74. (Hacıların) Minâ'da Geceleyecekleri Yerde
Mekke'de Gecelemeleri (Caiz Midir?)
76. Mekkelilerin Namazları Minâ'da Kısaltarak Kılmaları (Caiz Midir?)
78. Tıraş Olmak Ve Saçları Kısaltmak
81. Kaza Umresinde Resûl-İ Ekrem Mekke'de Ne Kadar Kaldı?
82. Hacda (Minâ'dan Mekke'ye) Akın Etmek
84. Hayızlı Kadın İkaza Tavafından Sonra Mekke'yi Terk Edebilir Mi?
87. Hacla İlgili Görevler Arasında Takdim Te'hirde Bulunanlar
88. (Sadece) Mekke(De Helal Olan Şeyler)
89. Mekke Hareminde Bazı Fiillerin Yasaklanması
90. Hacılara Nebîz İçirmenin Fazileti
94-95. (Mekke Dönüşü) Medine'ye Uğramak
95-96. Medine'nin Harem Kılınması
1958.
...Abdurrahmân b. Ferruh, İbn Ömer'e;
Biz halkın mallarını
(kendileri hesabına) başka mallarla değiştiriveriyoruz. (Minâ gecelerinde)
birimiz Mekke'ye gelince geceyi mal(lar)ın başında geçirse (olmaz mı?) diye bir
soru sormuş. İbn Ömer de;
Amma Resûlullah (s.a.)
Minâ'da gecelerdi (ve bunu) asla terk etmezdi, cevabım vermiştir.[1]
Hz. İbn Ömer'in
ifâdesinden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber Veda Haccında teşrik günlerini ve
gecelerini Minâ'da geçirmiştir. Şurası da bilinen bir gerçektçir ki bayramın
birinci günü Akabe Cemresine taşları attıktan sonra İfâza tavafını yapmak üzere
Mekke'ye inmiş ve tavafı müteâkib yine Minâ'ya dönerek geceyi Minâ'da geçirmiştir.[2]
1. Bayram
günlerinde bir hacı adayının Mekke'de bıraktığı mallarının
kaybolacağı gerekçesiyle malını
beklemek üzere Minâ'da kalmayıp geceyi Mekke'de geçirmesi caiz değildir. Zira
malı korumasının tek yolu Mekke'de gecelemek değildir. İnsan bu malı birisine
emânet ederek de koruyabilir. Ayrıca bu gibi sudan bahanelerle İslâm'ın bir
simgesi olan Minâ'da geceleme sünnetini terk etmek bu sünnetin tamamen kayb
olmasına sebeb olabilir. Bayram günlerinde geceleri Mekke'de geçirme konusu
ulemâ arasında ihtilaflıdır. Şöyle ki: İbn Ömer (r.a.) ile İmam Şafiî ve
Mâlik'e göre, sözü geçen günlerde geceleri Mekke'de geçirmek asla. caiz
değildir.
İmam Ahmed ile Hanefî
ulemâsına göre ise, hastalık ve malı muhafaza etmek mecbûriyyeti gibi
mazeretler sebebiyle bu günlerde geceyi Minâ'da geçirmek caizdir. Hadis ulemâsından
Hattâbî'nin beyânına göre, ashâb-ı re'ye göre gündüzün cemreleri attıktan sonra
özürsüz olarak geceyi Mekke'de geçiren kimseye herhangi bir ceza lâzım gelmez.
Fakat bu hareketiyle isâette bulunmuş (günah işlemiş) olur.
İmam Şafiî'ye göre
ise, bu geceleri Mekke'de geçirmek için su taşımak görevinin dışında hiçbir
mazeret yoktur İleride açıklayacağımız gibi huccac'ın develerine bakmakla
görevli deve çobanları bu geceleri Mekke'de geçirebilirler.
İmam Şafiî'ye göre
mazeretsiz olarak bayram günlerinde geceleri Mekke'de geçiren bir hacı
Mekke'de geçirdiği bir gece için bir dirhem, iki gece için iki dirhem tasadduk
eder. Üç geceyi Mekke'de geçiren bir hacı adayı ise, bir kurban keser. İmam
Mâlik'e göre ise her gece için bir kurban gerekir.[3]
Bayram gecelerini
Minâ'da geçirmenin hükmüne gelince:
a. İmam Mâlik'e göre;
Minâ'dan acele dönmek durumunda kalmayan bir kimsenin teşrik günlerinde üç
geceyi de Minâ'da geçirmesi farzdır. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in sahih olan
görüşleri de budur. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvud hadisiyle İbn
Ebî Şeybe ve Beyhakî'nin İbn Ömer'den rivayet ettikleri "Ömer (r.a.)'bir
kimsenin Akabe (Cemresi)nin gerisinde gecelemesini yasak etmiştir.[4]
anlamındaki hadis-i şerifdir. Yalnız şurasını unutmamak gerekir ki farz olan
gecenin tümünün Minâ'da geçirmek değil, gecenin yandan fazlasını Minâ'da
geçirmektir.
İmam Mâlik'e göre ise,
Kim bir geceyi özürsüz olarak Minâ hâricinde geçirirse, ona bir kurban; iki
geceyi Minâ haricinde geçiren kimseye iki kurban kesmek lâzım gelir. Acelesi
olmadığı halde üç geceyi de Minâ'da geçirmeyi terk eden kimse için ise, üç
kurban kesmek gerekir.
Şafiî ve Hanhelî
ulemasının meşhur olan görüşlerine göre ise, bir geceyi terk eden kimseye bir
müdd (832 gr.) buğday, iki geceyi terk eden kimseye iki müdd, üç geceyi terk
eden kimseye de bir kurban kesmek gerekir. Geceyi Minâ'da geçirmeyi bile bile
terk edenlerle unutarak terk eden. kimseler arasında bir fark yoktur.
Hanefî ulemasıyla İbn
Abbâs ve Hasan el-Basrî'ye göre bu geceleri Minâ'da geçirmek sünett-i
müekkededir. Bu görüş aynı zamanda İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur.
Delilleri ise, İbn Ebî Şeybe'nin İbn Abbâs'tan rivayet ettiği, "Akabe
cemresini taşladıktan sonra istediğin yerde gecele" anlamındaki hadis-i
şeriftir. Çünkü o kimse artık ihramdan çıkmıştır. Fakat bu geceleri Minâ'da
geçirmek sünnet olduğundan bu sünneti terk eden kimseye kurban kesmek
gerekmezse de sünneti terk ettiği için hatâ etmiş olur.[5]
1959. ...İbn
Ömer'den; demiştir ki: Abbâs (r.a.) suculuk görevi dolayısıyla Minâ gecelerinde
Mekke'de kalmak üzere Resûlullah (s.a.)'dan izin istedi. O da kendisine izin
verdi.[6]
Bilindiği gibi Minâ
gecelerinden maksat, Zilhiccenin 11, 12 ve 13
üncü geceleridir. İmam
Ahmed'in Müsned'-
inde "Minâ
geceleri" yerine "Minâ günleri" tâbiri geçmektedir ki,
"Minâ geceleri" anlamındadır. İslâmiyet gelinceye kadar bu görev,
Abbâs'ın elindeydi. İslâmiyyet geldikten sonra bu görev yine ona verilmiştir.
Bu gün de yine bu görevi Abbas oğulları yürütmektedirler.
"Sikaye"
kelimesi aslında "fiâle" vezninde bir masdardır. Belki o zamanlarda
meşrubatın muhafaza için konduğu yer anlamına gelir. Fakat bu kelime sonradan
Mekke'yi ziyarete gelen hacılara su dağıtma, onları suvarma görevi için
kullanılmaya başlanmıştır. Arablar kuru üzümleri Zemzem suyuna atarlar ve onun
şerbetini hac mevsiminde Kabe'yi ziyarete gelen hacılara dağıtırlardı. Bekr b.
Abdullah el-Müzenî diyor ki: "Ben Kabe'nin yanında İbn Abbas'la birlikte
oturuyordum. Derken O'na bir bedevî gelerek:
Aceb neden amcanız
oğullarını bal ve süt sunarken görüyorum siz ise, üzüm şerbeti sunuyorsunuz.
Bunu ihtiyacınızdan dolayı mı yoksa cimrilikten dolayı mı (yapıyorsunuz!)
dedi. İbri Abbas da:
Allah'a hamd olsun,
hiç bir ihtiyacımız yok, cimri de değiliz. Fakat Peygamber (s.a.) terkisinde
Üsâme olduğu halde devesi üzerinde geldi de su istedi. Biz de kendisine bir kap
üzüm şerbeti getirdik. O bunu içti ve kalanı Üsâme'ye verdi. Bize de: "İyi
yaptınız, hoş ettiniz. Hep böyle yapın!" buyurdular. Binaenaleyh biz Resûlullah
(s.a.)'in emir buyurduğu bir şeyi değiştirmek istemeyiz" diye cevap verdi.[7] Bu
konuyu inşallah 90 numaralı bâb'da daha etraflıca ele alacağız.[8]
1. Teşrîk
günlerinin gecelerini Minâ'da geçirmek meşrudur. Fıkıh ulemasının bu konudaki görüşlerini
bir numara önceki hadiste zikrettik; burada terara lüzum görmüyoruz.
2. Özür
sahipleriyle sucular ve hacıların hayvanlarına bakmakla görevli deve
çobanlarından teşrik günlerinin gecelerini Minâ'da geçirmek görevi,
mazeretleri sebebiyle affedilmiştir. Binâenaleyh bu kimselerin sözü-geçen
geceleri Mekke'de geçirmelerinden dolayı kendilerine bir ceza lâzım gelmez. Bu
görüş bütün ulemâ tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Ancak güneş battığı
zamanda Minâ'da bulunan deve çobanlarının o geceyi Minâ'da geçirmeleri ve
ertesi gün de cemreleri atmaları gerekir. Hanefî ulemâsının dışında kalan ulemâ
bu görüştedirler.
Su taşımakla görevli
kimseler ise, kendileri Minâ'da iken güneş batsa bile yine de Mekke'ye gidip
geceyi orada geçirebilirler. Çünkü bunların görevi gece de devam eder.[9]
1960.
...Abdurrahman b. Yezîd'den; demiştir ki: Osman (r.a.) Minâ'da (dört rekât
namazları) dört rekat olarak kıldı.
Abdullah (b. Mesûd)
dedi ki: Ben Peygamber (s.a.)'le beraber (Minâ'da dört rekatlı namazları) iki
rekat olarak kıldım. Ebû Be-' kir'le de iki rekât olarak (kıldım), Ömer'le de
iki rekât olarak (kıldım. Müsedded) Hafs'dan (naklettiği hadisinde Abdullah b.
Mesud'un sözlerine şunları) ilâve etti: t,Ben Osman'ın) halifeliğinin ilk
yıllarında (dört rekathk namazları) Hz. Osman'la birlikte (ikişer rekat kılmıştım,
fakat) daha sonraları (bu ikiyi dörde) tamamİa(maya başla)dı. (Müsedded) Ebû
Muaviye'den (aldığı ve burdan itibaren gelecek olan sözleri de) ilâve olarak
(şöyle) rivayet etti: Sonra sizde yollar ayrıldı. (Vallahi Osman'a uyarak
kılacağım), dört rekat (namaz)'ın benim için iki rekat makbul namaz yerine
geçmesini ne kadar arzu ederdim.
A'meş dedi ki: Muâviye
b. Kurrâ'mn bana hocalarından naklettiğine göre Abdullah (b. Mes'ûd dörtlü namazları)
dört rekat olarak kıl(maya başla)mış da kendisine; "Osman'ı ayıpladın
sonra (dörtlü namazları) dört rekat olarak kıl(maya başla)dın," denilmiş.
O da; "aykırılık fitnedir" diye cevap vermiştir.[10]
Müsedded'in Ebû
Mûaviye ve Hafs'dan rivayet ettiğine göre: Hz. Abdullah b. Mesûd Hz. Peygamber,
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman ile birlikte Minâ'da dörtlü namazları hep ikişer kıldığını
söylemiştir. Ancak Müsedded'in Hafs kanalıyla rivayet ettiği İbn Mesûd'a ait bu
cümlede şu ilâve de vardır: "Hz. Osman'ın halifeliğinin ilk yıllarında
dörtlü namazları kısaltarak ikişer rekat olarak kılardı. Sonraları Minâ'da
kılınan dörtlü namazları kısaltmadan tam olarak kılmaya başladı".
Müsedded'in Ebû Muaviye'den naklettiği rivayette ise, Hz. İbn Mesud'un yukarıdaki
cümlesine şu cümlelerin eklendiğini görüyoruz: "Hz. Abdullah b. Mesud dedi
ki: "Sonra sizin Minâ'da namazları edâ ediş yollarınız değişti. Vallahî
Minâ'da Hz. Osman'a uyarak kılacağım dört rekatlı namazın iki rekatının makbul
olmasını ne kadar isterdim." Görülüyor ki başta Hz. Peygamber olmak üzere
Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer, Minâ'da dörtlü namazları ikişer rekat olarak
kılarken Hz. Osman, hilâfetinin son yıllarında Minâ'daki dörtlü namazları
kısaltmadan tam olarak kılmaya başlamıştır.
Hz. İbn Mesûd,
"Hz. Osman'a uyarak Minâ'da dört rekat olarak kılacağım namazların benim
için makbul iki rekat namaz yerine geçmesini ne kadar isterdim" sözüyle
Hz. Osman'ın bu uygulatnasım tasvib etmediğini minâ'da kılacağı dört rekatlık
namazları Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer gibi iki rekat olarak kılmayı
arzu ettiği halde fitne korkusuyla buna muvaffak olamadığım ifâde etmek istemiş
olsa gerekir. Hz. Osman'ın Minâ'daki dörtlü namazları kısaltmadan tam olarak
kılmasının şu sebeblerden ileri geldiği düşünülebilir:
1. Mekke'de
evlendiği için lorası vatanî aslîsi olmuştur da onun için Mİnâ'da dörtlü
namazları kısaltmadan kılmış olabilir.
2. Devlet
reisi olduğu için İslâm ülkesinin her tarafının .kendi vatan-ı aslîsi hükmünde
bulunduğundan dolayı böyle hareket etmiş olabilir.
3. Mekke'de
-kendisini seferi olmak hükmünden çıkartacak şekilde-ikâmete niyet ettiği gün
böyle hareket etmiş olabilir.
4. Minâ'da
bir arsası bulunduğu için böyle hareket etmiş olabilir.
5. Mekke'ye
başkalarından önce gelip Terviye gününe kadar en az onbeş gün Mekke'de oturmaya
niyet etmiş olabilir.
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre bu ihtimallerin ekserisi sadece bir zandan ibarettir. Çünkü Hz.
Peygamber sefere aileleriyle birlikte çıktığı halde yine de dörtlü namazları
kısaltarak kılardı. Binaenaleyh birinci ihtimal yersizdir.
Ancak Bezlu'l-mechûd
yazarına göre İbn Hacer'in bu iddiası son derece isabetsizdir. Çünkü insanın
bir memlekette evlenip kalması başkadır. Ailesiyle birlikte sefere çıkması
başkadır ve Hanefî ulemâsı açıkça beyân etmiştir ki, vatan-ı aslî insanın
doğduğu veya evlendiği ya da vatan edinmek maksadıyla yerleşip kaldığı yerdir.
Bir kimsenin ailesiyle sefere çıkmasının bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.
Hafız İbn
Hacer"eğer İslâm ülkesinin her tarafı devlet reisinin vatan-i aslîsi
hükmünde olsaydı, Resûl-i Ekrem'in Veda haccı.nda Minâ'da kıldığı dörtlü
namazları tam kılması lâzım gelirdi" diyerek ikinci ihtimale de yer
olmadığını belirtti. Ayrıca Muhacirlerin Mekke'de ikâmet etmelerinin haram
olduğunu, binaenaleyh Hz. Osman'ın Mekke'de ikâmete niyyet etmesinin imkânsız
olduğunu, söyleyerek üçüncü ihtimalin düşünülemeyeceğini ifade etmiştir. Her
ne kadar dördüncü ve beşinci ihtimaller Ebû Davud'un rivayet ettiği 1961-1962
numaralı hadis-i şerifler tarafından da desteklenmekte ise de, bazı hadis
otoriteleri bu hadislerin zayıf olduğunu söylemişlerdir. Gerçekte ise,
Muhacirlere haram olan, hicret maksadıyla terk ettikleri yeri vatan-ı aslî
edinmeleridir. Hicret ettikleri yerin. dışında bir yeri vatan-ı ikamet olarak
kabullenip ikâmet etmelerinde ise bir sakınca yoktur.
İbn. Hacer'e göre, Hz.
Osman'ın bu namazları kısaltarak kılması, "Onun ancak bilfiil yürüyüş
halinde olan yolcuların dörtlü namazları kısaltarak kılabilecekleri kısa bir
süre için de olsa bir yerde konakladıkları zaman ise, bu namazları tam
kılmalarının gerektiği" görüşünde olmasından kaynaklanıyor.[11]
Bezlu'l-mechûd
yazarına göre Hz. Osman'ın bu görüşte olmasına imkân yoktur. Çünkü Hz.
Osman'ın Resûl-i Ekrem'in gazvelerinde ve hac seferinde bulunmuş ve O'nun bir yere
konakladığı zaman da dörtlü namazları kısaltarak kıldığına şâu i olmuştur.
Binaenaleyh Hz. Osman'ın özürsüz olarak Resûl-i Ekrem'e muhalefet etmesi
imkânsızdır.
Esasen İbn Hacer'in bu
görüşü doğru olsa, bir yolcunun dörtlü namazları geceleyin dörder rekat olarak
kılması icab eder. Çünkü geceleyin bir yerde konaklamayan bir yolcu olamaz,
olsa da nâdir denilecek kadar az olur.
Bu konuda İbn Battal
şunları söylemiştir: "Hz. Osman'la Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in ümmetine
olan merhametinden dolayı Minâ'da dörtlü namazları kısaltarak kıldığı
kanaatinde idiler ve bu namazları dört rekat olarak kılmak kendilerine zor
gelmediği için söz konusu namazları dört rekat olarak kıldılar."
Bu görüş bir cemaat
tarafından sahih bir izah tarzı olarak kabul edilmiş, Kurtubî de bu görüşe
katılmıştır. Gerçekten bu izah tarzı Şafiî mezhebine de uygun düşmektedir.[12]
Bazıları da "o sene Minâ'da namaz kılmasını bilmeyen afaplar çok sayıda
bulunduğu için Hz. Osman onlara bazı namazların dört rekatlı olduğunu Öğretmek
maksadıyla dörtlü namazları tam olarak kıldı" demişlerse de
Bezlu'l-mechûd yazarı "Eğer bazı namazların dört rekat olarak kılınacağını
bilmeyen kimselerin çok sayıda bulunması dörtlü namazların kısaltılmadan
kılınabilmesi için bir sebep teşkil etseydi, o zaman daha önce Veda Haccında bu
namazları ResûM Ekrem'in tam olarak kılması gerekirdi" diyerek bu görüşü
reddetmiştir. Bu durumda İbn Battâl'ın konu ile ilgili yaptığı açıklama, en
sağlıklı yorum olarak kabul edilebilir.[13]
1. Hacılar
Minâ'ya çok yakın çevrelerde bile olsalar yine de Mina da kılacakları dört
rekatlı namazları kısaltarak kılmaları gerekir. İmam Mâlik ile Evzâî ve İbn
Uyeyne bu görüştedirler. Çünkü sözü geçen bu ulemâya göre Minâ'da namazı kısaltarak
kılmanın sebebi yolculuk değil hac ibâdetidir.
Hanefî ulemasıyla İmam
Şafiî İmam Ahmed ve .ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, Minâ'da namazı
kısaltarak kılmanın sebebi hac ibâdeti değil, dinen yolculuk sayılacak
uzaklıktaki yolculuktur. Bu uzaklıktaki bir yolculuğa çıkmayan bir kimse Minâ'da
da olsa namazları kısaltamaz. Nitekim 1929 numaralı hadisin şerhinde
açıklamıştık.[14]
1961. ...Zührî'den
rivayet olunduğuna göre Osman (r.a.) hacdan sonra (Minâ'da bir süre) ikâmet
etmeye kesin karar verdiği için Minâ'da (dört rekath namazları) dört rekat
(olarak) kılmıştır.[15]
Bu haber
"Hz.-Osman' Mekke'de evlendiği Tâif'te mal-mülk edindiği
ve bu sebeple
hacdan sonra Medine'ye
dönmeden önce Mekke'de
bir süre kalmaya kesin karar yerdiği için Mekke'de ikâmet ettiği müddetçe dört
rekath namazları kısaltmadan kılmıştır" diyen Hanefî ulemâsının delilidir.
Bu görüşte olan Hanefî ulemasına göre Mekke'de evlendiği için orası kendisinin
vatan-ı aslîsi olmuştur.
Her ne kadar bu görüş
ilende gelecek olan, "Muhacirler Veda tavafından sonra Mekke'de sadece üç
gün kalabilirler." anlamındaki 2022 numaralı hadis-i şerife zahiren
aykırı düşmekte ise de 2022 numaralı hadisin hükmü Mekke'nin Fethinden önceki
zamanlar için geçerlidir. Mekke'nin fethinden sonra bu hadisin hükmü
yürürlükten kaldırılmıştır. Şafiî ulemâsından îmanı Nevevî'de bu mevzuda,
"muhacirlerin Mekke'de bir süre ikâmet etmesinde hiçbir sakınca yoktur.
Muhacirler için haram olan Mekke'ye yerleşmek ve orayı yurt (vatan-ı
aslî)edinmektir. Bazılarına göre Mekke'yi yurt edinmekte de bir sakınca
yoktur.. Muhacirlerin Mekke'de ikâmet etmelerini nehyeden hadisin hükmü,
Mekke'den.Medine'ye hicret etmenin farz olduğu fetih öncesi dönemlerine
aittir." diyor.[16]
Konumuzu teşkil eden bu haber munkatı' denilen zayıf hadis çeşitlerindendir.
Çünkü bu hadisin râvilerinden olan Zührî'nin Hz. Osman'a erişmediği bilinen bir
gerçektir.[17]
1962.
...İbrahim (en-Nehaî)'den; demiştir ki: Osman (r.a.)(Mekke'de dört rekatli
namazları) dört (rekat) olarak kıldı. Çünkü orayı (kendisine) yurt edinmişti.[18]
Bu hadisi şerif
"insanın evlenip kaldığı veya hayatını kazanmak üzere bir daha göç etmemek
üzere yerleşip kaldığı yer onun vatan-ı aslîsi olur" diyen Hanefî
ulemâsının delilidir. Hadis-i şeriften Hz. Osman'ın Mekke'de evlendiği için
orada kaldığı sürede dörtlü namazları tam kıldığı anlaşılıyorsa da bu hadis-i
şerifi nakleden İbrahim en-Nehâî'nin Hz. Osman'a yetişmediği bilindiğinden bu
haber munknjj" denilen zayıf hadislerdendir. Bu sebeple delil olma
niteliğinden uzaktır.
Beyhakî'ye göre;
"Eğer Hz. Osman'ın dört rekatlı namazları tam kılmasının sebebi Mekke'de
evlenmesi olsaydı ve bir beldede evlenmek orayı vatan-ı aslî hükmüne
getirseydi, bu durumu sahâbîlerin de bilmesi ve dört rekatlı namazlau tam kıldı
diye Hz. Osman'a itiraz etmemeleri gerekirdi. Hz. Osman evi kuşatıldığı zaman
kendisine Mekke'ye gitmesi teklif edilince "hicret ettiğim yeri terk
edemem" diye cevap vermesi de Hz. Osman'ın Mekke'de ikâmete razı
olmayacağını gösterir."[19]
1963.
...Zuhrî'den; demiştir ki: Osman Tâif'te (bir takım) mallar eüinip de orada
(bir süre) ikâmet etmeye karar verince (dört rekatli namazları) dört (rekat)
olarak kıl(maya başla)dı. Sonra (Beni Ümeyye'den olan) devlet başkanları
(Osman'ın) bu (uygulaması)na sarıldılar.[20]
Bu eser de Munkati'
denilen zayıf hadislerdendir. Bu bakundan delil olma niteliğinden uzaktır.[21]
1964.
...Zührî'den rivayet olunduğuna göre Osman b. Affân, o sene (hacda) a'rabîler
çok olduğu için onlara (bazı) namaz(ların) dört rekat olduğunu öğretmek için
halka (dört rekatli namazları kısaltmadan) dört (rekat) olarak kıldırmıştır.[22]
Hz. Osman'ın kendi
halifeliği döneminde hac mevsiminde Minâ'da dört rekatlı namazları niçin
kısaltmadan tam olarak kıldığı ulemâ arasında ihtilaflı bir konudur. Bazılarına
göre, O sene hac mevsiminde namaz ahkâmını ve öğle ikindi ve yatsı namazlarının
dört rekat olarak kılınacağını bilmeyen kimseler pek çok sayıda bulunduğu için
Hz. Osman onlara bu namazların kaç rekat olduğunu ve nasıl kılınacağını
öğretmek maksadıyla dörtlü namazları kısaltmadan kıldırmıştır. Hz. Osman'ın
Minâ'da dörtlü namazlar kısaltmadan kılışının sebebi budur. Delilleri ise bu
hadisi şeriftir.
Fakat bu görüş iki
yönden tenkid edilmiştir:
a. ez-Zührî'nin
Hz. Osman devrine erişemediği bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh bu eser
"münkati" dir. Delil olma niteliğinden uzaktır.
b. Eğer
halka bilmediklerini öğretmek için Minâ'da dörtlü namazları tam olarak kılmak
caiz olsaydı, bunu daha önce Veda Haccı'nda Resûl-i Ekrem yapardı. Çünkü
Resûl-i Ekrem halkın namaz meselelerim öğren-mesini^hem Hz. Osman'dan daha çok
arzu ederdi, hem de ümmetine karşı beslediği sevgi ve merhameti Hz. Osman'ın
sevgi ve merhametinden kat kat daha fazla idi.[23]
1965.
...Harise b. Vehb el-Huzâî ki annesi, Hz. Ömer(in nikâhı) altında idi ve
Ubeydullah b. Ömer ondan doğmuştu- dedi ki: Ben Minâ'da Resûlullah (s.a.)'ın
arkasında namaz kıldım. Halk (o sene) alabildiğine kalabalıktı. Resûlullah
(s.a,) (bu) Veda Haccında bize (dört rekatlı namazları) iki (rekat) olarak
kıldırdı.[24]
Ebû Dâvûd dedi
ki:"Harise, yurtları Mekke'de olan Huzâa (kabilesin)dendir.[25]
Hadisin zahirinden
anlaşılıyor ki Mekke'Iiler Veda haccında Minâ'da dört rekatlı
namazları ikişer rekat olarak kılmışlardır. Müellif Ebû Dâvûd hadisin bu
manaya geldiğini pekiştirmek için hadisin sonuna bir talik ilave ederek Harise
b. Vehb'in Mekke'de ikâmet eden Huzâa kabilesinden olduğunu söylemiştir.[26]
1. Hac mevsiminde
Minâ'da müsafir olan imama uyan kimseler mukim bile olsalar dört rekatlı
namazlarını imamla beraber kısaltarak kılarlar. İmam Mâlik ile el-Evzâî ve
İshâk da bu görüştedirler. Sözü geçen ulemâya göre burada dört rekatlı
namazları kısaltarak kılmanın sebebi hac ibadetidir. Yoksa diğer vakitlerde
olduğu gibi belli uzaklıktaki bir mesafeye yolculuk yapmak değildir.
Hanefi ulemâsıyla İmâm
Şafiî, Ahmed, Atâ, Mücâhid, ez-Zührî ve Süfyan es-Sevrî'ye göre ise bir
kimsenin dört rekatli namazları kısaltarak kılabilmesi o kimsenin Şer'an yolcu
sayılabilmesi için kabul edilen uzunlukta bir yolculuğa çıkmış olmasına
bağlıdır ve mukîm olan bir kimse yolcu olan bir imama uyacak olursa, imam
selâmı verdikten sonra ayağa kalkıp namazım dörde tamamlar. Delilleri ise, şu
hadis-i şeriftir;
Ebû Nadrâ der ki: Bir
genç İmran b. Husayn'a Resîullah (s.a.)'in yolculukta namazları nasıl kıldığını
sormuştu. İmran da şu cevabı verdi: "Bu genç bana Resûlullah (s.a.)'in
yolculukta nasıl namaz kıldığını soruyor. Şunu iyi biliniz ki ben Resûlullah
(s.a.)'le her yolculuğa çıkışımda o (dört rekatlı namazlarını) ikişer rekat
olarak kıldı. Ben Huneyn'de ve Tâif'de de kendisiyle beraber bulundum. O zaman
da dört rekatlı namazları iki (rekat) olarak kıldı. Sonra kendisiyle hac .ver
umre de yaptım. O zaman da1 yine ikişer rekat olarak kıldı ve (selam verdikten
sonra arkasında namaz kılan Mekkelilere: dönerek):
"Ey Mekkeliler
sîz namazlarınızı dörde) tamamlayınız. (Bize gelince) biz yolcuyuz"
buyurdu.
Salim b. Abdullah’ın
rivayet ettiği şu hadis-i şerîf de bu görüşü destekleyen delillerdendir: Ömer
b. el-Hattâb Mekke'ye geldiği zaman onlara ilci rekat namaz kıldırdıktan sonra:
Ey Mekkeliler
namazların(ızı) dörde tamamlayınız (bize gelince) biz yolcuyuz, derdi.
Bu görüşte olan
ulemâya göre konumuzu teşkil eden hadis Mâlikîle-rin iddia etitği gibi Harise
b. Vehb'in Resûl-i Ekrem'in arkasında dörtlü namazları ikişer rekat olarak
kıldığına kesinlikle delalet etmez. Çünkü Hârise'nin namazın iki rekatını Resûl-i
Ekrem'in arkasında kıldıktan sonra kalanı da kendi başına kılmış olmasr mümkündür.
Öyleyse bu hadis, Mekkelilerin Minâ'da dörtlü namazları kısaltarak
kılacaklarına delâlet eden bir delil değildir.
Ayrıca bu hadiste
Harise b. Vehb'in Mekke'de veya Minâ'da mukîm olduğuna dâir bir ifâde de yoktur
ve metinde geçen "bize (dört rekatlı namazları) iki rekat olarak
kıldırdı" cümlesi "Resûlullah (s.a.) Minâ'ya kendisiyle birlikte
gelen biz müsafirlere dört rekatlı namazları iki rekat olarak kıldırdı"
anlamına da gelebilir.[27]
1966.
...Süleyman b. Amr'm rivayetine göre annesi demiştir ki: Ben Resûlullah
(s.a.)'ı binitli olduğu halde her (attığı) çakıl taşları ile birlikte tekbir
getirerek cemreleri -vadinin içerisinden- atarken gördüm. Arkasında da Hz.
Peygamberi koruyan bir adam vardı, bu adamın kim olduğunu sordum.
el-FazI b. el-Abbâs'dır,
dediler. Halk sıkışıklık meydana getiriyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.)
(şöyle) buyurdu:
"Ey inamlar sakın
taşlan atarken kiminiz, kiminizi öldürmesin. (Öyleyse) fiske taşları gibi
(küçük taşlar) atınız."[28]
"Cemre" küçük
taş demektir. Çoğulu
"cimâr" gelir. "Remyu'c-cimâr"
ise, belli bir zamanda ve belli bir me-
kânda belli sayıdaki
küçük taşları belli yerlere atmak demektir.
Ayrıca
"cemre" ufak taşların toplandığı yer manasına da gelir. Minâ
vadisinde bu manada üç cemre vardır. Bunların birincisi Hayf Mescidini takiben
Cemre-i Üla'dır. İkincisi Cemre-i Ûlâ ile Cemre-i Akabe arasında kalan cemre-i
vüstâdır. Üçüncüsü de Cemre-i Akabe'dir. Buna "Cemre-i Kübrâ" da
denir ve halk arasında "büyük şeytân" diye bilinir. Bu cemre Mina
vadisine Mekke cihetinden gelen bir kimsenin hemen Minâ vadisine girerken sol
tarafına .düşer. Burası taşlardan örülmüş üç metre yüksekliğinde ve iki metre
eninde bir duvardır. Yerden 1,5 m. yüksekliğinde bulunan bir kayanın üzerine
oturmuştur. Bu duvarın alt kısmında taşların içerisine atıldığı bir havuz yer
alır. Akabe Cemresi ile Cemre-i Vüsta arasında 117 m. olduğu gibi Cemre-i
Vustâ ile Cemre-i Ûlâ arasında da 156 m.lik bir mesafe vardır.
Buralara yapılan taş
atma işi haccın vaciplerindendir. Atılan taşların adedi yetmiştir. Yedisi
kurbanın birinci, geri kalanları iki, üç ve dördüncü günleri atılır. Taşların
teker teker, her taş atışta tekbir getirilerek atılması gerekir. Bu taşlar
cemrelere yaklaşık üç metrelik bir mesafeden atılır. Cemrelerin yakınına
düşmesi de yeterlidir. Bu cemrelerin şeytanı temsil ettiği rivayet edilirse de
bunları taşlamanın hikmetini Allah bilir. Bazılarına göre bu taşlan atmanın
hikmeti âlemlerin yaratıcısı olan Allah'a karşı insanın aczini, kulluğunu ve
za'fını izhar etmesi ve sadece bir imtihan olan bu taşları atma görevini yerine
getirmesi, şimdiye kadar işlemiş olduğu hatalardan dolayı duyduğu nedamet
hissini bilfiil ifâde etme, kendisini isyan yollarına sürükleyen şeytana karşı
duyduğu kin ve öfkeyi bilfiil harekete geçirme, istikbalde bir daha şeytana
uymayacağını orada bizat şeytana karşı verdiği kavga ve yaptığı saldırılarla
ortaya koyma ve ispatlamadır. Netice olarak cemreleri atmaktan maksat, nefse
hiçbir pay ayırmadan Hz. İbrahim gibi sadece Allah'a teslim olmak ve ona boyun
eğmekten ibarettir.
Her ne kadar konumuzu
teşkil eden bu Ebû Dâvûd hadisi Müslim'in rivayet ettiği "ben Veda
Haccında Resûlullah (s.a.) ile birlikte haccettim. Onu Cemre-i Akabe'de taş
atarken ve oradan ayrılırken hep devesinin üzerinde gördüm. Beraberinde Bilâl
ile Üsâme vardı. Biri devesini yedi-yor, diğeri Resûlullah (s.a.)'ı güneşten
korumak için elbisesini onun başına kaldırıyor (siper ediyor)du.[29]
anlamındaki hadise aykırı gibi görünüyorsa da aslında bu iki hadis arasında
herhangi bir çelişki yoktur. Şöyleki: Bir kimseyi herhangi bir tehlikeden
korumak isteyen kimse onun arkasına durur. Güneşten korumak isteyen kimse ise
güneşin durumuna göre arkasında veya önünde durabilir. Binaenaleyh iki hadise
bu iki ayrı açıdan bakmak gerekir.
Resûl-i Ekrem'in,
"Ey insanlar, sakın taşlan atarken kiminiz kiminizi öldürmesin" diye
ihtarda bulunmasının sebebi bazı kimselerin oldukça büyük taşlan atmak
istemeleridir. Atâ'nın tarifine göre cemrelere atılacak olan taşlar parmak ucu
büyüklüğünde olmalıdır. Beyhakî'nin Cemil b. Yezid'den rivayet ettiği bir
hadiste "İbn Ömer (r.a.)'nın attığı taşlar nohut büyüklüğünde idi."[30]
1. Alkabe
cemresini binitli olarak diğer iki cemreyi de yaya olarak taşlamak müstehabdır.
Nitekim bundan sonra tercümesini sunacağımız hadisler de bunu gösterir. Ayrıca
Beyhakî'nin Câbir b. Abdullah’tan rivayet ettiği şu hadis de bu gerçeği te'yid
etmektedir: "Ben Resûlullah (s.a.)'ı deve üzerinde cemrelere taş atarken
gördüm."[31]
Metinde geçen "el-Cimâr"
kelimesinin başında bulunan "d" harf-i tarifi ahd için olduğundan
(bilinen bir şeye delâlet ettiğinden) bu kelimenin Cemre-i Akabe'yi ifâde
etmek için kullanıldığı anlaşılır.
2. Her taşı
atarken tekbir getirmek ve şu duayı okumak müstehabtır:
= Allah'ım bu haccımi güzel bir hac yap,
günahlarımın bağışlanmasına bir vesile kıl, makbul bir amel eyle."
Nitekim Ahnned b.
Hanbel'in Abdurrahman b. Yezid'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Abdullah
b. Mesûd'un binitli olarak ve her taş için tekbir getirip:
= "Allah'ım bunu
güzel bir hac yap günahların bağışlanmasına bir vesile kıl," diyerek taşları
attığı ifâde ediliyor.[32]
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre cemrelere taş atarken tekbir getirmeyi unutan bir kimse için bir
ceza lazım gelmediği konusunda ulemâ ittifak etmişlerdir. Ancak Süfyan
es-Sevrî, "Tekbiri terk eden bir kimsenin bir fakiri doyurması icab eder.
Eğer kurban keserse bence daha iyidir" demiştir.[33] İbn
el-Kasım ise, tekbir yerine, "sübhanallah" denildiğinde bir-şey lâzım
gelmeyeceğini söylüyor. Hanefî ulemâsından Bedrüddin Aynî ise şöyle diyor:
"Bizim ulemâmıza göre cemreleri atacak olan kimse her taşı atarken tekbir
getirir ve; "Şeytana ve onun taraftarlarına rağmen Allah'ın ismiyle (bu
taşları atıyorum) ve Allah en büyüktür" der. Hz. Ali (r.a.) her taşı atarken diye duâ ederdi.
3. Ashab-ı
Kiramın Resûl-i Ekrem'e gelecek olan herhangi bir sıkıntıdan onu korumak
hususunda son derece titiz ve gayretli oldukları gibi Resûl-i Ekrem de ümmetine
karşı son derece şefkatli idi.
4. Akabe
Cemresine atılacak olan taşlan vadimin içinden atmak müstehabtır. Atâ, Salim b.
Abdullah, Sevrî, Şafiî, Ahmed ve İshak bu görüştedirler. Sözü geçen ulemâya
göre buraya taşları yukarıdan atmak mekruhtur. Tirmizî'nin beyanına göre; bazı
ilim adamları vadinin içinden taşları atmaya imkân bulamayan bir kimsenin imkân
bulduğu yerden atmasının caiz olduğunu söylemişlerdir.,
Hanefî ulemâsıyla
Mâliki ulemâsından îbrı Battâl'a göre bir kimse bu taşları istediği yerden,
atabilir.
5. Atılacak
taşların küçük olması icab eder. Bunların Müzdelife'den toplanmış ve temiz
olmaları da müstehabtır. Taşların Minâ'da toplanması da caizdir.
Beyhakî'nin beyanına
göre imam Şafiî cemrelere atılacak taşların Minâ'dan toplanmasını yeterli
görmüştür. Ancak Mescidim taşlarının çıkarılmasını uygun görmediğinden bu
taşların mescidden toplanmasını mekruh gördüğü gibi, pisliği dolayısıyla
heladan toplanmasını da mekruh görmek, tedir. Cemrelere atılan taşlardan
toplanması ise makbul değildir.
Hanefî ulemâsıyla İmam
Ahmed de aynı görüştedirler. İmam Mâlik ise, "cemrelere atılmış olan
taşların tekrar Joradan ahnara k atılması yeterli değildir. Çünkü daha önce
kullanılmış olan bu taşlai bir daha kullanılamaz" demişse de aslında bu
söz İmam Malik'in kendi mezhebiı ün ilkelerine uygun değildir. Çünkü İmam
Mâlik'e göre mâ-i müstamel (kullanılmış su) temizleyicidir.[34]
Hanefî ulemasına göre
atılan taşların yeryüzü cinsinden olması şarttır. Bu bakımdan taş toprak çamur
gibi maddeleri cemrelere atmak caizdir. Fakat taş atılması daha da
faziletlidir. Bu konut ia gelen hadislerin mutlak oluşu bunu ifade eder. Ancak
İmam Malik, Şâfîî ve Ahmed'e göre ise, cemrelere atılacak maddelerin taş
cinsinden olması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber cemrelere taştan başka birşey
atmamıştır. Hanefî ulemâsının yeryüzü cinsinden olan maddelerin cemrelere
atılabileceğini iddia etmesi dayanaksızdır. Esasen bu mevzu kıyâsın sahasına da
girmez.[35]
1967.
...Süleyman b. Amr el-Ahvas annesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben
Resûlullah (s.a.)'i binitli ve parmakları arasında bir (çakıl) taş(ı) olduğu
halde Akabe Cemresinin yanında gördüm." (Elindeki çakıl taşım) attı. Halk
da (ellerindeki çakıl taşlarını) attı.[36]
"Resûl-i Ekrem'in
parmakları arasında tuttuğu taş"tan maksat baş parmağı ile şahadet ve orta
parmakları arasında tuttuğu parmak ucu büyüklüğünde bir çakıl taşıdır. Bu
ifâdeden Resûl-i Ekrem'in cemreleri bu üç parmağın yardımıyla ve şehâdet parmağının
ileri itmesiyle attığı anlaşılıyor. Şafiî ulemasından Beğâvî ile Râfiî
cemrelerin bu şekilde atılması gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak bu hadisin
senedinde zayıf bir râvi olan Zeyd b.'Ebî Ziyâd vardır. Dolayısıyla hadis delil
olma niteliğinden uzak, zayıf bir hadistir.[37]
1968. ...İbn
İdrîs şu (bir önceki) hadisin bir benzerini de aynı senedle Yezid b. Ebî
Ziyâd'dan naklen rivayet etmiştir. (İbn îdris) dedi ki: (Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem elindeki taşlan attıktan sonra cemrelerin) yanında durmadı.[38]
Bu konuda esas Olan
şudur: Bir cemreye taşlar atıldıktan
sonra taşlanacak bir cemre daha varsa orada biraz durulup duâ yapılır, fakat o
cemrenin taşlanmasından sonra taşlanacak başka bir cemre kalmamışsa izdihama
"sebeb olmamak için orada durulmaz. Başka bir ifadeyle Cemre-i Ûlâ ile
Cemre-i Vustâ taşlandıkları zaman her ikisinin yanında biraz durulup dua
edilir. Fakat Akabe Cemresi taşlandıktan sonra orada durmadan hemen uzaklaşılır.
Nitekim Zührî'den rivayet edilen bir hadis şu anlamdadır: "Peygamber
(s.a.) Hayf mescidinin yanındaki Cemre-i Ûlâya gelince her birisi için tekbir
getirerek yedi taş atardı, sonra sol tarafındaki vadiye dönüp kıbleye karşı
durur ellerini kaldırarak duâ ederdi ve uzun müddet orada kalırdı. Sonra
ikinci.(cemreye gelip) her birisi için tekbir getirerek yedi taş atardı.
(Taşları atıp bitirdikten) sonra sol tarafındaki vadiye dönüp kıbleye karşı
durup ellerini kaldırarak duâ ederdi ve orada bir süre dururdu. Sonra Akabe'nin
yanındaki taş yığınına gelirdi, herbiri için tekbir getirerek yedi taş da
orada atardı. (Taşlan dtnayı bitirdikten) sonra hiç durmadan dönüp giderdi.[39]
1969. ...İbn
Ömer (r.a.), kurban (bayramının ilk) gününden sonraki üç günde (cemrelere taş
atmak için) yaya olarak gelir, giderdi ve Peygamber (s.a.)'in de böyle
yaptığını söylerdi.[40]
1966 numaralı hadis-i
şerifte de ifâde edildiği gibi Resûlullah (s.a.) Efendimiz Minâ'da kurban
bayramının birinci günü Akabe Cemresine binitli olarak gider ve orada taşlan
hayvanının üzerinde iken atardı. Bu hadis de bayramın 2, 3 ve 4. üncü günü
taşları atmak için cemrelere yaya olarak gidip geldiği ve taşları yerden attığı
ifade ediliyor. Böylece bu iki hadis Resûl-i Ekrem'in kurban bayramının dört
gününde cemrelere nasıl gittiğini ve orada taşları nasıl attığını açıklamış
oluyor.[41]
Zilhiccenin 11, 12 ve
13. üncü günlerine kurban bayramının da 2, 3 ve 4. uncu günlerine rastlayan
teşrîk günlerinde cemrelere taş atmak için yaya olarak gidip gelmek ve taşları
yerden atmak daha faziletlidir. Bunun gibi sözü geçen bayramın birinci gününde
de Akabe Cemresine binitli olarak gidip gelmek ve taşları binitli olarak atmak
daha faziletlidir. İmam Ahmed ve ilim adamlarının çoğu bu görüştedir.
Hanefî ulemâsına göre
ise müstehab olan bayramın dört gününde de Akabe Cemresine binitli olarak diğer
iki cemreye de yaya olarak gidip gelmektir. İmam Ebû Yûsuf'a göre ise
kendisinden sonra taş atılması gereken bir cemre bulunan her cemreye yürüyerek
gitmek daha faziletlidir. Kendisinden sonra taş atılması gereken bir cemre
bulunmayan cemreye ise binitli olarak gitmek daha faziletlidir. İmam Mâlik ile
İmâm Şafiî'ye göre ise, Minâ'ya binitli olarak gelen bir kimsenin bayramın
birinci günü Akabe Cemresini binitli olarak, taşlaması müstehabtır. Bunun gibi
Minâ'ya yaya olarak gelen kimsenin de Akabe Cemresini yaya olarak taşlaması
müstehabtır.
Bayramın ikinci ve
üçüncü günlerinde bütün cemreleri yaya olarak taşlamak sünnet olduğu gibi
bayramın dördüncü günü de bütün cemreleri binitli olarak taşlayıp yine binitli
olarak Mekke'ye dönmek de sünnettir.[42]
1970.
...Ebu'z-Zubeyr'den; Câbir b. Abdillahı (şöyle) derken işittiği rivayet
olunmuştur:
"Kurban
(Bayramının birinci) günü, Resûlullah (s.a.)'ı hayvanı üzerinde
"Hacla ilgili
amellerinizi (iyi) almalısınız! Çünkü bilmiyorum, belki de bu haccımdan sonra
bir daha haccedemem" buyurarak cemreleri taşlarken gördüm.[43]
"Mensek" kelimesi
aslında "Hacda kurbanların
kesildiği yer" anlamına
gelirken sonraları "hacla ilgili bütün
ameller" anlamında kullanılır hâle gelmiştir.
Metinde geçen
"hac ibâdetlerinizi (iyi) almalısınız*' cümlesinden murad, "Ben hac
ibadetini kavlen ve fiilen nasıl yapmışsam sizin de bunları aynı şekilde
yapmanız meşru olmuştur. Bunları benden gördüğünüz gibi belleyiniz ve
başkalarına da öğretiniz" demektir.
Resûl-i Ekrem
efendimiz, "bilmiyorum belki de bu baççımdan sonra bir daha
haccedemem" buyurmakla vefatının yakınlığına işaret etmek istemiştir.[44]
1. Hac
fiillerini öğrenmek ve bu bilgileri bizzat Resululîah'm sünnetinden almak
farzdır.
2. Minâ'ya
hayvan (veya vasıta) üzerinde gelen bir kimsenin bayramın birinci günü Cemre-i
Akabe'de taşlan hayvan üzerinde atması müstehabdır. (Mezhep imamlarının bu
mevzu ile ilgili görüşleri bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.)
3. Peygamber
(s.a.) Veda Haccında vefatının yakın olduğuna işaret ederek ümmetini, zaman
kaybetmeden hac fiillerini titizlikle öğrenmeye ve başkalarına da öğretmeye
teşvik etmiştir.[45]
1971. ...İbn
Cüreyc'den naklediğildiğine göre Ebu'z-Zübeyr şöyle demiştir: Ben Cabir b.
Abdullah’ı şöyle derken işittim:
Ben Resûlullah
(s.a.)'ı kurban bayramının birinci günü kuşluk vakti (Akabe Cemresinde) taş
atarken gördüm. Daha sonra(ki günlerde) bunu güneşin zevalinden sonra yaptı.[46]
Duhâ vakti
"dahve-i kubra" denilen Ve şer'î nehârın yansı sayılan (kaba kuşIuk)
istivâ" zamanı demektir.
Bu hadis-i şerif
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in ilk günkü taşları Minâ'da Akabe Cemresinde kuşluk vakti
attığını diğer günlerde de cemreleri zevalden (güneş batıya kaydıktan) sonra
attığım ifade etmektedir.[47]
1. Kurban
bayramının birinci günü taşları zeval vaktinden önce atmak sünnettir.
İbn Abdilberr'in
ifadesine göre, İslâm Ulemâsı Resûl-i Ekrem'in Veda Haccında bayramın birinci
günü Akabe Cemresine taşları kaba kuşluk vakti attığında ittifak etmişlerdir.
Fakat bu taşları atmanın caiz olduğu vaktin başlangıç ve bitiş noktalarını
tesbitte ulemâ ihtilâfa düşmüşlerdir. Hanefî ulemâsıyla İmam Mâlik'e ve Ahmed
b. Hanbel'den gelen bir rivayete göre cemrelere atılan taşların sahih
olabilmesi için bayramın birinci günü fecrin doğmuş olması şarttır. Binaenaleyh
fecrin doğuşundan itibaren atılan taşlar makbuldür. Nitekim Tahâvî'nin rivayet
ettiği; Hz. Peygamber Müzdelife gecesinde Hz. Abbas'a: "İçimizden
zayıfları ve kadınları götür de sabah namazım Mina'da kılsınlar, halk kitlesi
gelmeden önce Akabe cemresine taşlarını atsınlar" buyurdu.[48]
anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir.
Şafiî ulemâsına ve
İmam Ahmed'in meşhur olan görüşüne göre ise, bayramın birinci günü Akabe
Cemresine atılacak olan taşları Müzdelife'-de kalındığı gecede gece yarısından
sonra atmak caizdir. Daha önce tercümesini sunduğumuz 1942 numaralı hadisde bu
görüşü desteklemektedir.
Cemrelere taş atma
fiilinin kerâhetsiz olarak icra edilebildiği sürenin son haddi ise, güneşin
batma zamanıdır. İbn Abdilberr'in ifadesine göre; Müstehab olan vakit bir
tarafa bırakılırsa, güneş batmadan önce cemreleri taşlayan bir kimse cemrelere
taş atma görevini zamanında yapmış olur. Cemrelere taş atma görevini güneşin
batmasından sonraya bırakan bir kimse görevini bu vakte kadar geciktirmesinden
dolayı bir kerahet işlemiş olur, fakat bu kerahetten dolayı o kimsenin üzerine
kurban kesmek gerekmez. Hanefî ulemâsıyîa İmam Malik, Şafiî, İbn Münzir ve İbn
Ömer de bu görüştedirler. Nitekim Nâfî'in rivayet ettiği "Safiyye bint Ebî
Ubeyd'in erkek kardeşinin kızı Müzdelife'de nifaslandı da Minâ'da cemrelere taş
atma görevini geceye kadar geciktirdi. Safiyye'de onunla birlikte gecikmişti.
Minâ'ya bayramın birinci günü ancak güneş battıktan sonra gelebil-diler. Minâ'ya
geldikleri zaman Abdullah b. Ömer onlara taşları atmalarını emretti ve
gecikmelerinden dolayı onlara herhangi bir cezayı da gerekli görmedi,[49]
anlamındaki hadisler bunun delilidirler.
Lakin İmam Mâlik
"Bu durumda kalan bir kimsenin bir hedy kurbanı kesmesi müstehabdır"
diyor. Mâlikî ulemâsından Zürkânî'nin beyânına göre imam Ahmed'le İshak,
bayramın birinci günü Akabe Cemresini, güneşin batmasına kadar geciktiren bir
kimse bu taşları bayramın ikinci günü zeval vaktinden sonra atar. Çünkü İbn
ömer; "kim (bayramın birinci günü) Akabe Cemresini taşlamayı gece vaktine
kadar unutacak olursa, o
taşlan ertesi gün güneşin zevaline kadar atamaz" demiştir.[50]
Sahih hadislerin
delaletiyle sabit olan şudur ki, kadınlar ve çocuklar gibi kendilerine özel
ruhsat verilmiş olan kimseler, bayramın birinci günü Akabe Cemresine atacakları
taşları gecenin yarısından itibaren atabilirler. Daha önce atmalarının yeterli
olmadığında icmâ' vardır. Fakat kendilerine böyle özel bir ruhsat verilmemiş
olan kimseler ise sözü geçen taşları güneş doğmadıkça atamazlar.
2. Metinde
geçen "Daha sonraki günlerde bunu güneşin zevalinden sonra yaptı"
cümlesi teşrik günleri denilen bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde
cemrelere taş atmanın müstahab olan vaktinin zevalden -sonra başladığını
gösterir. Dört mezhep imarmyla birlikte cumhûr-ı ulemâ da bu görüştedirler.
Ancak Ebû Hanife (r.a.) bayramın dördüncü günü cemrelere zevalden önce taş
atılabileceğini söylemiştir. Çünkü İbn Abbâs (r.a.), "Mekke'ye hareket
günü olan bayramın dördüncü günü güneş biraz yükseldikten sonra cemrelere taş
atıp Veda tavafını yapmak caizdir" demiştir.[51]
Teşrik günlerinde cemrelere taş atma görevini yerine getiremeyen ve vakti de
geçiren bir kimsenin bir kurban kesmesi gerektiğinde dört mezheb imamı ittifak
etmiştir. Çünkü hacla ilgili bir vacibi terk etmek bir kurban kesmeyi icab
ettirir. Nitekim Atâ b. Ebî Rebâh, "Kim bir cemreye veya cemrelerin tümüne
taş atmayı unutur da teşrik günleri geçmiş olursa, ona bir kurban kesmek
yeter."[52] demiştir.[53]
1972. ...Vebere
(b. Abdirrahman)'dan; demiştir ki: İbn Ömer'e:
Taşları ne zaman
atayım? diye sordum da;
(Hac) imamının atmağa
başladığı zamanda at, cevabını verdi. Kendisine soruyu tekrar edince:
Biz (Resûlullah -s.a-
zamanında) güneşin zevalini beklerdik, güneşin zevali sırasında (taşları)
atardık, dedi.[54]
Bu hadis-i şerif
bayramın birinci gününü takibeden teşrik günlerinde cemrelere taş atmanın
müstehab olan vaktinin güneşin batıya kaymasından itibaren başladığını
söyleyen dört mezhep imamının delilidir. Bir önceki hadisin şerhinde de
açıkladığımız gibi teşrik günlerinde cemrelere atılacak olan taşların zevalden
sonra atılacağı konusunda ulemâ ittifak etmiştir.[55]
1973. ...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki:
Resûlullah (-s.a-
bayram) gününün son kısmı (teşkil eden ikinci yarısı)nda öğle namazım Mekke'de
kıldıktan sonra ifaza tavafını yaptı, sonra Minâ'ya döndü. Teşrîk günlerinin
gecelerinde orada kaldı, (sözü geçen günlerde) güneş batıya kayınca her bir
çakılda tekbir getirmek suretiyle her taş yığınına yedi taş atıyordu. (Taşları
attıktan sonra) birinci ve ikinci (Cemre)nin yanında uzun bir süre ayakta
duruyor ve duâ ediyordu ve (Sonra) üçüncü cemreye de (taşları) atıyordu. (Ancak)
onun yanında durmazdı.[56]
Bu hadis-i şerifin
ifâdesi "Resülullah (s.a.) bayramın birinci günü Mekke'de idi ve öğle
namazını Mekke'de kıldıktan sonra ifâda tavafını yaptı" anlamındaki 1905
numaralı hadis-i şerifin ifadesine aynen uymaktadır. Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi Resûlul-lah (s.a.) Veda Haccında cemrelere taş atarken önce,
Hayf mescidinden sonra gelen Cemre-i Olâ'ya varırdı. Orada taşları attıktan
sonra o cemrenin önünde bulunan düzlükte Allah'a hamdedip tehlilde bulunur ve
Hz. Peygambere salavât getirerek kıbleye yönelir, ellerini omuzları hizasına
kaldırarak kendisi ve bütün mü'minler için duâ ve istiğfarda bulunurdu. Sonra
Cemre-i Vustâ'ya giderdi. Orada da taş atma görevini yerine getirdikten sonra
birinci cemrede olduğu gibi bir süre dururdu ve ayakta uzun müddet duâ ederdi.
Daha sonra Akabe
Cemresinin yanına gelip her birisi için bir tekbir getirerek yedi çakıl taşı
atardı, fakat taş atma görevini bitirince burada hiç durmadan doğruca konak
yerine giderdi.[57]
1. İfada
tavafını Kurban bayramının birinci gününde yapmak ve o gün öğle namazını da Mekke'de
kılmak, Resûl-i Ekrem Efendimizin sünnet-i seniyyelerindendir. Fakat bugün bir
çok kimsenin bu sünnete uymadıkları maalesef görülmektedir.
2. Hacıların
teşrik günlerinin gecelerini Minâ'da geçirmeleri sünnettir. Vacib diyenler de
vardır. Nitekim 1958 numaralı hadisin açıklamasında geçmiştir.
3. Matlub
olan bu çakıl taşlarının 3 m. uzaklıktan atılmasıdır. Söz konusu taşları
cemrelere elle bırakmak yeterli değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu
görüştedirler. Taşların çok uzaktan atılmasının da yeterli olmadığı gibi
atıldığı halde hedefine varıp varmadığı şüpheli olan bir taş da yeterli
değildir.
4. Her
cemreye yedişer taş atmak lâzımdır. Hanefî ulemâsıyla İmam Mâlik, Şafiî ve
ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet
edilmişse de onun meşhur olan mezhebine göre bu taşların yediden aşağı olmaması
daha faziletlidir. Çünkü Hz. Peygamber her cemreye yedişer taş atmıştır.
Bununla beraber bir veya iki taş eksik atılmasında bir sakınca yoktur. Fakat
bundan daha azı atılamaz. Atâ' ile Mücâhid ve İshak da bu görüştedirler. Bu
eksikliği bile bile yapan kimsenin ceza olarak sadaka vermesi gerekir. Nitekim
tbn Ömer de; "Ben altı taş mı yoksa yedi taş mı attığıma pek aldırış
etmem" buyururdu.[58]
Ashab-ı kiramdan Sa'd b. Mâlik de şöyle demiştir: "Ben Veda Haccından
Resûlullah (s.a.)'le birlikte döndüm. Kimimiz kimimize "ben altı taş
attım" diyordu. Kimimiz de "ben yedi taş attım" diyordu. Kimse
kimseyi ayıplamıyordu."[59]
Yine bu konuda İbn
Abbas'da; "Resûlullah (s'.a.) altı (taş) mı, attı, yoksa yedi mi attı
iyice bilmiyorum," derdi.[60]
Cemrelere atılacak
olan taş sayılarının yediden aşağı olamayacağını savunan ulemânın büyük
çoğunluğuna göre:
a. Bu
sayının bir veya iki eksiğiyle taş atmanın caiz olduğunu ifade eden hadislerin
senedi Resul-i Ekrem'e erişmemektedir. Sahâbîlerin taşları eksik atan bazı
sahabileri ayıplamamaları ve sükût etmeleri söz konusu taşları eksik atmanın
caiz olduğuna bir delil teşkil etmez.
b. İbn
Abbâs'ın. Resûl-i Ekrem'in attığı taşların altı mı, yoksa yedi mi olduğunu
bilmemesi, Resûl-i. Ekrem'in bu taşları eksik attığını göstermez ve Hz. İbn
Abbâs'ın bu şüphesi Resûl-i Ekrem'in yedi taş attığına dair olan kesin bilgiye
zarar vermez. Bu bakımdan bu konuda çumhûr-ı ulemânın görüşünün daha isabetli
olduğu kesindir. Nitekim bu konuda gelen sahih hadisler de bunu gösterir.
5. Cemrelere
atılacak olan taşlar toptan değil de teker teker atılır. Metinde geçen
"her bir çakılı atarken tekbir getirdi" cümlesi de bunu ifâde eder.
İmâm Malik ile İmam Şafiî, Ahmed ve Ebû Hanîfe bu görüştedirler. Her ne kadar
Atâ, "yedi taşı bir defa da atmak kâfi gelir" demişse de bu doğru
değildir. Çünkü Resûlullah (s.a'in böyle yaptığına dair sahih bir hadis mevcut
değildir.
6. Cemre-i
Ûlâ ile Cemre-i Vüstâ'nın yanında bir süre durup dua etmek ulemânın büyük
çoğunluğuna ve dört mezheb imamına göre sünnettir. Ancak bu sürenin miktarı
üzerinde ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda Vebere: "İbn Ömer cemreleri
taşladığı zaman bir süre ayakta durdu, isteseydim bu süre içerisinde Bakara
Sûresini okuyabilirdim," diyor. Beyhakî'nin diğer bir rivayetinde bu
sürenin Yûsuf Sûresini okumaya yetecek kadar olduğu ifâde edilirken İbn
Abbas'dan gelen bir rivayette de O'nun iki yüz âyetlik bir sûreyi okumaya
yetecek kadar uzun olduğu ifâde ediliyor.[61]
7. Cemrelere
taş atarken önce Cemre-i Ûlâ, sonra Cemre-i Vüstâ daha sonra da Akabe Cemresi
olmak üzere bir sıra takibetmek gerekir. Bu sıraya riâyet etmek İmam Mâlik ile
İmam Şafiî'ye ve İmam Ahmed'e göre şarttır. Taş atmaya Akabe Cemresinden
başlayarak Cemre-i Ûlâ'da taş atmayı bitiren bir kimsenin sırayla Cemie-i Vüstâ
ile Cemre-i Akabe'ye ikinci bir defa daha taş atması gerekir.
Tertibe riâyet
konusunda Hanefî uleması arasında ihtilâf vardır: Fethü'I-kadir sahibi
İbnu'l-Hümâm'a göre, bu sıraya uymak sünnettir. Nitekim İbn Abbas'dan gelen,
"hac amellerinden birinin sırasını bozarak takdim te'hîr yapan bir kimseye
hiç bir ceza gerekmez,"[62]
anlamındaki hadis-i şerif de İbnu'l-Hümam'ın bu görüşünü te'yid etmektedir.
Aksi görüşte olanlara
göre Hz. İbn Abbas'dan gelen bu hadis-i şerif hacla ilgili bir amelin cüzleri
arasında yapılan takdim-te'hîrle ilgili değil, hac amellerinden bir kaçı
arasında yapılan takdim ve te'hîrle ilgilidir.[63]
1974.
...Abdurrahman b. Yezid dedi ki: İbn Mesûd el-Cemretü'I-Kübrâ (demlen Cemre-i
Akabe)'ye varınca Beyt'i soluna Minâ'yı da sağına aldı ve Cemre(-i Akabe)'ye
yedi çakıl atıp (Resûl-i Ekremi kasd ederek) "Kendisine Bakara sûresi inen
kimse de işte böyle attı.” dedi.[64]
Bilindiği gibi Akabe,
Mekke'ye iki mil uzaklıkta bir tepedir. İslam tarihinde büyük bir önemi olan
Akabe Bey'atları burada yapılmıştır. Akabe'de yapılan bu bey'atlarda
Medine'liler Resûl-i Ekrem'e kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi
kendisini de koruyacaklarına ve her halükârda ona yardım ve itaat edeceklerine
dair söz verdiler. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis Buhârî ve Müslim'de;
"Ben, Ey Ebâ Abdurrahman, başkaları bu taşları vadinin üstünden
atıyorlar" dedim. İbn Mesûd da "Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a
yemin ederim ki, üzerine Bakara Sûresi indirilen zâtın makamı budur"
dedi." anlamına gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir.
Abdullah b. Mes'ûd'un
sözünü yeminle te'yid etmesinin sebebi Abdurrahman en-Nahâî'nin
Cemretu'l-Akabe'ye atılacak taşların vadinin üstünden atılacağını söyleyerek
Resul-i Ekrem'in sünnetine aykırı bir beyânda bulunmasıdır. Bu durum Hz. İbn
Mesud'un vicdanı üzerinde derin bir tesir icra ettiğinden İbn Mesud hazretleri
gerçeği ifade etmek maksadıyla bu taşların vadinin içinden atılacağını söylemiş
ve bu sözlerini yeminle te'yid etmek ihtiyacını duymuştur. Menâsik-i Hac pek
çok Süre'de bulunduğu halde Hz. İbn Mesud'un özellikle Bakara Sûresi'ni zikr
etmesi hacla ilgili hükümlerin ekseriyetinin bu Sûrede bulunmasındandır. Ya da
Bakara Sûresi'nin azametine, diğer Sûreler arasındaki önemine işaret etmek
istemesindendir.[65]
1. Akabe
Cemresine taş atılırken Kabe sola, Mina Vadisi de sağa alınmalıdır. Hanefî
ulemasıyla İmam Mâlik ve cumhür-ı ulemâ bu görüştedirler. Şafiî, ulemâsına göre
de sahih olan görüş budur. eş-Şeyh Ebû Hâmid'e göre ise, taşlar atılırken Akabe
Cemresine doğru yönelmek ve kıbleyi arkada bırakmak gerekir. Kıbleyi karşıya,
Akabe Cemresini de sağa almak gerektiğini söyleyenler de vardır.
Diğer iki cemreye
gelince onlara taş atılırken nasıl hareket edileceği İbn Şihâb'ın rivayetinde
şöyle anlatılıyor: "İbn Ömer, Cemre-i Ülâ'ya yedi çakıl atar ve her
çakılı attıktan sonra tekbir alırdı. Sonra buradan vadinin ortasındaki düzlüğe
iner ve orada kıbleye yönelerek (ve cemreyi arkasına alarak) uzun süre ayakta durup
iki elini kaldırarak duâ ettikten sonra Cemre-i Vustâ'ya (varıp oraya taş)
atardı. Bundan sonra İbn Ömer, vadinin kuzey tarafına yürür, (birinci de
olduğu gibi) vadideki düzlüğe iner (sonra Kabe'ye gelir)di. Burada da uzun
zaman kıbleye karşı ayakta ellerini kaldırarak duâ ettikten sonra vadinin
ortasından Cemre-i Akabe'ye atardı ve burada (dua için) beklemeyip dönerdi ve;
Bu menâsiki Resûlullah (s.a.)'in bu-şekilde eda ettiğini gördüm"
buyururdu."[66] Ancak ulemâ, bu düzlüğe
inip kıbleye dönerek ayakta duâ etmenin terkinde bir sakınca olmadığını
söylemişlerdir. Yalnız Süfyan es-Sevrî bunun terkinden dolayı sadaka vermenin
müstehab olduğunu söylüyor.
2. Sûrelerden
bahsederken onlardan Bakara Sûresi, Ali İmran Sûresi gibi isimlerle bahsetmek
caizdir.[67]
1975.
...Âsim (b. Adiy)'dan nakledildiğine göre, Resûlullah (s.a.) deve çobanlarına
(teşrik gecelerinde Minâ'da) gecelemeye, (kalabalık olmadan önce) kurban
bayramının birinci günü erkenden (Akabe Cemresine) taş atmalarına sonra ertesi
günde veya daha ertesi günde iki güne ait taşları bir arada atmalarına ve
(aceleleri olmayan kimselerin de bayramın) dördüncü günü de (cemrelere) taş
atmalarına izin vermiştir.[68]
Görülüyor ki Resûl-i
Ekrem Efendimiz Müzdelife gecesinde hacı adaylarının binek hayvanlarına
bakmakla görevli kimselerin, Teşrîk gecelerini diledikleri yerde geçirmelerine
izin vermiştir. 1958-1959 numaralı hadis-i şeriflerin şerhlerinde de
açıkladığımız gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz bu izni çobanlarla birlikte özür
sahibleri için de vermiştir.
Metinde geçen
"deve çobanı" kelimesi diğer çobanlara izin olmadığını ifâde etmez.
Arabların yük hayvanlarının ekserisini deve teşkil ettiği için bu kelime
kullanılmıştır. Aslında hacılara ait yük veya binek hayvanlarını gütmekle veya
korumakla görevli bütün çobanlar bu konuda aynı hükme tabidirler.
Ayrıca Resûl-i Ekrem
sözü geçen kimselere bayramın ikinci ve üçüncü gününde atılacak olan taşların
hepsini bu iki günün birisinde atma kolaylığını da göstermiştir. Binaenaleyh
bu kimseler bayramın ikinci gününde o günün taşlarıyla birlikte üçüncü günün
taşlarını da atabilecekleri gibi dilerlerse, bayramın ikinci gününün taşlarını
ikinci günü atmayıp bayramın üçüncü gününün taşlarıyla birlikte bayramın
üçüncü gününde atabilirler, îmam Mâlik bayramın üçüncü gününde, önce ikinci
günün sonra da üçüncü günün taşlarının atılmasını tercih etmiştir.[69]
1. Teşrîk
günleri denilen bayramın 2-4. günlerinin gecelerim Mina’da geçirmek mecburiyeti
hacilann hayvanlarını korumakla görevli kişilerden ve hacılara su taşıma görevini
üstlenmiş kimselerden düşmüştür. Bu kimselere sözü geçen geceleri minâ'da
geçirmediklerinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez. Özür sahihleri,
hastalar ve hacıların mallarını korumakla görevli kimseler de böyledir. Çünkü
Resûl-i Ekrem Efendimiz çobanlara bu izni verirken bunların durumunda olan
kimselerin de aynı hükümde olduklarına dikkati çekmek istemiştir.[70]
İmam Mâlik'e göre
çobanlara su taşıma görevini üstlenenlerin dışında kalan kimseler bu hükmün
dışındadırlar. İmam Şafiî'nin meşhur olan görüşü de budur. Fakat hafız İbn
Hacer, "Şafiî ulemâsına göre hacıların mallarını korumakla görevli
kimselerle birlikte bir işinin zarara uğramasından korkan kimsenin ve su
taşıma görevini yüklenen kimselerin de bu hükme dahil olduğunu" söylüyor.
Hafız İbn Hacer'in naklettiği bu görüş İmam Şafiî'nin diğer görüşünden başka
birşey değildir.
2. Hacıların
hayvanlarım güden çobanların bayramın 2. ve 3. günlerinin taşlarım bu iki
günden diledikleri günde atmalarına izin verilmiştir.
Hanefî ulemâsıyla İmam
Şafiî ve İmam Mâlik'e ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre sözü geçen
günlere ait taşları çobanlar bayramın üçüncü gününde atabilirler. Çobanların bu
taşları bayramın ikinci veya üçüncü gününde atmakta muhayyer oldukları da
söylenmiştir. Ancak İmam Mâlik birinci görüşü tercih etmiştir.[71]
1976.
...Adiyy'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) çobanların (cemreleri)
bir gün taşlayıp bir gün bırakmalarına izin vermiştir.[72]
Bu hadis-i
şerîf imam Ahmed'in Müsned'inde
"Resûlullah (s.a.)' deve
çobanlarının (teşrik) gecelerini Minâ dışında
geçirmelerine ve kurban (bayramı) günü (Akabe cemresine taş)atmalarına izin
verdi"[73] anlamına gelen lâfızlarla
rivayet olunmuştur.
Konumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisinin ifadesinden anlaşıldığına göre Resul-i Ekrem çobanlara
bayramın birinci gününde Akabe'ye taşları attıktan sonra bayramın ikinci
gününde taş atmayı bırakıp develerinin yanında kalmalarına ve geceyi onların
yanında geçirmelerine, bayramın üçüncü günü de o günün taşlarıyla birlikte
bayramın ikinci gününün taşlarını da atmalarına izin vermiştir. Binaenaleyh bu
hadis-i şerif, çobanların bayramın ikinci ve üçüncü günlerine ait taşları
üçüncü gün atmalarını1 tercih eden İmam Mâlik'in görüşünü desteklemektedir.[74]
1. Özür sahibi olan kimselerin özürleri sebebiyle
teşrik gecelerinin bazılarını Mina sınırları dışında geçirmeleri caizdir.
2. Hacıların
hayvanlarını güden çobanların birinci teşrîk gününde atılması gereken taşları
ikinci teşrik gününe te'hîr etmeleri caizdir. Aynı zamanda sözü geçen
çobanların, taşlan gece atmaları da caizdir. Çünkü İbn Ömer'den gelen bir
rivayete göre Hz. Peygamber hacıların develerine bakmakla görevli kimselerin
taşları geceleyin atmalarına izin vermiştir.[75]
1977.
...Katâde'den; demiştir ki: Ben Ebû Miclez'i (şöyle) derken işittim: Ben İbn
Abbas'a taşlarla ilgili bir şey sordum da;
Resûlullah (s.a.) altı
(taş) mı yoksa yedi (taş) mı attı, (iyice) bilmiyorum, diye cevap verdi.[76]
Nesâî'nin bu
hadisi, "Cemrelere atılan taşların
adedi" başlığı altında rivayet ettiğine bakılırsa, Ebu Miclez'in Hz. İbn Abbâs'a sorduğu sorunun
cemrelere atılacak taşların sayısı ile ilgili olması gerekir. Biz mezhep
imamlarının bu konudaki görüşlerini 1973 numaralı hadis-i şerifin şerhinde
naklettiğimizden burada tekrar etmeyeceğiz.[77]
1978.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.);
"Sizden biriniz
Akabe Cemresine taşları atınca ona kadınlar(a yaklaşmanın dışında her şey helâl
olur" buyurdu.[78]
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
(hadis) zayıf bir hadistir. Çünkü Haccâc, Zührî'yi görmemiştir ve ondan
herhangi bir hadis işitmemiştir.[79]
Bu hadis-i şerif İmam Ahmed'in
Müsned'i ile Beyhakî'nin es-Sünenu'1-Kübrâ'smda; "taşlan atıp da tıraş olduğunuz
zaman size kadınlara yaklaşmaktan başka ihramla ilgili yasaklardan her yasak
helâl olur"[80] anlamına gelen lâfızlarla
rivayet olunmuştur. Darekutm'nin rivayetinde ise, "taşlan atıp da tıraş
olduğunuz da ve kurban kestiğinizde kadınlara yaklaşmaktan başka herşey size
helâl olur"[81] şeklindedir.
Bu bakımdan ulemânın
büyük çoğunluğu Ahmed b. Hanbel'in, Bey-hakî'nin ve Dârekutnî'nin bu
rivayetlerini de gözönüne alarak, "bayramın birinci günü Akabe Cemresine
taşları attıktan sonra kurban kesip tıraş olan kârin veya mutemetti bir hacıya
ve taşlan attıktan sonra traş olan bir müfrid hacıya kadına yaklaşmaktan başka
ihramla ilgili her yasak helal olur"[82]
demişlerdir. Fakat sadece konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinin zahirine
göre hükmeden İmam Mâlik'e göre ise, Akabe Cemresine taşları atan bir kimseye
kadınlara yaklaşmaktan başka ihramla ilgili herşey helâl olur. Bu görüş İmam
Ahmed'den de rivayet olunmuştur.[83]
1. Hac için
ihrama giren bir kimseye Akabe Cemresme taşlan attıktan sonra kadınlara
yaklaşmanın dışında ihramla ilgili her yasak helâl olur. Nitekim İmam Mâlik de
hadisin zahirine sarılarak bu hükme varmıştır. Ancak imam. Mâlik'in meşhur
olan kavline göre Akabe Cemresine taşlan atan bir kimseye cima ile birlikte av
da haramdır. Güzel koku ise, mekruhtur; fakat fidye vermeyi gerektirmez. Maliki
ulemâsının Akabe Cemresine taşları atan bir kimseye güzel kokunun mekruh
olduğuna dair delilleri şu hadis-i şeriflerdir:
a. "Haccın
esaslarından biri de Akabe Cemresine taşlan atan bir kimseye kadınların ve
güzel kokunun dışında her şeyin helâl olmasıdır. Bu durum Beyt'i tavaf edinceye
kadar devam eder."[84]
Ancak şurasını
unutmamak lâzımdır ki bu rivayet, bir sahabî sözüdür. Konumuzu teşkil eden
hadis-i şerîf ise, merfû bir hadistir. Sahâbî sözünün merfû bir hadis
karşısında bir hüküm ifade edemeyeceği bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh
Malikî ulemâsının dayandığı delil zayıftır.
b. Amr b.
Dinar'dan rivayet olunduğuna göre Ömer b. Hattâb, "Siz Akabe Cemresine
taşları attıktan sonra size kadınlarla güzel kokudan başka her şey helâl
olur" demiştir. Ancak İbn Dakîki'1-İyd bu hadisi "Kitâbü'l-iman"
isimli eserinde naklettikten sonra bu hadisin münkati olduğunu ifade etmiştir.[85]
İmam Malik'in bu
görüşü "Ben Peygamber (s.a.)'i ihrama girmezden bir de kurban bayramı günü
Kabe'yi tavaf etmezden Önce içinde misk bulunan bir kokuyla kokulardım."[86]
hadis-i şerifiyle reddedilmiştir.
Ayrıca konumuzu teşkil
eden Ebû Dâvûd hadisi de "Akabe Cemresine taşları atan bir kimseye güzel
kokular haramdır" diyen Mâliki ulemâsının aleyhine bir delildir. Her ne
kadar musannif Ebû Dâvûd bu hadisin zayıf olduğunu söylüyorsa da aslında Said
b. Mansûr'dan rivayet edildiğine göre; "Siz (taşlan) attıktan sonra size
güzel kokular ve (dikişli) elbiseler helâl olur"[87]
anlamındaki hadis ile İmam Ahmed'in İbn Abbâs'dan rivayet ettiği, "Cemreye
(taşlan) attıktan sonra size kadınlara yaklaşmaktan başka her şey
helaldir"[88] anlamındaki hadis-i şerif
Ebû Davud'un bu hadisini te'yid ve takviye etmektedir. İmam Ahmed'in rivayet
ettiği bu hadisin senedi hasendir.
Bilindiği gibi Akabe
Cemresine taşlar atıldıktan sonra hacılara bazı şeylerin helâl olmasına
"et-Tehallulu'l asgar-küçük tehallül" denir. "Büyük
tehallül" ise, ziyaret tavafından sonra olur.
b. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, Akabe Cemeresine taşları atan ve tıraş olan kimseye cima
ve cimâya götüren fiiller dışında ihramla ilgili her yasak helâl olur. Hanefî
ulemâsıyla İmam Şafiî, Tavus ve en-Nehâî'ye göre bu görüş geçerlidir. İmam
Ahmed'in sahih olan görüşü de budur.[89]
1979.
...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.):
"Ey Allah'ım,
traş olanlara rahmet et" demiş. Ashâb;
Ey Allah'ın Resulü,
kısaltanlara da (duâ et) demişler (Resûlullah tekrar);
"Ey Allah'ım,
traş olanlara rahmet et" demiş. Onlar da tekrar;
Ya Resûlullah, saçlarım
kısaltanlara da (dua et), demişler. Peygamber (s.a.)'de;
"Saçlarını kısaltanlarada
(rahmet et)" demiş.[90]
Ebû Davud'un
bu hadisinde Resul-i
Ekrem'in iki defa traş
olanlara duâ ettikten sonra üçüncüde saçlarını kısaltanlara duâ ettiği
ifâde edilmektedir. İmam Mâlik'den gelen rivâyetlerin pek çoğu da böyledir.
Ancak İmam Ahmed ile Buhârî'den gelen bazı rivayetlerde Resûl-i Ekrem'in üç
defa traş olanlara duâ ettikten sonra dördüncüde saçlarını kısaltanlara dua
ettiği ifade ediliyor.[91]
Her ne kadar îbn
Abdilberr "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu duayı Hudeybiye'de
yapmıştır" demiş ve Nevevî de, "sahih ve meşhur kavle göre bu dua
Veda Haccındaydı" diyorsa da Kadı İyaz: "Resülul-lah'm aynı duayı iki
yerde yapmış olması ihtimalden uzak değildir" demiştir. Hanefî
ulemâsından Aynî'nin de ifade ettiği gibi, "bu rivayetlerin arasını bulmak
için Kadı Iyaz'ın söylediği daha doğrudur", Hudeybiye'de Resûl-i Ekrem'in
saçlarını tıraş edenlere tekrar dua ettiği halde saçlarını kısaltanlara sadece
bir kere dua etmesinin sebebi ise Hudeybiye yılında Kabe'yi ziyaret maksadıyla
yola çıkan müslümanların maksatlarına erişe-meyince ihramdan çıkmak için tıraş
olmak kendilerine çok ağır gelmişti. Bu sebeple orada hazır bulunan ashâbdan
bazıları Resûl-i Ekrem'e uyarak tıraşa başladıkları halde bazıları biraz ağır
davranarak saçlarını kısaltmakla yetiniyorlardı. Bu durumu gören Peygamber
(s.a.) kendisine uymakta daha çok sür'at ve tİzilik gösterdikleri için tıraş
olanlara üç kere dua ettiği halde sadece saçlarını kesmekle yetinen kimselere
bir defa dûa etmiştir.[92]
Veda Haccında ise
Resûl-i Ekrem yanında hedy kurbanlığı bulunmayan hacı adaylarına haclarını
umreye çevirmelerini ve umreyi ifâ ettikten sonra hac yapmalarını tavsiye
etmişti. Ashabın bazıları bu tavsiyeyi hemen yerine getirirlerken bazıları
daha önceleri hac mevsiminde umre yapıldığını hiç görmedikleri için bu emre
uymakta biraz yavaş davranmışlar ve umreden sonra ihramdan çıkmak için
saçlarını sadece kısaltmakla yetinmişlerdi. Bunu gören Peygamber (s.a.) da
tıraş olanlara tekrar tekrar dua ettiği halde saçlarını kısaltanlara sadece bir
defa duâ etmekle yetindi.[93]
1. “Allah
rahmet eylesin, Allah'ım O'na rahmet eyle gibi dualar, sadece ölülere mahsus
olmayıp diriler için de yapılabilir.
2. İhramdan
çıkmak için saçları kısaltmak yeterlidir. Bunda icmâ vardır. Nitekim Resûl-i
Ekrem (s.a.) ahşabına umre yaptıktan sonra tıraş olarak veya saçlarını
kısaltarak ihramdan çıkmalarım emretmişti.[94]
3. İhramdan
çıkmak için tıraş olmak saçları kısaltmaktan daha faziletlidir. Saçlarını
kısaltmak isteyen kimse için efdal olan saçlarının tümünü kısaltmaktır.
Saçlarını başından topuz yapan veya başına yapıştıran veya örme yapan kimsenin
nasıl hareket edeceği konusu ulemâ arasında ihtilaflıdır. İmam Mâlik'e,
Şafiî'nin eski kavline, Sevrî'ye İmam Ahmed'e ve İshak'a göre bu kimselerin
saçlarını tıraş etmeleri vacibtir. Çünkü Peygamber (s.a.) "İhrama girmek
için saçım topuz yapan kimselerin tıraş olmaları vacibtir."[95]
buyurmuştur.
Hanefî ulemâsına ve
İmam Şafiî'nin yeni kavline göre ise bu kimselerin saçlarını sadece
kısaltmaları ihramdan çıkmaları için yeterlidir.
4. İhramdan
çıkmak için saçları tıraş etmek veya kısaltmak hac amellerinden bir ameldir.
Hanefî uleması ile İmam Mâlik'e ve İmâm Ahmed'in zahir olan görüşüne göre,
ihramdan çıkmak için saçları tıraş etmenin veya kısaltmanın hükmü vacibtir,
terkinden dolayı bir kurban kesmek gerekir. Şafiî ulemâsının sahih olan
görüşüne göre ise, saçları kısaltmak veya tıraş etmek bir rükündür. Terkinden
dolayı hac fasid olur, kurban kesmekle telâfisi mümkün değildir.
İmam Ahmed ile İmam
Ebû Yûsuf ve Şafiî'den gelen bir rivayete göre ise, ihramdan çıkarken saçları
kesmeyi veya kısaltmayı terketmek ihramlı için herhangi bir cezayı
gerektirmeyen bir yasağı çiğnemektir. Çünkü bu fiiller hac amellerinden
değildir ve ihramdan çıkmak için de onlara lüzum yoktur. Delilleri ise şu
hadis-i şeriftir:
Ebû Mûsâ şöyle demiş:
Resûlullah (s.a.) beni
Yemen'e göndermişti. Kendisiyle haccettiği yıl bulundum. Resûlullah (s.a.)
bana:
"Ya Ebâ Mûsâ,
ihrama girerken ne dedin?" diye sordu. Ben:
Peygamber (s.a.)'in
niyyeti gibi niyyetlenerek "lebbeyk" dedim, cevabını verdim.
"İyi etmişsin
Beyt'i tavaf et ve Safa ile Merve arasında sa'y yap sonra da ihramdan çık"
buyurdu.[96]
Görüldüğü gibi bu
hadiste Resûl-i Ekrem ihramdan çıkmak için tıraş olmanın lüzumundan
bahsetmemiştir. Onun için tıraş olmanın hac amellerinden olmadığına hükmeden
ulemâ bu hadisi kendi görüşlerine delil getirmişlerdir.
Ancak "bu
hadisteki ifadeler mücmeldir. Aslında Resûl-i Ekrem ihramdan çıkmak için
saçları kesmek veya kısaltmak gerektiğini fiili, sözleri ve takrirleri ile
açıklamıştır ve ihramdan çıkmak için tıraş olmanın gerektiği herkesçe
bilindiği için ayrıca bir daha açıklamaya lüzum duymamıştır" denilerek bu
görüşü reddetmişlerdir. Saçların kısaltılması gerektiğine hükmedenler de kendi
görüşlerinin doğruluğuna delil olarak şu hadisi gösterirler:
"Bu ihramınızdan
çıkın da Beyt'i ve Safa ile Merve'yi tavaf edin. Saçınızı kestirin."[97]
Buradaki "saçınızı kestirin" emri, vücub ifâde eder. Resûl-i Ekrem'in
saçlarını tıraş edenlere, üç defa kısaltanlara da bir defa dua etmesi bu
fiillerin hac amellerinden olduğuna delalet ettiği gibi ashab-ı kiram'ın hac ve
umrelerinde bunu hiç terk etmemeleri de bu amellerin hac amellerinden
olduklarına delâlet eder.[98]
1980. ...İbn
Ömer'den (rivayet olunduğuna göre) Resûlullah (s.a.) Veda Haccında başını tıraş
et(tir)miştir.[99]
Bu hadisi Buhârî, "Peygamber (s.a.)'le ashabından bir
cemaat tıraş oldular.
Bazıları da saçlarını
kısalttılar." anlamına gelen, lâfızlarla rivayet etmiştir.[100]
1. İhramdan
çıkarken başın tümünü tıraş etmek vacibdır. Çünkü baş denince başın tümü anlaşılır.
Nitekim İmam Mâlik ile İmam Ahmed'e ve Hanefî ulemâsından bazılarına göre
ihramdan çıkarken başın tümünü tıraş etmek vâcibtir. Hanefî ulemâsından
Aliyyü'1-Kârî bu konuda şunları söylemiştir: "Buhârî ile Müslim'de ve
bunların dışında bazı hadis kitaplarında Resûl-i Ekrem'in kaza umresinde
saçlarını kısalttığı ifâde edildiği gibi Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri de
Kur'ân-ı Kerim'inde "Ey iman edenler! Siz, Allah dilerse güven içinde,
başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i
Haram'a gireceksiniz."[101]
buyurmuştur. Bu durum ihramdan çıkarken saçları kısaltmanın caiz olduğu gibi
tıraş etmenin de caiz olduğunu gösterir. Bununla beraber saçları tıraş etmenin
kısaltmaktan daha faziletli olduğu ittifakla kabul edilmiş ve sevrî başın
tümünü kapsayacak şekilde tıraş etmekte veya kısaltmakta icmâ bulunduğunu
söylemiştir. Fakat Sevrî'nin naklettiği bu icmâ'dan maksat, sahabenin ve
selefin icmaıdır. Çünkü Resûl-i Ekrem'in ve ashab-ı kiramdan birinin başının
saçlarından bir kısmını tıraş etmekle veya kısaltmakla yetindiği
bilinmektedir.[102]
Ancak Hz. Peygamber'in bu tıraşının Veda Haccmda değil de kaza umresinde olması
ihtimali daha kuvvetlidir.[103] Hz.
Peygamber'in ihramdan çıkarken başının en azından bir kısmını tıraş
ettirdiğinde (ya da kısalttığında) şüphe olmamakla beraber, tümünü tıraş
ettirdiğinde (veya kısalttırdığında) ihtilâf bulunduğundan bir başka ifadeyle
bu ihtilaflı iki meseleyle ilgili hadislerin ortak noktasını Hz. Peygamberin
ihramdan çıkmak için 6B azından başının bir kısmını tıraş ettirmesi (ya da kısalttırması)
teşkil ettiğinden, Hanefî ulemâsının büyük bir kısmı ihramlıla-rın ihramdan
çıkabilmesi için başının en azından dörtte birini, İmam Ebû Yûsuf ise yarısını
İmam Şafiî de sadece üç kılım tıraş ettirmesinin (veya kısalttırmasının) farz,
tümünü tıraş ettirmesinin (ya da kısalttırmasının) müstehab olduğunu
söylemişlerdir. İmam Mâlik ile İmam Ahmed ise Hz. Peygamber'in Veda Haccında
saçlarının tümünü tıraş ettirdiğine (veya kısalttırdığına) dâir olan hadisleri
esas alarak ihramhnm ihramdan çıkabilmesi için başının tümünü tıraş ettirmesinin
(ya da saçlarının tümünü kısalttırmasının) farz olduğunu söylemişlerdir. Bu
ikinci görüşte olan ulemâya göre ihramhnm başım traş ettirmesini, abdestteki
başın dörtte birini meshetmek fiiliyle kıyas etmek doğru olamaz. Çünkü
"başınızı mesnedin..."[104]
âyet-i kerimesindeki "baş" kelimesinin önünde "ba'ziyyet"
ifâde eden "bi" harf-i cerri vardır.
Netice olarak ihramdan
çıkarken başının sadece bir kısmını tıraş etmekle ya da kısaltmakla yetinmeyip
tümünü tıraş etmek veya kısaltmak İmam Ahmed ile İmam Mâlik'e göre farzdır. Bu
konuda Hanefî ulemâsından İbn Humâm da İmam Mâlik'in görüşünü benimsemiştir.[105]
Hanefî ulemasına göre,
saçı olmayan kimsenin ustura veya benzeri tıraş aletini tıraş oluyormuş gibi
başının üzerinde gezdirmesi gerekir. İmam Mâlik'in meşhur olan görüşü de budur.
Çünkü Resul-i Ekrem Efendimiz "Size emrettiğim şeyleri gücünüz yettiğince
yerine getiriniz"[106]
buyurmuştur. Binaenaleyh her ne kadar başında saç olmayan bir kimsenin
saçlarını tıraş etmesi veya kısaltması mümkün değilse de tıraş âletini başının
üzerinde gezdirmesi mümkündür.
Ebû Sevr ile Nehâî'ye,
İmam Şafiî'ye ve Ahmed'e göre ise, başında saç bulunmayan kimselerin mümkün
olduğunca tıraş aletlerini başlarında gezdirmelerinin müstehab olduğunu
söylemişlerdir. Bu görüş aynı zamanda İmam Mâlik'den de rivayet olunmuştur,
İhramdan çıkarken saçlarını tıraş eden veya kısaltan bir kimsenin bıyıklarından
ve tırnaklarından alması da müstehabtır. İbn Münzir'in beyânına göre Resûl-i
Ekrem (s.a.) başım tıraş ettiği zaman tırnaklarını da keserdi.[107]
1981.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resülullah (s.a.) kurban
bayramı(mn birinci) günü Akabe Cemresine (taşlan) attı. Sonra Minâ'daki
(konak) yerine dönüp kurbanhğı(m) istedi ve (onu) kesti. Sonra berberi
çağırdı. Bunun üzerine (berber geldi, önce-Resûl-i Ekrem'in) başının sağ
tarafını tutup tıraş etti ve etrafında bulunanlara (kimisine) bir kıl (kimisine
de) iki kıl (olmak üzere kıllarını) dağıtmaya başladı. Sonra (berber
Resûlullah'ın) başının sol tarafını tutup tıraş etti. (Tıraş bittikten) sonra
(Peygamber s.a.)
"Ebû Talha burada
mı?" dedi ve (Sol kısmından tıraş edilen) saçlarını (halka dağıtmak üzere)
Ebû Talha'ya verdi.[108]
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in
Veda Haccında kestiği kurbanlıkların hepsi deve idi. Bunların içinde koyun veya
sığır cinsinden bir kurbanlık yoktu. Bu bakımdan metindeki sığır ve davar
cinsini kurban etmek anlamındaki "zebh" kelimesi, deve cinsini kurban
etmek anlamına gelen "nahr" mânâsında kullanılmıştır.Nitekim
Müslim'in Sahîh'inde ve Beyhakî'nin Sünen'inde "Zebh (Kesmek)"
kelimesi yerine "Nahr. (Boğazlamak)" kelimesi yer almaktadır.
Buhârî Sahih'inde
Resûl-i Ekrem'i tıraş eden berberin Ma'mer b. Abdullah el-Adevî olduğunu
rivayet etmiştir. Ahmet b. Hanbel'in Ma'mer b. Abdillah'dan naklen rivayet ettiği
bir hadis şu mealdedir:
Ben Veda Haccında
Resûlullah (s.a.)'le birlikte yolculuk etmiştim. Bir gece bana;
"Ey Ma'mer,
(hayvanların yüklerine sardığımız) kayışlar(da gevşeklik var, bu sebeple)
hareket ediyorlar" dedi. Ben de;
Seni hak din ile gönderen
Allah'a yemin ederim ki onu her zamanki gibi iyice bağlamıştım. Fakat benim
senin yanındaki itibarımı kıskanan birisi benim senin yanındaki yerime geçmek
için onu gevşetmiş olsa gerek, diye cevap verdim.
"Ben bunu asla
yapmam" buyurdu. Kurbanlığını Minâ'da boğazladıktan sonra bana kendisini
tıraş etmemi emir buyurdu. Bunun üzerine elime usturayı aldım varıp başında
durdum. Yüzüme iyice baktıktan sonra bana:
"Ey Ma'mer,
elinde bıçak olduğun halde Allah'ın Resulü sana kulak memelerini teslim
ediyor," dedi. Ben de:
Ey Allah'ın Resulü, bu
bana Allah'ın büyük bir lütfü ve ihsanıdır, dedim. Bunun üzerine:
"Evet, artık
şimdi senin önüne (tıraş olmak üzere) oturabilirim" buyurdu.[109]
Her ne kadar bu
berberin Harrâş b. Ümeyye b. Rabi'a olduğunu söyleyenler varsa da bu hatadan
başka bir ^ey değildir. Çünkü Harrâş Resûl-i Ekrem'i Veda Haccında değil,
Hudeybiye Musâlahasında tıraş etmiştir.
Metinde geçen
"tıraş bittikten sonra, Ebû Talha burada mıdır? dedi ve (sol kısmından
tıraş edilen) saçlarını (halka dağıtmak üzere) Ebû Talha'ya verdi" cümlesi
Müslim'in Sahih'inde; "Sonra berbere (başının) sol tarafına işaret
buyurdu, berber orasını da tıraş etti. Resûlullah (s.a.) bunu Üm-mü Süleym'e
verdi" anlamına gelen lâfızlarla rivayet olunmuştur.[110] Bu
iki rivayet arasında bir çelişki olduğu söylenemez. Çünkü Ümmü Süleym Ebû
Talha'nın karışıdır. Resûl-i Ekrem saçları Ebû Talha'ya teslim etmek üzere Ümmü
Süleym'e vermiş olabilir.
Tirmizî'nin
rivayetinde ise, "Berber tıraş etti ve kesilen saçı Ebû Talha'ya verdi.
Sonra başının sol yanını uzattı ve tıraş etmesini müteakip:
"Onu müslümanlar arasında
taksim et," buyurdu.[111]
Görülüyor ki musannif
Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem'in başının sol tarafındaki saçları
bizzat kendisinin dağıttığı, sağ tarafındaki saçları da Ebû Talha'nın dağıttığı
ifade edilirken Tirmizî'nin Sünen'inde saçların tümünü Hz. Ebû Talha'nın
dağıttığı ifâde edilmiştir. Bu iki rivayet arasında da bir çelişki yoktur.
Çünkü Resûl-i Ekrem'in saçları dağıtmasından maksat, başka birisine saçları
dağıtmak üzere emretmesidir. Çünkü "Halife yeniden bir şehir inşa
etti" denildiği zaman bu şehri bizzat kendi eliyle inşa ettiği anlaşılmaz.
Fakat Şehrin inşasını emrettiği ve başkalarına inşâ ettirdiği anlaşılır.[112]
1. Kurban kesmek
hac amellerindendir. Bir hacı adayı kurban bayramının birinci günü sırasıyla
Önce Akabe Cemresine taşları atar, sonra kurbanını keser, sonra da traş olarak
ihramdan çıkmış olur. Sözü geçen amellerin bu şekilde sıralandıklarında mezhep
imamları ittifak etmişlerdir. Ancak bu sıraya uymanın hükmü ilim adamları
arasında ihtilâtiıdır. İmam Şafiî ile Atâ, Ahmed, Ebû Yûsuf, Muhammed b.
el-Hasen ve İshak bu sıraya uymanın.sünnet olduğunu, uyulmadığı takdirde kurban
lâzım gelmeyeceğini ve sırayı terkeden kimsenin günahkâr olmayacağını söylemişlerdir.
Ulemânın büyük çoğunluğuna göre bu sıraya terk etmenin hükmünde âlim ile câhil
arasında bir fark olmadığı gibi, bile bile terkedenlerle unutarak terk eden
arasında da bir fark yoktur.
İmam Ahmed'e göre ise
unutarak terkedenle, bile bile terkeden arasında fark olduğu gibi bu amellerin
hükmünü bilerek terk eden ile. bilmeyerek terk eden arasında da fark vardır.
Bilmeyerek yahut unutarak bu sırayı terk eden kimseye bir ceza gerekmez. Bu
sıraya uymanın hükmünü bilerek veya kasten terk eden kimseler hakkına ise sözü
geçen imamdan kurban kesmesi gerektiğine dair bir rivayet bulunduğu, gibi
gerekmediğine dair de bir rivayet vardır.[113]
Mâlikî ulemâsına göre
ise, tıraş ile ifâza tavafının Akabe Cemresine taş atma işinden sonraya
bırakılması vâcibdir. Bu iki amelden birinin Akabe Cemresine taş, atma işinden
önce yapılması kurban kesmeyi gerektirir. Taş atmanın kurban kesmeye, kurban
kesmenin tıraş olmaya, kurban kesmeyle tıraş olmanın da îfâza tavafına takdim
edilmesi mendubtur.[114]
Hz. İbn Abbas, Nu'man,
İBn Mâcişûn en-Nehâî, el-Hasen eî-Basrr ve Katâde gibi ilim adamlarına göre
kurban bayramı günü yapılacak olan hac amelleri arasındaki sıraya riayet etmek
vâcibtir. İmam Şafiî de bu görüştedir. Ve Akabe Cemresine taşları atmadan ya da
kurban kesmeden önce tıraş olmak, kurban kesmeyi gerektirir. Çünkü konumuzu
teşkil eden hadisin zahiriyle İbn Abbas (r.a.)'m; "Kim hac amellerinden
birini sırasından önce yapacak veya arkaya alacak olursa, bundan dolayı
(kurban keserek) kan döksün" anlamındaki sözü buna delâlet eder. Hz. İbn
Abbâs'ın bu sözünü Tahâvî ile İbn Ebî Şeybe de Müslim'in şartı üzere sahih olan
bir senedle rivayet etmişlerdir.[115]
2. İhramdan
çıkarken güneş doğduktan sonra tıraş olmak daha faziletlidir. Çünkü Peygamber
(s.a.) kuşluk vakti Akabe Cemresine taşlan attıktan sonra traş oldu. Bununla
beraber Müzdelife gecesinde gecenin birinci yarısı geçtikten sonra tıraş olmak
da caizdir.. Hanefî ulemasıyla İmam Şafiî ve İmam Ahmed bu görüştedirler.
Mâlikî ulemâsına göre
ise, tıraşın caiz olan vakti fecrin doğmasıyla başlayıp bayram günleri sona
erinceye kadar devam eder.
Mâlik ve Ahmed'e göre
tıraşın zamanı kurban bayramı günleridir. Mekânı da Harem sınırları içerisinde
kalan sahadır. Çünkü Ma'mer b. Abdillah el-Adevfden naklen rivayet edilen,
"Resûlullah (s.a.) kurbanlığını Minâ'da boğazladıktan sonra bana
kendisini tıraş etmemi emretti."[116]
anlamındaki hadis-i şerif buna delâlet eder. Resûl-i Ekrem'in bu uygulaması
"Andolsun ki Allah Peygamberinin rü'yasının gerçek olduğunu tasdik eder.
Ey inananlar, Siz, Allah dilerse güven içinde başlarınızı tıraş etmiş veya
saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz"[117]
âyet-i kerimesindeki mutlak ifâdeyi de açıklamaktadır.
Tıraşı vaktinde
olmayarak bayram günlerinin gerisine bırakmak kurban kesmeyi gerektirir. Bu
konuda unutarak geciktiren ile bile bile geciktiren bir kimse arasında fark
yoktur. Hanefî ulemâsından Muhammed b. el-Hasan ile İmam Şafiî'ye göre vâcib
olan, tıraşın harem dâhilinde yapılmış olmasıdır. Bayram günleri içerisinde
yapılması vâcib değildir. İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur. Tıraşın
Harem dahilinde yapılması gerektiği, "Kurban yerine ulaşıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyiniz"[118]
âyet-i kerimesiyie sabittir. Çünkü bu âyet-i kerimede geçen "kurbanın
yeri" sözünden maksat, Harem-i Şeriftir. Ayrıca "Bu nişanelerde
sîzin kin belli bir süreye kadar faydalar vardır. Sonra bunlar Bey-'-i Atîk'de
son bulurlar"[119]
âyetide bunu ifâde eder. Sözü geçen ulemâya göre tıraşın bayram günlerinde
yapılmasının şart olmadığının delili ise İbn Abbâs'tan rivayet olunan şu
hadis-i şeriftir: "Adamın biri (Resul-i Ekrem'e):
Ya Resûlullah, ben
taşlan atmadan önce Kabe'yi tavaf ettim, dedi. Resûlullah (s.a.) de ona:
"Bunda bir
sakınca yoktur," buyurdu. Sonra o
adam:
Kurban kesmeden önce
de tıraş oldum, dedi. Resul-i Ekrem yine:
"Zararı
yok," diye cevap verdi. Adam:
Taşları atmadan da
tıraş oldum, dedi. Resûl-i Ekrem'de
tekrar:
"Bunda bir sakınca
yoktur," cevabım verdi.[120]
Bu hadiste Akabe
Cemresine taşlan atmadan önce tıraş olmanın caiz olduğu ifade-edildiğine göre
ve daha önce de ifade ettiğimiz gibi gecenin yansı geçtikten sonra ya da fecrin
doğmasıyla Akabe Cemresine taş atıla-bildiğine göre "bayram girmeden önce
tıraş olunabilir" demektir. Bayram çıktıktan sonra tıraş olunabileceğinin
ve bu gecikmeden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmeyeceğinin delili ise,
"Ey İnananlar! Siz Allah dilerse, güven içinde başlarınız tıraş etmiş veya
saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz.'*233
âyeti kerimesidir. Çünkü bu âyet-i kerimede Cenab-ı Hak tıraş almanın vaktini
açıkladığı halde son vaktini belirtmedi ve tıraş vakti için bir sınır koymadı.
Bu da gösterir ki bayram günlerinin dışında da tıraş olmak yeterlidir.
3. Tıraşa
tıraş olacak kimsenin sağ tarafından başlamak daha faziletlidir. Ulemânın
büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Kirmânî'nin beyânına göre, imam Ebû Hanife
tıraşa tıraş olanın sol tarafından başlamanın daha faziletli olduğu
görüşündedir. Ancak Hanefî ulemâsından Bedrüddin el-Aynî'nin beyânına göre:
"İmam Ebû Hanîfe bu görüşünü terk etmiş ve cumhûr-ı ulemânın görüşüne
dönmüştür."
4. İnsanın
saçları temizdir.[121]
1982. ...Şu
(önceki) hadis aynı senedle Hişam b. Hassan'dan da rivayet olunmuştur. (Bu
hadisi Hişam b. Hassan'dan nakleden Süfyân) dedi ki:
(Peygamber sallallahü
aleyhi ve sellem) berbere: "Sağ tarafımdan başla da (öyle) tıraş et"
buyurdu.[122]
Bu hadis ihramdan
çıkmak için tıraş olacak bir kimsenin tıraşına sağ tarafından başlamasının
sünnet olduğunu ifâde etmektedir.
Rasul-i Ekrem'in
mübarek saçlarıyla teberrük konusunda merhum Kâmil Miras Efendinin
mütelaalarım duaya vesile olması dileğiyle nakletmek istiyoruz.
"Teberrük hususu
bu hadisin kemali vuzuh ile ifade ettiği en sarih bir hükümdür. Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde İbn Sîrîn'den rivayetine göre Übeydetü's-Selmânî
hazretleri bu hadisi İbn Ömer'den rivayet ettikten sonra Resül-i Kibriya'nın
vücud-ı mukaddesinden ayrılan bir tüyü benim nazarımda yer yüzünde açık olan
ve yer altında gizli bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetlidir
ve daha sevimlidir, demiştir.
Birçok siyer ve
tabakât ulemâsının bildirdiklerine göre Halid b. Velid (r.a)'ın serpuşunda
Resûl-i Ekrem'in birkaç tane mübarek saçından mahfuz imiş. Bu cihetle bu
seyf-i ilahî hangi gazaya gitse kendisine feth-u zafer müyesser olurdu. Yine
bir çok siyere dair eserde bildirildiğine göre Ebû Talha tarafından Resûl-i
Ekrem'in, saçı dağıtılırken Halid b. Velid Resûl-i Ekrem'in mübarek
nâsiyesinden ayrılan mübarek saçından verilmesini tenbih ve rica etmişti. Ebû
Talha da Halid'in bu ricasını isaf ederek Resul-i Ekrem tıraş olurken dikkatle
ayırıp Halide vermişti. Hazret-i Halid'in serpuşunda muhafaza ettiği rivayet
edilen şa'r-i Nebevî bu olacaktır. Bu büyük İslâm dilâveri pek'iyi bilmişti ki
Resûl-i Kibriya'nın makdem-i nâsiyesine münâsib olan feth-u zaferdir, her
müşkülün suhuletle iktihamıdır. Bize bildirirken bir vecd-i dinî ve aşk-ı
Muhammedi ile Resûl-i Zîşânın bir tüyü ile veya herhangi bir. âsar-ı
Muhammedi'ye ile teberrük, anam, babam ve bütün varlığım ve hayatım feda olsun,
diye arzı tazîmat ediyor.
İşte eslâf-ı
izamımızın bu menâkıb ve meâsirine ağlayarak tercüman olurken secde-i tazime
kapanır şu naçiz kalemim: "Ey Resul-i zîşanımız! Eslâfımızın meâsirine
tercüman olurken senin mübarek bir kılına feda edecek bir armağana mâlik
değilim ki ben de onu feda edeyim. Elimdeki şu aciz kalem içinde yalnız Ravza-i
Tahirene zerrat adedince salât-u selâm ithaf ederek arz-i tazimat
ediyorum."[123]
1983. ...İbn
Abbâs (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Minâ'da Peygamber (s.a.)'e (hac
amellerinden bazısının yeri değiştirilerek takdim veya te'hir edilmesiyle
ilgili bazı sorular) sorulmuş da (Resûl-i Ekrem):
"Zararı yok"
diye cevap vermiş. Bir adam:
Ben kurban kesmeden
önce tıraş olmuşum, diye sormuş. O'na da:
"Kes zararı
yok" diye cevap vermiş. (Aynı adam) hemen arkasından:
Güneş battı (bense
hâlâ Akabe Cemresine taşlan) atamadım, dedi. (Resûl-i Ekrem Efendimiz de);
"(Taşlarını şimdi)
"at, zararı yok" buyurdu."[124]
Bu hadis-i şerif bayramın birinci günü yapılacak
olan Akabe Cemresine taş atma, kurbân kesme ve tıraş olma fiilleri arasında
tertibe riâyet etmek gerekmediği görüşünde olan kimselerin delilidir. Bu
görüşte olan kimselere göre Resûl-i Ekrem yapılması gereken ve terki günahı1
mucib olan bir amelin terkine müsaade etmeyeceği ve bu konuda unutmanın ve
cehaletin bir mazeret sayılamayacağı bilinen bir gerçektir. Binaenaleyh kurban
bayramının birinci günü Resûl-i Ekrem'in kurban kesmeden önce tıraş olan bir
kimseye "bunun bir zararı yoktur" diye cevap vermesi ve Akabe Cemresine
güneş battıktan sonra taş atmakta bir sakınca görmemesi bu ameller arasındaki
sıraya riâyet etmenin yâcib olmadığını göstermektedir.
Kurban bayramının
birinci günü yapılacak hac amelleri arasındaki sıraya riâyetin vâcib olduğu
görüşünde olanlara göre ise bu hadiste geçen "zararı yok" sözü
"günah yoktur" anlamında kullanılmıştır, "fidye yoktur"
anlamında değildir.
Ancak birinci görüşte
olan kimseler, fidye gerekmediği gibi bu ameller arasındaki sıraya riayet
etmek de gerekmez. Çünkü eğer tertibe riâyeti terkden dolayı fidye gerekseydi,
Resûl-i Ekrem'in bunu açıklaması gerekirdi. Zira Hz. Peygamberin ihtiyaç
duyduğu anda açıklama yapması Peygamberlik görevidir. Bu beyânı te'hir etmesi
caiz değildir, diyerek kendi görüşlerini savunmuşlardır ve ayrıca Beyhakî'nin
rivayet ettiği şu hadisi de kendi görüşlerinin doğruluğuna delil
getirmişlerdir: Adamın birisi,
Ben kurbanı kesmeden
önce tıraş oldum, dedi. Resu!-i Ekrem'de,
"Zararı yok"
buyurdu. Bir diğeri,
Ben de (Akabe
Cemresine taşlan) güneş battıktan sonra attım, dedi. Resul-i Ekrem'de:
"Zararı
yok", buyurdu. Hasılı o gün kendisine birşey sorulup da "zararı
yok" demekten başka bir şey söylediğini bilmiyorum.[125]
Her ne kadar bayram
günü yapılacak hac amelleri arasındaki sıraya uymanın vâcib olduğu görüşünde
olan ilim adamları, senedinde İbrahim b. Tahmân olduğu için bu hadisin zayıf
olduğunu söylemişlerse de, aslında konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi
Beyhakînin bu hadisini teyid ettiği için onu zayıflıktan kurtarıp hasen
derecesine çıkarmaktadır.
Sözü geçen ameller
arasındaki sıraya uymanın vacib olduğu görüşünde olan Hanefî ulemâsı ve
taraftarları: "Resûlullah (s.a.)'ın "zararı yok" sözünü,
"Yaptığınızdan dolayı size bir günah yoktur. Çünkü, siz bunu kasten değil,
bilmeyerek yapmışsınızdır" mânâsına te'vîl etmişlerdir. Nitekim
Resûlullah (s.a.)'e soran zatın "bilmiyordum" demesi de bu te'vili
te'yid eder.
Tahâvî'nin sahih bir
isnadla tahric ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Resûlullah
(s.a.)' haccı esnasında bir adam kendisine sual sorarak:
Ben şeytan taşladım ve
tavaf-ı ifazamı yaptım, fakat unuttum, da tıraş olmadım, dedi. Peygamber
(s.a.):
"Tıraş oluver,
/aran yok," buyurdu. Sonra bir adam daha gelerek:
Ben şeytan taşladım,
tıraş oldum, ama kurban kesmeyi unuttum, dedi. Resûlullah (s.a.):
"Kurbanım kes,
zararı yok" buyurdular.[126]
Bu rivayet gösteriyor
ki, Allah Teâlânın bu zevattan affettiği günah, unutmaları ile bilmemelerinden
ileri geliyormuş. Çünkü soranlar bedevilerdir. Hac ibadetlerini bilmiyorlardı.
Resûlullah (s.a.) onlara unutmaları ve cehaletleri sebebiyle yaptıklarından
dolayı günah olmadığını anlatmak istemiştir. Yoksa muradı bundan sonra da bu
şekilde hareket etmeniz mubahtır demek değildir.
Konumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisi iki mühim meseleyi ihtiva eder:
a. Kurban
kesmeden önce tıraş olma meselesi
b. Akabe
Cemresine taşlan geceleyin atma meselesi.
Birinci meseleye
gelince, İmam Mâlik ile İmam Şafiî'ye, İmam Ahmed'e ve ulemânın büyük
çoğunluğuna göre kurbanı kesmeden önce tıraş olan kimseye herhangi bir ceza
lâzım gelmez. Eğer bu kimse hacc-ı kıran yapıyor idiyse, İmam Züfer'e göre iki,
İmam Ebû Hanife'ye göre ise, bir kurban kesmesi gerekir. İmam Ebû Yûsuf ile
Muhammed'e göre ise, bu kimseye hiçbir ceza lâzım gelmez.[127]
İkinci mesele: Akabe
Cemresine atılacak taşlan güneşin doğmasından zeval vaktine kadar olan süre
içerisinde atmanın sünnet olduğunda, bir başka tâbirle bu taşları atmak için
muhtar olan vaktin, güneşin doğmasından zeval vaktine kadar devam eden süre
olduğunda icma vardır. Sözü geçen taşların bayramın birinci günü güneş batmadan
önce atılması -eğer müstehab olan vakte isabet etmemişse- mubahtır. Geceleyin
atmaksa, mekruhtur. Bu hareketi işlemekten dolayı kurban kesmek gerekmez. İmam
Ahmed'e göre ise, sözü geçen taşlar ertesi gün güneş batıya kayıncaya kadar
atılamaz. Diğer ulemânın bu konudaki görüşlerim 1971 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde açıkladığımız için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[128]
1984. ...İbn
Abbâs (r.a.) demiştir ki: Resûlullah (s.a.)
“kadınlara tıraş olmak
gerekmez. Kadınlara gereken sadece (saçları) kısaltmaktır." buyurdu.[129]
İhramdan çıkarken
kadınların saçlarını kısaltmaları vacibtir. Hanefî ulemâsına ve İmam Şafiî'ye
göre kadınların başlarını tıraş etmeleri mekruhtur. Çünkü tıraş olmak kadınlar için
bid'attir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, kadınların tıraş olmaları
haramdır. Onyedi yaşında bir kîz çocuğu başını tıraş etmeye kalkışacak olsa
velisinin buna engel olması gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) kadının başını tıraş etmesini yasaklamıştır. İmam Tirmizî bu hadisle
ilgili olarak "ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir. Kadının saçlarını
kestirmesi gerektiği konusunda değil, ancak kısaltması gerektiği
görüşündedirler" diyor.[130]
Şâfiî ulemasından İmam
Nevevî'ye göre ise, kadının başını tıraş etmesi ihramdan çıkmak için yeterli
olmakla beraber bir isâettir. Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre
kadınlar ihramdan çıkmak için başın iki tarafında bulunan ön çıkıntılar üzerine
gelen saçların uçlarından parmak ucu kadar kısaltırlar. İmâm Mâlik'e göre başın
her iki tarafında bulunan saçların tümünün ucundan birazcık kısaltırlar.
Saçların bir kısmını kısaltıp da bir kısmını bırakmak caiz değildir.
Ancak bütün bu
hükümler başında bir rahatsızlığı bulunmayan kadınlar içindir. Başından
rahatsız olan bir kadın gerektiğinde başını tıraş edebilir.[131]
1985. ...İbn
Abbas (r.â.)'dan; demiştir ki: Resulullah (s.a.); "Kadınlara tıraş olmak
gerekmez. Kadınlara gereken sadece saçlan kısaltmaktır" buyurdu.[132]
Bu hadisle ilgili
açıklama önceki hadiste geçtiğinden tekrar lüzum görülmemiştir.[133]
Umre, kelime olarak
ziyaret manasına gelir. İstılahta ise istendiği zaman yalnız Kabe'yi tavaftan
ve Safa ile Merve tepelerinin arasında sa'y etmekten ibârcl olan ibadete denir.
Buna küçük hac da denmektedir. Umre senenin her mevsiminde yapılabilir. Yalnız
Arafe günü ile kurban bayramının dört gününde yapılması mekruhtur. Ramazan'da
yapılması ise menduptur. Fahr-i Kâinat efendimiz umre hakkında "Umre
kendisiyle diğer umre arasında işlenecek günahlara keffârettir."[134]
buyurmuştur.
Ulemâ umrenin meşru
olduğunda ittifak etmişler. Bununla beraber hükmünde ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikîlerin meşhur olan kavline ve HanefîIerin muhtar olan görüşüne göre, umre
yapmak s ün not-i müekkededir. Hanefî ulemâsından bazıları da umrenin vâcib
olduğunu söylemişler. Hanefî ulemâsından Kâsânî de umrenin sadaka-i fıtr gibi
vâcib olduğunu söylemiştir.[135]
Bazıları da "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem'e; "umre vâcib
midir?" diye soruldu da
"Hayır, ne var ki,
umre yapmaları daha faziletlidir," cevabını verdi.”[136]
hadisini delil
getirerek farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Her ne kadar bu hadisin
senedinde el-Haccâc b. Ertat varsa da bu hadis Ubeydullah b. el-Muğîre
tarikiyle de rivayet olunduğu için[137]
zayıflıktan kurtularak ha-sen dereceye yükselmiştir.
İmam Şafiî ve İmam
Ahmed'isı meşüsur olan görüşüne göre umre farzdır. Ayrıca Ömer b. el-Hattâb,
İbn Abbâs, Zeyd b. Sabit, İbn Ömer, Said b. el-Müseyyeb Said b. Cübeyr, Atâ,
Tâvûs, Sevrî ve İshâk da bu görüştedirler. Bu görüşte olan ulemânın delillerini
şöylece sıralamak mümkündür:
a. "Başladığınız
hac ve umreyi Allah için tamamlayın.”[138]
Karinelerden soyutlanmış olarak gelen Mutlak emir farziyyet ifâde ettiğine
göre buradaki "umreyi Allah için tamamlayın" emri; umrenin farz
olduğunu gösterir. Ayrıca bu âyet-i kerimede "umreyi tamamlayınız"
emri, "Hacci tamamlayınız" emri üzerine atfedilmiştir. Atfedilen
(ma'tûf) ile üzerine atfedilen (ma'tüfun-aleyh)'in hüküm bakımından eşitliği
herkesçe kabul edilen bir esas olduğuna göre umrenin de hac gibi farz olduğu
anlaşılır. Ancak bu deliller "Bu âyet-i kerime başlanılmış olan hac ve
umreyle ilgilidir; zikredilen kaideler ise, henüz kendisine başlanılmamış olan
ibâdetlere ait emirlerle ilgilidir," denilerek reddolunmuştur.
Gerçekten İslâm'ın beş
şartı arasında umrenin bulunmayışı da onun farz olmadığını ortaya koymaktadır.
Ayrıca "Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi haccetmesi
gereklidir."[139]
âyet-i kerimesinde umre emrinin bulunmayışı da yine bu gerçeği te'yid eder.
b. Umrenin
farz olduğunu savunan ulemânın ikinci delilleri de şu hadis-i şeriftir:
"Âmir oğullarından bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem'e
gelerek":
Ya Resûlullah! Babam
yaşlı bir adamdır, ne hac ne de umre de yolculuk yapabilir, dedi. Resûl-i
Ekrem de:
"Babanın yerine
haccet ve umre yap," buyurdu.[140]
Beyhâkî'nin ifâdesine göre Müslim b. Haccâc bu hadis hakkında şöyle demiştir:
"Ben Ahmed b. Hanbel'i:
Umre'nin farz olduğuna
delalet eden bundan daha güzel bir hadis görmedim, derken işittim." Fakat
bu görüş, "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bu sözünde umrenin
farz olduğuna delâlet eden bir ifâde yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.)
Efendimiz, babası hac ve umre yapmaktan âciz kalan bir oğula babasının yerine
hac yapabileceğini söylemiştir. Bir kimsenin babasının yerine hac ve umre
yapmasının farz olmadığında ise, icmâ vardır;-gerekçesiyle reddedilmiştir.
Bütün bu
anlattıklarımızdan umrenin farz değil, sünnet olduğu anlaşılır. Çünkü
"asi olan berâet-i zimmettir."[141]
Binaenaleyh kişinin bir işle mükellef olduğuna dair açık bir delil bulunmadıkça
o işle mükellef olduğuna hükmedilemez. Dolayısıyla hakkında delil bulunmadığı
için bir kimsenin babasının yerine haccetmekle ya da umre yapmakla mükellef olduğuna
hükmedilemez. Ayrıca umrenin farz olduğunu iddia edenlerce delil olarak ileri
sürülen; "biz birgün Resûlullah sallallahü aleyhi vesellemin yanında
otururken bir adam gelerek:
Ya Muhammed İslâm
nedir? diye sordu Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de:
"Allah'dan başka
ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet etmen ve Beyt'i
haccedip umre yapmandır”[142]
anlamındaki hadis de bu konuda delil olarak gösterilemez. Çünkü bu hadis umrenin
farz olmadığını kesinlikle ifâde eden sahih hadislere aykırıdır ve bu hadisin
daha kuvvetli olan rivayetlerinde "umre etmendir” sözü yoktur.
Zeyd b. Sâbit'in
rivayet ettiği "Hac etmek ve umre yapmak farzdır"[143]
anlamındaki hadis ise senedinde İsmail b. Mûsâ el-Mekkî bulunduğu için
zayıftır.
Atâ b. Ebî Rebâh'm
Câbir b. Abdillah'dan rivayet ettiği, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
"hac ve umre farzdır" buyurdu.[144]
anlamındaki hadisi de senedinde İbn Lehîâ olduğu için zayıftır ve delil olma
niteliğinden uzaktır.
Umre konusunda
musannif Ebû Davud'un temas etmediği üç meseleye temas etmekte fayda
görüyoruz:
1. Haccın
mîkatleri umrenin de mikatleridir. Hac için nerelerde ihrama girilirse, umre
için de oralardan ihrama girilir. Ancak Mekke'de bulunanlar Harem bölgesinin
dışına çıkarak hill bölgesi için ci'râne veya Ten'-im mevkilerinden ihrama
gireler. Biz bu konunun ayrıntılarını 1737-1742 numaralı hadislerin şerhinde
açıklamış bulunmaktayız.
2. Hanefî
ulemâsına göre Umrenin şartları dörttür:
a. İhram:
İhram haccı veya umreyi veya her ikisini eda için mübâh olan şeylerden
bazılarını nefsine geçici olarak haram kılmak, onları yapmaktan sakınmak
demektir ki hac veya umre için ya da her ikisine birden niyyet etmek ve
"Lebbeyk Allahümme lebbeyk" diye telbiyede bulunmakla olduğu gibi
niyyetle birlikte telbiye yerine geçen bir zikir veya kurbanlık bedeninin boynuna
tasma takmakla da olur.[145]
İhrama girmek Hanefî mezhebinin dışında diğer mezheblere göre umrenin şartı
değil, rüknüdür.
b. Kabe'yi
tavaf: Hanefîlere göre bunun dört şavtı, İmam Şafiî, Mâlik ve Ahmed'e göre ise
tavafın yedi turu da umrenin rüknüdürler. Hanefilere göre kalan üç şavt ise,
vâribtir.
c. Safa ile
Merve arasında ps'y: İmam Şafiî iîe İmâm Mâlik ve Ah-med'e göre Safa ile Merve
arasında sa'y yapmak umrenin rüknüdür. Hanefî ulemâsına göre ise, umrenin
vâciblerindendir. Çünkü Abdullah b. Ebî Evfâ şöyle demiştir: "Resûiullah
(s.a.) umre yapmaya niyet etti. Mekke'ye gelince Beyt-i Şerîfi tavaf etti. Bsz
de tavaf ettik, sonra sa'y yapmak üzere Safa iîe Merve'ye geldi, onunla
birlikte biz de Safa ile Merve'ye geldik."[146]
d. Tıraş
olmak: Tıraş olmak veya saçları kestirmek, Şafiî mezhebine göre umrenin bir
rüknüdür. Şafiî mezhebinin dışındaki diğer mezheblere göre ise urrrcr.iu
vâciblerindendir. Çünkü îbn Abbas (r.a.), Hz. Muavi-ye'nin bir umre esnasında
Merve tepesi üzerinde Resûlullah (s.a.)'ın saçlarını makasla kısalttığını
söylemiştir.[147]
e. Umrenin
rükünleri arasındaki sıraya ResuM Ekrem'in riâyet ettiği gibi riâyet etmek,
Şafiî mezhebine göre rükün, diğer mezheblere göre vâcibîir.
3. Umrenin
vâciblerî ve sünnetleri, ihramda, tavafta ve sa'yde aynen haccın vâcibleri ve
sünnetleri gibidir. Ancak umre ile hac arasında bazı farklar vardır. Şöyleki:
a. Haccın
farz olduğunda ittifak olduğu halde umrenin farz olduğunda ittifak
yoktur. .
b. Hac için
muayyen bir zaman bulunduğu halde, umre için tahsis edilmiş bir zaman yoktur.
Arafe günü ile kurban bayramının dört günü dışında senenin her gününde umre
yapılabilir.
c. Hacda
bulunan Arafat'ta ve Müzdelife'de vakfe yapma, Minâ'da şeytan taşlama, hutbe okuma,
kudüm ve Veda tavafları gibi fiiller umrede yoktur.[148]
1986. ...İbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) haccetmeden önce umre yaptı.[149]
Bilindiği gibi Fahr-i
Kâinat Efendimiz vedâ Haccından önce uç defa umre yapmıştır:
1. Hicretin
altıncı senesinde niyyetlenip yola çıktığı halde müşriklerin kendilerine engel
olması üzerine yarım kalan Hudeybiye umresi,
2. Hicretin
yedinci senesinde yaptığı Kaza Umresi,
3. Mekke'nin
fethinden sonra hicretin sekizinci senesinde yaptığı Ci’rane umresi. Bu
umrelerin hepsi de zülka'de ayında olmuştur.[150]
Haccetmeden önce
senenin bütün günlerinde umre yapmak caizdir. Hacdan sonra senenin bütün
günlerinde umre yapmak da# öyledir. Çünkü Câbir b. Abdullah (r.a.)'ın rivayet
ettiği: Âişe (r.anha) hayız olmuştu. (Bu haliyle) Beyt'i tavafın dışında bütün
hac amellerini yaptı. (Hayz'dan) temizlenince Beyt-i Şerifi de tavaf etti ve;
Ya Resûlullah sizler
hem hacc, hem de umre yapmış olarak dönüyorsunuz. Bense sadece hac yaparak
dönüyorum, dedi. Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem) Abdurrahman b. Ebî Bekr'e Hz.
Âişe'yi, -umre için ihrama girmek üzere- Ten'im'e götürmesini emretti (Hz.
Âişe de bu suretle) hacdan sonra Zilhicce ayında umre yaptı,[151]
anlamındaki hadis-i şerif bunu ifâde etmektedir. İmam Mâlik ile İmam Şafiî,
Ahmed ve ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler. İmam Ebû Hanîfe (r.a.)'e
göre ise, Arafe günü ile kurban bayramının dört gününde umre yapmak mekruhtur.
Bu günlerin dışında senenin bütün günlerinde umre yapmak caizdir. Çünkü İbn
Abbâs (r.a.): "Arafe günü, kurban bayramın birinci günü ve (onu takibeden)
teşrik günleri hâriç bu günlerden önce veya sonra istediğin günde umre
yapabilirsin,[152] demiştir.
İmam Ebû Yûsuf'a göre
ise, Arafe günü ile onu takibeden üç günde umre yapmak mekruhtur. Bugünlerin
dışında senenin bütün günlerinde umre yapılabilir. Çünkü Hz. Âişe: "Arafe
günü kurban bayramının 1. günü ve onu takibeden iki gün hâriç senenin bütün günlerinde
umre yapmak caizdir" buyurmuştur.[153]
Ancak beyhakî bu
hadisin mevkuf olduğunu söylüyor-ve "Şafiî ulemâsına göre bu hadiste
belirtilen yasaklar o günlerde hac yapmakla meşgul olan kimseler içindir. O
günlerde hac ibadetiyle meşgul olmayan kimselerin umre yapmasında bir sakınca
yoktur." diyor.[154]
Umrenin en faziletli
vakti ise, ramazan ayıdır.
Resûl-i Ekrem
câhiliyye çağından kalma "Hac mevsiminde umre yapılamayacağı"
inancını yıkmak için umresini hac mevsiminde yapmıştır. Böyle bâtıl bir inancı
yıkmaya yönelik olan bu davranışın önem ve faziletini belirtmeye ihtiyaç
yoktur.[155]
1987. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Vallahi Resûlullah (s,a.) sadece şirk ehline ait
bir işi ortadan kaldırmak maksadıyla Aişe'ye Zilhicce ayında umre yapması için
izin verdi. Çünkü şu Kureyş kabilesiyle onların yolunda olan kimseler;
"Hac yolculuğunda yüklerin ağırlığından dolayı dökülen (develerin
sırtındaki) yünler (hacdan döndükten sonra yeniden çıkıp) çoğaldığında ve (hac
yolunda develerin sırtında ya da ayaklarında açılan) yara(lar) iyileştiğinde ve
Safer ayı geçtiğinde umre yapmak isteyene umre helâl olur" derlerdi ve
Zilhicce ayıyla Muharrem ayı çıkıncaya kadar umre yapmayı haram
sayarlardı."[156]
Ahmed b. Hanbel
(r.a.)'ın Müsned'inde Resûl-i Ekrem'in Hz. Aışe ye umre yapma iznim Zilhicce
nın 14. gecesinde, yani hacıların Mekke'ye dönerlerken Muhassab'da
geçirdikleri gecede verdiği ifade edilmektedir.[157]
Bilindiği gibi Resul-i
Ekrem (s.a.) Efendimiz Veda Haccında Zilhicce'nin onuna rastlayan cumartesi
günü bayram sabahı Minâ'ya varmıştır.
Cemre-i Akabe'de
taşlan attıktan sonra aynı gün Mekke'ye dönmüş, zevalden önce Beyt-i Şerifi
tavaf ederek yine aynı gün Minâ'ya gelmiş ve orada cumartesinin kalan kısmıyla
Pazar, Pazartesi ve Salı günlerini geçirmiştir. Teşrik günlerinin sonu olan ve
Zilhiccenin on üçüne rastlayan Salı günü öğleden sonra el-Muhassab'a gelmiş
öğle namazını kılmış ve Çarşamba gecesini orada geçirmiştir. İşte Resul-i
Ekrem'in Hz. Âişe'ye umre yapması için izin vermesi Zİlhicce'nin on üçüncü
gününe rastlayan Sah'yı, on dördüne rastlayan Çarşamba'ya bağlayan gecede
olmuştur.
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi Câhiliyye döneminde halk hac mevsiminde umre yapmayı çok çirkin
ve iğrenç bir hadise sayarlardı. Resul-i Ekrem bu batıl inancı kökünden
kazıyarak yerine gerçek hac ve umre anlayışını yerleştirmek maksadıyla Veda
Haccında ashabım hacla birlikte umreyi de yapmaya teşvik etmiştir. Bu hadise
Buhârî'nin rivayetinde şöyle anlatılıyor: Hz. Âişe demiştir ki:
Biz Resülullah
(s.a.)'la beraber hac aylarında hac gecelerinde hac zamanlarında (Medine'den)
çıktık ve (Mekke'nin hududu olan) "Şerif mevkiine indik. Resul
aleyhisselâm (çadırından) çıkıp ashabına;
"Sizden her kimin
beraberinde hedy (kurbanı) yoksa ve haccını umreye tahvil etmek isterse, o
(haccını feshedip) umre yapsın. Bir kimsenin de beraberinde hedy varsa, o da
haccını umreye tahvil etmesin", buyurdu. Hazret-i Âişe demiştir ki: .
Bu tâlim-i Nevevî
üzerine ashabtan umreyi iltizam edenler de oldu, terk edenler de bulundu. Yine
Âişe-i Siddîka demiştir ki:
Fakat Resülullah
(s.a.) ile ashabından -imkân sahibi olan- bir kısmının hedyleri de kendi
yanlarında idi. Bunlar (kârın olduklarından haccı feshe) umreyi iltizama
muktedir değillerdi. (Bundan sonra Hz.) Âişe hadisin geri kalan kısmım da
zikretti. Resülullah (s.a.) ashabına bu emri verdikten sonra (çadıra) benim
yanıma geldi. Beni ağlar buldu. Resûl-i Ekrem:
"Vay ahmak! Ne
ağlıyorsun?" buyurdu, ben de:
Ashabına söylediğin
sözünü işittim. (Demek ki) ben umreden (tavaf ve sa'y edemeyerek) menolundum,
dedim. Resûl-i Ekrem:
"Nen var?"
diye sordu. Ben:
Namaz kılamam, dedim.
Resülullah:
"Zararı yok, Sen
de Âdem kızlarından bir kadınsın. Allah onlar için ne takdir ettiyse sende onu
görüyorsun. Sen hacca niyetinde sabit ol, Allah sana umreyi de nasib eder,
buyurdu. Hz. Âişe (r.anhâ rivayetine devam edip) demiştir ki:
Resûl-i Ekrem'in bu
Veda Haccında Arafat'a çıktık. Nihayet Minâ'ya geldik. Artık temizlenmiştim.
Sonra Minâ'dan çıktım (Mekke'ye gelip) tavaf-ı ifâzayı yaptım. Yine Âişe (devam
edip) demiştir ki: Sonra Minâ'dan ikinci dönüşte Resûlullah (s.a.) ile yola
çıktım. Resûl-i Ekrem "Muhassab" mevkiine geldi ve oraya indi. Biz de
birlikte oraya indik. Resûl-i Ekrem (kardeşim) Abdurrahman b. Ebi Bekr'i
çağırdı- ve:
“Haydi kardeşinle
Harem'den çık, (ve Hıll ile Harem arasında) umre niyeti ile ihramla (tavaf ve
sa'y ettikten) sonra ihramdan çıkınız ve hemen buraya geliniz. Ben sizi burada
yanıma gelene kadar bekliyorum" buyurdu. Hz. Âişe yine diyor ki; Kardeşim
ile beraber (huzurdan) çıktık ihramlanıp tavaf ve sa'y ettikten sonra seher
vakti huzur-ı Nebevî'ye girdim. Bana:
"Nasıl umreyi
bitirdiniz mi?" buyurdu. Ben de:
Evet, bitirdik, dedim.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ashabına Medine'ye doğru yollanmalarını ilân etti.
Halk fevc fevc yola koyuldu. Resûl-i Ekrem de Medine'ye müteveccihen yürüdü.[158]
Buhadisle ilgili açıklamayı 1781 numaralı hadisin açıklamasında verdiğimizden
burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Metinde geçen "afâ"
kelimesi "çoğaldı" anlamına gelir. Nitekim "Sonra kötülüğün
yerine iyiliği koyduk, öyle ki, çoğalıp "Babalarımız da darlığa uğramış bolluğa
kavuşmuşlardı" dediler."[159]
âyeti kerimesinde de bu manada kullanıldığı gibi: Gerçekten Resûlullah
sallallahü aleyhi vesellem bıyıkların kesilmesini ve sakalların bırakılmasını
emretti.[160] anlamındaki hadis-i
şerifte de bu anlamda kullanılmıştır ki "Hac yolunda dökülen develerin
yünlerinin yeniden çıkıp çoğalması" kasd edilmektedir.
"Deber"
kelimesi ise hac yolculuğu esnasında develerin sırtında veya ayaklarında açılan
yara demektir ki, denilince, "develerin yarası iyileşti" manası
anlaşılır.
Arablar yegâne geçim
kaynakları olan soygunculuk ve vurgunculuğa çıktıkları aya "Safer"
ismini vermişlerdir. Çünkü bu ayda çapulculuğa çıkarken evlerini bomboş
bırakırlardı. Yahut da soydukları kimseleri elleri bomboş bıraktıkları için bu
aya Safer ismini vermişlerdi.[161]
1988.
...Mervan'ın Ümmü Ma'kü'a gönderdiği elçisinin haber verdiğine göre, Ümmü
Ma'kıl demiştir ki: Ebû Ma'kil Resûlullah (s.a.)'le hacca gitmeye kesin karar
verdi. Ebu Ma'kıl gelince, Ümmü Ma'kıl (kocasına hitaben)
Biliyorsun ki benim
üzerimde bir hac görevi var, dedi. (Durumu Resûl-i Ekrem'e arzetmek üzere
kalkıp ikisi birden) yürüyürek gittiler ve (Resûlullah'ın) yanına girdiler
(Ümmü Ma'kıl):
Ya Resûlullah: Benim
üzerimde bir hac görevi var. Ebû Ma'kıl'm da genç bir devesi var, dedi. Ebû
Ma'kıl da:
Evet, doğru söyledi,
(ama) ben onu Allah yoluna vakfettim. (Binaenaleyh onunla hacca gitmesi mümkün
olmasa gerek) dedi. Resûlullah (s.a.) da:
"Sen onu O'na ver
de onunla hacca gitsin. Çünkü (onunla hacca gitmek de) Allah yolunda (bir
amel)dir" buyurdu. Bunun üzerine. Ebû Ma'kıl deveyi O'na verdi. Ancak Ebû
Ma'kıl'ın ölümü sebebiyle Ümmü Ma'kıl o sene hacca gidemedi. (Resül-i Ekrem hacdan
döndükten sonra Ümmü Ma'kil);
Ya Resûlullah, ben
ihtiyarlamış ve hastalanmış bir kadınım. Benim için (bu sene kaçırmış olduğum)
haccımın yerine geçecek bir amel var mıdır? diye sordu. (Resûl-i Ekrem de):
"Ramazanda
(yapılan),umre bir hac yerine geçer" buyurdu.[162]
Ahmed b. Hanbel'in yine Ebû Bekr b.
Abdurrahman' dan (şöyle) dedi(ği
rivayet olunmuştur):
"Ben Mervân ile
gidenler arasında Ümmü Ma'kıl'a varıp bu hadisi bizzat kendisinden dinledim”[163]
şeklindedir. Görüldüğü gibi Ebtt Davud'un Siinen'inde bu hadisin Mervân'm
elçisi tarafından nakledildiği ifâde edildiği halde Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde Ebû Bekr b. Abdurrahman'm bu hadisi bizzat kendisinin Ümmü Ma'kıl’dan
aldığı ifâde ediliyor. Her ne kadar görünüşte bu iki rivayet arasında bu
çelişki (var gibi ise) de, aslında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü Ebû Bekr b.
Abd'irrahman, bu hadisi önce Mervan'ın elçisinden Mervan'a naklettiği sırada
işitmiş ve bu hadise fevkalâde ilgi duyduğu için Ümmü Ma'kıl'ın ağzından
duymak isteyen Mervan'la birlikte, gidip bir de Ümmü Ma'kıl'dan dinlemiş
olabilir
Ahmed b. Hanbel'in
diğer bir rivayetinde de Ebû Bekr b. Abdurrahman' ın bu hadisi Ma'kıl b. Ebî
Ma'kıl'dan naklettiği ifâde ediliyor. Bu rivayetin de daha önce bahsettiğimiz
Ahmed b. Hanbel'in rivayetine aykırı yönü olmadığı gibi konumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisine de aykırı tarafı yoktur. Çünkü Ebu Bekr b. Abdirrahman'ın bu
hadisi bir kere Mervan'ın elçisinden bir kere Ümmü Ma'kıl'ın bizzat
kendisinden bir kere de Ümmü Ma'kıl'ın oğlu Ma'kıl'dan dinlemiş olması
mümkündür.
Bir numara sonra
gelecek olan hadis-i şeriften anlaşılacağı gibi Ümmü Ma'kıl Resûl-i Ekrem'le
birlikte hac yapmanın ecr ve sevabını düşünerek Veda haccı yılında Fahr-i
Kâinat Efendimizle hacca gitmek istemiş, fakat yolculuk için bir vasıta
bulamamış. Kocası Ebû Ma'kıl'dan devesini istemişse de o; "ben onu (devemi)
Allah yoluna vakfettim, sana ödünç olarak vermem, doğru olmaz" diyerek
onun bu isteğini reddetmiştir. Bunun üzerine Allah yolunda vakfedilen bir
deveyle hacca gitmenin caiz olup olmayacağını sormak üzere Hz. Peygamberin
huzuruna gitmişler. Resul-i Ekrem de; "O deveyle hacca gitmenin de Allah
yolunda bir iş olduğunu" söyleyince, Ebu Ma'kıl; "Allah yolunda
yapılan işin sadece cihaddan ibaret olmadığım, hacca gitmenin de Allah yolunda
bir amel olduğunu" öğrenmiş ve devesini üzerinde hacca gidip gelmek üzere
karısı Ümmü Ma'kıl'a vermiştir.[164] Fakat
o sene Ebû Ma'kıl vefat etmiş[165]
zâten ihtiyar olan Ümmü Ma'kıl da hastalanıp hacca gidememiştir. Nihayet Veda
Haccın-dan dönen Fahr-i Kâinat Efendimize durumunu arzetmek üzere varıp;
Ya Resûlullah ben
ihtiyar ve hasta bir kadınım (bu sene seninle hac yapmaya muvaffak olamadım)
acaba bu kaçırmış olduğum haccın yerini tutacak bir amel var mıdır? diye
sormuş. Resûl-i Ekrem de;
"Ramazan ayında
yapılan umre bir hacca bedeldir" buyurmuştur.
Ramazan'da yapılan
umrenin hacca bedel olması, konusunda Tirmizî şunları söylüyor: "İshak b.
Rahûye diyor ki: Bu hadis Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den rivayet
edilen "her kim İhlâs Suresini okursa, Kur'ân'ın üçte birini okumuş
olur" hadisine benzer.[166]
Yani Ramazan'da yapılan
umre sevab bakımından hac gibidir. Yoksa hac farizası yerine geçmez. İbn
el-Arabî de diyor ki: "Umre hadisi şahindir, Allah kullarına bir fazlu
ihsan olarak ramazanda yapılan umreyi hac derecesine yükseltmiştir."[167]
İbnu'l-Cevzî de bu konuda
şunları söylemiştir: "Amellerin fazilet ve sevabı, yapılmış oldukları
vaktin şerefi nisbetinde artış kaydeder. Ramazan'da yapılan umre de böyledir.
Bu, tıpkı amellerin derecesinin ihiâs nisbetinde artışına benzer"[168]
İbn Battâl'a göre Ümmü
Ma'kıl'ın yapmak istediği bu hac, nafile bir hacdı. O sadece Resül-i Ekrem'le
beraber haccetmenin şerefine erişmek için buna karar vermişti. Bunun aksini
iddia etmek tamamen yanlıştır. Umrenin farz olan bir haccın yerine
geçemeyeceği ve farz olan hac borcunu ödeyemeyeceği konusunda icmâ' bulunduğu
düşünülürse, İbn Battâl’ın bu sözündeki gerçeklik payı kolayca anlaşılır.
İbnu t-Tîn'e göre ise,
şayet bu hadisten maksat, "Ramazan'da yapılan umrenin farz olan hac
borcunu düşüreceğini" ifâde etmekse, o zaman bu Ümmü Ma'kıl'e ait özel bir
durumdur. Çünkü:
1. Bir
numara sonra gelecek olan hadisin sonundaki Ümmü Ma'kıl'e ait olan
"Aslında hac hacdır. Umre de umredir. Fakat Resûl-i Ekrem; "Ramazan
ayında yapılan umre hacca bedeldir" buyurdu. Acaba bunun sadece bana ait
olduğunu mu anlatmak istedi? îyice bilemiyorum” anlamındaki sözler, Ramazan'da
yapılan umreyle ilgili bu sözlerin sadece Ümmü Ma'kıl'le ilgili olduğunu Hz.
Ümmü Ma'kü'in de bu hadisten böyle bir mânâ çıkardığını gösterir.
2. Said b.
Cübeyr'in de; "Ben bu hadisin sadece bu kadınla ilgili olduğunu
zannediyorum" demesi.bu gerçeği ifâde etmektedir.[169]
1. Hayvanı
Allah yoluna vakfetmek caizdir.
2. Hac,
Allah yolunda yapılan amellerden sayılır. Bu bakımdan Allah yoluna vakfedilen
malların bir kimsenin haccı için sarf edilmesi caizdir. İbn Abbâs ile İbn Ömer
de hacca gitmek isteyen bir kimseye hac yolunda harcamak üzere zekât
verilmesinde bir sakınca görmemişlerdir. İmam Ebû Hanife ile İmam Ahmed ve
İshâk da bu görüştedirler.
İmam Sevrî ile İmam
Mâlik'e Hanefî imamlarından İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'e ve Şafiî'ye göre
ise, zekât malları hac için sarf edilemez. Çünkü sözü geçen imamlara göre,
zekâtın sarf edildiği yedi sınıftan birisi olan "Allah yolundakiler"
sınıfı mücâhidlerden başkası olamaz. Binaenaleyh bir kimseye hac masrafı
yapılmak üzere zekât verilemez.
3. Amellerin
sevabları, içinde işlendikleri vaktin şerefi nisbetinde değer kazanır. Bu
aynen amellerin, ihlâs nisbetinde değer kazanmasına benzer.[170]
1989.
...Ümmü Ma'kü'dan; demiştir ki: Resulullah (s.a.) Veda Haccına niyetlenince
(ben de onunla birlikte hac yapmayı çok istedim bizim bir devemiz vardı, onu
da Ebû Ma'kıl Allah yoluna vakfetmişti. Biz hastalandık, Ebû Ma'kıl'de öldü.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem (hac için yola) çıktı. Haccını bitir(ip
de gel)diği zaman yanına vardım. (Bana):
"Ey Ümmü Ma'kıl
seni bizimle beraber haccetmekten ahkoyan nedir?" dedi. (Ben de):
Biz hazırlanmıştık
(fakat) Ebu Ma'kıl vefat etti ve bizim için üzerinde hacca gidebileceğimiz
sadece bir deve(miz) vardı, onu da Ebû Ma'kıl Allah yoluna vakfetmişti, diye
cevap verdi(m). Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem Efendimiz);
"Onunla (yola)
çıksaydın ya, çünkü hac da Allah yolunda (yapılan bir amel)dir. Her ne kadar
bizimle beraber bu haccı yapmayı kaçırmışsan da Ramazan da umre yap. Çünkü o
hac gibidir." (Ümmü Ma'kıl şöyle) dedi:
Hac hacdır, umre de
umredir. Fakat Resülullah (s.a.) bunu bana söyledi; (bu söz) sadece banami
aittir, iyice bilemiyorum.[171]
Ümmü Ma'kıl Resûl-i Ekrem'le
birlikte hac etmenin faziletine erişmek için Veda Haccı yolunda Resûl-i Ekrem'le
birlikte nafile bir hac yapmayı çok arzu ettiği ve gerekli hazırlıkları yaptığı
halde, elinde olmayan bazı engellerin ortaya çıkmasıyla gidememişti. Hacdan
döndükten sonra, kendisini ziyaret etmek için Resûl-i Ekrem'in yanına vardığı
zaman fahr-i kainat Efendimiz hacca gitmekten niçin vazgeçtiğini sorduğu zaman
bu sebepleri şöyle sıralamıştır:
1. Kocamla
ben hastalanmıştık.
2. Sonra
kocam oluverdi.
3. Zaten-
bir devemiz vardı, onu da Ebû Ma'kıl Allah yoluna vakfetmişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.)
Ümmü Ma'kıl'dan bu cevabı alınca ona Allah yoluna vakfedilen bir deve ile Hacca
gitmekte bir sakınca olmadığını, çünkü hac yolculuğunun da Allah yolunda bir
amel olduğunu söylemiş ve kaçırılan fırsatın telâfisi için de "Ramazan
ayında umre yapmasını" tavsiye etmiştir.
Konumuzu teşkil eden
bu hadisle bir önceki hadisin ifâdleri arasında zahiren bazı ayrılıklar
görülmektedir. Gerçekte böyle bir çelişkinin olmadığını anlamak için şu
noktalara dikkat etmek gerekir:
a. Bir
önceki hadiste geçen cümlesi her ne kadar zahiren "Ebû Ma'kıl hacca
gitmişti" mânâsına gelirse de burada “Ebû Ma'kıl hacca gitmeye
azmetmişti" anlamında kullanılmıştır ve bu cümlenin hemen arkasından
gelen cümlesi de zahiren "Ebû Ma'-kıl hacdan dönünce" gibi bir mânâ
ifâde ediyorsa da gerçekte bu cümle "Ebû Ma'kıl (çarşıdan veya pazardan)
evine geldiği zaman" anlamında kullanılmıştır. Nitekim biz sözü geçen
cümleleri tercüme ederken bu durumu gözönünde bulundurduk. Eğer bu inceliğe
dikkat edilmez de bir önceki hadisten "Ebu Ma'kıl'ın Resûl-i Ekrem'le
birlikte hacca gidip geldiği" mânâsı çıkarılırsa, o zaman iki hadis
arasında bir çelişkinin olduğu zannedilir. Oysa fahr-i kâinat Efendimizin
sözleri arasında bir çelişkinin bulunamayacağını söylemeye ihtiyaç yoktur.
b. Bir
önceki hadis-i şerîfte Ümmü Ma''kıl ile Ebû Ma'kıl'ın Allah yoluna vakfedilen
bir deveyle hacca gidilip gidilemeyeceğini sormak üzere Resûl-i Ekrem'e
beraberce gittikleri ifâde edildiği halde burada Ümmü Ma'kıl'ın yalnız başına
gittiği ifâde edilmektedir. Bu duruma bakarak iki hadis arasında bir çelişki
bulunduğu söylenemez. Çünkü Ümmü Ma'kil'le kocası Ebû Ma'kıl'ın Resûl-i Ekrem'e
beraberce gitmeleri Resûl-i Ekrem hac yolculuğuna çıkmadan önce olmuştu. Ümmü
Ma'kıl'ın Resûl-i Ekrem'in yanma yalnız başına gitmesi ise, Resûl-i Ekrem'in
hac dönüşünden sonra olmuştur.
c. Her iki
hadiste de Resül-i Ekrem'in, "Ramazanda yapılan umre, bir hacca
bedeldir" sözünü Ümmü Ma'kıl'a hitaben söylediği ifâde edildiği hâlde bir
numara sonra tercümesini sunacağımız 1990 numaralı hadis-i şerifte ise, Resûl-i
Ekrem'in bu sözü Ebû Ma'kıl'a hitaben söylediği ifâde edilmektedir. Bu ifâde de
1990 numaralı hadisin 1887 ve 1888 numaralı hadislere aykırı olduğu intibaını
uyandırmaktadır. Gerçekte ise bu iki ifâde arasında da herhangi bir çelişki
söz konusu değildir. Çünkü Ümmü Ma'kıl'la Ebû Ma'kıl Ümmü Ma'kıl'ın hac yapması
konusunda Resûl-i Ekrem'e beraberce gittikleri zaman Resûl-i Ekrem Ümmü
Ma'kıl'ın Allah yoluna vakfedilen deve ile hac yapmasına izin vermişti. Ümmü Ma'kıl
da bu deveyi görünce onu hac yolculuğuna tahammül edemeyecek kadar zayıf buldu.
Bunun üzerine kocası Ebü Ma'kıl'a tekrar Resûl-i Ekrem'e gönderdi. Resul-i
Ekrem de bu durumu öğrenince Ebû Ma'kil'e hitaben "Ramazan ayında yapılan
umrenin bir hacca bedel olduğunu" ifâde buyurdular. Binaenaleyh 1990
numaralı hadiste anlatılan bu olaydır ve bu Hz. Peygamber hacca gitmeden önce
olmuştur. 1988 numaralı hadiste 1989 numaralı hadislerde anlatılan olay ise
Peygamber (s.a.) hacdan döndükten sonra vuku bulmuştur. Birinci olaydaki sözün
muhatabi Hz. Ebû Ma'kıl ikinci olaydaki sözün muhatabı ise, Ümmü Ma'kıl'dır.
Yahût'da 1990 numaralı olay tamamen ayrı bir olaydır. Oradaki olayı yaşayan
kadın Hz. Ümmü Ma'kıl değil Ümmü Sinan isimli bir kadındır. Yerinde açıklanacağı
üzere bu ikinci ihtimal daha kuvvetlidir.[172]
1. Ümmü
Ma'kıl Allah'a ve Resulüne son derece bağlı
Resul7ı Ekrem’le birlikte hac yapmaya ve benzeri salih amelleri işlemeye
son derece hırslı ve faziletli bir kadındı.
2. Ramazan
ayında yapılan bir umre için hac sevabı vardır. Fakat bu umre sahibinden hac
farizasını düşüremez. Binaenaleyh bu kimsenin ilk fırsatta hac yapması gerekir.
Bir başka deyişle Ramazanda yapılan bir umre nafile bir hac yerine geçer. Bu
ise, Allah'ın kullarına bir ihsanıdır.[173]
1990. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Resülullah (s.a.) hac yapmak istemişti. (Bunu
duyan) bir kadın da kocasına;
Beni devenin (üzerine
bindirerek) Resûlulah (s.a.) ile birlikte hacca götür, dedi. (Kocası da);
Bende seni üzerinde
hacca götürebileceğim bir deve yoktur, cevabını verdi. Kadın:
Falan devene bindirsen
olmaz mı? dedi. (Kocası):
O (deve) aziz ve celil
olan Allah yoluna vakfedilmiştir,. dedi ve Resüluilah (s.a.)'e gelip:
(Ya Resüluilah), karım
Allah'ın sei^m ve rahmetinin senin üzerine olmasını diliyor ve seninle
hacetmek istiyor. Bana: "Beni Resüluilah sallallahu aleyhi ve sellemle
hacca götür" dedi. Ben de (kendisine); "Bende seni üzerinde hacca
götürebileceğim (bir hayvan) yok" dedim. O da "Beni falan devenin
üzerinde hacca götür" dedi. Bunun üzerine; (O deve), Allah yoluna
vakfedilmiştir" dedim.
(Rasûlullah s.a.)
şöyle buyurdu:
"Şu bir gerçek ki
eğer sen onu o deven üzerinde hacca götürseydin bu da Allah yolunda (bir iş)
olurdu." diye cevab verdi,ve benden hangi amelin seninle hacca gitmeye
denk olabileceğini sana sormamı istedi. Resüluilah (s.a.)'de:
"Allah'ın selâmı,
rahmet ve berekâtı onun üzerine olsun. Ona, "Ramazanda yapılan umrenin
(benimle birlikte yapılan) hacca denk olduğunu haber ver" buyurdu.[174]
Hadis-i şerifte söz
konusu edilen hâdise Veda Haccı yılında
olmuştur. Her ne
kadar Resûl-i Ekrem'le
hacca
gitmeyi arzu eden
kadının kimliği burada açıklanmıyorsa da Buhârî'nin rivayetinde bu kadının
"Ümmü Sinan" olduğu ifâde ediliyor.[175]
Konumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte anlatılan olay, bir önceki hadiste geçen olaydan tamamen
ayrı bir olaydır. Çünkü bir önceki hadiste geçen olay Ümmü Sinan'la değil, Ümmü
Ma'kıl'la ilgilidir. Bununla beraber her iki kadının da aynı kadın
olabileceğini söyleyenler de vardır. Çünkü Ümmü Ma'kü'ın Ümmü Sinan künyesiyle
de anıldığını iddia edenler vardır.
Bu iki hâdisenin bir
benzeri de Ümmü Talîk isimli kadının başından geçmiştir. Talk b. Habîb'in
rivayetine göre Ebu Talîk kendisine şunları anlatmıştır: Karısı Ümmü Talîk ona;
İki deveden birini
bana ver de onunla hacca gideyim, demiş. Ebû Talîk de;
Benim devem Allah
yoluna vakfedilmiştir deyince, karısı ona;
"Benim o deve
üzerinde hacca gitmem de Allah yolunda bir ameldir, diye karşılık vermiş. Daha
sonra bu durumu Resûl-i Ekrem'e arz ettikleri zaman;
Seninle birlikte hacc
etmeye denk olan bir amel var mıdır? diye sormuşlarda Resûl-i Ekrem;
"Ramazanda umre
yapmak bu hacca denktir" buyurmuştur.[176]
Her ne kadar İbn
Abdilberr kesinlikle Ümmü Ma'kıl ile Ümmü Sinan'ın aynı kadın olduğunu iddia
ediyorsa da Tekmiletu'I-Menhel yazarının beyânına göre bu doğru değildir. Ebu
Ma'kıl Resûl-i Ekrem'in devrinde vefat etmiştir. Ebû Talîk ise, tabiînin
küçüklerinden olan Talk dünyaya gelinceye kadar yaşamış hattâ Talk ondan hadis
rivayet etmiştir.
Bütün bunlar söz
konusu iki kadının aynı kadın olmayıp ayrı ayrı iki kadın olduklarını gösterir.[177]
Bu hadiste söz konusu
edilen kadınla bir önceki hadis-i şerifte geçen kadının aynı kadın olduğu kabul
edilecek olursa o zaman, "Bir önceki hadiste Resûl-i Ekrem'in
"Ramazanda yapılan bir umre hacca bedeldir" sözünü Ümmü Ma'kıPe
hitaben söylediği ifâde edildiği halde, burada bu sözü Ümmü Ma'kıl'm kendisine
değil de kocasına söylediği ifâde ediliyor. Bu ise bir çelişkidir" diye
bir itirazda bulunan olabilir. Bir önceki hadis-i şerîfin izahında da ifâde
ettiğimiz gibi böyle bir itiraz yersizdir. Çünkü ayn ayrı zamanlarda Resûl-i
Ekrem bu sözü hem Ümmü Ma'kü'e hem de kocası Ebû Ma'kıl'e söylemiştir.
Söz konusu kadınların
ayrı ayrı iki kadın oldukları kabul edildiği zaman ise, zaten böyle bir
itiraza imkân yoktur.[178]
1. Ashab-ı Kiram
hac yapmağa fevkalâde rağbet ederlerdi. Özellikle Resul-ı
Ekrem'le birlikte hac yapmaya
çok hırslı idiler.
2. Ramazan
ayında yapılan bir umrenin sevabı hac sevabına denktir.
3. Birisiyle
bir başkasına selâm göndermek ve bu şekilde gelen bir selâma daha güzeliyle
mukabelede bulunmak meşrudur.[179]
1991.
...Âişe (r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.) birisi
Zilka'dede birisi de Şevvalde olmak üzere iki defa umre yapmıştır.[180]
1993 numaralı hadis-i
şeriften de anlaşılacağı gibi aslında Resûl-i Ekrem dört defa umre için ihrama
girmiştir. Bunların birincisi Kureyş müşriklerinin engel oldukları Hudeybiye
umresidir, İkincisi ertesi yıl, yani hicretin yedinci yılında yaptığı İslam
Tarihinde "Kaza Umresi” diye bilinen umresi; Üçüncü ise hicretin
sekizinci senesi Zilka'd esinde yaptığı Ci'râne umresidir. Dördüncüsü de Veda
Hac-cı ile yaptığı umredir.
Ancak konumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerîfte Hudeybiye Umresi yarım kaldığı için Veda Haccı ile
yapılan umre de, başlı başına müstakil bir umre olmadığı için zikredilmemiştir.
Sadece Resûl-i Ekrem'in müstakil ve eksiksiz olarak yaptığı Kaza Umresiyle
Ci'râne zikredilmekle yetinilmiştir. Ayrıca Ci'râne Umresi Zilkade ayında
yapıldığı halde onun Şevval ayında yapıldığından bahsedilmesi bu umrenin
yolculuğuna Şevval ayında çıkılmış olmasındandır. Çünkü bu umre Mekke'nin
Fethinden sonra Şevval ayında çıkılan Huneyn Gazvesinden sonra yapılmıştır. Bu
yüzden söz-konusu umre bu hadiste Şevval ayına nisbet edilmiştir. Gerçekte ise
bu umre İslâm Tarihinde Ci'râne umresi diye bilinen ve Zilkade ayında yapılan
umredir.[181]
1992.
...Mücâhid'den rivayet olunduğuna göre İbn Ömer (r.a.)'e;
Resûlullah (s.a.) kaç
(defa) umre yaptı? diye sorulmuş da "iki defa" diye cevap vermiştir.
Bunun üzerine Âişe (r.anhâ);
İbn Ömer de kesinlikle
biliyor ki Resûlullah (s.a.) Veda haccıyla birlikte yaptığı umreden başka üç
defa umre yaptı, demiştir.[182]
Bir önceki hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi Resûl-i Ekrem;
birincisi hicretin altıncı
yılında yapmak istediği fakat Kureyş müşriklerinin engellediği için
yarım kalan Hudeybiye Umresi, İkincisi hicretin yedinci yılındaki Kaza Umresi,
Üçüncüsü, hicretin sekizinci senesinde yaptığı Ci'râne Umresi; Dördüncüsü de
hicretin onuncu yılında Veda Hatçıyla birlikte yaptığı umre olmak üzere dört
umre yapmıştır. Hadis-i şerîf bunu açıkça ifade etmektedir. Bu konuyla ilgili
açıklama bir numara sonraki hadiste gelecektir.[183]
1993. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) dört defa umre yaptı:
(Birincisi) Hudeybiye, ikincisi, (gelecek sene) umre yapmak üzere
(Kuryşlilerle) anlaştıkları zaman (alınan karara uygun olarak yaptığı umre);
üçüncüsü, Ci'râne'den (ihrama girerek yaptığı) umre; dördüncüsü de (Veda)
Haccıyla birlikte (yaptığı umre)dir.[184]
Hicretin altıncı
senesinde müslümanlarla Mekke'li müşrikler
arasında Mekke'nin
varoşlarındaki Hudeybiye'de
bir anlaşma
yapılmıştır. Bu senede Hz. Peygamber Hendek Savaşından sonra Mekke'lilerle
barış teşebbüslerine girişti. Hac ziyareti için Mekke'ye gideceğini açıkladı.
Zilkâ'de ayının başında 1500 kadar ashabıyla Medîne'den çıktı. Savaş gayesi
olmadığından yanlarına hafif silâhlar aldılar. Müslümanlar mekke'ye
yaklaşırlarken Mekke'liler Hudeybiye'de toplandılar, müslümanlar da buraya
vardılar. Yoğun bir siyasî faaliyet başladı Hz. Peygamber ne pahasına olursa
olsun barış yapmak için gelmişti. Çünkü barış özellikle müslümanlann artık
kolonilerine komşu oldukları İrana ve Hayber yahudilerine karşı olan
durumlarını güçlendirecekti.
Mekke'İiler
müslümanları sürekli olarak tahrik ediyorlardı. Hz. Peygamber bunları soğuk
kanlılıkla karşıladı. Sonunda Hz. Peygamber, Mekke'nin başkanı Ebû Süfyan'la
olan akrabalığını düşünerek Hz. Osman'ı elçi sıfatıyla Mekke'ye gönderdi. Fakat
şehirde kargaşalık hâkimdi. Ebû Süfyan Mekke'nin dışında gezide idi. Mekke'nin
diğer önde gelenleri ise ne yapacaklarım bilemiyorlardı. Bunun için Hz. Osman'ı
Mekke'de hapsettiler. Müslümanlar arasında ise, öldürüldüğüne dâir bir şayia
çıktı. Bu büyük bir heyecan ve üzüntü yarattı. Hz. Peygamber bir ağacın altında
bütün sahâbilerinden ölünceye kadar savaşmak üzere söz aldı. Bu söze
"Bey'a'tü'r-Rıdvân" adı verilir.
Mekkeliler durumun
vehâmetini anlamakta gecikmediler. Bu defa onlar bir heyeti anlaşma yetkisiyle
birlikte Hz. Peygamber'ın huzuruna gönderdiler. Bu heyet önce Hz. Osman'ın sağ
olduğuna dair te'minat verdi. Hepsi de Mekke'lilerin tekliflerinden oluşan
Hudeybiye Anlaşmasının barış şartlan şunlardı:
1. Müslümanlar
Kabe'yi ziyaret etmeden geri döneceklerdir. Bir sene sonra ise, ziyaret
edebilecekler, fakat üç günden fazla kalamayacaklardır.
2. Medine
müslümanlarmdan Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecek, fakat Medine'ye gelen
Mekke'liyi, bu şahsın büyüğü istediği takdirde iade edilecekti.
3. Barış on
sene sürecektir. Bunu imzalayan tarafların müttefikleri de bu anlaşmaya
bağlıdırlar. Bu müddet içinde taraftarların topraklarından birbirlerine barış
maksadıyla serbest geçiş hakkı tanınmıştı.
b. Bu
anlaşmadan sonra Müslümanlar tıraş olarak ve yanlarında bulunan
kurbanlıklarını keserek ihramdan çıktılar. Her ne kadar bu umre yarım kalmışsa
da İslâm Tarihine Hudeybiye Umresi diye geçmiştir. Hudeybiye Antlaşmasından
bir sene sonra yapılan umreye de "Kaza Umresi" denilir. 1997 numaralı
hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi İmam Mâlik'e ve Şafiî'ye göre, buradaki
kaza kelimesi yarım kalan Hudeybiye Umresinin kaza edilmesi anlamında
değildir. Bu kelime hüküm ve karar anlamında kullanılmıştır. Hudeybiye antlaşmasında
varılan hüküm ve karar neticesinde yapıldığı için söz konusu umre bu ismi
almıştır.[185] Çünkü Allah teâla ve
tekaddes hazretleri Kur'an-ı Keriminde "Hürmetli ay, hürmetli aya
kısastır (mukabildir). Hürmetler karşılıklıdır. O halde size tecavüz edene
size tecavüz ettikleri gibi siz de karşılık veriniz."[186]
buyurmakla "bu yılın Zilkadesi ye umresinin geçen senenin Zilkadesine ve
umresine bedel olduğunu" bildirmiştir. Bu âyet-i kerimede kısas tâbiri
geçmektedir. Kısas "hakkı almak" demektir. Hicretin yedinci yılı
Zilkadesinde müslümanlar umre yapmakla sanki haklarım almış gibi olduklarından
o sene bu umreyi yaptılar. Bu umrede tarihe "Kaza UMresi" adıyla
geçmiş oldu. Hanefi ulemâsına göre ise bu umre, Hudeybiye yılında yarım kalan
umrenin yerine kaza olarak yapıldığı için bu ismi almıştır. Bu görüş İmam
Ahmed'den de rivayet edil niştir.
c. Resûl-i
Ekrem (s.a.Vin yaptığı üçüncü umre Ci'râne Umresidir. Bilindiği gibi Ci'râne,
Mekke ile Tâif arasında bir yerdir. Mekke'ye daha yakındır. Resûl-i Ekrem
üçüncü umresini yaparken ihrama buradan girdiği için bu umre Ci'râne Umresi
diye isimlendirilmiştir.
Bu umre müslümanlara
hücum hazırlıkları içinde bulunan Hevazin Kabilesini vurmak üzere Şevval ayında
çıkılan Huneyn Gazvesinden sonra yapıldığı için 1991 numaralı hadiste bu
umreden "Şevval ayında yapılan umre" diye bahsedilmekte ise de
aslında hicretin 8. yılı Zilkadesinde yapılmıştır.
d. Resul-i
EKrem'in yaptığı dördüncü umre Veda Haccmda yapmış olduğu umredir. Sözü geçen
umre için Zilkade ayının sonlarında ihrama girilmiş fakat umre Zilhicce ayında
yapılmıştır. Ama bu umre başlı başına müstakil bir umre olmadığı için bazıları
Resûl-i Ekrem'in bu umresini saymaya lüzum görmemişlerdir.[187]
1. Resûlullah
(s.a.) hicret'ten sonra dört defa umre yapmıştır.
2. Hz.
Peygamber Veda Haccında hacc-ı kıran yapmıştır. Câhiliyye âdetim yıkmak için ve
Zilkade ayının faziletinden dolayı Veda Haccında yapacağı umre için ihrama
Zilkade ayında girmiştir. Çünkü Câhiliyye Çağı insanları Zilkade ayında umre
yapmayı çok kötü bir iş sayarlardı.[188]
1994.
...Enes (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah sallallahû aleyhi ve
sellem dört umre yapmıştır: Haccıyla birlikte yapmış olduğu umresinin dışında
hepsi de Zilka'de ayında (yapılmış)tır.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ben
buradan itibaren (nakledeceğim sözleri) Hudbe (h. Hâlid)'den sağlam olarak
aldım. Bu sözleri Ebu'l-Velid'den de işittim. (Ama iyi zabt edemediğim için
ondan işittiklerimi nakletmiyorum. Hudbe'den işittiklerimi nakletmekle yetiniyorum):
Hudeybiye Umresi yahut
Hudeybiye'den (yapılan) umre Zilkade ayında (yaptığı) Kaza Umresi Zilkade
ayında ganimetleri taksim ettiği sırada Ci'râne'den (ihrama girerek yaptığı)
umre ve haccıyla birlikte (yaptığı) umre.[189]
Resûl-i Ekrem Efendimiz
Zilka'de ayında umre yapılamayacağı yolundaki Câhiliyye inancını yıkmak amacıyla
ve Zilkade ayının faziletinden dolayı Veda Haccıyla beraber yaptığı umrenin
dışında bütün umrelerini Zilka'de ayında yapmıştır. Gerçi Veda Haccıyla
birlikte yaptığı umreyi Zilhicce ayında yapmıştır, ama onun için ihrama yine
de Zilkade ayında girmiştir.
Musannif Ebû Dâvûd bu
hadisi Ebu'l-Velid et-Tayâlisî ile Hudbe b. Hâlid'den rivayet etmiştir. Fakat
musannif bu hadisin Ebu'l-Velîd'den duyduğu "Hudeybiye umresi..."
diye başlayan cümleden itibaren sonuna kadar olan kısmım pek iyi zabt
edemediğinden onları nakletmemiş. Hadisin bu kısmını Hudbe b. Hâlid'den duyduğu
lâfızlarla nakletmiştir. Bu kısımda geçen "Hudeybiye umresi yahut
Hudeybiye'den" cümlesindeki tereddüt musannıfa ait değil, râviye aittir.
Metinde geçen ganimet
savaşta düşmandan ele geçirilen zenginliklerdir. Kur'an-ı Kerîm ganimetlerin
beşte birini toplum yararına ayırmıştır: "Biliniz ki ganimet olarak
aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Peygamber'e, yakın akrabalara,
öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir."[190] âyet-i
kerimesinde bu husus açıkça bildirilmiştir.
Huneyn, Mekke ile Tâif
arasında Mekke'ye yaklaşık olarak on mil uzaklıkta bulunan bir vadidir. Huneyn
Gazvesi Mekke'nin Fethinden sonra hicretin 8. yılında Şevval ayında yapılmıştır.[191]
1. Resûl-i Ekrem
umrelerinin her birini ayrı
senelere yapmıştır. Bu bakımdan Maliki ulemasının çoğunluğuna göre bir
sene içerisinde iki defa umre yapmak mekruhtur. Hasan el-Basrî ile İbn Şîrîn
ve Nehâî de bu görüştedirler. Hanefî ulemâsıyla İmam Şafiî'ye ve İmam Ahmed'e
göre ise, bir sene içinde birden fazla umre yapmak müstehabtır. Hz. Ali ile
Hz. İbn Ömer, İbn Ab-bâs, Enes, Âişe, Atâ, Tavus, ve İkrime de bu
görüştedirler. Bu görüşte olan sözü geçen ulemânın delilleri de şunlardır:
1. Hz. Âişe,
birisi hacdan önce biri de hacdan sonra olmak üzere bir yılda iki defa umre
yapmıştır.[192]
2. Hz. Ali,
"senenin her ayında umre yapılabilir." demiştir.[193]
3. Nâfi,
"Abdullah b. Ömer (r.a.) İbnu'z-Zübeyr devrinde herzene iki umre olmak üzere
senelerce umre yaptı." derdi.[194]
4. Kasım'dan
(rivayet edilmiştir) Hz. Âişe bir sene üç defa umre yapmıştı. Kendisine,
"bundan dolayı seni kimse ayıplamıyor mu?" demiştim. Süfyân da:
"Bundan dolayı mü'minlerin
annesini kim ayıplayabilir"
dedi.[195]
Görülüyor ki, ulemânın
büyük çoğunluğu bir senede umre'yi tekrarlamanın mendup olduğu
görüşündedirler. Resûl-i Ekrem'in umrelerini ayrı ayrı senelerde yapmış olması
bir sene içerisinde umre yapmanın mendup olmasına mâni değildir. Çünkü Resûl-i
Ekrem ümmetine zorluk vermemek için bazı mendupları terketmiş olabilir.
Kendisi ashabını umre yapmaya teşvik etmiştir.[196]
1995.
...Abdurrahman b. Ebî Bekr'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem O'na;
"Kızkardeşin
Âişe'yi terkine al, Ten'îm'den (ihrama girmesini sağlayıp) umre yaptır. Sen
O'nu taş yığınından aşağı indirince (orada) ihrama girsin, çünkü bu makbul bir
umredir." buyurmuştur.[197]
Tenvîm kuzeyde
Medine yolu üzerinde
harem sınırları içerisinde ve
Mekke'ye 6 km. uzaklıkta bulunan bir yerdir. Burası her ne kadar harem
sınırları içerisinde bulunuyorsa da haremden sayılmamaktadır. Bir başka
tâbirle harem sınırları içerisinde bulunan bir hıll dâirsidir. Sağında ve
solunda Naim ve Munim dağlan bulunduğu için bu ismi almıştır.[198]
1. Aynı
hayvana ihramlı iki kişinin binmesi câizdir.
2. Mekke'de
bulunan bir kimse umre yapmak istediği zaman ihrama girmek için harem sınırları
dışına çıkar ya da harem sınırları içerisinde bulunan bir hıll dairesine gider.
Hanefî ulemâsıyla İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bu görüştedirler. Önemli
olan umre yapmak isteyen kimsenin Harem sınırları dışında ihrama girmesidir. Bu
konuda harem sınırları dışında kalan yerler arasında fazilet bakımından bir
fark yoktur. Hz. Âişe'nin ihrama girmek için Ten'im'i seçmesi faziletinden
dolayı değil, burasının kendisine Ci'râne'den daha yakın olmasındandır.
3. Hz.
Âişe'nin Ten'im'de yaptığı bu umre daha önce niyyetlendiği halde hayızlanması
nedeniyle bozduğu umrenin kazasıdır. Hanefî ulemâsıyla musannif Ebû Dâvûd bu
görüştedirler. Nitekim daha önce geçen "biz haccı bitirince Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellern beni Abdurrahman b. Ebî Bekir'le birlikte Ten'im'e
gönderdi. (Bu şekilde) umre yaptım. Bunun üzerine (Resûl-i Ekrem) "Bu
(umre daha önceki) umrenin yerinedir" buyurdu,[199]
hadis-i şerifi de buna delâlet eder. İmam Mâlik ile İmâm Şafiî ve İmam Ahmed'e
göre ise, Hz.1 Âişe daha önce girmiş olduğu ihramı, hayızlanması sebebiyle
bozmuş değildir. Ancak Hz. Âişe bu umreyi hac ibâdeti içerisine idhâl etmiş ve
neticede hac amellerini ifâ etmekle hac amelleri içerisinde umre amellerini de
ifâ etmiş sayılmıştır. Bu konudaki delilleri ise; "Bundan sonra
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Âişe (r.anhâ)'nın yanına girdi. Âişe
ağlıyordu. O'na:
"Nen var?"
diye sordu. Hz. Âişe:
Hâlim, hayız görmüş olmamdır.
Başkaları ihramdan çıktı ben çıkamadım. Beyt'i de tavaf edemedim. Herkes şimdi
hacca gidiyor, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem:
"Bu, Allah'ın,
adem kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir. Yıkan, sonra hacca niyyet et."
buyurdular.
Âişe (r.anhâ) da öyle
yaptı ve bütün vakfe yerlerinde durdu. Temizlendiği vakit de Kabe'yi tavaf
etti ve Safa ile Merve arasında sa'y yaptı sonra Peygamber (s.a.):
"Haccınla umrenin
ikisinden beraberce hille çıktın"[200]
anlamındaki hadis-i şeriftir. Biz bu konuyla ilgili görüşleri 1778 numaralı
hadisin şerhinde bütün ayrıntılarıyla açıklamış bulunmaktayız.[201]
1996.
...Muharriş el-Ka'bî'den; demiştir ki: Peygamber sallala-hu aleyhi ve sellem
Ci'râne'ye girince (oradaki) Mescid'e varıp Allah'ın dilediği kadar namaz
kıldı. Sonra (umre için) ihrama girdi. (Geceleyin Mekke'ye varıp tavaf ve
sa'ydan sonra yine geceleyin Ci'râne'ye döndü, ertesi gün güneş batıya
döndükten) sonra hayvanına binip Serîf in aşağı tarafına doğru yola çıktı.
Nihayet (Medine'den Mekke'ye giderken tâkibedilen) Medine yoluna ulaştı. (Sanki
Mekke'de) geceliyen bir kimse gibi sabahleyin Mekke'de bulundu.[202]
Bu hadisin zahirinden Resûl-i
Ekrem'in Mekke'den hareket edip geceleyin Ci'râneye geldiği ve orada ihrama girdiği
daha sopra tekrar geceleyin Mekke'ye gelip umre yaptığı, nihayet yine geceleyin
Ci'râne'ye gelip geceyi orada geçirdikten sonra ertesi gün Mekke yolunu tutup
sabahleyin Mekke'ye ulaştığı anlaşılmaktadır. Ancak Ebû Davud'un bu rivayeti
Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve Nesâi'nin rivayetine aykırıdır. Çünkü sözü geçen
hadis âlimlerinin rivayetleri, "Resûlullah (s.a.) umre için ihrama girmiş
olarak geceleyin Ci'râne'den çıktı, geceleyin Mekke'ye girdi, umresini edâ etti
ve sonra (aynı gecede Mekke'den) çıkarak sabahı Ci'râne'de yaptı. Tıpkı geceyi
Ci'râne'de geçiren gibi" şeklindedir. Kısaca Ebû Davud'un rivayetinde
"Resûl-i Ekrem'in Mekke'de sabahladığı" ifade edilirken, bu hadisin
diğer hadis kitaplarındaki rivayetlerinde Resûl-i Ekrem'in sözü geçen sabahı
Ci'râne'de geçirdiği ifâde ediliyor ki, sahih olan da budur. Musannif Ebû
Davud'un rivâyetindeki bu hatanın, bu hadisi Ebû Dâvûd'da nakleden râvilerden
birine ait olması ihtimâli büyüktür.[203]
Resulullah (s.a.)
Ci'râne'de ihrama girerek geceleyin umre
yapmış ve sabahleyin yine Ci’rane’de bulunmuştur. Bu umre hicretin 8. yılının
Şevval ayında Huneyn savaşı dönüşünde Zilka'de ayında ganimetlerin Ci'râne'de
taksim edilmesinden sonra yapılmıştır.[204]
1997. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) kaza umresinde
(Mekke'de) üç (gece) kalmıştır.[205]
Metinde geçen
"selâsen = üç" kelimesi müzekker olarak zıkredıldıgıne göre, nahv
kaidesi gereğince bu sayının
ma'dudunun müennes olması gerekir. Bu durumda Resûl-i Ekrem'in Mekke'de üç gece
kaldığı ortaya çıkar. Ancak Ebû Davud'un bazı nüshalarında "selâsen"
kelimesi müennes (dişi) olarak "selâseten" şeklinde geçmektedir ki,
bu durum Resûl-i Ekrem'in Mekke'de üç gece değil, üç gün kaldığını gösterir.
Bir gün, gece ve gündüzü kapsayan 24 saatlik bir zaman diliminden meydana
geldiğine göre, Resûl-i Ekrem kaza umresinde Mekke'de üç gün üç gece kalmış
demektir. Nitekim Resûlullah (s.a.) ve ashâb-ı Hudeybiye musâlahasında Kureyşlilerle
"bir sene sonra müslümanların umre yapmak üzere Mekke'ye gelip üç gün üç
gece kalabileceklerine" dair anlaşma yapmışlardı.[206]
İslâm Tarihinde
"Umretü'1-kaza = kaza umresi" olarak anılan bu umre Hudeybiye
barışından bir yıl sonra olmuştur. İşte bu sene Hz. Peygamber ve sahâbîleri bu
anlaşmanın tanıdığı hakka dayanarak Mekke'yi ziyarete ve umre yapmaya gittiler.
Hz. Peygamberin yanında 2000 kadar sahâbî bulunuyordu.
Müslümanlar gelince
Mekkeliler şehri boşalttılar ve dağlara çekildiler. Bu arada Hz. Peygamber
onlarla dostluk ilişkilerini kurma yolları aradı. Sonra anlaşma gereği olarak
verilen üç günlük müddetin sonunda şehri terk etti.
Söz konusu umreyi
yapmak üzere yola çıkan müslümanların Mekke'ye girişleri Nesâî'nin Sünen'inde
şöyle dile getiriliyor.
Resûlullah (s.a.) kaza
umresini yapmak için Mekke'ye girerken İbn Revâha önünde şu mısraları okuyordu:
Savulun kâfir
evlatları O'nun yolundan
Bugün onun Mekke'ye
gelişiyle sizi vuracağız
Öyle bir vuruş
vuracağız ki, koparacak kafayı boyundan
Ayıracak dostu
dostundan!
Bunu gören Hz. Ömer:
Ey İbn Revaha!
Allah'ın hareminde hem Resûlullah'm önünde yürüyorsun, hem de şiir okuyorsun!
diye onu kınadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Dokunma O'na!
Beni kuvvet ve iradesiyle kuşatan Allah'a yemin ederim ki İbn Revâha'mn sözleri
düşmanlara ok yarasından daha acıdır." buyurdu.[207]
Bu arada müşriklerin
ileri gelenleri yürekleri kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak Peygamberimizi
gözetlemek için Handame'ye Kuaykıân dağına çıkmışlardı. Resûlullah (s.a.)
Mekke'de üç gün kaldı. Dördüncü gün Süheyl b. Amr ile Huvaytıb b. Abdi'1Uzza
kalkıp Peygamberimizin yanına geldi. O sırada Peygamberimiz, Medine'li
müslümanların meclislerinden birinde oturmuş konuşuyordu. Yanında Sa'd b.
Ubâde de bulunuyordu. Sözü geçen iki Kureyş temsilcisinden birisi
Ya Muhammed, sana
aramızdaki ahdi hatırlatırız. Buna rağmen niçin şehrimizden çıkıp
gitmiyorsunuz? Şu anda üç günlük süre bitmiştir dedi. Bunun üzerine Sa'd b.
Ubâde:
Ey aşağılık adam, sen
yalan söylüyorsun. Burası ne senin toprağındır, ne de babanın toprağıdır.
Vallahi buradan çıkmayacağız, diye karşılık verdi.
Peygamberimiz de:
"Ben sizden bir
kadın nikahlamış bulunuyorum. Onunla gerdeğe girinceye kadar kalsak,
arkasından düğün yemeği yapıp sizinle birlikte yesek olmaz mıydı?" Kureyş
temsilcileri de:
"Ya Muhammedi
"Allah aşkına söyle, toprağımızdan muhakkak çıkıp gideceksin diye
aramızda seninle muahede yapmadık mı?" dediler. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.), yola çıkılacağım duyurmak için Ebû Râ-fi'e emir verdi. Kendisi de devesine
binerek Serîf e vardı ve orada konakladı. Azatlı kölesi Ebû Râfi'i Hz.
Meymûne'nin göç hazırlığını görmek ve onu getirmekle vazifelendirdi. Ebu Raf i
akşama kadar Hz. Meymûne'nin işi ile uğraştı. Akşamleyin Hz. Meymûne ve
yanındakiler de yola çıktılar. Yolda müşriklerin ve ayak takımlarının
saldırılarına maruz kaldılar. Nihayet Şerife ulaşabildiler. Resûl-i Ekrem o
gece Şerifte gerdeğe girdi. Geceyi orada geçirdi ve ertesi gün yola çıktı ve
Medine'ye vardı.[208]
Serîf, Mekke'ye altı
mil uzaklıkta bir yerdir. Mescid-i Âişe ile Batn-ı Merv arasındadır. Ten'im'e
çok yakındır.[209] Hz. Meymûne'nin:
"Resûlullah benimle ihram hali dışında nikahlandı ve ihram hâli dışında
Şerifte gerdeğe girdi," dediği rivayet edilir.[210]
Allah (c.c.) Hz. Meymûne'nin kabrinin de Şerif de olmasını takdir etmiş ki
orada Resûl-i Ekrem'in kendisiyle gerdeğe girdiği yerde defnedilmiştir.
Sözü geçen umrenin
niçin "Kaza Umresi" ismini aldığı ulemâ arasında tartışmalıdır. Bu
konuda iki görüş vardır: Hanefi ulemâsına göre bu umre Hudeybiye yılında yarım
kalan umrenin yerine kaza olarak yapıldığı için bu ismi almıştır. İmâm Ahmed'in
de bu görüşte olduğuna dair bir rivayet vardır. İmam Mâlik ile Şafiî'ye göre
ise bu umre başlıbaşına müstakil bir umredir. Hudeybiye barışının hükümlerine
uygun olarak yapıldığı için bu ismi almıştır. Bir başka deyişle "kaza
umresi" sözü, "hüküm umresi1' anlamına gelmektedir. Nitekim İbn Ömer
(r.a.)'ın da bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur.[211]
Ayrıca fıkıh ulemâsı
umreye niyyet ettiği halde bir engelle karşılaştığı için umresi yarım kalan
kimsenin bu umreyi kaza edip etmeyeceği konusunda da ihtilâfa düşmüşlerdir.
Hanefî ulemâsına göre böyle bir kimsenin umresini kaza etmesi gerektiği gibi,
daha önceki umresini bozduğundan dolayı ayrıca bir de kurban kesmesi gerekir.
İmam Ahmed'in meşhur olan görüşü de budur. Nitekim îbn Abbas'ın,
"Resûlullah (s.a.), umre yapmaktan engellenince ihramdan çıktı, kurban
kesti ve gelecek sene umre yaptı"[212]
dediği rivayet edilmiştir.
İmam Mâlik ile İmam
Şafiî ve Ahmed (r.a.)'e göre ise, "umresi veya nafile haccı yarım kalan
bir kimseye gerekli olan sadece bir hedy kurbanı kesmektir. Fakat engellenen
hac, farz-olan bir hac idiyse o zaman kazası gerekir. Çünkü Allah Teâla
Kur'an-ı Keriminde "Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Alı
konursanız kolayınıza gelen bir kurban gönderin"[213]
buyurarak nafile haccı veya umresi yarım kalan kimselerin sadece kurban
kesmeleri gerektiğini bildirmiştir. Eğer kaza etmek gerekseydi, o zaman mutlaka
kazayı emrederdi. Ancak bu görüş; "Allah Teâ-la'nın Kur'an-ı Keriminde
yarım kalan umrenin kaza edilmesinden bahsetmemesi yarım kalan umrenin kaza
edilmeyeceğine delâlet etmez" denilerek reddedilmiştir. Yarım kalan
umrenin kaza edilmeyeceği görüşünde olan mezheb imamlarının kendi görüşlerine bir
delil olarak gösterdikleri.[214] İbn
Abbas'ın "Hac veya umreye niyet edip de sonradan herhangi bir sebeple
Beyt'i ziyaret edemeyen kimseye, koyun veya daha büyük bir hayvan nev'inden
kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Şayet bu hac farz olan hac ise
kazası gerekir. Nafile hac ve umre ise kazası gerekmez" şeklindeki görüşü,
"Aslî deliller yanında sahâbî kavli delil olamaz" gerekçesiyle reddedilmiştir.[215]
1998. ...İbn
Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (sallallahû aleyhi ve sellem
Kurban (bayramının birinci) günü (Minâ'dan Mekke'ye) inmiş sonra (Minâ'ya)
dönerek öğleyi Minâ'da kılmıştır.[216]
kelimesi aslında
yokuştan aşağı inmek, dökülmek, akmak
mânâlarına gelir. Halk
Kurban bayramının birinci günü
ihramdan çıktıktan sonra Minâ'dan Mekke'ye kalabalık kitleler hâlinde akın akın
indikleri için bu yolculuğa "ifâza : akın" ismi verilmiştir.
Hadis-i şerif Resûl-i
Ekrem'in Veda Haccında bayramın birinci günü Akabe Cemresine taşlan attıktan ve
kurbanı kestikten sonra tıraş olup ihramdan çıkarak Mekke'ye indiği ve orada
ifaza tavafını yaptıktan sonra Minâ'ya dönüp öğle namazını Minâ'da kıldığını
ifâde etmektedir. Daha önce geçen 1905 numaralı hadisin ise, Resûl-i Ekrem'in
bayram günü Mekke'ye inince ifaza tavafını yaptıktan sonra öğle namazını
Mekke'de kıldığı ifâde edilmektedir. İmam Nevevî'ye göre Resûl-i Ekrem aslında
öğle namazını ilk vaktinde Mekke'de kılmıştır. Sonra Minâ'ya gelip ashabiyle
birlikte öğle vakti çıkmadan bir nafile namaz daha kılmıştır. İşte Ebû
Dâ-vûd'un bahsettiği Resûl-i Ekrem'in Minâ'daki öğle namazından maksat, bu
nafile namazdır.[217]
Esasen Hanefî ulemasından Aliyyü'I-Kârî'nin dediği gibi Resül-i Ekrem'in o gün
öğle namazının ilk vaktinde Minâ'ya dönmesi mümkün değildir.[218]
İfaza tavafını yapmak
için Minâ'dan Mekke'ye bayramın birinci günü inmek müstehabdır.Fakat bu ifaza
tavafının bayramın diğer günlerinde yapılmasının da yeterli olacağı gibi bu
tavafı bayramın diğer günlerine bırakan bir kimseye bu te'hirinden dolayı
kurban kesmek gerekmediğinde de icmâ' vardır. İmam Mâlik ile İmam Şafiî, İmam
Ahmed ve ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Hanefi ulemâsına göre bu tavafı
bayramın diğer günlerine te'hir eden bir kimsenin kurban kesmesi gerekir.[219]
1999. ...Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'ın benim yanımda kalacağı
(nöbet) gecem kurban bayramı gününün akşamı(rıa rastlıyor) idi. (Resûlullah)
yanıma geldi. Ebû Umeyye kabilesinden bir adamla birlikte Vehb b. Zem'a da
geldi. İkisi de gömlekli idi. Resûlullah (s.a.) Vehb'e:
"(Ey) Ebû
Abdillah, ifaza tavafını yaptın rai?" dedi. (Vehb de):
Hayır (yapmadım) ya
Resûlullah, cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.):
"Üzerinden
gömleği çıkar" buyurdu. Bunun üzerine gömleği başından çıkardı. Arkadaşı
da (aynı şekilde) gömleğini başından (soyup) çıkardı. Sonra (Vehb):
Ya Resûlullah, (bunu)
niçin (emrettin) diye sordu. (Resûl-i Ekrem de):
“Bu(gün Akabe Cemresi)
taşları attığınızda ihramdan çıkmanıza izin verilmiş bir gündür. (Binaenaleyh
tavafınızı yaparak ihramdan çıkınız)" buyurdu. (Resul-i Ekrem bu sözüyle)
kadınlar(a yaklaşmanın) dışında size haram kılınan herşey(in size helâl kılınacağı
bir gündür) demek istiyordu. (Daha sonra sözlerine devamla).
"Eğer bugün Siz
şu Beyti tavaf yapmadan akşamlarsanız, Mekke'ye taşları atmadan önceki
kıyafetinizle ihramlı olarak gidersiniz, Tavaf yapıncaya kadar (ihramda
kalırsınız)" buyurdu.[220]
İfaza tavafı hacıların
Arafat'tan indikten sonra yaptıklan tavaftır. Buna ziyaret tavafı da denir. Bu
tavaf haccın rükünlerinden olup bunun dört şartı, her hac edene farzdır. Bunun
için bu tavafa rükün tavafı da denilmiştir.[221]
1. Peygamber
(s.a.) zevceleri arasında adaleti sağlamak
ye ümmetine ada!etin
her işde uyulması gereken bir esas olduğunu öğretmek
maksadıyla sıra ile her gece zevcelerinden birinin yanında kalırdı.
2. Bir
devlet reisinin emri altında bulunan kimselerin meselelerini en ince
ayrıntılarına kadar düşünmesi ve onları dünyevî ve uhrevî yönden uyarıp onları
uygunsuz davranışta bulunmaktan men'etmesi gerekir.
3. İdare
edilen halkın dünyevî veya uhrevî meselelerde kendilerine kapalı kalan
meseleleri idareci kimselere sormaları gerekir.
4. İhramlı
iken unutarak veya bilmeyerek dikişli bir elbise giyen kimsenin farkına varır
varmaz hemen bunu çıkarması gerekir. Her ne kadar böyle bilmeyerek giyilmiş
olan bir gömleği baş taraftan soyunup çıkarmak o anda başı örterse de Resûl-i
Ekrem Efendimiz buna izin vermiştir. Biz fıkıh ulemasının bu konudaki
görüşlerini 1819 numaralı hadisin açıklamasında özetledik.
5. Akabe
Cemresine taşlan atambir kimse, eğer bayramın birinci günü güneş batmadan önce
ifâza tavafını yapacak olursa ona kadına yaklaşmanın dışında ihramla ilgili
bütün haramlar helâl olur. Fakat eğer o gün güneş batmadan önce ifaza tavafını
yapmayacak olursa Akabe Cemresine taşları atıp kurban kesip saçlarını tıraş
etmiş bile olsa, yine ihramdan çıkamaz.
Her ne kadar hadisin
zahirinden çıkarılan hüküm bu ise de, bu hüküm cumhûr-i ulemânın bu konudaki
hükmüne aykırıdır. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.): "Sizden biriniz Akabe
Cemresine taşları atınca kendisine kadınlar(a yaklaşmanın) dışında (ihramla
ilgili yasaklardan) herşey helâl olur" buyurmuştur.[222] Her
ne kadar sözü geçen hadis senedinde el-Haccâc b. Ertat olduğu gerekçesiyle
tenki dedilmişse de şimdi tercümesini sunacağımız şu iki hadis tarafından
takviye edildiği için zayıflık derecesinden kurtularak hasen derecesine
yükselmiştir:
1. "Akabe
Cemresine taşları attığınız zaman size (ihramla ilgili yasaklardan) kadınlar(a
yaklaşmanın) dışında herşey helal olur" anlamındaki hadis.[223]
2. "Ben
Resûlullah (s.a.)'e ihrama girmesi için ihrama girmeden önce ve ihramdan
çıkması için de Beyt'i tavaf etmeden önce güzel kokular sürerdim."[224]
sözleriyle işaret ettiği üzere Hz. Âişe'nin Resûl-i Ekrem'e ifaza tavafını
yapmadan önce misk sürmesi, Akabe Cemresine taş attıktan sonra ifaza tavasını
yapmamış bile olsa, kendisine ihramla ilgili bazı yasakların helâl olduğunu
gösterir. Bu bakımdan uldmanın büyük çoğunluğu, "Akabe Cemresine taşlan
atıp da kurbanı kesen ve traş olan bir kimseye ihramla ilgili yasaklardan
kadınlara yanaşmanın dışında her şey helâl olur." demişlerdir. Konumuzu
teşkil eden hadisin zahirine göre hüküm veren bir âlim bilinmemektedir.[225]
2000.
...Âişe ile İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem (Veda Haccında) kurban (bayramının birinci) günü tavafı geceye
ertelemiştir.[226]
Her ne kadar bu hadisde
Veda Tavafında Resûl-i Ekrem'in ifâza tavafını kurban bayramının birinci günü
gündüzün yapmayıp geceye ertelediği ifâde ediliyorsa da bu hadis zayıftır.
Çünkü senedinde
Ebu'z-Zübeyr vardır. Ebu'z-Zübeyr tedlisçiliğiyle tanınan bir kişidir. Hem de
bu hadisi Hz. Âişe'den bizzat duymamıştır. An'a-ne yoluyla rivayet etmiştir.
Bilindiği gibi tedlisçi bir râvinin an'ane yoluyla rivayet ettiği bir hadis
delil olamaz.
Daha önce tercümesini
sunduğumuz 1905 ile 1998 numaralı hadislerin de ifade ettikleri gibi Peygamber
(s.a.) ifaza tavafını kurban bayramının birinci günü gündüzün yapmıştır. Öyle
anlaşılıyor ki Ebu'z-Zübeyr burada Resûl-i Ekrem'in geceleyin yaptığı Veda
Tavafıyla gündüzün yaptığı İfaza Tavafını karıştırmıştır. Çünkü 2005 ve 2006
numaralı hadis-i şeriflerde geleceği üzere Resûl-i Ekrem Veda Tavafını
geceleyin yapmıştır.[227]
2001. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem ifaza tavafı (turlarının) yedi(sinT de) de remel yapmamıştır.[228]
Bu hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem'in
ifaza tavafında remel yapmadığı ifade ediliyor. Bilindiği gibi kelime olarak
remel koşmak demektir. Hac ibâdetine ait bir tâbirdir. Turu ıztıba hâlinde iken
yani ihramın üst kısmının bir ucu sağ kolun altından sol omuz üzerine atılmış
bir halde ve omuzlan silkeleyerek, sür'atli ve çalımlı bir şekilde tamamlamayı
ifâde eder.
Peygamber Efendimiz
ifaza tavafından sonra sa'y olmadığı için remel yapmamıştır. Bu sebeple ızdıbâ'
ve remel'i her tavafta değil, kendisinden sonra sa'y yapılacak olan tavafta
yapmak sünnet olmuştur. Aynı şekilde nafile olan tavaflarda da sa'y olmadığı için
ıztıbâ' ve remel olmadığı gibi vâcib olan veda tavafından sonra da sa'y
olmadığından bunda da ıztıbâ ve remel yapılmaz. Kudüm Tavafından sonra sa'y
yapılacak olursa, o zaman kudüm tavafında remel yapılabilir. Fakat bu sa'yı
ifâza tavafından sonraya bırakmak ve dolayısıyla remel ve izdıba'ı da ifaza
tavafında yapmak daha faziletlidir. Bu konuda Mecmeu'l-enhur'da şöyle deniyor:
"Sünnete değil, farza tabi kılındığı için remelin ziyaret tavafında
yerine getirilmesi daha iyi ve üstün sayılmıştır."[229]
2002. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan; demiştirki: Halk her tarafa dağılıyordu. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.);
"En son olarak
Beyt'i tavaf etmedikçe hiçbir kimse hiç bir yere gitmesin" buyurdu.[230]
Hac esnasında
cemrelerin taşlanması bittikten sonra Minâ'dan Mekke'ye inildiği vakit, yapılan
tavafa Veda tavafı denir. Bu tavaf afakîler (taşralılar) için vacibtir. Haccın
menâsiki bununla sona erer. "Sader" avdet etmek, dönmek demektir.
Hacılar bu tavaftan sonra ihramdan çıkar ve âfâkî olanlar Kabe'ye veda edip
ülkelerine dönmeye hazırlanırlar. Bunun için bu tavafa "sader tavafı"
da denir. Metinde geçen "En son olarak Beyt'i tavaf etmedikçe"
sözüyle kast edilen işte bu tavaftır.[231]
1. Hac amellerini
bitiren bir kimsenin
memleketine dönmeden önce
bir veda tavafı
yapması vacibtir. Bu konuda hacc-ı kıran yapan bir kimse ile hacc-ı
temettü ya da hacc-ı ifrâd yapan kimse arasında bir fark yoktur. Hanefî ulemâsı
İmam Şafiî, İmam Ahmed ve ulemânın pek çoğu bu görüştedirler. Çünkü konumzu
teşkil eden hadis-i şerîfin zahirinden anlaşılan budur. Ayrıca İbn Ömer
(r.a.)'in, "Resülullah (s.a.) "Son defa olarak Beyt'i tavaf etmeden
memleketine dönmek isteyen bir kimseyi memleketine gitmekten nehyetti"
demesi[232] ve Ömer b. Ha'Hb (r.a.)'in
"Hiç bir kimse Beyt'i tavaf etmedikçe memleketine dönmesin, çünkü hac
ibadetinde yapılması gereken en son amel, Beyt'i tavaf etmektir"[233]
anlamındaki sözü, bunu ifâde eder. Sözü geçen ulemâya göre bu tavafı terk eden
bir kimseye kurban lâzım gelir. Fakat mikat sınırları içerisinde kalan
memleketlerin halkı ile hayızlı ve nifâslı kadınlar bu tavafı yapmakla mükellef
değillerdir. Nitekim "Halka son varacakları yerin Beyt-i Şerif olması
emir buyuruldu. Yalnız hayızlı kadına ruhsat verildi."[234]
anlamındaki hadis-i şerîf bunu açıkça ifade
etmektedir.
İmam Mâlik ile Dâvûd-ı
Zâhirî'ye göre ise, veda tavafı sünnettir. Terkinden dolayı herhangi bir ceza
lâzım gelmez. Bu görüşte olan ulemâya göre eğer veda tavafı vâcib olsaydı, o
zaman hayızlı kadınlar için böyle bir kolaylık gösterilmezdi.
İbn Münzir'e göre ise
bu hadis-i şerifte emredilidği için veda tavafı yapmak vacibtir, fakat
terkinden dolayı herhangi bir ceza gerekmez.
Sadece umre yapan bir
kimseye veda tavafı gerekmez. Çünkü konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisinde
veda tavafı yapması emredilen
kimseler hac yapmış
olan.kimselerdir.
Ayrıca hac-
yolculuğuna çıktığı halde yetişemediği için hac yapmaya muvaffak olamayan bir
kimseye de veda tavafı gerekmez. Çünkü bu durumda kalan kimseye vacib olan
sadece bir umre yapmaktır.
Veda tavafı için
birisi istihbâb vakti diğeri de cevaz vakti olmak üzere iki vakit vardır.
a. Müstehab
olan vakit, hacının yola çıkacağı vakittir. Binaenaleyh bir hacının veda
tavafını yola çıkacağı zamana kadar te'hir etmesi müstehabtır.
b. Caiz olan
vakit ziyaret tavafı yapıldığı andan itibaren veda tavafı yapılabilir. Veda
tavafını yaptıktan sonra ikâmete niyyet etmeden Mekke'de bir süre ikâmet etmek
veda tavafının tekrarım gerektirmediği gibi Hanefîlere göre bu durumda kalan
bir kimseye her hangi bir ceza da gerekmez.[235]
2003.
...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.)'e Safiyye bint
Huyey'in hayızlandığı haber verilmiş. Resûlullah (s.a.) de:
"İşte o bizi
yolumuzdan alıkoyar." buyurmuştur, Bunun üzerine ashâb-ı kiram;
Ya Resûlullah, o ifaza
tavafını yapmıştı, diye cevap vermişler. Bunun üzerine
"Öyleyse (bizi
yolumuzdan alıkoyacak) değildir" buyurmuştur.[236]
Bu hadise Buhârî'nin
rivayetinde "biz Peygamber (s.a.) ile birlikte hac yaptık. Bayramın birinci günü ifaza tavafını
yaptığımız zaman Safiyye hayızlandı. Resûl-i Ekrem de Safiyye'ye yaklaşmak
istiyordu. Bunun üzerine ben:
"Ya Resulullah, o
hayızhdır, dedim" şeklinde anlatılmaktadır.[237] Rivayete
göre Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını
yapmış olması Resûl-i Ekrem'in de bunu bilmesi gerekir. Çünkü ifaza tavafını
yapmadıkça bir hacı adayının eşine yaklaşması caiz olmayacağına göre, Resûl-i
Ekrem'in Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığından emin olmadıkça O'na
yaklaşma teşebbüsünde bulunması düşünülemez. Buhârî'nin bu rivayeti Resûl-i
Ekrem'in Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığı kanaatinde olduğunu gösterir.
Konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi ise, Resûl-i Ekrem'in o gün Hz.
Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığından habersiz olduğunu ifâde ediyor. Her ne
kadar bu iki ifade arasında bir çelişki varmış gibi görünüyorsa da aslında
böyle bir çelişki yoktur. Çünkü Resûlullah (s.a.)'in Hz. Safiyye'ye yaklaşmak
teşebbüsü diğer zevcelerinin kendisinden veda tavafı yapmak için izin
istemelerinden ve onlara bu hususta izin vermesinden sonra olmuş; Resûl-i Ekrem
diğer hanımlarının veda tavafı istemeleri sebebiyle Hz. Safiyye'nin de onlarla
birlikte veda tavafını yaptığım zannetmişti. Fakat Hz. Âişe, Hz. Safiyye'nin
hayızlı olduğunu söyleyince o zaman Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını da yapmamış
olduğunu zannederek "öyleyse o bizi yolumuzdan alıkoyacak" demek
suretiyle hayızlanması sebebiyle ifaza tavafını yapmayan bir kadının ifaza
tavafını yapıncaya kadar Mekke'de beklemesi gerektiğini ifâde etti. Daha sonra
Hz. Âişe'nin Hz. Safiyye'nin ifaza tavafını yaptığım hatırlatması üzerine
"öyleyse yolumuza devanı edebiliriz" buyurdu. Hâdisenin aslı budur
ve bu şekilde cereyan etmiştir. Binaenaleyh bu olayı anlatan hadislerin
ifadeleri arasında herhangi bir çelişki veya aykırılık söz konusu değildir.[238]
1. İfaza
tavafı haccın rükünler indendir ve bu tavafın sahih olması için taharet
şarttır.
2. Ulemânın
ekseriyetine göre hayız görmekte olan bir kadın veda tavafı yapmakla mükellef
değildir. Fakat İbn Abbas'la Zeyd b. Sabit arasında bu konuda ihtilâf vardır.
Müslim'in Sahih'inde söz konusu ihtilâf şöyle anlatıyor:
Zeyd b. Sabit İbn
Abbâs'a hitaben:
Sen hayızlı bir
kadının son defa Beyt'-i şerifi tavaf etmeden yola çıkabileceğine fetva
vermişsin öyle mi? dedi. İbn Abbas da O'nâ şu cevâbı verdi:
"Eğer kabul
etmiyorsan ensardan falan kadına soruver. Kendisine Resûlullah (s.a.) bunu
emretmiş mi (emretmemiş mi?)
Zeyt b. Sabit
(meseleyi o kadına sorduktan sonra) gülerek İbn Abbas'ın yanına geldi- ve:
Senin doğrudan başka
bir şey söylemediğini görüyorum, dedi.[239]
Ömer b. el-Hattâb ile
oğlu Abdullah b. Ömer (r.a.) ise hayızlı olduğu için vedâ tavafını yapamayan
bir. kadının temizlenip de veda tavafını yapıncaya kadar Mekke'de beklemesi
gerektiğini söylerlerdi. Fakat sonradan bu görüşlerinden döndüler. Tâvûs'un
rivayetine göre İbn Abbâs ifaza tavafım, yapan hayızlı kadınların veda
tavafını yapmadan memleketlerine dönebileceklerini söyledi ve; "İbn Ömer
önceleri aksi görüşte idi, fakat sonradan bu görüşündefe döndü" derdi.[240]
1 İmam Şafiî'ye göre
İbn Ömer (r.a.) önceleri veda tavafı yapamayan hayızlı kadınların vedâ tavafını
yapıncaya kadar Mekke'de beklemeleri gerektiği görüşünde idi, fakat sonraları
sözkonusu kadınların veda tavafını yapmadan memleketlerine dönebileceklerine
dâir Resûl-i Ekrem'in izni bulunduğunu öğrenince bu görüşünden vazgeçmiştir.
Hanbelî ulemâsından
İbn Kudâme "Hayız görmekte olduğu için veda tavafını yapmadan yola çıkan
bir kadın daha Mekke'nin kenar semtlerindeki evleri ve binaları geçmeden
hayızdan kurtulacak olursa, derhal döner veda tavafını yapar, eğer dönmeye
imkân bulamazsa yoluna devam eder. Fakat özürsüz olarak geri dönmek istemezse,
o zaman kendisine kurban kesmek gerekir."[241]
demiştir.
İfaza tavafını
yapmadan hayızlanan bir kadın, temizlenip de ifaza tavafını yapmadıkça
memleketine dönemez. Vasıta sahiplerinin, bu durumda kalan kadınlar için
yolculuğu te'hir etmeleri üzerlerine vacib değilse de böyle bir iyiliği
esirgemeleri uygun bir davranış değildir.
Her ne kadar Bezzâr'm
Câbir'den rivayet ettiği bir hadiste "iki amir'in tebeasına emir verme
yetkisi yoktur. İçerisinde hayızlandığı için ifaza tavafı yapamayan bir kadın
bulunan kafile mensupları bu kadın hakkında istişarede bulunmadıkça ve onun
iznini almadıkça yola çıkamazlar; cenaze namazını kılan bir kimse cenaze
sahiplerinden izin almadıkça evine dönemez"[242]
buyuruluyorsa da Bezzâr bu hadisin sahih olmadığını söylemiştir. Ayrıca
Bezzâr'ın bu hadisinde geçen "yola çıkamazlar" sözü o kadını
beklemenin vacib olduğuna delâlet etmez. Çünkü vedâ tavafını yapan kimselerin
memleketlerine dönmeleri haram değildir. Ancak mürüvvet (insanlık) bu kadını
beklemeyi gerektirir. Ayrıca bu hadisin senedi çok zayıftır. İmam Mâlik
Muvatta'da bu durumda olan bir kadının en uzun hayız müddeti kadar beklenmesi
gerektiğini söylemişse de, bu görüş, kafileyi eşkıyaların saldırılarına maruz
bırakmak gibi bir takım tehlikeleri davet edeceği gerekçesiyle tenkid
edilmiştir.[243]
2004.
...el-Hâris b. Abdillah b. Evs'den; demiştir ki: Ben Ömer b. el-Hattâb'a varıp
kurban (bayramının birinci) günü Beyt'i tavaf ettikten sonra hayızlanan bir
kadım(n durumunu) sordum da;
(Mekke'deki) en son
vakti Beyt'te (orayı tvaf etmekle geçmiş) olsun; diye cevap verdi. (el-Velid b.
Abdurrahman) dedi ki: el-Haris (Hz, Ömer'e hitaben);
Resûlullah (s.a.) de
bana böyle fetva vermişti, deyince Ömer (r.a.);
"Ellerin(e isabet
edecek musibetler) sebebiyle organların dökülsün (e mi? Demek) sen, Resûlullah
(sa..)'e sorduğun bir şeyi ona aykırı fetva vermem için (bir de) bana sordun (öyle
mi?) diye karşılık verdi.[244]
Metinde geçen
"kendi ellerinle işlediğin hatalar yüzünden yahut eline isabet edecek
musibetler sebebiyle ellerin dökülsün" gibi mânâlara gelen
"eribte..." sözü aslında bir beddua ise de burada hakiki mânâsında
kullanılmamış, sadece muhatabının hatalı olduğunu ifâde etmek maksadıyla
kullanılmıştır.
Hz. Ömer'in muhatabını
suçlamasını sebebi onun Resûl-i Ekrem'e sorup da fetvasını aldığı bir meseleyi
tutup bir de Hz. Ömer'e sormuş olmasıdır. Gerçekten Hz. Ömer'in Resul-i
Ekrem'in bu meselelere verdiği fetvayı bilmeden ona aykırı bir fetva vermesi
son derece tehlikeli olurdu. İşte Hz. Ömer'in muhatabını metinde geçtiği
şekilde azarlamasının sebebi budur.[245]
Bu hadis, "veda
tavafı hayızh kadınlar için de vacıbtır diyen
Sevrı gibi bazı ılım adamlarının delilidir. Ancak bu hadis 2003 numaralı
hadisle "Ummu Süleym kurban bayramı günü ifaza tavafını yapınca
hayızlanmıştı. Resûlullah (s.a.) kendisine memleketine dönmesi için izin
verdi"[246] anlamındaki hadis
tarafından neshedilmiştir. Nitekim "Her kim Beytullâhı haccederse, onun
hac devresinin sonu Beytullah(a veda tavafı) ile olsun. Ancak hayız gören kadınlar
müstesnadır. Resûlullah (s.a.) onlar(ın veda tavafını yapmadan Mekke'den ayrılmalann)a
ruhsat vermiştir."[247]
anlamındaki hadis-i şerifde bunu ifâde eder. Bu gerçeği ifade eden daha pek çok
hadis-i şerif varsa da bu hadisler Hz. Ömer'e ulaşmamış olacak ki hayızh
kadınların veda tavafını yapmadan Mekke'den ayrılamayacaklarına dâir fetva
vermiş.[248]
83. bab başlığı ile bu
bab başlığı arasındaki fark; orada veda tavafı yapılması emri söz konusudur,
burada ise Hz. Peygamberin bi'l- fiil veda tavafı yaptığı anlatılmaktadır. Bu
sebeple Ebû Dâvûd konuya iki ayrı bab'ta ele almıştır.[249]
2005.
...Âişe (r.anha)'dan; demiştir ki: Umre için Ten'im'den ihrama girdim ve
Mekke'ye gelip umremi edâ ettim. Resûlullah (s.a.) de beni el-Abtah (denilen
yer)de beklemekte idi. Nihayet ben (umremi) bitirince yola çıkmak için halka
emir verdi ve gelip Beyt'i tavaf etti. Sonra (Mekke'den Medine'ye doğru yola)
çıktı.[250]
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi aslında Hz. Âişe Veda Haccı yılında
Zulhuleyfe'de umre için
ihrama girmişti. Fakat Serîf denilen yere vardıkları zaman hayızlandığı
için Resûl-i Ekrem'in emriyle umresini feshederek hac için ihrama girdi.
Nihayet usulü dairesinde haccını edâ edince bir de umre yapmak için Resûl-i
Ekrem'den izin istedi. Resûl-i Ekrem de Hz. Âişe'nin umre yapmasına izin
verdi, Ten'im'e gidip oradan ihrama girmesini sağlamak ve Hz. Âişe'nin yanında
gitmek üzere de kardeşi Hz. Abdurrahman'ı görevlendirdi. İşte hadiste geçen Hz.
Âişe'nin umresinden maksat, bu umredir. Biz Hz. Âişe'nin bu umresi ile ilgili
görüşleri 1778 numaralı hadis-i şerifte açıklamış bulunmaktayız.[251]
1. Harem
sınırları içerisinde bulunan bir kimse umre yapmak istediği zaman ihrama girmek için harem
sınırları dışına çıkar.
2. Bir
hacının Mekke içerisinde yapacağı en son amel veda tavafı olmalıdır.
3. Hac
menâsikini bitiren bir kimse memleketine dönmekte acele etmelidir.
4. Kafile
reisi hacc arkadaşlarının rahatını gözetmeli, gerektiği zaman memlekete dönmeyi
te'hir etmekte tereddüd etmemelidir.
5. Hac
görevini ifa eden bir kimse isterse yeniden ihrama girip istediği kadar umre
yapabilir.[252]
2006.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Ben (Minâ'dan) son ayrılışta onunla -yani
Peygamber (s.a.) ile- birlikte idim. Muhassab'a indi.
Ebû Dâvûd dedi ki (bu
hadisin râvisi Muhammed) İbn Beşşâr (burada) bir önceki hadiste geçen Hz.
Âişe'nin Ten'im'e gönderilmesi olayını anlatmadı (ve rivayetine şöyle devam
etti):
Hz. Âişe dedi ki; Ben
Peygamberin yanına gecenin sonunda gel(ebil)dim. Bunun üzerine ashabına hemen
yola çıkılacağını bildirdi, kendisi de yola çıkıp sabah namazından önce Beyt'e
uğradı (ve Medine'ye doğru yola) çıkacağı sırada onu tavaf etti, (tavaftan)
sonra da Medine'ye doğru yola çıktı.[253]
Aslında bu hadis-i
şerif bir önceki hadis-i şerifin aynısıdır. Fakat musannif Ebû 'Davud'un da
dediği gibi hadisin Râvîsi İbn Beşşar bir önceki hadiste anlatılan Hz.
Âişe'nin; "Hz. Peygamberle birlikte Minâ'dan ayrılışı ve umreden sonra Hz.
Peygamber rin yanına gelişi" ile;ilgili sözlerini nakletmekle yetinmiştir.
Metinde geçen "Muhassab" kelimesi "taşlı ve çakıllı yer"
anlamına gelir. Burası Mekke ile Minâ arasında bir yerdir. Geniş ve düz bir
arazi olduğu için buraya el-Ebtah da denir.[254]
1. Harem
sınırları içerisinde bulunan bir kimse umre yapmak istediği zaman ihrama
girmek için harem sınırları dışına çıkar.
2. Minâ'dan
ayrılırken "Muhassab" ya da "Ebtah" denilen araziye inip
geceyi orada geçirmek sünnettir.
3. Bir
hacının Mekke'de yapacağı en son amel veda tavafı olmalıdır.
4. Resül-i
Ekrem Efendimiz gerek zevcelerine ve gerekse ümmetinin diğer fertlerine son
derece merhametli idi.[255]
2007.
...Abdurrahman b. Târik, annesinden naklen haber verdiğine göre Resûluüah
(s.a.) Ya'lâ yurdundan bir yeri geçince -(ki bu hadisi Abdurrahman'dan naklen
rivayet eden) Ubeydullah bu yeri(n ismini) unutmuştur- Beyt'e dönüp dua
etmiştir.[256]
Resûl-i Ekrem veda tavafını
yaptıktan sonra Ya'lâ yurdu denilen yere gelince kıbleye dönüp dua edermiş. Metinde
bu olay "Ya'lâ yurdundan bir yeri geçince dua ederdi" anlamına gelen
kelimelerle ifâde edilmişse de metnin aslı "Ya'lâ yurduna gelince"
şeklindedir.
Resûl-i Ekrem'in veda
tavafını yaptıktan sonra Medine'ye dönerken Ya'lâ yurdunda dua ettiği bu yerin,
duanın makbul olduğu yerlerden birisi olduğu muhakkaktır. Fakat râvi buranın
neresi olduğunu unuttuğu için isim verememiştir. Aynı hâdiseyi İbn Hacer de
el-İsâbe isimli eserinde zikretmiş fakat o da bu yerin ismini vermemiştir.[257]
Veda tavafından sonra
Beyt-i Şerife yönelerek dua etmek mustehabtır. 1898
numaralı hadis-ı şerifte de
açıkladığımız gibi mültezem Resûl-i Ekrem'in dua etmek için çok önem verdiği
yerlerden biridir. 1898 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de Resûl-i Ekrem'in
özellikle dua etmek için önem verdiği yerleri açıklamıştık.[258]
2008. ..Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) sadece (Medine'ye dönüşte yola)
çıkmak için daha kolayına geleceğinden dolayı (Minâ'dan Mekke'ye gelirken)
Muhassab'a inmiştir. (Muhassab'a inmek aslında) sünnet değildir. İsteyen orada
iner, istemeyen de inmez.[259]
Muhassab Mekke ile
Minâ arasındaki vadinin iki dağ arasındaki genişçe bir sahasının adıdır. Taşlı
ve çakıllı olduğu için bu isim verilmiştir. Buraya Hasbe, Mahsab, Ebtah, Bethâ
isimleri de verilmiş olduğunu da belirtelim. Veda Haccında Fahr-i Kâinat
Efendimiz, Zilhicce'nin ondördünde Minâ'daki hacla ilgili görevlerini ifâ
edince Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Ertesi gün Mekke'den Medine'ye gitmek
üzere hareket edeceği için istirahat maksadıyla geceyi burada geçirmeye karar
verdi. Bu sayede yol hazırlıklarını tamamlayamayanlar, yol hazırlığını
tamamlama imkânını buldular. Aynı zamanda geceyi orada istirahatla
geçirdikleri için hem seher vaktinde uyanmak ve geceyi ihya etmek imkânını hem
de ertesi günü hep birlikte yola çıkma imkânını buldular. Ulemâdan bazılarına
göre Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin geceyi orada geçirmesi ilk
zamanlarda ibâdetlerini gizli gizli yaparken şimdi açıktan ibadet edebildiğine
ve müşriklerin İslâmiyeti söndürmek azminde bulunmalarına rağmen, Allah'ın bu
dini muzaffer kılmasına şükür içindir.
Hattâbî'ye göre ise,
Minâ'dan dönerken Muhassab'da bir müddet kalmanın hac ibadetiyle hiç bir
ilgisi yoktur. Çünkü metinde geçen "Muhassabb'a inmek sünnet
değildir" anlamındaki cümle bunu ifâde etmektedir.[260]
Nefr gününde Minâ'dan
Mekke'ye gelirken geceyi Muhassab demlen yerde geçirmenin hac ibadetiyle her
hangi bir ilgisi yoktur. Hz. İbn Abbâs ile Hz. Âişe, Esma bint Ebû Bekr ve Urve
b. Zübeyr bu görüştedirler. Sözü geçen sahâbîlere göre Resul-i Ekrem'in Mekke'ye
dönerken geceyi Muhassab'da geçirmesi tesadüfidir, hac ibadetiyle bir ilgisi
yoktur. Dört mezhebin imamlarına göre ise, Resûl-i Ekrem'in fiiline uymak
yönünden Minâ'dan Mekke'ye dönerken geceyi Muhassab'da geçirmek sünnettir.
Çünkü Hz. Ebû Bekir Hz. Ömer ve Hz. Osman bu sünnete uymuşlardır. Gerçekten
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki bu konuyla ilgili hadis-i şerifler de bu
görüşü te'yid etmektedir.[261]
2009.
...Süleyman b. Yesâr dedi ki; Ebû Râfi' şöyle demiştir:
Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Ebtah'a inmemi emretmedi. Fakat ben çadırını (oraya)
kurmuştum. (O da gelip) oraya indi.
(Bu hadisi Ebû Davud'a
nakleden râvilerden) Müsedded (şu cümleyi de) rivayet etti. Ve (Ebû Râfi)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin eşyasını korumakla görevli idi.
(Diğer râvi) Osman da
(Süleyman'ın rivayetine) "Ebtah'a (inmemi emretmemişti)" sözünü
ilave etti.[262]
Veda Haccında Resûl-i
Ekrem'in eşyasını korumakla görevli olan Ebû Râvi' bu ifadesiyle Resûl-i Ekrem'in,
çadırının oraya kurulması hususunda kendisine bir emir verilmediğim ifade etmek
istiyor. Fakat Resûl-i Ekrem'in birgün önce "İnşallah yann da Beni Kinâne
vadisinde olurum,"[263]
dediğini işiterek Resûl-ü Ekrem'in bu temennisini gerçekleştirmek arzusuyla
kafileden önce varıp onun çadırım Ebtah'a kurmuş daha sonra da Resûl-i Ekrem
Efendimiz gelip Ebtah'a inmiştir.
Hadisin senedinden de
anlaşılacağı gibi bu hadis musannif Ebû Dâvûd'a üç ayrı râvi tarafından
ulaştırılmıştır. Bu râvi'lerin rivayetleri arasında tam bir benzerlik ve
birlik vardır. Fakat Müsedded'in rivayetinde fazla olarak: "Ebû Râfi Hz.
Peygamberdin eşyasını korumakla görevli idi," cümlesi, Osman b. Ebî
Şeybe'nin rivayetinde de, Resûlullah (s.a.) Ebtah'a inmemi emretmedi"
anlamına gelen bir cümle bulunmaktadır.[264]
Nefîr (Minâ'dan
Mekke'ye dönüş) günü Muhassab
denilen düzlüğe inmek
meşrudur. (Muhassab'a inmenin
hükmü hakkındaki görüşler bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir).[265]
2010.
...Usâme b. Zeyd (r.a.)'den; demiştir ki: (Veda) Haccında;
Ya Resûlullah yarın nerede
konaklayacaksın? diye sordum da;
"Akîl bize
(Mekke'de içinde barınabileceğimiz) bir ev mi bıraktı?" cevabını verdi.
Sonra; "(Yarın) Beni Ki nane Hayf'ina (yani) Kureyş'in küfür üzerinde
(kalmak üzere) antlaştığı yere yâni Muhassab'a ineceğiz" buyurdu. Bu
(antlaşma) Kinâne oğullarının Haşîm oğullan ile evlenmemek, onları (aralarında)
barındırmamak ve onlarla alış veriş yapmamak üzere Kureyşle yaptığı
antlaşmadır. (Bu hadisin râvilerinden) Zührî dedi ki: (Beni Kinâne) Hayf(ından
maksat, Muhassab denilen) vadidir.[266]
Hafız İbn Hacer bu,
hadisle ilgili görüşlerini açıklarken şunları söylüyor: "Bu hadis-i şerîfte söz konusu edilen evden
maksat, Hâşim b. Abd-i Menafin evidir. Hâşim öldükten sonra bu ev oğlu
Abdülmuttalib'e kaldı. Abdulnıuttalib de çocukları arasında taksim etti.
Resûl-i Ekrem de babası Abdullah'ın mirasım aldı ve burada dünyaya geldi."[267]
Buhârî'nin bir rivayetinde de bu hâdise şu anlama gelen cümlelerle rivayet
edilmiştir: "Peygamber (s.a.) kurban bayramının birinci gününün ertesi
günü, "yarın Kinâne oğullan yurdunda konaklayacağız" buyurdu."[268]
Buhârî'nin bu rivayeti, söz konusu hâdisenin Veda Haccında olduğunu gösterir.
Fakat Buhârî'nin diğer bir rivayetinde ise, Resûl-i Ekrem'in, bu sözü Mekke'nin
Fethi sırasında söylediği[269] yine
Buhârî'nin diğer bir rivayetinde de Resûl-i Ekrem'in bu sözü Huneyn gazvesine
çıkarken söylediği[270]
ifâde ediliyor. Bütün bu rivayetlerde hadisenin tarihine ait verilen
bilgilerin farklı oluşu bu rivayetler arasında bir çelişki bulunduğunu değil,
bu hadisenin ayrı ayrı zamanlarda tekerrür ettiğini gösterir.
Metinde geçen
"Akîl bize bir ev mi bıraktı?" cümlesi Resûl-i Ekrem Medine'ye göç
edince babasından kalan evinin amcası Ebû Tâlib'in oğlu Akîl'e intikal ettiğine
delâlet eder. Çünkü Resûl-i Ekrem Medine'ye göç ettiği zaman bu evin mülkiyeti
Ebû Tâlib'in henüz İslâm'a girmemiş bulunan iki oğlu Tâlib ile AkîTın .elinde
idi. Çünkü Ebû Tâlib vefat edince Hz. Alî ile Cafer Müslüman oldukları için Ebû
Tâlib'in malına vâris olamadılar. Böylece bu evin mülkiyeti Ebû Talib'in diğer
iki oğlu Tâlib ile Akîl'in eline geçmişti.[271]
Fakat daha sonra Tâlib Bedir Muharebesinde ölünce bu evin tek mâliki Akîl oldu.
Resûl-i Ekrem Akîl'in gönlünü kazanmak için evin mülkiyetini tamamen O'na
bıraktı, o da bunu başkalarına sattı. Resûl-i Ekrem câhiliyye döneminde
yapılan bazı tasarrufların geçerli olduğunu göstermek maksadıyla Akîl'in bu
satışını geçerli kıldı.[272]
Fâkihî'nin beyânına
göre ise, bu ev Akîl'in, vefatından sonra çocukları tarafından yüzbin dinar
karşılığında Haccâc-ı Zâlim'in kardeşi Muhammed b. Yûsuf'a satılmıştır.[273]
Metinde geçen Kinâne
oğullarıyla Kureyş müşrikleri arasında müslümanlar aleyhine yapılan andlaşma,
başta Ebû Tâlib olmak, üzere Haşimî-lerin ve Muttalib oğullarının Beni Hâşim
mahallesinde Resûl-i Kibrîyânın hatırı için toptan mahsur kaldıkları zamana
rastlar. Beni Hâşim mahallesindeki bu muhasara meselesi İslâm Tarihinin en
acıklı bir faslını teşkil eder. Yapılan bu kâfirâne ve zalimane muahede
mucibince hiç bir satıcı Benî Hâşim mahallesine bırakılmıyordu. Mahsurlar
yiyecek, içecekten ve her nevi hayatî ihtiyaçlardan mahrum bir halde
bırakılmıştı. Aradan aylar, seneler geçtiği halde mahsurlara merhamet sahibi
bir ferd uğramamıştı. Çocukların, kadınların açlıktan feryad ve figanı Mekke
şehrini sarsıyordu. Fakat bu merhametsiz Kureyşîler bir türlü insafa
geliniyorlardı. İslâm tarihi bu acıklı günlerin pek çok facialarım kayd eder.
İşte Resûl-i Zişân
Efendimizin Minâ'dan hareket etmezden evvel "inşallah yarın, yani öbür
gün Beni Kinane yurdu olan Muhassab'a ineceğiz" buyurmaları ve muhteşem
bir hac kafilesi ile oraya varmaları aziz ve muh-tekim'olan Allah'ın yüce
kudretinin Habib-i Ekrem'i hakkındaki yeni bir tecellisi idi.
Buhârî şârihi Aynî,
Kureyş ile Beni Kinâne arasında yazılan bu vesika-i zalimane hakkında şu
tafsilâtı verir.
Bu uğursuz sahifeyi
yazan Mansur b. İkrime idi. En sonunda eli çolak olmuştu. Zübeyr b. Ebî
Bekr'in Ensab'ında Bağız b. Âmir olmak üzere kaydedilmiştir. Kelbî de Mansûr
b. Âmir'dir demiş, Siyer kitablarında bu sahifeyi Kabe'nin içine astıkları ve
İlân-i Nübüvvetin yedinci senesi Muharrem ihtidasında Ebû Tâlib mahallesinden
Hâşimîlerin ve Muttalibî-lerin muhasara edildiği bu dilsûz muhasaranın üç sene
devam ettiği bildiriliyor. Sonra Cenab-ı Hak Habibi Edibini o sahifenin sön hâline
muttali kılmıştır. Şöyle ki; Kabe duvarında asılı bulunan bu sahifeye Cenab-ı
Hak bir kurt musallat kılmış, onda yazılı ne kadar mekruh fıkralar ve kelimeler
varsa onları sildirmiştir. Yalnız onda lâfzatullah gibi mukaddes kelimeler
kalmıştır. Bu vak'ayı Resûl-i Ekrem amcaları Ebû Talibe söylemiş ve Ebû Talib
de Kureyş'e tevcih-i hitab ederek demiştir ki; "Benim'kardeşimin oğlu
bana karşı iltizam ettiği doğru bir lisan ile demiştir ki; Allah sizin
Kabe'deki sahifenize bir kurt musallat etmiştir. Ondaki zâlim kelimeleri o
kurt silmiştir. Yalnız ismullah kalmıştır. Kabe'ye gidiniz, bakınız eğer
kardeşim oğlu doğru ise, bu zulmünüzü, kötü düşüncelerinizi bırakınız; eğer
kardeşim oğlu yalan çıkarsa, ben onu size takdim edeyim, ister öldürünüz ister
diri bırakınız." Gittiler, baktılar Resûl-i EKrem'in ihbarı bir hakikat
olarak tecelli etti. Ellerindeki o sahife yere düştü, kendileri de başlarım
yere eğdiler. Hâdise yıldırım sür'atiyle Mekke içine yayılmıştı. Bu defa da
Kureyş Reisleri Beni Hâşim hakkında yaptıkları bu cevr-ü zulümden dolayı bir
birlerini muahezeye başlamışlardı. Bunlardan Mutim b. Adiyy b. Kays, Zem'a b.
Esved, Ebü'l-Buhturî, İbn Hâşim, Zuheyr b. Ebî Ümeyye silahlanıp Benî Haşim ve
Beni Abdulmüttalibe vardılar. Herkesin serbest evlerine dağılmalarını
emrettiler. Şı'b-ı Ebû Tâlib'den mahsurların halâs ve hurucu nübüvvet-i
Ahmediye'nin onuncu yılına tesadüf etmişti ve muhasara üç sene devam etmişti.[274]
Bu hadisle ilgili
görüşler 1208 numaralı hadiste geçmiştir.[275]
2011. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Resûlullah (s.a.), Minâ'dan
(Mekke'ye) dönmek istediği zaman "inşallah yarın (Muhassab'da)
konaklarız" buyurmuştur (Hz. Ebû Hureyre bu rivayetine devamla bir önceki
hadisin) aynısını nakletmiş (fakat bir önceki hadisin) baş tarafını (teşkil
eden cümleleri) ve (Hayf vadidir" (cümlesini) rivayet etmemiştir.[276]
Nefr (dönmek) kelimesinden
Minâ'dan hacla ilgili görevleri bitirdikten sonra veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye
dönmektir. Bilindiği gibi memleketlerine acele dönmek durumunda olanlar
bayramın üçüncü (Zilhicce'nin onikinci) günü cemrelere taşlan attıktan sonra
Mekke'ye dönebilirler. Acelesi olmayan kimseler Zilhiccce'nin onüçüncü günü de
Minâ'da kalıp cemrelere taşları attıktan sonra Mekke'ye dönerler. Zilhicce'nin
onikinci günü güneş batmadan Minâ'dan ayrılıp Mekke'ye dönmeye "Nefr-i
evvel" yani "birinci dönüş" denir. 1905 numaralı hadis-i şerifte
de açıklandığı gibi Fahr-i Kâinat Efendimizin Veda Haccında Minâ'dan Mekke'ye
dönüşü bayramın dördüncü gününde olmuştur. Binaenaleyh konumuzu teşkil eden
hadiste söz konusu edilen Minâ'dan Mekke'ye dönüş ''nefr-i sâni - ikinci
dönüş" denilen ve Zilhicce'nin onüçüne rastlayan dönüştür.
Bu hadis bir önceki
hadisin bir benzeridir. Ancak bir önceki hadiste geçen Hz. Usâme'nin; "Ya
Resûlullâh yarın nerede konaklayacaksın?" anlamındaki sorusu, Resûl-i
Ekrem'in de Ona: "Akîl bize bir ev mi bıraktı?" ki diye verdiği
cevap bir de; "Hayf vadidir" cümlesi bu hadiste yoktur. Bu hadisle
ilgili açıklama bir önceki hadis-i şerifte verilmiştir.[277]
2012.
...Nâfi'den rivayet olunduğuna göre İbn Ömer (Minâ'dan Mekke'ye dönerken)
Bathâ'dan birazcık uyur, sonra Mekke'ye girerdi ve Resûlullâh (s.a.)'ın da böyle
yaptığını söylerdi.[278]
îbn Ömer (r.a.)
Zilhicce'nin onüçüncü günü minâ'da Cemrelere taş attıktan sonra Mekke'ye
dönerken Bathâ'ya uğrar, yatsı namazından sonra bir süre orada uyur bilahare
Mekke'ye gelirmiş ve Resûl-i Ekrem'in sünnetine uymak için böyle yaptığım
söylermiş. Bu hadis Minâ'dan dönerken gecenin bir kısmım yâ da tümünü Bathâ'da
(Muhassab'da) geçirmenin sünnet olduğunu söyleyen cumhur-ı ulemânın delilidir.
Bu konuda diğer ulemânın görüşleri için 2008 numaralı hadisin şerhine bakılabilir.[279]
2013.
...Nâfi'in, İbn Ömer'den rivayet ettiğine göre Peygamber (Minâ'dan Mekke'ye
dönerken) öğle, ikindi, akşam ve yatsıyı Bathâ'da kılmış (orada bir süre)
uyuduktan sonra Mekke'ye girmiştir. İbn Ömer de böyle yaparmış.[280]
Batiıâ, Mekke ile Minâ
arasındaki vadinin iki dağ arasında kalan genişçe bir sahasının adıdır. Burası
taşlı ve çakıllı bir yer olduğundan Muhassab ismini aldığı gibi Hasbe, Mahsab
ve Ebtah isimleriyle de anılır.
Bu hadis-i şerîf veda
tavafı yapmak üzere Minâ'dan Mekke'ye hareket eden hacıların Muhassab denilen
vadiye uğrayıp gecenin bir kısmını ya da tümünü orada geçirmelerinin sünnet
olduğunu söyleyen cumhur-ı ulemânın delilidir.[281]
Veda tavafı yapmak
için Minâ'dan Mekke'ye hareket eden bir hacmin Muhassab denen vadide konaklayıp
öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada kılarak geceyi orada geçirmesi
sünnettir. Daha önce de açıkladığımız gibi cumhur-ı ulema bu görüştedir. Diğer
ulemânın görüşleri için 2008 numaralı hadisin açıklamasına bakılabilir.[282]
2014.
...Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.a.)'dan; demiştir ki: Re-sûlullah (s.a.) Veda
Haccırlda halk(ın bilmediklerini) kendisine sormaları için Minâ'da durdu.
Derken bir adam gelip:
Ya Resûlallah ben
bilemedim (yanlışlıkla kurbanı) kesmeden tıraş oluverdim, dedi. Resûlullah
(s.a.) de:
"(Kurbanını) kes,
zararı yok", buyurdu. Bir başka adam daha geldi. (O da);
Ya Resûlullah, hiç
anlayamadım taş atmadan kurbanı kesiver-dim, dedi. (O'na da):
"At, zararı
yok," buyurdu.
O gün kendisine
(sırasından) öne alınan veya geriye bırakılan, (hacla ilgili) ne sorulduysa,
(hepsine) "yap, zararı yok" diye cevap verdi![283]
Metinde geçen
"kes, zararı yok" cümlesi "sen bir kurban daha
kes, daha önce bir kurban
kesmiş olmanın bir zararı
yoktur." manasında değil "senin kurbanı tıraştan önce kesmiş olmanın
bir zararı yoktur. Kurbanı bu şekilde kesmen de yeterlidir" anlamında
kullanılmıştır. "At, zararı yok" cümlesi de böyledir. Ancak Müslim'in
rivayetinde "at, zararı yok" cümlesinden önce "Ben taşlarımı atmadan
Beyt-i Şerife giderek ifaza tavafını yapmıştım" cümlesi vardır. İmam
Ahmed'in Müsned'inde ise bu cümle "taşlan atmadan önce tıraş
olmuştum" şeklinde rivayet olunmuştur.[284]
Bütün bu rivayetler
göz Önünde bulundurulunca konumuzu teşkil eden bu hadis-i şerîfte dört
meselenin söz konusu edildiği anlaşılıyor:
1. Bayramın
birinci günü yanlışlıkla kurbanı kesmeden tıraş olmak,
2. Akabe
Cemresine taşları atmadan kurban kesmek,
3. Taşları
atmadan önce tıraş olmak,
4. Taşlan
atmadan önce ifaza tavafını yapmak. Bilindiği gibi hacla ilgili bu fiillerin
sırası şöyledir:
1. Bayramın
birinci günü önce Akabe Cemresine yedi taş atılır.
2. Sonra
kurban kesilir,
3. Kurbandan
sonra da tıraş olunarak ihramdan çıkılmış olur.
4. Sonra da
Mekke'ye gidilip ifaza tavafı yapılır.
Görülüyor ki, Resül-i
Ekrem'e yöneltilen bütün sorular bu sıranın bozulmasıyla ilgilidir. Fahr-i
Kâinat Efendimiz bu soruların hepsine olumlu cevap vermiş, hepsine de "bu
sırayı bozduğundan dolayı bu amellere bir noksanlık gelmediği gibi bu yüzden
herhangi bir ceza da lâzım gelmez" anlamında "zararı yok"
buyurmuştur.
Hadis-i şerifte söz
konusu edilen bütün bu fiiller bayramın birinci gününe ait fiillerdir; Bu fiilleri
yaparken, aralarındaki sıraya uygun olarak yapmak İmam Ebû Yûsuf ile îmam
Muhammed ve Şafiî ile Ahmed'e göre sünnettir. Terkinden dolayı fidye lâzım
gelmezse de küçümseyerek terk eden günahkâr olur.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, bu sırayı terk etmekte herhangi bir sakınca yoktur.
Binaenaleyh bu sırayı terk eden kimse günahkâr olmadığı gibi kendisine herhangi
bir keffâret de gerekmez. Biz bu konuda 1981 numaralı hadis-i şerifin
açıklamasında ayrıntılı bilgi vermiş bulunmaktayız.[285]
2015. ...Usâme
b.Şerik'[286]den; demiştir ki: Hacca
niyet ederek Peygamber (s.a.)'le birlikte (yola) çıkmıştım. Halk, (Müşkillerini
sormak üzere) onun yanına geliyordu. Birisi:
Ya Resûlullah, sa'yi
(bayramın birinci günü ifaza) tavaf(ın)dan önce yapmışım, yahut da (hacla
ilgili falan) şeyi (sırasından) önce (falan) şeyi de (sırasından) sonra
yapmışım; dedi (Hz. Peygamber bunlara cevaben:)
"Zararı yok,
zararı yok, ancak bir müslümanın şerefine arkasından haksızca dil uzatan kimse
müstesna; (böylesi) günah işleyen ve helak olan bir kimsedir" diye cevap
verdi.[287]
Metinde geçen
"sa'yı (ifaza) tavaf(ın)dan Önce yapmışım" cümlesi sadece burada
vardır. Bu cümle senedde bulunan Cerîr'in eş-Şeybânî'den naklettiği garib
birrivâyettir. Daha sağlam râvilerin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem'e yöneltilen
sorular, buradaki gibi ifaza tavafından önce yapılan sa'yle ilgili olmayıp,
sıralan bozulan taş atma, kurban kesme ve tıraş olma fiilleriyle ilgilidir.
Nitekim bir önceki hadis-i şerifteki soru da kurban kesmeden önce tıraş olmanın
hükmüyle ilgilidir. Beyhakî'nin de dediği gibi şayet Ebû Davud'un bu
rivayetinin diğer rivayetlerden daha sahih olduğu kabul edilecek olursa, o
zaman bu sorunun kudüm tavafından sonra ve ifâza tavafından önce sa'y yapan bir
kimsenin durumu ile ilgili olması gerekir.
Hac fiillerinin
sırasına uymanın hükmünü 1981 numaralı hadis-i şerîfte açıklamış bulunmaktayız.[288]
2016. ...el-Muttalib
b. Ebî Vedâa'[289] dan rivayet olunmuştur
ki, kendisi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi (Beyt-i şeriften) Beni Sehm
kapısına doğru uzanan bir yerde önünden halk geçmekte iken ve Beyt-i Şerîf ile
kendisi arasında bir sütre de olmadığı halde namaz kılarken görmüştür.[290]
Süfyan ise (bu hadisi)
"Onunla Kabe arasında bir sütre yoktu" (şeklinde) rivayet etti.
Süfyan diğer bir rivayetinde de dedi ki: îbn Çüreyc (bu hadisi) bize Kesîr'den
rivayet etti ve dedi ki: "Bize (bu hadisi) Kesîr, babasından (Kesir b. el-Muttalib'den)
rivayet etti. (Kesîr'in) kendisine sordum; "Ben bunu babamdan duymuş
değilim. Fakat aile halkımın birisinden duydum. O da dedemden (duymuş)"
diye cevap verdi.[291]
Bu hadis,
el-Mescidu'1-Harâm içerisinde bulunan bir kimsenin Kabe'yi tavaf eden kimseler
önünden geçerlerken
sütresiz olarak namaz
kılmasının, dolayısıyle Harem-i Şerifte namaz kılan bir kimsenin önünden
geçmenin caiz olduğunu ifade etmektedir. Şafiî, ule-mâsıyla Hanbelî ulemâsı bu
görüştedirler. Nitekim İmam Ahmed'e "bir kimse Mekke'de önüne bir sütre
dikmeden namaz kılabilir mi?" diye sorulmuş da:
Orada bir kimse
Kabe'yi tavaf edenlerle kendi arasına bir sütre koymadan namaz kılabilir"
cevabını vermiş.[292] Anılan
imamlara göre Harem bölgesinin tümü de bu hükme girmektedir.
Hanefi ulemâsına göre
ise, sadece Mescid-i Haram'da tavaf alanında Kabe'nin içinde ve Makam-ı
İbrahim'in arkasında bu şekilde namaz kılmak caizdir. Buraların dışında bu
şekilde namaz kılmak mekruhtur.
Mâlikî ulemâsına göre
ise, Kabe'yi tavaf etmekte olan bir kimse sütresiz olarak namaz kılmakta olan
bir kimsenin önünden geçebilirse de önünr de sütre bulunan bir kimsenin önünden
geçmesi mekruhtur. Sütresiz kılan bir kimsenin önünden geçmek izni ise sadece
tavaf edenler içindir. Tavaf halinde olmayan kimselerin, önlerine sütre koyarak
namaz kılan kimselerin önlerinden geçmeleri haramdır. Sütre koymadan namaz
kılanların ise, sadece secde ve rüku mahallerinden geçemezler bunun ilerisinden
istedikleri yerden geçebilirler.
Mescid-i Haram'da
tavaf etmekte olan kimselere bu kolaylığın sağlanmasındaki hikmet, orada o
mevsimde büyük bir izdihamın bulunmasıdır. Eğer Kabe'yi tavaf edenlere böyle
bir kolaylık sağlanmasaydı, hacı adayları çok müşkil durumda kalırlardı.
Halbuki Allah teâla ve tekaddes hazretleri dinde, zorluk kılmamıştır.[293]
2017. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Allah (c.c.) kendi elçisin'e Mekke'nin fethini
nasibedince Peygamber (s.a.) halkın içinde ayağa kalkıp Allah'a hamd-ü senada
bulunduktan sonra şöyle buyurdu:
"Gerçekten
Âllah(c.c) Fil Ordusunun Mekke(ye girmek)den men etmiş fakat Resulü ile mü1
mini eri Mekke'ye girmeye muzaffer kılmıştır. Allah teâla Mekke'yi sadece bana
mahsus olmak üzere, gündüzün bir saatinde helâl kılmıştır. Sonra O (yine)
kıyamete kadar haram (kıhnrmş)dır. Ağacı kesilemez kaybolan eşyası(m almak)
helâl olmaz, ilân edecek olan kimsenin dışında kaybolan eşyası(m almak hiç
kimse için) helâl değildir." Bunun üzerine Abbâs -Yahutta el-Abbas (Abbas
kelimesinin "el" takısı ile mi yoksa el takısından tecrid edilerek mi
rivayet edilmiş olduğunda râvi şüphe ediyor);
Yalnız, izhir müstesna
(değil mi) ya Resûlallah? Çünkü evlerimiz ve kabirlerimizi için (lâzım
olmakta)dır, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:
"Yalnız izhir
müstesna!" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisi) el-Velid'den Îbnu'l-Musaffa da (rivayet etti ve hu rivayetine şunları
da) ilâve etti:
Bunun üzerine Yemen'li
bir zât olan Ebu Şah ayağa kalkarak:
Ya Resûlullah! Bunu
bana yazınız, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.de,
"(Bunu) Ebu Şah
için yazınız" buyurdu. (Velid dedi ki)
Ben Evzâî'ye (Hz.
Peygamber) "Ebû Şah için yazınız" sözüyle neyi kastediyor? diye
sordum da (Evzâî, Ebû Şah'm); Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den
işitmiş olduğu şu konuşmayı (yazınız anlamınadır)" diye cevap verdi.[294]
Bilindiği gibi Mekke
hicretin 8. Yılında (M.630'da) fethedilmiştir.Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke'ye
girmeye muvaffak oldu. Allah'ın nasibettiği bu zafer karşısında
devesinin üzerinde şükür secdesi yapan Peygamberin ilk işi Kabe'yi tavaf etmek
oldu. "Hak geldi bâtıl zail oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur."
manasına gelen âyet-i kerimeyi okuyarak Kabe'yi putlardan temizledi. Fethin
ikinci günü[295] Allah'a hamd^ü sena
ettikten sonra orada toplanan Mekke'lilere mühim bir hutbe irâd etti. Bu
hitabesinde Allah'dan başka mâbûd bulunmadığını, Allah'ın kendisine yardım
ederek düşmanlara gâlib getirdiğini ve kendisine vâdettiği fethi
gerçekleştirdiğini açıkladı. Bütün gururlanmaların ve kuruntuların geçmiş kan
davalarının boş ve hükümsüz olduğunu, Kabe'ye ait hizmetlerin eskiden olduğu
gibi yine devam edeceğini bildirdi. Câhiliyyet gururu ile avunmanın,
geçmişlerle kuru kuru Övünmenin yerinde olmadığını, bütün insanların Hz. Âdem
soyundan geldiğini, O'nun da topraktan yaratıldığını söyledi. Bu arada
"Gerçekten Allah Fil Ordusunu'Mekke(ye girmek)den menetmiştir."
diyerek Fil hâdisesini hatırlatmıştır. Bilindiği gibi fil vakası
Peygamberimizin doğumundan aşağı-yukarı elli gün önce Muharrem ayının çıkmasına
on üç gün kala olmuştur. Tahr-i Kâinat Efendimiz ise 571 yılı 20 Nisanına
rastlayan 12 Rebîülevvel Pazartesi günü tan yeri ağarırken dünyaya gelmiştir.[296]
Fil olayı şu şekilde
cereyan etmiştir: Ebrehe, Habeş hükümdarının Yemen valisi idi ve Hıristiyandı.
Arabların hac mevsiminde Mekke'deki Beyt'i Kabe'yi ziyarete hazırlandıklarını
görünce, "Bu ev neden yapılmıştır?" dedi. "Taştan
yapılmıştır" dediler, "Ne ile örtülmüştür?" diye sordu.
"Yemen alacası ile örtülmüştür." dediler.
Ebrehe Hz. İsa adına
yemin ederek "Ben size Kabe'den daha güzelini yapacağım" dedi ve Kayser'e
bir mektub göndererek San'a'da muhteşem bir kilise yaptırmak istediğini
bildirip kendisinden yardım istedi.
Kayser Ebrehe'ye
ustalarla tepe camları ve su mermerleri gönderdi. Ebrehe beyaz, kırmızı, sarı
ve siyah su mermerlerinden yaptırdığı kiliseyi altın ve gümüşle de süsledi.
Kapılarım altun levhalarla kaplattı. Altın çivileri mücevherlerle biribirinden
ayırttı. Kapısını büyük bir yakutla süsledi ve ona kapıcılar tayin etti.
Kilisede öd ağacı yakılarak duvarları miskle sıvandı. Kilise tamam olunca Ebrehe,
Habeş hükümdarına bir mektup yazarak: "Hükümdarım! Ben senin için San'a
'da benzeri görülmedik bir kilise yaptırdım arabların haccını buraya
çevirmedikçe durmayacağım." dedi ve dediğini de yaptı. Her tarafa
propagandacılar gönderdi: Arabları San'a kilisesini ziyarete davet etti.
Hıristiyanlığı benimseyen Arab kabilelerinden bazı kimseler gelip kiliseyi
ziyaret etmeye ve hatta orada ibâdetle meşgul olmaya başladılar.[297]
Arablardan biri
Ebrehe'nin bu fikrini öğrenmek üzere bir gün kiliseye giderek içerisine
pislemiş ve bu pisliği duvarlarınada sıvamıştı. Kabe'ye giden ve onu tazim
edenlerden birinin kendi kilisesine karşı bu hareketi reva görmesi Ebrehe'yi
son derece öfkelendirdiğinden Ebrehe Kabe'yi yıkmaya yemin etmişti.
Bunun üzerine Ebrehe
kuvvetlerini hazırlayarak hareket etmiş ve bu kuvvetlerini fillerle de takviye
etmişti.
Onun bu hareketinden
haberdar olan Arablar ona mukavemet için hareket etmişler. Yemen'den çıkan Zü
Nefr adındaki Arab onun tarafından mağlub ve esir edilmiş, ondan sonra aynı
maksatla Ebrehe ordusuna karşı çıkan Nufeyl b. Hâbib el-Has'amî'de aynı akıbete
uğramış, Ebrehe başka bir mukavemetle karşılaşmadan Tâif i de geçmiş ve yolda
rastladığı arablar ona yol göstermeden başka çare bulamamışlardı. Tâif den
itibaren Ebrehe'ye yol gösteren Ebu Rigâl Ebrehe'ye Tâif le Mekke arasında bulunan
el-Mugammis'e kadar kılavuzluk etmiş ve orada ölmüştür. Arablar hâlâ oradan
geçerken Ebû Rigâl'in kabrini taşlarlar.
Ebrehe Mugammis'e
inince Habeşlilerden fil kumandam Esved b. Maksûd'u keşif kolu olarak bir
süvari bölüğü ile Mekke'ye gönderdi. Bunlar Mekke'ye kadar sokularak Kureyş ve
sairenin mallarını ve bu arada Kureyş'in büyüğü olan Abdulmuttalib'in de 200
devesini sürüp karargâha getirdiler.
Daha sonra Ebrehe
Himyeriler'den birini Mekke'ye göndererek, "Ku-reyş'in reisiyle
görüşmesini ve ona kendisinin harp için değil, yalnız Beyt'i yıkmak için
geldiğini buna karşı koyan bulunmazsa harp olmayacağını bildirmesini"
emretmiş. Abdulmuttalib Ebrehe'nin bu elçisine: "Biz de harbedecek
değiliz. Bu ev Allah'ın evidir, onu Allah'ın dostu İbrahim inşâ etmiştir. Bunu
ancak Allah himaye edebilir, yoksa bizim bu evi yıkmağa gelene karşı duracak
kuvvetimiz yoktur" diye cevap vermişti. Bunun üzerine Ebrehe'nin elçisi
Abdulmuttalib'in kendisine refakat etmesini istemiş. O'nu Ebrehe'nin ordugâhına
götürmüştür. Abdulmuttalib buradan Yemen'li ZûNefr'i sormuş, Zü Nefr kendisi
gibi ölümü bekleyen bir esirin bir diyeceği olmadığını, fakat Ebrehe'nin
filini güden Enis'in kendi ahbabı olduğunu söyienıiş, Enis'e Abdulmuttalib'i
tanıtarak O'nu Ebrehe ile görüştürmesini istemiş Enis Ebrehe'ye
Abdulmuttalib'in Kureyş'in reisi olduğunu bildirerek huzuruna kabul edilmesini
rica etmiş Neticede Ebrehe Abdulmuttalib'i kabul etmiş. Abdulmuttalib heybetli
ve vakur bir zat idi. Ebrehe Onu i'zâz ederek ne istediğini sormuştu.
Abdulmuttalib de kendisine ait 200 devenin iadesini istedi. Ebrehe onun bu
talebine hayret ederk, "Senin vakur bir adam olduğunu görerek sana hürmet
etmiştim. Halbuki sözlerin seni gözümden düşürdü. Çünkü sen Ebâ ve ecdadının
dinine merkez teşkil eden Kabe'yi ihmal ederek yıkılmasıyla ilgilenmiyor ve
yalnız kendi develerini düşünüyorsun" dedi. Abdulmuttalib de şu karşılığı
verdi:
O develerin sahibi
benim, o evin sahibi ise, Allah'dır. Onu korur.
Bunun üzerine Ebrehe
Abdulmuttalib'in develerini iade edip o da bu develeri Kabe'ye adayarak
Kabe'nin civarına bırakmıştır.[298]
Nihayet AhdulrmıttaHb
Ebrehe askerlerinin tecâvüzlerine uğramamak için Mekke'den çıkıp dağların
tepelerine ve aralıklarına çekilmelerini Mek-k .e'İilere emretti. Bundan sonra
yanında Kureyşten bazıları olduğu halde Kabe'ye gitti Kabe'nin kapısının
halkasına yapıştı ve;
"İlâhî bir kul
bile evini barkını korur sen de buraya konmuş, dokunulmazlığı tehlikeye düşmüş
olanları haçlılara karşı koru, onların haçları ve kuvvetleri yarın senin
kuvvetine asla galebe çalam ayacaktır.
Eğer sen onları bizim
kıblemizle başbaşa bırakıverecek olursan, o da senin bileceğin bir iştir.
Onlar ülkelerinin
cemaatlerini bir de fili çekip getirdiler. Senin Beyt'i ne sığınmış olan
halkını düzenleriyle yağmalamak için cehaletlerinden senin koruna yürüdüler.
Senin kudretini ve ululuğunu hiç düşünmediler..." diyerek münacaat etti.
Abdulmuttalib'le
yanındakiler Allah'a yalvardıktan sonra dağ başlarına çekildiler. Ebrehe'nin
Mekke'ye girince ne yapacağını gözetlemeğe başladılar.
Sabah olunca Ebrehe
Mekke'ye girmeye hazırlandı ve askerini düzene koydu. Mahmud adını taktıkları
fili de hazırlayıp 17 Muharrem Pazar günü Mekke'ye doğru yönelttiler.
Mekke'ye gelirken
Ebrehe'ye karşı koymak istemiş yenilmiş ve yol göstermek şartıyla canını
kurtarmış olan Nüfeyl b. Has'amî bir aralık filin yanına sokuldu kulağını tuttu
ve "Mahmud çok, sağ-selâmet geldiğin yere dön! Sen Allah'ın dokunulmaz
kıldığı memlekettesin," dedi ve hemen koşa koşa dağa çıktı.
Fil birdenbire yere
çöküverdi. Onu ayağa kaldırmak için zorladılar. Teberlerle başına vurdular,
dövdüler, yine kaldıramadılar. Çengeller içine aldılar ötesini berisini
çektiler, sivri uçlu ağaç sokup burnunu kanattılar yine de kaldıramadılar.
Yüzünü Yemen'e doğru çevirdikleri zaman koşuyordu, yüzünü Şam'a doğru ya da
doğuya doğru çevirdikleri zaman hep koşuyor fakat yüzünü Mekke'ye çevirince
çöküvermekteydi. Tam bu sırada yüce Allah onların üzeri,ne deniz tarafından
kırlangıçlar ve belesan'a benzeyen pek çok kuşlar saldı. Her kuş biri gagasında
ikisi iki ayağında nohuttan küçük mercimekten büyük üç taş yüklenmiş
bulunuyordu. Bu taşlar onlardan kime rastlarsa, onu helak ediyordu.
Ebrehe'nin askerleri
oraya buraya kaçışmaya başladılar. Geldikleri yolu tutmak istiyorlardı. Yemen
yolunu göstersin diye hep Nüfeyl'i soruşturuyorlardı.
NüfeyHn bir şi'ri:
Nüfeyl, bu hâdise
hakkında söylediği şiirinde şöyle der:
"Nereye
kaçacaksın? Takib eden Allah. Esrem (Ebrehe) ise mağlup, gâlib değil.
Ey Rüdeyna, Sana
bizden selâm. Biz sabahleyin erkenden sizi sevin-, dirdik. Sizden birisi
geceleyin bir ateş parçası almak için bize gelmişti ama gücü yetmedi, alamadı.
Ey Rüdeyna, Muhassab
vadisinde bizim gördüğümüz şeyi sen de görmüş olaydın, şaşar, beni mazur görür,
fikrimi över, kaybedilmiş olan şeylerden dolayı ümitsizliğe düşmezdin.
Ben kuşları görünce
Allah'a şükrettim. Taşlar üzerimize doğru atılmağa başlayınca korktum!..
Herkes Nüfeyli
soruyor, "Habeşlilere yol göstermek bana düşen bir borç imiş gibi."
Ebrehe ve askerleri
kaçışıyorlar ve her yolda düşüyorlar, her sığındıkları yerde helak ve yok
oluyorlardı. Ebrehe de cesedinden vurulmuştu. Onu Muhassab vadisinden
yanlarında çıkardılar. Vücudu parmak ucu kadar parçalar halinde dökülüyordu.
Her parça döküldükçe arkasından cerahat irin ve kan akıyordu. Nihayet onu
öylece San'a'ya kadar götürdüler. Bir kuş yavrusu gibi kalmış kalbi
parçalanıncaya kadar ölmemişti.
Mahmud adındaki fii,
sağ kalmıştı.
Filin seyisinin ise,
iki gözü görmez, ayakları tutmaz olup sürünerek Mekke'de halkdan yiyecek
dilendiği görülmüştü. Bundan sonra yüce Allah bir de sel gönderdi.
Habeşlilerin kalanlarını sürükleyip denize döktü.[299]
İbn Kesîr'in de ifade
ettiği gibi Allah teâlanın o sene Kureyş'lileri Hıristiyanlara karşı koruması onları
o sene dünyaya gelecek olan Resûl-i Ekrem'in Peygamberliğini kabule
hazırlamasından başka bir şey değildir. Diğer bir ifade ile Fil Olayı Fahr-i
Kâinat Efendimiz için "İrhas" kabilinden bir olaydır. Bilindiği
gibi, Peygamber olacak bir zattan Peygamberliğinden önce olağanüstü bazı
hallerin zuhuruna "irhas" denir, bu haller o zatın Peygamber olmasına
alâmettir.
Cenab-ı Hak Fil
Vak'asıyla sanki Beyt-i Şerifini her türlü saldırılardan korumak istediğini ve
bunu niçin de yakında bir Peygamber göndereceğini ihtar ediyor ve aslında
Kureyş müşrikleriyle hıristiyanlar arasında bir fark olmadığını da ilân
ediyordu.
Hadis ulemâsından
Hattâbî de bu hâdise ile ilgili görüşlerini açıklarken şöyle diyor: "Bazı
inkarcıların "Madem Allah Kabe'yi o kadar korumak istermiş de Haccâc-ı
Zâlim gibi bazı kimselerin mancınıklar kurarak Kabe'yi taş ve ateş yağmuruna
tutmalarına niçin engel olmamış?" gibi sözlerine temas ederek
"Câhiliyye dönemi insanları ancak gözle görüp elie tuttuğunu anlayabilen
kimseler olduklarından bunun ötesinde kalan hadislerden bir mana çıkarabilecek
seviyede kimseler değillerdi. Bu sebeble Allah Teâla göze hitabeden böylesine
çarpıcı ve etkileyici bir olayı onların önlerinde sergiledi. İslâm hakikatleri
ve deliller anlaşıldıktan sonra, bu gibi göze hitabeden alâmetlere ve delillere
ihtiyaç kalmamış ve hatta müslümanların sabrını ve sebatlarını ortaya çıkarmak
için tabi tutulmuş oldukları imtihanda onların müvuffakıyyetlerini
belgelendirmek için zaman zaman bazı zâlimlere müslümanların Kabe'ye ve diğer
mukaddes emânetlere saldırma imkânı vermiştir."
Metinde geçen
"Fakat Resulü ile müminleri buna muzaffer kılmıştır" cümlesine
bakarak, cumhuru ulemâ ve Hanefi ulemâsı Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildiğine
hükmetmişlerdir.
"Sadece bana
mahsus olmak üzere (Mekke) gündüzün bir saatinde helâl kılınmıştır"
cümlesinde geçen "saat"ten maksat, "60" dakikalık bir zaman
değildir. Mekke'nin fetih günü güneşin doğmasından ikindi namazının
kılınmasına kadar devam eden süredir. Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke'ye girdiği
zaman:
"Ey Müslümanlar!
Artık silâhlarınızı kullanmaktan vazgeçiniz. Ancak Beni Bekirlerin
yaptıklarından dolayı Huzaalara ikindi namazına kadar izin verilmiştir."
buyurdu.[300]
Nihayet ikindi
namazını kıldıktan sonra onlar da silahlarını bıraktılar. Ertesi gün Huzaa'dan
bir adam Müzdelife'de Bekir oğullarından birini öldürdü. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.) ayağa kalkarak şöyle buyurdu:
"Hiç şüphesiz
insanların en taşkını Allah'ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden
başkasını öldüren, ya da câhiliyet öcünü almak için adam öldürendir"
buyurdu.
O sırada adamın birisi
ayağa kalktı:
Filan benim oğlumdur.
Cahiliye çağında, onun anası ile yatıp kalkmıştım, dedi.
Peygamberimiz
hutbesine şöyle devam etti:
"İslâmiyette
insanın babasından ve baba tarafından akrabasından başkasına intisap etmesi
diye bir şey yoktur. Cahiliye çağının kötü işleri silinip gitmiştir. Doğan
çocuk döşeğin sahibine aittir. Zânî için esleb vardır.[301]
"Esleb
nedir?" diye sordular. Peygamberimiz; "Taş (yani zarar ve mahrumiyet)
demektir" buyurdular.
Buradaki "taş'.'
kelimesini bazıları recim olarak anlamışlarsa da yanlıştır. Zina edenin
zinadan doğacak çocuğu üzerinde bir hakkı yoktur, demektir. Araplar "taş
vardır" şeklindeki ifadeyi "haybet ve hüsran" anlamına darb-i
mesel olarak kullanırlar.[302]
Sonra hutbesine şöyle
devam etti: "Parmakların her birisinde diyet onar onar devedir. Kemiği
görünen derin yaralardan her birisinde diyet beşer beşer devedir. Sabah
namazından sonra güneş doğuncaya kadar namaz yoktur. İkindi namazından güneş
batıncaya -kadar da namaz yoktur. Kadın ne halasının ne de teyzesinin üzerine
nikahlanıp bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça kocasının
malından birşey vermesi için helâl ve caiz değildir."[303]
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inden naklettiğimiz bu hadis-i şerifler gösteriyor ki Resûl-i Ekrem
Efendimiz konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisindeki hutbeyi Fethin birinci
günü değil, ikinci günü irad etmiştir.
Resûl-i Ekrem için
Fetih Günü verilen sabahtan ikindiye kadar Mekke'de savaş yapma izni, o gün
ikindi namazı kılındıktan sonra sona ermiş ve bir daha Mekke'de savaşmak
kıyamete kadar haram kılınmıştır. Buhârî'nin Ebû Şüreyh el-Adevî'den naklen
rivayet ettiği bir hadis-i şerif de şu anlamdadır: "Mekke'yi Allah harem
kılmıştır insanlar değil. Binaenaleyh Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiç
bir kimse orada kan dökmeyi ve onun ağaçlarım kesmeyi helâl görmesin."[304]
Allah'ın Mekke'yi harem kılması demek oraya hürmet etmeyfvâcib kılması, oranın
halkıyla savaşmayı, oraya sığınanları rahatsız etmeyi yasaklaması ve onları
emniyete alması demektir. Nitekim Allah Teâlâ hazretleri bu hükmünü Kur'an-ı
Keriminde şöyie ifade etmektedir: "Kim oraya girerse güvenlik içinde
olur"[305] Bu hüküm Allah'ın
hükmüdür. Mutlak hüküm ve. irade sahibinin koyduğu bir kanundur. Bu hükmün
konulmasında herhangi bir beşerî irâde v,e aklın etkisi yoktur. Buhârî'nin
rivayet ettiği, "Mekke'yi Hz. İbrahim harem kıldı ve orası için duâ etti.
Medine'yi de ben Harem kıldım ve orası için ben dua ettim.”[306]
anlamındaki hadis-i şerifin bu gerçeğe aykırı olduğu iddia edilemez. Çünkü Hz.
İbrahim Mekke'yi harem kılarken yani Kabe'nin hürmet edilmesi vâcib bir yer
olduğunu ilan ederken, kendi görüşüne değil» Allah'tan aldığı emre uymuştur.
Ayrıca Hz. İbrahim'in Mekke'yi harem kılması, Hz. İbrahim'in, "Allah'ın
Kabe'yi harem kıldığını insanlar arasında ilk defa açıklaması" anlamına
da gelebilir.
Konumuzu teşkil eden
Ebü Dâvûd hadisinde, Mekke'de kaybedilen malların sahihlerine duyurmak için
ilan etmek gayesi dışında hiç bir maksatla bulundukları yerden
alınamayacakları da ifâde ediliyor. Halbuki Mekke dışındaki kayıpları uygun
görülen bir süre içerisinde ilân ettikten sonra sahipleri ortaya çıkmadığı
takdirde onlar hesabına tasadduk etmekte her hangi bir sakınca yoktur.
İzhîr Güzel kokulu bir
ottur. Yaylalarda sıcak ve kuru yerlerde ve vadilerde yetişir. Mekke'Iiler bunu
evlerin çatılarında ve mezarları kerpiçle örerlerken kerpiç aralarında kalan
açıklıkları kapatmakta kullandıkları gibi yakıt olarak da kullanmışlardır.
Resûl-i Ekrem'in izhîr
bitkisini Hz. Abbâs'ın teklifiyle helâl kıldığı söylenemez. Çünkü bir şeyi haam
veya helâl kılmak ancak Allah'a ve dolayısıyla Resûlü'ne mahsustur, binaenaleyh
Resûl-i Ekrem'in Mekke bitkileri içerisinde izhir bitkisinin kesilmesini veya
koparılmasını helâl kılması ya o anda Hz. Abbâs'ın sorusu üzerine Allah'ın
ilham etmesi neticesinde olmuştur ya da b anda Cebrail aleyhisselâmın inmesi
ve ondan aldığı talimat üzerine olmuştur. Ayrıca Cenab-ı Hakk'ın daha önce
kendisine "Eğer birisi senden izhir bitkisinin helâl kılınmasını isteyecek
olursa onu helal kıl" şeklinde vahy etmiş olması da mümkündür. Bu bitkinin
halkın ihtiyacından dolayı zaruret icabı helâl kılındığı da söylenemez. Çünkü;
"Zaruretler kendi miktarlarına takdir olunurlar (Mecelle 22) kaidesince bu
bitkiye duyulan ihtiyaç sona erince onun yine haramlığa dönüşmesi gerekirdi.
Öyleyse bu bitki aslında helaldir. Nitekim bu bitkinin mutlak mubah olduğunda
icmâ' vardır.[307]
1. Cuma
hutbesinin dışındaki hutbelere de hamdu sena.ile başlamak meşrudur.
2. Allah
teâta ve tekaddes hazretleri Mekke ehlini kötü niyetli kimselerin
tuzaklarından ve zâlimlerin saldırısından korumuştur.
3. Allah
teâla sadece Resûl-i Ekrem'ine mahsus olmak üzere Mekke'de savaş yapmayı
Mekke'nin Fethi gününde bir süre helâl kılmıştır.
4. İzhîr
bitkisinin dışında Mekke'nin bitkilerini ve ağaçlarını kesmek ya da koparmak
haramdır.
5. Mekke'nin
bitkilerini kesmenin haramlığı konusunda, o bitkinin kendi' kendine yetişmesi
ile bir insan eliyle yetiştirilmiş olması arasında bir fark olmadığı gibi kesen
kimsenin ihramlı veya ihramsız olması arasında da bir fark yoktur. İmam Şafiî
bu görüştedir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise bu haram sadece kendi
kendine yetişen bitkiler için insanlar tarafından yetiştirilmiş olan bitkilerin
kesilmesinde haramlık söz konusu değildir.
Mekke'de yetişen
ağaçlan kesen kimseye verilecek cezanın cinsi ve miktarı konusu da ulemâ
arasında ihtilaflıdır. Ebû Hanife hazretlerine göre bu kimseye bir kurban
değerinde fidye lâzım gelir. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre ise, büyük
ağaçlar için bir sığır, küçük ağaçlar içinse bir koyun gerekir. İmam Mâlik ile
Atâ ve Ebû Sevr'e göre ise, Mekke'nin ağaçlarını ya da bitkilerini kesmeden
dolayı bir fidye lâzım gelmezse de bu yasağı çiğneyen kimse günah işlemiş
olacağından tevbe etmesi gerekir. Maliki ulemâsından İbnu'l-Arabî'nin ifâdesine
göre ulemâ harem sınırları içinde bulunan ağaçları kesmenin haram olduğunda
ittifak etmişlerdir. Ancak İmam Şafiî ağaç budaklarından misvak kesmekte
sakınca görmemiştir. Yine İmam Şafiî ağaca zarar vermemek şartıyla
yapraklarını ve meyvesini toplamakta bir sakınca görmemiştir. Atâ ile Mücâhid
de bu görüştedirler. Sözü geçen bu iki ilim adamı ile İmam Şafiî Harem
sınırlan içerisindeki dikenleri kesmeyi de caiz görmüşlerdir. Çünkü diken
tabiatı cihetiyle insanları rahatsız edici olduğundan Harem sınırlan içerisinde
öldürülmelerine izin verilen delice, karga, fare, akreb ve yırtıcı köpeğe
benzetilmiştir. Ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, Harem sınırları
içerisinde kalan dikenleri kesmek de haramdır. Çünkü İbn Abbâs'dan gelen bir
hadis-i şerifte "Fetihden sonra (artık Mekke'den Medine'ye) hicret yoktur.
(Bundan sonra) Mekke'den yalnız cihad kastiyle ve (faziletlere erişmek) niyetti)
ile çıkılabilir. Binaenaleyh (devlet tarafından) cihada davet olunduğunuzda
hemen icabet ediniz. Allah bu Mekke'yi gökler ve yerler yaratıldığı günden
beri hürmet edilmesi gerekli olan bir şehir kılmıştır. Burası Allah teâlâ'nın
haram kılması sebebiyle kıyamete kadar hürmet edilmesi gereken bir yerdir.
Benden önce burada savaş yapılması kimseye helâl kılınmamıştır. Benim için de
yalnız bir günün gündüzünden belli bir süre helal kılınmıştır. (Artık bundan
sonra) burası Allah'ın haram kılması sebebiyle kıyamet gününe kadar
muhteremdir hürmet edilmesi gereken yerdir; diken(ler)i de kesilmez"[308]
diye buyurmuştur.
Şafiî ulemâsının
bazısı da Harem sınırları içerisinde bulunan dikenleri kesmenin haram olduğu
görüşünü savunmuşlardır. el-Mutevelli ile Nevevî de bu görüşün isabetli
olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olan ulemâya göre Harem dahilinde bulunan
dikenleri kesmenin haram olduğuna dair nass bulunduğu halde kıyasa baş vurarak
haram olmadığı hükmüne varmak, ilmî değerden yoksundur. Çünkü hakkında nass
bulunan bir meselede içtihada izin yoktur.[309]
Hatta Harem sınırlan içerisindeki dikenleri kesmenin haram olduğuna dair nass
olmasa bile, yine de delil bulmak mümkündür. Çünkü "Harem sınırları
içerisinde bulunan ağaçların, bitkilerin pekçoğunu kesmek haram olduğuna göre
dikenleri kesmek de haramdır" diye bir hüküm çıkarılabilir. Hele dikeni
delice, karga, fare, akrep ve yırtıcı köpeğe kıyas ederek onu kesmenin caiz
olduğu hükmüne varmak ise, tamamen yanlıştır.
Hanbelî ulemâsından
İbn Kudâme'ye göre, "İnsanların eli değmeden kendiliğinden kırılıp düşen
ağaç dallarından ve kopup düşen ağaç yapraklarından faydalanmakta herhangi bir
sakınca yoktur. İmam Ahmed'de bu görüştedir. Bu konuda ulemâ arasında her hangi
bir ihtilaf yoktur"[310] Hanefî
ulemâsından Aynî de bu konuda şunları söylüyor: "İlim adamları Harem
sınırları içerisinde insan eliyle yetiştirilmiş olan bakla ve ekin gibi
bitkileri koparmayı caiz görmüşlerdir."[311]
6. Yine
Mekke sınırları içerisinde bulunan av hayvanlarını ürkütmek haramdır. Çünkü bu
ürkütme korkuyla kaçan hayvanın telefine sebeb olabilir. Söz konusu hayvanları
ürkütmek haram olunca, onları avlamanın da haram olduğunu söylemeye lüzum
yoktur.
Hanbelî ulemâsından
İbn Kudâme'nin açıklamasına göre, vücudunun bir kısmı haram sınırları
içerisinde bir kısmı da haram sınırları dışında bulunan bir hayvanı o halde
iken avlayan kimsenin de o hayvanın değeri kadar bir fidyeyi tasadduk etmesi
gerekir. Ebû Sevr ile re'y taraftarları da bu görüştedirler. Bu hayvanları
ürküterek kaçınp da kaçarken bir yere çarparak telef olmalarına sebebiyet veren
bir kimse de o hayvanın kıymeti kadar fidye öder. Hayvanın bu şekilde ölmesine
sebeb olan kimse kurmuş olduğu tuzağıyla veya ağıyla hayvanın ölümüne sebeb
olan bir avcıya benzetilmiştir. Fakat ürken hayvan sükûnet bulduktan sonra
kendisine isabet eden bir darbe ya da benzeri bir sebeble ölecek olursa ürküten
kimseye bu hareketinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez. İmam Ahmed ile
Ebû Sevr bu görüştedirler. Nitekim Hz. Ömer'den rivayet edilen şu haber de hu
gerçeği ifade etmektedir.
"Bir gün Hz. Ömer
cübbesi üzerindeki bir güvercini uçurur, o güvercin gibi yüksekçe bir yere
konar, o anda orada bulunan bir yılan da fırsatı değerlendirip güvercini
yakalar ve midesine indirir. Bunun üzerine Hz. Ömer gidip bu durumu Hz.
Osman'la Nâfi b. Abdi'1-Haris'e anlatır. Onlar da Hz. Ömer'in fidye olarak bir
koyun tasadduk etmesi lâzım geldiğini söylerler."[312]
Hz. Ömer'in bu
hadisesine benzer bir olayı da İbn Ebi Şeybe şu mânâya gelen lâfızlarla
naklediyor: "Bir evin üzerinde durmakta olan bir güvercin Hz. Ömer'in eli
üzerine pislemişti. Hz. Ömer onu uçurdu o da ileride bulunan bir evin üzerine
kondu, orada bulunan bir yılan da onu yakalayıp yedi. Bunun üzerine Hz. Ömer
kendi üzerine bir koyun değerinde fidye takdir etti."
Bu hadisenin bir
benzeri Hz. Osman'dan da rivayet olunmuştur. Biz 1849-1852 numaralı hadislerin
şerhinde bu mevzu ile ilgili yeterli açıklamayı yaptığımızdan burada tekrar
ayrıntılara girmeye lüzum görmüyoruz.
7. îlan etme
niyyeti olmadan Mekke'de bulunan bir yitiği yerinde nalmak caiz olmadığı gibi
uygun görülen bir süre içerisinde ilân edildikten sonra sahibi bulunmadığı için
onun adına tasadduk etmek de caiz değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu
görüştedirler. Oysa Mekke dışında bulunan yitikler belirli bir süre ilân
edildikten sonra sahipleri çıkmadığı takdirde onlar hesbına tasadduk
edilirler.
Mâlikî ulemâsıyla,
Şafiî'lerden bazılarına göre ise, Mekke'de bulunan yitikler de uygun görülen
bir süre içerisinde ilân edildikten sonra diğer memleketlerde bulunan mallar
gibi sahipleri hesabına tasadduk edilebilirler. Ebü Dâvûd hadisinde Mekke'de
bulunan yitikleri ilân etme niyyeti dışında yerlerinden almanın
yasaklanmasından maksat, onları ilan etmeye özel bir itina gösterilmesini
istemekten başka bir şey değildir. Çünkü yitik sahibi bir süre sonra
memleketine döner ve çoğu zaman da bir daha Mekke'ye gelme imkânı bulamaz,
dolayısıyla yitiğinin kimin eline geçtiğinden haberdâr olması zorlaşır. İşte bu
sebepten Mekke'de bulunan bu yitiklerin çok mübalağalı bir şekilde ilânını
istemekten başka birşey değildir.
Bu konuda
İbnu'l-Münir'de şunları söylüyor: "Çoğu zaman Mekke'de yitik bulan bir
kimse onun sahibini bulmaktan ümidini keser. Hatta sahibi de onu bulmaktan
ümidini keser. Bu sebeble yitiği, bulan kimse onu ilâna bile lüzum görmeden
tasadduk etmeye kalkar. îşte hadis-i şerifte ilan etme niyyetinin dışında
Mekke'de bulunan yitikleri kimsenin alamayacağı ifade edilmekte, böyle yanlış
bir kanaate kapılan kimseler uyarılmak ve orada bulunan yitiklerin diğer
memleketlerde bulunan yitiklere nisbetle daha titiz ve canlı bir şekilde ilan
edilmeleri sağlanmak istenmektedir."
8. Hadisleri
yazı ile tesbit etmek, icmâ ile caizdir.[313]
2018. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre (Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem) şu (bir önceki hadiste Mekke'niriha-rem kılınışı) hadise(si ile ilgili
sözleri) içerisinde (şu cümleyi de) söylemiştir: "(Mekke'nin) Yaş otu da
kesilmez."[314]
Metinde geçen kelimesi "yaş ot" anlamına gelir.
Burada özellikle yaş otun zikredilmiş olması Mekke'nin kuru otlarının
kopartabileceğine işarettir. Şâfiîlerden rivayet olunan iki görüşten en sahih
olanı da budur. Çünkü kuru ot, ölü av mesabesindedir. Hanbelî ulemâsından İbn
Kudâme diyor ki: "Lakin hadiste iz-, hir'in istisna edilmesi kuru ot
koparmanın da haram kılındığına işarettir. Ebu Hureyre'den gelen rivayetlerin
birinde "Mekke'nin kuru otu da koparılamaz" buyurulmuş olması da bunu
gösterir"[315]
Mekke’nin yaş otlarını
kesmek haramdır. İmam Malik ile Küfe uleması,
Ebu Hanıfe ve imam Muhammed bu görüştedirler. Aynı zamanda
bu görüş İmam Ahmed'den rivayet olunmuştur. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in diğer
bir görüşüne göre ise, hayvanların maslahatı için yaş otların hayvanlara
otlatılmasında bir sakınca yoktur. Halkın tatbikatı da böyledir. Kuru otlara gelince
bunların kesilmesinde ya da koparılmasında herhangi bir sakınca söz konusu
değildir.
Hadis ulemâsından
Hattâbî, Şafiî mezhebinin bu konudaki görüşünü şöyle ifade ediyor: "Kuru
otlara bakılır; eğer koparıldığı zaman yerine yenisi gelecekse, onları koparmak
caizdir, yerine yenisinin gelmesi mümkün değilse, koparılamaz. Ağaç yaprakları
da böyledir. Yerine yenisi gelmesi mümkün olmayan bir kuru otu ya da yaprağı
koparan kimseye ise, fidye lâzım gelir.[316]
2019.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Ben Resûl-i Ekrem'e hitaben:
Ya Resûlullah, biz
Minâ'da seni güneşten koruyacak bir ev yahut bir bina yapalım mi?" dedim
de (bana);
"Hayır, orası
önce gelenin devesini çökertme yeridir" buyurdu.[317]
Minâ'da Resûl-i
Ekrem'in barınması için yapılan çadır güneşin hararetinden korunmak için
yeterli olmadığından Hz. Peygamber için kendisini güneşin yakıcı sıcaklığına
karşı koruyabilecek şekilde sağlam bir ev yapmak isteyenler olmuşsa da Resûl-i
Ekrem Efendimiz halkın kendisini örnek alarak Minâ'ya bir çok evler yapacaklarını
bunun neticesinde de orada bir darlık meydana geleceğini, dolayısıyla halkın
Minâ'da kurban kesme, cemrelere taş atma gibi fiilleri yapmakta zorluk
çekeceklerini düşünerek "hayır orası önce gelenin devesini çökertme
yeridir" buyurmak suretiyle buna izin vermemiş ve oranın tüm halk için
ayrılmış bir yer olduğunu hiç bir yerinin hiçbir kimseye devamlı olarak tahsis
edilemeyeceğini bildirmiştir.[318]
Minâ'da herhangi bir
kimsenin barınması için ev-bark yapmak
caiz değildir.Ancak ne yazık ki günümüzün müslümanları Resûl-i Ekrem'in
sünnetine muhalefet ederek Minâ'da ev yapma yarışına girmişlerdir. La havle
vela kuvvete illâ billâh. "Resûl-i Ekrem orada devamlı kalmayacağı için
kendisine bir ev yapılmasına izin vermemiştir," diye hadisi te'vil etmek
doğru değildir. Çünkü bu şekilde bir te'vil, ancak Resûl-i Ekrem'in orada ev
yapılmasını meneden massına aykırıdır.[319]
2020.
...Ya'Ia b. Ümeyye (demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
"Harem dâhilinde
gıda maddeleri karaborsacılığı yapmak orada zulüm yapmaktır."[320]
İhtikâr (karaborsa);
birşeyi azaltarak kıymet kazanması için saklamak demektir.
Fıkıhta ise,
"insanların ve ehlî hayvanların yiyecek içeceklerini ve hayat için zarûrû
malları satın alıp kıymetleri yükselir diye kırk gün saklamak" demektir.
Binaenaleyh ihtikâr dinimizce haram kılınmıştır. İhtikârın kirk gün ile
sınırlandırılması ihtikârcıya verilecek cezanın gerçekleşmesi ile ilgilidir.
Yoksa bir gün bile ihtikâr yapan kimse günahkâr olur. Bu hüküm her memleket
için geçerlidir. Ancak bu suç Harem-i Şerîf içerisinde işlenecek olursa cezası
daha da büyük olur. Bu sebeple Allah t'eâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı
Keriminde "Kim orada zulm ile ilhada yellenirse biz ona pek acıklı bir
azab tattırırız." buyuruyor.[321]
Metinde geçen
"ilhâd" kelimesi lügatte "hak"dan sapmak anlamına gelirse
de, burada zulüm anlamına kullanılmıştır. Çünkü Mekke arazisi ziraate elverişli
olmadığından orada bulunan kimseler rızık-te'mininde fevkalade güçlük çekmektediler.
Bu sebeble orada yapılan karaborsacılık tam manâsıyla .zulümdür.
Bu hadis, senedinde
Cafer, Umâre, Musa gibi kimlikleri meçhul kişiler bulunduğundan zayıftır.[322]
2021.
...Bekr b. Abdillah dedi ki: Bir adam İbn Abbâs'a (gelerek):
Şu Beyt'in ehline ne
oluyor da amcalarının oğullan (hacılara) süt, bal ve kavut sunarlarken bunlar
nebîz sunuyorlar. Onlarda cimrilik mi var yoksa muhtaç mıdırlar? dedi. İbn
Abbas (r.a.) da:
Biz ne cimriyiz, ne de
muhtaç! Fakat (birgün) Resûlulah sallal-lahu aleyhi ve sellem terkisinde Üsâme
b. Zeyd olduğu halde (yanımıza) geldi de içecek (bir su) istedi. Bunun üzerine
kendisine bir üzüm şerbeti getirildi, o bunu içti ve artanını da Üsâme'ye
sundu. Üsâme de onu içti. Sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem:
"Aferin size, ne
iyi ettiniz! Hep böyle yapın" buyurdu. İşte biz de böyle (yapıyoruz)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin buyruğunu değiştirmek istemiyoruz
dedi.[323]
Sikâye Mekke'de hacıların
suyunu te'min etme ve Zemzem suyuna bakma vazifesidir. Ezrâki'nin ve Ibn
Ishak'-ın açıklamalarına göre Hz. Peygamber'in dedelerinden Abdü Menâf tulumlarla
Mekke'ye su taşır, bunları Kabe'nin avlusunda deriden yapılmış büyük havuzlarda
hacılar için muhafaza ederdi. Daha sonra bu görev oğlu Hâşim'e Hâşim'den de
Abdulmuttalib'e intikal etmişti. Abdulmüttalib satın aldığı kuru üzümleri bu su
deposuna atarak elde ettiği şerbeti hacılara dağıtmaya başladı.
Abdulmüttalib'den sonra bu görevi oğlu Hz. Abbas üstlendi. Nihayet İslâm devrinde
de Hz. Peygamber bu görevi yine Hz. Abbâs'ın yürütmesini uygun görmüştü. Hz.
Abbâs bu görevi yürütürken bir gün Resûl-i Ekrem'e de bu üzüm şerbetinden
sunmuş, Resûl-i Ekrem'de bunu çok beğenmiş ona her zaman hacılara böyle üzüm
şerbeti sunmasını tavsiye etmişti.
Nebîz: Hurma ve kuru
üzümden yapılan bir nevi hoşaftır Buna lisanımızda bazı yerlerde
"tükenmez" diyorlar ki, muhtelif meyveleri küpe veya fıçıya
doldurarak üzerine su koymak suretiyle yapılır. Birkaç gün bekledikten sonra
tükenmez kemâle gelir. Meyvaların tadı ve ekşisi suya çıkarılarak içilmesi hoş
bir şerbet olur. Resûlullah (s.a.) iki nevi bir araya karıştırarak nebîz
yapmayı yasak etmiştir. Kuru hurma ile koruk hurma karıştırılmayacak, bunlardan
yalnız bir tanesinden meselâ, yalnız kuru hurmadan yahut yalnız kuru üzümden
nebiz yapılabilecektir. Bunun sebebini ulemâ şöyle izah etmiştir. İki cins bir
yere karıştıralacak olursa, tadı değişmeden hemen sarhoş etme hassası meydana
çıkar, içen kimse onu müskir değil (sarhoş etmez) zannederek içer ve tabii
bilmeden içki içmiş olur. Buradaki yasaklama hakkında Nevevî şunları
söylemiştir: "Bizim mezhebimizle cumhurun mezhebine göre buradaki nehy,
kerâhet-i tenzihiyye içindir, sarhoşluk vermedikçe Nebîzi içmek haram
değildir. Cumhur-ı ulemâ buna kaildir. Mâlikîler'den bazısı haram olduğunu
söylemiştir. Ebû Hani-fe ile bir rivayette Ebû Yûsuf: "Bunda bir kerahet
ve bir beis yoktur. Çünkü tek başına bir neviden yapıldığında içilmesi helal
olan nebiz, başka nevi ile karıştırıldığı zaman da helâldir" demişlerdir.
Cumhur, Ebû Hani-fe'nin bu sözünü reddetmiş, bu şeriat sahibine muhalefettir,
demişlerdir. Filhakika bunu yasaklayan sahih ve sarih hadisler rivayet
olunmuştur. Haram değilse de mekruh olur."[324]
1. Ciddi bir
meselede kapalı kalan kısımları o konuda yetkili bir kimseye sormak
müstehabdır.
2. Kendisine
soru sorulan bir kimsenin meseleyi ciddiye alarak doyurucu bilgi vermeye
çalışması gerekir.
3. Hayvan
güçlü olduğu takdirde bir kimsenin başka bir kimseyi terkisine almasında bir sakınca
yoktur.
4. İdareci
durumunda olan kimselerin zaman zaman bazı ihsanlarda bulunarak idaresi altında
bulunan kimseleri sevindirmesi meşrudur.
5. Hacılara
su dağıtma görevini yürütmek çok faziletlidir.
6. Hacıların
sikâye görevini yüklenmiş olan kimselerin dağıttığı sudan içmeleri müstehabtır.
7. Hacılara
su dağıtma görevini yürüten kimseleri yaptıkları bu işten dolayı medh-ü senada
bulunmak müstehabdır.[325]
2022.
...Abdurrahman b. Humeyd'den rivayet olunduğuna göre kendisi Ömer b.
Abdilaziz'i, Sâib b. Yezîd'e:
Sen hiç Mekke'de
ikâmetle ilgili bir şey işittin mi? diye soru sorarken işitmiş. Sâib de (şöyle)
cevap vermiş:
Bana
Îbnu'l-Hadramî'(nin) naklettiğine göre) kendisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem'i,
"Muhacirler için
sader tavafından sonra (Mekke'de) üç (gün) kalma (hakkı) vardır"
buyururken işitmiş.[326]
Mekke fethedilmeden önce
Mekke'li muhacirlerin Mekke'de
ikâmet etmeleri haram
kılınmıştı. Sonraları hac
ve umre sebebiyle
Mekke'ye girenlere hac ibâdetlerini bitirdikleri vakit Mekke'de sadece üç gün
kalmalarına izin verildi. Şafiî ulemâsından Nevevî'ye göre bu hadisin mânâsı
Mekke'den Medine'ye hicret edenlere bir daha Mekke'ye yerleşmelerinin haram
kılınmasıdır.[327] Kadı İyaz'ın ifadesine
göre cumhûr-ı ulemâda bu görüştedir. Ancak Resûl-i Ekrem'in Medine dışında
istedikleri yerde oturmalarına iziri verdiği kimseler bu hükmün dışındadırlar.
Maliki ulemâsından
Kurtubî'nin beyânına göre bu hadiste söz konusu olan kimseler Resûl-i Ekrem'e
yardım etmek gayesiyle Mekke'den Medine'ye gelen muhacirlerdir. Bunların Hac
farizasını ifâ ettikten sonra Mekke'de üç günden fazla kalmaları caiz
değildir. Medine'ye Mekke'nin dışında başka bir beldeden göç etmiş olan
muhacirler bu hükme dahil değillerdir.
Ulemâdan bir kısmı da
Mekke'nin fethinden sonra muhacirlerin Mekke'ye yerleşmelerini caiz görmüş bu
hadisin hicretin vâcib olduğu zamanlara mahsûs olduğunu söylemiştir. Mekke'nin
fethinden önce hicretin vâcib olduğunda bütün ulemâ görüş birliğine varmıştır.
Muhacir olmayanların istedikleri yerde yaşayabileceklerinde de ittifak vardır.
Muhacirlere Mekke'de kalmak için verilen üç günlük izin ikâmet hükmüne girmez.
Onlar yine müsâfir sayılırlar. İnancından dolayı bir yerden kaçan kimsenin kendisi
için mevcut tehlike ortadan kalktıktan sonra oraya dönüp dönemeyeceği meselesi
de ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre eğer bu kimse Allah ve Resulüne
hizmet için memleketini terketmiş gitmiş ise, muhacirler hükmündedir. Bir daha
oraya dönemez, fakat göç ederken maksadı memleketini terk değil de sadece
inancını korumak idiyse fitne dindikten sonra oraya dönebilir. Hafız İbn Hacer
de bu görüştedir.[328]
2023.
...Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah sallalahu aleyhi ve
sellem, Üsânıe b. Zeyd, Kabe hizmetçisi Osman b. Talha ve Bilâl ile birlikte
Kabe'ye girmiş, (Osman) Kabe'nin kapısını üzerilerine kapamış (Peygamber
sallal'ahu aleyhi ve sellem yanındakilerle birlikte) orada bir süre durmuş.
İbn Ömer demiştir ki:
Çıktığı vakit BilaPe;
"Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)' ne yaptı?" diye sordum.
Bir direk soluna, iki
direk sağına üç direk de arkasına aldı, o gün Beyt altı direk üzerinde idi..
Sonra namaz kıldı, cevabını verdi.[330]
Kabe'den maksat Mekke-i
Mükerreme'de bulunan Beyt-i şerîfUr Allah teâlâ ye tekaddes hazretleri bu hususu Kur'an-ı
Kerîminde şöyle ifâde ediyor: "Allah hürmetli ev Kâbeyi, hürmetli ayı,
kurbanı, boynu tasmah kurbanlıkları insanların faydası için ortaya koydu."[331]
Kabe, mavi taşlardan
yapılmış 15 m. yüksekliğinde Mescid-i Haram'-ın ortasında kuzey cephesi 10 m.,
batı cephesi 12 m. güney cephesi 16 m. doğu cephesi 11 m. uzunluğunda küp
şeklinde bir binadır.
Kur'ân-ı Kerim'in
ifâdesine göre yeryüzünde insanlar için yapılmış ilk bina Kabe'dir.[332] Kabe'nin
inşa tarihi ile ilgili pekçok rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birine göre,
Hz. Âdem'in tevbesi Allah tarafından kabul edilince o Allah'a şöyle
yalvarmıştır: "Allah'ım ben burada cennetteki ibadetten mahrumum."
Bunun üzerine Allah bir vahyle Hz. Âdem'e şöyle diyor: "Sen de gökteki
meleklerin camisi gibi bir camiyi yeryüzünde inşa et ve melekler gibi sen de
ibâdetini yap" melekler Hz. Adem'in yardımına gelirler ve böylece Hz.
Adem Mekke'de Kabe'yi inşa eder.[333]
Ezrakî de "Mekke
Tarihi" isimli eserinde Kabe Tarihi ile ilgili olarak bazı rivayetler
naklediyor ki bunlardan bazıları şöyledir:
1. Hz.
Âdem'in vefatından sonra Allah Kabe'yi göğe çekti ve daha sonra Hz. İbrahim
bunun yerine yeni bir Kabe inşa etti.
2. Kabe Hz.
Nuh zamanındaki tufan zamanında göğe çekildi.
3. Kabe
tufan zamanında yıkıldı harâb oldu.
4. Hz. Adem
Kabe'yi elmas, inci vs. gibi çok değerli olan taşlardan bina etmişti fakat Hz.
Adem'in ölümünden sonra Kabe göğe çekildi ve çocukları bunun yerine âdi taş ve
topraktan Kabe'yi yeniden inşa ettiler.
O halde geçmişe ait ve
kesinlikle bilinemeyecek şeyleri bir kenara koymalıdır. Her halükârda Hz. Nuh
zamanındaki tufandan sonra Hz. İbrahim'e kadar Kabe'nin hiç bir izine
rastlanmamaktadır.
Bir gün Allah Teâlâ
Hz. İbrahim'e Kabe'yi yeniden inşaletmesini vahyle bildirdi. Hz. İbrahim
"Ya Rabbi ben Hz. Adem zamanında Kabe'nin nerede olduğunu bilmiyorum"
dedi. Allah (c.c.) O'na, "Önünde hareket hâlinde olan şu buluta bak, ve
onu takib et. O nerede durursa gölgesinin düştüğü yerde Kabe'yi yeniden inşa
et" dedi. Hz. İbrahim o bulutun gölgesini tâkibederek Mekke'ye kadar
gitti. Mekke'ye varınca bulut durdu, "Hz. İbrahim bu bulutun gölgesinin
düştüğü yerlerin ölçüsünü aldı ve temelleri kazmaya başlayarak Kabe'yi inşa
etti ve ondan sonra o bulut da kayboldu. Başka rivayetlere göre Hz. İbrahim'e
yardım etmek için melekler de gelmiştir.[334]
Kur'an-ı Kerim'de
Kabe'yi inşâ edenlerin Hz. İbrahim'le oğlu olduğu belirtilmektedir: "Hani
İbrahim ve İsmail Kabe'nin temellerini yükseltiyordu, "Rabbimiz, yaptığımızı
kabul buyur, şüphesiz ki sen hem işitir, hem bilirsin," dediler."[335]
Bu durumda Kabe'nin
ikinci yapıcısı Hz. İbrahim'in kendisi olmaktadır.
Kıymetli âlimimiz
Kâmil Miras bu konudaki görüşlerini şu cümlelerle ifade etmektedir:
"Beyt-i Muazzamın inşasını emreden Allahuzülcelal,mü-belliği ve mühendisi
Cibril, ilk banisi İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak
kabul edilmek icab eder."[336]
Hz. Peygamber'in büyük
dedesi Kusayy zamanında tamir edilen Kabe Hz. Peygamber'in gençliğinde de yeni
bir tamir görmüştür. Nitekim bu sırada Hacerü'l-esved'i yerine yerleştirme
şerefi Hz. Peygamber'e nasib olmuştur.
Emevîler zamanında
özellikle Haccâc b. Yusuf zamanında harpler ve isyanlar dolayısıyla Kabe iki
defa harap bir vaziyete gelmiş ve yeniden tamir edilmiştir. Kanunî başta olmak
üzere Osmanlı Sultanları da Kabe'nin tâmiriyle yakından ilgilenmiştir. Bu
tamirler dolayısıyla Kabe'nin binası zaman içinde değişikliklere uğramıştır.
Zaten mukaddes olan, Kabe'nin yapısı değil, üzerinde bulunduğu arsadır.
Resûl-i Ekrem
(s.a.)'in fetih günü Kabe'ye girişi Buhârî'nin rivayetinde şu mânâya gelen
lâfızlarla anlatılmaktadır: Resûlullah (s.a.) Fetih günü Mekke'ye devesi
üzerinde Mekke'nin yukarı kısmından girdi. Terkisinde Üsâme b. Zeyd, etrafında
da Bilâl ile Osman b. Talha vardı. Nihayet hayvanını mescitte çöktürdü ve
Kabe'nin anahtarlarının kendisine getirilmesini emretti. Osman (anahtarları
getirip Kabe'nin kapısını) açtı, Resûlullah da Üsâme, Bilâl ve Osman'la
birlikte Kabe'ye girdi uzun süre orada kaldı, sonra dışarı çıktı."[337]
Resûl-i Ekrem Kabe'ye
girerken yanına çok sevdiği Zeyd'in oğlu olduğu için Üsâme'yi, müezzini olduğu
için Hz. Bilâl'i, Kabe'nin hizmetçisi olduğu için de Osman b. Talha'yı
almıştır. Hz. Osman Kabe'nin anahtarını sunduktan sonra Resûl-i Ekrem:
"Ey Ebû Talha oğulları, ebediyyen sizde kalmak üzere bu anahtarı
alınız!" buyururak Osman'a vermiştir.
Kabe'nin içine
girdikten sonra kapıyı üzerlerine kapatmalarının hikmeti ise izdihamı önlemek
yahut da kalblerinin sükûnet bulup tam bir huşû'a ermesini te'min etmektir.
Her ne kadar bu
hadis-i şerifte Abdullah b. Ömer'in Resûlullah (s.a.) ve yanındakiler Kabe'den
çıkınca ilk defa Hz. bilâl'e: "Resûlullah ne yaptı?" diye sorduğu
ifâde ediliyorsa da, Ebû Avâne'nin el-A'lâ b. Abdirrah-mân vasıtasıyla tbn
Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste İbn Ömer'in bu soruyu H^. Bilâl'le birlikte
Hz. Üsâme'ye de yönelttiği ifâde edilmektedir.[338] Bu
durum iki hadis arasında bir çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü Hz. İbn
Ömer'in önce bu soruyu Hz. Bilâl'e sorduğu, aldığı cevabı te'yid ettirmek
maksadıyla aynı soruyu bir de Hz. Üsâme'ye yöneltmiş olduğu düşünülebilir.
Konumuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisinde Resûl-i Ekrem Kabe'de direğin birini soluna, ikisini de
sağına alarak namaz kıldığı, ifâde ediliyorsa da Buhârî'nin Abdullah b. Yusuf
kanalıyla Mâlik'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bir direk sağına, bir
direk de soluna alarak namazı kıldığı ifâde edilmektedir.[339]
Aslında bu iki rivayet
arasında bir çelişki bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Çünkü konumuzu
teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi Kabe'nin Hz. Peygamber zamanındaki haline göre
rivayet edilmiştir. Çünkü metinde de ifâde edildiği gibi, "Kabe'nin
içinde o zaman altı direk vardı."
Buhârî hadisi ise
Kabe'nin râvi Mâlik zamanındaki haliyle.ilgilidir. Çünkü o zaman Kabe içindeki
direklerden biri alınmış ve beş direk kalmıştı. Nitekim metinde geçen, "O
gün Beyt-i Şerif, altı direk üzerinde idi" cümlesi de Kabe içindeki
direklerin sayısının sonradan değiştiğini ifade etmektedir.
Kirmanı bu durumu şöyle
açıklıyor: "Direk lâfzı cinstir; bire de ikiye de ihtimali vardır.
Binaenaleyh mücmeldir. Bu mücmeli Mâlik, İsmail b. Ebi Üveys rivayetinde açıkça
beyân etmiş, sağındaki direklerin iki olduğunu söylemiştir."[340]
Bazıları rivâyetlerdeki ihtilâfa bakarak vakanın ayrı ayrı zamanlarda iki defa
cereyan ettiğine kail olmuşlardır. Bir rivayette de Re-sûlullah (s.a.)'ın iki
direk sağına, iki soluna, üç de arkasına alarak namaz kıldığı bildirilmiştir.
Bu takdirde direklerin yedi olması icabed ederse de nefs-i hadisde "o gün
Beyt-i Şerîf altı direk üzerindeydi" denilmesi bu rivayeti reddeder.[341]
Buhârî'nin Hz.
Bilâl'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de Resûl-i Ekrem'in Kabe'deki
namazı, Yemânî rükünler arasında bulunan iki direk arasinda kıldığı ifade
edilerek[342] Resûl-i Ekrem'in sağında
ve solunda birer direk bulunduğu bildirilmişse de aslında burada direğin biri
ya diğer iki direkle aynı hizada bulunmadığından, ya da Resûl-i Ekrem namazı
O'na karşı kıldığından zikredilmemiştir.
İleride tercümesini
sunacağımız 2026 numaralı hadis-i şerif ile Zürkâ-nî'nin tahkikine göre İmam-ı
Mâlik'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte[343]
Resûl-i Ekrem'in Kabe'de iki rekat namaz kıldığı ifâde edilirken Müslim'in
rivayet ettiği diğer bir hadiste hiç namaz kılmadığı,1 sadece !duâ ettiği ifâde
edilmektedir.[344] Ayrıca ileride
tercümesini sunacağımız 2027 numaralı hadis de böyledir. Bu konuda Nevevı
şunları söylüyor: "Hadis ulemâsı Resûl-i Ekrem'in Kabe'de iki rekat namaz
kıldığını ifâde eden Bilâl rivâyetiyle amel edileceği hususunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü bu rivayet bir hüküm isbat etmektedir. Aynı zamanda bu
hadiste kendisine aykırı olan hadise nisbetle daha fazla bilgi vardır.
Binaenaleyh bu hadis, kendisine aykırı olan hadislere tercih edilir.
"Hz. Bilâl
"Resûl-i Ekrem Kabe içerisinde iki rekat namaz kıldı" derken Hz.
Üsâme'nin "namaz kılmadı" demesine gelince, bunun sebebi de şudur:
Kabe'ye girip kapıyı kapadıkları vakit, herbiri duâ ile meşgul olmuş. Üsâme
(r.a.) Peygamber (s.a.)'i Beyt-i Şerifin bir tarafında duâ ederken görmüş,
sonra kendisi de Beyt'in başka bir tarafında duâ etmiştir. Hz. Bilâl
Resûlullah (s.a.)'e yakın bulunduğu için onun namaz kıldığını görmüş Üsâme
ise, uzakta bulunduğu için ve meşguliyeti sebebiyle bunu görememiştir. Zaten
Resûlullah sallalahü aleyhi ve sellem'in bu namazı hafif idi. Binaenaleyh Hz.
Üsâme'nin, zannıyla amel ederek "Namaz kılmadı" demesi caizdir. Fakat
Hz. Bilâl hakikaten namaz kıldığını görmüş ve haber vermiştir."[345]
Hz. Bilâl'in bu
rivayeti ileride gelecek olan 2027 numaralı İbn Abbas hadisine de tercih
edilir. Çünkü Hz. İbn Abbas bu hadisin içinde bizzat Resûl-i Ekrem'le birlikte
bulunmamıştır. Bu hadisi rivayet ederken bazan kardeşi Fazl'a bazan da Hz.
Üsâme'ye istinad ve itimad etmiştir.
Ayrıca Hz. Bilâl'in
rivayeti olumlu olduğu için de diğer olumsuz rivayetlere tercih edilir.[346]
1. Resûlullah
(s.a.) hayatta olduğu halde bir sahabının diğer bir sanabıden hadis rivayet
etmesi caizdir.
2. Daha
faziletli bir kimse varken aynı dercede faziletli olmayan başka bir kimseye haber
sorup onun vereceği haberle yetinmek caizdir. Çünkü İbn Ömer, Resûl-i Ekrem
dururken Kabe'den ne yaptıklarını Hz. Bilâl'e sormuştur.
3. Hz. İbn
Ömer, Hz. Peygamberin sünnetini araştırmak ve sünnete uymak hususunda son
derece hırslı idi.
4. Hacı
olsun veya olmasın bir kimsenin Kabe'ye girmesi müstehab-tır. Taberânfnin
el-Mu'cem'ul-kebîri'inde Abdullah b. Müemmil'den rivayet ettiği zayıf bir
hadiste şöyle buyuruluyor: "Beyt-i Şerife giren bir kimse bir iyiliğin
içine girmiş ve bir kötülüğün dışına çıkmış olur. O kimse Beyt'ten çıkarken
günahları bağışlanmış olarak çıkar."[347]
Ulemânın büyük çoğunluğuna göre Kabe'ye girmek hac ibadetinden değildir. Çünkü
İbn Abbas (r.a.); "Ey insanlar Beyt-i Şerife girmenizin hacla hiç bir
ilgisi yoktur." buyurmuştur.[348] Nitekim
şu hadis-i şerifte bu gerçek, açıkça ifade edilmektedir: "Keşke
girmeseydim, çünkü ümmetime güçlük çıkarmış olmaktan korkuyorum"[349]
Beyt-i Şerîf'e
girerken son derece alçak gönüllü edepli olmalı ve göz secde yerinden
ayrılmamalıdır. Nitekim Salim b. Abdillah'm Hz. Âişe'den naklettiği bir hadis
şu mealdedir: "Şu Müslüman kimseye hayret ediyorum, Kabe'ye giriyor da
Allah Teâlayı tazim maksadıyla gözünü secde mahallinden ayırıp tavana dikiyor.
Oysa Resûlullah (s.a.) Kabe'ye girdiği zaman çıkıncaya kadar gözünü secde
mahallinden ayırmadı."[350]
5. Kabe
içinde namaz kılmak müstehabdır. Ancak bu meselenin ayrıntıları ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Hanefî ulemâsıyla, İmam Şafiî, Ah-med, Sevrî ve cumhûr-ı ulemâya
göre Kabe içerisinde farz ya da nafile namaz kılmak caizdir; İbn Abdilhakîm
el-Malikî de bu görüştedir. İbn Abdilber ile İbnu'l-Arabî de bu görüşü
doğrulamaktadırlar. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisidir.
Sözü geçen ulemâya göre sıhhat bakımından nafile namazlarla farz namazlar
arasında bir fark olmadığı gibi, mescid olması itibariyle Kabe nafile
namazları kılmaya müsâid olduğu gibi farz namazları kılmak için de müsaittir.
Bu hususta Kabe'nin içi.ile dışı arasında bir fark olmaması gerekir.
İmam Mâlik'e göre ise,
Kabe içerisinde nafile namazın dışında bir namaz kılmak caiz değildir. Bu görüş
İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise şu âyet-i kerimedir:
"Artık yüzünü Mescid-i Haram semtine çevir bulunduğunuz yerde yüzlerinizi
o yöne çevirin."[351]
Çünkü Kabe'nin içinde namaz kılarken Kabe'ye yönelmek gerçekleşmiyor. Bu bakımdan
farz namazları Kabe'de kılmak âiz değildir. Nafile namazlara gelince bilindiği
gibi farz namazlara nisbetle nafile namazların edasında dinen bazı kolaylıklar
vardır. Oturarak kılınabilmeleri ve yolculukta hayvan üzerinde kılınmalarının
caiz olması buna misal olarak verilebilir. Bu bakımdan Kabe'ye yönelme tam
gerçekleşmese bile Kabe içinde namaz kılmak caizdir. Binaenaleyh Kabe içinde
kılınan farz namazların kesinlikle iadesi lâzım gelir. Malikî ulemâsının meşhur
olan görüşü budur.
İbn Abbas'a göre ise,
Kabe içerisinde farz veya nafile hiç bir namaz kılınamaz. Malikîlerden bazıları
ile Zâhiriyye ulemâsı bu görüştedirler. Çünkü Kabe içinde namaz kılarken
Kabe'nin bir kısmı arkada kalmış olur. Oysa matlub olan Kabe'ye yönelmektir.
Sünnet-i müekkedeler ile vitir ve bayram namazlarını Kabe içerisinde kılmak
ise, Malikîlere göre mekruhtur.
Bu görüşler içerisinde
isabetli olanın cumhurun görüşü olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem
(s.a.) hiçbir zaman farz namazı Kabe içinde kılmayı yasaklamamıştır.[352]
2024. ...Şu
(önceki hadis-i şerîf) Malik'den de rivayet olunmuştur. Ancak (bu hadisi Malik'den
rivayet eden Abdurrahman b. Mehdî burada bir önceki hadisde geçen) direkleri
zikretmemiştir. (Abdurrahman b. Mehdi Malik'den naklen) dedi ki: Sonra
(Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kıldı; kendisiyle kıble arasında
üç arşın(lık bir mesafe) vardı.[353]
Hz. Abdullah b. Ömer Kabe'ye girince yüzü
istikâmetinde ileri doğru yürümüş kapıyı arkasında bırakarak karşısındaki
duvara üç arşın kalıncaya kadar ilerler ve Hz. Bilâl'in haber verdiği yeri
bulur, orada namaz(ını) kılarmış. Binaenaleyh Kabe'nin her hangi bir yerinde
namaz kılmakta hiçbir kimse için sakınca yoktur, istediği yerde kılabilir.[354]
2025. ...İbn
Ömer (r.a.) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem-den (2023 numaralı) Ka'nebî
hadisinin manasını rivayet etti (ve); "Ben (Kabe'de Hz. Peygamberin) kaç
(rekat) namaz kıldığını Bilâl'e sormayı unuttum" dedi.[355]
Bu hadis-i şerifi
Müslim şu mânâya gelen lâfızlarla rivâyet etmiştir: "Resülullah (sallallahü aleyhi ve
sellem) beraberinde Üsâme, Bilâl ve Osman b. Talha olduğu halde Beyt-i Şerife girdi.
Sonra üzerlerine kapıyı uzun zaman kapadılar. Bilahere kapı acıldı, içeriye ilk
giren ben idim ve Bilal'e rastlayarak:
Resûlullah (s.a.)
nerede namaz kıldı? diye sordum. Bilâl:
İki ön direk arasında,
cevabını verdi. Ama Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)in kaç rekat namaz kıldığını
ona sormayı unuttum.[356]
Bu rivayetle birlikte
konumuzu teşkil eden hadis-i şerif gösteriyor ki Hz. Bilâl, Hz. İbn Ömer'e Hz.
Peygamber'in Kabe'de namaz kıldığı yeri haber vermişse de kaç rekat namaz
kıldığından bahsetmemiştir.
Halbuki Mücâhid'in İbn
Ömer'den naklettiği şu hadis-i şerif bunun aksini ifâde etmektedir. "Ben
Bilal'e Peygamber (saİlallahu aleyhi ve sellem) Kabe'de namaz kıldı mı? diye
sordum da:
Evet Beyt'e girdiği
vakit şu senin sağında bulunan iki direk arasında iki rekat namaz kildi. Sonra
Kabe'den çıktı, iki rekât da Kabe'ye doğru kıldı, cevabım verdi."[357]
Aslında bu iki rivayet
arasında çelişki yoktur. Çünkü İbn Ömer'in bu rivâyetirideki "iki
rekat" sözü kendisine aittir. Hz. Bilâl'den duymuş değildir. Ancak Hz.
Bilâl'den duyduğu sözü naklederken iki rekatten az namaz kılınamaycağım
düşünerek sözüne "iki rekat" kelimesini ilave ederek nakletmiştir.
Ayrıca Ömer b.
Şeybe'nin "Kitabı Mekke"de yine îbn Ömer'den naklen rivayet ettiği
bir hadis de şu anlamdadır: "Kabe'den çıktıkları zaman Bilâl'le
karşılaştım:
Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) burada ne yaptı? diye sordum, eliyle yani şehadet ve orta
parmaklarıyla işaret ederek:
İki rekat namaz kıldı,
diye cevap verdi.[358]
Ömer b. Şeybe'nin bu rivayeti de Hz. İbn Ömer'in Hz. Bilal'e Hz. Peygamber'in
kaç rekat namaz kıldığını lafzen sormadığını BilaFinde O'na lafzen cevap
vermediğini, fakat iki rekat kıldığını eliyle ifâde ettiğini ortaya
koymaktadır. Yahutta Hz. İbn Ömer "Ona kaç rekat kıldığını sormayı
unuttum" derken; iki rekattan fazla namaz kılıp kılmadığını iyice
anlayamadım, demek istemiştir.[359]
2026. ...Abdurrahman
b. Safvân'dan; demiştir ki: Ben Ömer b. Hattâb'a:
Resûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Kabe'ye girdiği zaman ne yaptı? diye sordum da;
İki rekat namaz kıldı,
diye cevap verdi.[360]
Bu hadis-i şerif
Resûl-i Ekrem (s.a.fin Kabe'ye girdiği vakit iki rekat namaz kıldığım ifâde
etmektedir. Her ne kadar senedinde bir takım tenkidlere hedef olan Yezid b. Ebî
Ziyâd olduğu için bu hadis zayıf sayılmışsa da şu hadisler tarafından takviye
edildiği için zayıflıktan çıkıp hasen liğayrihî seviyesine yükselmiştir.
1. Daha önce
tercümesini sunduğumuz; "Ben Bilâle: Peygamber (s.a.) Kabe'de namaz kıldı
mı?" diye sordum da: "Evet, Beyt'e girdiği vakit şu senin sağında
bulunan iki direk arasında iki rekat namaz kıldı, sonra Kabe'den çıktı, iki
rekat de Kabe'ye doğru kıldı" cevabını verdi.[361]
anlamındaki hadis.
2. Abdulaziz
b. Ebi Revvâd'ın Nâfi'den O'nun da İbn Ömer'den rivayet ettiği, Kabe'den
çıktıkları zaman Bilal'le karşılaştım, "Peygamber (s.a.) burada ne
yaptı?" diye sordum. Eliyle, yani şehâdet ve orta parmaklarıyla "iki
rekat namaz kıldı" diye cevap verdi.[362]
3. İbn Ebi
Müleyke'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği, Hz. BilaPe "Resulullah Kabe'de
namaz kıldı mı?" diye sordum da, "Evet iki direk arasında iki rekat
namaz kıldı" dedi.[363]
Biz bu hadisle ilgili
açıklamayı 2024 ve 2025 numaralı hadislerin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[364]
2027. ...İbn
Abbâs (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) Mekke'ye gelince
içinde putlar bulunan Kabe'ye girmek istememiş (ve Hz. Ömer'e) onları
(çıkarmasını) emretmiş, bunun üzerine (putlar Kabe'den) çıkartılmış ve
(özellikle) İbrahim ve İsmail (aleyhisselam)'ın heykelleri de ellerinde ezlâm
(demlen fal okları) olduğu halde çıkarılmışlar. Bunun üzerine Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem (bu iki heykeli yapanları kastederek);
"Allah onları
helak etsin, onlar pek iyi bilirler ki (bu iki Peygamber hiç bir zaman)
kısmetlerini fal oklarıyla aramış değillerdir" buyurmuş, sonra Beyt'e
girip her tarafında ve her köşesinde tekbir getirmiş sonra orada namaz,
kılmadan (dışarı) çıkmıştır.[365]
Bu hadis-i şerifte söz
konusu edilen olay, Mekke'nin fethinde cereyan etmiştir.
Metinde Kabe'nin
içindeki putlardan "ilâh" diye bahsedilmesi câhiliyye arablarının
batıl inançlarını ifade etmek içindir. Bu maksadın dışında herhangi bir puttan
"İlâh" diye bahsedilmesine imkân yoktur. Resû-Iu-i Ekrem Kabe'yi eski
hâli üzere bırakmak istemediğinden ve içinde putlar varken oraya meleklerin
girmesi mümkün olmadığından dolayı putları çıkartmadan oraya girmek
istememiştir.[366]
Beyhâkî'nin rivayetine
göre, Hz. Peygamber Fetih günü Bathâ'da Kabe'ye giderek oradaki putları imha
etmesi için Hz. Ömer'e emir vermiştir ve bu putlar tamamen ortadan kaldırılıncaya
kadar Kabe'ye girmemiştir.[367]
Beyhakî'nin bu rivayeti Kabe'yi putlardan temizleyen kimsenin Hz. Ömer (r.a.)
olduğunu ifâde etmektedir ki, biz de tercümemizde buna parantez içerisinde
işaret ettik. Buhârî'nin bir rivayetinde de Hz. İbrahim ve İsmail'e ait
heykellerin ashab-ı kiramdan bir cemaat tarafından çıkarıldığı ifâde
edilmektedir.[368] Ayrıca Beyhakî'nin bir
rivâyetiyle Buhârî'nin diğer bir rivayetinde de Hz. Peygamberin Kabe'de Hz.
İbrahim'in heykeliyle Hz. Meryem'in heykeline rastladığı ifâde edilmektedir.[369]
Bu rivayetler arasında
bir çelişki bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Çünkü Kabe'de pek çok put
vardı. Bu putlar arasında Hz. İbrahim ve İsmail'e ait heykeller bulunduğu gibi
Hz. Meryem'e ait bir heykelin de bulunması mümkündür. Ayrıca Kabe'deki putların
imha edilmesi için Hz. Ömer'e emredilince ashâbdan bazı kimselerin de ona
Kabe'nin putlardan temizlenmesinde yardım etmiş olması ihtimali de vardır.
Metinde geçen
"ezlâm = fal okları" zelam kelimesinin çoğuludur. Ucunda temren
bulunmayan küçük ok anlamına gelir. Câhiliyye çağında fal için kullanılan bu
oklar üç adet olurdu. Bunlardan birinde "yap" öbüründe
"yapma" yazılı idi. Üçüncüsünde de bir şey yoktu, yani boştu. Bir iş
tutmak isteyen bir yola çıkacak olan kimse bu işin ya da yolculuğun kârlı ve
kazançlı olup olmayacağını anlamak için bu oklara başvururdu. Kabe içerisinde ücret
mukabilinde bu işi yürüten falcıya varıp bu oklardan birini çekerdi. Şayet
"yap" çıkarsa o işi yapardı, "yapma" çıkarsa bu işinden
vazgeçerdi. Eğer boş çıkarsa, üzerinde "yap" veya "yapma"
yazılı oklardan biri çıkıncaya kadar fal çekmeye devam ederdi.
İslâm dini zararı olan
câhiliyye âdetleri yanında her türlü bâtıl inançlarla da mücâdele etmiş ve
onların kökünü kazımıştır. Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetlerinde fal oklarına
başvurarak geleceğe dâir bilgi edinmek istemenin şeytanın aldatmasından doğan,
pis ve çirkin bir âdet olduğu ve fenalıkta şarap içmeğe, kumar oynamağa denk
olduğu belirtilerek bunlardan kaçınılması emrolunmuştur. Nitekim Allah Teâlâ
bu konuda mü'minleri şöyle uyarıyor: "bir de fal oklarıyla kısmet aramanız
size haram kılındı. Bunlar fâşıklıktır..."[370]
1. Halkı
bâtıllardan sakındırmak, kötülüğün işlendiği
yerlerden uzak durmak ve batıl inançlarla mücadele etmek, mü'minler için
farzdır.
2. Kabe'ye
girerek her tarafında tekbir getirmek müstehabdır.
3. Peygamber
(s.a.) Veda Haccında Kabe içerisinde namaz kılmarmştır. Her ne kadar bu hadis
Resûl-i Ekrem'in Kabe içinde namaz kıldığını ifâde eden 2023 ve 2026 numaralı
hadislere aykırı gibi görünmekte ise de, bu rivayetlerin aralarını şu şekilde
uzlaştırmak mümkündür. Hz. Peygamber Kabe'ye iki defa girmiştir. Bu
girişlerinin birinde 2023 ve 2026 numaralı hadislerde ifâde edildiği gibi namaz
kılmıştır, diğerinde de konumuzu teşkil eden İbn Abbâs hadisinde ifâde
edildiği gibi namaz kırmamıştır.
Hafız İbn Hacer de İbn
Hıbbân'dan naklen Resûl-i Ekrem'in biri Fetih günü diğeri de Veda haccında
olmak üzere iki defa Kabe'ye girdiğini ve Fetih günü Kabe'ye girdiğinde namaz
kıldığını, Veda haccında girdiğinde ise kılmadığını söylüyor.[371]
İmam Nevevî'ye göre ise, Hz. Peygamber Kabe'ye sadece Fetih günü girmiş ve
Kabe'de namazı da o gün kılmıştır.[372]
2028.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Kabe'nin içine girmeyi ve orada namaz
kılmayı çok arzu ederdim. Resûlullah (s.a.) elimden tutup beni Hıcr'e soktu ve
(şöyle) buyurdu:
"Beyt(-i Şerif)e
girmek istiyorsan, Hıcr'de namaz kıl. Gerçekten O, Bey t'ten bir parçadır.
Fakat senin kavmin, Kabe'yi bina ettikleri zaman (Beyt'in ölçülerini)
kısalttılar, Hicr'i, Beyt'in dışında bıraktılar."[374]
Âişe (r.anhâ) Mekke
fethedilirse, Ka'be'nin içine girip namaz kılmayı nezretmişti. Bu yüzden
Kabe'ye girip na-
maz kılmayı çok arzu
ediyordu. Bu durumu Resûl-i Ekremı'e açınca, O'na Hıcr'da namaz kılmanın Kabe
içinde namaz kılmanın yerini tutacağını, Çünkü aslında Hıcr'm Kabe'den bir
parça olduğunu haber verdi.
Bilindiği gibi
Kabe'nin kuzey-batı duvarının karşısında zeminden bir metre kadar yüksek, onbeş
metre kadar uzunluğunda, yarım dâire şeklinde bir duvar vardır ki buna
"Hatîm" denir. Bu duvar ile Beytullah arasındaki boşluğa "Hıcr,
Hıcr-i Kabe, Hıcr-i İsmail" veya "Hazıra" denir.
Hıcr-ı Ka'be'de namaz
kılınır, duâ edilir, fakat kıble olarak buraya karşı namaz kılınamaz.
Hz. İbrahim’in yaptığı
binada bu kısım da Kabe'ye dahildi. Peygamberimizin nübüvvetinden beş yıl kadar
önce Kabe'nin Kureyş kabilesi tarafından yapılan tamiri sırasında inşaat
malzemesi yetmediği için bu kısım binanın dışında bırakılmıştır. Hz. İsmail ile
annesi Hâcer'in buraya defnedilmiş oldukları rivayet edilir. Burası Kâbe?ye
dâhil olduğu için tavafın bu duvarın dışından yapılması vâcibdir. Kabe üzerine
yağan yağmur sularının aktığı altın oluk (Mîzab-i Ka'be) derbu duvarın ortası
hizasmdadır.[375]
1. Daha önce
geçen-1899 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız gibi Hıcr içinde namaz kılmak müstehabtır. Çünkü
orada namaz kılmak Kabe içerisinde namaz kılmak gibidir. Bu bakımdan oraya sık
sık girip dua etmek de müsten" abdır.
2. Hıcr
Kabe'den bir parçadır. Bu konuda Hz. Âişe'den rivayet edilen bir hadis-i şerif
de şu anlamdadır: Ben Resûl-i Ekrem'e:
Hıcr Beyt'ten midir?
diye sordum da:
"Evet," diye
cevap verdi. Ben de:
O halde onu niçin
Beyt'în içine almamışlar? dedim.
"Senin kavminin
inşaat malzemelerinin yetişmediğini biliyor musun?" buyurdu. Ben de:
Onun kapısı niçin
böyle yüksektir? dedim.
"Senin kavmin,
istedikleri kişiyi oraya sokmak, girmesini istemedikleri kişinin de girmesini
engellemek için böyle yaptılar. Eğer senin bu kavmin, câhiliyye çağından yeni
kurtulmuş olmasalardı, kalplerinin itiraz etmeyeceğini bilseydim, Hıcr'ı
Kabe'nin içerisine alırdım. Kapısını da yer seviyesine indirirdim"
cevabını verdi.[376]
Râfiî'nin beyanına
göre Hıcr'ın tümü Beyt'ten değildir. Sadece Beyt'e bitişik olan altı arşın
uzunluğundaki bir alan Kabe'dendir. Bunun dışındaki Hıcr içinde kalan saha,
Beyt-i Şeriften değildir. Çünkü Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Eğer kavmin
(câhiliyye devrinden yahut) şirkden yeni kurtulmuş olmasaydı, ben Kabe'yi yıkar
da yere yapışık (alçak)-yapardım. Ona biri doğuda biri de batıda olmak üzere
iki kapı açardım. Hıcr tarafından da ona altı zira* yer katardım. Çünkü Kureyş
Kabe'yi bina ederken onu küçültmüşler."[377]
Altı zira aşağı yukarı üç metreye eşittir. Binaenaleyh Hıcr'in bir kısmının
Kabe'den olup diğer bir kısmının da Kabe'den olmadığı kabul edilince, Hıcr'in
bir kısmına yönelerek namaz kılan bir kimsenin namazı sahih olmaz. Çünkü namaz
kılan kimsenin namazının sahih olabilmesi için kesinlikle Kabe'ye
yöneldiğinden emin olması gerekir. Hanefî ulemâsıyla îmam Mâlik bu
görüştedirler. Şafiî ulemasından imam Nevevî ile Râfî'de bu görüşü
benimsemişlerdir.
Tavafın sahih olması
için de Hıcr'in ve Şâzervân'ın[378]
dışından dolaşmak şarttır. Çünkü tbn Abbas (r.a.); "Beyt(-i Şerif)i tavaf
etmek isteyen kimse Hıcr'in dışından dolaşsın"[379] buyurmuştur.
Beyt'i tavaf edecek
olan kimse Şâzervân'ın üzerine çıkarak Beyt'i tavaf etmeye başlasa bir adım
sonra oradan inerek tavafım tamamlamış olsa bu kimsenin tavafı sahih değildir.
Çünkü bu kimse Beyt'in etrafını değil içini tavaf etmiş olur.
Hanefi ulemâsına göre
Kabe'yi tavaf ederken Hıcr'ın dışarısından dolaşmak vâcibdir, Terkinden dolayı
kurban kesmek gerekir. Çünkü Hıcr'in Kabe'den sayılan kısmı sadece altı zira
(arşın)dır. Şafiî ulemâsından Neve-vî'ye göre ise, Kabe'yi tavaf ederken
Hıcr'in içinden geçen bir kimsenin bu esnada Kabe ile kendisi arasında altı
zirâdan daha fazla bir uzaklık bulunursa, bu kimsenin tavafı hakkında
Şâfiîlerce iki görüş vardır:
a. Bu
konudaki hadislerin zahirine göre bu kimsenin tavafı şahindir. Horasan
ulemâsının bir kısmı da bu görüşü benimsemişlerdir.
b. Bu
kimsenin tavafı sahih değildir. İmam Şafiî'nin sahih olan görüşü de budur.
İmam Ebû Hanife'nin dışında bütün ulemâ da bu görüştedirler. İmam Ebû
Hanife'ye göre ise, Kabe'yi Hıcr'in içihden geçerek tavaf eden bir kimse,
Mekke'de bulunduğu süre içerisinde tavafını iade eder. Şayet iade etmeden
memleketine dönmüşse, kurban keser. Cumhurun delili Resûl-i Ekrem'in
tatbikatıdır. Çünkü Hz. Peygamber Kabe'yi tavaf ederken Hıcr'in dışından
dolaşmış ve; "Hac ibâdetinizi nasıl yapacağınızı benden Öğrenin"
buyurmuştur.[380]
2029.
...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) birgün onun yanından sevinçli olarak çıkmış sonra üzüntülü olarak dönüp
(şöyle) buyurmuştur.
"Ben Kâ'benin
içine girmiş bulunuyorum. Eğer arkamda bıraktığım şu iş sonucunda öğrendiğimi
önceden bilmiş olsaydım, oraya girmezdim. Gerçekten ben ümmetime zorluk vermiş
olacağımdan korkuyorum."[382]
Hz. Peygamberdin Kabe'ye
girip çıktıktan sonra "Bileydim girmezdim" demesi, ümmetinin
kendisine uymak için
Kabe'ye girmek
isteyeceklerini ve bu yüzden de büyük zorluklarla ve sıkıntılarla
karşılaşacaklarını ve bu sebeple bazı zararlara uğrayacaklarını tasavvur
etmesindendir.
Oysa Resûl-i Ekrem
Efendimiz ümmetine çok merhametli idi. Onların hiç tfir zaman sıkıntıda
kalmalarını ve zarara uğramalarını arzu etmezdi. Bu sebeple Kabe'ye girdiğine
pişman olduğunu, "Bileydim Kabe'ye girmezdim" sözleriyle dile
getirmiştir. Bu cümle Tirmizî'nin Sünen'i ile Ahmed b. HanbePin Müsned'inde
"Kabe'ye girdim amma girmemiş olmayı temenni ettim. Artık benden sonra
ümmetimi yormuş olmamdan korkuyorum," anlamına gelen lâfızlarla rivayet
olunmuştur.[383]
1. Peygamber
(s.a.) Kabe'ye fetih yılında değil, Veda Haccında girmiştir. Çunku Fetih
yılında Resûl-i Ekrem Mekke'ye girdiği günde Hz. Âişe yanında değildir. Beyhakî
kesinlikle bu görüştedir.
İbn Kayyım ile
ulemadan bazı kimselere göre ise, Hz. Peygamber Kabe'ye sadece Fetih yılında
girmiştir. Hz. Peygamber "Hileydim Kabe'ye girmezdim." sözünü Hz.
Âişe'ye fetih gazvesinden döndükten sonra söylemiştir. Nitekim 2027 numaralı
hadisin şerhinde açıklamıştık.
2. Kabe'nin
içine girmek haccın menasikinden değildir. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler.
Bu arada yine bu hadise dayanarak Kabe'nin içine girmenin hacla ilgili
vazifelerden olduğunu söyleyenler de vardır. Kimisi de bunun müstehab olduğu
görüşündedirler.
Mâliki ulemâsından
Kurtubî'ye göre, başkalarına sıkıntı vermeden girmek mümkün olursa, o zaman,
Kabe'ye girmek müstehab olur. Fakat bunda başkaları zarar görecekse, o zaman
Kabe'ye girmek büyük bir hatâ olur. Bazan halkın Kabe'ye girmek için büyük
sıkıntılara, sıkışıklıklara sebeb olduğu bu yüzden bazılarının zarar gördüğü
hatta bazı kadınların avret mahallerinin açıldığı bile olmuştur. Bunlar çok
çirkin ve çok tehlikeli davranışlardır.[384]
Fıkıh ulemâsının bu mevzudaki görüşlerini 2023 numaralı hadisin şerhinde
açıkladık.[385]
2030.
...Safiyye bint Şeybe'den; demiştir ki: Ben Eslemiyye'yi (şöyle) derken
işittim:
Ben Osman'a:
"Resûlullah (sallallahu aleyhi ye sellem) seni çağırdığında sana ne
dedi?" diye sordum da (O şöyle cevap verdi):
(RasüIullahl
bana:)"Ben sana boynuzların üzerini ört, diye emretmeyi unutmuşum. Çünkü
Beyt(-i Şerif)de namaz kılanı meşgul edici (böyle) bir şeyin bulunmaması
gerekir." buyurdu.
(Musannif Ebû Davud'un
bu hadisi aldığı şeyhlerden birisi olan) Îbnu's-Serh, (bu hadisin senedini
naklederken ravî Mansûr'un) "Dayım Musafi' b. Şeybe (bana haber verdi ki)"
dediğini rivayet etmiştir.[386]
Hz. Peygamber'in Hz.
Osman b. Talha ile yaptığı bu konuşma hicretin sekizinci yılında Mekke'nin
Fethi sırasında olmuştur. Bilindiği gibi Hz. Osman b. Talha, eskiden beri Kabe
kapıcılığı, Kabe anahtarlarım taşıma ve saklama görevlerini yürütmekte idi. Bu
sebeple Resûl-i Ekrem Onu Kabe'nin içerisinde bulunan ve Hz. İsmail'in yerine
kesilen koçun boynuzlarının üstünü örtmesini emretmek istemişti. Fakat unuttu.
Binaenaleyh Ahmed b. Hanbel'in bir rivayetinde[387]
Resûl-i Ekrem'in bu sözü geçen kurbanın boynuzlan hakkında kendisiyle
konuştuğundan bahsedilen kimsenin Hz. Osman b. Talha'dan başka bir kimse olarak
gösterilmesi asla doğru değildir. Resûl-i Ekrem'in bu emri vermeyi unutmuş
olması Peygamberlik görevine aykırı bir hâdise değildir. Çünkü bu emri vermek
onun tebliğ görevi içerisine girmiyordu. Sözü geçen boynuzlar, Huseyn b.
Nümeyr'in Kabe'yi tahrib etmesine kadar Beyt-i Şerifte kalmıştır.[388]
Her ne kadar bu
hadiste Müsâfi', Mansûr'un dayısı olarak gösterilmişse de aslında Müsâfi'
Mansûr'un dayısı değil, dayısının oğludur. Bu bakımdan Musâfi"nin ya
mecazi olarak Mansûr'un dayısı olduğu söylenmiş ya da Sünen-i Ebû Davud'un
nüshalarını yazan kâtibler yanlışlıkla böyle yazmışlardır.[389]
Bir kimsenin namaz k.larken dikkatini çekerek yanılmasına sebeb
olacak şeyleri namaz
kıldığı yerden tamamen kaldırması gerekir.[390]
2031.
...Şeybe b. Osman (kendisiyle Kabe'de oturmakta olan Şakîk'e hitaben) demiş ki:
Ömer b. el-Hattâb (şu) senin oturmakta olduğun yerde otur(uyor)du.
Ben Kabe'nin
mal(lar)ını (fakirlere) bölüştürünceye kadar (buradan) çıkmayacağım, dedi. Ben
de;
Sen (bunu) yapamazsın,
dedim.
Evet (bunu) yapacağım,
dedi. Ben de;
Sen (bunu) yapamazsın,
dedim.
Niçin? dedi.
Çünkü Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Kabe içinde (bu malların) olduğunu gördü, Ebû Bekir de
(gördü) ve onlar (bu) mala, senden daha muhtaç idi(ler yine de) onu (yerinden)
oynatmadılar, dedim. Bunun üzerine kalktı (Kabe'den dışarı) çıktı (gitti).[391]
Taberânî ile İbn Mâce'nin rivayetlerinde Şakîk Kabe'ye
gidişinin sebebini şöyle açıklıyor: "Adamın birisi hediyye olmak üzere
benimle Kabe'ye biraz para göndermişti. Kabe'ye girdiğim zaman Şeybe bir
iskemle üzerinde oturuyordu. Parayı kendisine uzatınca:
Bunlar senin mi? dedi.
Ben de:
Hayır benim olsaydı,
sana getirmezdim, dedim. Bunun üzerine bana;
Sen bunu bana söyledin
(ama dinle diye söze başladı ve şunları söyledi)....
İbn Mâce'nin bir
rivayetinde de daha sonra Şeybe iie Şakîk arasında geçen konuşma, mevzumuzu
teşkil eden hadisteki gibi anlatılıyor.
Hz. Ömer hakka son
derece bağlı bir insan olduğu için duyduğu sözler karşısında duygulanmış ve
Kabe'nin mallarını dağıtmaktan vazgeçerek Kabe'den çıkıp gitmiştir.
Resûl-i Ekrem'in
Kabe'nin mallarını dağıtmayışı, Kureyşlilerin gönlünü kazanmak- düşüncesinden
neş'et etmiş olabilir. Câhilliyet döneminden yeni kurtulmuş olan Kureyşlilerin
hoş karşılamayacaklarını düşünerek Kabe'yi yıkıp Hz. İbrahim zamanındaki
temelleri üzerine oturtmak fikrinden vazgeçtiği gibi aynı düşüncelerle Kabe'nin
mâllarını dağıtmaktan vazgeçmiş olabilir. Çünkü Müslim'in rivayet ettiği,
"Eğer kavmin câhiliyyet devrinden yahut küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı
Kabe'nin birikmiş mal(lar)ım Allah yolunda sarf eder de kapısını yerden yapar,
Hicr'den de bazı yerleri ona katardım"[392]
anlamındaki hadis de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bu kuvvetli delil
karşısında Resûl-i Ekrem'in bu malları vakf niteliğinde olduğu için
dağıtmadığı görüşünün bir değeri yoktur.[393]
1. Sahâbe-i
Kiram Hazerâtı hakka son derece bağlı idiler ve birbirlerine devamlı olarak hakkı
tavsiye ederlerdi.
2. Kabe'nin
mallarını kendi ihtiyaçlarının dışında sarf etmek .caiz değildir. Çünkü
fitneye sebep olur. Ancak bu fitne ortadan kalktıktan sonra bu mallan hayırlı
yerlere sarf etmekte herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Abdullah b. Zübeyr
(r.a.) Câhiliyye taassubu tamamen ortadan kalktıktan sonra fitne tehlikesinin
kalmadığını görünce Kabe'yi yıkarak Hz. İbrahim'in attığı temeller üzerine
oturtmuştur.
Her sene yenilenen
Kabe Örtüsünün satılıp satılmaması konusu da ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Şafiî ulemasından
bazılarına göre Kabe'nin örtüsü üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmak caiz
değildir. Kabe'nin örtüsünü veya ondan bir parçasını alan kimsenin onu yerine
iade etmesi gerekir.er-Râfiî de bu görüştedir.
Îbnu's-Salâh'a göre
ise, Kabe'nin örtüsü üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi devlet reisine
verilmiştir. O isterse, onu satarak Beytulmalın sarfe-dildiği yerlere
sarfedebilir. Bu konudaki delil ise, Ezrakî'nin rivayet ettiği şu haberdir.
"Hz. Ömer her sene Kabe'nin örtüsünü alarak hacılara bölüştürürdü."[394]
Hz. Âişe'den rivayet
edilen diğer bir haber de şu anlamdadır: "Bir gün Kabe'ye bakmakla görevli
Şeybe b. Osman yanıma geldi ve:
Ey mü'minlerin anası
(her sene atılan) Kabe örtüsü yanımda iyice çoğaldı. Hayızh ya da cünüb
kadınların (elbise yapıp) giymelerinden korktuğum için onları derince bir
kuyuya atıp üzerlerini kapatmak istiyorum, dedi. (Ben de şu cevabı verdim:)
İyi olmaz yapacağın bu
iş çok çirkin bir iş olup Kabe'den soyulduktan sonra Kabe örtüsünü cünüp veya
hayızh bir kimsenin giymesinde bir sakınca yoktur. Fakat sen onu sat, parasını
fakirlere ve Allah yolunda diğer işlere sarfet.
Bunun üzerine Hz.
Şeybe her sene Kabe örtülerini Yemen'e gönderirdi. Orada satılan örtülerin
parası fakirlere Allah yolunda yapılan işlere ve yolda kalmışlara sarf
edilirdi.[395]
İmam Nevevî'nin
beyânına göre, Kabe örtülerinin çürümeye terk edilmemesi için bu şekilde
değerlendirilmesi en iyi bir yoldur ve Ezrakî'nin rivayetine göre Hz. İbn Abbas
ile Hz. Âişe Kabe örtülerinin satılarak Allah yolundaki işlere, miskinlere ve
yolda kalmışlara dağıtılmasını tavsiye ederlermiş. Yine Hz. îbn Abbâs ve Hz.
Âişe ile Ümmü Seleme, Kabe örtüsü eline geçen cünüb ve hayızh kimselerin onu
örtünmelerinde bir sakınca görmezlermiş. Ancak Kabe içerisindeki misklerin
teberrük için veya başka bir maksatla dışarıya taşınmasına izin vermezlermiş.[396]
2032. ...ez-Zübeyr
(r.a.)'den; demiştir ki: Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte
(Tâif'de bulunan) Liyye (isimli vadi)den hareket ettiğimizde Arabistan kirazı
ağacının yanma vardığımızda Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellem (O ağacın)
hizasındaki -el-Karnu'l-Esved (denilen dağ)ın ucunda durdu ve (iki) gözünü
(Tâif'de bulunan) Nahib (isimli vadiye) çevirdi. (Bu hadisi nakleden râvi) bir
defa da (Nahîb kelimesini Tâif) vadisi (diye) rivayet etti ve (ora-dabir süre)
durdu nihayet halkın hepsi de O'na uydu. Sonra (şöyle buyurdu:
"(Tâif'deki) Vecc
(denilen yer)in avı ve îdâh (denilen ağac)ı Allahü Teâla için haram kılınmış
bir haramdır.”
Bu (hadise, Resûl-i
Ekrem'in) Taife inmesinden ve (oradaki) Sakîf kabilesini kuşatmasından önce
idi.[397]
Tâif, rakımı yüksekçe,
akar suları ekinlikleri, hurma bahçeleri üzüm bağlan bulunan, muz vs. meyvalar yetişen Mekke'nin doğusunda,
Mekke'ye iki üç merhale mesafede büyük bir şehirdir.[398]
Bilindiği gibi Resûl-i
Ekrem hicretin sekizinci yılında Şevval ayında Huneyn Savaşına çıkmış ve savaşı
zaferle bitirmişti. Huneyn Savaşından sonra da Taif üzerine yürüdü. Musannif
Ebû Davud'un beyânına göre Resûl-i Ekrem'in Taif'deki "Vecc" denilen
yerin avını ve "İdâh" denilen ağacını haram kılması Tâif savaşından
önce olmuştur. Ulemâdan bazıları musannif Ebû Davud'un bu sözünün "bu
yasak Tâif savaşından önceki zamanlara ait belli ve geçici bir süre
içindi" anlamına da gelebileceğini ve dolayısıyla sözü geçen yerdeki
ağaçlan kesme yasağının sonradan nes-hedilmiş olabileceğini söylemişlerse de
onları destekleyen her hangi bir delil mevcud değildir.
Ancak bu konuda îbn
İshak şu hâdiseyi naklediyor: Sakîf kabilesinden bazı kimseler Tâif savaşından
ve îslâmiyeti kabul ettikten sonra Medine'ye Peygamber (s.a.)'in yanına
geldiler. Mescid'in bir köşesinde onlar için bir çadır kuruldu. Bu sırada
Resûl-i Ekrem ile Sakîf kabilesi arasında elçilik görevini Halid b. Said b.
el-As üstlenmişti ve aralarında hazırladıkları bir hükmün metnini kaleme alan
da yine Hâlid idi. Bu hükmün metni şöyledir: "Bismillahirrahmanirrahim,
Allah'ın Resulü ve Nebisi Muham-med'den Mü'minlere Vecc (denilen yer)in İdah
(denilen ağacı) ve avı haramdır, kesilemez (ve avlanamaz). Bunu yapan kimsenin
elbisesi soyularak kendisine sopa vurulur. Tekrar ederse, tutulup Hz.
Peygambere getirilir. Bu Allah'ın Resulü ve Peygamberi olan Muhammed'in
emridir. Allah'ın Resulü Muhammed b. Abdullah'ın bu emrini Hâlid b, Said
yazmıştır. Bu emri kimse çiğneyemez. Yoksa nefsine zulmetmiş olur."[399]
Tâif'deki
"Vecc" sahasının avlarını avlamak ve ağaçlarım kesmek haramdır. Şatıı
ulemasından bazıları bu görüştedirler. Şafiî'ye göre ise, buranın avlarını
avlamak ya da ağaçlarını kesmek tahrimen mekruhtur. Binaenaleyh bu yasağı çiğneyen
bir kimse günahkâr olur. Hakim onu uygun gördüğü bir ceza ile cezalandırır.
Fakat bu yasağı çiğneyen kimseye bu suçundan dolayı herhangi bir tazminat
cezası verilemez. Çünkü bu konuda dinî bir dayanak yoktur ve asıl olan beraet-i
zimmettir.
Şafiî ulemâsından
bazılarına göre ise, buranın ağaçlarını kesmenin ve avlarını avlamanın
tazminatı Mekke ve Medine'deki ağaçları kesmenin ve avlarını avlamanın
tazminatı gibidir.
Hanefi ulemâsıyla İmam
Ahmed, Malik ve Cumhur-ı ulemâya göre ise, sözü geçen sahanın ağaçlarını kesmek
ya da avlarını avlamakta herhangi bir sakınca söz konusu değildir. Şafiî
ulemâsından Hattabî de bu konuda görüşünü açıklarken şunları söylüyor: Ben
Resûl-ü Ekrem'in bu sahanın ağaçlarını ve avlarını haram kılması için herhangi
bir sebeb göremiyorum. Ancak bu olsa olsa müslümanların menfaati için geçici
olarak koru mahiyetinde kılınmış bir yasaktır da sonradan neshedilmiştir ve musannif
Ebû Davud'un hadisin sonunda "bu (hâdise Resulü Ekrem'in) Taife
inmesinden ve (oradaki) Sakîf kabilesini kuşatmasından önce idi" demesi
de bunu gösterir. Ayrıca Resul-i Ekrem'in Taife gelip te Sakîf kabilesini
muhasara ettiği zaman askerlerin Tâif'in ağaçlarmdaki meyveleri almaları ve
avlarını yakalamaları da bunu gösterir.
Şevkânî de bu konudaki
görüşlerini şöyle ifâde ediyor: "Bu hadis-i Şerif sözü geçen bölgenin ağaç
ve avlarının haram kılındığına bir delildir. Bu hükmün neshedildiğini iddia
edenlerin bu iddiaları delilsizdir. Çünkü neshedildiğine dâir bir delil
bulunmadıkça neshin bulunmadığına hükmet-met asıldır. Bu bakımdan sözü geçen
bölgedeki ağaçları kesen veya avları avlayan bir kimsenin bu ağaçların veya
avların bedelini ödemesi gerekmez. Zira asıl olan berâet-i zimmettir."[400]
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre söz konusu sahadaki ağaçları kesmenin ve avlan avlamanın
haram olduğunu ifâde eden bu hadis zayıftır. Binaenaleyh bir şeyin haram veya
helâl kılınması konusunda bu hadis delil olamaz. Çünkü bu hadisin senedinde
bulunan Muhammed b. Abdullah ve babası Abdullah b. İnsan zayıftır.[401]
2033 ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Peygamber sallallahü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
"(Namaz ve ibâdet
için) hiçbir mescide yolculuk edilmez. (Fazla sevap umarak) yalnız (şu) üç
mescide yolculuk edilebilir: Mescid-i Haram, Benim Mescidim (yani Mescid-i
Nebevi) ve Mescid-i Aksâ"[402]
cümlesinin asıl
mânâsı, "Semerler bağlanmaz"
demektir. Bu söz yola çıkmaktan kinayedir. Çünkü sefere çıkmak için binilecek
hayvana semer vurmak gerekir. Maksat yolculuk olduğu için bu yolculuğun çeşitli
vâsıtalarla yapılmasıyla yaya olarak yapılması arasında bir fark yoktur.
Konumuzu teşkil eden
bu hadis Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet
edilmiştir: "Ebû Basra bir kerre namaz kılmak için Tur(-i Sinâ'y)a gitmiş
ve dönerken Ebû Hureyre (r.a.)'e rastlamıştı. Ebû Hureyre Ona nereden
geldiğini sorunca "Tür'dan geldiğim ifâde etti. Bunun üzerine Ebû Hureyre
(r.a.) şöyle dedi:
Eğer Tur'a gitmezden
önce seninle görüşmüş olsaydım hiç gitmezdin. Çünkü Resûlullah (s.a.),
"Üç Mescidden başka hiçbir mescide (namaz için) yolculuğa çıkmayınız.
Mescid-i Haram, Benim şu mescidim ve Mescid-i Aksa"[403]
buyurdu.
"Lâ tüşeddü"
kelimesinin başında bulunan "lâ" harfi "nehy" anlamında
kullanılmış bir olumsuzluk edatıdır. Nehy sığası yerine nefy sığasının
kullanılmasındaki nükteyi Bedrüdin el-Aynî şöyle açıklıyor: "Bu anlatım
tarzında muhatabı üç mescidin ziyaretine en beliğ bir şekilde teşvik, bunların
dışındaki mescidlere gitmekten lâtif bir şekilde men ve tahzîr vardır."
Mescid-i Haram'dan
maksat, Harem-i Şerifin tümüdür. Mescid-i Aksa, Kudüs'teki mesciddir. Bu mescid
Kabe'den ya mesafe ya da zaman itibarıyla uzak olduğu için ona "En
uzak" mânâsına gelen "Aksa" sıfatı verilmiştir. Bir hadiste
Kabe ile Mescid-i Aksâ'mn kuruluşları arasında kırk yıllık zaman- bulunduğu
bildirilmiştir. Hz. Adem ile Dâvûd aleyhisselam arasında bundan kat kat fazla
zaman geçmesine bakarak bazıları bu hadisi müşkil görmüşlerse de kendilerine
şöyle cevap verilmiştir: "Her iki mescidin de temellerini melekler
atmıştır. İki temel atma arasında kırk yıllık zaman vardır. Sonra Hz. Dâvûd ile
Hz. Süleyman (aleyhisselam) Mescid-i Aksâ'nın binasını yapmışlardır. Bazıları
da "bu mescide Mescd-i Aksa denilmesi, Medine mescidine uzak olduğu
içindir" demişlerdir. Zira Medine Mekke'ye uzaktır. Kudüs ise, daha da
yüksektir. İşte "Aksa" sıfatının verilmesinin sebebi budur. Yerinin
yüksekliğine bakarak bu ismin verilmiş olduğunu söyleyenler de vardır.[404]
Mescid-i ResûTden maksat, da Medine Mescididir.[405]
1. Mescid-i
Haram, Mescid-i Resul ve Mescid-i
Aksâ'nın dışında hiçbir
mescide ibâdet maksadıyla yolculuk yapılamaz. Hz.
Peygamber'in kabrini ziyaret konusu ise, ulemâ arasında ihtilaflıdır. Halef ve
seleften ulemânın büyük çoğunluğuna göre cihâd, ilim tahsili ve ticâret gibi dünyevî
maksatlarla yolculuk yapmak meşru olduğuna göre Resül-i Ekrem'in kabrini
ziyaret maksadıyla yolculuk yapmanın da evleviyetle meşru olması gerekir.
Nitekim Resûl-i Ekrem'in kabrini ziyaret etmenin meşru olduğuna dâir icmâ
vardır ve bu ziyareti teşvik eden pekçok hadis-i şerif mevcuttur. Cumhur-u
ulemânın bu görüşünü destekleyen hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
"Kim benîm
kabrimi ziyaret (ederse) ona benim şefaatim vâcîb olmuştur".
"Sevab talep
ederek beni kim Medine'de ziyaret ederse, kıyamet günü o kimse benim yakınımda
bulunur ve ben ona şefaat ederim."
"Benim vefatımdan
sonra beni kim ziyaret ederse, beni hayatımda ziyaret etmiş gibi olur."[406]
"Ben sizi
kabirleri ziyaret etmekten men etmiştim. Bundan böyle siz kabirleri ziyaret ediniz."[407]
Şafiî ulemâsından
Cüveynî'ye göre sözü geçen üç mescidin dışında herhangi bir yere ibâdet
maksadıyla yolculuk yapmak haramdır. Kadı İyaz da bu görüştedir. Bu görüşte
olan ulemâya göre hadis-i şerifte yasağa konu teşkil eden mahzûf müstesna
minh, bütün yer yüzüne şâmil olan genel bir mânâdır. Binâenaleyh Hz.
Peygamber'in kabri de bu yasağın sınırı içerisine girmektedir. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, bu görüş doğru değildir. Çünkü cihad, ilim talebi,
ticâret gibi maksatlarla yolculuk yapmanın caiz olduğunda ittifak vardır ve
hadis-i şeifte yasağa konu olan müstesna minh bütün yeryüzüne şâmil genel bir
mânâ olmayıp istisna edilen mescidler nev'inden ve onların özelliğim taşıyan
yerlerdir. Binaenaleyh Hz. Peygamber'in kabri bu özellikleri taşımadığından
hâdis-i şerifteki yasağın şümulüne girmemektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'indeki şu hadis-i şerif de cumhurun bu görüşünü te'yid eder; "Bir
kimsenin Mescid-i haranı, Mescid-i Aksa ve benim şu mescidimin dışında herhangi
bir mescidde namaz kılmak için özel bir yolculuk yapması gerekmez."[408] Bu
konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlere Tecrid-i Sarih'in 4. ciltdeki 604
no'lu hadise bakmalarını tavsiye ederiz.
2. Hadis-i
şerifte zikredilen üç mescid fazilet ve meziyet bakımından diğer mescidlerden
üstündür. Çünkü bunlar Peygamberân-i zîşamn mescidleridir. Mescid-i Haram
müslümanların kıblesi ve haccettikleri yerdir. Medine Mescid-i takva üzerine
kurulan mesciddir. Mescid-i Aksa da bizden önce geçen ümmetlerin kıblesidir.
3. Bu üç
mescidde kılınan namaz diğer mescidlerde kılınan namazdan daha faziletlidir.
Binaenaleyh bir kimse Mescid-i Haram'a gitmeyi nezretse, o kimsenin hac için ve
umre için Mescid-i Haram'a gitmesi vâcib olur. Eğer diğer iki mescidden birine
gidip orada namaz kılmayı veya başka bir ibâdette bulunmayı nazretmişse bu
meselede Şafiî'den iki görüş rivayet edilmiştir:
a. Oraya
gitmek müstehab olur, vâcib olmaz.
b. Oraya
gitmek vâcib olur. Ulemânın ekserisi de bu görüştedir. Bu üç mescidin dışındaki
mescidlere gelince, buralarda ibâdet yapmak için aktedilen nezrin ifası
gerekmez. Bu hususta ulema arasında ittifak vardır. Çünkü diğer mescidlerin
birbirinin üzerine üstünlüğü yoktur. Binaenaleyh nezrini hangi mescidte İfâ
etse caizdir.[409]
Ancak Malikî
ulemâsından Muhammed b. Mesleme'ye göre Kubâ Mescidine gitmek için yapılan
nezrin ifâsı gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.) her cumartesi günü binitli veya
yaya olarak bu mescide gelirdi. Ulemâdan Leys b. Sa'd'a göre hangi mescide
gitmekle ilgili olursa olsun o nezri ifâ etmek gerekir.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre böyle bir nezrin akdi sahih olmadığından ifası da gerekmez.
İmam Ahmed'e göre de böyle bir nezr mün'akid değilse de yerine getirilmediği
takdirde, yemin keffâreti lâzım gelir.[410]
İbn Battal, bu hadisin
ulemaya göre mezkur üç mescidden başka bir yere gitmeyi nezrden kimseler
hakkında vârid olduğunu söylemiştir. İmam Mâlik'e göre bir kimse ancak
vasıtayla gidebileceği bir mescidde namaz kılmayı nezretse, o namazı bulunduğu
yerde kılar. Yalnız nezrettiği mes-cid Kâbetullah yahut Mescid-i Nebevi veya
Mescid-i Aksa ise, behemehal oraya gitmesi icab eder.
Ulemâdan bir cemaat
konumuzu teşkil eden hadis ile istidlal ederek mezkûr üç mescidden birine yani
Mescid-i Haram'a, Mescid-i Nevevî'ye ve Mescid-i Aksâ'ya gitmeyi nezreden
kimsenin mutlaka oraya gitmesi lâzım geldiğine kaail olmuşlardır. İmam Mâlik,
İmam Ahmed ve İmam Şafiî'nin mezhepleri budur. Ebû İshak el-Mervezî dahi bu
kavli tercih etmiştir. İmam Az'am'a göre mutlak surette gitmek vâcib değildir.
İmam Şafiî "el-Ümm" adlı eserinde Mescid-i Haram'a yapılan nezrin
orada ifası vâcib olduğuna, diğer iki mescide gitmek icab etmediğine kaail
olmuştur. İbnu'l-Münzir'e göre Haremeyn denilen Mekke ve Medine mescidlerine
gitmek vâcib, Mescid-i Aksâ'ya gitmek vâcib değildir.
İmam Gazali Mescid-i
Hayf'in da Mescid-i Haram hükmünde olduğunu söylemiştir.
Hanefîlerden
bazılarına göre bu bâbda Mekke ile Harem-i Şerifin sair cüzleri arasında fark
yoktur. Bir kimse Harem-i Şerife yahud Mekke'ye gitmeyi nezretse, yahut
Harern'den sayılan Safâ,.Merve, Mescid-i Hayf, Minâ, Müzdelife, Makam-ı
İbrahim, Zemzem ve şâire gibi bir yere gitmeyi nezretse, Beytullah'a gitmeyi
nezretmiş gibi olur. İmam Azam'dan bir rivayete göre bunların hepsiyle değil,
yalnız Beytullah'a, Mekke'ye, Kâ'be'ye veya Makam-ı İbrahim'e gitmeyi
nezretmekle oraya gitmek lazım gelir.
Ulemâdan bazıları
Peygamber (s.a.)'in kabrini ziyareti nezreden kimsenin bu nezri ifâsı lâzım
geldiğini söylemişlerdir.
Kadı îyaz ile
Şâfiîlerden Ebû Muhammed el-Cüveynî bahsi geçen üç mescidden başka herhangi bir
mescide gitmeyi nezreden kimsenin oraya gitmesinin haram olduğunu
söylemişlerdir. Fakat Nevevî bu sözün yanlış olduğunu bildirmiş ve Şâfiîlerce
sahih olan kavle göre, nezredilen yere gitmenin haram olmadığını söylemiştir.
Bazıları babımızın
hadisinin mânâsını te'vil ederek "i'tikâf için yalnız mezkur üç mescide
gidilir" demişlerdir. Selefden bazılarına göre dahi i'tikaf yalnız üç
mescidde sahih olur.
Aynî'nin Şeyhi
Zeynuddin'e göre bu hadise verilecek en güzel mânâ mezkûr üç mescidin hükmüdür.
Namaz maksadıyla sair mescidlere sefer edilemez. Ama ilim tahsili, ticâret,
gezi, sulahayı, ihvanı ve meşhur yerleri ziyaret gibi şeyler buradaki nehiyde
dahil değildir. Nitekim hadisin bazı tariklerinde bu cihet tasrih
buyurulmuştur.[411]
Söz konusu üç mescidde
kılınan namazların fazilet bakımından diğer mescidlerde kılınan namazlardan
daha üstün oluşuna gelince: Mescid-i Ha-ram'da kılman bir namaz diğer
mescidlerde kılınan yüz bin namaza, Hz. Peygamber'in Medine'deki mescidinde
kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılınan bin namaza Mescid-i Aksa'da
kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan beş yüz namaza denktir. Çünkü
Ebu'd-Derdâ (r.a.)'in Re-sûlullah (s.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif
bunu ifade etmektedir.[412]
Diğer bir hadis-i
şerifte ise şöyle buyuruluyor: "Benim şu mescidimde (kılınan) bir namaz
Mescid-i Haram'in dışındaki mescidlerde (kılınan) bin namazdan daha
faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz ise, kendisinin dışında
kılınan yüz bin namazdan daha faziletlidir.”[413] Bu
iki hadisin Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği; "Kişinin evinde kıldığı
namaz bir namaz sayılır. (Cuma namazı kılınmayan) mahalle mescidinde kıldığı
bir namaz yirmi beş namaz sayılır. Cuma kılınan bir mescidde kıldığı namaz beş yüz
namaz sayılır. Mescid-i Aksâ'da kıldığı bir namaz elli hin namaz sayılır. Benim
şu Mescidimde kıldığı namaz da elli bin namaz sayılır. Mescid-i Haram'da
kıldığı namaz ise, yüzbin namaz sayılır."[414]
anlamındaki hadis-i şerife aykırı oldukları iddia edilemez. Çünkü İbn Mâce'nin
rivayet ettiği bu hadis zayıftır. Dolayısıyla diğer iki hadis karşısında
durabilecek kuvvette ve sağlamlıkta değildir. Bununla beraber bu hadisle diğer
iki hadisin arasını şu şekilde uzlaştırmak da mümkündür: "Önceleri
cemaatle kılınan bir namaz yalnız başına kılınan yirmi beş yahut yirmi yedi
namaza denk idi. Sonraları cuma mescidinde kılınan bir namazın fazileti
artırılarak yalnız başına kılınan namazın beş yüz misline çıkarıldı. Aynı
şekilde önceleri Mescid-i Aksâ'da kılınan bir namaz diğer mescidlerde kılman
bin namaza Peygamberimizin mescidinde kılınan bir namaz da Mescid-i Aksâ'da
kılınan bin namaza denk idi. Sonraları bu mikdâr artırıldı. Mescid-i Aksâ'da
kılınan bir namaz diğer mescidlerde kılınan elli bin namaza, Mescid-i
Ne-bevî'de kılınan bir namaz da Mescid-i Aksâ'da kılınan elli bin namaza; Mekke
Mescidinde kılman bir namaz Medine Mescidinde kılınan yüz bin namaza denk
kılındı.''[415]
Şurasını unutmamak
gerekir ki bu faziletler sadece farz namazlar içindir Nafile namazlar için
geçerli değillerdir. Çünkü Hz. Peygamber; "Kişinin evinde kılacağı
(nafile) namaz, benim şu mescidimde kılacağı nafile namazdan daha
faziletlidir. Ancak farz namazlar müstesna (onları mescidde kılmak daha
faziletlidir)" buyurmuştur.[416]
Ayrıca her ibâdetin en az on kat arttırıldığına dair hadis-i şerifin hükmü
geneldir. Evde kılınan namaz da bunun hükmüne girer. Farklı mescidlerde kılınan
namazların farklı dereceleri belirtilirken bu hüküm mahfuz tutulmuştur.
Bu hadis-i şerifler
Mescid-i Haram'ın, Medine Mescidinden daha faziletli olduğunu ifâde
etmektedir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. İmam Mâlik'in meşhur olan
görüşüne göre ise, Medine Mescidi Mekke mescidinden (Harem-i Şerirden) daha
faziletlidir. Fakat İmam Mâlik'in bu görüşüne delâlet eden bir delil mevcûd
değildir.
Ayrıca Mekke'nin mi
yoksa Medine'nin mi daha faziletli olduğu meselesi de ulemâ arasında
ihtilaflıdır.
Hanefî ulemasıyla İmam
Şafiî, İmam Ahmed, cumhur-ı ulemâ, İbn Vehb, Muhtarrıf ve Mâliki ulemâsından
İbn Habîb'e göre beldelerin en faziletlisi Mekke'dir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Vallahi sen (Ey Mekke!) Allah'ın en hayırlı ve en sevgili
ülkesisin. Senden çıkarılmış olmasaydım çıkmazdım."[417]
Hafız îbn Hacer'in beyânına göre bu hadis-i şerif sanihdir. Sünen sahibler ile
İbn Huzeyme, Ibn Hibbân ve daha başkaları bu hadisi tahriç etmişlerdir.
İmam Mâlik'in meşhur
olan görüşüne göre ise, Medine Mekke'den daha faziletlidir. Delili ise, Hz. Ebû
Hureyre'nin rivayet ettiği; "Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden
bir bahçedir”[418] anlamındaki hadis ile
Râfi b. Hadîc'in rivayet ettiği; "Medine Mekke'den daha hayırlıdır."[419] anlamındaki
hadistir. Ancak Taberânî'nin tahric ettiği' bu hadisin senedinde, zayıflığında
ulemanın ittifak ettiği Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Dâvûd bulunmaktadır.
Mekke'nin Medine'den daha
faziletli olduğunu iddia eden cumhur-ı ulemâya göre, aksi görüşte olan İmam
Mâlik'in delilini teşkil eden Ebû Hureyre hadisinin bu konuyla bir ilgisi,
yoktur. Çünkü söz, Mekke'nin bütün şehirlerden daha faziletli olmasıyla
ilgilidir. Ebû Hureyre hadisi ise, Medine'nin özellikleriyle ilgilidir. İbn
Abdilberr'e göre İmam Mâlik'in Ebû Hureyre hadisini bu konuya delil olarak
göstermesi her hangi bir mesele ile ilgili bir haberi ilgisi olmayan bir konuya
delil getirmekten başka birşey değildir. Böyle bir haberin esas konuya ışık
tutan bir delil karşısında nazar-ı itibâra alınamayacağı aşikârdır.[420]
Binaenaleyh İmam Mâlik'in bu konudaki görüşü isabetsiz olduğundan Maliki
ulemâsından pek çok kimse bu görüşten dönmüştür.
Ancak şurasını
unutmamak lâzımdır ki, Fahr-i Kâinat Efendimizin Kabr-i Şerifinin bulunduğu
kısım bu tartışmanın dışındadır. Çünkü burasının dünya üzerinde en faziletli
bir yer olduğunda ulemâ ittifak etmişlerdir.[421]
Ayrıca Medine'nin de
diğer şehirler içerisinde faziletli bir şehir olduğuna dâir pek çok hadis-i
şerif vardır. Bunlardan bazılarının mealleri şöyledir: "Ben Medine'nin
iki taşlığı arasının ağacının kesilmesini ve av öldürülmesini haram kılıyorum.
M edinci iler bilmiş olsalar, Medine onlar için daha hayırlıdır. Bir kimse
ondan yüz çevirerek terk ederse, Allah onun yerine oraya daha hayırlısını
getirir. Eğer bir kimse onun çile ve meşakkatine katlanırsa, kıyamet gününde
ben ona şafaatçı ve şâhid olurum."[422] Ebû
Hureyre dedi ki: Halk ilk mahsulü gördüler mi onu Peygamber sallallahü aleyhi
veselleme getirirlerdi. Resûlullah (s.a.) de onu alınca: "Ya Rabbî! Bize
mahsûlümüze bereket, memleketimize bereket, sa'ımıza bereket, müddümüze
bereket ihsan eyle. Allah'ım şüphesiz ki İbrahim senin kulun, Halil'in ve
Peygamberindir. Ben de senin kulun ve Peygamberinim. O sana Mekke için duada
bulunmuş ben de sana O'nun Mekke için yaptığı duanın bir mislini bir misli daha
beraberinde olmak üzere Medine için yapıyorum." diye duâ ederdi.[423]
"Şam fethedilecek
ve Medine'den bir kavim çıkarak aileleriyle (oraya) yerleşeceklerdir. Halbuki
bilmiş olsalar Medine, kendileri için daha hayırlıdır. Sonra Yemen
fethedilecek, yine Medine'den bir kavim çıkacak aileleriyle (oraya) sökün
edeceklerdir. Halbuki bilmiş olsalar Medine kendileri için daha hayırlıdır.
Sonra Irak fethedilecek, Medine'den yine bir kavim çıkarak aileleriyle oraya
üşüşeceklerdir. Halbuki bilmiş olsalar Medine, kendileri için daha
hayırlıdır."[424]
2034. ...Ali
(r.a.)'den; demiştir ki: Biz Resülullah sallallahü aleyhi ve sellem'den
Kur'ân'da ve şu sahifede bulunanlardan başka bir şey yazmadık. Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Medine Âir ile
Sevr arası (olmak üzere) haremdir. Binaenaleyh kim (orada) bir bid'at ortaya
koyar veya bid'atçıyı barındırırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti onun üzerinedir. (Kıyamet gününde) Allah onun farz veya nafile hiçbir
ibadetini kabul etmez. Müslümanların zimmeti birdir. Bu zimmet uğrunda onların
en aşağı olanı sa'y-u gayret gösterir. Kim bir müslümana vermiş olduğu ahdi
bozarsa (Kıyamet gününde) Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun
üzerinedir. (Hürriyetine kavuşturulmuş kölelerden) birisi (eski) efendilerinin
izni olmadan bir başkasını efendi edinecek olursa (kıyamet gününde) Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir."[425]
Bir kısım Rafizîlerin
"Hz. Ali'nin yanında, Kur'an-ı Kerim'de olmayan pek çok ilim vardır.
Bunların sayısı bin baba ulaşmaktadır" diyerek bir takım asılsız haberler
yaymaları üzerine Hz. Ali'nin yakınları bu yaygarayı önlemek için hakikati
bizzat Hz. Ali'nin dilinden dinlemek ve tesbit etmek istemişlerdir. Bu
maksatla Hz. Ali'ye yanında Resûlullah'ın özel bir vasiyyeti bulunup
bulunmadığını sormuşlar. Bunun üzerine Hz. Ali de Resûl-i Ekrem'in kendisine
kılıcının kınında bulunan sayfadan başka özel olarak hiç bir sır vermediğini
ifâde etmiştir. Bu sahifede neler yazıldığını açıklaması istenince onu
açıklamıştı. Söz konusu sahifede neler bulunduğu muhtelif şekillerde rivayet
olunmuştur. Bir rivayette bu sahifede şu anlama gelen bir metin bulunduğu
ifade ediliyor: "Mü'minlerin kanları bir birlerine müsavidir. Zimmetleri
için en aşağı mertebede olanlar bile kefildir. Onlar başkalarına karşı bir el
gibidirler. Dikkat edin! Bir kâfire bedel hiçbir mü'min öldürülemez. Ahd-ü
emân sahibi bile (kendisine verilen) emân (güvence) süresi içerisinde öldürülemez."[426]
Yine İmam Ahmed'in
diğer bir rivayetinde de bu sâhifede şu mealde sözlerin de bulunduğu
naklediliyor; "İbrahim (Mekke'yi) haram kılmıştır. Ben de Medine'nin iki
taşlık arasını haram kılıyorum. Onun her yeri yasaktır. Otu koparılamaz, avı
ürkiitülemez, yitiği yerden alınamaz. Oradan ağaç kesilemez. Ancak bir kimse
devesini otlatabilir. Orada harb için silâh taşınamaz. Müslümanların kanı
(kısas ve diyette) biribirine eşittir. Zimmetleri uğrunda onların en aşağı
olanı bile gayret gösterir. Onlar düşmanlarına karşı tek bir el gibi
yekvücutturlar. Kâfir bir cana karşı bir mü'min kısas olarak öldürülemez.
Kendisine emân verilen kimse (emân suresi içerisinde) öldürülemez."[427]
Diğer bir rivayette de
bu sâhifede şu mealde sözlerin bulunduğu da ifade ediliyor: "Allah'dan
başkasının adı ile hayvan kesene Allah lanet etsin! (Allah ve Resulünün çizdiği
sınırlarım belirlediği) yolun işaretlerini çalana Allah lanet etsin! Babasına
lanet okuyana Allah lanet etsin! Bid'alçıyı barındırana Allah lânel
etsin."[428]
Âir ile Sevr,
Medine.civarında bulunan iki dağdır. Âir Medine'nin güneyinde Medine'ye iki
saatlik bir mesafededir. Sevr ise Uhud'un kuzeyinde kızıl renkte küçük bir
dağdır. İşte bu iki dağ arası Medine'nin haremidir.
Ebu Ubeyd b. Sellâm
ile diğer bazı kimselerin Medine'de Âir ve Sevr adında iki dağın bulunmadığım
iddia etmeleri müttefikunaleyh olan bir hadise aykırıdır. Ne yazık ki büyük
müelliflerden İbnu'i-esîr ile Yakut el-Hamevî bu konuda gerekli araştırmayı
yapmadan onlara tâbi olmuşlardır.
Metinde geçen
müslümanlarm zimmetinden maksat, gayr-i müslimlere verdikleri söz ve
güvencedir. Bir müslüman bir kâfiri koruyacağına dâir söz verdi mi artık
başkalarının bu söze riâyet etmeyerek ona dokunması haram olur. Çünkü
müslümanlar yek vücuddur. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki, verilen bu emân
ve emniyet kâfirlerin belli kimseleri için geçerlidir; hepsi için verilen bir
emân geçerli olamaz. O zaman cihâd mefhûmu ortadan kalkmış olur.
Konumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte hürriyetine kavuşturulmuş bir kölenin kendisini azâd eden
eski efendisinin izni olmadan kendisini başka birine nisbet etmesi, Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların lanetine sebeb olacak çirkin bir iş olarak
gösterilmiştir. Her ne kadar metinde bu lanetin, eski efendisinin izni olmadan
kendisini başkalarına nisbet eden kişilere ait olduğu ifâdesi varsa da, aslında
eski efendisinin iznini almış olması onu bu lanetten koruyamaz. Metinde
"izinsiz olarak" denilmesi bu nisbet işinin genellikle böyle olduğunu
belirtmek içindir, yoksa eski efendinin izni onu bu lanetten kurtaracağını
ifâde etmek için değildir. Çünkü hürriyetine kavuşmuş bir kölenin mirası
kendisini nisbet ettiği kişiye kalacağından, kölenin yaptığı bu işte
başkalarının hukukuna tecâvüz, küfrân-ı nimet, akrabadan ilgiyi kesmek gibi
isyanlar vardır.[429]
1. Rafizîlerin
"Hz- Peygamber (s.a.)'in Hz. Ali'ye Kur'an-i Kerim de bulunmayan dinin
esaslarıyla ilgili sayısı bin baba ulaşan bazı ilimleri sır olarak
verdiğini" iddia etmeleri yalan ve iftiradan başka bir şey değildir.
2. Medine
Hareminin de Mekke haremi gibi avını öldürmek ve ağacını kesmek yasaktır. îmam
Mâlik ile İmam Şafiî, Ahmed ve İshak bu görüştedirler.
imam Mâlik'e göre
Medine'nin bu kısmının bir koru hâlinde ağaçlarının kesilmesinin ve avlarının
öldürülmesinin yasaklanmasına sebeb, oraların ıssız, sessiz, çıplak bir çöl
hâline gelmesini önlemek içindir.
Sözü geçen yerlerde
avlanmanın ve ağaç kesmenin yasaklanmış olması, bu yasağı çiğneyen kimselere
herhangi maddi bir cezayı gerektirmez. İmarri Mâlik ile İmam Ahmed ve yeni
mezhebinde İmam Şafiî bu görüştedirler. Çünkü Medine arazisinin hac ibadetiyle
herhangi bir ilgisi yoktur.
İmam Şafiî'nin eski
mezhebine göre ise, bu yasağı çiğneyen kimsenin elinden malları alınır, tmam
Şafiî'nin bu konudaki delili şu hadis-i şeriftir: "Sa'd b. Ebi Vakkas,
Medine'nin hareminde avlanan bir köleyi yakalayıp üzerinden elbisesini soyup
çıkardı. Bunun üzerine o adamın efendileri gelip Hz. Sa'd ile bu mevzuyu
konuştular da Hz. Sa'd şöyle dedi: . "Gerçekten Resûlullah (s.a.) şu
haremi haram kıldı. Kim burada avlanan bir kimseyi yakalarsa onun elbiselerini
üzerinden soyup alsın." buyurdu. Binaenaleyh ben Resûlullah (s.a.)'in
bana ikram etmiş olduğu bir nîmeti geri itemem."[430]
Zahirî ulemasından îbn
Hazm'a göre ise, bu yasağı çiğneyen kimsenin avret mahallini örtecek kadar bir
elbise üzerinde bırakılır. Bunun dışında mal olarak yanında nesi varsa alınır.
Delili ise ileride gelecek olan "Hz. Sa'd, orada avlanan köleleri
yakalayınca onların ellerinde bulunan mallarını almıştı. Bu hususta kendisine
müracaat eden köle sahiplerine şöyle dedi:
"Ben Resûlullah
(s.a.)'m Medine'nin ağaçlarından birşey kesmeyi yasakladığım ve "kim
buradan birşey kesen kimseyi yakalarsa mallarını elinden alabilir"
dediğini bizzat işittim," anlamındaki 2038 numaralı hadis-i şeriftir.
İbn Ebî Zi'b ile
Maliki ulemâsından bazılarına göre ise, Mekke hareminde olduğu gibi Medine
haremindeki yasakları çiğneyen kimselere de ceza lâzım gelir. Delilleri ise
"Gerçekten İbrahim Mekke'yi harem kılmıştır, ben de Medine'nin iki
taşlığı arasını harem kıldım. Onun ağacı kesilmez avı da avlanmaz."[431] mealindeki hadis-i şerifdir.
Hanefi ulemâsıyla
Sevrî ve İbn Mübârek'e göre ise, Medine'nin harem kılınmış bir bölgesi yoktur.
Binaenaleyh Medine sınırlan içerisinde bulunan ağaçlan kesmekte ve orada
avlanmakta herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü Hz. Enes şöyle demiştir:
"Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ahlâkça insanların en güzeli idi.
Benim bir kardeşim vardı ki O'na Ebû Umeyr denildi. Resûlullah (s.a.) gelip de
onu gördüğü zaman; "Ebâ Umeyr! Ne yaptı mığayr?" derdi. Ebu Umeyr bu
(nuğayr isimli) kuşla oynardı."[432]
İmam Ebû Cafer
et-Tahâvî'ye göre bu hadis Medine sınırları içinde, Mekke sınırlan içinde
olduğu gibi bir harem bölgesi olmadığına delâlet eder. Çünkü bu olay Medine'de
geçmiştir. Eğer Medine iddia edildiği gibi harem sınırları içerisinde olsaydı
Resûlullah sözü geçen çocuğa o kuşla oynamaya izin vermezdi.[433]
3. İlmin yazı
ile tesbiti caizdir.
4. Dinde bir
bid'at ortaya atan kimse günahkâr olduğu gibi onu koruyan kimse de günahkâr
olur.
5. Müslümanların
en yetkisizlerinden birinin bile küf fara verdiği söz veya güvence geçerlidir.
Her müslüman ona uymakla mükelleftir.
6. İnsanın
ahdini bozması haramdır.
7. İnsanın
kendisini babasının dışında birine nisbet ederek veya hürriyetine kavuşmuş bir
kölenin.kendisini başka birine nisbet ederek onun ismini taşıması çirkin bir
iştir, haksızlıktır ve küfrân-ı nimettir.[434]
2035. ...Hz.
Ali'den (rivayet olunduğuna göre) Peygamber (s.a.) şu (Medine'nin harem
kılınması) olayı hakkında (şöyle) buyurmuştur:
"Yaş otu
kesilemez, avı ürkütülemez, yitiği alınamaz. Ancak onu ilân edecek olan kimse
müstesna orada herhangi bir kimsenin savaş için silâh taşıması ve oradan ağaç
kesmesi uygun değildir. Ancak bir kimse (orada) devesini otlatabilir."[435]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Râfizîler Hz. Ali'nin yanında hadis-i
şeriflerin ve Kur'-an-ı Kerimin dışında Resûl-i Ekrem'in özel olarak kendisine
emanet ettiği dinin esaslarıyla ilgili bin bâb ilim bulunduğunu iddia ederler
ve kendi inanç ve amellerinin Hz. Ali'nin yanında bulunan bu sahifelerden
kaynaklandığını söylerlerdi. Bu hadise Ahmed b. Hanbel’in Müsned'inde şöyle
anlatılır: "Ali (r.a.) bir emir aldığı zaman o emir hemen yerine
getirilirdi ve kendisine, "biz bu emri şu şekilde yerine getirdik"
denilince Hz: Ali de "Allah ve Resulü doğru söyledi" derdi. Bir gün
yakınlarından birisi olan Ester kendisine şöyle dedi:
-Senin şu söylediğin
sözler halk arasında yayılıyor, gerçekten Resûlullah'ın sana emânet ettiği bir
şey var mıdır? Hz. Ali şöyle cevap verdi:
Bana Resûlullah (s.a.)
özel olarak hiçbir emânet vermemiştir. Ancak ondan duyduğum tek bir şey var ki
o da (şu) kılıcımın kımndaki sahifedir. Orada bulunan kimseler de o sahifeyi
çıkarması için ısrar ettiler. Bunun üzerine sahifeyi çıkardı. Bir de baktılar
ki sahifede şunlar var: Kim din adına, ortaya dinden olmadık birşey atarsa
yahut böyle bir kimseyi barın-dırırsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti onun üzerinedir. Onun farz ve nafile ibâdetleri de kabul olunmaz.
İbrahim Mekke'yi harem kıldı, ben de Medine'yi harem kılıyorum. Medine'nin iki
taşlık arası haremdir. Medine'nin her tarafı Medine'nin komşudur."[436]
Metinde Medine'nin
avlarını ürkütmenin haram olduğu ifade edilmekle onları telef etmenin
evleviyyetle haram olduğu ifade edilmek istenmiştir.
Medine'de silâh
taşınmasının haramhğı ise ihtiyaç duyulmadan taşınan silâhlarla ilgilidir.
İhtiyaç anında ise, silâh taşınabileceğine dâir ilim adamları arasında ittifak
vardır.[437]
Medine'de Mekke gibi
harem kılınmıştır.Bu sebeple Medınenın yaş otlarını kesmek, avını ürkütmek
veya yakalamak, halka ilân etme niyeti olmadan bulunan yitiklerini almak,
savaşı başlatmak, ağacını kesmek haramdır. Ancak hayvanlara vermek için ağaç
yapraklarım koparmak bunun dışındadır.
Şurasını belirtmek
isteriz ki bütün bunlar Medine'nin harem olduğunu kabul eden ilim adamlarına
göredir. Hanefî ulemâsına ve onlara tâbi olanlara göre ise, Medine sınırları
içerisinde harem bir bölge yoktur. Delillerin münakaşası için bir önceki
hadisin şerhine müracaat edilebilir.[438]
2036.
...Adiyy b. Zeyd'den; demiştir ki: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medine'nin
her tarafından birer berîd (12 mil)lik (bir bölgeyi) koru tayin etti. (Oranın)
ağaçları (yapraklarını düşürmek için) silkelenemez ve kesilemez. Ancak
(zaruret miktarı yedirilmek üzere) deve (sırtında) götürülen (yapraklar)
müstesna.[439]
Bu hadis-i şerifte Medine
haremi boyutlarının dört taraftan
birer berîd uzunluğunda
olduğu ifâde edilirken Müslim'in Sahih'inde bu boyutların
dört taraftan, on ikişer mil uzunluğunda oldukları ifâde ediliyor.[440] Bu
iki ifâde arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü bir fersah üç mildir.
Bir berîd de dört fersah olduğuna göre bir berid 12 mil eder.[441]
1. Medine'nin
dört tarafından birer beridlik (12 mılhk) bir bölge Resul-ı Ekrem tarafından harem bölgesi
olarak tayin edilmiştir.
Sözkonusu haremin yeri
ve sınırları hakkında rivayet edilmiş olan hadislerin zahirî ifâdeleri
birbirinden oldukça farklı gibi görünmektedir. Müslim'in Câbir'den rivayet
ettiği merfû bir hadiste bu bölgenin iki dağ arasında olduğu ifâde edilirken[442]
bazı hadislerde de bu bölgenin Medine'nin iki taşlığı arasından ibaret olduğu
ifâde ediliyor.[443] Bu
hadislerde geçen "Lâbe" kelimesi "Harre" yani siyah taşlık
demektir. Medine-i Münevvere biri doğusunda, diğeri batısında olmak üzere iki
taşlık arasındadır. Kuzey ve güneyinden de bu nevi taşlıklarla çevrilmişse de
bunlar ötekilere bitiştiği için ayrıca zikredilmemiştir. İmam Ahmed'in Hz.
Câbir'den rivayet ettiği hadis-i şerifte de bu yasak bölgenin iki harre
arasından ibaret olduğu ifâde ediliyor.[444]
Harre de taşlık anlamına geldiğine göre bu hadis-i şerifi söz konusu harem
bölgenin iki Lâbe (taşlık) arasında olduğunu ifâde eden bir önceki hadisle
birleştirmek mümkündür.
Müslim'in rivayet
ettiği diğer bir hadis-i şerifte de bu bölgenin iki me'zim arasından ibaret olduğu
ifâde ediliyor.[445]
'Me'zlm "iki dağ arasında kalan yer" anlamına geldiğine göre bu
rivayeti de yukarıda Müslim'in rivayet ettiği haram bölgenin iki dağ arasında
kaldığını ifâde eden Câbir hadisiyle birleştirmek mümkündür.
Hanefî ulemâsından
bazıları bu rivayetlerin lâfızlarının arasındaki farka bakarak bu hadislerin
arasını uzlaştırmanın mümkün olmadığını, binaenaleyh bu hadislerin muzdarib
olduğunu söylemişlerdir.
Fakat Şafiî
ulemasından İbn Hacer bu görüşe itiraz ederek aslında bu ifâdeler arasında bir
ayrılık bulunmadığını çünkü her taşlığın yanında bir dağ bulunduğunu düşünmenin
haram bölgenin iki dağ arasında bulunduğunu ifâde eden hadisle iki taşlık
arasında bulunduğunu ifâde eden hadis arasında bir çelişki olmadığını anlamak
için yeteceğini belirtmektedir. Yahut da söz konusu bölgenin iki taşlık
arasında bulunduğunu ifâde eden hadislerin, bu bölgenin doğu ve batı
sınırlarına, iki dağ arasında bulunduğunu ifâde eden hadislerin de kuzey ve
güney sınırlarına ait olduğunu ifâde ettikleri düşünülebilir. Ayrıca me'zim
kelimesi dağ anlamına da gelir. Binaenaleyh bu konudaki rivayetler arasında
bir çelişki bulunduğunu iddia etmek doğru değildir. Şayet böyle olduğu kabul
edilse bile, bu hadislerin muzdarib olduğunu iddia etmek yine doğru olmaz.
Çünkü bu bölgenin iki taşlık arasında bulunduğuna dair rivayetler daha çok
olduğundan bu rivayet diğerine tercih edilir ve böylece ızdırab iddiası ortadan
kalkmış olur.[446]
2. Peygamber
(s.a.) Medine'nin harem bölgesinde otlamayı sadece zekât develerine tahsis etmiş,
bunların dışında hiçbir devenin orada otlamasına müsaade etmemiştir.
Mezhep imamlarının bu
konudaki görüşlerini 2034 numaralı hadisin şerhinde açıklamış bulunmaktayız.[447]
2037.
...Süleyman b. Ebî-Abdillah'dan; demiştir ki: Ben Sa'd b. Ebî Vakkâs'ı Medine'nin
hareminde avlanan bir adamı yakalayarak elbiselerini soyarken gördüm. Sonra
ona o (kölenin) sahipleri gelip (o köle) hakkında konuştular da (onlara şöyle)
dedi:
Bu harem bölgeyi
Resûlullah (s.a.) haram kıldı ve; "Kim burada avlanan bir kimse bulursa,
onun elbiselerini soysun" buyurdu. Binaenaleyh ben Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem bana ikram etmiş olduğu bir nimeti size geri çevirmem. Ama
isterseniz size onun değerini veririm.[448]
Bu olay Müslim'in Sahih'inde
şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir: "Sa'd
hayvanına binerek Akîk'teki köşküne gitti. (Orada) ağaç kesen yahut yapraklarım
silken bir köle buldu ve onu soydu. Sa'd döndüğü vakit kölenin sahipleri
gelerek kölelerinden aldığı şeyleri ona ya da kendilerine geri vermesini
istediler. Sa'd:
Ben Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem bana ganimetten ziyâde olarak ihsan buyurduğu bir
şeyi geri çevirmekten Allah'a sığınırım, diyerek aldığı şeyleri .onlara geri
vermekten çekindi.".
Görülüyor ki Hz. Sa'd,
söz konusu kölenin eşyalarım, köle sahiplerine geri vermemiştir ve buna mecbur
da değildir. Böyleyken Hz. Sa'd'ın kölenin eşyasının bedelini ödemek istemesi,
onun kendi mürüvvet ve cö-mertliğindendir. Mecbur oluşundan değildir. Köleyi
soymaktan maksadı ise, onun bir daha böyle iş yapmasına mani olmak içindir.
İşte bu maksatla kölenin üzerindeki elbiseyi almış, yalnız avret mahallini
örtecek miktarını bırakmıştır.[449]
1. Medine'nin
hareminde avlanmakta olan veya ağacını kesen bir kimsenin üzerindeki elbisesi alınır.
İmam Şafiî'nin eski görüşü de böyledir. Ahmed b. Hanbel ile İbn Ebî Zi'b,
İbnu'l-Münzir, Sa'd b. Ebî Vakkâs ve Sahabeden bir cemaatin de bu görüşte
olduğu rivayet olunmuştur. Binaenaleyh Kadı İyaz'ın; '.'Medine hareminde
avlanan kimsenin üzerindeki malları alınır, sözünü sahabeden sonra İmam-ı
Şafiî'den başka söyleyen olmamıştır. Bütün Mısır ulemâsı İmam Şafiî'nin bu
görüşüne karşı çıkmışlardır" demesi, doğru değildir.
Şafiî ulemâsından İmam
Nevevî'ye göre bu konuda tercihe lâyık olan görüş İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Çünkü Resûl-i Ekrem'in hadisi bunu ifâde ettiği gibi ashâb-ı kiramın uygulaması
da bu merkezdedir. Binaenaleyh İmam Şafiî'nin eski kavli ile amel ederek
ödetmenin keyfiyeti hususunda iki suret vardır. Birinci surete göre av,
kesilen ağaç ve ot Mekke'nin hareminde olduğu gibi ödettirilir. Esah olan kavle
göre avcının eşyası soyulur. Bu takdirde soyulacak eşyadan muradın ne olduğu
hususunda iki kavi vardır: Birinci kavle göre, yalnız elbisesi alınır. Esah
olan ve cumhurun kat'iyyetle ele aldıkları ikinci kavle göre burada alınacak
şeyler küf-fârdan öldürülen bir kimsenin üzerinden alınan şeyler gibidir.
Binaenaleyh atı, silahı ve nafakası hep alınır.
Alınan şeylerin nereye
sarfedileceğî hususunda ulemâdan üç görüş rivayet olunmuştur. Bunların esah
olanına göre alınan şeyler alanın mülkü olur. Hz. Sa'd hadisine muvafık olan da
budur. İkinci kavle göre alınan şeyler Medine'nin fukarasına; üçüncü kavle
göre, beytülmâle verilir. Haremde cinayet işleyen kimse soyulurken avret
mahallini örtecek miktarı müstesna olmak üzere, üzerinde bulunan bütün eşyası
alınır. Hattâ bazıları avret mahallini örten elbisesinin dahi alınacağını
söylemişlerdir.Ulemâmız avı öldürsün-öldürmesin mücerred avlanmakla bir
kimsenin soyulacağına kaail olmuşlardır.[450]
Biz mezhep ulemâsının
bu konudaki görüşlerini 2034 numaralı hadisin şerhinde açıkladık.[451]
2038. ...Hz.
Sa'd'ın kölesinden rivayet olunduğuna göre Sa'd (r.a.) Medine'nin kölelerinden
bazılarını Medine ağaçlarından bir kısmını keserlerken bulmuş da (ellerinden)
eşyalarını almış ve (onların) sahiblerine (şöyle) demiş:
Ben Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellemi Medine'nin ağaçlarından birini kesmeyi
yasaklarken ve; "Kim on(lar)dan birini keserse onun malı yakalayanındır."
buyururken işittim.[452]
Bu hadis-i şerif
Beyhakî'nin Sünen-i Kübrâ'sında ayrıntılı olarak şu mânâya gelen lâfızlarla
rivayet olunmuştur: Resûlullah (s.a.); "Medine'nin harenıindeki ağaçları
kesen birini yakalayacak olursanız onun malı sizindir. Oranın ağacı kesilip
biçilemez"
buyurdu. Sa'd (İbn Ebi
Vakkâs oranın ağaçlarını) kesmekte olan bir takım köleleri görünce (onların
üzerlerindeki) mallarını (ellerinden) aldı. Bunun üzerine sahiblerine varıp
onlara "Sa'd şöyle yaptı" diye şikâyette bulundular. Az sonra
(sahibleri Hz. Sa'd'a gelerek):
Ey Ebû İshak, senin
çocukların ya da kölelerin bizim kölelerin mallarını (ellerinden) almışlar,
dediler. (Hz. Sa'd da):
"Yok, hayır! Onu
ben aldım. (Çünkü) ben Resûlullah (s.a.)'ı: "-Haremin ağacını keserken
yakaladığınız bir kimsenin (elinde bulunan) mal sizindir." buyururken
işittim. (Binaenaleyh o malları size veremem) fakat eğer isterseniz, size kendi
malımdan verebilirim diye cevap verdi.[453]
Bu hadis zayıftır.
Çünkü bu hadisin senedinde bulunan Hz. Sa'd'ın kölesinin kimliği meçhul olduğu
gibi diğer râvi Tevem'in kölesinin de güvenilir bir kimse olup olmadığı
ihtilaflıdır.[454]
2039.
...Câbir b. Abdullah (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Resûlullah
(s.a.)'in korusu (içerisinde bulunan ağaçlara sopa ile) vurulamaz ve (onlar)
kesilemez. Fakat hafif ve yumuşak bir vuruşla vurulabilir."[455]
Metinde geçen
"Resülullah'ın korusu" sözünden maksat, Resûlullah'ın haram bölge
olarak tayin ettiği Medine haremidir. Hadis-i şerifin ifâdesinden anlaşılacağı
üzere Medine hareminde bulunan ağaçların yaprağını düşürmek için onlara sopa
ile şiddetli bir şekilde vurmak haramdır. Bununla beraber Resul-i Ekrem
Efendimiz' insanlara ve hayvanlara karşı olan engin merhameti sebebiyle oradaki
ağaçları hafif hafif sallayarak veya onlara hafif darbeler vurarak
yapraklarını düşürüp hayvanlara yedirmeye izin vermiştir. Biz, mezhep
imamlarının bu konudaki görüşlerini 2034 numaralı hadis-i şerifin şerhinde
açıklamış bulunuyoruz.[456]
2040. ...İbn
Ömer'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bazan
yaya, bazan da binitli olarak Küba'ya gelir (ziyaret eder)miş.
İbn Numeyr (bu hadisi
rivayet ederken) "ve orada iki rekat namaz kılardı" (cümlesini) ilâve
etti.[457]
Kubâ Mescidi İslâm tarihinde
ilk inşa edilen ve Medine'nin güney batısında bulunan kare biçiminde bir
mes-ciddir. Kırk metre eninde kırk metre boyunda ve altı metre yüksekliğinde
olan bu mescidin içerisinde yirmi sütun bulunmaktadır. Mescid Osmanlı
hükümdarlarından II. Mahmud tarafından hicrî 1210 tarihinde tamir edilmiştir.
Aslında bu mescit
ismini avlusunda bulunan bir kuyudan almıştır. Mescidin bulunduğu beni Amr bin
Avf yurdu olan köyde bu isimle anılır.
Daha önce geçen 2033
numaralı hadis-i şerifte, Mescid-i Haram, Mescid-i Resul ve Mescid-i Aksâ'nın
dışında hiç bir mescide ziyaret için yolculuk yapılamayacağı ifâde edildiği
hâide burada Resûl-i Ekrem'in bazan binitli bazan da yaya olarak gelip Kubâ
Mescidini ziyaret edip gittiğinden bahsedilmesi,bu iki hadis arasında bir
çelişki bulunduğunu göstermez. Çünkü Kubâ ile Medine arasında sadece iki
millik bir mesafe bulunmaktadır. O yüzden Medine ile Kubâ arasında yapılan bir
gezintiye "yolculuk" denilemez. Dolayısıyla iki hadis arasında bir
çelişkinin bulunduğundan söz edilemez.
Kur'an-ı Kerim'de
"Tâ ilk günden takva üzerine kurulan mescid, elbette içinde namaza
durmana daha uygundur"[458]
aâyetiyle övülen mescidin Kubâ Mescidi olduğu söylenmekte ise de, gerçekte
âyet-i kerimede kasd edilen mescid, Mescid-i Resûl'dür. Nitekim şu hadis-i
şerifler de bu gerçeği ifâde ve tey'id etmektedirler.
a. Birgün
iki kişi; "Orada (Mescid-i Dırâr'da) ebediyyen namaza durma! İlk günden
beri takva üzere kurulan mescid elbette içinde namaz durmana daha uygundur'
âyetinde geçen ikinci mescidin hangi mescid olduğu hususunda münakaşaya
tutuştular. Birisi onun Küba Mescidi diğeri de Mescid-i Nebevî olduğunu ileri
sürdü. Resûlullah (s.a.) de "O mescid işte benim şu mescidimdir"
buyurdu.[459]
b. Ebû Said
el-Hudrî dedi ki: "Zevcelerinden birinin yanında bulunduğu bir sırada
Resûlullah (s.a.)'in yanına girmiştim. Kendisine:
Ya Resûlallah! Takva
üzere kurulan mescid iki mescidden hangisidir? diye sordum. Resûlullah (s.a.)
bir avuç çakıl taşı alarak onları yere vurdu, sonra Medine Mescidini kast
ederek:
"O bizim şu
mescidimizdir" buyurdu.[460]
1. Mescid-i
Kubâ faziletli bir mesciddir. Resûl-i Ekrem'e uyarak orada namaz kılmak
müstehabtır.
2. Yaya veya
binitli olarak gidip orayı ziyaret etmenin fazileti büyüktür. Nitekim bir
hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Kim evinden çıkar da, şu
mescide, Küba mescidine gelerek namaz kılarsa umre yapmış gibi sevaba nail
olur."[461] Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Kim güzelce abdest aldıktan sonra varıp
da Kubâ Mescidinde dört rekat namaz kılarsa, onun bu hareketi bir köle
azadetmeye denk olur."[462] Her
ne kadar senedinde Musa b. Ubeyde bulunduğu için bu hadis zayıf ise de, İbn
Mâce'nin rivayet ettiği şu hadisle takviye edilidği için zayıflıktan
kurtularak hasen derecesine yükselmiştir. "Evinde abdest aldıktan sonra
Küba Mescidine gelip de orada namaz kılan kimse için umre sevabı gibi sevab
vardır."[463]
2041. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem:
“Birisi bana selâm verdiği
zaman ona karşılık vermem için Allah ruhumu bana iade eder." buyurmuştur.[464]
Başta Peygamber Efendimiz
olmak üzere bütün peygamberlerin,
kabirlerinde diri oldukları sahih hadislerle sabit iken, burada Resûl-i
Ekrem'in ruhumun bazan cesedinden ayrılıp ba-zan da geri iade edildiğinden
bahsedilmesi hadis ulemâsının dikkatini çekmiş ve bu hususta çeşitli görüşler
ortaya atılmıştır. İmam Süyûtî bu konuda "înbâu'I-ezkiyâ bi
hayati'l-enbiyâ" isimli müstakil bir risale hazırlamıştır.
Süyûtî'ye göre
buradaki hâl cümlesidir ve başında gizli bir harfi vardır. ise, bir atıf
harfinden başka bir şey değildir. Süyûtî’nin bu açıklamasına göre hadisin
mânâsı şöyledir:
"Bana selâm veren
bîr kimse, bana ruhum cesedimde olduğu halde selâm vermiştir ve ben de onun
selâmını alırım."
Bazılarına göre
buradaki "hattâ" sebebiyyet ifâde eder ve hadis "Ona selâm
vermem için Allah ruhumu, bana iade eder" mânâsına gelir. Fakat Süyûtî bu
ikinci görüşü reddetmiştir. Çünkü "hattâ" harfine bu mana verilince,
Resûl-i Ekrem'e selâm verenler adedince ruhunun bedenine girip çıkması gerekir
ki, bu durum Resûl-i Ekrem'in ruhun cesede girip çıkması anında heran azab
duymasını ve kısa süreli de olsa ruhunun bâzan cesedini terk etmesini
icâbettirir. Bu ise, şehidlerin ve Peygamberlerin makamına uygun değildir.
Fakat
"hattâ" harfinin atıf harfi "reddellahu aleyye" cümlesinin
de hâl cümlesi olduğu kabul edilirse bu durum ortadan kalkmış olur.
Yine Süyûtî'ye göre
"redde" kelimesine geri çevirmek mânâsı vermek doğru değildir. Çünkü
o zaman Resûl-i Ekrem'in birçok defalar ölüp dirilmesi icab eder ki, bu durum,
Kur'an-ı Kerime ve hadis-i şeriflere aykırıdır. Binaenaleyh
"illâ"dan sonra gelen bu "redde" kelimesi "sayrûret =
olmak" manasınadır. Onun ruhunun, Allahın izniyle her an cesedinde
olduğunu ifâde eder. Fakat hadisin sonunda bulunan kelimesine uygun düşeceği
için hadisin başında da "sayrûret" mânâsında "redde"
kelimesi kullanılmıştır. Aslında Peygamber Efendimiz berzah âleminde melekût
âleminin ahvâli ile meşguldür ve dünyada olduğu gibi Allah Teâlâ'yı müşahede
hâlinde müstağraktır. Bir an için o halden ifâkat bulup ümmetinden gelen
selâmı alması da yine "redde" kelimesiyle ifâde edilmiştir.
Binaenaleyh ruhun cesedi terk etmesi ve sonra cesede iade edilmesi söz konusu
değildir.[465]
Şeyh Tâciddin
el-Fâkihâni ve Abdürrauf el-Münavî gibi bazı ilim adamlarına göre bu hadiste
geçen "ruhum iade edilir" cümlesindeki "ruh"tan maksat
mecazen "nutuk : konuşma kabüiyyeti"dir.. Kadı Iyaz'a göre buradaki
ruhun iadesinden maksat, Resûl-i Ekrem'in her an huzur-ı ilâhî iie alakadar
olan ruhunun, ümmetinin selâmı ile meşgul olmasından ibarettir.
el-Haffâcî, Kadı
Iyaz'ın "eş-Şifa" isimli eseri, üzerine yazdığı
"Nesîmü'r-riyâz" adlı kitabında "buradaki ruhtan maksad, Resûl-i
Ekrem'e has olan ve ondan ayrılmayan bir melektir. Bütün Peygamberler gibi
Resûl-i Ekrem de kabrinde uyku halinde bir kimse gibi hayattadır. Kendisine
melek vasıtasıyla veya vasıtasız olarak bir selâm erişince o selâmı alır. Onun
tamamen nûranî olan ruhu kabzedilmiş değildir. Binaenaleyh bizzat kabrine
gelip de selâm verenlerin selâmlarını işiterek uyanır ve onlara karşılık verir.
Uzakta olanların selâmını da melekler ona ulaştırır"[466]
demektedir. Abdürrauf el-Münavî'nin beyânına göre Resûl-i Ekrem'in, ümmetinin
selâmım alması hiçbir zaman onun gönlünü huzur-ı ilâhiden alıkoyamaz.[467]
Abdürrauf el-Munâvî
ile Aliyyü'1-Kari "Resûl-i Ekrem (s.a.) kendisine selam veren herkesin
selâmını alır. Bu hususta uzakta olanla kabri başına gelen arasında bir fark
yoktur" diyorlarsa da bazılarına göre, sözü geçen bu iki ilim adamının bu
görüşleri delilsizdir.[468]
1. Peygamber
Efendimize selâm vermenin fazileti çok büyüktür.
2. Peygamber
Efendimizin kahirini ziyaret eden bir kimsenin kelâmı Resûl-i Ekrem tarafından
işitilir ve selâmına karşılık verilir.
3. Hz.
Peygamber kabrinde kendine mahsus bir hayat ile diridir. Ayrıca diğer
Peygamberlerin de diri olduğunu isbat eden pek çok sahih hadis vardır.
Bunlardan bazıları şu mealdedir:
a. Resûl-i
Ekrem (s.a.); "Şüphesiz cuma günü en faziletli günleriniz-dendir. Âdem
(aleyh is selam) o gün yaratılmıştır. Nefha (ikinci Sûrun üfürülmesi) o
gündedir. Sa'ka (birinci Sûr'un üfürülmesi) de o gündedir. Artık o gün bana
bol bol salavât getiriniz. Çünkü o günkü sahalınız bana sunulur" buyurdu.
Bir adam:
Ya Resûlallah, senin
bedenin yer tarafından yenmişken (Şeddâd dedi ki:) yani çürümüşken bizim
salâvatımız sana nasıl sunulur? diye sordu.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem de:
"Allah
Peygamberlerin cesetlerim yemesini yere yasak kılmıştır" buyurdu.[469]
b. "(îsrâ
gecesinde) göklere çıkarıldığımda Musa (aleyhisselam)m yanına vardım. Kırmızı
bir kum yığınının yanında ayakta zikir, dua ve teşbih ile meşguldü.”[470] Bilindiği gibi teşbih zikir ve dua âhiret
amellerin-dendir. Nitekim Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'an-ı Kerim'de
bu gerçeği şöyle ifâde buyuruyor:
"Onların orada
duası; "Allah'ım sen her türlü eksiklikten uzaksın" biri birlerine
sağlık dilekleri: "Selam", dualarının sonunda "Âlemlerin rabbi Allah'a ha m d
olsun!" sözleridir."[471]
c. "Gerçekten
kendimi Hıcrda gördüm, Kureyş bana İsrâ seyahatimi soruyordu... Bana ne
sordularsa kendilerine haber verdim. Bir de baktım ki kendimi Peygamberlerden
müteşekkil bir cemaatin içinde gördüm. Baktım ki, Musa kalkmış zikrediyor. Düz
saçlı, uzunca boylu bir zat. Zannedersin ki Şenûa kabilesi erkeklerinden biri.
Bir de baktım İsa b. Meryem (aleyhisselâm) kalkmış zikir ediyor. İnsanların ona
en ziyâde benzeyeni Urve b. Mesûd es-Sakafî'dir. Baktım İbrahim (aleyhisselâm)
kalkmış, o da zikrediyor."[472]
d. Hz.
Peygamber, "ben Musa (aleyhisselâm)'ı gür sesi ile Allah'ı telbiye ederek
tepeden aşağıya inerken görüyor gibiyim" buyurdu. Sonra Herşâ tepesine
gelerek: "Bu tepe hangi tepedir?" diye sordu. Ashab; "Herşâ
tepesidir!" diye cevap verdiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
de; "Ben Yunus b. Mettâ (aleyhisselâm)'i derli toplu, kırmızı dişi bîr
deve üstünde, yünden bir cübbe giymiş devesinin çılbırı liften olduğu haide telbiye
ederken görüyor gibiyim." buyurdu.[473] Ahiret âlemi amel âlemi olmadığı halde orada
zikr edilmesinin sebebi, sadece onun zevkini tatmak .arzusudur. Mecburiyet
yoktur. Nitekim Allah teâîâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Keriminde şöyle
buyuruyor: "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma, hayır (onlar)
diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar."[474]
Şehidler diri, olduğuna göre, artık Peygamberlerin diri olduğundan asla şüphe
edilemez. Çünkü her Peygamber aynı zamanda şehiddir.[475]
2042. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
"Evlerinizi kabirlere
çevirmeyiniz. Kabrimi de bayram yeri haline getirmeyiniz. Bana (sadece) salavat
getiriniz. Çünkü nerede olursanız olun, sizin salâvâümz bana ulaşır."[476]
Evlerin kabirlere
çevrilmesi iki şekilde olur:
a. Evlerde
hiç namaz kılınmayınca oralar ölülerin mekânı olan kabirler hâline gelmiş olur.
Evler ibadetle kabir olmaktan kurtulup birer mâmûre hâline gelirler.
b. Evlere
ölülerin defn edilmesiyle evler kabirlere dönüşür:
Binaenaleyh hadis-i
şerif, vakti gafletle ve uyku ile ölüler gibi hareketsiz ibâdetsiz geçirmekten
sakındırmakta evleri nafile ibâdetlerle mâmur hâle getirmeye teşvik etmektedir.
Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"İçlerinde Allah zikr edilen ev ile içinde Allah zikredilmeyen evin misali
ölü ile diri gibidir."[477]
Binaenaleyh konumuzu teşkil eden hadiste teşbih-i beliğ vardır. Yani içinde
namaz kılınmayan ev kabre benzetilmiş ve teşbihte mübalağa için teşbih edatı
ile vechu'ş-şebeh atılmıştır.
Hadisin
"kabirleri kendinize mesken edinmeyiniz" anlamına gelmesi ihtimali de
vardır. Çünkü kabirlere sık sık uğrayan kimse kabirlere karşı ünsiyet kazanır
da kalbi katılaşır ve onlardan ibret alamaz hâle gelir. Hassasiyetini
kaybeder.
Hadis-i şerifte geçen
"kabrimi bayram yeri hâline getirmeyiniz" cümlesi de "oraya
düğüne veya bayram yerine gider gibi merasim ve şenliklerle neş'e ve
eğlencelerle gitmeyiniz. Bilâkis oraya ibret ve öğüt almak için gidiniz"
mânâsına gelmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadisinde şöyle
buyurmaktadır: "Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü size âhireti
hatırlatır."[478]
Bu konuda Tîbî de
şöyle diyor: "Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifiyle ümmetim bayram
yerine gider gibi bir araya gelip merasimli ve gösterişli bir şekilde kabrini
ziyaret etmekten men'etmek istemiştir. Çünkü Yahudiler ve Hıristiyanlar
Peygamberlerinin kabirlerini bu şekilde ziyaret ettikleri için Allah onların
kalblerini katılaştırmış ve gaflet tufanına batırmıştır." Binânealeyh
insan nerede olursa olsun, Hz. Peygambere salât ve selâm getirdikten sonra o salât-ü
selâm'ın Hz. Peygambere erişeceğini düşünerek böylesi gösteriş ve merasimlerden
kaçınmalıdır.[479]
1.
Cenazeleri evlere defnedmek
yasaklanmıştır.Ancak Resul-ı Ekrem Efendimizin cenazesi halkın mescid
hâline getirmesinden korkularak mezarlığa konulmamış, Hz. Âişe'nin evine
defnedilmiştir.
2. Nafile
namazların evlerde kılınması teşvik edilmiş ve evlerin nafile namazlarından
hâli bırakılarak kabre dönüştürülmesi yasaklanmıştır. Bir hadiste de;
"Evlerinizde (nafile olarak) namaz kılınız ve orada nafile namaz kılmayı
terk etmeyiniz."[480] buyurularak meselenin ehemmiyeti vurgulanmıştır.
3. Hz.
Peygamber'in kabri ziyaret edilirken bir düğün bir bayram havası ve
manzarasının verilmesi, merasim alaylarının ve benzeri toplantıların
tertiplenmesi yasaklanmıştır. Çünkü bu hareketler, sıkıntı ve meşakkat
celbedici olduğu gibi Resûl-i Ekrem'e karşı beslenmesi gereken normal sevgi
sınırlarını da aşar. Binaenaleyh evliya ve enbiyânın kabirleri, ziyaret
edilirken de bu hadd-i i'tidâli muhafaza etmek lâzımdır.[481]
4. Peygamber
(s.a.)'e salât-ü selâm getirmeye teşvik vardır. Çünkü o kabrinde diridir.
Getirilen salat-ü selâmlar kendisine erişir..[482]
2043.
...Rabi'a b. el-Hudeyr'den; demiştir ki: Ben Talha b. Ubeydillah'ı Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem'den bir hadisten başka hadis rivayet ederken
işitmedim. (Râvi Rabia b. Ebî Abdurrahman) dedi ki: (Ben Rabia b. el-Hudeyr'e):
O (hadis) nedir? diye
sordum (da şöyle) cevap verdi:
(Talha b. Ubeydillah
bana) dedi ki: Biz (birgün) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte
çıktık. Şehidi erin kabirlerini (ziyaret etmek) istiyorduk. Nihayet Vâklm
taşlığının üzerine çıkıp da oradan indiğimizde bir de baktık ki bir dönemeçte
kabirler var.
Ya Resûlullah,
(bunlar) bizim kardeşlerimizin kabirleri midir? dedik.
"(Hayır, bunlar)
arkadaşlarımızın kabirlerî'dir." buyurdu. Biraz sonra şehidlerin
kabirlerine geldiğimizde:
"(İşte) şu(nlar
da) kardeşlerimizin kabirleridir" buyurdu.[483]
Metinde geçen
"Vâkim Taşlığı” Medine'de bulunan bir taşlığın ismidir. Burası bu ismi,
Amâlika kabilesinden olan "Vâkım" isminde bir adamdan almıştır.
Rivayetlere göre sözü geçen kimse Câhiliyye çağında Medine'ye ilk defa geldiği
zaman bu taşlığa inmiş ve söz konusu taşlık o günden sonra "Vâkım
Taşlığı" adıyla anılmaya başlanmıştır. Resûl-i Ekrem dönemeçte yatan
şehidlerle o anda beraberinde bulunan ziyaretçiler arasında kan bağı
bulunmadığı için onların; "Ya Resûlallah! (Bunlar) bizim kardeşlerimizin
kabirleri midir?" sorusuna "Hayır!" cevabını vermiştir.
Binaenaleyh Resûl-i Ekremin "Hayır" cevabıyla reddetmek istediği din
kardeşliği değil, kanbağı cihetinden olan kardeşliktir. Fakat daha sonra
rastladıkları kabirlerde yatan şehidlerle sözü geçen ziyaretçiler arasında
kanbağı bulunduğu için oraya vardıklarında "İşte şunlar da kardeşlerimizin
kabirleridir," buyurarak ziyaretçilerle şehidler arasındaki kan bağına
işaret etmiştir.[484]
1. Uhud
şehidlerini ziyaret etmek müstehab olduğu gibi Bakı mezarlığını ziyaret etmek
de sünnettir. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz sağlığında Bakî Mezarlığını ziyaret
eder ve şöyle selâm verirdi:
Yani: "Ey
mü'minler topluluğunun ülkesi (ve içindekiler) selam sizin üzerinize olsun.
İnşallah yakında biz de size katılcağız. Ey Allah'ım, Baki' (yani) garkad
halkını bağışla. (Allah) bizden ve sizden öncekilere ve sonrakilere rahmet
etsin. Allah'dan sizin için de bizim için de afiyet dileriz. Ey Allah'ım,
onlara verdiğin ecirden bizi mahrum etme. Onlardan sonra gelen bizleri fitneye
duçar kılma! Bizi ve onları bağışla."
Hz. Peygamber'in kabr-i
saadetini ziyaret etmenin faziletiyle ilgili birçok hadis-i şerif
nakledilmiştir.[485]
Bu bakımdan Beytullahı
hac ve ziyaret eden her müslümânın hacdan Önce veya sonra Medine'ye de giderek
Resûlullah (s.a.)'rn kabr-i saadetini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebi'de namaz
kılması müslümanlar arasında terk edilemeyen bir sünnet olarak devam
edegelmiştir.
Gerçekten
Resûlullah'ın yaşadığı, mübarek ellerini sürdüğü, ayaklarının çiğnediği
yerleri görmek, ashabının ve en yakın arkadaşlarının kabirlerini ziyaret etmek
vahyin indiği ve tebliğ edildiği bu kutsal beldenin havasını teneffüs etmek
her mü'min gönlünün en tatlı özlemidir.
Resûlullah (s.a.)'i
ziyaret için Medine'ye gidecek olan kimse, her zamankinden daha çok salavat-ı
şerife getirir. Salat-ü selâma yollarda da devam eder, Çünkü Resûlullah
(s.a.)'e yapılan salat-ü selâmlar ona ulaşır.
Resûlullah (s.a.)'i
ziyaretten başka Mescid-i Saadetin ziyaretine de niyyet eder. Çünkü Mescid-i
Saadet, içinde namaz kılmak üzere uzak yerlerden sefer edilecek üç mescidden
biridir.
Medine-i Münevvere
uzaktan görülünce ziyaretçi salât-ü selâm getirir ve;
Yani: "Allah'ım
burası senin Peygamberinin haremidir. Senin vahyinin indiği mübarek yerdir. Bu
kutsal yeri benim için Cehennemden korunmak ve hesabdan güvence vesilesi kıl
ve beni (sana) dönüş gününde Mu-hammed Mustafâ'nın şefaatine erişenlerden
eyle" diye dua eder.
Medine'ye abdestli
(mümkünse guslederek) girer.
Eşyasını
yerleştirdikten sonra temiz elbiselerini giyer, güzel koku sürünür, salavât-i
şerife getirerek ve Resûlullah'm şehrinde bulunduğunu onun huzuruna gitmekte
olduğunu düşünerek edeb ve tevazu ile Mescid-i Saadete gider.
diyerek Babü's-selâm
veya Bâb-ı Cibril denilen kapılardan birinden mescide girer. Kerahet vakti
değilse iki rekât tahiyyetülmescid namazı kılar. İmkân bulursa bu namazı
Ravzâ-i Mutahhara'da (Kabri- Şaâdet ile minber arasında kalan kısımda) kılar.
Burası hakkında Resûlullah (s.a.) "Evimle minber arasında kalan kısım
cennet bahçelerinden bir bahçedir." buyurmuştur.[486] Bu ifâde buraya ilâhî rahmetin indiğini
ifâde eder.
Tahiyyatü'l-mescidden
sonra, bu saadete erişmesinden dolayı iki rekat da şükür namazı kılar ve
dilediği kadar dua yapar kendisi, anne-babası ailesi, yakınları ve bütün
mü'minler için Cenab-ı Haktan mağfiret ve selâmet niyaz eder. Ümmeti
Muhammed'in içinde bulunduğu hali hatırlayarak; ümmetin bu hazin durumundan
kurtuluşu Şer'i Rasûle tekrar dönüşü için de bilhassa duâ ve niyazda bulunur.
Tevazu, edeb ve
sükûnetle kabr-i saadete ayak cihetinden yaklaşıp Resûlullah'm mübarek başı hizasında
1,5-2 m. uzağında yüzü Resûlullah (s.a.)'e, arkası kıbleye dönük olarak durur.
Resûlullah (s.a.)'in kendisini görmekte ve sözlerini işitmekte olduğunu
düşünerek selâmını alacağını ve duasına âmin diyeceğini ümid ederek şu şekilde
selâm verir:
Resûl-i Ekrem (s.a.)'e
hayatında nasıl hürmet ve tazim göstermek gerekli ise vefatından sonra da aynı
şekilde hürmet ve tazim gerekir. Bu itibarla Resûlullah (s.a.) ziyaret
edilirken yüksek sesle bağırılmaz, hürmeti bozan edebe aykırı davranışlarda
bulunulmaz, kabr-i saadetin yanına kadar sokulunmaz, duvarlarına el sürülmez,
öpülmez, etrafı tavaf edilmez, karşısında eğilinmez. Bunlar bid'at ve
mekruhtur. Hele kabr-i Saadete karşı secde etmek kesinlikle haramdır. İbadet
kasdı ile yapılırsa, küfürdür. Re-sûlullah (s.a.)'e gönderilmiş selâmlar varsa
emânete riâyet vâcib olduğundan onları da; Yani: "Ya Resûlallah, filan
kimsenin de selâmı var Allah katında kendisine şefaatçi olmanı istiyor. Ona ve
bütün m uslum unlara şefaat eyle..." diyerek tebliğ eder.
Sonra bir metre kadar
sol tarafa ilerleyip Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in başı hizasında durur.
Daha sonra 1 m. kadar
sağa ilerleyip Hz. Ömer (r.a.)'ın başı hizasına gelir: der, kendisi, aiiesi,
zürriyeti, kendisine dua ısmarlayanlar ve bütün mü'minler için duâ eder. Tekrar
Resûlul-lah'ın hizasına gelir ve şöyle duâ eder:
Yani: "Allah'ım,
sen şöyle buyurdun"; ki senin sözün hakkdır: "Eğer onlar (masiyet
işleyerek) nefislerine zulmettiklerinde sana gelip Allah'tan mağfiret
dileselerdi, Peygamberde kendileri için istiğfar etseydi, (Cenab-ı Allah'ın)
daima tevbeleri kabul eden ve merhamet edici olduğunu görürlerdi" işte biz
de sözünü dinleyerek huzuruna geldik, emrine uyarak, Peygamberin vesilesiyle
senden şefaat diliyoruz. Rabbimiz bizi anne ve babalarımızı, bizden önce iman etmiş
kardeşlerimizi bağışla kalblerimizde mü'minlere karşı kin bırakmaz. Şüphesiz
sen şefkatlisin merhametlisin.
Rabbimiz bize dünyada
iyilik, âhirette de iyilik ver, bizi cehennemin azabından koru. "İzzet
sahibi Rabbin onların vasfede geldiklerinden münezzehdir. Bütün rasûllere selâm
olsun. Âlemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun".
Daha sonra Ebu Lübabe
ve Hannâne direklerine gider, onların yanında da duâ eder; mümkün olursa,
namaz kılar.
Medine-i Münevvere'de
bulunduğu sürede beş vakit namazını Mescid-i Saadette kılar, boş vakitlerini de
kaza ve nafile namazları kılarak değerlendirir.
İmam Ahmed'in
Müsned'inde Taberânî'nin de el-Mu'cemu'1-Evsat'ında güvenilir râviler
vasıtasıyla Hz. Enes'den rivayet ettikleri bir haâis-i şertfte şöyle buyurulur:
"Kim benim Mescidimde bir vakit namaz geçirmeden kırk vakit namaz kılarsa,
ona ateşten kurtulduğuna dâir berat yazılır, a/abdan kurtulur ve münafıklıktan
uzak olur."[487]
Ayrıca Resûlullah
(s.a.)'ın kabrini, tenha zamanları kollayarak sık sık ziyaret eder, mümkün
olursa Mescid-i Saadette bir hatim indirir dönerken de Resûlullah (s.a.)'i
ziyaret edip veda ederek ayrılır.[488]
2044.
...Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.)
Zülhuleyfe'deki Bathâ'da devesini çöktürerek orada namaz kılmıştır. Bunu
Abdullah b.. Ömer de yapardı.[489]
1867 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi Resûlullah Medine'den
Mekke'ye gitmek istediği
zaman ismini
Zülhuleyfe'deki ağaçtan alan ve oradan geçen "ağaç yolu" isimli yolu
tâkib ederdi. Medine'ye dönerken de Muarras'dan geçen yolu tâkib ederdi.
Buhârî'nin Sahih'inde de "Resûl-i Ekrem (s.a.)'in, Mekke'ye giderken
ismini yine "ağaç yolu" üzerindeki ağaçtan alan
"Mescidü'ş-şecer'"de namaz kıldığı, Mekke'den dönerken de
Zülhuleyfe'deki Bathâ'da (vadide) namaz kıldığı ve orada gecelediği ifâde
edilmektedir.[490]
Esasen metinde
sözkonusu edilen Bathâ'dan başka Mekke'de.ve Minâ'da da "Batha
(vadi)" adıyla bilinen iki yer daha vardır. Onlarla karıştırılmasın diye
metinde "Zülhuleyfe'deki Batha" tâbiri kullanılmıştır. Buraya
Medine'liler "el-Muarras" derler. Burada namaz kılmak çok faziletli
olduğu için Resûl-i Ekrem Efendimizi hac dönüşü Mekke'den Medine'ye gelirken
burada konaklayarak namaz kılmıştır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle
buyruluyor: Peygamber (s.a.) Zülhuleyfe'deki vadide istirahatgâhında iken O'na
(gaibden) birisi gelip:
Sen gerçekten mübarek
bir vadidesin, demiş. Musa dedi ki: "Salim de vaktiyle Abdullah'ın
devesini çöktürdüğü yerde bize develerimizi çök-türttü o da Resûlullah'ın istirahatgâhını
araştırıyordu. Bu yer vadideki mescidin aşağısındadır. Mescidle kıble arasında
ortadadır.[491]
Hac veya umreden sonra
Mekke'den Medine'ye dönüşte veya hac ve umre dışında yapılan herhangi bir
yolculukta uğranıldığı zaman Zulhuleyf deki Bathâ'ya inip orada namaz kılmak
müstehabtır. Kadı Iyaz'a göre, sözü geçen Bathâ'ya inip orada namaz kılmanın
hac veya umreyle bir ilgisi yoktur. Ancak orası mübarek bir vadi olduğu için
yolu oraya uğrayan herkes teberrüken orada konaklayarak istediği kadar namaz
kılar.
İmam Mâlik'e göre ise,
hac veya umre dönüşü burada inerek namaz kılmak müstehabtır ve buraya namaz
vaktinden önce inen kimse namaz vakti girinceye kadar bekler ve namazı orada
kılar. Fakat terkinden dolayı herhangi bir ceza lâzım gelmez.
Ulemâdan bazılarına
göre ise, Resûlullah (s.a.)'in hacdan dönerken Zulhuleyfe'deki Vadi-i Akik'de
gecelemesi hacılar ailelerinin yanına geceleyin habersizce varmasınlar
diyedir. Çünkü bir çok meşhur hadislerde bu hareket açıkça yasaklanmıştır.[492]
2045.
...(İmam) Mâlik demiştir ki: Medine'ye dönerken hiç bir kimsenin Muarras'da
elden geldiği kadar namaz kılmadan geçmesi uygun değildir. Çünkü bana ulaşan
rivayetlere göre Resûlullah (s.a.) orada konaklamıştır.[493]
Ebû Dâvûd dedi ki: Ben
Muhammed b. İshak el-MedinVyi, "el-Muarras Medine'ye altı mil
uzaklıktadır" derken işittim.[494]
Ta'rîs: Yolcunun
geceleyin uyumak veya dinlenmek için bir
yere inmesidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.â.) hac dönüşünde Mekke'den dönerken
bu vadide konaklayıp geceyi orada geçirdiği için Medineliler sözü geçen vadiye
"Muarras" ismini vermişlerdir.
Konumuzu teşkil eden
rivayet, hac dönüşü Muarras'da konaklama konusunda İmam Mâlik'in görüşünü ifâde
etmektedir.
İmam Mâlik ile diğer
ulemâya göre burada namaz kılmak müstehab ve güzel bir şeydir. Ama Haccın
sünnetlerinden veya terkinden dolayı fidye lâzım gelen vâcib fiillerden
değildir. İbn Ömer müstesna olmak üzere bütnü ulemâya göre orada namaz kılmak
güzel bir iştir. İbn Ömer ise bunu sünnetten saymıştır. Nevevî'nin beyânına göre
Şafiî ulemâsı orada namaz kılmayan bir kimsenin faziletten mahrum kaldığını
fakat günaha girmiş sayılmayacağını söylemişlerdir.
Ulemâdan bazılarına
göre ise, Peygamber Efendimiz burada Mekke'den Medine'ye dönerlerken değil,
Medine'den Mekke'ye giderlerken konaklamıştır. Maamâfih hem giderken, hem
gelirken oraya inmiş olması da mümkündür.[495]
Müellif Ebû Davud'un
bu hadisin sonuna ilâve ettiği talik'e göre sözü geçen vadi, Medine-i
Münevvere'ye altı mil uzaklıkta bulunmaktadır. 2036 numaralı hadis-i şerifin
şerhinde de açıkladığımız üzere Medine haremi Medine’ye 12 mil uzaklıktaki bir
mesafeyi kapsamı içine aldığından bu vadi de Medine Haremi içinde kalmaktadır.[496]
1. Hz.
Peygmaber'in davranışlarını aynen muhafaza etmek teşvik edilmiştir.
2. Hz. İbn
Ömer Resûl-i Ekrem'in davranışlarını aynen uygulamaya son derece düşkün idi.
Öyle ki Resûl-i Ekrem'in hayatında, altında gölgelenmiş olduğu ağaçları bulur,
kurumamaları için onları sulardı..
Sünen-i Ebû Dâvûd
nüshalarının bazılarının hamişinde İbn Ömer'den nakledilen şu mânâda bir hadis
daha vardır:
"Resühıllah
(s.a.) (Zülhüleyfe'deki vadiye) geldiği zaman Muarras'da gecelerdi. Sabahleyin
yola devam ederdi."
Ancak asıl nüshalarda
bu metin bulunmadığından biz sadece manasını sunmakla yetindik.
Allah'ın avn-ü
inâyetiyle hac bahsi burada sona ermiştir.
Bize bu muvaffakiyeti
ihsan eden Rabbimize hamd-ü senalar olsun...[497]
[1] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V,
153.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/380-381.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/381.
[3] Hattâbî, Meâlimü's-sünen, II, 490, 491.
[4] Zeylaî, Nasbürrâye, III, 86; Beyhakî,
es-Sünenu'1-kübrâ, V, 153.
[5] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/381-382.
[6] Buhârî, hac 75, 133; Müslim, hac 346; ibn Mace,
menâsik 80; Dârimî, menâsik 91 Ahmet b. Hanbel, II, 19, 22, 28, 88.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/383.
[7] Müslim, hac 347; Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 147.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/383.
[9] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/384.
[10] Buhârî, hac 84; Müslim, müsâfirîn 16; Dâriî, menâsik
47; Ahmet b. Hanbel, VI, 297.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/384-385.
[11] İbn Hacer, Fethıı'1-Bârî, IV, 224, 225.
[12] İbn Hacer, Fethu'l-bârî, III, 225.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/385-387.
[14] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/387-388.
[15] Kütüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/388.
[16] Fethu'l-Bârî, VIII, 269.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/388.
[18] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/389.
[19] İbn Hacer, Fethü'1-Bârî, III, 225.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/389.
[20] Kütüb-i Sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/389-390.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/390.
[22] Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, II,
144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/390.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/390.
[24] Buhârî, hac 84; Müslim, müsâfirîn 17; nesâî, kasru’s-salât
3.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/391.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/391.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/391-392.
[28] İbn Mâce, menâsik 64; Ahmet b. Hanbel, VI, 376, Beyhakî,
es-Sünenu'1-kübrâ, V, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/393.
[29] Müslim, hac 311.
[30] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/393-395.
[31] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 130.
[32] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 178.
[33] Fethu'l-bârî, IV, 332.
[34] Kâsânî, Bedâiü's-sanâî, II, 156.
[35] İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 425, 426.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/395-396.
[36] Beyhaki, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/396-397.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/397.
[38] Buhârî, hac 140, 142; Nesâî, menâsik 230; ibn Mâce,
menâsik 65; Dârimî, menâsik 61; Muvattâ, hac 212; Ahmet b. Hanbel, II, 152, 178,
190; Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/397.
[39] el-Fethü'r-rabbânî, XII, 219; Buhârî, hac 142,
Fethu'1-Barî, IV, 332.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/397-398.
[40] Beyhakî, es-Sünenu'I-kübrâ, V, 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/398.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/398.
[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/398-399.
[43] Müslim, hac 310; Nesâî, menâsik 220; Ahmet b. Hanbel, III, 318, 337, 366, 387.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/399.
[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/399-400.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/400.
[46] Buharı, hac 134; Müslim, hac 314; Tirmizî, hac 59;
Nesaî, menâsik 221; Darimi, menâsik 58; Ahmet b. Hanbel, III, 313, 319, 400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/400.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/400.
[48] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, II, 215.
[49] Zürkanî, Şerhu'l-Muvatta, III, 228, Muvatta, hac
220.
[50] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V,
150.
[51] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V,
152.
[52] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 152.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/400-402.
[54] Buhârî, hac 134; Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, V, 148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/402.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/403.
[56] Buhârî, hac 140-142; Nesâî," menâsik 230; İbn
Mâce, menâsik 65; Dârimî, menâsik 61; Muvatta, hac 212; Ahmet b. Hanbel, II,
152, 178, 190.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/403.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/403-404.
[58] İbn Kudame, el-mugnî, III, 453.
[59] Nesâî, menasik 227.
[60] bk. Hadis no,
1977.
[61] Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, V,
149.
[62] Beyhakî, a.g.e. V,
148.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/404-406.
[64] Buhârî, hac 136, 138, 140, 142, Müslim, hac 147, 305,
309; Tirmizî, hac 64; Nesaî hac 215, 216, 226, 227, 229, 231; İbn Mâce, menâsik
63, 64, 84; Dârimî, menâsik 34, 61 Ahmet b. Hanbel, I, 168, 297, 306, 415, 427, 430, 432, 436, 456,
458; II, 152, VI, 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/406.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/406-407.
[66] Buhârî, hâc
141.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/407.
[68] Tirmizî, hac 106; Nesâî, menâsik 225, 226; İbn Mace,
menâsik 67; Dârimî, menâsik 58; Muvatta, hac 218, 219; Ahmet b. Hanbel, V, 45;
Beyhakî, es-SünenıTl-kübrâ, V, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/407-408.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/408.
[70] İbn Kudâme, es-Şerhü'l Kebir, III, 481.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/408-409.
[72] Tirmizî hac, 106; Nesâî, menâsik 225, 226; İbn Mâce,
menâsik 67; Ahmet b. Hanbel, V, 450.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/409.
[73] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 222.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/409-410.
[75] Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ, V, 151.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/410.
[76] Nesaî, menâsik 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/410.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/410.
[78] Ahmet b. Hanbel, VI, 143, Beyhakî, es-Sünenu'1-kübrâ,
V, 136.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/411.
[80] el-Fethür'-rabbânî, XII, 185; Beyhakî,
es-Sünenu'l-kübrâ, V, 136.
[81] Darekutnî, Sünen, II, 276.
[82] Bk. 1978'inci hadis.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/411.
[84] Hâkim, el-Müstedrek, I, 461.
[85] Zeylaî, Nasbûr-râye, III, 82.
[86] Müslim, hac 47 ve Ebû Dâvûd, 1745 no'lu hadis.
[87] Nesâîğ, menasik 2312; İbn Mâce, menâsik 70; Beyhakî
es-Sünenu’l-kübrâ, V, 136; el-Fethü'r-rabbânî, XII, 175.
[88] Aynı yerler.
[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/412-413.
[90] Buhârî, hac 127; Müslim, hac 316, 318; 320, 321;
Tirmizî hac 74; İbn Mace'menâsik 71; Dârimî, menâsik 64; Muvata, hac 184; Ahmet
b. Hanbel, I, 216, 353; II, 34, 79, 119, 138, 141, 151; III, 20, 89, IV, 70,
365, 177; V, 381; VI, 393, 402, 403.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/413.
[91] Buhârî, hac 127; el-Fethu'r-rabbânî, XIII, 94.
[92] îbn Mâce, menâsik 71.
[93] İbn Hacer, el-Fethu'1-Bârî, IV, 311, 312.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/413-414.
[94] Buhârî, hac 127.
[95] bk. Beyhakî, es-Sünemı'l-kübrâ, V, 136.
[96] Müslim, hac 154.
[97] Müslim, hac 143.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/414-416.
[99] Buhârî, hac 127; Müslim, hac 322; Ahmet b. Hanbel, II,
128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/416.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/416.
[101] el-Feth (48), 27.
[102] Buhârî, hac 127; Müslim, hac 209-210; Ahmed b. Hanbel,
V, 96, 98.
[103] Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, VI, 500.
[104] el-Mâ'ide (5), 6.
[105] Aliyul-kârî, Mirkatü'l-mefâtîh, III, 238.
[106] Buhârî, i'tisâm 2, Müslim, fedâil 20; Nesâî, hac 1;
İbn Mâee, mukaddime I; Nesâî, menâsi.k 1; Ahmet b. Hanbel, II, 258, 313, 448.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/416-418.
[108] Buhârî, vudû 33; Müslim, hac 323, 326; Tirmizî, hac
73; Beyhakî, es-Siinenu'1-kübrâ, V, 103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/418.
[109] el-Fethu'r-rabbânî, XII, 187.
[110] Müslim, hac 324.
[111] Tirmizî, hac 73.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/418-420.
[113] Şerhu'1-Muğni, III, 44.
[114] el-Fecru’I-miinîr, I, 735.
[115] Tahavî, Şerhu meânfi-âsâr, I, 424.
[116] Mecme'u'z-zcvâid, III, 261.
[117] el-Feth (48), 27.
[118] el-Bakara (2), 196.
[119] el-Hac (22), 33.
[120] bk. Fethu'1-Bârî, III, 362; Buhârî, hac 125.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/420-422.
[122] Müslim, hac 323, 326; Tirmizî, hac 73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/422-423.
[123] Miras, Kâmil, Tecrid Tertemesi, VI, 196-197 (Birinci
baskı).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/423-424.
[124] Buhârî, ilim 23, 24, 26; hac 125,130-131, eymân 15; Müslim,
hac 327, 330-331, Tirmizî, hac 76; Nesâî, menâsik 225; İbn Mâce, menâsik 74;
Darimî, menâsik 50, 56; Muvatta, hac 242; Ahmed b. Hanbel, 1,216, 258, 269,
291,300, 311,328; II, 159, 192,202,217; III, 326, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/424.
[125] Beyhakî, es-Sünemı'l-kübrâ, V, 142.
[126] Tahâvî, Şerhti meâni'1-âsâr, II, 237.
[127] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, II, 238;
Tekmiletu'l-Menhel, II, 146.
[128] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/424-426.
[129] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/426-427.
[130] Tirmizî, hac 75; Nesâî, ziyne 4.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/427.
[132] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/427-428.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/428.
[134] el-Fethü'r-rabb'âni, XI, 9-10; İbn Kacer, Fethü'I-Bari
III, 3£7; Nevevî, Şerhu IX, 117; Nesâî, menâsik 3; İbn Mâce, menâsik 3.
[135] Bedâiu's-sanâî, II, 226.
[136] el-Fethü'r-rabbânî, XI, 58; Beyhakî es-Siincnü'1-kübrâ
IV, 349.
[137] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 349.
[138] el-Bakara (2), 196.
[139] Al-i İmrân (3), 97.
[140] 1810 numaralı hadis-i şerîf.
[141] Mecelle mad. 8.
[142] Dârekutnî, Sünen, 282; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV,
350.
[143] Dârekutnî Sünen, II, 284.
[144] Beyhakî es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 350.
[145] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 614.
[146] bk. 1903 numaralı hadis.
[147] Nesâî, menâsik 183.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/429-432.
[149] Buhârî, umre 2: Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 345.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/432.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/433.
[151] Buhârî, umre 6; el-Fethu'r-rabânî, XI, 52.
[152] Zeylaî, Nasbu'r-râye III, 147.
[153] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 346.
[154] Aynı yer.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/433-434.
[156] Buhârî, hac 34; Menâkibû'I-ensâr 26; Müslim, hac 198;
Nesâî, menâsik 76; Dârimî, mukaddime 14; Ahmed b. Hanbel, I, 252, 261.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/434.
[157] el-Fethü'r-rabbânî, XI, 55.
[158] Buhârî, hac 71.
[159] el-A'raf, (7) 95.
[160] İbn Kuteybe, Tefsirü Garîbi'l-Kur'ân, 170.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/434-436.
[162] Tirmizî, hac 95; İbn Mâce, menâsik 24, Ahmed b.
Hanbel, VI, 375.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/436-437.
[163] el-Fethü'r-rabbânî, XI, 34.
[164] Bak 1989 no'iu.hadis.
[165] bkz. 1889 no'lu hadis.
[166] bk. Tirmizî, hac 95, (III, 277).
[167] bk. Tekmiletu'l-Menhel, II, 156-157.
[168] el-Felhü'r-rabbânî, XI, 33.
[169] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/437-439.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/439-440.
[171] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/440-441.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/441-442.
[173] el-Fethü'l-bârî, III, 392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/442-443.
[174] îbn Mâce, menâsik 45; Tirmizî, hac 93.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/443-444.
[175] Buhârî, cezâussayd 27.
[176] İbn Hacer, el-Fethü'1-Bârî, III, 391.
[177] Tekmiletu'I-Menhel, II, 161; ayrıca bak. Fethu'1-Bârî,
aynı yer.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/444-445.
[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/445.
[180] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/445-446.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/446.
[182] Buhârî, umre 3; Müslim, hac 219; Ahmed b. Hanbel, II, 180, VI, 228.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/446.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/447.
[184] Müslim, hac 217, 220; Buhârî, meğâzî 35; Tirmizî, hac
6-7; Ibn Mâce, menâsik 50; Da-rimî, menâsik 39; Ahmed b. Hanbel, I, 246, 321;
II, 39; III, 134, 256; IV, 297.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/447.
[185] Beyhâkî, es-Siinenü'1-kübrâ, V, 219.
[186] el-Bakara (2), 194.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/447-449.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/449.
[189] Buharı, meğâzî 35; Müslim, hac 217, 220; Tirmizî, hac
6-7; Ibn Mâce, menâsik 50; Dâe-rimî, menâsik 39; Ahmed b. Hanbel, I, 246, 321;
II, 139; III, 134, 256, IV, 297.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/449-450.
[190] el-Enfal (8), 41.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/450-451.
[192] bk. 1875 numaralı hadis.
[193] Beyhakî es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 344.
[194] Aynı yer.
[195] Aynı yer.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/451.
[197] Buharî, hayız 115, hac 3, umre 6, cihâd 125 Müslim,
hac 135, 136; Dârimî, menâsik 41; Ahmed b. Hanbel, I, 197-198; III, 309, 394;
VI, 164.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/452.
[198] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/452.
[199] bk. 1781 no'Iu hadis.
[200] bk. 1785 no'lu hadis.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/453.
[202] Müslim, hac 217; Nasaî, menâsîk 104; tirmizî, hac 90;
Dârimî, menâsik 41; Ahmed b. Hanbel, III, 426, 427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/454.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/454.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/455.
[205] Buhârî, megâzî 43; Müslim, cihad 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/455.
[206] Buhârî, sulh 7.
[207] Nesâî, menâsik 121.
[208] Tekmiletu'l-Menlıel, II, 172.
[209] Âsim Koksal, İslamiyet ve Hz. Muhammet), VII, 350.
[210] A. Koksal, a.g.e., VII, 351.
[211] Beyhakî, es-Sünenü’1-kübrâ, V, 219.
[212] Buhârî, Muhsâr 1.
[213] el-Bakara (2), 196.
[214] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, II, 130;
Tekmiletu'l-Menhel, II, 173.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/455-458.
[216] Müslim, hac 335; Nesâî, menâsik 204; îbn Mâce, menâsik
61; Ahmed b. Hanbel, I, 211; II, 34; V, 210; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V,
144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/458-459.
[217] Nevevî, Şebrü Müslim VIII, 193.
[218] Aliyyu’l-Kârî, Mirkatü'l-mefâtîh, III, 198.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/459.
[219] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/459.
[220] Ahmed b. Hanbel, VI, 295; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ,
V, 137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/460-461.
[221] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/461.
[222] bk. 1978 numaralı hadis.
[223] Nesâî, menâsik 231.
[224] bk. 1745 numaralı hadis
[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/461-462.
[226] Buhârî, hac 129; Tirmizî, hac 80; îbn Mâce, menâsik
77; Ahmed b. Hanbel, 1, 288, 309; VI, 215, 243; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V,
144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/462.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/462-463.
[228] İbn Mâce, menâsik 77; Muvatta, hac 111; Ahmed b.
Hanbel, II, 41-42; Beyhakî, es-Sünehü'l-kübrâ, V, 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/463.
[229] M. Zihnî, Ni'met-i İslâm, 620.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/463-464.
[230] Buhârî, hac 144; Müslim, hac 379-381, Tirmizî, menâsik
97, 99; İbn Mâce, menâsik 82; muvatta, hac 122; Darimî, menâsik 85; Ahmed b.
Hanbel, I, 222; Beyhakî, es-Sünenü'l-kiibrâ, V, 161.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/464.
[231] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/464.
[232] İbn Mâce, hac 82.
[233] Beyhakî, es-Siincnü'l-kübrâ, V, 121-122.
[234] Müslim, hac 380; Buharî, hac 144.
[235] Kâsânî, Bedâyi', II, 143.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/464-465.
[236] Buhârî, hac 129, 145, 151, talâk 43; Müslim, hac 128,
384; Tirmizî, hac 97; İbn Mâce, menâsik 83, Muvatta, hac 225-226, 228, Ahmed b.
Hanbel, VI, 38-39, 82, 85, 99,122, 164, 185, 193, 202, 207, 213, 224, 231, 253,
431.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/466.
[237] Buhârî, hac 129.
[238] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/466-467.
[239] el-Fethü'r-rabbânî, XII, 10.
[240] Buhârî, hac 145.
[241] İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 462.
[242] Mecmeu'z-zevâid, 281.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/467-468.
[244] Ahmed b. Hanbel, III, 416, Tahavî, Şerhu meâni'l-Asâr I, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/469.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/469.
[246] Tahavî, Şerhu Mefini'l-Asfir; II, 233, Mecmeu'z-zevâid
III, 281.
[247] Tirmizî, hac 99.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/470.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/470.
[250] Buharı, hac 33; Müslim hac 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/470-471.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/471.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/471.
[253] Buhârî, hac 33; Müslim, hac 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/471-472.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/472.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/472.
[256] Ahmed b. Hanbel, VI, 436-437 Nesâî, menâsik 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/473.
[257] el-İsabe VIII, 256. (Tahkikli
baskı).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/473.
[258] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/473.
[259] Buhârî, hac 147; Müslim, hac 339-340; Tirmizî, hac 82;
İbn Mâce, menâsik 81; Ahmed b. Hanbel, VI, 41, 190, 207, 225, 238; Bı;yhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 161.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/474.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/474-475.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/475.
[262] Müslim, hac 342.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/475.
[263] 2010 numaralı hadis-i şerif.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/476.
[265] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/476.
[266] Buhârî, hac 45; cihâd 18; tevhîd 31; menâkıb 39,
meğâzî48; İbn Mâce, menâsik 26, Ahmed b. Hanbel, II, 238; Müslim, hac 439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/476-477.
[267] îbn Hacer, Fethü'l-Bârî, IV, 197.
[268] Buhârî, hac 45.
[269] Buharı, Megâzî 48.
[270] Aynı yer.
[271] Aynı yer.
[272] İbn Hacer, Fethü'1-Bârî, IV, 197.
[273] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 197.
[274] Miras, Kâmil, Tecrîd Tereemesi, VI, 183-184. (birinci
baskı).
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/477-479.
[276] Buhârî, hac 45; Müslim, hac 343, el-Fellıii'r-rabbânî,
XII, 228; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/479.
[277] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/480.
[278] Buhârî, hac 148; Darimî, menâsik 86, Ahmed b. Hanbel,
II, 28-29, 100, 110, 124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/480.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/480.
[280] Buhârî, hac 148; Zurkanî, Şerhu'l-Muvatta, II, 258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/481.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/481.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/481.
[283] Buhârî, ilim 23-24, 26, hac 125, 131, eyman 15;
Müslim, hac 327, 331, 333; Tirmizî, ;ıac 54, 76, İbn Mâce menâsik 74, Dârimî,
menâsik 65, Muvattâ, hac 242; Ahmed b. . hanbel, II, 2, 159-160, 192, 202, 210,
217, III, 326, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/482.
[284] el-Fethü'r-rabbani, XII,.207.
[285] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/483.
[286] Usâme b. Şerîk es-Sa'lebî. Buhârî onun sahâbî olduğunu
kaydeder. Rivayetleri vardır. Sünen sahipleri, Ahmed b. Hanbel, îbn Huzeyme,
tbn Hibban ve Hâkim hadislerim tahriç etmişlerdir. Ziyad b. Alâka Usâme'den
hadis rivayet etmekte teferrüd etmiştir. (Tekmiletu'l-Menhel, II, 196.)
[287] Tahavî, Şerhu me'âni'1-âsâr, I, 423; Beyhaki,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/484.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/484-485.
[289] el-Muttalib b. Ebî Vedâ'a el-Haris b. Ebî Sabîre b.
Said es-Sehmî el-Kureşî. Hz. Peygamber ve Hz. Hafsa'dan hadis rivayet etmiş
bir sahâbîdir. Kendisinden de çocukları Kesir, Ca'fer ve Abdurrahman ile İkrime
b. Halid ve es-Sâib b. Yezîd hadis rivayet etmiştir. Müs-lüm ve Sünen sahipleri
onun rivayetlerine eserlerinde yer vermişlerdir. Bedir Savaşında babası Ebû
Vedâ'a esir edilmişti. Hz. Peygamber, "Onun akıllı, zengin bir oğlu var,
babasının fidyesini vermeye gelecektir" buyurmuş, el-Muttalib gizlice
gelip 4000 dirhem fidye verip babasını kurtarmıştı. Kureyşliler kendisini
ayıplamışlar o da "Babamı esîr alarak bırakamazdım" cevabını
vermiştir. "Muhammed'in ümitlendirmemek için fidye vermekte acele etmemeye
karar almış olan Kureyş bundan sonra fidye vererek esirlerini kurtarmaya
başlamışlardır. (Tekmiletu'l-Meo'el, II, 198.)
[290] Nesâî, menâsik 163; İbn Mâce, menâsik 33: Ahmed b. Hanbel,
VI, 399; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, II, 273.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/487-488.
[292] Şerhu'l-Mukanna", I, 632.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/488.
[294] Buhârî, ilim 39, cenâiz 76; büyü 27; diyât 8; sayd 8,
9 megâzî 51; Müslim, hac 446; Tir-mizî, hac 1, diyât 13; Nesaî, menâsik 111,
120; İbn Mâce, menâsik 103, dârimî, buyu1 60; Ahmed b. Hanbel, I, 253, II, 238,
256, III, 23, 238, 336, 394; IV, 31, 32; VI, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/489-490.
[295] M. Asım Koksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Medine
Devri), VIII, 292.
[296] M.Asım Koksal, Diyanet Dergisi, Özel Sayı, IX, 1970.
[297] M.A.Köksal, Hz. Muhammed (Mekke Devri) 38-39.
[298] Eşref Edip, Asr-ı Saadet, (Peygamberimizin ashabı) I,
84-86.
[299] M.A. Koksal, Hz. Muhammed, (Mekke Devri), 42-43.
[300] Ahmed b. Hanbel, II, 207.
[301] Ahmed b. Hanbel, II, 179.
[302] İbnu'1-Esir, en-Nihâye fibarîbİ'l-Hadis, I, 343; A.
Davudoğl.u, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII, 386.
[303] Ahmed b. Hanbel, II, 207.
[304] Buhârî, cezâüssayd 8.
[305] Ali İmran (3), 98
[306] Buhârî, buyu 53.
[307] Ferhü'1-Bârî IV, 321.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/490-497.
[308] Buhârî, cezâüssayd 8.
[309] bk. Mecelle, md. 14.
[310] İbn Kudâme, el-mugnî, III, 350.
[311] Aynî, Umdetu’l-Kârî, X, 189.
[312] İbn Kudâme, el-Mugnî, III, 514-515.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/497-500.
[314] Buhârî, cezâu's-sayd 9, 10; buyu' 28; lukata 7; cizye
22; diyât 8, Müslim, hac 445, 447, 464; Nesâî, hac 110, 120; Dârimî, buyu' 60;
Ahmed b. Hanbel, I, 119, 253, 259; Beyha-kî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/500-501.
[315] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII,
119; tbn Kudame, el-Mugnî, III, 351.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/501.
[316] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/501.
[317] Tirmizî, hac 51; İbn Mâce, menâsik 52; Dârimî, menâsik
87, Ahmed b. Hanbel, VI, 187, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/501-502.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/502.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/502.
[320] Feyzu'l-Kadîr, I, 182, (hadis no: 232, 233).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/503.
[321] el-Hac (22), 25.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/503.
[323] Müslim, hac 347; Ahmed b. Hanbel, I, 372.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/504.
[324] Davudoğlu, Sahih-i Müslim terceme ve şerhi, IX, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/505.
[325] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/505-506.
[326] Buhârî, menakibu'l-ensâr 47; Müslim, hac 441, 443,
Tirmizî, hac 101; îbn Mâce, ikâme 76; Dârimî, salât 180;.Ahmed b. Hanbel, V,
52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/506.
[327] Nevevî, Şerhü Müslim, IX, 122.
[328] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî VIII, 268.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/507.
[329] Bazı nüshalarda bu başlık şeklindedir.
[330] Buhârî salât 96; Müslim, hac 388; Nesâî, kıble 6;
Muvatta, hac 193; Ahmed b. Hanbel, II, 113, 138.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/507-508.
[331] el-Maide (5), 97.
[332] Âl-i İmrân (3), 96.
[333] Hamidullah M. İslâm Müesseselerine giriş, 25.
[334] M. Hamidullah, a.g.e., 25.
[335] el-Bakara (2), 127.
[336] Miras, Kâmil, Tecrid Tercemesi, VI, 17.
[337] bk. Buhârî, cihâd 127.
[338] Buhârî, hac 51; İbn Hacer, Fethu'1-Bârî IV, 210.
[339] Buhârî, salât 96.
[340] Muvatta', hac 193.
[341] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII, 52.
[342] Buhârî, hac 51.
[343] Zürkânî, Şerhû'l-muvatta' III, 200.
[344] Müslim, hac 395-396.
[345] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 82. (Müslim, hac 388).
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/508-512.
[347] Heysemî, Mecme'u'z-zevâid, II, 293; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ,
V, 158.
[348] İbn Hacer, Fethu'1-bârî, IV, 212, Zafer Ahmed,
İ'lâu's-Sünen, X, 115.
[349] Tirmizî, hac 45; İbn Mâce, menâsik 79; Ahmed b.
Hanbel, VI, 138.
[350] Beyhakî es-Siinenü'1-kübrâ, V, 158; Hakim, Müstedrek,
I, 479.
[351] el-Bakara (2), 144.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/512-514.
[353] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/514.
[354] Buhârî, salât 96; hac 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 7/514.
[355] Müslim, hac 389, 391.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/514.
[356] Müslim, hac 391.
[357] Buhârî salât 30; Nesâî, menâsik 127; Dârimî, menâsik
43; Ahmed b. Hanbel, II, 75, III, 410; VI, 12, 14.
[358] Fethu'l-Bârî II, 46.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/515.
[360] Sadece Ebû Dâyûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/516.
[361] Buhârî, salât 30, Nesâî, menâsik 127; Dârimî, menâsik
43, Ahmed b. Hanbel, 1, 75, III, 410, IV, 12, 14.
[362] Buhârî, salât 30.
[363] Nesâî, menâsik, 127.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
7/516.
[365] Buhârî, hac 54, enbiyâ 8, meğâzî, 148; Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, V, 158.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/517.
[366] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 215.
[367] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 158.
[368] Buhârî, hac 54.
[369] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 158.
[370] el-Mâide (5), 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 7/517-518.
[371] İbn Hacer, Fethü’l-Bari IV, 215.
[372] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 7/518-519.
[373] Bazı nüshalarda bu bab başlığı (Terceme), şeklindedir.
[374] Tirmizî, hac 98; Nesâî, menâsik 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/7.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/7-8.
[376] Buharı, hac 42.
[377] Müslim, hac 401.
[378] Şazervân veya şazirvân Kabe'nin temelinin içeriye
doğru inceldiği kısımdan itibaren dışarıda kalan 2/3 arşın yükseklikteki
kâbe'nİn etrafını çeviren bir nevi kaldırım. (Tafsilât için bk. el-Ezrâkî, Kabe
ve mekke Tarihi, çeviren: Y.V. Yavuz, s. 290.)
[379] Teysiru'l-Vüsûl, 1, 267-268.
[380] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/8-9.
[381] Bazı Ebû Dâvûd nüshalarında bu başlık yoktur.
Concordance da bu başlığa numara vermemiştir.
[382] Tirmizî, hac 45; Ahmed b. Hanbel, VI, 137; İbn Mâce,
menâsik 79, Beyhakîes-Sünenü'l-kübrâ, V, 159.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/10.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/10-11.
[384] Nevevî, Şerhu'l-Mühezzeb, VIII, 270.
[385] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/11.
[386] Ahmed b. Hanbel, IV, 68; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, II, 438.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/11-12.
[387] el-Fethü'r-rabbânî, III, 66.
[388] el-Fethü'r-rabbânî, III, 67; Kâmil Miras, Tecrid
Tercemesi, VI, 49, 50, 139. (I. Baskı).
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/12.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/12.
[391] Buhârî, hac 48; İbn Mâce, menâsik 105; Ahmed b.
Hanbel, III, 410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/13.
[392] Müslim, hac 400.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/13-14.
[394] Şerhu'I-Mühezzeb, VII , 459.
[395] İbn Hacer, FethıTl-Bârî, IV, 203; Beyhakî
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 159.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/14-15.
[397] Ahmed b. Hanbel, I, 165; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/15-16.
[398] Koksal, M. Âsim, Hz. Muhammed (a.s.) ve İslâmiyet,
VIII, 449.
[399] İbn Kayyım, Zâdul-meâd, II, 198.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/16-17.
[400] Şevkânî, Neylû'-evtâr, V, 40.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/17-18.
[402] Buhârî, mescid-i Mekke 1, 6, savm 67; sayd 26; Müslim,
hac 415, 512; Tirmizî, salât 126; Nesâî, mesâcid 10; Dârimî, salât 132, Ahmed
b. Hanbel, II, 234, 238, 278, 501; III, 7, 34, 45, 51, 53, 64, 71, 77, 78, 93,
VI 7, 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/18.
[403] Ahmed b. Hanbel, VI, 7.
[404] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim tercemesi ve şerhi, VII,
199-200.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/18-19.
[406] N.Erdoğan, Şîfâ-i Şerîf Türkçe Tercemesi, 474.
el-Aclûna Keşfu'l-hefâ'da 2489 no'lu hadis ile ilgili verdiği bilgiler, bu
hadislerin senedlerinin zayıf olduğunu belirtiyor.
[407] bk. 3235 no'lu hadis-i şerîf.
[408] Ahmed b. Hanbel, III, 64.; Mecmeu'z-zevâid, IV, 3.
[409] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII,
200.
[410] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 106; Tek miletu'l-Menhel,
II, 236.
[411] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII,
200-202.
[412] Mecmeu'z-zevâid IV, 7.
[413] Ahmed b. Hanbel, II, 343; İbn Mâce, ikame 195.
[414] İbn Mâce, ikamet 198.
[415] Aliyyu'1-Kârî, Mirkatü'l-Mefâtih, I, 477.
[416] bk. 1044 no'lu hadisi-şerif.
[417] Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mace, menâsik 103; Dârimîğ,
siyer 66; Ahmed b. Hanbel, IV, 305.
[418] Buhârî, mescid-i Mekke 5; Medine 12; rikak 53, i'tisam
16, Tirmizî, Menakib 67; Nesâî, mesâcid 7; 10-11; Muvatta, kıble 5; Ahmed b,
Hanbel, III, 4.
[419] Mecmeu'z-zevâid, III, 299.
[420] Fethu'l-Bârî, III, 310.
[421] Zürkani, Şerhu'l-muvatta, II; 170.
[422] Müslim, hac 459.
[423] Müslim, hac 473.
[424] Müslim, hac 496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/19-25.
[425] Buhârî, medine I; Müslim, hac 463, 467, 470; Tirmizî,
velâ 3; Ahmed b. Hanbel, I, 81, 126, 151, 187, 190, 309, 317, 318, 328, II, 398, 418, 450; III, 322; IV, 186, 187,239.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/25-26.
[426] Ahmed b. Hanbel, I, 122.
[427] Ahmed b. Hanbel, 1, 11^9; Nesaî, kasâme 9, 13.
[428] Müslim, edahi 45.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/26-28.
[430] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 199; Ahmed b. Hanbel,
I, 168; Nevevî, Şerhü Müslim, IX, 139, Ayrıca bk. biraz sonra gelecek 2037
no'lu Ebû Dâvûd hadisi.
[431] Müslim, hac 458.
[432] Müslim, âdâb 30; Tahâvî, Şer'u meâni'1-âsâr, IV, 195.
[433] Aynı yerler.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/28-29.
[435] Ahmed b. Hanbel, I, 119; Beyhaki, es-Sünenü'I-kübrâ,
V, 201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/29-30.
[436] Ahmed b. Hanbel, I, 119.
[437] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/30.
[438] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/31.
[439] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/31.
[440] Müslim, hac 472.
[441] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, V-37; el-Azimâbadî,
Avnü'l-ma'bûd, VI, 22; Bilmen, Ö. Nasuhî, Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, IV, 128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/31.
[442] Müslim, hac 462.
[443] Buhârî, Medine 4, cihâd 71, 74; enbiya 10; buyu 53;
megâzî 37, da'vât 35; i'tisâm 16; Müslim, hac 445, 446, 455-459, 463-464,
471-472, 475, 478; Tirmizî, menakıb 67; Ne-sâî, menâsik 110-111, 120, İbn Mâce,
menâsik 104; Muvatta, Medine 10-11; Ahmed b. Hanbel, I, 119, 160, 181, 185; II,
236; 279, 487; III, 33, 149, 159, 240, 243, 336, 343, 393, IV, 31-32, 40, 77,
141; V, 181, 192,309, 318, 329.
[444] Ahmed b. Hanbel, III, 393.
[445] Müslim, hac 475.
[446] İbn Hacer, Fethu'I-Bârî, IV, 454.
[447] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/31-33.
[448] Müslim, hac 461, Ahmed b. Hanbel, 1, 168; Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, V, 199.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/33.
[449] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/33-34.
[450] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 138.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/34-35.
[452] bk. Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 199.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/35.
[453] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 199.
[454] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/35-36.
[455] Beyhakî, es-Sünenü'I-kübrâ, V, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/36.
[456] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/36.
[457] Buharî, fadlu's-salat fî mescidi Mekke 3, 6; Müslim,
hac 515-522, Nesâî, mesâcid, 8-9;Muvatta, sefer 71; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 30,
57, 58, 65, 73, 80, 101, 155.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/36-37.
[458] et-Tevbe (9), 108.
[459] Nesâî, Mesacid 8.
[460] Müslim, hac 514.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/37-38.
[461] Nesâî, mesacid 9; İbn Macc, İkamet 197.
[462] Mecmeu'z-zevâid, IV, 11.
[463] İbn Mâce, İkâme 197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/38.
[464] Ahmed b. Hanbel, II, 527.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/38-39.
[465] el-Azimabâdî, Avnu'l-mabûd, VI, 27-28; Süyûtî, el-havi
li'I fetâvâ, II, 147.
[466] Avnu'l-mabûd, VI, 29.
[467] Feyzu'l-kadir, V, 467.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/39-40.
[469] İbn Mâce, ikâme 79.
[470] Müslüm, fedâil 164; Nesâî, kıyâmu'1-leyl 15; Ahmed b.
Hanbel, III, 148, 248.
[471] Yunus (10), 10.
[472] Müslim, iman 278.
[473] Müslim, iman 267.
[474] Al-i İmrân (3)., 169.
[475] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/40-41.
[476] Ahmed b. Hanbel, II, 367.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/42.
[477] Müslim, müsâfirîh 211.
[478] İbn Mâce, cenâiz 47.
[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/42-43.
[480] Münavî, Feyzu'l-Kadîr, IV, 199.
[481] Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, IV, 199.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/43.
[483] Ahmed b. Hanbel, I, 61; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, V,
249.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/43-44.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/44.
[485] bk. Keşfu'1-Hafâ, II, 250; Aliyyü'l-Kârî,Şerhü’ş-Şifâ,
II, 149. Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 2.
[486] Buhârî, fadlu's-salât fi mescidi Mekke tû'I-Medine 5.
[487] el-Müttekî, Kenzu'l-Ummal, XII, 259 (hadis no: 34939)
el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 8.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/45-48.
[489] Buhârî, hac 13; Müslim, hac 430; Nesâî, menâsik 24;
Muvatta, hac 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/48.
[490] bk. Buhârî, hac 15.
[491] Buhârî, hac 16; Müslim, hac 434.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/48-49.
[492] Nevevî, Şerhu Müslim, IX, 115.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/49.
[493] Muvatta, hac 69.
[494] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/49.
[495] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, VII, 100,
102.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/50.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/50.