacı adayları burada toplanıp tanıştıkları için buraya bu isim
verilmiştir.
d. Cebrail (a.s.) Hz.
Peygamber'e hac ibâdetini burada öğrettiği ve sonunda "Earifte hazâ:
Öğrendin mi?" dediği için,
e. Allah teâlâ'nın kullarına ikramını, affını ve mafiretini burada
tanıttığı için bu isim verilmiştir. Nitekim "Onları kendilerine anlattığı
Cennete koyar" (Muhammed (47), 6) âyet-i kerimesi de bunu ifâde eder.
[430] Müslim, hac
436.
[431] M. Zihni Efendi, Nimet-i İslâm s. 622.
[432] Fethü'l-Bâri, IV, 263.
[433] Fethü'r-rahbânî, XII,
123.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/304-306.
[435] bk. 1949 no'Iu
hadis.
[436] Zürkanî, Şehru'l-Muvaîîâ, III, 178; Muvattâ, hac 169.
[437] bk. 1950 numaralı hadis.
[438] Hûd (11), 105.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/306-307.
[440] Tirmizî, hac 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/308.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/308.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/308-309.
[443] Buhârî, hac 83, 146; Müslim, hac 336; Tirmizî, hac
112; Nesâî, menâsik 190; Dârimî, menâsik 46; Ahmed b Hanbel, III,
100.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/309-310.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/310.
[445] Kasanı, Bedâyiü's-sanâyi', II, 159.
[446] el-Bakara (2),
203.
[447] S. Ateş, K.
Kerimîn Yüce Meali ve Çağdaş Tefsiri, I, 209.
[448] Buhârî, hac 146; Beyhakî, V, 160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/310-311.
[449] Ahmed b. Hanbel, II, 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/312.
[450] Nesâî, mevâkît 48.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/312-313.
[452] Kâsânî, Bedâyiü's-sanayi', II, 152.
[453] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 260.
[454] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 155, 645.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/313-315.
[456] İbn Mâce, menâsİk 54; Ahmed b. Hanbel II, 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/315-316.
[457] Buhârî, hac 87, Nesâî, menâsik 196.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/316-317.
[458] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/317.
[459] Ahmed b. Hanbel, V, 430.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/317.
[460] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/317-318.
[461] İbn Kudâme, el-Muğnî III, 410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/318.
[462] Nesâî, menâsik 199; Ahmed b. Hanbel, IV, 306.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/318-319.
[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/319.
[464] Buhârî, hac 87; Nesâî, menâsik 196.
[465] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/319-320.
[466] Ahmed b. Hanbel, V, 30.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/320.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/320.
[469] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/321.
[470] Nesâî, menasik 188; Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 111.
[471] Miras, Tecrid Tercemesi, VI, 172.
[472] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ V, 111.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/321-322.
[474] Tirmizî, hac 53; Nesâî, menâsik 202; tbn Mâce, menâsik
55; Ahmed b. Hanbel, IV, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/322-323.
[475] el-Fethu'r-rabbânî XII, 115.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/323.
[477] Mecmeu’z-zevâid, III, 251.
[478] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 153.
[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/323.
[480] Buhârî, hac 94; Ahmed b. Hanbel, I, 269, 277.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/324.
[481] Aliyyu'1-Kârî; Mirkâtu'l-Mefâtîh, III, 222.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/324-325.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/325.
[484] Buhârî, vudû 6, 35, hac 93, 95; Müslim, hac 266, 276,
278, 281; Nesâî, menâsik 206; tbn Mâce, tahâre 23, menâsik 59; Muvatta', hac
197; Ahmet b. Hanbel, II, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/325-326.
[485] Buhârî hac 93.
[486] Fethu'1-Bâri, IV, 267.
[487] Fethu'1-Bâri, IV, 267.
[488] Şemsü'l-Hak Azimâbudî, Avnu'1-Ma'bûd, V, 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/326-328.
[489] İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 171.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/328-329.
[491] Tirmizî hac 54; Ahmed b. Hanbel, I, 75, 157; Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 122.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/329.
[492] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/329-330.
[493] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/330.
[494] Buhârî, hac 92; cihâd 136; Müslim, hac 284; Nesâî,
mçnâsik 205; İbn Mâce, menâsik 58; Dârimî, menâsik 51; Muvatta, hac 176; Ahraed
b. Hanbel, V, 205, 210.
[495] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/330.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/330-331.
[497] Bilgi için bk. İbn Hacer, Felhu'l-Bfirî, III, 336.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/331.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/331.
[499] Buhârî, vudû 6, 35, hac 93, 95; Müslim, hac 266;
Nesâî, menâsik 206; Muvatta, hac 198; Ahmed b. Hanbel, II, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/331-332.
[500] Buhârî, hac 93.
[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/332-333.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/333.
[503] Ahmed b. Hanbel, IV, 389.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/333-334.
[504] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/334.
[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/334.
[506] Buhârî, hac 96; Müslim, müsâfirîn 42-48, hac 286;
Nesâî menâsik 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/334.
[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/334-335.
[508] bk. Fethu'l-Bârî, III, 339; Nesâî, menâsik 207;
Beyhaki, es-Sünenü'I-kübrâ, V, 120.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/335.
[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/336.
[510] Ahmed b. Hanbel, II,
157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/336.
[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/336.
[512] Neveî, Şerlıu Müslim, VIII, 187.
[513] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/336-337.
[514] Tirmizî, hac 56; Ahmed b. Hanbel, I, 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/337.
[515] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 146.
[516] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/337-338.
[517] Müslim, Müsâfirîn
17; İbn Hacer, Fethu'I-Bârî, II, 381.
[518] Müslim, müsâfirîn
19.
[519] Tirmizî, hac 52.
[520] Müslim, müsâfirîn 15.
[521] Nevevî, Şerhü Müslim, V, 202.
[522] bk. 1229 no'lu
hadis.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/338-340.
[523] Buhârî, hac 96; Müslim hac 291; Nesâî, ezan 20, salât
20, menâsik 207; Ahmed b. Hanbel, I, 418, 449; II, 18, 33-34, 56, 59, 62, 78, 152; V. 421.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/340-341.
[524] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 36.
[525] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/341.
[526] Müslim, hac 291; Tirmizî, hac 56; Nesâî, menâsik 207;
Ahmed b. Hanbel, I, 418; II, 18, 33-34, 56, 62, 78, 152, V, 421.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/341.
[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/341.
[528] Müslim, hac 291; Tirmizî, hac 56; Nesâî, menâsik 207;
Ahmed b. Hanbel, I, 418; II, 18, 33-34,
56, 62, 78, 152, V, 421.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/341-342.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/342.
[530] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/342-343.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/343.
[532] Sözü. geçen hadisler için bk. Buhârî hac 96; Nesâî,
menâsik 207.
[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/343-344.
[534] Buhârî, hac 99; Müslim, hac 292; Nesâî, menâsik 207;
Ahmed b. Hanbel, II, 4, 7-8, 34, 51, 54, 77, 80, 106, 120, 148, 150, 152,
157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/344.
[535] Buhârî, hac 99.
[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/344-345.
[537] Nevevî, Şerhu Müslim,
IX, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/345.
[538] Tirmizî, hac 54; Ahmed b. Hanbel, I, 75, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/346.
[539] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/346.
[540] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 122; MecmeuVzevaîd, III, 251.
[541] Nesâî, menâsik 211; el-Fethu'r-rabbânî, XII, 120.
[542] Kâsânî, Bedâyi', II,
135.
[543] el-Bakârâ (2),
198-199.
[544] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/346-348.
[545] İbn Mâce, menâsik 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/348.
[546] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 122.
[547] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/348-349.
[548] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/349.
[549] İbn Mâce, menâsik 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/349.
[550] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/349-350.
[551] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/350.
[552] Buhârî, hac 100, menâkıbul-ensâr 26; Tirmizî, hac 60t
Nesâî, menâsik 213 İbn Mâce, menâsik 61; Ahmed b. Hanbel, I, 29, 39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/350.
[553] en-Nisâ (4),
144.
[554] Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâc, I, 43.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/350-351.
[556] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/351.
[557] Buhârî, hac 98; Müslim, hac 301, 302, Nesâî, menâsik
208, 214; İbn Mâce, menâsik 62; Ahmed b. Hanbel, I, 221-222.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/351.
[558] Tahâvî, Şerhu Me'ani'1-âsâr, II, 215.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/352.
[559] AIiyyü'1-Kârî, Mirkâtü'J-Mefâtih, III, 223.
[560] Fethu'r-rabbânî, XII, 164.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/352.
[561] Tirmizî, hac 58, Nesâî, menâsik 222, ibn Mâce, menâsik
62; Ahmed b. Hanbel, I, 311, 326, 343.
[562] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/352-353.
[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/353.
[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/353.
[565] Nesâî, menâsik 222; îbn Mâce, menâsik 62; Ahmed b.
Hanbel I, 311, 326, 343.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/353.
[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/353.
[567] H. Karaman, Hadis Usûlü, 36.
[568] bk. M. Uğur, Hadis Dersleri, (Lise IV), 117.
[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/353-354.
[570] Nesâî, menâsik 223.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/354-355.
[571] Tahavî, Şerhü meâni'1-âsâr II, 216; Beyhaki,
es-Siinenü'1-Kübrâ, V, 132.
[572] Mecmeu'z-zevâid, III, 260.
[573] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/355-356.
[574] Buhârî, hac 98; Müslim, hac 297; Ahmed b. Hanbel. VI,
347, 351.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/356.
[575] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/356.
[576] Buhârî, hac 98.
[577] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/356-357.
[578] Nesâî, menâsik 204, İbn Mâce, menâsik 61; Dârimî,
menâsik 59; Ahmed b. Hanbel, III, 332, 367,.391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/357.
[579] Zürkânî, Şerhu'1-Muvatta, III, 183; Beyhakî es-Sünenü'1-kübrâ, V, 126.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/357.
[580] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/358.
[581] Buhârî, hac 132; cizye 16, tefsîr süre (9) 4; Tirmizî,
fiten 2; Ibn Mâce, menâsik 76; Ahmed b. Hanbel, III, 473; V. 412.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/358.
[582] Mübârekfârî, Tufetu'l-ahvezî, IV, 31.
[583] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm,, 612.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/358-359.
[584] Tirmizî hac,
110.
[585] Teysîru'l-vüsûl, I,
125.
[586] Aynî Umdetü'1-Kârî, X, 83.
[587] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/359-360.
[588] Buhârî, saİat 2, 10; hac 67; cizye 16, meğâzî 66,
tefsir sûre (9) 2-4; Müslim, hac 435; Tirmizî, hac 44, tefsir sure (9) 6-7;
Nesâî, menâsİk 161; Dârimî, salât 140; siyer 62; menâsik 74; Ahmed b. Hanbel,
I, 3, 79; VI-299.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/360.
[589] et-Tevbe (9), 28.
[590] Tirmizî, hac 44.
[591] el-A'râf (7) 31.
[592] Müslim, tefsir 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/360-361.
[593] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/362.
[594] Buhârî, tefsir (9) 8; bed'ü'1-Halk 2; meğâzî 77; edâhî
5: tevhîd 24: Müslim, kasâme 29; Ahmed b. Hanbel, V, 37, 73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/362.
[595] et-Tevbe (9), 37.
[596] et-Tevbe (9), 36.
[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/363-364.
[598] el-Bakârâ (2), 217.
[599] et-Tevbe (9), 36.
[600] el-Bakârâ (2), 190.
[601] el-Bakârâ (2), 217.
[602] Ateş Süleyman Kur'an-ı KerimMn Yüce Meali ve Çağdaş
Tefsiri, I, 225, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/364-366.
[603] Buhârî, ilim 9; Müslim, kasâme 30; Ahmed b. Hanbel, V,
37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/366.
[604] Müslim, kasâme 30.
[605] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/366-367.
[606] Tirmizî, hac 57, tefsir sûre (2), 22; İbn Mâce,
menâsik 57; Nesâî, menâsik 211, Ahmed b. Hanbel IV, 309-310, 335; Beyhakî, es- Sünenu'1-kübrâ,
V, 116; Hâkim, el-Müstedrek, I, 464; İbn Hıbbân, Sahih, VI, 76.
[607] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/367-368.
[608] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/368-369.
[609] Kâsânı, Bedâyi'ü's-sanâyi, II, 159.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/369.
[610] Tirmizî, hac 57; nesaî, hac 211; İbn Mâce, menâsik 57;
Ahmet b. Hanbel, IV, 15, 261, 262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/370.
[611] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/370-371.
[612] bk. 1970 numaralı hadis.
[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/371.
[614] Ahmet b. Hanbel, IV, 61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/371-372.
[615] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/372.
[616] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/372.
[617] Beyhaki, es-Siinenu'1-kübrâ, V,
151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/373.
[618] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/373.
[619] bk. Sehârenfûrî, Bezlu'l-mechûd, IX, 265.
[620] FethıTr-rabânî, XII, 215, 216; Ahmet b. Hanbel, de
Şafiî'nin görüşündedir, bk. İbn Küdâme, el-Mugnî, III, 445.
[621] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/373-374.
[622] Ahmet b. Hanbel, V 72; Beyhaki, es-Sünenu'1-kübrâ, V, 151.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/374-375.
[623] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/375.
[624] Ahmet b. Hanbel, V, 7; Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ,
V, 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/375-376.
[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/376.
[626] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/376.
[627] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/376.
[628] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/377.
[629] Sehârenfûrî, Bezlu'l-mechûd, IX, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/377-378.
[630] Seharenfûrî Bezlu'l-mechûd, IX, 269.
[631] Neveî, Şerhu’-l Mühezzeb, VIII, 219.
[632] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/377-378.
[633] Nesâî, menâsik 189; Ahmet b. Hanbel, V, 374.
[634] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/379.
[635] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 127.
[636] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/379-380.
[637] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/380.