Kibir, büyüklük, ululuk manasına gelir. Dinî bir tabir olarak,
kişinin kulluk edebine uymayacak şekilde kendisini diğer insanlara karşı
ululaması, onları hakir görmesidir. Aslında insanın Allah'ın bir mahluku
olarak, diğer mahlukata karşı da büyüklenmeye hakkı yoktur. Kul ve mahluk olma
cihetiyle bir eşitlik mevcuttur. Ancak Allah Teala hazretleri, insana, hilafet
ve emanet gibi bazı ziyade mesuliyetler vererek, bunun gereği olarak diğer
mahlukata karşı bir kısım imtiyazlar
vermiştir; akıl ve irade sahibidir, diğer mahluklar üzerinde tasarruf yetkisi
vardır. Bu imtiyazları onu hayvanata karşı kibre değil, Cenab-ı Hakk'a karşı
şükre ve hamde sevketmelidir. Tıpkı meyveli bir ağacın yerlere eğilmesi gibi,
insanî imtiyazlara sahip beşeriyetin,
Allah'ın huzurunda rükû-u tevazuya eğilmesi, secde-i şükr ve hamde kapanması
gerekir, tekebbüre gitmesi değil.
İmam Gazâlî'ye göre,
"kibr, "batınî ve "zahirî" olmak üzere ikiye ayrılır:
Batınî kibir nefsin derinliklerinde ruhî
bir ahlaktır. Zahirî bir kibir ise dışa akseden, azalarda görülen kibirdir.
Esasen en doğrusu, içteki ahlaka kibir
demektir. Zahirdeki hareketler kaynağını içtekinden alır. Dıştaki hareketleri
meydana getiren zaten bu iç ahlaktır. Bu sebeple, hastalık azalarında kendini gösterince, kibirlendi
denir. Görünmediği zaman "o kibirlidir" denir. Şu halde kibrin aslı
insan tabiatındaki ahlaktır. Bu da kendisini başkasına üstün gösterme
arzusudur."
Dinimiz, her hayrın,
her fazilet ve üstünlüğün Allah'tan
geldiğini tedris eder. Bu sebeple kişinin mazhar olduğu bazı faziletler
sebebiyle hemcinsine karşı büyüklenmesini, bu nimetlere nankörlük kabul eder,
onu asıl veren Allah'tan gaflet alâmeti bilir.
Bu sebeple kibir, şiddetle
reddedilen, kınanan huylardan biridir. Meseleye Kur'an-ı Kerim'in
müteaddit ayetlerle yer vermesi de
kibrin din nazarında ne kadar kötü olduğunu anlamaya yeterlidir. Birkaç ayetin
mealini kaydediyoruz:
"Yeryüzünde haksızlıkla
kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim" (A'raf 146).
"Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler"
(Mü'min 35).
"(Peygamberler hep) futuhat istediler. (Buna kavuştular.)
Hakka karşı alabildiğine inad eden her mütekebbir zorba ise nihayet
hüsrana uğradı" (İbrahim 15).
"(Allah) o büyüklük taslayanları sevmez" (Nahl 23).
"Andolsun ki (kâfirler), kendi kendilerine büyüklenmişler,
azgınlıkta pek ileri gitmişlerdi" (Furkan 21).
"Bana kulluk etmeyi kibirlerine yedirmeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir"
(Mü'min 60)
"Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri
yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin. Bütün bunlar, Rabbinin katında
çirkin sayılan günahlardır" (İsra 37-38).
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek
yürüme. Allah kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi şüphesiz ki sevmez"
(Lokman 18).
Kur'an-ı Kerim'de kibre bu kadar yer verilmesinin sebebi, bunun
küfrü tazammun etmesindendir. Çünkü büyüklük, izzet, azamet ve üstünlük sadece
Allah'a yaraşır. Hiçbir şeye gücü yetmeyen, herşeyini Allah'a borçlu olan biçare
insanın kibir ne haddine! Kul kibirlendiği vakit, sırf Allah'a yaraşan bir
sıfatta Allah'a karşı münazaaya, yarışa girmiş olmaktadır. Gazâlî bu davranışı,
bir hizmetçinin padişahın tacını giyerek onun tahtına oturup hükmetmeye
kalkmasına benzetir. "Bir uşak için, bundan daha büyük bir cür'et, bundan
daha vahim bir cinayet olur mu?" der ve: "Şüphesiz bu uşak, padişahın
en ağır cezasını hak eder" diye hükmeder.
Nitekim kaydedeceğimiz ilk hadiste, Rab Teala hazretleri: "Azamet
benim gömleğim, ululuk benim cübbemdir. Kim benimle bu hususta ortaklığa
kalkışırsa, ben onun belini kırarım" buyurmuştur.
Kibirin zıddı tevazudur. Tevazuyu alçak gönüllülük olarak ifade
eder isek de, esas itibariyle mazhar
olunan nimetleri Allah'tan bilmeyi ifade eder. İslam büyükleri, tevazunun
insanları yücelteceğini, kibrin de alçaltacağını kabul eder. Hz. Ömer şöyle
buyurmuştur: "Alçak gönüllü, mütevazi ol ki, Allah seni yüceltsin. Kul
kibirlenip böbürlendiği zaman Allah Teala hazretleri onu alçaltır ve bir melek:
"Uzak ol! Allah seni uzaklaştırsın!" der. Kibirli insan kendi kendini
büyük görürse de herkesin nazarında düşük, hatta domuzdan daha adidir"
demiştir. Bu manayı, Ka'b (radıyallahu anh) bir başka üslubla ifade etmiştir:
"Allah kime dünyalıktan bir nimet verdi de, adam bu nimetin şükrünü ödedi
ve tevazuunu gösterdi ise, Allah Teala o nimetin menfaatini dünyada ona
gösterdiği gibi, ahirette de
derecesini yükseltir. Fakat verdiği nimete şükretmez ve tevazu göstermezse,
Allah Teala, dünyada o nimetten ona bir
kâr sağlamadığı gibi ahirette de ona cehennemden bir kapı açar; dilerse
affeder, dilerse azab eder."
Kibir, Gazâlî'ye göre, Allah'a, peygamberlere ve diğer insanlara
karşı yapılır. Her üçü de mezmun ise de, en kötüsü Allah'a karşı olandır. Bediüzzaman, insanların diğer mahlukata karşı da kibre düşebileceğini ifade eder: "Ey
insan! Kur'an'ın desatirindendir (düsturlarındandır) ki, Cenab-ı Hakk'ın
masivasından (mahlukatından) hiçbir şeyi,
O'na taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir
şeyden, tekebbür edecek derecede büyük
tutma. Çünkü mahlukat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları
gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler."
Kibir ve tevazu meselelerine zaman zaman temas eden Bediüzzaman,
kibirin asıl kaynağının insandaki küçüklük olduğunu ifade eder. Ona göre:
"...Sığar-ı nefs, tekebbürün menbaıdır. Zaaf, gururun madenidir..." Bu temel düşünceden
hareketle: "Büyük görünme küçülürsün" der ve devam eder:
"Ey enesi (benliği)
çifteli, kafası da kibirli,
Şu mizanı bilmeli: "Her
adam için elbet,
Cemiyet-i beşerde, içtimâî binada,
Görmekgörünmek için şu mertebe denilen,
Bir penceresi var. Ger pencere,
Kamet-i kıymetinden
(boyundan) yüksekse,
Tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak.
Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa,
Tevazula tekavvüs edecek ( bükülüp) eğilecek.
Kamillerde, büyüklük mikyasıdır, küçüklük,
Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklür (tekebbür)."
Tekebbür kötü, tevazu iyi olmakla birlikte, Bediüzzaman bunların
kullanılacağı yerin iyi tayin edilmesine dikkat çeker: "Zaifin kavîye
karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur; kavînin zaife karşı tevazuu, zaifte
tezellül olur. Bir ulü'l-emrin (amirin)
makamında ciddiyeti vardır; mahviyeti,
zillettir, hanesindeki ciddiyeti,
kibirdir, mahviyeti tevazudur..."
Ucb'a gelince, bu kibre yakın mezmum bir haslet ise de, kibrden
biraz farklıdır. Ucb'u "kendini bir şey sanmak, kendini beğenmek, amele
güvenmek, yaptığı hayırların kendini mutlaka kurtaracağı inancında olmak"
şeklinde tarif edebiliriz. Esasen ucb, lügat olarak beğenmek, hoşlanmak, hoşa
gitmek manasına gelir.
Gazâlî, ucbla kibir arasını tefrikte şöyle bir açıklama sunar:
"Ucb, mutlak surette kendini beğenmek, kibir ise, kendisini başkasından
üstün görmektir. Her ucub sahibi mütekebbir olmaz. Çünkü çok defa insan kendisini
beğenir, fakat başkasını da kendisinden üstün görebilir ve ona karşı
kibretmez."
Kur'an'da ucuba temas eden ayetlerden biri, Müslümanların Huneyn
Savaşı sırasında halet-i ruhiyelerini örnek verir. Huneyn Savaşı, Mekke' nin
fethinden sonra 12 bin kişilik bir kuvvetle yapılan bir savaştı. İlk defa
Müslümanlar böyle bir sayıya ulaşınca bu durum,
Müslümanları ucba sevketmişti. Bir askerin: "Benî Şeyban'la
karşılaşacak bile olsak ehemmiyeti yok.
Bugün kimse bize azlığımız sebebiyle galebe çalamaz" dediği rivayet olunur. Hz. Ebu Bekr de:
"Ey Allah'ın Resulü, bugün artık bize azlık sebebiyle galebe
çalınamaz" demiştir. İşte bu halet-i ruhiyeyi: "Muhakkak ki Allah pek
çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O gün çokluğunuza güvenmiştiniz.
Fakat bu size fayda vermedi. Yeryüzü o kadar genişliğiyle beraber, size dar geldi ve arkanızı dönüp
gittiniz" (Tevbe 25) mealindeki ayet tescil etmektedir. Ayet-i kerime,
sayıca çokluğa güvenip, harbin
şartlarına riayet etmeyen, zaferin Allah'tan geldiği gerçeğinden gaflete düşen
Müslümanların, bu çokluğa rağmen ilk karşılaşmada bozguna uğrayıp kaçtıklarını
belirtmektedir. Bir başka ayet de kâfirlerin de kal'a ve maddî güçlerine
güvenmelerine temas eder: "..Halbuki onlar, kal'alarının kendilerini
Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri
yerden geldi" (Haşr 2).
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Üç
şey helak edicidir: İtaat edilen aşırı cimrilik, uyulan hevesat ve kişinin kendini beğenmesi
(ucb)."
Ayet-i kerimede, "Nefislerinizi temize çıkarmayın (kusursuz
addetmeyin)" (Necm 32) buyrulmuştur.
Hadislerin verdiği derse
göre, kişiye günah olarak ucb yeterlidir. Hatta kişinin, kendini
günahsız bilme günahına düşmektense,
günah işleyip tevbe etmesi daha iyidir: "Siz hiç günah işlememiş olsanız,
ben onun daha büyüğünden sizin için korkarım: O da ucubtur, ucubtur."
Kibre düşen kimsenin haliyle ilgili bir tasviri Gazâlî'den sunup,
bu mevzuda daha fazla bilgi için onun
ölmez eseri İhya'yı tavsiye edeceğiz (Ahmed Serdaroğlu tercümesi 3, 718-808).
"Kişi ne zaman
başkasına nisbetle kendini büyük görürse, başkasını kendisinden düşük, hakir ve
alçak görmeğe başlar. Onu yanına yaklaştırmak istemez, meclisine almaz. Onu,
karşısında bir hizmetçi gibi görmek ister. Hatta hizmetçi olarak da kendisini
kabul etmeyebilir ve onu hizmetçi olarak da karşısında görmek istemez. Şayet
kibri biraz daha hafif ise, müsavi olmasından çekinir, yanyana gidemeyecekleri
dar yollarda ve meclislerde öne geçer, onun selam vermesini bekler. Kendinin
ihtiyacına bakmakta kusur ederse, neden böyle yaptın diye ona hayret eder.
Karşısına çıktığı zaman onu muhatab almak istemez. Va'zu nasihatini dinlemez. Kendisine bir şey iade etse kızar. Muallimlik yaparsa talebelere hoş
davranmaz. Onlara hakaret eder. Onlarla alay eder ve kendi işinde çalıştırır.
Avama bakışları, hayvana bakışlarından farklı olmaz. Hülasa, kibirli adamın,
sayılamayacak kadar çok çeşitli tavır ve davranışları vardır. Bunları herkes anlayabileceği için, burada
sayılmalarına lüzum yoktur.
İşte bu kibirdir. Kibrin
afetleri büyük, gaileleri pek çoktur. Havassın çoğu kibirden helaka gider. Avam şöyle dursun, abid, zahid
ve alimlerin çoğu da kibir hastalığından kurtulamazlar. Kibrin doğurduğu
felaket nasıl büyük olmasın ki? Resul-i Ekrem: "Kalbinde zerre kadar kibir
olan cennete giremez" buyurmuştur.
Ölçüler'deki kibir üzerine
yazılan yazı da dikkat çekicidir. Faydalı olur mülahazası ile onu buraya
alıyoruz.[1] Böyle bir satır yok.
İnsana bahşedilen benlik emaneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma
yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır. Vazife biter bitmez de taşa
çalınıp kırılması gerekli olan bir armağandır. Böyle yapılmadığı takdirde
kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline gelir. Fert, onunla Yüce
Yaratıcı'yı, O'nun kudretinin, ilminin, iradesinin sonsuzluğunu; eksiklik ve
kusurların O'nun semtine sokulamayacağını idrâk edecek, sonra da sinesinde
tutuşturduğu marifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip bitirecek; sadece Yüce
Yaratıcı'nın varlığıyla bakıp görecek; O'nunla düşünüp O'nunla bilecek ve
sadece O'nunla soluyacaktır.Hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk'ı görüp
bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde
dönüp durmanın ifadesidir. Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup
kalkanlar, aradıklarını "ego"nun karanlık atmosferinde arayanlar,
yıllarca deretepe demeden aşıp gitseler de bir çuvaldız boyu yol
alamazlar.Yapılan işler, işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik
hesabına yapıldığı takdirde kat'iyyen fazilet va'detmez ve İlahî Dergâh'ta
kabul göremez. Kendini aşmamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış, basireti
bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her
fedakârlığı da bir akılsızlıktır.Bencillik, şeytanî bir sıfat olduğundan, ona
kapılanların, şeytanın akibetine uğrayacağından şüphe edilmemelidir. Şeytanın
mazeret ve müdâfaaları bile, gümgüm birer benlik melodisidir. Adem Nebi (a.s.),
ufkunun karardığı bir anda, gözyaşlarından yepyeni bulutlar meydana getirerek onunla
gönül ateşini, hasret ateşini söndürmeye çalışmasına karşılık, İblis, her
kelimesi gurur ve inat, her ifadesi saygısızlık, mazeretler sayıp
döküyordu.Benliğin ilimden kaynaklananı, servet ve iktidarla ortaya çıkanı,
zekâ ile, cemâl ile şişip büyüyeni ve daha birçok çeşidi vardır... Bu
sıfatlardan hiçbiri, insanın zâtî malı olmadığından, bu husustaki bir iddia,
hakiki Mal Sahibi'nin gazabına bir vesile ve dâvetiye sayılmış ve bu mağrur
ruhların helâkiyle neticelenmiştir.
Ferdin şahsî dünyasını tesir altına alan "ego", bir
cemaat benliğiyle de omuz-omuza verince,
bütün bütün devleşir ve mütecaviz bir ifrit haline gelir. Artık böyle
azgınlaşmış bir ruhun elinde en hayırlı şeyler dahi simsiyah bir bulut kesilir
ve etrafa gülle, bomba yağdırmaya başlar. Evet böylelerinin elinde, ilim, bir
yalancı ışık; servet, çalım ve cakaya vesile; gönül, bir çiyan yatağı; cemâl,
çevreye ekşilik saçan bir gam sayfası; zekâ, başkalarını hafife alan uğursuz
bir şaklaban hâlini alır.Öteden beri felsefe, benliği; peygamberlik de, hakkı
ve mahviyeti temsil etmiştir. Evvelkilerin yolunda; şüpheler, tereddütler,
aldatmalar, şiddet ve hiddetler aysberglerin birbiriyle çarpışmaları gibi
korkunç müsademelerle dağılıp parçalanmalarına karşılık; ikincilerin yolunda;
aydınlıklar, gönül inşirâhları, birbirinin imdâdına koşmalar ve birbirini
desteklemeler vardır.Her fırsatta kendini etrafa anlatma ruh haleti, fertte bir
eksiklik ve aşağılık duygusunun ifadesidir. Böyleleri, iyi bir ruh terbiyesiyle
varlıklarını gerçek Mal Sahibi'ne fedâ edecekleri güne kadar da bu durum sürer gider. Bunların her işi bir
çalım, her ifadeleri gürülgürül benlik, her mahviyyet ve tevazûları da ya bir
riyâ, ya da kendilerini başkalarına anlattırabilme yatırımıdır. Bin nefrin
haknâşinas(53) bencillere!(54)
ـ5217 ـ1ـ عن
أبي سعيدٍ
وأبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قاَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
قَالَ اللّهُ
تَعالى
اَلْكِبْرِيَاءُ
رِدَائِي، وَالْعِزُّ
إزَارِي،
فَمَنْ
نَازَعَنِي
شَيْئاً
مِنْهُمَا
عَذَّبْتُهُ[.
أخرجه مسلم وأبو
داود .
1. (5217)- Ebu Said ve Ebu
Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyorlar: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri şöyle dedi: "Büyüklük ridamdır,
izzet de izarımdır. Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azab veririm." [Müslim, Birr 136; Ebu Davud,
Libas 29, (4090).][2]
AÇIKLAMA:
1- Buradaki hadis metni, Müslim ve Ebu Davud'da mevcut
metinlere tamamen tevafuk etmez. Ebu Davud'da
العِزّ yerine
العَظَمَةُ
kelimesi
vardır. İzz: İzzet ve şeref, azamet ve ululuk manasına gelir. Şu halde ululuk,
şeref, yücelik gibi sıfatlar hakiki manasıyla Allah'a aittir. Kul tevazuyu
unutarak bu duygulara kapılmamalıdır.
2- İzar gömlek, rida da gömlek üzerine giyilen şeydir.
Eskilerde kaftan denilmiş ise de,
günümüz örfünde kaftan çok müsta'mel
değildir.
Şeref ve ululuğun Allah'a
mahsus olduğu, onlar gömlek ve kaftana benzetilerek ifade edilmiştir.
Hattâbi, Allah'ın sıfatı izzet ve
azamet, kulun sıfatı da tevazu ve tezellül olması sebebiyle, kulun Allah'a
mahsus sıfatları kendine mal etmesinin caiz olmadığını belirtir.[3]
ـ5218 ـ2ـ
وعن ابنِ
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
مَنْ كَانَ في
قَلْبِهِ
مِثْقَالُ ذَرَّةٍ
مِنْ كِبْرٍ.
فقَالَ
رَجُلٌ: إنَّ
الرَّجُلَ
يُحِبُّ أنْ
يَكُونَ
ثَوْبُهُ
حَسَناً
وَنَعْلُهُ
حَسَنَةً؟
فقَالَ: إنَّ
اللّهَ
تَعالى
جَمِيلٌ
يُحِبُّ
الْجَمَالَ؛
اَلْكِبْرُ
بَطْرُ
الْحَقِّ
وَغَمْطُ
النّاسِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي .
2. (5218)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete
girmeyecektir!" buyurmuştu. Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel
olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm da: "Allah Teala hazretleri güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise
hakkın ibtali, insanların tahkiridir" buyurdular."[4]
ـ5219 ـ3ـ
وفي أخرى: ]َ
يَدْخُلُ
النّارَ
أحَدٌ في قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ مِنْ
إيمَانٍ، وََ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
أحَدٌ في
قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
مِنْ
كِبْرٍ[.والمراد
بالكبر هنا
كبر الكفر
والشرك
لمقابلته إياه
با“يمان.»بطرُ
الحقِّ«
ردّه.و»غَمصُ
النّاس« احتقارهم
.
3. (5219)- Bir diğer
rivayette: "Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme
girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir
bulunan kimse de cennete girmez." buyrulmuştur. [Müslim, İman 147;
Ebu Davud, Edeb 29, (4091); Tirmizî, Birr 61, (1999).][5]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada kalbinde kibir
taşıyanların cennete giremeyeceklerini kesin bir üslubla ifade etmektedir.
Hattâbi bu ifadeyi iki surette açıklamıştır:
"Bu hadisteki kibirden murad küfürdür. Yani kişi iman etme hususunda tekebbüre düşerek,
imandan kaçınır. Haliyle bu şekilde ölen, küfür üzere ölmüştür, cennete
giremez."
Hadisten maksad cennete
giren kimsenin kalbinde oraya girerken kibir kalmaz demektir. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de "Biz onların kalbindeki her türlü kini çıkarırız"
(Hicr 47) buyrulmuştur."
Nevevî, Hattâbî'nin bu te'vilini yeterince isabetli bulmaz.
Hadisin, herkesçe bilinen ve başkalarını küçük görmekten ibaret olan
kibirlenmekten yasaklamak için varid
olduğunu, dolayısıyla kibir kelimesinin
bu manadan ve hadisin de belirtilen maksaddan uzaklaştırılmaması gerektiğini
söyler.
Umumiyetle benimsenen manaya göre, kibir sahibi, bu kibrin
cezasını çekip, onun günahından temizlenmeden cennete giremez demektir. Yani
kibir cezayı gerektiren bir haldir. Bu hal mutlaka ceza ile temizlenir, bu
temizlik olmadan kul cennete giremez.
Ne var ki Allah her çeşit günahı affetmeyeceği hususunda bir kayıt
da mevcut değildir. Öyleyse hadisi "Allah'ın affetmemesi halinde, kibir
sebebiyle ateşte ceza çekmeden hiç kimse
cennete giremez" diye anlamak en
makbuldür. Zira kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan kimse ebedî cehennemde
kalmayacağına göre, sırf kibir, ebedî
cehennem vesilesi olmamalıdır.
2- Hadiste, güzel giyinmeyi sevdiğini söyleyen sahabinin ismi
ihtilaflıdır. Nevevî, Malik, İbnu Mürare er-Rahavî olduğunu, el-Kadi İyaz'
dan naklen kaydeder. Bazı muhakkiklerin Ebu Reyhâne Şem'ûn, Rebiatu'bnu
Amir, Sevad İbnu Amr, Muaz İbnu Cebel, Abdullah İbnu Amr İbni'l-As, Harim İbnu
Fatik gibi başka isimleri zikrettiğini de kaydeder.
3- 5219 numaralı hadiste, kalbinde hardal tanesi kadar imanı
bulunan kimsenin cehenneme girmeyeceği belirtilmektedir. Alimler bunu
"kâfirler gibi ebedî olarak cehennemde kalmaz" şeklinde
anlamışlardır. Çünkü "imanla
birlikte bir kısım günahları, zulümleri bulunabilir. O günahlarından af
yahut ceza çekmeden kurtulamayacağına göre, hadisin kâfirler gibi ebedî
cehennemde kalacak şekilde" diye kayıtlanması gerekir.
4- Hadiste "Allah'ın güzeli ve güzelliği sevdiği" de
ifade edilmiştir. Bunun manası da
alimlerce farklı şekillerde anlaşılmıştır. Bu husustaki ihtilaf, cemil isminin
Kur'an'da ve mütevatir hadiste gelmemiş olmasından ileri gelir. Kat'î nasla sabit olmayan, haber-i vahidle gelen bir ismi Allah'a izafe
edebilir miyiz, edemez miyiz, haber-i vahidle itikad sabit olur mu, olmaz mı
ihtilafına dayanır. Bu sebeple bazı te'villerde cemilin Allah'a izafesi sabit
olan bazı isimlere hamledildiği görülür:
Birkısmı: "Her emri güzeldir. Nitekim güzel isimler (el-Esmau'l-Hüsna)
O'nun, cemal ve kemal sıfatları da O'nundur" demiştir.
Bazıları: "Kerim ismi, mükrim (ikram eden); Semi ismi müsmî
(işittiren) manasına geldiği gibi, Cemil ismi de mücmil yani güzellik veren
manasına gelir" demiştir.
Kuşeyrî, cemil isminin celil yani büyük manasında olduğunu
söylemiştir.
Hattâbî, cemilin nur ve güzelliğin
sahibi manasında kullanıldığını
söylemiştir.
Bazı alimler cemili "Size karşı fiilleri lütufkâr ve güzeldir,
size az amel teklif eder, teklif ettiklerini îfada size yardımcı olur,
îfa edene ecrini bol kılar" diye anlamıştır.
Nevevî, ulemadan bir kısmının bu "cemil" isminin,
haber-i vahidle sabit olsa bile Allah'a
izafesinin caiz olduğunu söylediğini nakleder.
İmamu'l-Harameyn, sahih
nassla, şeriatta sabit olan şeyi kabul etmek gerektiğine, haram ve
helalin bu yolla kesinlik kazanacağına, şeriatta haram mı helal mi olduğu
hususunda kesin bir hüküm bulunmayan şeylerde haram veya helal hükmüne
gidilemeyeceğine dikkat çektikten sonra, Allah'a bir isim izafesi meselesinde,
kat'î bir delilin şart olmadığını, ilim iktiza etmeyen, amel iktiza eden bir
delille de Allah'a isim izafe edilebileceğini söyler.
Hülasa, Allah Teala hazretlerini, şer'an varid olmayan fakat yasak
da edilemeyen kemal, celal ve medih sıfatıyla tavsif etmenin caiz olup
olmadığında Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat
mezhebi ihtilaf etmiştir. Bir kısmı bunu caiz görmüş, bir kısmı görmemiştir. Bunda esas
Kur'an veya mütevatir hadis veya icma ile sabit olmaktır. Eğer bir isim,
haber-i vahidle sabit ise, bu ihtilaflıdır. Böyle bir isimle Allah'ın tavsifini
bazıları caiz görürken, bazıları reddeder. Kabul edenler: "Böyle bir
isimle dua ve sena, onunla amel babındandır. Esasen haber-i vahidle amel
caizdir" demiştir. Reddedenler bunun Allah
hakkında caiz ve caiz olmayan (müstakil) şeye itikad meselesine
girdiğini, bu meselede ise kesin delilin esas alındığını söylerler. Bunlara göre
Allah'a bir isim nisbet etmek kesin
delille mümkündür.
Kadı İyaz, bu münakaşaya, Cemil ismini Allah'a nisbetin caiz olacağı kanaatiyle katılır. Der
ki: "Bu mesele hem "amel"e, hem de "güzel isimler Allah'a
mahsustur, ona bu isimlerle dua edin" (A'raf 180) mealindeki ayete
şamildir."
Görüleceği üzere, haramhelal hükmü için şeriatten kesin nassın varlığını şart koşan Ehl-i Sünnet uleması bu meselede, caiz değil veya
helalharam diye kesin hükümde bulunmaya
karşı ihtiyatı tercih etmiştir.[6]
ـ5220 ـ4ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
جَمِيً أتَى
النَّبِيَّ #
فقَالَ: إنِّي
أُحِبُّ
الْجَمَالَ؛
وَقَدْ
أُعْطِيتُ مِنْهُ
مَا تَرَى،
حَتّى مَا
أُحِبُّ أنْ
يَفُوقَنِي
أحَدٌ
بِشِرَاكِ
نَعْلٍ،
أفَمِنَ
الْكِبْرِ
ذلِكَ يَا رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ: َ؛
وَلَكِنِ
الْكِبْرُ مَنْ
بَطَرَ
الْحَقَّ
وَغَمَطَ
النَّاسَ[. أخرجه
أبو
داود.»يَفُوقَنِي«
أن يكون خيراً
منى، ومنه
الشئ الفائق:
الجيد الخالص
في نوعه .
4. (5220)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Yakışıklı bir adam Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek: "Ben güzelliği seviyorum. Gördüğünüz gibi bana
güzellik de verilmiş. Kimsenin beni, ayakkabı bağı bile olsa bu hususta
geçmesinden hoşlanmıyorum. Ey Allah'ın Resulü! Bu (haram olan) kibre girer
mi?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Hayır! buyurdular. Ancak kibr, hakkı ibtal, halkı
tahkirdir!" [Ebu Davud, Libas 29, (4092).][7]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde güzel
giyinmenin ayakkabı bağına varıncaya kadar her hususta güzel olmaya, güzellikle
başkasını geçmeye çalışmanın günah olan kibre girmediğini ifade buyurmaktadır.
Hadiste ayrıca, kibrin ne olduğu açıklanmaktadır. Buna göre kibir
hakkın iptali, insanların tahkiridir. Şu halde kibre düşen insanda iki büyük hata zuhur etmektedir:
1) Hakkın iptali: Allah'tan gelen nimeti kendinden bilerek
Allah'ın hakkını iptal. Buna küfran-ı nimet de denilebilir.
2) İnsanları hakir görme. Bu önceki duygunun bir başka tezahürüdür.
Mazhar olunan nimet sebebiyle, o nimete eremeyenleri küçük görmek.
Hadis, her iki duyguyu da yasaklamaktadır.[8]
ـ5221 ـ5ـ
وعن عَمْرُو
بن شُعَيْب عن
أبيه عن جِدّهِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أنَّ
النّبِيَّ #
قَالَ:
]يُحْشَرُ
الْمُتَكَبِّرُونَ
أمْثَالَ الذَّرِّ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
يُغْشَاهُمُ
الذُّلُّ منْ
كُلِّ
مَكَانٍ،
يُسَاقُونَ الى
سِجْنٍ في
جَهَنَّمَ
يُقَالُ لَهُ
بُولَسُ
تَعْلُوهُمْ
نَارُ
ا‘نْيَارِ:
يُسْقَوْنَ
مِنْ
عُصَارَةِ
أهلِ النّارِ:
طِينَةِ الْخَبَالِ[.
أخرجه
الترمذي .
5. (5221)- Amr İbnu Şuayb
an ebihî an ceddîhi (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyamet günü, mütekebbirler küçük karıncalar gibi haşrolunurlar. Onları her yönden zillet
bürümüştür. Cehennemde Bûles denen bir hapishaneye sevkedilirler. Ateşlerin
ateşi onları bürür. Cehennem ehlinin irinleri kendilerine içecek olarak
verilir. Bu içeceğe tînetu'lhabal denir." [Tirmizî, Kıyamet 48, (2494).][9]
ـ5222 ـ6ـ
وعن سَلَمَةَ
بْنِ ا‘كْوَع
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَزالُ الرَّجُلُ
يَذْهَبُ
بِنَفْسِهِ
حَتّى يُكْتَبَ
في
الْجَبَّارِينَ
فَيُصِيبُهُ
مَا أصَابَهُمْ[.
أخرجه
الترمذي.»يَذْهبُ
بِنَفْسِهِ«
أي يترفع
ويتكبر .
6. (5222)-
Selemetu'bnu'l-Ekva (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kişi kendisini (halktan büyük görüp) uzak tuta tuta
cebbarlar arasına kaydedilir de onların başına gelen musibete duçar olur."
[Tirmizî, Birr 61, (2001).] [10]
AÇIKLAMA:
Hadis, bir kimsenin, insanlardan, onları küçük görerek mesafeli
dura dura, cebbarlar yani zalimler sınıfına geçeceğini haber vermektedir. Bu
husus, eşyanın tabiatına uygundur. Çünkü, mesafeli durmak bir alışkanlık haline gelir. Halbuki dinimiz,
cemaati, sıla-i rahmi, selamlaşmayı, büyükleri
ziyaret ve karşılıklı hediyeleşmeyi vs. emrederek, kişinin insanlarla
kaynaşmasını emretmektedir. Uzlet normalde tavsiye edilmez. İnzivayı çok sıkı
şartlarla dinimiz tecviz eder.
Şu halde, insanlara karşı uzak duran kimseler, Firavun, Nemrud, Şeddad gibi zalim cebbarlar defterine ismiyle
resmiyle geçme ve onların maruz kaldığı
dünyevî musibetlerle ve uhrevî cezalarla karşılaşma tehlikesiyle başbaşadırlar.
el-İyazu billah.[11]
ـ5223 ـ7ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَيَنْتَهِيَنَّ
أقْوَامٌ
يَفْتَخِرونَ
بِآبَائِهِمُ
الّذِينَ
مَاتُوا،
إنَّمَا
هُمْ
فَحْمُ
جَهَنَّمَ،
أوْ
لَيَكُونَنَّ
أهْوَنَ عَلى
اللّهِ مِنَ
الْجِعَْنِ
الّذِى
يُدَهْدِهُ
الْخِرَاءَ
بِأنْفِهِ.
إنَّ اللّهَ
تَعالى قَدْ
أذْهَبَ
عَنْكُمْ
عُبِّيَّةَ
الْجَاهِلِيّةِ،
إنّمَا هُوَ
مُؤْمِنٌ
تَقِيٌّ أوْ
فَاجِرٌ
شَقِيٌّ.
اَلنَّاسُ
كُلُّهُمْ
بَنُو آدَمَ،
وَآدَمُ
خُلِقَ مِنْ
تُرَابٍ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي،
وهو آخر حديث
في
كتابه.»عُبِّيَّةَ
الْجَاهِلِيَّةَ«
بضم العين
المهملة
وكسرها وتشديد
الباء والياء:
الكبر .
7. (5223)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İnsanlar, ya cehennem kömüründen başka bir şey olmayan ölmüş
ecdadlarıyla övünmekten vazgeçerler, yahut da Allah katında, burnuyla pislik
yuvarlayan mayıs böceğinden daha adi bir derekeye düşerler. Allah Teala
hazretleri sizlerden cahiliye kibrini
temizledi. Artık o, muttaki bir mü'min yahut bedbaht bir facirdir. İnsanların
hepsi Hz. Adem'in evlatlarıdır. Adem ise topraktan yaratılmıştır." [Ebu
Davud, Edeb 120, (5116); Tirmizî, Menakıb (3950, 3951).][12]
AÇIKLAMA:
1- Aleyhissalâtu vesselâm, bu hadislerinde kabile taassubunu
te'lin etmektedir. Kabile taassubu, bir cahiliye örfü olup, günümüzde ırkçılık veya
faşistlik denen şeyi ifade eder. Bu, ecdadla övünmek şeklinde tezahür eder. Ecdadla tefahur etme
hadisesi cahiliye Araplarında pek yaygındı. Tekasür suresi bu maksadla,
kabirleri ziyaret edip sayım bile
yaptıklarına dikkat çekerek, Müslümanları bu çeşit davranışlardan men eder.
Sadedinde olduğumuz hadis, ırkçıları, burunlarıyla yuvarladığı
pisliği sürükleyen mayıs böceklerine teşbih
buyurmakta ve son derece alçaltmaktadır. Hadisteki tehvin ve teşbihin
ağırlığı, ırkçılığın İslam kardeşliğine
vurduğu büyük darbe ile izah edilebilir.
Hele günümüzde İslam âleminin dağınık ve perişan halinin temelinde kavmiyetçiliğin
bulunduğu, hatta bu noktaya gelmeye zemin hazırlayan "Osmanlı Devleti'nin
çöküşü"nde de aslında, baş amilin ırkçılık olduğu gözönüne alınınca,
kavmiyetçi taassubun çok daha ağır ifadelerle tel'ininin isabetli ve yerinde
olacağı anlaşılır.
2- Hattâbi, hadisten hareketle insanların iki grup teşkil
ettiğini söyler. Buna göre:
1) Mü'min ve muttaki
olanlar. Bunlar halk nazarında itibar sahibi olmasalar da Allah nazarında
kıymetlidirler, faziletlidirler.
2) Facir (haddini tecavüz eden) ve bedbaht olanlar. Bunlar, halk nazarında
itibar ve şerefli kimseler bile olsalar Allah
yanında değersiz adi kimselerdir.
3- Hadisten şu mana da çıkarılmıştır: "Mütekebbir ve
müftehir kimse, ya müttaki mü'min bir kimsedir, bu durumda ona hiç kimseye
karşı tekebbür (büyüklenme) yakışmaz; yahut da facir, bedbaht bir kimsedir
Böyle birisi Allah indinde zelildir. Zelil kimsenin tekebbür etmesi hiç uygun
değildir. Öyleyse tekebbür her halukârda
menfidir, merduddur."
4- Hadiste insanların esas itibariyle topraktan geldiklerine
dikkat çekilmesi suretiyle de büyüklenmeye mahal olmadığı
hatırlatılmaktadır. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Davud, et-Tayâlisi'de gelen bir rivayette şöyle
buyurmuştur:
"Cahiliye devrinde
ölen ecdadınızla övünmeyin. Nefsimi elinde tutan Zat'a yemin olsun,
mayıs böceğinin burnuyla yuvarladığı pislik, cahiliyede ölen ecdadınızdan daha
hayırlıdır."
Irkçılığın İslam'daki yeri hususunda daha önce geniş açıklama
sunduk.[13]
ـ5224 ـ8ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
#: َ
يَنْظُرُ
اللّهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
الى مَنْ
جَرَّ
إزَارَهُ
بَطَراً؛ وفي
أخرى: الى
مَنْ جَرَّ
ثَوْبَهُ
خُيََءَ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
8. (5224)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah, kıyamet günü, büyüklenerek elbisesini sürüyenin
yüzüne bakmayacaktır."
Bir diğer rivayette: "Elbisesini çalımla sürüyene
bakmayacaktır" denmiştir. [Buharî,
Libas 1, 2, 5, Fezailu'l-Ashab 5, Edeb 55; Müslim, Libas 42, (2085); Muvatta,
Libas 11, (2, 914); Tirmizî, Libas 8, (1730); Nesâî, Zinet 102, (8, 206); Ebu
Davud, Libas 28, (4085).][14]
AÇIKLAMA:
Hadiste ifade
edilen "Allah'ın bakmaması"ndan murad, rahmettir. Yani elbisesini
kibirle yerde sürüyen erkeğe Allah
merhamet etmeyecek veya merhamet nazarıyla bakmayacak demektir.[15]
ـ5225 ـ9ـ
وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أسْبَلَ إزَارَهُ
في صََتِهِ
خُيََءَ
فَلَيْسَ
مِنَ اللّهِ
في حِلٍّ وََ
حَرَامٍ[.
أخرجه أبو
داود .
9. (5225)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim namazda izarını (gömleğini) çalımla yere değecek kadar
uzatırsa, Allah onun ne günahını affeder, ne de onu kötü amellere karşı
korur." [Ebu Davud, Salat 83, (637).][16]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah, burada namazda
dahi kibirle elbisesinin
uzatılmasını yasaklamaktadır. Esasen erkekler için normali, elbisesinin
baldırların ortasına kadar uzanmasıdır.
Ancak topuklara kadar inen elbiseye de "caiz" denmiştir. Bunu taşan
kıyafet erkeklere caiz değildir. Kadınların müstehab olan kıyafeti ise erkeğe
caiz olandan bir karış uzun olanıdır. Bir zira' uzun olanı da onlar hakkında
caiz olan kıyafettir.
Hadisten şu mana da
çıkarılmıştır: "Elbisesini namazda kibirle uzatan kişi, cennetin helal,
cehennemin haram olduğu kişi değildir."
Keza şöyle de denmiştir: "O kimse, helal amelde değildir.
Allah indinde bir saygısı da yoktur."
2- Elbisenin namazda topukları aşağıya taşması, Ebu Hanife,
Şafii ve diğer ulemaya göre mekruhtur. Sadece Malik, namazda caiz olacağını
söylemiş, yürümede o da mekruh olduğuna hükmetmiştir.[17]
ـ5226 ـ10ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
بَيْنَمَا
رَجُلٌ يَمْشِِى
في حُلُةٍ
تُعْجِبُهُ
نَفْسُهُ مَرَجِّلٌ
رَأسَهُ،
يَخْتَالُ في
مِشْيَتِهِ إذْ
خُسِفَ بِهِ
في ا‘رْضِ
فَهُوَ
يَتَجَلْجَلُ
فيهَا الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الشيخان.»الجَلْجَلة«
بجيمين: صوت
مع حركة، والمراد
يغوص في ا‘رض .
10. (5226)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bir adam, nefsinin hoşuna giden bir takım elbise içinde
saçları da yapılmış olarak giderken
yürüme sırasında kibre düşmüştü ki, birden yere battı. Kıyamet kopuncaya
kadar orada zorlukla batmaya devam
edecek." [Buharî, Libas 5; Müslim, Libas 49, (2088).][18]
ـ5227 ـ11ـ
وعن جابر بن
عَتِك رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
مِنَ
الْغَيْرَةِ
مَا يُحِبُّ
اللّهُ تَعالى،
وَمِنْهَا
مَا يُبْغِضُ
اللّهُ تَعالى.
فَأمَّا
الّتِي
يُحِبُّ
اللّهُ
تَعالى: فَالْغَيْرَةُ
في
الرِّيبَةِ
وَأمَّا الْغَيْرَةُ
الّتِي
يُبْغِضُهَا
اللّهُ فَالْغَيْرَةُ
في غَيْرِ
رِيبَةٍ،
وإنَّ مِنَ
الْخُيََءِ
مَا يُبْغِضُ
اللّهُ،
وَمِنْهَا
مَا يُحِبُّ
اللّهُ:
فأمَّا
الّتِي
يُحِبُّهَا
اللّهُ تعالى:
فَاخْتِيَالُ
الرَّجُلِ
بِنَفْسِهِ
عِنْدَ
الْقِتَالِ،
وَاخْتِيَالُهُ
عِنْدَ
الصَّدَقَةِ؛
وَأمَّا
الّتِي يُبْغِضُهَا
اللّهُ تعالى:
فَاخْتِيَالُهُ
في الْبَغْيِ
وَالْفَخْرِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي.وعند
النسائي:
]فا‘ُخْتِيَالُ
في
البَاطِلِ[.
11. (5227)- Cabir İbnu Atik
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kıskançlıktan bir nevi var ki Allah sever; bir kısmı da var ki Allah onu sevmez. Allah'ın sevdiği
kıskançlık, kişinin (mehariminden haram kılınmış bir fiil görmesi ile) şüphe
halinde duyduğu kıskançlıktır. Allah'ın sevmediği kıskançlık, şüphe olmadan
kıskançlık duymasıdır.
Aynı şekilde bir kısım gurur vardır ki Allah hoşlanmaz, bir kısmı
da var, Allah hoşlanır. Allah Teala'nın sevdiği gurur, kişinin savaş sırasında
ve sadaka verme esnasında nefsine güvenerek duyduğu gururdur. Allah'ın
buğzedip sevmediği gurur ise, taşkınlık
ve övünme sırasında duyduğu gururdur." [Ebu Davud, Cihad 114, (2659);
Nesâî, Zekat 66, (5, 78).][19]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadisleriyle insanlardaki
bazı huyların hem iyi ve hem de kötü yönlerinin
olacağına dikkat çekmektedir.
Bunlardan iki tanesine misal vermektedir. Kıskançlık ve gurur. Kişi,
akrabalarından birinde haram bir davranış görünce, kıskançlığa düşerse bu
memduh, güzel bir davranıştır. Allah Teala hazretleri bu çeşit kıskançlığı
sevmektedir. Ama, yakınlarını helallerine karşı
kıskanacak olursa bu caiz değildir. Allah bundan memnun kalmaz. Zira Allah'ın nikah gibi
meşru yolla helal kıldığı şeye rıza göstermemiz vacibtir. Bunun aksini
düşünmek cahiliye hamiyyetini
Alah'ın teşriatına tercih etmek olur,
el-Iyazu billah.
Gurur meselesi de böyle: Kişinin, düşman karşısında kendine
güvenerek şecaata gelmesi, pervasızca
atılması, düşmanı korkutur ve onu zafere götürür. Allah bu gururu sevmektedir.
Keza sadaka sırasındaki gurur da daha çok
vermeye sevkedeceği için Allah indinde makbul olmuştur.
Taşkınlıktaki gurur, kişinin yaptığı zulüm ve tecavüzlerle, gasb ve yağmalama gibi yasak
fiilleriyle övünmesidir. Allah'ın bunu sevmeyeceği açıktır.
Övünme sırasındaki gurur ise; kendi nesebi, şerefi, malı, makamı,
şecaati ve sair varlık ve imtiyazlarıyla övünmesidir. Sırf övünmek için yaptığı
ikram ve cömertlikler de bu gruba girer. Allah bu çeşit gururları da sevmez.[20]
ـ5228 ـ12ـ
وعن جُبَيْرٍ
بن مُطعم
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]تَقُولُونَ:
فيّ التِّيهُ
وَقَدْ رَكِبْتُ
الْحِمَارَ،
وَلَبِسْتُ
الشَّمْلَةَ،
وَحَلَبْتُ
الشَّاةَ، وَقَدْ
قَالَ لِي
النَّبِيُّ #:
مَنْ فَعَلَ
هذَا
فَلَيْسَ
فيهِ مِنَ
الْكِبْرِ
شَىْءٌ[. أخرجه
الترمذي .
12. (5228)- Cübeyr İbnu
Mut'im (radıyallahu anh) demiştir ki:
"Benim hakkımda "Sende kibr var" diyorsunuz. Ben eşeğe binmiş,
(dikişsiz) kumaşı (elbise olarak) sarınmış, keçiyi sağmış birisiyim. Üstelik
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Bun(lar)ı yapan kimsede hiçbir
kibir bulunmaz" buyurdular." [Tirmizî, Birr 61, (2002).][21]
AÇIKLAMA:
Hadis, sayılan şu üç davranışın kibirli kimselerce yapılmadığını
ifade etmektedir. Eşeğe binmek, elbise olarak kumaşa sarınmak ve keçi sağmak. [22]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/19-23.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/23.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/23-24.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/24.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/24.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/24-27.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/27.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/27-28.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/28.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/28.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/29.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/29.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/29-30.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/31.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/31.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/31.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/31-32.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/32.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/33.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/33.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/34.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/34.