(Bu bölümde beş fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
KADERE İMAN
*
İKİNCİ FASIL
KADERLE AMEL
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
KADERE RIZA
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ÇOCUKLARIN HÜKMÜ
*
BEŞİNCİ FASIL
KADERİYE FIRKASININ ZEMMİ
Kader İslam itikadının altı esasından biridir. Hayır ve şer her
şeyin Allah'ın takdiri ve bilgisi tahtında cereyan ettiğini, tesadüfün
olmadığını ifade eder. Ragıb, lügat açısından bu kelimenin kudret ve ilimle olan makdura delalet
ettiğini söyler.
Kaza kelimesine gelince, bu da kadere yakın bir mânada kullanılmıştır. Alimler değişik
ifadelerle ikisi arasındaki farkı belirtmeye çalışırlar.
* Kirmani'ye göre kaderden murad, Allah'ın hükmüdür.
* Ulema çoğunluk itibariyle, "Kaza: Allah'ın ezelde
verdiği küllî icmalî hükmüdür. Kader ise, bu külliyatın tafsilatı ve
cüziyyatıdır" demiştir.
* Ebu'l-Muzaffer İbnu's-Sem'ani der ki: "Bu meselenin
bilinmesi sırf kıyas ve akılla olmaz,
Kitap ve sünnetle olur. Dolayısıyla tevkifîdir. Öyleyse kim tevkiften (yani
Kitap ve sünnetin açıklamasından) dışarı
çıkar, şahsî yoruma kaçarsa dalalete düşer ve şaşkınlıklar deryasında boğulur.
Aklını ve kalbini tatmin edecek doyurucu
bir neticeye ulaşamaz. Çünkü kader, Allah'ın sırlarından biridir. O'nun ilmini
alîm ve habir olan Zat-ı Zülcelal kendine mahsus kılmış kaderin önüne perdeler koymuştur.
Sadece Allah tarafından bilinen
hikmetler sebebiyle, kader bilgisi insanların akıl ve irfanlarından uzak
tutulmuştur. Kaderi bu sebeple, ne mürsel bir peygamber ne de mukarreb bir
melek bilemez. Bazı alimler: "Kaderin sırrı onlara da cennete girdikleri
zaman açılır, cennete girmezden önce onlara da
açılmaz" demiştir."
İbnu Hacer'den kaydettiğimiz bu açıklamaların her zaman için
canlılığını muhafaza eden bir meselede bazı sorularımızı çözmede yetersiz
olacağı açıktır. Bu sebeple, bu mesele üzerine, günümüz insanını aydınlatma
maksadıyla kaleme alınmış Kader Nedir? adlı bir kitaptan, kaza ve kaderin ne
olduğunu açıklayan bir pasajı okuyucularımıza aynen aktarıyoruz. Eserin tamamı,
bu meseleyi etraflıca tahlil etmede ve bütün meselelerde ikna edici açıklamalar
sunmaktadır. Eser, halk için hazırlanmış olması sebebiyle, eski alimler
tarafından yapılan açıklamaların zorluğu bunda yoktur. Her mesele misallerle zenginleştirilmiş
ve kolaylaştırılmıştır[1].[2]
Kader ve kaza
meselesi, bütün İslam alimlerinin ve felsefecilerinin fikirlerini uzun zaman
meşgul etmiştir. Fıkıh ilminin hikmet ve esaslarını ortaya koyan büyük müçtehidler
de bu mesele ile yakından ilgilenmişler ve kadere imanın, iman ve İslamiyet'in
bir kalesi hükmünde olduğunu belirtmişlerdir. Bu zatlar ilim, irade, kudret
gibi kemal sıfatlara sahip olan Allahü Azimüşşan'a iman eden her bir mü'minin,
bu iman hakikatini de kabul etmesinin zaruri olduğunu ifade etmişlerdir.Kader
ve kaza, Cenab-ı Hakk'ın irade ve kudret sıfatlarının zaruri bir lazımıdır.
Zîra şu kainatın ve içinde cereyan eden hâdiselerin tamamı bir ilme dayandığı
gibi, meydana gelmeleri de bir kudretle gerçekleşmiştir. Onları bilen ve
yaratmaya kudreti yeten zat, onların yokluktan varlığa çıkmalarını irade
etmiştir. İşte, Hazret-i Allah'ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatlarıyla
yarattığı bu kainat ve şu hadiseler, elbette ki bir tayin ve takdire, bir plan
ve esasa dayanmaktadır. En kısa ifadesiyle, kader bu planın takdir edilmesi, kaza ise icra
edilmesi, yani yerine getirilmesi demektir. Kader ve kaza daha geniş olarak
şöyle tarif edilmektedir:
Kader,
varlıkların ve hâdiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla sebepleri ve
şartlarıyla, haiz olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine
gelecekleri zaman ve mekanlarıyla Cenab-ı Hak tarafından ezelde tayin
buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.
Kaza ise,
ezelde takdir olunan her şeyin Cenab-ı Hakk'ın halk ve icadıyla vücud sahasına
çıkması demektir.
Bu tariflere
göre, kader ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır ve kader,
kazadan öncedir. Diğer taraftan, kader, kazadan daha şümullüdür. Çünkü, her
kaza olunen şey kaderde vardır, fakat kaderde olan herşey kaza olmamıştır.
Yani, bir şeyin varlık sahasına gelmesi hem kaza, hem kaderdir. Yaratılmayan
şeyler ise kaderdedir, fakat kaza edilmemiş, yani meydana gelmemişlerdir.
Kaderin kazadan daha geniş
ve etraflı olmasının diğer bir yönünü misallerle açıklamaya çalışalım:
Bir insan, Cenab-ı Hakk'ın yasakladığı fiilleri işlerse isyankâr
olur. Aynı insan Allahu Azimüşşan'ın emirlerini yerine getirirse, salih bir kul
ve makbul bir insan olur. İşte, birbirine zıt olan bu iki netice de kaderdir.
Yani, Cenab-ı Hakk asi ve salih olmanın yollarını ezelde böylece tayin ve
takdir buyurmuştur. Buna göre, bir kimse bu iki sebepten hangisine teşebbüs
eder veya bu iki yoldan hangisinde giderse onun neticesine varır. İşte, bu
neticenin yaratılması kazadır ve aynı zamanda İlahî takdirin gereği olduğu için
de kaderdir.
Diğer bir misal verelim:
İnsanlar terakki ve refahın sebepleri
olan ilim, fen ve sanatta faaliyet gösterirlerse huzur ve saadate kavuşurlar.
Aksi yolda gidenlerse, cehalet ve yoksulluğun
hükmü altında hayatlarını mahvederler. İşte, bu iki netice de kaderdir. Yani,
Cenab-ı Hak ilerleme ve gerilemenin yollarını yukarıda ifade ettiğimiz tarzda
takdir etmiştir. Bir milletin, birinci yolu seçerek ilerlemesi halinde bu
netice hem kaza hem kaderdir. Aksi yolu
tutarak geri kalması durumunda ise kaderi, zillet ve sefalet olacaktır. Bu
ikinci halde, terakki kaza edilmemiştir.
Bu mevzuyu biraz daha açıklayalım: Siz arazinizi ağaçlandırmaya
teşebbüs ederek gerekli bütün sebepleri yerine getirdiğinizde, O Mukaddir-i
Hakim'in size ağaç ve meyve ihsan etmesi hem kader, hem de kazadır. Arazinize
ağaç dikmediğiniz zaman kaderiniz, ağaçsız kalmaktır, lakin bu durumda kaza
bahis konusu değildir. Zîra, ağaç yaratma olayı vuku bulmamıştır. Aynı şekilde,
bir ailenin çocuğa sahip olması hem kader, hem kazadır. Çocukları olmaması ise
kaderdir, fakat kaza değildir. İşte, bu yönden de kader kazadan daha
ihatalıdır.
İnsanla ilgili kaderi ikiye ayırabiliriz. Birincisi, insanın kendi
irade ve kudretiyle işlediği fiil ve amellere bağlıdır. İkincisi ise, onun
irade ve kudreti dışında meydana gelen hâdise ve hallere aittir. Birincisinin
meydana gelmesine, insanlar irade ve arzuları ile kendileri sebep
olmaktadırlar. Şöyle ki: Cenab-ı Hakk fertlerin ve cemiyetlerin dünya ve ahiret
saadetleri için takip etmeleri gereken yolu tayin ve takdir etmiştir. Bu yolda
gidenler saadet ve selamete ererler;
aksi halde felaket ve yoksulluğa düşerler. Çünkü, O Hakim-i Adil, saadet
sebeplerine tevessül edenlere saadet, felaket sebeplerine teşebbüs edenlere de felaket takdir buyurmuştur. Kur'an-ı
Kerim'de, "Bir kavmin fertlerinin kendi safvet ve ahlaklarını fesada tebdil etmedikçe,
Allah'ın o kavmin nimet ve saadetini
tağyir etmeyeceği" beyan edilmektedir. Yani, herkesin, fert olsun cemiyet
olsun
kendi
mukadderatına kendisinin sebep olduğu ifade buyurulmaktadır. İnsanın kendi
kaderini tayin etmesi bu mânaya göredir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allahu Teala dünya ve ahiret nimetlerinin birtakım
sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şarta bağlamıştır. Öyle
ise, onların sebepsiz meydana gelmesini arzu etmek İlahî kanunlara zıttır.
Allah'tan herhangi bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine
getirmektir. Halık-ı Zülcelal'dan çocuk istemenin yolu evlenmek, meyve
istemenin yolu ağaç dikmek olduğu gibi, cennet istemenin yolu da İlahi emirlere
uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bunların hepsi Allah'ın takdiridir. Bizler,
kadere iman eden kimseler olarak, bu İlahî takdire boyun eğmek ve istediğimiz
nimetlerin sebeplerine teşebbüs etmek durumundayız. Ağaç dikmeksizin meyve istemek gibi, ibadet etmeksizin ebedî
saadet beklemek de takdire karşı
gelmektir ve cezası, o nimetten mahrum kalmaktır.
İşte, bizim bilhassa üzerinde duracağımız kader, insanın kendi
iradesiyle ilgili olan kısımdır. İkinci kısım olan ve insan iradesi dışında
meydana gelen kaderin ise sebepleri insanlarca bilinmemektedir. "Akıl
mahluktur, halıkını (yaratıcısını) ihata edemez" kaidesince, insan aklı kaderin bu ikinci
kısmına ait hikmet ve sırlara vakıf olamaz. Bir insanın erkek veya kadın olması, dünyaya geldiği asır
ve belde, ömür süreceği müddet, anne ve babasının kim olacağı gibi hususlar bu
kısma misal olarak verilebilir. Bu ve benzeri meselelerdeki İlahî takdirin
sırrını anlamaya zorlanmak insanı helake götürür. Bu sırlar ahirette, adalet
gününde bütün incelikleriyle görünecektir. İşte Peygamber Efendimiz'in
(s.a.v.) "Kader hususunda
konuşmayın. Zîra kader, Allah'ın
sırrıdır (sırrullah), Allah'ın sırrını faş etmeye kalkmayın"[3] hadis-i şerifleriyle bizi
uğraşmaktan men ettiği kader, bu kısımdır. Yoksa, kaderin birinci kısmı
üzerinde akaid alimleri büyük mesai sarfetmişler ve eserler yazmışlardır. [4]
ـ4829 ـ1ـ عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يُؤْمِنُ
عَبْدٌ حَتّى
يُؤمِنَ
بِالْقَدَرِ
خَيْرِهِ
وَشَرِّهِ،
وَحَتّى
يَعْلَمَ
أنَّ مَا
أصَابَهُ
لَمْ يَكُنْ
لِيُخْطِئَهُ،
وَمَا
أخْطَأهُ
لَمْ يَكُمْ
لِيُصِيبَهُ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4829)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi
atlatmayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalamayacağını
bilmedikçe iman etmiş olmaz." [Tirmizî, Kader 10, 2145).][5]
ـ4830 ـ2ـ
وعن
عُبَادَةِ
بْنِ
الصَّامِتْ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
أنه قال بنه
عند الموت: ]يَا
بُنَىَّ
إنَّكَ لَنْ
تَجِدَ
طَعْمَ حَقِيقَةِ
ا“يمَانِ
حَتّى
تَعْلَمَ
أنَّ مَا أصَابَكَ
لَمْ يَكُنْ
لِيُخْطِئَكَ،
وَمَا أخْطَأكَ
لَمْ يكُنْ
لِيُصِيبَكَ،
فإنِّى سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إنَّ
أوَّلَ مَا
خَلَقَ
اللّهُ
الْقَلَمَ.
فقَالَ لَهُ:
اكْتُبْ. قَالَ:
يَا رَبِّ
وَمَا
أكْتُبْ؟
قَالَ: اكْتُبْ
مَقَادِيرَ
كُلِّ شَىْءٍ
حَتّى يَوْمِ الْقِيَامَةِ.
يَا بُنَىَّ
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: مَنْ
مَاتَ عَلى
غَيْرِ هذا
فَلَيْسَ
مِنِّى[.
أخرجه أبو
داود: وهذا لفظه
والترمذى .
2. (4830)- Ubade
İbnu's-Samit (radıyallahu anh) oğluna ölümü sırasında demiştir ki:
"Oğulcuğum, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını,
kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe sen, imanın hakikatının tadını asla bulamazsın.
Zîra ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve:
"Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz!" dedi.
"Oğulcuğum, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şunu da
işittim:
"Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir."
[Ebu Davud, Sünnet 17, (4700); Tirmizî, Kader 17, (2156).][6]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadis, kadere imanın farz olduğunu, hayır olsun, şer olsun
her şeyin kaderle, yani Allah'ın takdiriyle olduğunu; bunların önceden yazılmış
olduğunu, bunun hiçbir suretle değişmeyeceğini kabul etmedikçe kişinin mü'min
sayılmayacağını ifade etmektedir.
Bu, vukua gelen her şeyin Cenab-ı Hakk tarafından önceden bilindiğini ve bu bilginin yazılmış olduğunu
ifade eder. Nitekim bir ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "De
ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve
gözeticimiz O'dur. Öyleyse mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler"
(Tevbe 51).
Sadedinde olduğumuz hadis, ayet-i kerimeyi daha açık hale
getirmekte ve dolayısıyla rıza ve tevekküle teşvik etmektedir. Kaza ve kader
bahsi, eskiden beri bazı münakaşalara menşe' olmuş, bu hususlarda müstakil
te'lifler, tahliller yapılmıştır. Hattabî, kaza ve kaderle ilgili olarak şu
kısa açıklamayı yapar: "İnsanlardan birçoğu zanneder ki, kaza ve kaderin
Allah'tan olmasının mânası, Allah'ın takdir ve kaza buyurduğuna kulu icbar ve
zorlamasıdır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Hz. Adem ve Musa
münakaşa ettiler..." hadisinin
de(36) buna delil olduğu vehmine
düştüler. Ama gerçek öyle değil. Bunun mânası: "Kulun yapacağı,
kesbedeceği şeyleri Allah'ın önceden bildiğini, onların İlahî takdirle meydana
geldiğini, hayır ve şer, her şeyin onun yaratmasıyla olduğunu ihbardır."
Kader, Kadir'in fiili ile mukadder (miktarı belirlenmiş) olarak ortaya çıkan
şeyin ismidir; tıpkı hedm, neşr, kabz gibi, bunlar da hadim, naşir ve kabızın fiilinden hasıl
olan şeye isimdirler. Arapça'da takdirle kader aynı mânayı ifade eder.
Kaza da, bu meselede halk (yaratmak) mânasına gelir. Nitekim
ayet-i kerimede "Yedi kat semavatı iki günde yarattı" (Fussilet 12)
buyrulmuştur. Durum böyle olunca mahlukat hakkındaki İlahî ilmin gerisinde
insanların kasıd ve irade ile yaptıkları irade ve ihtiyarı kullanarak
işledikleri işler, iktisablar ve eşya ile olan mübaşeret ve münasebetler var
ki, bunlar insanlar üzerinde kalmaktadır."
Hattâbî'nin açıklamasına göre, insanların iradî fiillerini,
iradelerinden ayrı mütalaa etmemek gerekir; tıpkı temel ile, bunun üzerine inşa
edilen bina gibi. Temelsiz bina olmayacağı gibi
beşerî irade olmadan da beşerî fiil olmaz. Bunları ayırmak isteyen,
binayı yıkmayı dilemiş olur. Hz. Adem,
Hz. Musa aleyhimasselam münakaşasında, Hz. Adem'in kullandığı delilin mânası
şudur: "Allah Teala Hazretleri, Hz. Adem'in cennette ağaçtan alıp
yiyeceğini ilmiyle bilmiştir. Allah'ın Adem
hakkındaki bu ilmi inkar edilip, ibtal edilmesi mümkün değildir. Bu
husus, şu ayette beyan edilmiştir: "Hani Rabbin, meleklere: "Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım"
dediğinde..." (Bakara 30) burada Cenab-ı Hak, Adem'in varlığından
önce, onu arz için yaratacağını, onu cennette bırakmayacağını, oradan arza
nakledeceğini haber vermektedir. Hz. Adem'in cennette ağaçtan alıp yemesi, Adem'in
içindeki diğer mahlukata bir halife ve vali olmak üzere asıl yaratılış hedefi
olan arza gönderilmesine bir sebep kılınmıştır. Münakaşada Hz. Adem bu mânayı
hüccet olarak kullanmış ve Hz. Musa'nın levmedici delilini kendinden
reddetmiştir. Bunun içindir ki şöyle demiştir: "Sen, benim yaratılmamdan
önce Allah tarafından takdir edilen birşey sebebiyle mi beni kınıyorsun?"[7]
ـ4831 ـ1ـ عن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]خَرَجَ
عَلَيْنَا
رَسُولُ
اللّهِ # وَفي
يَدِهِ
كِتَابَانِ.
فَقَالَ:
أتَدْرُونَ
مَا هذَانِ
الْكِتَابَانِ؟
فَقُلْنَا: َ
يَا رَسُولَ
اللّهِ إَّ
أنْ
تُخْبِرَنَا.
فقَالَ لِلَّذِى
في يَدِهِ
الْيُمْنَى:
هذَا كِتَابٌ
مِنْ رَبِّ
الْعَالَمِينَ،
فيهِ
أسْمَاءُ أهْلِ
الْجَنَّةِ
وَأسْمَاءُ
آبَائِهِمْ
وَقَبَائِلِهِمْ:
ثُمَّ
أجْمَلَ عَلى
آخِرِهِمْ،
فََ يُزَادُ
فيهِمْ وََ
يُنْقَصُ
مِنْهُمْ
أبَداً. وَقَالَ
لِلَّذِى في
شِمَالِهِ:
هذَا كِتَابٌ
مِنْ رَبِّ
الْعَالَمِينَ،
فيهِ أسْمَاءُ
أهْلِ
النَّارِ
وَأسْمَاءُ
آبَائِهِمْ وَقَبَائِلِهِمْ
ثُمَّ
أجْمَلَ
عَلِى آخِرِهِمْ
فََ يُزَادُ
فيهِمْ وََ
يُنْقَصُ
مِنْهُمْ
أبَداً.
فقَالَ
أصْحَابُهُ:
فَفِيمَ
الْعَمَلُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ، إنْ
كَانَ ا‘مْرُ
قَدْ فُرِغَ
مِنْهُ؟
فقَالَ:
سَدِّدُوا
وَقَارِبُوا،
فإنَّ
صَاحِبَ
الْجَنَّةِ
يُخْتَمُ لَهُ
بِعَمَلِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ،
وَإنْ عَمِلَ
أىَّ عَمَلٍ؛
وَإنَّ
صَاحِبَ
النَّارِ
يُخْتَمُ لَهُ
بِعَمَلِ
أهْلِ
النَّارِ،
وإنْ عَمِلَ أىَّ
عَمَلِ؛
ثُمَّ قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # بِيَدِيْهِ:
فَنَبَذَهُمَا.
ثُمَّ قَالَ:
فَرَغَ
رَبُّكُمْ
مِنَ
الْعِبَادِ،
فَرِيقٌ في الْجَنَّةِ
وَفَرِيقٌ في
السَّعِيرِ[.
أخرجه الترمذي.»السَّدَادُ«
الصواب في
القول
والعمل.و»المُقَارَبَةُ«
القصد فيهما .
1. (4831)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), elinde iki kitap olduğu halde
yanımıza geldi ve:
"Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?" buyurdular.
Cevaben:
"Hayır, ey Allah'ın Resulü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi
istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek:
"Bu Rabbülalemin'den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet
ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimleri
de mevcuttur ve sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne
de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedî olarak sabit
kalır" buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek:
"Bu da Rabbülalemin'den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş
ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır.
En sonda da icmallerini yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de
eksiltmeye yer verilir!" buyurdular. Ashabı sordu:
"Öyleyse ey Allah'ın Resulü, niye amel ediliyor? Madem ki her
şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (bir
daha yapma gayreti de niye)?"
Resulullah şu cevabı verdi:
"Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali
koruyun. Zîra, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır;
(daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de
cehennem ehlinin ameliyle sonlanır,
hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), sonra elindeki kitapları
atıp, elleriyle işret ederek dedi ki:
"Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, bir kısmı cennetlik, bir kısmı da
cehennemliktir." [Tirmizî, Kader 8, (2142).][8]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Cenab-ı Hakk'ın ezelden herşeyi bilmesi sebebiyle, insanların
ne yapacağını önceden bilip iyi amel işleyerek cennete gidecekleri bir deftere,
kötü amel işleyerek cehenneme gidecekleri de ikinci bir deftere yazdığını,
ilm-i İlahînin sabit olması sebebiyle bu yazıların hiç değişmeyeceğini
belirtiyor.
Ashab bu açıklama üzerine: "Madem ki herşey önceden yazılmış,
bunun değişmesi de mümkün olmayacağına göre, sanki kendimize kader tayin
ediyormuş gibi gayrete düşmemizin, amel işlememizin ne gereği var?"
mânasında, tabii olarak herkesin içine gelen soruyu soruyorlar. Resulullah bu
soruya: "Siz, sizce meçhul olan kaderdeki yazınızla amel etmeye kalkmayın. Siz
sizden isteneni yapmaya gayret edin. Allah sizi sizden istenene uyup
uymadığınıza göre hesaba çekecek. Öyleyse siz ifrat ve tefrite gitmeden
emredilen doğruyu işlemeye çalışın, cennetlik ve cehennemlikler, en
sonunda kaderlerindeki amele muvaffak
edileceklerdir. Hüküm, en son amellerine göre olacaktır. Bilmediğiniz kaderi
düşünmeden, size öğretilen bu esasa uygun olarak çalışın, sonunuzun iyi amelle
kapanması için gayret sarfedin!" mânasında olmak üzere "Siz
amelinizle doğruyu ve istikameti arayın, i'tidali koruyun. Zîra cennetlik
olanın ameli cennet ehlinin ameliyle sonlanır.." buyurur.
2- Bazı alimler eldeki iki kitabı "iki maddi kitap"
olarak anlarken diğer bazıları bunun mecaz olduğuna hükmetmiştir. Ancak, mecaza
hamletmeyi gerektiren bir suubet mevcut değildir.[9]
ـ4832 ـ2ـ
وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه
قال: ]كُنَّا
في جَنَازَةٍ
بِبَقِيعِ
الْغَرْقَدِ،
فأتَانَا
رَسُولُ
اللّهِ #،
فَقَعَدَ وَقَعَدْنَا
حَوْلَهُ وَبِيَدِهِ
مِخْصَرَةٌ،
فَجَعَلَ
يَنْكُتُ بِهَا
ا‘رْضَ. ثُمَّ
قَالَ: مَا
مِنْكُمْ
مِنْ أحَدٍ
إَّ وَقَدْ
كُتِبَ
مَقْعَدُهُ
مِنَ النَّارِ
وَمَقْعَدُهُ
مِنَ
الْجَنَّةِ.
فَقَالُوا:
يَا رَسُولَ
اللّهِ، أفََ
نَتَّكِلُ
على
كِتَابِنَا؟
فقَالَ:
اعْمَلُوا
فَكُلٌّ
مُيَسَّرٌ
لِمَا خُلِقَ
لَهُ. أمَّا
مَنْ كَانَ مِنْ
أهْلِ
السَّعَادَةِ
فَسَيَصِيرُ
الى عَمَلِ
السَّعَادَةِ،
وَأمَّا مَنْ
كَانَ مِنْ
أهْلِ
الشَّقَاءِ
فَسَيَصِيرُ
الى عَمَلِ
الشَّقَاءِ.
ثُمَّ قَرَأ:
فَأمَّا مَنْ
أعْطَى
وَاتَّقَى
وَصَدَّقَ
بِالْحُسْنى
فَسَنُيَسِّرُهُ
لِلْيُسْرَى
اŒية[. أخرجه
الخمسة إ
النسائي.»المخصرَةُ«
كالسّوط
ونحوه مما
يمسكه ا“نسان بيده
من عصا
ونحوها.»النَّكَتُ«
ضرب الشئ بالعصا
واليد ليؤثر
فيه .
2. (4832)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz bir cenaze vesilesiyle Bakiu'l-Garkad'da
idik. Derken yanımıza Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) çıkageldi ve oturdu.
Biz de etrafında (halka yapıp) oturduk. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğuyla yere
birşeyler çizmeye başladı. Sonra:
"Sizden kimse yok ki,
şu anda cennet veya cehennemdeki yeri yazılmamış olsun!" buyurdular.
Cemaat:
"Ey Allah'ın Resulü, dedi. Öyleyse hakkımızda yazılmasına
itimad edip ona dayanmayalım mı?
""Çalışın, buyurdular. Herkes kendisi için yaratılmış
olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet(e götüren) amelde (muvaffak)
olacaktır. Şekavet ehli olanlar da şekavet(e götüren) amelde (muvaffak)
olacaktır!"
Sonra şu ayeti tilavet buyurdular. (Mealen): "Kim bağışta
bulunur, günahtan kaçınır ve dinin en güzelini tasdik ederse, biz de ona hayır
ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız" (Leyl 5-7), [Buharî, Tefsir, Leyl,
Cenaiz 83, Edeb 120, Kader 4, Tevhid 54;
Müslim, Kader 6, (2647); Ebu Davud, Sünnet 17, (4694); Tirmizî, Kader 3, (2137)
Tefsir, Leyl, ( 3341).][10]
ـ4833 ـ3ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جَاءَ
سُرَاقَةُ
بْنُ مَالِكِ
بْنِ جُعْشَمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقَالَ:
يَارَسُولَ
اللّهِ
بَيِّن لَنَا
دِينَنَا
كأنَّا خُلِقْنَا
اŒنَ. فِيمَ
الْعَمَلُ
اŒنَ؟ أفيمَا
جَفَّتْ بِهِ
ا‘قَْمُ
وَجَرَتْ
بِهِ الْمَقَادِيرُ،
أمْ فِيمَا
يُسْتَقْبَلُ؟
قَالَ: َ. بَلْ
فيمَا جَفّتْ
بِهِ ا‘قَْمُ
وَجَرَتْ
بِهِ
الْمَقَادِيرُ.
قَالَ:
فَفِيمَ
الْعَمَلُ؟ قَالَ:
اعْمَلُوا
فَكُلٌّ
مُيَسَّرٌ
لِمَا خُلِقَ
لَهُ،
وَكُلٌّ
عَامِلٌ
بِعَمَلِهِ[. أخرجه
مسلم .
3. (4833)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Sürâka İbnu Malik İbnu Cu'şem (radıyallahu
anh) gelerek sordu:
"Ey Allah'ın Resulü! Bize dinimizi açıkla. Sanki yeni
yaratılmış gibiyiz. Şimdi amel ne husustadır: Kalemlerin kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde
mi, yoksa istikbale ait şeylerde mi
çalışacağız?"
"Hayır (istikbale ait şeylerde değil). Bilakis kalemlerin
kuruduğu, miktarların cereyan ettiği (kesinleştiği hususta!" buyurdular.
Sürâka tekrar:
"Öyleyse niye amel edelim (boşa zahmet çekelim)?" diye
sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Çalışın! Herkes yaratıldığı şeye erecektir! Herkes,
(yazıldığı) ameliyle amil olacaktır!" buyurdular." [Müslim, Kader 78,
(2648).] [11]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen iki hadis, birbirini tamamlar. İbnu Hacer'e
göre, bunlar aynı hususta farklı kimselerin sorularıdır. Tîbî, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın soruya hakimane bir üslupla cevap verdiğini
belirttikten sonra, bu cevapta muhatapların, ameli terketmekten men edildiğini,
kula vacip olan ibadetlerin yapılmasının emredildiğini, gayba müteallik
durumlarla tasarruftan zecredildiğini; netice olarak da ne ibadetin ve ne de ibadeti terketmenin
cennete veya cehenneme girmeye yegane sebep olmayacağının, bilakis bunların
sadece birer alâmet olacaklarının ifade edildiğini söyler.
2- Hadisten alimler başka hükümler de çıkarmışlardır:
* Mezarın yanında oturmak caizdir.
* Mezarın yanında ilim
konuşulabilir, mev'ize yapılabilir.
* Ehl-i Sünnete göre, şekavet ve saadet, Cenab-ı Hakk'ın
ezeldeki takdiri ile cereyan eder.
* Cebriye'nin "vukuat cebirle, kerhen olur" iddiası
yanlıştır. Çünkü, müyesser olmada (erme'de) cebir yoktur. Kişinin teysir
yoluyla bir şeyi yapmasında ikrah yoktur.
* Bu hadisten hareketle, dünyada şaki ve saidin bilinebileceğine
hükmedilmiştir. Tıpkı bir kimsenin doğru sözlülükle veya aksiyle iştihârı gibi.
Çünkü amel, bu hadisin zahirine göre, cezaya
emaredir. Ancak, bazı rivayetler, takdirin gereği, bu zahirî amelin,
bazan aksine inkılab edeceğini ifade etmektedir. Ancak esas olan şudur: Amel
alâmet ve emaredir, zahire göre hükmedilir, batınî durum Allah'a bırakılır.
Hattabî der ki: "Aleyhissalâtu vesselâm vukua gelen hâdiselerin
önceden yazıldığnı haber verince kadere yapışıp ameli terketmek isteyenler bu
takdiri kendilerine hüccet yapmak istediler. Bunun üzerine Aleyhissalâtu
vesselâm, burada biri diğerini iptal etmeyen iki şeyin varlığını onlara
bildirdi:
1) Batın: Bu Rububiyyetin hükmünde ille-i mucibedir (gerekli kılan
sebep)
2) Zahir: Kulluk hakkında
alâmet-i lazimedir (gerekli alâmet). İşte bu, neticeleri bilmede bir emaredir. Ancak kesin durumu ifade etmez. Bu
sebeple Aleyhissalâtu vesselâm herkesin yaratıldığı şeye müyesser olacağını
(ereceğini), peşin yaptığı (acil)
amelinin ileride kavuşacağı şeye delil
olduğunu beyan etmiştir. Bunun benzeri
rızıktır. Kesbi emretmiş olduğu halde rızkın Allah tarafından verildiği,
garantilendiği ifade edilmiştir. Ecel bir
başka örnektir: "Tedaviye izin verildiği halde ecelin değişmeyeceği
belirtilmiştir."
Not: Bazı alimler, Kaderiye mezhebinin kalbe atacağı şüpheden
kurtulmak için şöyle muhakeme etmek gerektiğini belirtirler: "Allah
bize amel etmeyi emretti ve bize, bu emre
imtisal etmek vacip oldu. Allah'ın takdirleri bize gaib kılınması sebebiyle onları delil yapmak da mümkün değil. Meşietinde geçmiş şeye, amel
bir alâmet kılınmıştır. Öyleyse, kim ondan yüz çevirirse dalalete düşer ve
sapıtır. Çünkü kader, Allah'ın esrarından
bir sırdır. Kendinden başka kimse ona muttali olamaz."[12]
ـ4834 ـ4ـ
وعن ابْنِ
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]حَدَّثَنَا
رَسُولُ
اللّهِ #
وَهُوَ الصَّادِقُ
الْمَصْدُوقُ.
إنَّ خَلْقَ
أحَدِكُمْ
يُجْمَعُ في
بَطْن
أُمِّهِ
أرْبَعِينَ يَوْماً
ثُمَّ
يَكُونُ
عَلَقَةً
مِثْلَ ذلِكَ.
ثُمَّ
يَكُونُ مُضْغَةً
مِثْلَ
ذلِكَ، ثُمَّ
يَبْعَثُ
اللّهُ مَلَكاً
بأرْبَعِ
كَلِمَاتٍ:
يَكْتُبُ رِزْقَهُ،
وَأجَلَهُ،
وَعَمَلَهُ،
وَشَقِيٌّ
أمْ سَعِيدٌ؛
ثُمَّ
يُنْفَخُ
فيهِ الرُّوحُ،
فوَالَّذِي َ
إلهَ
غَيْرُهُ
إنَّ أحَدَكُمْ
لَيَعْمَلُ
بِعَمَلِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ
حَتّى مَا يَكُونَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَهَا
إَّ ذِرَاعٌ فَيَسْبِقُ
عَلَيْهِ
الْكِتَابُ
فَيَعْمَلُ
بِعَمَلِ
أهْلِ
النَّارِ
فَيَدْخُلُهَا،
وَإنَّ
أحَدَكُمْ
لَيَعْمَلُ
بِعَمَلِ أهْلِ
النَّارِ
حَتّى مَا
يَكُونَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَهَا
إَّ ذِرَاعٌ
فَيَسْبِقُ
عَلَيْهِ
الْكِتَابُ فَيَعْمَلُ
بِعَمَلِ
أهلِ
الْجَنَّةِ
فَيَدْخُلُهَا[.
أخرجه الخمسة
إَّ
النّسائى.وزاد
رزين: فقال:
]إذَا وقَعَتِ
النّطْفَةُ
طَارَتْ في
الرَّحِمِ
أرْبَعِينَ
يَوْماً.
ثُمَّ تَكُونَ
عَلَقَةً
أرْبَعِينَ
يَوْماً. ثُمَّ
تَكُونَ
مُضْغَةً
أرْبَعِينَ
يَوْماً
فإذَا بَلَغَتْ
أنْ تُخْلَقَ
نَفْساً
بَعَثَ
اللّهُ مَلكاً
يُصَوِّرُهَا!
فَيَأتِى
الْمَلَكُ بِتُرَابٍ
بَيْنَ
أُصْبُعَيْهِ
فَيَخْلِطُهُ
في
الْمُضْغَةِ،
ثُمَّ
يَعْجِنُهُ،
ثُمَّ
يُصَوِّرُهَا
كَمَا
يُؤْمَرُ.
فَيَقُولُ:
أذَكَرٌ أمْ
أُنْثى،
أشْقِىٌّ أمْ
سَعِيدٌ،
وَمَا عُمْرُهُ،
وَمَا
رِزْقُهُ،
وَمَا
أثَرُهُ،
وَمَا مَصَائِبُهُ؟
فَيَقُولُ
اللّهُ،
فَيَكْتُب
الْمَلَكُ.
فإذَا مَاتَ
الْجَسَدُ
دُفِنَ
حَيْثُ
أُخِذَ ذلِكَ
التُّرَابُ«.النُطْفَةُ«
الماءُ
القليل
والكثير،
والمراد به
ههُنَا
المنىّ.و»العَلَقَةُ«
الدم
الجامد.و»المُضْغَةُ«
القطعة
اليسيرة من
اللحم بقدر ما
يمضع .
4. (4834)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Sadık ve Masduk olan Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem
olur. Sonra bu kadar müddette "alaka" olur. Sonra bu kadar müddette
"mudga" olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu
melek) rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını yazar, sonra ona ruh
üflenir. Kendinden başka ilah olmayan Zat'a yemin olsun, sizden biri, (hayatı
boyunca) cennet ehlinin ameliyle amel
eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir ziralık mesafe kaldığı zaman ona
yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek cehenneme girer.
Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin amelini işler.
Kendisiyle cehennem arasında bir ziralık mesafe
kalınca yazısı ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işleyerek
cennete girer." [Buharî, Kader 1, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 1, Tevhid 28;
Müslim, Kader 1, (2643); Ebu Davud, Sünnet 17, (4708); Tirmizî, Kader 4,
(2138).]
Rezin şu ziyadede bulundu: "Resulullah şunu da buyurdular: "Nutfe düştü mü,
kırk gün rahimde uçar. Sonra kırk günde alaka olur. Sonra kırk günde mudga
olur. Bir nefis olarak yaratılma safhasına gelince, Allah onu tasvir edecek
(şekillendirecek) bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak
olduğu halde gelir. Onu mudgaya karıştırır. Sonra onu yoğurur, sonra da
emredildiği üzere onu tasvir eder." [13]
(13. Ciltten Devam)
ـ4835 ـ5ـ
وعن عامر بْنِ
واثلة قال:
]سَمِعْتُ
عَبْدَاللّهِ
بْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
يَقُولُ:
الشَّقِىُّ
في بَطْنِ
أُمِّهِ،
وَالسَّعِيدُ
مَنْ وُعِظَ
بِغَيْرِهِ. فَأتَى
رَجًُ مِنْ
أصْحَابِ
النَّبِىِّ #
يُقَالُ لَهُ
حُذَيْفَةُ:
فَحَدَّثَهُ
بِقَوْلِ
ابْنِ
مَسْعُودٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ.
فقَالَ:
كَيْفَ
شَقِىَ رَجُلٌ
بِغَيْرِ
عَمَلٍ؟
قَالَ:
أتَعْجَبُ مِنْ
ذلِكَ؟
فإنِّى
سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
إذَا مَرَّ
بِالنُّطْفَةِ
ثِنْتَانِ
وَأرْبَعُونَ
لَيْلَةً
بَعَثَ اللّهُ
إلَيْهَا
مَلَكاً
فَصَوَّرَهَا
وَخَلَقَ
سَمْعَهَا
وَبَصَرَهَا
وجِلْدَهَا
وَلَحْمَهَا وَعِظَامَهَا.
ثُمَّ قَالَ:
يَا رَبِّ
أذَكَرٌ أمْ
أُنْثى؟
فَيَقْضِى
رَبُّكَ مَا
شَاءَ،
وَيَكْتُبُ
الْمَلَكُ.
ثُمَّ
يَقُولُ: يَا
رَبِّ
أجَلُهُ
فَيَقْضِي
رَبُّكَ مَا
شَاءَ،
وَيَكْتُبُ
الْمَلَكُ
ثُمَّ
يَقُولُ: يَا
رَبِّ رِزْقُهُ
فَيَقْضِي
رَبُّكَ مَا
شاءَ،
وَيَكْتُبُ
الْمَلَكُ.
ثُمَّ
يَخْرُجُ
الْمَلَكُ بِالصَّحِيفَةِ
في يَدِهِ فََ
يَزِيدُ عَلى ذلِكَ
شَيْئاً وََ
يَنْقُصُ[.
أخرجه مسلم .
5. (4835)- Amr İbnu Vasıla
anlatıyor: "Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'u dinledim. Demişti ki:
"Şakî, annesinin karnında iken şakî olandır. Said de başkasından
ibret alandır." (Bunu işittikten
sonra) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından Huzeyfe denen zata
uğradı ve İbnu Mes'ud'un söylediğini anlattı ve sordu:
"Kişi amelsiz nasıl şakî olur?" Huzeyfe (radıyallahu
anh):
"Buna hayret mi ediyorsun? Ben Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Nutfenin (rahme düşmesinden sonra) kırk iki gece geçti mi,
Allah ona bir melek gönderir (ve onun vasıtasıyla) nutfeyi şekillendirir;
işitmesini, görmesini, derisini, etini, kemiğini yaratır. Sonra melek sorar:
"Ey Rabim! Bu erkek mi, dişi mi?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar.
Sonra sorar:
"Ey Rabbim! Eceli nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder,
melek de yazar. Tekrar sorar:
"Ey Rabbim! Rızkı nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder,
melek de yazar. Sonra melek elinde
sahife olduğu halde çıkar. Artık buna ne bir şey ilave eder ne de
eksiltir." [Müslim, Kader 3, (2645).][14]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir vasıf olarak
İbnu Mes'ud'un zikrettiği es-Sadıku'l-Masdûk: Doğru sözlü ve sözünde tasdike mazhar olan mânasına gelir. Tîbî,
sâdıkı: "Hak sözü haber veren" diye açar. Masduk'u da: "Sözünde
tasdik gören" veya "Allah'ın vaadini tasdik ettiği kimse" diye
açıklar.
2- Yaratılışın anne rahminde cemolması, farklı şekillerde
yorumlanmıştır. İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de buradaki "cemolma"yı
nutfenin rahimde kalması olarak anlamanın caiz olduğunu söyler ve: "Yani, nutfe,
kırk gün kalır, orada tasvir'e (şekillemeye) hazırlanmak üzere tahammur eder
(mayalanır), bundan sonra yaratılır"der. İbnu Mes'ud rivayetinde Rezin'den
yapılan ilavede, sanki hadis metni gibi kaydedilen "meninin rahimde kırk
gün uçması" ifadesini -bazı ilavelerle- kaydeden İbnu'l-Esir, bunun İbnu
Mes'ud'a izafe edilen bir yorum olduğunu belirtir. Yani, İbnu Mes'ud hadisi
şöyle yorumlamış olmalı:
"Nutfe, rahme düştü mü, Allah ondan bir insan yaratmak
isteyince, nutfe kadının bedeninde, herbir tırnağın, saçın altına varıncaya
kadar kırk gün uçar. Sonra kırk gece durur. Sonra rahme kan olarak iner. İşte
bu, onun cemolmasıdır."
İbnu Hacer "işte bu onun cemolmasıdır" ibaresinin İbnu
Mes'ud'a ait olmayıp, hadisi ondan rivayet edenlerden A'meş gibi birine ait
olabileceğini tahmini olarak söyler ve
İbnu'l-Esir'in bunu İbnu Mes'ud'un kelamının tetimmesi zannederek dercetmiş olabileceğini şahsî zannı olarak
kaydeder ve te'yid edici bazı notlar düşer; İbnu Mes'ud'dan gelen birkısım
rivayetlerde bu ziyadenin yer almadığını belirtir.
Tîbî, hadisi anlamada sahabiden gelen bu yorumu esas almak
gerektiğini, "çünkü onların, işittiklerini tefsirde daha bilgili,
hadisleri tefsir etmeye daha çok hak sahibi olduklarını, kendilerinden rivayet
edilenin de kabule evla olduğunu" belirtir. İbnu Hacer, bu yoruma itiraz
etmez. Ancak bir başka merfu rivayetin bu tefsire muhalefet ettiğini
söyleyerek, aynen katılmamak gerektiğini ima eder. Malik İbnu Huveyris'ten
gelen bu rivayette ezcümle: "Allah, bir kul yaratmak isteyince, erkek
kadınla cima yaptı mı, erkeğin suyu, kadının herbir damarında ve uzvunda uçar.
Yedinci gün olunca Allah onu cemeder..." denmektedir.
Şu halde bu hadise göre cemolma hâdisesi yedinci günde başlamış
olmaktadır.[15]
3- Rahime meleğin inme müddeti ile alâkalı rakamlar da farklı gelmiştir:* Bazan
kırk gün denir, mutlak bırakılır.
* Bazan kırk iki.
* Bazan kırk üç.
* Bazan kırk beş,
* Bazan kırk küsur gibi farklı müddetler zikredilmiştir. Kadı İyaz
bu farklılıkları iki suretle cemeder:
1) Bu hadisler, kesin olarak kırkın ilk yarısının sonları ve
ikinci yarının başı demeye müsait değil, kırk deyip mutlak bırakmaya daha
muvafık. Ancak kırkın ikinci yarısının başlarının kastedilmiş olması
muhtemeldir.
2) Ziyade rakamlardaki farklılıklar, bu müddet ceninden cenine
değişebilir ihtimaliyle de izah edilmiştir. İbnu Hacer der ki: "Hadislerin
mahreçleri (sahabî raviler) farklı olsaydı bu ikinci telif güzeldi. Ne var ki
mahreçler müttehid. Hepsi Huzeyfe'nin
İbnu Esid'e raci: Bu onun, kırk'a zaid olan küsuratı tam zabtedemediğine
delalet eder."
4- Hadislerde meleğin bazan batna, bazan rahme inmesi
mevzubahistir. Şarihler, bunda ihtilaf olmadığını, batnla da rahmin
kastedildiğini, zîra rahmin batnın içinde bulunduğunu belirtirler. Çocuğun
yaratılışı ile ilgili bir ayette onun üç
karanlık içinde olduğu zikredilmiştir: "Annelerinizin karnında sizi üç
karanlık içinde bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor..." (Zümer
6). Buradaki üç karanlıktan maksad, çocuğun iç içe bulunduğu üç ayrı muhittir.
Bunlar içten dışa şöyledir:
1) Çocuğun içinde bulunduğu meşîme (içi su dolu torba.)
2) Meşîmenin içinde yer aldığı rahim.
3) Rahmin içinde yer aldığı karın. Bunlar iç içe üç ayrı
karanlık teşkil etmektedir.
5- Ceninin teşekkülünde nutfeden sonra alaka safhası
gelmekte ve hadis bu safhanın da kırk
gün devam ettiğini belirtmektedir. Zayıf olduğu belirtilen bir rivayette nutfe
herhangi bir değişikliğe uğramadan kırk gün rahimde kalmaktadır. Ancak,
şarihler sübûtu farzedilmesi halinde alaka denen safhanın tam olarak henüz
teşekkül etmemiş olmasına hamledilmesi gerekeceğini belirterek, ifadeyi
ihtiyatla karşılarlar. Yani: "Alaka
vasfını kırk günü tamamlamadan almaz demektir" derler. Öyleyse meni rahme
düşer düşmez istihaleye başlar. Kırk gün sonunda alaka olur. Alakayı şarihler
dem yani "kan"la açıklarlar.
Yani meni kana dönüşünce alaka vaziyetini almış olmalı. Halbuki Kur'ânî bir
tabir olan alaka kelimesinin maddesi, onu daha geniş bir muhtevada anlamamıza imkan verecek mahiyettedir. Alaka, lügat açısından asmak,
asılmak, takılmak gibi manalar ifade
eden bir asıldan gelir. Dilimizde muallak kelimesi havada asılı olan şeyi ifade
eder. Tâlik etmek; asmak, ilgi kurmak gibi manada kullanılır. Şu halde, mûtad
olarak "kan pıhtısı", "bir damla kan" şeklinde anlaşılmış
ve dilimize öyle aktarılmış olan bu Kur'ânî
tabiri anne rahmine inen meninin, anne yumurtasıyla birleştikten sonra
geçirdiği istihale ile ilk insan rüşeymi olarak rahmin cidarına asılıp kalması
şeklinde anlamamız da mümkündür. Nitekim İbnu Hacer bu safhaya alaka denmiş
olmasını iki sebeple açıklayarak: "Alaka, sert camid kandır.
Böyle tesmiyesi, içinde ihtiva ettiği rutubet ve bir de geçtiği yere takılıp
kalması sebebiyledir" der.
Şu halde alaka, tıpkı toprağa atılan bir tohumun uygun şartlarda çimlenip, kök atarak
toprağa tutunması gibi, yumurtayla birleşen meninin rahmin cidarında izn-i
İlahî ile kök atıp asılma halinin adıdır. Bir başka ifadeyle, insan
tekevvününde bu yerleşme, kök atma
vetiresini Rabbimiz alaka (asılma) safhası olarak ifade buyurmuştur. Şu halde
tabirin, sadece alışılagelen "kan pıhtısı" şeklindeki tercümesindeki
mana eksikliğini bilmek gerekmektedir. Ancak bu ilk insan rüşeymi, şeklen
hiçbir hareketi olmayan bir kan damlasını andırmaktadır. Nitekim İbnu Abbas'ın
taze kan manasına دَم
عَبِيط dediği belirtilir. İbni Kesir, bu
alakanın kırmızı renkli ve uzunca (müstatil) olduğunu söyler.
Vefat tarihi miladî 1448 olan İbnu Hacer, Buharî Şerhinde tabiplerin bir husustaki ittifakını, Tabip Ali
İbnu'l-Mühezzib el-Hamevi'den naklen kaydeder. "Ceninin ana rahmindeki
yaratılışı, kırk gün içerisinde kadına nazaran öncelikle erkeklerde
-mizaçlarının harareti ve kuvvetleri sebebiyle- uzuvları taayyün edip belirecek
bir safhaya ulaşmakta, sonra tekrar azaların kendisinden tekevvün etmiş
bulunduğu meni kıvamına dönüp, şekil ve tasviri en alıcı bir hale gelmekte,
bundan sonra kırk günlük alaka safhasına geçmektedir. Alaka ise camid bir kan
parçasıdır. وَالْعَلَقَةُ
قِطْعَةُ
دَمٍ جَامِدَةٌ
Bu ifade, alakanın sadece "kan pıhtısı" olarak
anlaşılmasında geçmiş devir tabiplerinin de katkısı olduğunu gösterir.
Tabiplerin, birkısım temel görüşlerinin, tıbbî bir an'ane halinde eski Yunan'a
dayandığını kitabımızın Tıbla ilgili bölümünde göstermiştik.
Alakanın "camid (cansız) bir kan parçası" şeklindeki
etıbba tarifini herhangi bir tenkide tabi tutmadan kaydeden şarihimiz,
açıklamasının bidayetlerinde, tabiplerden bir başka nakil daha kaydeder ve
fakat hadisin zahirine aykırı bulduğu
için, arkadan tenkidini hemen kaydeder. Kendisini dinleyelim: "Teşrih
(anatomi) ehlinden çoğunun zu'muna göre "erkeğin menisinin çocuk üzerinde,
(anne yumurtasını dölleme) akdi dışında
hiçbir tesiri yoktur. Çocuk hayız kanından
tekevvün etmektedir." Halbuki sadedinde olduğumuz hadisler, bu
iddianın batıl olduğunu ortaya kor."[16]
Demek istediğimiz şudur: Kur'anî alaka tabirinin kan pıhtısı
olarak tefsir edilip tabire dökülmesinde
kadim Yunan tıbbının bu meseledeki anlayışının payı vardır. O zamanın
şartlarında, din alimleri, ihtisaslarının dışında kalan böyle meselelerde
gerekli açıklamaları -günümüzde olduğu gibi- ihtisas ehlinden nakletmeyi esas almışlardır. Bu nevi bir
sahaya giren yorumları red ve tenkid işinde de araştırma ve dirayetten ziyade,
rivayet esas alınıyordu. İmdi, şarihler rivayetlerde alakanın açıklanmasına
temas eden bir sarahata rastlamayınca, etıbbanın bununla ilgili
açıklamasını sevap ve hatasıyla nesilden
nesile aynen tekrar etmeyi
an'aneleştirmişlerdir. Şu halde bu çeşit meselelerde, zamanla ortaya çıkabilecek
dikkat çekici bir aksaklık, Kur'an'dan veya hadisten bilinmemelidir.
Yeri gelmişken bir kere daha tekrar edelim: Eşya ilmine dayalı
Kur' an ve hadis metinlerinin açıklamalarında, her devrin eşya hakkındaki
bilgisinin rengini görmemiz mümkündür. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
"Rabbim eşyanın hakikatlarını gerçeğiyle bana göster" niyazının
işareti de ifade eder ki, eşya
hakkındaki beşer ilmi çoğu kere izafidir, devirden devire değişir, gitgide
kemale erer, tamamlanır. Bu durum, bize eşyaya temas eden dinî metinlerin
geçmişte yapılmış yorumlarını ihtiyatla
karşılamak gereğini ifade ettiği gibi, o çeşit metinleri bugün yeni baştan
açıklarken günümüzün ilmini iyi bilmemiz gereğine de dikkat çeker ve bilhassa
iyice kesinleşmemiş, henüz nazariye kokan kevnî bilgileri, dinî kaynaklarımızı yorumlarken kullanmada son
derece dikkatli olunması gerektiğini de ders verir.
Bu kısa istidrattan sonra, İbnu Hacer'in Etibba'dan kaydettiği
açıklamanın devamını kaydediyoruz: "Dediler ki: "Ceninin hareketi,
yaratıldığı bu müddet içerisinde zayıftır. Sonra aynı müddet içerisinde mudga
olur. Mudga küçük bir et parçasıdır. Üçüncü kırk olan bu mudga safhasında cenin hareket eder."
Tabib Ali İbnu'l-Mühezzib devamla der ki: "Ulema, ruh üflenme hadisesinin dördüncü aydan sonra
olduğunda ittifak ederler." eş-Şeyh Şemsüddin İbnu'l-Kayyim zikreder ki: "Rahmin iç kısmı sünger
gibi serttir. Ona meniyi kabul etme hassası verilmiştir; tıpkı susamış toprağın
suyu talebi gibi. O tabiatı icabı meniye müştak ve onun talibidir. Bu sebeple
meniyi tutar ve üzerine sarınır,
kaydırıp atmaz. Bilakis, havanın onu ifsad edip bozmaması için onu kucaklar
vaziyetini alır. Allah da rahim meleğine, kırk günde döllemesi ve
olgunlaştırması iznini verir. İşte bu ilk kırk günde yaratılışı cem olur."
Dediler ki: "Rahm, meniyi sarıp, onu dışarı atmadı mı, meni kendi etrafında
döner ve altıncı günün sonuna doğru şiddet peyda eder. Bu esnada onda üç nokta
belirir: Bunlar kalp, dimağ ve ciğerin yerleridir. Sonra bu üç nokta arasında üç
gün içerisinde beş çizgi meydana gelir. Sonra (bidayetten) on beşinci günün
sonuna kadar ona demeviyet nüfuz eder ve üç uzuv belirgin hale gelir, sonra on iki gün (içinde) nihayetine kadar omurilik
rutubeti uzanır. Sonra dokuz günde, baş iki
omuzdan, kollar kaburgalardan, karın yanlardan ayrılır. Sona bu
ayrılmalar, dört günde hissen görülecek şekilde tamamlanır ve böylece kırk gün
tamam olur. Bu hal, Aleyhissalâtu vesselâm'ın: "Kırk günde yaratılışı
cemolur" hadisinin manasıdır."
Bu açıklamada hadiste mücmel olan hususlar tafsil edilmiştir. Bu açıklamada:
"Bu kadar müdette de alaka olur" kavline aykırılık yoktur. Zira,
alaka, her ne kadar kan parçası ise de, bu ikinci kırkta meni suretinden çıkar
ve tedrici olarak birkısım hatlar
gizlice belirmeye başlar. Sonra kırk günde sertleşir ve bu yaratış, yavaş yavaş
artarak bir et parçası halini alır. (Bundaki
değişmeler) hissen görülecek hale gelir, artık kapalılık kalmaz. Üçüncü
kırkı tamamlanıp dördüncü kırka girilince, bu
sahih hadiste geldiği üzere ruh
üflenir. Bu durum vahiyden başka bir yolla bilinemez. Hatta bazı büyük tabipler
ve felsefede hazık olanlar: "Bu, tevehhüm ve pek uzak bir zanla
bilinebilir" demişlerdir.
Alimler, ceninde beliren bu üç noktadan hangisinin ilk olduğunda
ihtilaf etmiştir: Çoğunluk: "Kalp noktası" demiştir. Bazıları:
"İlk yaratılan göbektir. Çünkü onun gıda almaya ihtiyacı,
kuvvelerinin âletlerine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Cenin gıdasını
göbekten alır, cenin üzerindeki perdeler, göbekte, sanki birbirine bağlı
gibidir; ortalarında göbek yer alır. Cenin oradan nefes alır, oradan gıda temin
eder, oradan büyür" demiştir. Kalbin ilk ortaya çıkan uzuv olduğunu iddia
edenler, "Çünkü derler, kalp esastır, garizî hareketin menbaıdır."
Dimağı söyleyenler de: "Çünkü, demişlerdir, bütün hislerin toplandığı
merkez orasıdır, oradan intişar ederler." "Ciğer" diyenler, büyümenin ve bedene kıvam veren gıdalamanın
ciğerden olduğunu söylerler. Bu sonuncu görüşü tercih edenlere göre, bu tabii
nizamın da muktezası olmalıdır. Çünkü ilk
matlub olan şey büyümedir. Bu esnada ceninin ne hisse ne de iradî
harekete ihtiyacı vardır. Zîra bu esnada o bir nebat durumundadır, onun his ve
irade kuvvesi, cenine nefsin taallukundan (yani ruhun üflemesinden) sonra
gelir. Öyleyse önce ciğer, sonra kalp, sonra da dimağ teşekkül eder."
6- Meleğin cenine inmesi meselesine gelince; bazı rivayetlerde
meleğin hangi melek olduğu belli değil ise de, Rebîa İbnu Külsûm'un rivayetinde
rahme müekkel melek diye tasrih edilmiştir. A'meşten gelen bir rivayete göre:
"Nutfe rahimde istikrar bulduktan sonra melek onu avucuna alarak:
"Ey Rabbim! Kız mı oğlan mı?" diye sorar..."
Hadiste ziyade yer alır: "Meleğe: "Ümmü'l-Kitab'a git, zîra sen onda
bu nutfenin (hayat) kıssasını bulacaksın" denilir. O da gider ve
aradıklarını bulur." Buradaki Ümmü'l-Kitap'tan maksad Levh-i Mahfuz da
denilen Cenab-ı Hakk'ın kader defteri olmalıdır.
Meleğin yazdığı hususlar muhtelif hadislerde bazı farklılıklar
arzeder. Hepsini nazar-ı dikkate alacak olursak:
* Cinsiyeti: Erkek mi kız mı?
* Akibeti: Şakî mi, said mi?
* Rızkı: Az mı, çok mu; helal mi, haram mı?
* Eceli: Uzun mu, kısa mı; tam mı, eksik mi?
* Ameli: Salih mi, fasit mi; eseri, musibeti?
* Yaratılışı: Düşük mü, tam mı olacak?
* Sayısı: Tek mi ikiz mi?
* Huyu: İyi ahlaklı mı, kötü ahlaklı mı?
* Mekanı: Yatağı (nerede)?
* Sağlığı: Sakat mı, sağlıklı mı?
Meleklerin kişiyle ilgili bu
bilgileri yazma keyfiyeti, mutad, bilinen yazma tarzında tasvir
edilmiştir. Zîra, Müslim'in bir rivayetinde "Sonra sahife dürülür
(kıyamete kadar) bir daha açılmaz"
buyrulmuştur.
Ebu Bekr İbnu'l-Arabî'nin hadisten çıkardığı bir inceliği
burada kaydetmede fayda var. Der ki: "Bunları meleğin yazmasındaki
hikmet, bunların neshe mahv ve isbata kabil olmasıdır. Eğer bunları Allah
yazmış olsaydı değişmezdi."
Terbiye ile, beşerî ve
iradî müdahale ile insan üzerinde iyiye ve kötüye tesir hasıl etme meselesi
muvâcehesinde İbnu'l-Arabî'nin bu yorumu ufuk açıcıdır.
7- Ruh üfleme meselesinde alimler, üflemeyi "lügat olarak
nefesin üfleyenin karnından çıkıp üflenene girmesi" olarak tarif ettikten
sonra bunun meleğe nisbetini: "Onun, bunu Allah'ın emriyle yapmasıdır" diyerek; Allah'a nisbetini de: "Allah'ın
ol demesiyle o şeyin olması" diyerek açıklarlar. Bazı alimler
bu iki mânayı şöyle birleştirmişlerdir:
"Kitabet işi iki sefer olmuştur: Birincisi semada, ikincisi anne karnında.
Bunların birinin sahifeye, diğerinin çocuğun alnına olması muhtemeldir."
8- Hadiste zira' tabiriyle ölüme yakınlık
ifade edilmiştir. Böylece tevbenin kabul edilmeyeceği ana kadar, kişinin hali değişebilir
denmektedir. Öyleyse, son andaki durum gaybî olduğu için daha önceki ameliyle
kesin hükme varmak caiz değildir.
Hadiste hep
iyi amel işleyenle, hep kötü amel işleyen mevzubahis edilmiş, ikisini birlikte
yapan zikredilmemiştir. Çünkü hadisten gaye, mükelleflerin ahvalini beyan
değil, en son amele göre hükmedileceğini beyandır.[17]
9- HADİSTEN ÇIKAN BAZI FEVAİD:
* İyi veya kötü, bütün ameller, sadece
emarelerdir. Kesin hüküm için yeterli değildir.
* Sonuçtaki durum, kaza ve kaderin
belirlediği şeye göredir.
* Doğru bir şey söylenirken, dinleyeni ikna için te'kiden yemin caizdir.
* Mebde ve meadın, insanı ilgilendiren
saadet ve şekavet halinin bilinmesine işaret vardır.
* Said bilinen, bazan şakî olur; şakî
bilinen de bazan said olur. Buradaki said ve şakî olma durumu zahirî amellere
göredir. Allah'ın ilmindeki şakîlik ve saidlik değişmez.
* İtibar, sonuçlaradır.
* İbnu Ebî Cemre der ki: "Bu hadis,
iyi amel işleyen insanların ucbunu kırmaktadır. Çünkü nasıl bir sonla
ömürlerini kapayacaklarını bilemezler."
* Hadis: "Erkek olsun, kadın olsun
mü'min olanlara, hayır amel işleyenlere (dünyada) temiz bir hayat yaşatırız.
(Ahirette ise) onlara amellerinin daha iyi karşılığını vereceğiz" (Nahl
97) mealindeki âmm mâna taşıyan ayetleri, "iyi amel üzere ölenler"
kaydı ile tahsis etmiş olmaktadır.
* Hadis, ömrü boyu saadet ameli işleyip de
son anda hayatını şekavet ameliyle hitama
erdiren kimsenin Allah nezdinde,
ömrü boyunca şaki olduğunu ifade eder.
Aksi de, aksi.
10- Bu meselede Hanefîlerle Eş'ariler
îhtilaf etmiştir. Eş'arîler bu ve benzeri hadisle ameli esas almıştır.
Hanefiler ise, "Allah dilediğini
yok eder, dilediğini sabit bırakır" (Ra'd 39) şeklindeki ayetleri esas
almıştır. Gerçek şu ki, aradaki niza lafzidir. Allah'ın ilminde geçmiş olan ne
değişir ne tebdile uğrar. Değişme ve tebdilin caiz olduğu husus, kişinin
insanlarca görülen amellerindedir. Bunun hafaza meleklerinin ilmiyle ilgili
olması da akla uzak değildir. Böylece onların ilimlerinde de mahv ve isbat vaki
olabilir; tıpkı ömürde uzama kısalma gibi. Ama Allah'ın ilminde olana gelince;
bunda mahv ve isbat olmaz.
* Alimler,
ba'su ba'de'lmevtin sıdkına bu hadiste delil bulurlar. Şöyle ki: Bir damla adi
sudan )مِنْ
مَاءٍ مَهينٍ(
insanı safha safha yaratıp kemale erdiren Zat-ı Zülcelal, ölüp
toprak olduktan sonra yeniden diriltip ruh üflemeye ziyadesiyle muktedirdir.
* Hadis, amellerin biri geçmişte biri gelecekte iki
suretle takdir edildiğini ifade eder:
Geçmişteki Allah'ın ilmindekidir, gelecekteki anne karnında cenin halindekidir,
bu , nesh kabul eder. Sadedinde
olduğumuz hadis bu takdiri mevzubahis eder. Allah nezdindeki takdir, 4851
numaralı hadiste geleceği üzere, arz ve semavatın yaratılışından elli bin yıl
önce gerçekleştirilmiştir. Bu,
"ilm-i İlahîye muvafık olarak levh-i mahfuza yazılma hâdisesi" diye
açıklanmıştır .
* Bazı alimler, hadisle istidlal ederek dört aydan sonra düşen
çocuklara namaz kılınacağına hükmetmiştir. Çünkü ona ruh üflenmiştir.
Şafiî'nin kavl-i kadimi budur. Ahmed
İbnu Hanbel ve İshak'tan meşhur olan görüş de budur. Ancak Ahmed İbnu Hanbel,
"dört ay on gün" der. Ona göre, ruh, dört aydan sonraki bu on gün içinde üflenir. Böyle
olunca namaz kılınır. Şafiîlere göre racih görüş, düşükte ruh olmalıdır,
düşüğün ağlaması, kımıldaması, nefes alıpvermesi ruha delildir. Bu alâmetler
gürülür, sonra ortadan kalkarsa düşüğe namaz kılınır. Şafii'nin kavl-i cedidi
de böyledir. Bu hükmün aslı şu hadise dayanır: "Çocuk doğunca ağlar (sonra
ölürse) varis olur ve namazı kılınır."
Bu hadisin sıhhati hususunda muhaddisler münakaşa etmiş iseler de,
fukaha amelde esas tutmuş ve: "Çocuk yüz yirmi günlük oldu mu yıkanır,
kefenlenir ve namaz kılınmadan
defnedilir. Bu müddetten önce düşmüşse yıkama ve kefenleme meşru
değildir" demiştir.
* Hadisten hareketle, ceninin tahlik denen uzuvlarının belirgin
duruma gelme halinin üçüncü kırktan sonra olacağına hükmedilmiştir:
"Çocuğun hilkatinin (yani insan şeklini
almasının) hamileliğin 81'inci gününden önce olmayacağı"
söylenmiştir. Bu müddet, üçüncü kırkın başıdır. Ancak bazı durumlarda bu halin, üçüncü
kırkın sonlarında tebeyyün ettiği
olmuştur.
* Hadiste, saadet ve şekavetin, bazan ömürsüz ve amelsiz vaki
olabileceği de görülmüştür.
* Hadiste kanaatkârlığa kuvvetle
teşvik edilirken, hırstan da şiddetle zecredilmektedir. Zîra rızkın
takdiri önceden yapılmış ise, bunun talebi için yırtınmak gereksizdir. Meşru
dairede meşru şekilde talep edilmelidir. Rızık talebi için ibadetin terki, aile
efradının terbiye ve sohbetinin ihmali meşru
değildir. Dinimiz kesbi yani rızk
için çalışmayı meşru kılmıştır. Çünkü o, dünya hayatında cari olan hikmetin
gerektirdiği sebeplerden biridir.
* Ameller cennet veya cehenneme girmede sebeptir. Bu hükme,
"Sizden hiçbirini ameli cennete
sokmayacaktır" hadisi
muhalif değildir. Çünkü, ulemanın açıkladığı üzere, amel cennete girmeye
sebep ise de, orada elde edilecek mertebeler amellere göredir.
* Hadis, hiç kimsenin dünyada iken uhrevî halini
bilemeyeceğini; mesela şakînin ind-i İlahî'de şakî olarak yazıldığının
bilinemeyeceğini de ifade etmektedir. Ancak emarelerle zann-ı galib ifade
edilebilir. Hakkında hayır ve salah hususunda
halkta şüyû bulan şöhret de bu zann-ı
galibi takviye eder. Resulullah'ın "Sizler Allah'ın yeryüzündeki
şahitlerisiniz" hadisleri, hayır
üzere tanınan ve o hali bozmadan ölen kimsenin akibetinin iyi olacağına zann-ı
galib hasıl eden bir emare kabul edilmiştir.
* Kötü neticeye uğramamak için Allah'a istiaze etmeye teşvik de mevcuttur. Selef ve
halef büyükleri hadisin bu dersiyle hakkıyla amel etmişler, kötü bir sonuçla
hayatlarını kapamamak için Allah'a hep istiaze etmişlerdir. Abdu'l-Hak merhum, Kitabu'l-Akibe'de şu rahatlatıcı açıklamayı
yapar: "Kötü son (sui'lhatime) batını istikamet, zahiri salah üzere olana
vaki olmaz. Bu içi fesad veya hilelerle dolu olan kimselere vaki olur. Büyük
günahlarda ısrar edip, bunlarda cüretkârlık gösterenlerde de çokça vaki olur.
Böylelerine ölüm aniden gelir. Bu sadve
anında şeytan ona musallat olur ve kötü sonuca sebebiyet verir. Allah bu
durumdan ehl-i imanı muhafaza buyursun. Amin."
Alimler, bunun da belirtilen evsaftaki herkese değil, çoğunluğa
geleceğini belirtirler.
* Hadis, Allah'ın kudretini meşiet-i İlahî dışında hiçbir
sebebin mecbur edemiyeceğini de ifade etmektedir. Çünkü, Cenab-ı Hak çocuk için
cimayı bir illet kılmamıştır. Çünkü cima olduğu halde çocuk olmayabilmektedir.
Öyleyse Allah dilerse cimayı çocuğun olmasına bir sebep ve illet kılmaktadır.
* Kesif şeyler, latif hilafına, tekamül için uzun müddete
muhtaçtır. Bu sebeple ceninin insan şeklini almasına kadar geçen tavırlar
uzundur. Halbuki ruh üflemesi kısa zamanda olmaktadır. Bunu hariçte de
görmekteyiz. Cenab-ı Hak arzı yaratınca önce semaya yönelip, onu tanzim etmiş;
arzı, kesafeti sebebiyle semaya yapışık bırakmış, sonra ikisi birbirinden
ayrılmıştır. Adem'i su ve topraktan
yaratıp şekilleyince, bir müddet
bırakmış, bilahare ruh üflemiştir.
* Hadis, Allah'ın külliyatı bildiği gibi cüz'iyatı da bildiğine
delildir. Zira, Allah'ın, dünyaya gelecek kimsenin her meselesine mufassalan
ilgi gösterdiğini ifade etmektedir.
* Allah var olan herşeyin yaratıcısı ve mukaddiri mânasında müriddir (olmasını isteyeni);
burada mürid, "herşeyi seviyor, herşeyden razı" manasına değildir.
* Hayır ve şerlerin tamamı, Allah'ın takdiriyle ve icadiyle
meydana gelmektedir. Kaderîler ve Cebrîler bu hükme muhalefet ederler.
Kaderiye: "Kulun fiili kendindendir, yaratıcısı kendisidir" demiştir.
Bunların birkısmı hayır ve şer arasında fark görüp: "Hayrı Allah yaratır"
demiş ve şerrin yaratılmasını Allah'tan nefyetmiştir. Bu söz meşhur
olmakla beraber, Mutezilî alimlerden
hangisinin söylediği de belli değildir. Bu iddia esas itibariyle Mecusîlerin telakisidir.
Cebriye'ye mensup olanlar: "Herşey Allah'ın fiilidir. Mahlukun cereyan
eden şeylerde hiçbir tesiri yoktur" demişlerdir. Ehl-i Sünnet, orta bir
yol tutmuş; birkısmı: "Fiilin aslını Allah yaratır. Kulun ortaya konanda
(makdur) müessir olmayan bir kudreti vardır" derken, bir kısmı:
"Kulun, fiilde kesb denen bir tesiri vardır" demiş uzun uzadıya
deliller serdetmişlerdir. Burada teferruata girmeyeceğiz.
* Hadis akdârın yani İlahî takdirlerin galib ve değişmez
olduğunu, akibetin gaib bulunduğunu, hiç kimsenin zevahirle aldanmaması
gerektiğini ifade etmektedir. Bundandır ki, dinimiz, diyanette sebat ve hüsn-i
hatime için dua etmeyi teşri etmiştir. Hatta Ashab, Resulullah'ın kaderle ilgili tebligatından sonra: "Bu
yazılmış olan kaderimize dayanıp
güvensek (bir de amel meşakkatine girmesek?)" mealinde soru tevcih etmiş,
Resulullah da: "Çalışın! Herkes kendisi için yazılana müyesser
olacaktır" buyurmuştur.
Muhtelif rivayetleri değerlendiren şarihler, çoğunluk itibariyle
iyi amel yapanların cennete kötü amel işleyenlerin de cehenneme gideceğini, son
anda durumlarının tersine dönmeyeceğini, ancak az da olsa, son anda değişme
hallerinin olacağını; Resulullah'ın kötü akıbetle korkutup her an dikkate,
tevbeye, duaya sevketmek için bu azınlıktaki durumu da hatırlattığını
belirtmişlerdir.
İbnu Hacer'in rivayetine göre, "Ömer İbnu Abdilaziz:
"Hayatı boyu iyi amel işleyen kimsenin, kötü akibetle cehenneme
gidebileceği"ni beyan eden hadisi işitince, istiğrab etmiş ve "Ömrü
boyu itaat eden bir kulun sonunda cennete girmemesi nasıl sahih olur?"
demiştir. İbnu Mulakkin, Ömer İbnu Abdilaziz'in böyle bir söz sarfetmesini
ihtiyatla karşılamış, rivayetin sıhhatinden şüpheye düşmüştür.[18]
ـ4836 ـ6ـ
وعن ابْنِ
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قَامَ
فِينَا
رَسُولُ
اللّهِ #
مَقَاماً.
فقَالَ: َ
يَعْدِي
شَىْءٌ
شَيْئاً.
فقَالَ
أعْرَابِىٌّ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ، مَا
بَالُ اِبِلِ
يَأتِيهَا الْبَعِيرُ
ا‘جْرَبُ
الْحَشَفَةُ
بِذَنْبِهِ
فَيُجْرِبُهَا
كُلَّهَا.
فقَال #:
فَمَنْ أجْرَبَ
ا‘وَّلَ؟ َ
عَدْوى وََ
صَفَرَ. إنَّ
اللّهَ
خَلَقَ كُلَّ
نَفْسٍ
وَكَتَبَ
حَيَاتَهَا
وَمَوْتَهَا
وَرِزْقَهَا
وَمصَائِبَهَا[.
أخرجه
الترمذي .
6. (4836)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün) aramızda doğrulup:
"(Hastalık nev'inden) hiçbir şey hiçbir şeye sirayet
etmez!" buyurmuşlardı ki bir
bedevi:
"Ey Allah'ın Resulü! Nasıl olur? Bir deve sürüsüne, kuyruğu
ile haşefesini uyuzlamış bir deve gelince hepsini uyuzlu
yapar!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Pekâla, birincisini kim uyuzladı? Ne sirayet, ne safer
(inancınızda hakikat) vardır. Şurası muhakkak ki, Allah her nefsi yaratmış, onun
hayatını, ölümünü, rızkını ve uğrayacağı
musibetlerini yazmıştır." [Tirmizî, Kader 9, (2144).][19]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah, bu hadislerinde hastalıkların bir canlıdan
diğer bir canlıya sirayet etme (bulaşma) hadisesini reddetmektedir. Halbuki
sirayeti te'yid ve bu maksatla karantina denen tedbiri emrettiği de vakidir.
Aradaki tearuzu alimler şöyle giderir: "Cahiliye Arapları, hastalığın
kendi kendine sirayet ettiği inancında idiler. Resulullah, hadiste görüldüğü
üzere, bu inancı reddederek hastalığı indirenin, canlıları hasta edenin Cenab-ı
Hak olduğunu, onun izni ve iradesiyle hastalığın geldiğini ve başkasına
bulaştığını tebliğ etmiştir."
2- Haşefe, hitanın (yani sünnet edilen mahallin) dış kısmıdır.
Bazı lügatcilere göre, cinsiyet uzvunun baş kısmıdır. Şu halde, hadiste
cinsiyet uzvu uyuzlu deve mevzubahistir.
Hadisin Teysir'deki veçhine göre, deve kuyruğu vasıtasıyla haşefesini
uyuzlamakta, sonra bu diğer develere sirayet etmektedir. Hadisin Tirmizî'deki
veçhi biraz farklıdır. Kuyruğu ile
manasına gelen بِذَنَت yerine "ağıla soktuğumuzda" manasına
gelen نُدْبِنُهُ
kelimesi
yer alır. Manada dikkat çeken bir değişme mevzubahis değildir.
3- Resulullah cahiliye inancını yıkmak ve sirayetin Allah'ın
bilgisi tahtında cereyan ettiği hususunda,
muhatabını ikna için: "Birincisini kim uyuzladı?" sorusunu
sorar. Doğru ya, sirayet hadisesinin başlaması için bir bidayete ihtiyaç var.
Her şeyi yaratan Allah değil mi?
4- Hadiste inkar edilen bir husus da saferdir. Safer nedir? Bunun farklı yorumları var:
* Buharî "Karında bir hastalık" diye açıklar.
* Ebu Ubeyde Ma'mer İbnu'l-Müsenna, Garibu'l-Hadis'inde:
"Karında bulunan bir yılan olup hayvan ve insanlara musallat olur. Araplar
bunun uyuzdan daha bulaşıcı olduğuna inanır" demiştir. Bu durumda hadis,
bu sirayet hâdisesini de reddetmiş olmaktadır.
* Bazı rivayetlere göre safer karında bulunan bir kurtcuktur.
Kaburgayı veya ciğeri ısırıp insanın
ölümüne sebep olmaktadır.
* Bazılarınca safer, yılandır. Nefyedilen de "Yılan
ısırınca ölüme sebep olduğu"na dair inançtır. Böylece, Şarî, ölüm
hâdisesinin ecelle vukua geldiğini tesbit etmekte, aksi inancı reddetmiş
olmaktadır.
* Bazılarınca saferden maksad Safer ayıdır. Çünkü Araplar Safer
ayını haram bilir, Muharrem ayını helal addederlerdi. İslam onların bu inancını reddetmiştir. Resulullah bu maksadla
"Safer ayı yoktur (yani haram değildir)" demiştir.[20]
ـ4837 ـ7ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
أرَادَ
اللّهُ تَعالى
بِعَبْدٍ
خَيْراً
اسْتَعْمَلَهُ.
قِيلَ: كَيْفَ
يَسْتَعْمِلُهُ؟
قَالَ:
يُوَفِّقُهُ
لِعَمَلٍ
صَالِحٍ
قَبْلَ الْمَوْتِ[.
أخرجه
الترمذي.
7. (4837)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün):
"Allah Teâla hazretleri bir kulun hayrını diledi mi onu
isti'mal eder!" buyurmuştu. Kendisine: "Onu nasıl istimal eder?"
diye soruldu.
"Ölümden önce salih amel işlemede muvaffak kılar!"
buyurdu." [Tirmizî, Kader 8, (2134).][21]
AÇIKLAMA:
1- Bir başka rivayette hadis şöyle devam eder: "....Sonra
kişiyi bu hayır amel üzerine kabzeder."
2- Kişi niyeti, iyi bir davranışı gibi rızayı Bariyi
celbedecek bir fiille, hakkında Allah'ın hayır murad etmesine istihkak kazandı
mı "kişiyle kalbi arasına giren" (Enfal 24) Hak Teala onu hayra
yönlendirmekte, hayır ameller yapmaya muvaffak etmekte, o bu hal üzere iken
ruhunu kabzetmektedir. İyaz merhumun "Sizden hiçbirini ameli cennete
sokmayacaktır. Cennete Allah'ın rahmetiyle gireceksiniz" hadisini
açıklarken kaydettiği şu mülahazalar, sadedinde olduğumuz hadisi aydınlatır:
"Allah'ın taate hidayeti, (imkan, sağlık, şuur vs. vererek) amelde
bulunmasına yardımı Allah'ın rahmetindendir. Hayır işleyen kimse, bunlara kendi
ameliyle müstehak olmaz. Bunlar hep Allah'ın fazlı ve rahmetiyledir."
İbnu'l-Cevzî der ki: "Bundan dört cevap ortaya çıkar:
1) Amel için tevfik (yardım), Allah'ın rahmetindendir. Eğer
Allah'ın sebkat eden rahmeti olmazsa, kurtuluşa sebep olan iman ve taat hasıl
olmaz:
2) Kölenin hasıl ettiği menfaatler efendisine aittir. Öyleyse,
onun ameline efendisi hak sahibi olur, kendisi değil. Öyleyse efendi ona,
ameline ücret olarak her ne verirse, bu onun fazlındandır.
3) Bazı hadislerde, cennete
girişin kendisi Allah'ın rahmetiyledir, derecelerin elde edilmesi amellerledir.
4) Taatle ilgili ameller kısa bir zaman (mesela 50-100 yıllık
dünya hayatını) işgal eder. Halbuki sevap (ebedî olarak) tükenmeyecektir.
Öyleyse mahdud bir amel için verilen tükenmez ücret amelin karşılığı değil,
fazl-ı İlâhîdir."[22]
ـ4838 ـ8ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ
الزَّمَنَ
الطَّوِيلَ
بِعَمَلِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ،
ثُمَّ
يُخْتَمُ
لَهُ
عَمَلُهُ
بِعَمَلِ
أهْلِ
النَّارِ،
وَإنَّ
الرَّجُلَ
لَيَعْملُ
الزَّمَنَ
الطَّوِيلَ
بِعَمَلِ
أهْلِ
النَّارِ،
حَتّى
يُخْتَمَ
لَهُ عَمَلُهُ
بِعَملِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ[.
أخرجه مسلم .
8. (4838)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kişi
vardır, uzun müddet cennet ehlinin amelini işler, sonra da ameli cehennem
ehlinin ameliyle hitam bulur. Yine kişi vardır, uzun müddet cehennem ehlinin
ameliyle amel eder de sonunda cennet ehlinin ameliyle hitam bulur."
[Müslim, Kader 11, (2651).][23]
AÇIKLAMA: 4834. hadiste geçti.
ـ4839 ـ9ـ
وعن ابْنِ
عَمْرو بْنِ
الْعَاصِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ
خَلَقَ
خَلْقَهُ في
ظُلْمَةٍ، ثُمَّ
ألْقَى
عَلَيْهِمْ
مِنْ نُورِهِ.
فَمَنْ
أصَابَهُ
مِنْ ذلِكَ
النُّورِ
اهْتَدَى،
وَمَنْ
أخْطَأهُ
ضَلَّ.
فلِذلِكَ
أقُولُ: جَفَّ
الْقَلَمُ
عَلى عِلْمِ
اللّهِ
تَعالى[. أخرجه
الترمذي .
9. (4839)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde
yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan
serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet
etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: "Kalem, Allah Teala'nın ilmi
hususunda kurumuştur." [Tirmizî, İmam 18, (2644).][24]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen ve karanlıkta yaratıldığı belirtilen mahlukatla sakaleyn de denen cinler ve insanlar kastedilmiştir.
Çünkü meleklerin nurdan yaratıldığı
tasrih edilmiştir.
2- Cin ve insin zulmette yaratılması demek, onların
kötülükleri emreden ve alçaltıcı
şehvetler, saptırıcı hevalarla mecbul olan nefsin karanlığında bulunması
demektir.
3- İlahî nurdan isabet eden kimse, cennetin yolunu bulmakta, kim de bu İlahî
nurdan nasip alamazsa hak yoldan dışarı çıkmaktadır.
4- Hadisin sonunda "Allah'ın ezelde bilip hükmettiği şey, artık değişmez, değiştirilmez"
mânasında olmak üzere: "Allah'ın ilmi hususunda kalem kurumuştur"
buyrulmuştur. Resulullah'ın bu son
cümlesi şöyle de yorumlanmıştır: "İman, tâat, küfür ve masiyetle ilgili olarak ezelde cereyan eden
yazma işinin değişmezliği sebebiyle ben "Kalem kurudu" diyorum."[25]
ـ4840 ـ1ـ عن
سعد بنِ أبِى
وقّاصٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مِنْ
سَعَادَةِ
ابْنِ آدَمَ
رِضَاهُ
بِمَا قَضى
اللّهُ
تَعالى،
وَمِنْ
شَقَاوَةِ
ابْنِ آدَمَ
تَرْكُهُ اسْتِخَارَةَ
اللّهِ
تَعالى،
وَمِنْ شَقَاوَةِ
ابْنِ آدَمَ
سَخَطُهُ
بِمَا قضى
اللّهُ
تَعالى[.
أخرجه
الترمذي .
1.(4840)- Sa'd İbnu Ebi
Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ademoğlunun saadet (sebepleri)nden biri de Allah Teala'nın
hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekavet (sebepleri)nden biri de Allah Teala'ya
istihareyi terketmesidir. Keza şekavet (sebepleri)nden bir diğeri de Allah'ın
hükmettiğine razı olmamasıdır." [Tirmizî, Kader 15, (2152).][26]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Tirmizi'deki aslında "...Allah'ın
"kendisi için" hükmettiğine rıza göstermesidir" şeklinde
"kendisi için" ziyadesi vardır. Böyle olunca mâna: "Ademoğlunun
Allah'a istiharede bulunup, sonra da istiharede, hakkında hükmedilene razı
olması ademoğlunun saadetindendir"
şeklinde daha muvafık düşer.
İstihare, hayır talep etmek demektir. Ancak burada, yapılacak bir
iş için, hayırlı olup olmadığı hususunda Cenab-ı Hak'tan bir işaret talep etmektir. Daha önce açıkladığımız üzere
bunun belli bir adabı vardır. Resulullah istiharede bulunmaya ehemmiyet verip buna teşvik etmiştir:
2- Hadiste Allah'ın
kazasına rıza, saadet alâmeti olarak değerlendirilmiştir. Tîbî bunu iki
sebebe bağlar.
* "Biri: Kazaya rıza kişiyi ibadet için boş bırakır. Zîra
kişi, kazaya razı olmazsa, gam içinde kalır ve kalbi cereyan eden hadiselerle
devamlı meşgul olur: "Bu niye oldu, o niye olmadı" der durur.
* Diğeri: Kazaya razı olan kimse, kazaya razı olmayan kimseye
Allah'tan gelecek gazaptan kurtulur. Kulun rızasızlığı, Allah'ın kendine
takdirinden başka bir şeyi zikrederek: "Şöyle olsaydı, bu daha iyi, daha
uygun olacaktı" der. Halbuki o işin
iyi veya kötü olduğu kendisine tebeyyün etmiş değildir." Tîbî
açıklamasına şöyle devam eder: "Eğer dersen ki: "(Ademoğlunun
saadetinin Allah'ın kazasına rızada olduğunu söyledikten sonra buna mukabil
olarak da): "Ademoğlunun şekaveti Allah'tan istihareyi terketmesidir"
demiştir. Bu iksinin arasında mütekabillik nerededir?" Cevaben deriz ki:
İstiharede dahi tevekkül ve tevfiz var. Kişi istihareye uydu mu işini tamamiyle
Allah'a tefviz etmiş olmaktadır. (Şu halde bunun terki, kazaya rızanın terki
demektir.)"[27]
ـ4841 ـ2ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قَال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الْمُؤْمِنُ
الْقَوِيُّ خَيْرٌ
وَأحَبُّ إلى
اللّهِ مِنَ
الْمُؤْمِنِ
الضَّعِيفِ،
وَفي كُلٍّ
خَيْرٌ.
احْرِصْ على
مَا
يَنْفَعُكَ،
وَاسْتَعِنْ
بِاللّهِ وََ
تَعْجِزْ،
وَإنْ
أصَابَكَ
شَىْءٌ فََ
تَقُلْ: لَوْ
أنِّي
فَعَلْتُ
لَكَانَ
كَذَا وَكَذَا،
وَلَكِنْ
قُلْ: قَدَّرَ
اللّهُ،
وَمَا شَاءَ
فَعَلَ. فإنَّ
لَوْ
تَفْتَحُ
عَمَلَ الشَّيْطَانِ[.
أخرجه مسلم .
2. (4841)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kuvvetli mü'min, Allah nazarında zayıf mü'minden daha
sevgili ve daha hayırlıdır. Aslında her ikisinde de bir hayır vardır. Sana
faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah'tan yardım dile, acz izhar etme.
Bir musibet başına gelirse: "Eğer şöyle yapsaydım bu başıma
gelmezdi!" deme. "Allah takdir
etmiştir. Onun dilediği olur!" de! Zira "eğer" kelimesi şeytan
işine kapı açar." [Müslim, Kader 34, (2664).][28]
AÇIKLAMA:
1- Nevevî, "Kuvvetli mü'min" tabirindeki kuvvetten
muradın "nefsin azimet ve niyeti ve ahiret hususundaki düşüncesi"
olduğunu söyler ve devam eder: "Bu vasıfta olan bir kimse cihadda
cesaretle düşmana karşı ileri atılır ve
onu karşılamada ve peşine düşmede daha hızlı davranır, emr-i bi'lmaruf ve
nehy-i ani'lmünkere daha kararlıdır ve bütün bu amellerinde daha sabırlı ve
metanetlidir. Namaz, oruç ve diğer ibadet ve zikirlere daha rağbetli ve onlara
devamda daha şevkli ve musır olur."
2- "Her ikisinde de hayır vardır" sözüyle, zayıf
olanda da kuvvetli olanda da hayır bulunduğu te'yid edilmiş oluyor. Zîra ikisi
de imanda müşterektirler, her ne kadar ibadette biri zayıf olsa da.
3- "Faydalı olana gayret göster"den maksad, ibadete
karşı hırslı ol demektir. Faydalı denince Allah nazarında faydalı olan
kastedilmiştir. Allah'tan talep edilecek yardım da bununla ilgili olmalıdır. Ne
ibatette ne de ibadet için yardım talep etme hususlarında tembellik
göstermemeli, acz izhar edilmemelidir" (Nevevî).
4- Kadı İyaz'ın nakline göre, ulema: "Eğer şöyle
yapsaydım bu başıma gelmezdi" demekten nehyin, buna kesinlikle inanıp:
"Onu yapsaydım bu başıma
gelmeyecekti" diye cezmen söyleyen kimse hakkında olduğunu söylemiştir.
İlaveten: "Onu yapsaydım bu değil, Allah'ın dileyeceği bir başka şey
başıma gelirdi" diyene, yasak olmayacağını belirtirler. Böyle bir yasaktan
maksat, "eğer.." şeklindeki ifadede kaderi tenkid manası bulunduğu
içindir.
Kadı İyaz der ki: "Buna göre, hadisteki nehiy zahiri üzeredir
ve umumi bir nehiydir. Üstelik bu nehiy tenzihîdir. Buna, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Zîra "eğer" kelimesi şeytan işine
kapı açar" sözü delalet eder. Bunun manası "şeytan, kadere çatmayı
kalbe atar ve vesvese verir" demektir."
Nevevî der ki: "Mazi sigası
ile eğer (=lev) kelimesinin kullanılışı hadiste sıkça gelmiştir. Zahir
olan şu ki, bunu kullanmaktan nehiy boş
şeylerle ilgili olarak kullanmalarıdır. Bu da tahrimî değil, tenzihî bir
nehiydir. Ama kişi ibadet hususundaki
taksiratından üzüntülerini ifade zımnında söylemişse bunda bir beis
yoktur. Hadiste gelen "eğer"li benzer ifadelerin çoğu bu manaya hamledilmiştir."[29]
ـ4842 ـ1ـ عن
عائشةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهَا قالتْ:
]تُوُفِّىَ
صَبِيٌّ.
فَقُلْتُ:
طُوبى لَهُ،
عُصْفُورٌ
مِنْ
عَصَافِيرِ
الْجَنَّةِ.
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أوََ
تَدْرِينَ
أنَّ اللّهَ
خَلَقَ
الْجَنَّةَ
وَخَلَقَ
النَّارَ،
فَخَلَقَ
لهذِهِ أهًْ،
ولهذِهِ
أهًْ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود
والنسائي .
1. (4842)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir çocuk ölmüştü. Ben:
"Ne mutlu ona! Cennet kuşlarından bir kuş oldu!" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sen Allah'ın cenneti de cehennemi de yarattığını, beriki
için de öteki için de ahali yarattığını bilmiyor musun?" buyurdular."
[Müslim, Kader 30, (2662); Nesaî, Cenaiz 58, (4, 57); Ebu Davud, Sünnet 18,
(4713).][30]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, büluğa ermeden vefat eden Müslüman çocukların ahiretteki
durumu hakkında bir hüküm getirmektedir: Cennetlik mi, cehennemlik mi olcakları
Allah'ın meşietine bağlıdır. Bir sonraki hadiste müşrik çocuklarının durumu
hakkındaki münakaşayı genişçe kaydedeceğiz. Burada şunu belirtelim ki, Müslüman
çocuklarıyla ilgili hüküm de münakaşa edilmiştir. Çünkü sadedinde olduğumuz
hadis, "cennetliktir!" hükmüne
ihtiyat getirmektedir. Bu sahih hadisi
esas alanlar, bu meselede ihtiyatı tercih etmiş olurlar. Ancak mevzuya temas
eden tek hadis bu değildir. Alimlerin büyük çoğunlukla hükme esas ittihaz
ettikleri bir Ebu Hüreyre hadisine göre, mü'min çocukları cennetliktir.
"Kimin büluğa ermezden önce üç çocuğu vefat
ederse bunlar o kimseye ateşe
karşı bir perde olurlar. Yahut o kimse cennete girer." Kurtubî,
bazılarının "Müslüman çocukların cennete gidecekleri hususunda ulemânın
ihtilafı yoktur, icma ederler" dediğini kaydeder. Ancak Nevevî, bu
meselede, kaydetmiş olduğumuz Ebu Hüreyre rivayetine itibar edenlerin
icmaından bahsedilebileceğini belirtir.
Sadedinde olduğumuz Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) hadisini esas
alanlar bu hususta tevakkufu tercih
etmişlerdir. Nevevî, bunlara şu cevabı verir: "Resulullah'ın Hz.
Aişe'yi o hükümden men etmesi belki bu meselede delilsiz kesin hükme gitmiş
olmasındandır veya, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Müslüman çocukların
cennetlik olduklarını bilmezden önce bu müdahaleyi yapmıştır." Maziri:
"İhtilaf peygamber çocuklarının dışında kalanlar hakkındadır" demiştir. Müsned-i Ahmed'de
gelen bir rivayette
"Müslümanların çocukları cennetliktir, müşrikler ve çocukları
cehennemliktir." Sonra şu ayeti okudu. (Mealen): "İman edip de
zürriyetleri de kendilerine tabi olanlar
(var ya), biz onların nesillerini de kendilerine kattık" (Tur 2).[31]
ـ4843 ـ2ـ
وَعن ابْنِ
عَبّاسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُما قال:
]سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
أوَدِ
الْمُشْرِكِينَ.
فقَالَ:
اللّهُ إذْ
خَلَقَهُمْ
أعْلَمُ
بِمَا
كَانُوا عَامِلِينَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
2. (4843)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
müşriklerin çocukları hakkında sorulmuştu.
"Allah onları yarattığı zaman ne yapacaklarını iyi
biliyordu!" buyurdular."
[Buhârî, Kader 3, Cenaiz 93; Müslim, Kader 28, (2660); Ebu Davud, Sünnet 18,
(4711); Nesâî, Cenaiz 60, (4, 59).][32]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen iki hadisten birincisi, Müslüman çocukların cennete
gideceği hususunda tevakkuf etmeyi, kesin hükme gitmeyi ders verirken, ikinci
hadis de müşrik çocuklar hakkında aynı şekilde kesin hükümden kaçınmaya irşad
etmektedir.
Çocukların, yani büluğa ermeden ölenlerin durumları hakkında
ihtilaf edilmiştir. Mesele üzerine birçok rivayetler var. Alimler
rivayetlerdeki farklılıklar yüzünden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
1) Hammad İbnu Seleme, Hammad İbnu Zeyd, İbnu'l-Mübarek, İshak
İbnu Rahuye hazeratı, çocuklar hakkında: "Allah'ın meşietindedir. Dilerse
cennete koyacak, dilerse cehenneme" diye hükmederler ve bu mevzuda
gelen nasslardan bu hükmü çıkarırlar. Bilhassa müşrik çocukları hakkında
Şafiî hazretlerinin de böyle
hükmettiğini, Beyhakî, el-İ'tikad'ında kaydetmiştir. İbnu Abdilberr:
"İmam-ı Malik'ten bu hususta sarih bir hüküm intikal etmedi ise de, onun
nokta-i nazarından çıkarılacak hüküm de böyledir. Ancak ashabı, Müslüman
çocukların cennete, kâfir çocuklarının meşiet-i İlahiye'de olduğunu sarih
olarak beyan etmiştir" der.
Bu görüş sahiplerinin delili: "Allah onların ne yapacağını
daha iyi biliyor" hadisidir.
2) İkinci görüşe göre, "Çocuklar babalarına tabidir,
Müslümanların çocukları cennette, kâfirlerin çocukları cehennemde
olacaktır." Bu görüş, Haricîlerden Ezarika'nın görüşüdür. Bunların delili
şu ayettir: "Nuh: "Ey Rabbim! dedi. Yeryüzünde kafirlerden tek bir
kişi bırakma!" (Nuh 26). Ancak bu ayetin Nuh kavmiyle ilgili olduğu
söylenerek karşı çıkılmış. Hz. Nuh'un bu bedduayı, Cenab-ı Hakk'ın ona: "Kavminden,
(hal-i hazır) inananlar dışında kimse sana iman etmeyecektir" (Hud 36)
diye vaki olan vahyinden sonra yaptığı belirtilmiştir. "Onlar
babalarındandır veya onlardandır"
şeklindeki hadis, harbîlerle ilgili ahkâm zımnında varid olmuştur. Bu
görüşe karşı çıkanlar, müşrik çocukların cehennemde olacağını tasrih eden ve
Hz. Aişe'den gelen bir rivayetin zayıf olduğunu belirtirler.
3) Üçüncü görüşe göre, çocuklar cennetle cehennem arasında
orta bir yerde, bir berzahtadırlar.
Çünkü, onların cennete girmesini sağlayacak amelleri mevcut olmadığı gibi,
cehenneme girmelerine sebep olacak da günahları yoktur.
4) Cennet ehlinin hizmetçileri olacaklar. Bazı kaynaklarda
gelen zayıf bir hadise göre Aleyhissalâtu vesselâm: "Müşriklerin çocukları cennet ehlinin
hizmetçileridir" buyurmuştur.
5) Beşinci görüşe göre, toprak olurlar. Bu görüş Sümame İbnu
Eşres'ten mervidir.
6) Bu görüşe göre ateştedirler. İyaz, bunu Ahmed İbnu Hanbel'e
nisbet etmiş ise de, İbnu Teymiyye, İyaz'ın burada hata ettiğini, bu görüşün
Ahmed İbnu Hanbel'e ait olmayıp, ashabından birine ait olduğunu söyler.
7) Yedincisine göre çocuklar ahirette imtihan olunacaklar:
Kendilerine ateş yükseltilecek, kim içine girerse, o soğuk ve selametli olacak,
imtina eden ise azaba duçar olacak. Bazı sahih rivayetler, mecnunlar ve fetret
devrinde ölenler hakkında imtihan olduğunu belirtmiştir. Beyhakî,
el-İ'tikad'ında bu görüşün sahih görüş olduğunu söylemiş ise de, "Ahiret
teklif yeri değildir. Orada ne amel ne imtihan hiçbir şey yoktur" denilerek tenkid edilmiştir. Ancak bu
tenkidcilere de: "Bu hal, cennet ve
cehennemde istikrar peyda
ettikten sonrası için camidir, amma Arasat'ta, buna bir mani yoktur.
Nitekim ayette "Her hakikatın bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı gün
onlar secdeye çağrılırlar. Fakat güçleri
yetmez" (Kalem 42) buyrulmuştur" diyerek cevap verilmiş ve bir Sahiheyn hadisi gösterilmiştir: (Kıyamet
günü) insanlara secde etmeleri emredilir. Münafığın sırtı o zaman yekpare bir
tabakaya döner ve secdeye güç yetiremez."
8) Çocuklar cennetliktir. Nevevî der ki: "Muhakkak
ulemânın seçtiği sahih mezhep budur.
Bunlar şu ayeti delil kılmışlardır: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap
edici değiliz." (İsra 15).
9) Tevakkuf: Hiçbir hükümde bulunmamak.
Buhârî, müşrik çocuklarının
durumu üzerine söylenenler hakkında açtığı babda üç hadis kaydeder:
Birincisinde tevakkuf ifade edilmiştir; ikincisinde cennette olacakları
görüşünü müreccah kılan bir hadis kaydedilir; üçüncü hadiste ise cennetlik
olacaklarını tasrih eden bir hüküm mevcuttur.[33] Şarihler bunda hem üç
ayrı görüşe delil ve hem de Buhari'nin tercihini görürler: Ona göre esas olan
kafir çocuklarının cennetlik olduğudur.[34]
ـ4844 ـ3ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
تَحَاجَّ
آدَمُ وَمُوسى
عَلَيْهِمَا
السََّمُ.
فقَالَ لَهُ مُوسى:
أنْتَ
الَّذِى
أخْرََجْتَ
النَّاسَ مِنَ
الْجَنَّةِ
بِذَنْبِكَ
وَأشْقَيْتَهُمْ.
فَقَالَ
آدَمُ
لِمُوسى:
أنْتَ
الَّذِى اصْطَفَاكَ
اللّهُ
بِرِسَاَتِهِ
وَبِكََمِهِ،
أتَلُومُنِي
على أمْرٍ
كَتَبهُ
اللّهُ
عَليَّ
قَبْلَ أنْ
يَخْلُقَنِي؟
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # فَحَجَّ
آدَمُ مُوسى[.
أخرجه الستة إ
النسائي.»المحاجة«
المجادلة
والْمُخاصمةُ
.
3. (4844)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Hz. Adem ve Musa aleyhimasselam münakaşa ettiler. Musa,
Adem'e:
"İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları
şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!" dedi. Adem de Musa'ya:
"Sen, Allah'ın risalet
vermek suretiyle seçtiği ve hususi
kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan [kırk yıl] önce Allah'ın
bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey
değil)!" diye cevap verdi."
Resulullah devamla dedi ki:
"Hz. Adem Musa'yı ilzam etti!" [Buhârî, Kader 11, Enbiya
31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1,
(2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).][35]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette mevzubahis olan münakaşa hâdisesinin zamanı ve
yeri hususunda farklı mütalaalar ileri sürülmüştür:
* Bazı alimler: "İstikbale
matuftur. Yani ahirette cereyan edecektir. Vukua geleceği kesin olduğu
için mazi sigasıyla vürud
etmiştir" demiştir.
* Bazı alimler, dünyada ve Hz. Musa devrinde cereyan ettiğini,
Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın Adem aleyhisselam'ı görme talebi üzerine, onu
dirilterek karşılaştırmış olabileceğini söylemiştir.
* Bazı alimler, bu iki peygamberin berzah aleminde karşılaşmış olabileceklerini
söylemiştir. Bu durumda Hz. Musa'nın vefatından sonra ruhları semada
karşılaşmış olmalıdır.
* İbnu'l-Cevzî, bunun bir darb-ı mesel olabileceği ihtimali
üzerinde de durmuştur. Bu durumda mâna şudur: "Eğer onlar karşılaşsalardı,
aralarında böyle bir tartışma geçecekti. Bu temsilde Hz. Musa'nın zikredilmiş
olması, ağır tekliflerle gönderilen ilk peygamber olması sebebiyledir."
Haberin izhar ettiği müşkilatı gözönüne alan İbnu'l-Cevzî der ki:
"Bu haber, sahih bir hadisle sabit olması sebebiyle, mahiyetine muttali olunamasa bile, inanılması
gereken hususlardandır. Mânasının hakikatını kavrayamamış olsak bile kabul
etmemiz gereken meselelerin ilki bu değildir. Kabirdeki azab ve nimetle ilgili
haber bunlardan bir diğeridir. Herhangi bir meselenin izahını yapmakta müşkilat
çekecek olsak geriye teslim olmak kalır." İbnu Abdilberr der ki:
"Buna göre bu çeşit meselelerde teslim esastır. Tahkik etmek için üzerinde
durulmaz. Zîra bu çeşit meselelerde bize pek az bir ilim verilmiştir."
2- Sadedinde olduğumuz rivayette, Hz. Adem'in kaderinin
yaratılmazdan önce yazıldığı mevzubahistir. Bir başka rivayette 40 yıl önce
sarahati vardır. İbnu't-Tîn: "Kırk yıldan murad, her ayet-i kerimede geçen
"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara 30) ifadesi ile Hz.
Adem'e ruhun üflenmesi arasında geçen müddettir." Bazıları: "Bu
müddetin başlangıcı levhalara yazılma zamanıdır.
Sonu da Hz. Adem'in yaratılma zamanıdır" demiştir. İbnu'l-Cevzî der ki:
"Allah'ın kadim olan ilmi, ma'lumatın tamamını mahlukatın hiçbiri
yaratılmazdan önce kuşatmış idi. Ancak
bunları farklı zamanlarda yazdı. Nitekim Sahih-i Müslim'de gelmiştir ki:
"Allah miktarları, arz ve semavatı yaratmazdan elli bin yıl önce takdir
etmiştir." Öyleyse, bilhassa Hz. Adem'in kıssasının, yaratılışından kırk
yıl önce yazılmış olması caizdir. Bu miktar, ona ruh üflenmezden önce toprak olarak bekleme müddeti de olabilir, bu
da caizdir. Nitekim yine Sahih-i Müslim'de geldiğine göre, Hz. Adem'in toprak
halinde şekillenmesi ile ona ruhun üflenmesine kadar kırk yıl müddet geçmiştir.
Bu hal, bir küll olarak miktarların semavat ve arzın yaratılışından elli bin
yıl önce yazılmış olmasına muhalefet etmez."
Mâzirî de şunu söyler: "Zahir o ki: Bundan murad Allah
bunu, Hz. Adem'in yaratılışından kırk
yıl önce yazmış olmasıdır. Fakat bundan şunun kastedilmiş olması muhtemeldir;
"Allah bunu meleklere izhar etti veya bu tarihi izafe ettiği bir fiilde
bulundu. Aksi takdirde Allah'ın meşieti ve takdiri kadimdir." En doğrusu
da şudur: Hz. Adem'in "Allah bunu,
beni yaratmazdan önce bana takdir
buyurdu" şeklindeki sözü ile "Tevrat'ta bunu yazdı" demeyi
kastetmiş olmasıdır. Çünkü bir başka rivayette şöyle gelmiştir: "Hz. Adem,
Musa'ya sordu: "O yaptığın işin üzerime yazılması işinin, Tevrat'ta
yaratılmamdan kaç yıl önce vuku
bulduğunu gördün?" Hz. Musa: "Kırk yıl!" diye cevap
verdi."
Nevevî der ki: "Onun takdirinden murad Levh-i Mahfuz'a veya
Tevrat'a veya Elvah'a yazılmasıdır. Kaderin kendisinin kastedilmesi caiz
değildir. Çünkü o, ezelîdir. Hak Teala hazretleri, vukua gelecek
hadiseleri ezelden beri murad
etmiştir."[36]
3- HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER:
* Kadı İyaz der ki: "Hadiste, Ehl-i Sünnet'in "Hz.
Adem'in çıkarıldığı cennet, müttakilere vaadedilmiş olan ve ahirette
girecekleri ebediyet cennetidir" iddiasına hüccet var. Mu'tezile ve
başka bazıları ise, o cennetin başka bir
cennet olduğunu iddia ederler. Onlardan bazıları daha da ileri gidip, o
cennetin yeryüzünde olduğunu ifade etmiştir.
* Hadis, hakkın ortaya çıkması için yapılacak münazarada delil
ve hüccetler getirmenin, bunların açıklık kazanması için tevbih ve ta'rizde
bulunmanın meşru olduğunu; levmin, bilen ve anlayan kimseye kendisinde bu
hallerin bulunmadığı kimselere nisbetle daha ağır geldiğini göstermektedir.
* Kişi kendinden büyükle, evlad babasıyla münazara edebilmektedir.
Ancak bunun meşru olması için, münazarada hakkın ortaya çıkması veya ilmin
artması veya meselenin inceliklerine vukufiyet kazanılması gayesi güdülmelidir.
* Ehl-i Sünet için kaderin varlığı ve kulların fiillerinin
yaratılması gibi hususlara hüccet mevcuttur.
* Kişinin normalde hoş karşılanmayacak bazı davranışları, öfke ve üzüntü gibi bazı
hallerinde hoş karşılanabilir. Bilhassa, öfkeli ve hiddetli bir tabiata sahip
olanlar daha çok müsamaha ile
karşılanır.
Nitekim hadiste münazara esnasında inkarcılık hali galebe çalmış
olan Hz. Musa'ya, Hz. Adem aleyhisselam, babası olmasına rağmen, sadece ismiyle
hitap etmiş, ona bu halin dışında yer vermeyeceği şeylerle hitap etmiş,
bununla birlikte Hz. Musa'nın faziletini
ikrar etmiş, sonra münazarasına devam edip, onun şüphesini bertaraf edecek kendi hüccetlerini beyan
etmiştir.[37]
ـ4845 ـ4ـ
وعن عُمر بْنِ
الْخَطَّابِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَالَ رَسُول
اللّهِ #:
قَالَ مُوسى:
يَا رَبِّ
أرِنَا آدَمَ
الَّذِى
أخْرَجَنَا
وَنَفْسَهُ
مِنَ
الْجَنَّةِ،
فأرَاهُ
اللّهُ
أبَاهُ آدَمَ
عَلَيْهِ السََّمُ
فقَالَ: أنْتَ
أبُونَا
آدَمُ؟ فقَالَ:
نَعَمْ.
فقَالَ: أنْتَ
الَّذِى
نَفَخَ اللّهُ
فِيكَ مِنْ
رُوحِهِ،
وَعَلَّمَكَ
ا‘سْمَاءَ كُلَّهَا،
وَأمَرَ
الْمََئِكَةَ
فَسَجَدُوا
لَكَ؟ قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ: فَمَا
حَمَلَكَ
عَلى أنْ
أخْرَجْتَنَا
وَنَفْسََكَ
مِنَ
الْجَنَّةِ؟
فقَالَ آدَمُ:
وَمَنْ
أنْتَ؟ قَالَ:
أنَا مُوسى.
قَالَ: أنْتَ
الَّذِى
اصْطَفَاكَ
اللّهُ
بِرِسَاَتِهِ،
أنْتَ
نَبِىُّ
بَنِى
إسْرَائِيلَ
الَّذِى
كَلَّمَكَ
اللّهُ مِنْ
وَرَاءِ
الْحِجَابِ،
وَلَمْ
يَجْعَلْ بَيْنَكَ
وَبَيْنَهُ
رَسُوً مِنْ
خَلْقِهِ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ: فَمَا
وَجَدْتَ
أنَّ ذلِكَ
كَانَ في
كِتَابِ
اللّهِ
قَبْلَ أنْ أُخْلَقَ؟
قَالَ: بَلى.
قَالَ: فِيمَ
تَلُومُنِى؟
في شَىْءٍ
سَبَقَ مِنَ
اللّهِ
الْقَضَاءُ
قَبْلِي.
قَالَ #
عِنْدَ ذلِكَ:
فَحَجَّ
آدَمُ مُوسى،
فَحَجَّ
آدَمُ مُوسى،
فَحَجَّ
آدَمُ مُوسى
عَلَيْهِمَا
السََّمُ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (4845)- Ömer
İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Musa aleyhisselam: "Ey Rabbim! bizi ve kendisini
cennetten çıkaran Adem'i bize bir göster!" diye niyazda bulundu. Hak Teala
ve Tekaddes hazretleri de babası Adem aleyhisselam'ı ona gösterdi. Bunun
üzerine Hz. Musa:
"Sen babamız Adem misin?" dedi. Adem: "Evet!"
deyince:
"Yani sen, Allah'ın kendi ruhundan üflediği kimsesin. Sana
bütün isimleri öğretti, meleklere emretti ve onlar da sana secde ettiler öyle
değil mi?" diye sordu. Adem yine: "Evet!" dedi. Hz. Musa sormaya
devam etti:
"Öyleyse sen niye bizi ve kendini cennetten çıkardın?"
Bu soru üzerine Hz. Adem:
"Sen kimsin?" dedi. O: "Ben Musa'yım!"
deyince:
"Yani sen, Allah'ın risalet vererek mümtaz kıldığı kimsesin.
Sen Benî İsrail'in peygamberi, perde gerisinde Allah'ın konuştuğu kimsesin.
Allah seninle kendi arasına mahlukatından bir elçi de koymadı değil mi?"
dedi. Hz. Musa "Evet!" deyine; Hz. Adem:
"Öyleyse sen, (bu söylediğin şeyin) ben yaratılmazdan önce
Allah'ın (kader) kitabında yazılmış olduğunu görmedin mi?" dedi. Hz. Musa
"Evet!" deyince:
"Öyleyse Allah'ın kazası (hükmü) benden önce cereyan etmiş
bir şey hakkında beni niye levmediyorsun?" dedi."
Aleyhissalâtu vesselâm, devamla:
"Hz. Adem, Musa'yı ilzam etti. Hz. Adem Musa'yı ilzam etti.
Hz. Adem, Musa aleyhimesselam'ı ilzam
etti" buyurdular." [Ebu Davud, Sünnet, 17, (4702).][38]
AÇIKLAMA, önceki hadislerde geçti. [39]
ـ4846 ـ1ـ عن
حُذيفة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لِكُلِّ
أُمَّةٍ
مَجُوسٌ،
وَمَجُوسُ
هذِهِ
ا‘ُمَّةِ
الَّذِينَ
يَقُولُونَ
أنْ َ قَدَرَ
فَمَنْ مَاتَ
مِنْهُمْ فََ
تَشْهَدُوا
جَنَازَتَهُ،
وَمَنْ
مَرِضَ
مِنْهُمْ فََ
تَعُودُوهُ؟
وَهُمْ
شِيعَةُ
الدَّجَّالِ،
وَحَقٌّ عَلى
اللّهِ أنْ
يُلْحِقَهُمْ
بِالدَّجَّالِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (4846)- Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Her ümmetin Mecusileri vardır. Bu ümmetin Mecusileri
"kader yoktur!" diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır
bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal
bölüğüdür. Onları Deccal'e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır." [Ebu
Davud, Sünnet 17, (4692).][40]
AÇIKLAMA:
1- Bagavî, Şerhu's-Sünne'sinde kader meselesini şöyle özetler:
"Kadere iman farzdır. Bu, kulların hayır ve şer bütün fiillerini Allah'ın
yarattığına, bunları yaratmazdan önce Levh-i Mahfuz'da yazdığına, her şeyin
O'nun kazası ve kaderiyle, irade ve meşietiyle olduğuna; ancak iman ve taate
razı olduğuna ve bunlara sevap vaadettiğine, küfre ve masiyete razı olmadığına
ve bunlar için ikab vaadettiğine inanmaktır. Kader, Allah'ın sırlarından bir
sırdır. Buna ne mukarreb bir melek, ne de mürsel bir peygamber muttali
olmamıştır. Bu meseleye akıl yoluyla gidip araştırma yapmak caiz değildir.
Gerekli olan, bütün mahlukatı Allah'ın yaratıp onları iki gruba ayırdığına
inanmaktır; bu gruplardan birini cennet için yaratmıştır ki, bu, fazlındandır,
bir grubu da cehennem için yaratmıştır, bu da onun adaletindendir."
2- Kaderiye fırkası Mecusilere benzetilmiştir. Hattabi'ye göre
bunun sebebi, onların iki asıl meselesindeki sözlerinin Mecusilerin
sözlerine benzemesidir. Çünkü onlar
hayrı nurun fiilinden, şerri de zulmetin (karanlığın) fiilinden bilirler.
Kaderiyeciler de hayrı Allah'a, şerri de O'nun gayrına izafe
ederler. Halbuki hayrı da şerri de yaratan Allah'tır. O'nun meşieti olmadan ne
hayır ne de şer meydana gelir. Allah hikmetiyle şerri şer olarak yaratmıştır,
tıpkı hayrı da hayır olarak yarattığı
gibi, zira her ikisi de halk ve icad
cihetiyle Allah'a; fiil ve kesb cihetiyle de failine muzaftır.
Hadis, ittisal yönüyle munkatı' bulunmuş, zayıf olduğuna dikkat
çekilmiştir, mevzu diyen de olmuştur.[41]
ـ4847 ـ2ـ
ولَهُ في
رواية عن
ابْنِ عُمَرَ
مَرْفُوعاً:
]الْقَدَرِيَّةُ
مَجُوسُ
هذِهِ ا‘ُمَّةِ،
إنْ مَرِضُوا
فََ
تَعُودُوهُمْ،
وَإنْ مَاتُوا
فََ
تَشْهَدُوهُمْ[
.
2. (4847)- Ebu Davud'un
İbnu Ömer'den gelen merfu bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur:
"Kaderiye fırkası, bu ümmetin Mecusileridir. Eğer
hastalanırlarsa ziyaret etmeyin, ölürlerse cenazelerine katılmayın." [Ebu
Davud, Sünnet 17, (4691).][42]
ـ4848 ـ3ـ
وَلَهُ
أيْضاً في
روايةٍ
عَنْهُ
مَرْفُوعاً:
]َ تُجَالِسُوا
أهْلَ
الْقَدَرِ،
وََ تُفَاتِحُوهُمْ
بِالْكََمِ[ .
3. (4848)- Yine Ebu
Davud'da İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'den gelen merfu bir rivayette:
"Kader ehli ile düşüp kalkmayın, onlara dava açmayın"
buyurulmuştur. [Ebu Davud, Sünnet 17, (4720).][43]
AÇIKLAMA:
1- Teysir, bu hadisin İbnu Ömer rivayeti olduğunu söylüyor.
Ancak, Ebu Davud'da hadis Hz. Ömer'den rivayet edilmektedir.
2- "Onlara dava açmayın" demek,
"İhtilaflarınızın çözümü için onların hakimlerine başvurmayın"
demektir. Bazı alimler de: "İtikadla ilgili meselelerde onlarla münakaşa
ve münazara başlatmayın. Ta ki içinize yersiz şekler girmesin. Çünkü onlar
haksız mücadelede münazara ve güç sahibi
kimselerdir (size yersiz şek atabilirler)" diye anlamışlardır. Ancak "Rabbimiz, kavmimizle bizim aramızda
hak ile sen hüküm ver. Hakkı açığa çıkaranların en hayırlısı sensin" (A'raf 89) ayetini esas alan
alimler, önceki te'vilin daha münasip olduğunu söylerler. Mamafih, o ibareyi "Onlara ilk selamı siz vermeyin"
şeklinde anlayanlar da olmuştur.[44]
ـ4849 ـ4ـ
وعن ابْنِ
عَبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما:
]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ #:
صِنْفَانِ
مِنْ أمَّتِي
لَيْسَ
لَهُمْ في
ا“سَْمِ نَصِيبٌ:
الْمُرْجِئَةُ،
وَالْقَدَرِيَّةُ[.
أخرجه
الترمذي.»القَدريةُ«
الذين يقولون:
الخير من
اللّه، والشر
من ا“نسان،
وأن اللّه يريد
أفعال
العصاة.و»الْمُرجِئَةُ«
الذين
يقولون
يضر مع
ا“يمان معصية،
وهم أضداد
القدرية، فإن
من مذهبهم
تخليد صاحب الكبيرة
في النار إذا
لم يتب منها
وإن كان مؤمنا.
وكهما مخالف
‘هل السنة
والجماعة .
4. (4849)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ümmetimde iki sınıf vardır ki, onların İslam'dan nasipleri
yoktur: Mürcie ve Kaderiye." [Tirmizî, Kader 13, (2150).][45]
AÇIKLAMA:
Mürcie, fırak-ı dalleden biridir. Temel görüşlerini "İman
olunca günahın bir zararı yoktur; tıpkı küfür oldukça, taatin faydası olmadığı
gibi" diyerek ifade etmişlerdir.
Gerçi küfür olduktan sonra amelin, taatin faydası yoktur, bu doğru. Ancak buna
kıyasla "İman olunca günah zarar etmez" şeklinde çıkarılan hüküm
batıldır. Böyle bir iddiayı benimsemek her çeşit haramın helal sayılması demek
olan ibahe'ye kapı açar. Bu düşüncedeki bir insan, "Ben mü'minim günah
zarar vermez" diyerek her aklına gelen haramı işleyebilir. Bu düşünce Kaderiye
düşüncesinin tam zıddında yer alır. Onlar: "Büyük günah işleyen kimse bu
günahtan tevbe etmeden ölürse ebediyen
cehennemde kalır" derken, bunlar "büyük de olsa günahın insana,
-imanı olduğu takdirde- zarar vermeyeceğini" iddia etmişlerdir.
Görüldüğü üzere batıl mezhepler ifrat ve tefrit arasında
bocalamaktadır. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, orta yolu tercih eder.
2- Bu fırkaya Mürcie denmiş olmasının sebebi hususunda ihtilaf
edilmiştir:
* Bazılarına göre: Bu fırka, Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın
şehadeti üzerine Müslümanlar arasında çıkan gruplaşmalardan doğmuştur. Şöyle
ki: Medine'de Müslümanlar:
1- Hz. Osman'ı mazlum bilip onun intikamının alınmasını isteyenler.
2- Hz. Ali'yi hilafete
layık görenler, olmak üzere başlıca iki gruba ayrılmışlardır.
Bunlar dışında üçüncü bir grup, her iki tarafla da münasebetlerini
devam ettiriyordu. Bu gruba mensup
olanlar aradaki ihtilafta bir taraf
tutmuyorlar, hükmü Allah'a bırakıyorlardı. Geriye bırakma manasına gelen
irca'dan, bunlara Mürcie denmiştir.
* Bir başka tahmine göre, Hz. Ali'nin hilafette birinci
sıradan dördüncü sıraya düşmesine onlar sebep olduğu için, onlara Mürcie denmiştir. Bu manada Mürcie, Şia'nın
zıddıdır.
* Bir başka açıklamaya göre, bunlar büyük günah işleyenler
hakkındaki hükmü kıyamete bıraktıkları için
bunlara Mürcie denmiştir. Yani onlara göre günah işleyen cennetlik mi
cehennemlik mi bu dünyada bilinemez, hükümlerini ahirete bırakmak gerekir.
* Bir başka izaha göre, Mürcie, ümit vermek mânasına gelen ircadan gelmektedir. Yani
onlar, "iman sahibine büyük günah zarar vermez" diyerek böylelerine
ahirette cennete gitme hususunda ümit verdikleri için kendilerine Mürcie
denmiştir.
* Son bir tahmine göre, bunlar ameli imandan te'hir ettikleri,
yani imana çok ehemmiyet verip, ameli imandan ayırarak onun değerini ve
ehemmiyetini çok gerilerde bıraktıkları için bunlara te'hir eden manasında
Mürcie denmiştir.
Bütün bu Mürciî iddialar Kur'an ve sünneti esas alan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in
görüşüne aykırıdır.[46]
ـ4850 ـ5ـ
وعن نافعٍ
قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ الى
ابْنِ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
فقالَ: إنَّ فَُناً
يَقْرَأُ
عَليْكَ
السََّمَ،
لِرَجُلٍ
مِنْ أهْلِ
الشَّامِ.
فقَالَ ابْنُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما:
إنَّهُ
بَلَغَنِى
أنَّهُ قَدْ
أحْدَثَ
التَّكْذِيبَ
بِالْقَدَرِ،
فإنْ كَانَ
قَدْ أحْدَثَ
فََ تَقْرَأْ
مِنّي عَلَيْهِ
السََّمَ،
فإنِّي
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
# يَقُولُ:
يَكُونُ في
هذِهِ
ا‘ُمَّةِ خَسْفٌ
أوْ مَسْخٌ،
وذلِكَ في
الْمُكَذّبينَ
بِالْقَدَرِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
5. (4850)- Nafi
rahimehullah anlatıyor: "Bir adam İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e gelerek:
"Falan kimse sana selam ediyor!" diyerek, Şamlı
birisinden selam getirdi. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
"Bana ulaştığına göre, o kimse kaderi inkar ediyormuş. Eğer o
böyle bir bid'a fikre saplandı ise, sakın ona benden selam söyleme! Zîra ben,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim:
"Bu ümmette hasf (yere batırma), mesh (suret değişmesi) [ve
kazf= (taş yağması)] olacak. Bu musibetler kaderi inkar edenlere gelecek."
[Ebu Davud, Sünnet 7, (4613); Tirmizî,Kader 7, (2153, 2154).][47]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Davud'un bir rivayetinde, İbnu Ömer'e selam gönderen
Şamlı zatın, İbnu Ömer'le mektuplaşan tanış birisi olduğu belirtilir. İbnu Ömer
ona şöyle yazmıştır: "Kulağıma geldiğine göre sen kader hakkında
(rastgele) konuşuyormuşsun. Bundan böyle
sakın benimle mektuplaşmaya yeltenme. Zîra ben Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Ümmetim içinden kaderi inkar eden kimseler çıkacak!"
dediğini işittim."
Hadiste musibetler sayılırken bazı rivayetlerde "veya"
mânasına gelen "ev" denmiştir. Alimler umumiyetle, bunu
"ve" mânasına anlamışlardır.
2- Bid'ayı çeşitli vesilelerle açıkladık. Tekrar etmek
gerekirse: Dinde olmadığı halde sonradan ihdas edilip, dine sokulan şeydir.
Kamus'ta: "Din tamamlanmış olduktan sonra onda ihdas edilen şeydir"
dendikten sonra şu açıklama yapılır: "Bid'at küfürden küçük, fıskdan büyüktür. İlim ve amel gerektiren bir delile
muhalefet eden bir bid'at "küfür"dür. Zahiren amel gerektiren bir
delile muhalefet eden bid'a ise küfür değil, fakat dalalettir."
Cürcânî, et-Ta'rifat'da: "Sünnete muhalif olan fiildir. Buna
bid'at denmesi, bunu söyleyen kimse, dinde örneği olmayan bir şeyi ibda (ihdas)
etmesindendir" der.
3- Taş yağması diye tercüme ettiğimiz kazftan murad, Lut
kavminin maruz kaldığı çeşitten bir beladır. [48]
ـ4851 ـ6ـ
وعن ابْنِ
عَمْرِو بْنِ
العَاصِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
كَتَبَ
اللّهُ مَقَادِيرَ
الْخََئِقِ
قَبْلَ أنْ
يَخْلُقَ السَّموَاتِ
وَا‘رْضَ
بِخَمْسِينَ
ألْفَ سَنَةٍ
وَعَرْشُهُ
عَلى
الْمَاءِ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
6. (4851)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah mahlukatın miktarlarını, semavat ve arzı yaratmazdan
elli bin sene evvel, arşı da su üzerinde iken yazdı." [Müslim, Kader 16,
(2653); Tirmizî, Kader 18, (2157).][49]
ـ4852 ـ7ـ
وعن أبُو عزة
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
قَضَى اللّهُ
تَعالى
لِعَبْدٍ أنْ
يَمُوتَ
بِأرْضٍ
جَعَلَ لَهُ
إلَيْهَا أوْ
قَالَ بِهَا
حَاجَةً[.
أخرجه
الترمذي .
7. (4852)- Ebu Azze anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir
etti mi, onu oraya -veya orada bulunan bir şeye dedi- muhtaç kılar."
[Tirmizî, Kader 11, (2148).][50]
AÇIKLAMA:
Hadis, kişinin nerede öleceğinin bilinemeyeceğini takrir etmektedir. Kaderinde nerede ölmek
varsa, Allah onu o memlekete muhtaç kılmakta veya oraya bir ihtiyaç hasıl
etmekte; bu hacetini görmek üzere oraya giden kimse, eceline orada kavuşmakta
ve vefat etmektedir. Bu hususu ifade eden ayette Rab Teala "Hiç kimse
nerede öleceğini bilmez" (Lokman 34) buyurmaktadır.[51]
ـ4853 ـ8ـ
وعن مالِكٍ:
]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّهُ قِيلَ
“يَاسٍ: مَا
رَأيُكَ في
الْقَدَرِ؟.
فقَالَ:
رَأْىُ
ابْنَتِي.
يُرِيدُ َ
يَعْلَمُ
سِرّهُ إَّ
اللّهُ.
وَكَانَ
يُضْرَبُ
بِهِ الْمَثَلُ
في
الْفَهْمِ،
وَسَألَهُ
رَجُلٌ عَنِ الْقَدرِ
فقَالَ:
ألَسْتَ تُؤْمِنُ
بِهِ؟ قَالَ:
بلَى. قَالَ:
فَحَسْبُكَ،
حَدّثَنِي
عَلِيُّ بْنُ
حُسَيْنٍ
عَنْ أبِيهِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ مِنْ حُسْنِ
إسَْمِ
الْمَرْءِ
تَركُهُ مَا َ
يَعْنِيهِ،
وَبَلَغَهُ
أيْضاً
أنَّهُ قِيلَ
لِلُقْمَانَ:
مَا بَلَغَ
بِكَ مَا تَرى؟
قَالَ أدَاءُ
ا‘مَانَةِ، وَصِدْقُ
الْحَدِيثِ،
وَتَركى مَا َ
يَعْنِينِي[.
أخرجه رزين .
8. (4853)- İmam Malik'e
ulaştığına göre, İyas İbnu Muaviye'ye,
"Kader hakkında fikrin nedir?" diye sorulmuş da o şu
cevabı vermiştir:
"(Benim fikrim)
kızımın fikridir!" Bu sözle, onun sırrını ancak Allah'ın bildiğini
söylemek istemiştir. İyas, anlayışta darb-ı mesel olmuştu. (Bir gün) bir adam
ona kader hakkında sordu:
"Kadere inanmıyor musun?" dedi. Adam:
"Elbette inanıyorum!" deyince:
"Bu kadarı sana yeter!
(Fazlası senin için mâlâyanidir). Zîra Ali İbnu Hüseyin, babası (Hz. Ali İbnu
Ebi Talib) (radıyallahu anhümâ)'dan bana
nakletti ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuşlardır:
"Kişinin mâlâyani şeyleri terketmesi, onun Müslümanlığının
güzelliğindendir!"
Yine ona ulaştığına göre Lokman'a: "Sende gördüğümüz (bu
fazilet)in sebebi nedir?" diye sorulunca şu cevabı vermiştir:
"Emaneti eda, doğru söz ve beni ilgilendirmeyen şeyleri
terketmem!" Rezin tahric etmiştir. (Rivayette geçen "Kişinin mâlâyaniyi
terketmesi İslam'ının güzelliğindendir" şeklindeki Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sözü şu kaynaklarda geçer: [Muvatta, Hüsnü Hulk
3, (2, 903); Tirmizî, Zühd 11, (2318, 2319); İbnu Mace, Fiten 12, (2976);
Rivayetin sonundaki "Yine ona ulaştığına göre Lokman'a..." kısmı da,
Muvatta'da gelmiştir (Kelam 17, 2, 990).][52]
AÇIKLAMA:
Hadiste, Hz. Lokman'ın zikri geçmektedir. Kur'anda zikri geçen bu
zatın şahsiyeti, milliyeti, peygamber midir, değil midir, hangi devirde
yaşamıştır gibi pekçok yönü ihtilaflıdır. Bazısını Zürkani'den aynen
kaydediyoruz. Der ki: "Lokman'ın Habeşi olduğu, Nubi olduğu söylenmiştir.
Çoğunluk der ki: "Lokman salih bir kimseydi. Kendisine hikmet verilmiştir,
peygamber değildi." Katade: "Lokman hikmetle nübüvvet arasında muhayyer
bırakıldı. O hikmeti tercih etti. Sebebi sorulunca: "Peygamberlik yükünü
taşımaktan acze düşerim diye korktum" cevabını verdi" der.
Süheylî der ki: "Babasının ismi Anka İbnu Şirvan'dır: "Başkası: "O, Lokman İbnu Baura İbni Nasır İbni Azer'dir. Hz. İbrahim'in kardeşinin oğlu" der. Vehb, Mübtede'de, "Onun Hz. Eyub'un kızkardeşinin oğlu olduğu"nu zikretmiştir. "Teyzesinin oğlu" da denmiştir. Gerçek olanı, onun Hz. Davud aleyhisselam'ın muasırı olmasıdır. Denir ki: "Lokman (nebi olarak) gönderilmezden önce fetva verirdi." Hz. İbrahim'in muasırı olduğu da söylenmiştir. "Bin sene yaşamıştır" diyen galata düşmüştür, zira Lokman İbnu Ad'la iltibas etmiştir." [53]
[1] Eser, Erzurumlu Mehmet Kırkıncı tarafından
hazırlanmıştır. (8. baskı, Erzurum Kültür Eğitim Vakfı Neşriyatı, Yaylacık
matbaası 1983).
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/537-538.
[3] Alâuddin Aliyyü'l Muttaki İbn-i Hüsâmeddin
el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 1:132.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/538-540.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/541.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/541-542.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/542-543.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/544-545.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/545-546.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/546-547.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/547.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/548-549.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/550.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/5-6.
[15] Bugünün tıbbı, cemolma
tabirini derlenme-toparlanma olarak ifade etmektedir. Mevzuun mütehassısı Prof.
Dr. Alpaslan Özyazıcı, Hücreden İnsana adlı (6. Baskı, 1979, Yeni Asya
Yayınları) kitabında, ceninin ana rahminde geçirdiği safhaları resimlerle
anlatırken, bu ilk insan rüşeyminin 6,5 veya 7. günde rahim duvarına yerleştiğini belirtir: "6,5 veya 7.
günde ise bu cisim rahim duvarına gömülmeye başlar" der (s.6). Müellif,
hadiste gelen 40'ıncı günle ilgili açıklamaların da bugünki ilmî tahkîke uygunluğunu
te'yîd eder ve şöyle der: "Buraya kadar anlattığımız, ilk 40 gün, hadiste
nutfe safhası olarak ifade edilmiştir. Bu zamana kadar, ekser organların ilk
emâreleri belirdiğinden, Peygamberimiz aleyhissalâtü vasselâm'ın buyurduğu
derlenip toparlanır tabiri gerçekle tam bir uyum arzetmektedir" (s. 33).
Şu halde, sadedinde olduğumuz hadiste, "meninin, kadının her damarında ve
uzvunda uçtuğu"na dair ifadedeki, hal-i hazır tıbbî açıklamalara
aykırılık, ya İbnu Hacer'in dikkat çektiği ravilerden gelen şahsi bir yorum
gözüyle ele alınacak veya -zahir mânayı kabulde müşkilat olma hallerinde
âlimlerin başvurduğu te'ville- maksud mânayı arama" cihetine giderek
muvafık yeni yorumlara gitmek gerekecektir. Tıbbın bu bahislere, zaman içinde,
yeni buudlar ve zengin yorumlar getirebileceği de ihtimalden uzak tutulmadan
rivayete mülayim yaklaşılmalıdır.
[16] İfadenin aslı aynen şöyle: وزعم
كثير من اهل
التشريح ان
مني الرجل اثر له
في الولد ا في
عقده وأنه
انما يتكون من
دم المحيض
واحاديث
الباب تبطل
ذلك
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/6-13.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/13-17.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/17.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/17-19.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/19.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/19.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/20.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/20.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/20-21.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/22.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/22-23.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/23.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/23-24.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/25.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/25-26.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/26.
[33] Bu üç hadisten birincisi
4843'te kaydettiğimiz hadistir. İkincisi "Resûlullah'a müşrik
çocuklarından sorulmuştu: "Ne yapacaklarını Allah iyi bilir" diye
cevap verdi" meâlindeki Ebu Hureyre hadisi, üçüncüsü de her çocuğun
(İslâm) fıtratı üzerine yaratıldığını beyan eden hadistir.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/26-28.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/29.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/29-31.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/31.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/32-33.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/33.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/34.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/34-35.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/35.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/35.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/35-36.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/36.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/36-37.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/38.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/38.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/39.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/39.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/39.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/40.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/40.