Hz. Peygamber İstişareye Muhtaç
Mı?
En Büyük Dahi De İstişareye
Muhtaçtır:
b- Görüşlerden birinin ihtiyarı:
4- Şahsî Kanaatında Direnmemek:
2) İslam'da Kanun Koyma Mekanizması:
Nush, öğüt, nasihat manasına gelir. Arapça'da kelimenin aslî
manası, en-Nihaye'ye göre, kendisine nasihat edilenin hayrını istemek demektir,
hayırhahlık en yakın kelimedir. Bu manayı tek bir kelime ile ifade etmek
mümkün değildir. Arapça'da kullanılan
manaca en zengin, en cami kelimelerden biri kabul edilmiştir. Kelimeyi
dilimizdeki öğüt vermek manasında almak, manayı daraltır. Bu sebeple
hayırhahlık manasını da zihnimizde canlı tutmamız gerekir.
İslam alimleri, nasihatin dinde mühim bir yer tuttuğunu belirtirler
ve dinin mihver ve direğini nasihatın teşkil ettiğini söylerler. Görüleceği
üzere, Resulullah "din"i nasihat olarak tarif etmiştir. Müslüman da
Allah, peygamber, Kur'an, büyükler ve din kardeşleri için hayır dileyen
kimsedir.[1]
ـ5754 ـ1ـ عن
تميم الداري
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: الدِّينُ
النَّصِيحَةُ.
قُلْنَا يَا
رَسُولَ
اللّهِ!
لِمَنْ؟
قَالَ: للّهِ
وَلِكَتَابِهِ،
وَلِرَسُولِهِ،
وَ‘ئِمَةِ
الْمُسْلِمِينَ،
وَعَامَّتِهِمْ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائي .
1. (5754)-
Temimu'd-Dâri (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyissalâtu vesselâm): "Din nasihatten
(hayırhahlıktan) ibarettir!"
demişti. Biz sorduk: "Ey Allah'ın Resulü! Kimin için hayırhah
olmaktır?"
"Allah için, Allah'ın kitabı için, Resulü için ve
Müslümanların imamları ve hepsi için!" buyurdular." [Müslim, İman 95,
(55); Ebu Davud, Edeb 67, (4944); Nesai, Bey'at 31, (7, 156).][2]
AÇIKLAMA:
Hadiste, din nasihat olarak tarif edilmektedir. Hatta, ibarede
nasihat kelimesinin marife gelmesini gözönüne alan şarihler, hadisin din nasihatten başka bir şey değildir
şeklinde ifade edebileceğimiz kuvvetli, te'kidli bir mana taşıdığına dikkat
çekerler. Bu ifade tarzı da dinden nasihatın ehemmiyetini tesbit etmeye
yöneliktir.
Nasihat, nush nedir? en-Nihaye, lügat olarak nushun hulus, yani
saf olmak manasına geldiğini belirtir. Nitekim
نَصَحْتُ
الْعَسَلَ "Bal süzdüm, mumundan ayırdım, halis
kıldım" demektir. Bazıları bu kelimenin
نَصَحَ
الرَّجُلُ
ثَوْبَه "kişi elbisesini dikti" kullanımındaki asıldan geldiğini söylemiştir.
Lügavî tahlille fazla oyalanmadan , hadislerde yer verilen dinî
bir tabir olarak nasihatın hayırhahlık yani hayrını ve iyiliğini istemek, bu sebeple hayrı ve iyiyi duyurup, hatırlatmak
olduğunu anlayabiliriz ki, bu manayı
dilimizde ifade eden en yakın kelimemiz öğüttür. Ancak öğüt kelimesinin her
yerde her zaman nasihat kelimesiyle ifade edilmek istenen mana zenginliğini
ifade etmekten çok geri kaldığını da bilmemizde fayda var. Nasihatin ne manaya
geldiğini anlamamızda yardımcı olacak bir kelime nusuh tabiridir. Kur'an'da
geçen tevbe-i nasuhun ne olduğu Resulullah'a sorulunca "Bu halis olan, ihlasla yapılan tevbedir ki, ondan sonra günaha bir daha
dönülmez" diye açıklamıştır.
2- Sadedinde olduğumuz hadiste, "Din nasihattir" yani
din hayırhahlıktır dendikten sonra bu hayır isteme işinin kimler için olacağı sorulmuş,
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) da "Allah, Resulullah, Kitabullah,
Müslümanların imamı ve Müslümanlar için hayırhahlık" diye açıklamıştır. İbnu'l-Esir
kısa kısa şu açıklamaları yapar:
* Allah için nasihat (hayırhahlık): Allah'ın birliği hususunda sıhhatli bir itikaddır. O'na yapılan ibadette
niyeti halis tutmaktır.
* Kitabullah için nasihat (hayırhahlık): Onu tasdik ve onda olanlarla amel etmektir.
* Resulullah için nasihat (hayırhahlık): Peygamberliğini
tasdik, emir ve yasaklarına inkıyad etmektir.
* İmamlar için nasihat (hayırhahlık): Hakta onlara itaat etmek,
zulmettikleri zaman da onlara isyan
etmemektir.
* Bütün Müslümanlar için nasihat (hayırhahlık): Onları maslahatları
doğrultusunda irşad etmek."
Alimlerimiz, dinin "nasihat" olarak tarif edilmesinin,
dinde nasihatin ne kadar ehemmiyetli bir yer
tuttuğunu belirtmeye raci olduğunu söylerler. Nitekim hadiste
"Hacc, Arafat'tır" denilerek hacc farizası Arafat vakfesi olarak
tarif edilmiştir. Halbuki haccda vakfeden başka menasik de mevcut. Öyleyse
Arafat Vakfesi ile tarif edilmesi, diğer menasik içinde vakfenin tuttuğu yerin
ehemmiyetini ibrazdır. Aynen bunun gibi, "Din nasihattır"
ifadesi de dinde nasihatın diğer
meseleler arasında ne kadar mühim bir yer
tuttuğunu göstermektedir. Nitekim, hadisin devamında nasihatın
çerçevesine, dinin ana meseleleri dahil edilmiştir. Bazı alimler, bu hadisi
"İslam'ın dörtte biri" olarak değerlendirmiştir. Yani İslam'ı
özetleyen dört hadisten biri. Nevevî, buna itiraz edip: "Bilakis, bu hadis
tek başına İslam'ın medarı (yani üzerine oturduğu zemin, temel)dir"
demiştir. Münâvi der ki: "Selef büyükleri
buna bakınca, tavsiyelerinin en büyüğünü nasihat yaptılar. Ariflerden
biri dedi ki: "Ben sana nasihatı, köpeğin sahibine olan nasihatini tavsiye
ederim. Çünkü sahipleri onu acıktırsalar, kapı dışarı atsalar da, onların etrafında dönmekten, onları korumaktan
vazgeçmez."
Hadisin zahiri, nasihat edilen kimseye nasihatin fayda
etmeyeceğini bilse bile, nasihatın vacib
olduğunu ifade eder.
Ariflerden biri demiştir ki: "Nisah, iplik demektir; minsaha da iğne demektir.
Nasih ise, diken (terzi) yani kumaş parçalarını birleştirip elbise yapan,
böylece yaptığı birleştirmeler sonucu ortaya çıkan şeyden istifade edilen kimse
demektir. Dinde nasih de buna benzer:
Allah'ın kulları ile o kulların ahirette saadetlerine vesile olacak şeylerin
arasını birleştirir. Allah'ın kullarının arasını birleştirir." el-Kâdı
demiştir ki: "Din, asıl itibariyle
taat ve ceza demektir, ama dinle şeriat kastedilir, çünkü şeri-atte de
taat ve inkıyad vardır."[3]
ـ5755 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أُفْتِيَ
بِغَيْرِ
عِلْمٍ كَانَ
إثْمُهُ عَلى
الّذِي أفْتَاهُ،
وَمَنْ
أشَارَ عَلى
أخِيهِ
بِأمْرٍ يَعْلَمُ
أنَّ
الرُّشْدَ في
غَيْرِهِ
فَقَدْ
خَانَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (5755)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kime ilme müstenid olmayan bir fetva verilmişse, bunun
günahı ona fetva verene aittir. Kim, bir kardeşine, gerçeğin başka olduğunu
bile bile, farklı bir irşadda bulunursa ona ihanet etmiş olur." [Ebu
Davud, İlm 8, (3657).][4]
AÇIKLAMA:
Hadiste iki temel meseleye temas edilmektedir:
1- Birinci meseleye göre, fetva ile amel eden mukallide sorumluluk
yoktur. Hatta fetva hatalı bile olsa bundan mukallid sorumlu değildir. Bu hatalı fetvanın
sorumluluğu fetvayı verene aittir. Ancak fetva vereni sorumlu kılan husus, verdiği fetvayı cahilâne vermesidir,
ilme dayandırmamış olmasıdır. Aliyyu'l-Kâri, hadisi şöyle açıklar: "Dendi
ki: "Malum olduğu üzere, her cahil, bir mesele çıkınca alime sorar. Alim
de ona fetva verir. Eğer alim batıl bir cevap verir, soran da onun batıl
olduğunu bilmeden onunla amel ederse, işte bunun günahı müftü yani o fetvayı veren kimse üzerinedir, şayet içtihadında kusur etti ise."
Alimler fetva veren kimsenin, fetvaya ehliyetsiz olmak, fetva için
gereken itinayı göstermemek sebebiyle hata yapmış olmak gibi sebeplerle sorumlu
düşeceğini belirtirler. Aksi takdirde, içtihad ve fetvaya ehil bir kimsenin,
ehliyet sahasında, hakkı bulma hususunda
elinden gelen gayret ve titizliği göstererek verdiği fetvada hakkı bulamayarak,
hataya düşse bile sorumluluğunun olmayacağını, günaha girmeyeceğini
belirtirler. Bu husus, yani içtihaddaki hatasından dolayı müçtehidin sorumlu ve
günahkâr olmayacağı hususu bizzat
Resulullah tarafından ifade
buyrulmuştur. "Hakim içtihad edip hüküm verince isabet ederse iki ücret alır. (Biri içtihad, biri de
isabet ücreti). Hükmünde hata ederse tek
ücret alır (hüküm verme ücreti)." Şayet hakim verdiği hükümdeki hata sebebiyle sorumlu
olsaydı hakimlik, müftülük, müçtehidlik
gibi meslekler olmazdı. Çünkü, beşerî hüküm, binde bir gibi pek zayıf da olsa, daima hata ihtimali
taşır. Gelişen içtimâî hayat insanları daima içtihad yapmaya, yeni hükümler
vermeye mecbur etmektedir. Dinimizin yüceliklerinden biri de şüphesiz
müçtehidi hatasından dolayı mes'ul
etmemiş olmasıdır. Ama unutmayalım, bu ruhsat ehliyet sahiplerinedir. İçtihad
ve hükme liyakatı olmayanlar verdikleri hükümdeki hatadan sorumludurlar. Hatta
dinimiz, böylelerini sadece hatadan değil, hüküm vermekten sorumlu tutmuştur, hükmünde isabet etmiş olsa bile. Çünkü isabeti
tesadüfen olmuştur.
Burada şunu da belirtmekte fayda var: Hatalı fetvadan onunla amel edene sorumluluk yoktur,
sorumluluk fetvayı verene aittir derken, fetvayı verenin ehliyetli olmasına
bağlıdır. Kişi meselesini ehil olmayan, sorumluluk duygusu bulunmayan kimseden
sorarsa, sorumluluktan kurtulamayacağı
aşikârdır. Dinimiz doktorun tababetle ilgili tavsiyesine uymayı esas almıştır,
ama nasihatine uyulacak doktorun hem Müslüman, hem de hazık yani mesleğinde
ehliyetli olmasını şart koşmuştur. Hal
böyle iken günümüzde, faiz, sigorta gibi bir kısım meşkuk meselelerde,
Müslümanlar her sakallıyı dedesi sanan çocuklar gibi her ilahiyatçıyı fetvacı sanarak fetva istemektedirler.
Böylesi ciddi bir ihtisas ve takva isteyen meselelerde rastgele kimsenin
vereceği fetva ile amel, mukallidi mes'uliyetten kurtarmaz. Şüpheli şeylerde
tevakkuf, ihtiyata uygun olan, dinin tavsiye ettiği temel prensiplerden biridir. Resulullah şüpheli şeylerden
kaçınmamızı tavsiye buyurmuştur.
2- Hadiste ifade edilen
ikinci ana fikre göre kişinin kardeşini bile
bile yanlışa sevketmesi ona ihanettir. Bir Müslüman, din kardeşi,
herhangi bir hususu danıştığı, sorduğu takdirde, gerçek kanaatini söylemelidir.
Bu, istişarenin gereğidir. Doğru,
faydalı bildiğinin dışında birşey söylemesi ihanettir. Müteakip
hadiste görüleceği üzere, müsteşarın mü'temen olması gerekir. Hadiste "Bizi aldatan bizden değildir"
buyrulduğuna göre, bu tehdide masadak olmamak isteyenin, istişarenin hakkını
vermesi gerekir.[5]
ـ5756 ـ3ـ
وعن أم سَلمة
وأبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما
قاَ: ]قَالَ
رَسُول
ُاللّهِ #:
الْْمُسْتَشَارُ
مُؤْتَمنٌ[.
أخرجه أبو
داود عن أبي
هريرة
والترمذي
عنهما .
3. (5756)- Ümmü Seleme ve
Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Müsteşar mü'temendir." [Tirmizî, Edeb 57, (2823, 2824),
Zühd 39, (2370); Ebu Davud, Edeb 123, (5128); İbnu Mace, Edeb 37, (3745).][6]
AÇIKLAMA:
İstişare, kelime olarak işaret kökünden gelir, İstif'al
babındandır, işaret istemek manasına gelir. Müsteşir, işaret isteyen demektir, müsteşar da
kendisinden işaret istenen kimse demektir. İşareti burada fikir, nasihat
olarak anlarsak, istişarenin bir fikir
danışma, nasihat isteme ameliyesi olduğunu anlarız.
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, medenî hayatın
vazgeçilmesi imkansız bir ihtiyacı olan fikir alışverişinin adabını belirtmektedir: Fikrine başvurulacak
kimse (müsteşar), itimad edilen kimse olmalıdır. Bir başka ifade ile müsteşar
ihanet etmemeli, sorulan hususta, kendine göre, gerçek ve doğru ve maslahat ne
ise onu söylemelidir. Soru sahibinin maslahatı nede ise onu gizleyerek ihanette
bulunmamalıdır. Hadis bir bakıma
istişare yapacak kimseye de şöyle hitap etmektedir: "Meseleni, güven
vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin olmadığın kimseye açıp onunla istişare etme, müsteşarın mü'temen
yani itimada şayan olmalıdır."[7]
İstişâre, İslam'ın üzerinde
durduğu ehemmiyetli prensiplerinden biridir. Müslümanların sadece hususi
hayatlarında karşılaşacakları meselelerin çözümünde değil, siyasî hayatın yürümesinde, idarî sistemin şekillenmesinde
de başvurmaları gereken mühim bir esastır. İşlerin şûra ile yürütülmesi
Allah'ın emridir.
İslamî şûra, günümüz fikrî ve siyasî hayatında toz kondurulmayan
beynelmilel bir değer olarak ısrarla medar-ı bahs edilen ve en ideal rejim diye
müdafaası yapılan demokrasi ile karıştırılır. Bazı kimseler "İslam'da da
demokrasi var, çünkü İlahî emir olan
şûra, demokrasi demektir" manasına
gelen beyanlarda bulunurlar. Her ne kadar mevcut sistemler içinde İslamî şûraya en ziyade
benzerlik ve yakınlık arzedeni demokrasi olsa da, bu meselede, arada ayniyet
görecek kadar sözü ileri götürmenin hatalı olduğu açıktır. Sadece
memleketimizde değil, bütün dünyada cereyan eden hâdiseler, bilhassa 1991
yılının sonları ile 1992 yıllarının başında Cezayir'de demokratik seçimler
suretiyle Müslümanlara iktidar şansı açan
gelişmeler karşısında demokrasiperestlerin, askerî darbeyi davet eden
çığlık ve fetvaları, demokratik prensiplerin ve demokratik rejimin İslam
aleyhine kullanılabildiği ölçüde takdis edildiğini, İslam'ın lehine netice
verecek bir uygulama halinde zerre kadar demokrasiye
yanaşılmadığını göstermiştir. Bu sebeple, Müslümanların İslamî şûra ile Batı
demokrasisini birbirine karıştırmamaları gerekir. Elbette şûranın, adaletin, kanun önünde müsavatın talibi
olacağız, ama iki yüzlü, sömürge aleti demokrasinin müdafaası bize düşmez. Esasen, her iki sistem bazı
benzerliklere rağmen birçok temel noktalarda birbirinden farklıdır. İkisini
aynı görenler, bu sistemleri yeterince
bilmeyenlerdir. Bize, öncelikle, kendi
sistemimiz hakkında sağlıklı, tutarlı bir bilgi sahibi olmak düşer.
Bu maksadla, aşağıda İslamî istişare üzerine yaptığımız iki tahlili kaydediyoruz.
Bu meselede temas edilecek ana başlıkları öncelikle şöyle
belirtebiliriz: İstişarenin ehemmiyeti ve istişareyi teşvik, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in kendi
hayatında istişareye verdiği ehemmiyet, İslamî istiarenin işleyiş şekli
(mekanizması).I.[8]
Kur'an-ı Kerim, beşeriyet kadar eskiliğini göstermek sadedinde Hz.
Süleyman'ın mektubu üzerine, takip edilecek siyasetin tesbiti maksadıyla
yakınlarını toplayan Belkıs'ın yaptığı istişare (1) başta olmak üzere
Firavun'un Hz. Musa'ya karşı alınması gerekli tedbirleri tesbit için
etrafındakilerle yaptığı istişareden (1, a), Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'le
ilgili olarak, onun kurbanedilmesi hususunda gördüğü rüya üzerine, çocuk
İsmail'le yaptığı istişareye (1, b) varıncaya kadar kaydettiği misallerden başka, iki ayrı ayette Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'e ve Müslümanlara istişareyi emreder. Birinci ayet,
Müslümanların içtimâî meselelerini aralarında yapacakları istişare ile
yürütmelerini emreder: "...Aralarında işleri şûra iledir." Bu ayetle
alâkalı olarak belirtilmesi gereken bir husus şudur: Burada kaydedilen parçayı
Kur'an-ı Kerim'deki ilgili metnin bütünü içerisinde görecek olursak
"istişare emri"nin başta Allah'a iman olmak üzere, tevekkül, büyük
günahlardan içtinab, namaz... gibi İslam'ın temel prensipleri meyanında zikredildiğini görürüz. Bu durum
istişarenin ehemmiyetine parmak basmayı gaye edinir: "Size verilen şey hep
dünya hayatının geçici (birer) faidesidir. Allah indinde olan(sevap) ise daha hayırlıdır, daha süreklidir. (Bu
sevaplar) iman edip de ancak Rablerine güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fahiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri
zaman bizzat (kusurları) örtmekte (bağışlamakta) olanlara, Rablerinin (tevhid
ve ibadete aid davetine) icabet edenlere, namaz(ların)ı dosdoğru kılanlara -ki
bunların işleri daima aralarında müşavere iledir-, kendilerini rızıklandırdığımız
şeylerden (Allah'a taat uğrunda) harcamakta bulunanlara, kendilerine tagallüb ve zulüm vaki olduğu zaman elbirlik
(mazluma) yardım eyleyenlere mahsustur."(2)
Diğer ayet ise, doğrudan doğruya Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'e müteveccihtir: "Onlarla iş hususunda istişare et" (3).
Yani her hususta "en güzel örnek vermekle mükellef olan" Hz.
Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'den içtimâî meselelerin cereyanında ve amme
işlerinin tedvirinde de örnek olması, bu işlerde istişareyi müstekar bir esas
yapması istenmektedir. Bizzat Resulullah: "Allah bana farzların ikamesini
emrettiği gibi müdâretu'nnası da emretmiştir" (4) buyurur. Müdâretu'nnas
ise, insanlara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek, onlara mültefit olmak, onları kazanmak, gönül alıcı olmak gibi
içtimâî kaynaşmayı sağlayacak davranışların hepsine birden şamil olmuştur(5).
Az sonra bu içtimâî kaynaşmada kesafeti artıracak en müessir vasıtanın müşavere
olduğu ve müşaverenin bu maksadla Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e
emredildiği hususunda alimlerin ittifak ettiğini göreceğiz.
Gerçekten bu mevzuyla
alâkalı olarak gelen rivayetler, Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in ve ashabının (radıyallahu anhüm) hayatlarında istişare
keyfiyetinin mühim bir düstur olarak yer
etmiş bulunduğunu gösterir. Öyle ki, bu mevzuda gelen hadislere dayanarak Hz.
Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in etrafındakilerle istişare etmeden bir
karara varmadığı, bir icraatta bulunmadığı bile söylenebilir. Bir rivayette
şöyle der: "Müslümanların fikrini almadan "emîr" tayin etseydim,
İbnu Ümmi Abd'i tayin ederdim" (6). Hz. Enes: "Arkadaşları ile istişarede
Hz. Peygamber kadar ileri giden bir başkasını görmedim" der(7). Hz. Ömer,
Peygamberimiz aleyhisselam'ın Müslümanlarla
alâkalı bir meselenin istişaresi için Hz. Ebu Bekir ile birçok geceler
boyu başbaşa kaldıklarını bazan
kendisinin de katıldığını belirtir(8).
Suyûti, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in diğer insanlardan
farklı olan hususiyetlerini belirtirken
bu hasaisden biri olarak "istişare
yapma mecburiyeti"ni de zikreder. Bu mecburiyeti delillendirme sadedinde
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'den: "Allah bana farzları yapmamı
emrettiği gibi, ( istişare yoluyla) insanları iyi idare etmemi (müdaretu'nnas)
dahi emretti" hadisini kaydeder.(9)[9]
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'i meşverete bu kadar
ehemmiyet vermeye sevkeden şey meşveretin tesiri hakkında taşıdığı inanç idi.
İstişare edenin "asla pişman olmayacağını" belirten (10) Hz.
Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e göre: "Bir millet istişare ettiği
müddetçe zillete düşmez"(11). Bu inancı takviye eden diğer bir görüşüne
göre, bir meselede ferdî görüşler
yanılabilirse de cemaatin görüşü asla yanılmaz: "Allah, ümmetimi dalalet
üzere birleştirmez. Allah'ın eli cemaat üzerinedir."(12) Öyle ise gerek
ferdî ve gerekse içtimâî meselelerde mümkün mertebe çok kimsenin görüşleri
müdahele edip kaynaşmalı, müşterek nokta bulunmalı ve buna da uyulmalıdır.
"Gelip geçen bütün peygamberlerin ikisi sema ehlinden, ikisi de
arz ehlinden olmak üzere istişare edeceği dört veziri olageldiğini ve
kendisinin de aynı şekilde dört vezirle
takviye edildiğini"(13) belirten Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)
salih (liyakatli) bir müşavirin
ehemmiyetini belirtme sadedinde bir başka hadislerinde şöyle buyururlar: "Sizden,
üzerine mesuliyet yüklenen bir kimse
için Allah hayır murad ederse, ona "salih" bir vezir nasib eder de
unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur." (14)
Hadisin Ebu Davud'daki veçhinde: "Allah, bir lider (emîr) hakkında hayır
murad ederse kendisine dürüst bir vezir nasib eder.. Allah onun için hayır
murad etmezse kendisine kötü bir veziri musallat eder de unuttuğu şeylerde hatırlatmada, hatırladığı şeylerde de
yardımda bulunmaz" (15) der.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), istişarenin içtimâî hayata
getireceği huzur ve saadeti ifade için de: "Umeranız hayırlılarınızdan,
zenginleriniz de cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişare ile yürürse yerin üstü sizin için
yerin altından daha hayırlıdır"
(16) der.[10]
Allah'ın İstişaresi: Müşaverenin ehemmiyetini te'yiden
kaydedeceğimiz bir başka rivayet, her çeşit istişareden müstağni olduğu
hususunda hiç kimsenin tereddüd etmeyeceği Cenab-ı Hakk'ın Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'le istişaresidir. Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned' inde gelen bir
rivayette Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Rabbim
(tebareke ve teala) ümmetimin hakkında: "Onlara ne yapayım?" diye
benimle istişarede bulundu. Ben: "Ey Rabbim, ne dilersen onu yap,
onlar senin mahlukun ve kullarındır" dedim. Rabbim ikinci defa benimle
istişare yaptı, ben yine aynı şeyleri söyledim. Bunun üzerine buyurdu ki:
"Ey Muhammed, ben seni ümmetin hakkında mahzun edip üzmeyeceğim."
Devamı mevzumuzu alâkadar etmeyen
bu hadisten Cenab-ı Hakk'ın Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'le
istişare etmek suretiyle ona verdiği makamın yüceliğini anlar, bundan da bir
meselede idare edenlerin ve her çeşit büyüklerin, istişare suretiyle
mâdunlarında (aslarında) hasıl edeceği teşerrüf hissinin ehemmiyetini takdir
edebiliriz.[11]
İstişarenin içtimâî hayat için faydası hususunda böylesine bir
telakkiden sonra âlemlere rahmet olmak" sıfatıyla mevsuf bir peygamberin (aleyhisselam)
ümmetinin hayrı için, onu ısrarla istişareye teşvikten tabi ne olabilir?
Müşkili olan herkesin meselesini bir bilenden sorması bizzat
Kur'an-ı Kerim tarafından: "Bilmiyorsanız bir bilenden (ehl-i zikr)
sorun" (18) diye emredilmekten
başka Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) de "Akıllara sorun, doğru yolu
bulursunuz, (bu emrime) asi gelmeyin pişman olursunuz" (19) der. Bir
tebliğinde: "Kardeşiniz birinizden bir şey soracak olursa ona mutlaka yol göstersin" (20)
diye emrederken sorana verilecek bu cevabın bir vazife olduğunu da ayrıca
belirtir: "Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerindeki haklarından biri,
ondan tavsiye (nasihat) talep ettiği zaman kendisine tavsiyede (nasihatta)
bulunmasıdır"(21)[12]
Bu soru, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) hakkında kabul
edilen umumi telakkiler muvacehesinde hatıra gelebilecek mühim bir sorudur.
Zira, Resulullah'ın Kur'an'da ifadesini
bulan vahiy dışındaki sözlerinde bile vahy-i gayr-i metluv denen bir nevi
vahye, irşad-ı İlahiye mazhar olduğu, onun kendi hevasından bir şey söylemediği
gerek Kur'an'da(22) ve gerek hadislerde (23) gelmiş bulunan nasslarla ifade
edilmiştir. Abdullah İbnu Amr'dan gelen rivayet "öfkeli halinde bile
ağzından sadece hak kelam çıktığını" ifade ederken (24), Ebu Hureyre'den
gelen bir rivayet "şakalaşmalarında da haktan başka bir şey
çıkmadığını" ifade eder. Bu sonuncu rivayet aynen şöyle: "Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm), bir defasında: "Ben haktan bakşa bir şey söylemem" buyurdu.
Orada bulunan Ashab'tan bazıları: "Ama siz, ey Allah'ın Resulü, bizimle
şakalaşıyorsunuz" dediler. Cevaben: "(Şaka sırasında da olsa) haktan
başka bir şey söylemem" dedi." (25)
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in her an İlahî murakabe
altında bulunduğunu, kendisinden hususi içtihadına mebni meselelerde hata varid
olacak olsa bile -az sonra açıklayacağız- bu hata üzerinde ilanihaye ibka
edilmeyip İlahî tashih ve uyarıya mazhar olacağına en güzel, en ikna edici
misal, Bedir esirlerine yapılacak muamele ile alâkalı istişareden sonra gelen
vahiydir. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in aldığı karar İlahî iradeye
uygun gelmemesi sebebiyle müteakiben gelen vahy Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'i hüngür hüngür ağlatacak kadar şiddetli bir ifade ile tenbih ve tashih etmiştir. İstişarede Hz. Ebu Bekir
fidye mukabili serbest bırakılmalarını, Hz. Ömer hepsinin öldürülmelerini,
Abdullah İbnu Ravaha ateşte yakılmalarını teklif etmişti. Hz. Peygamber ise,
Hz. Ebu Bekr'in görüşünü muvafık
bularak, fidye mukabili serbest bırakılmalarını karar altına almıştı (26).
Bu kararı şiddetle kınayan ayette şu ibare de mevcuttur: "...Daha önceden
Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir
azab erişirdi" (27).
Burada şunu belirtmemiz gerekmektedir: Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) her
hususta en güzelin, en faydalının, en doğrunun örneğini vermek vazifesiyle
muvazzaftır. İstişare hususunda da bu
vazifeyle muvazzaftır. Öyle ise her seferinde, her işinde mucizeye,
sarih vahye dayansaydı bu "örnek
olma" vazifesi yerine gelmemiş olurdu. Öyle ise, peygamber ve elçi olmak haysiyetiyle Allah'la olan
irtibatı açısından zuhur eden meselelerin hallinde insanlarla istişareye
ihtiyacı olmamakla beraber, insanlara istişarenin lüzumu, ehemmiyeti ve nasıl
yapılması lazım geldiğini öğretme vazifesiyle de muvazzaf olması sebebiyle istişareye
yer vermek zorundadır. Nitekim, söylediğimiz bu hususu, te'yid eden bir rivayet
İbnu Abbas'tan gelmektedir: "Onlarla iş hususunda istişare
et..." ayeti nazil olduğu zaman Hz.
Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) şunu söyledi: "(Şunu bilin ki) Allah ve Resulü
istişareye muhtaç değildir. Fakat, Cenab-ı Hakk, ümmetime bir rahmet olarak
bunu emretmiştir"(28). Bunu te'yid eden bir başka rivayette:
"Cebrail'in Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e Kur'an'ı indirdiği
gibi sünneti de indirdiği"
belirtilir(29)
Şu halde Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) taşıdığı
peygamberlik vasfının bir yönü icabı istişareye muhtaç değilse de, diğer bir
yönü, yani örnek olmak, öğretmek yönüyle de istişare yapmakla muvazzaftır.
Alimler meselenin bu yönünü tavzihte müttefiktirler. Hasan-ı Basri şöyle der:
"Cenab-ı Hak: "İş hususunda onlarla istişare et" diyerek
mahlukatın en kâmiline meşvereti emretti. Bu emir, Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in ashabına olan ihtiyacı sebebiyle değildir. Bu emirle Cenab-ı Hak,
bize meşveretin fazilet ve ehemmiyetini öğretmek ve Müslümanların meşvereti
hayatlarında tatbik etmelerini sağlamak; kişinin, alim bile olsa insanlarla
meşverette bulunması gerektiğini öğretmek istemiştir."(30)
Katâde de aynı ayeti açıklarken emrin Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in ashabının fikirlerine olan ihtiyacından ziyade terbiyevî yönünü
dile getirir: "Allah, müşavereyi Ashab'ın Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'e ülfet ve yakınlığını artırmak ve onların (içlerinden geçebilecek
her çeşit mülahazaları bertaraf ederek) nefislerini hoş kılmak için
emretti" (31)
Müşavere emrinin "kalplerin hoş kılınması" gayesine raci olduğu farklı
alimlerce te'yid edilen bir husustur(32). İlk nazarda mübhem gibi gelen bu
tabirin aydınlanması maksadıyla İbnu Kesir'in: "Böylece insanlar,
yaptıkları işlerde daha şevkli (enşat) olurlar" izahını (33)
kaydedebiliriz.
İstişareye ehemmiyet
vermeyen diktatörlerin halet-i ruhiyesini inceleyen araştırmacılar onların son
derece kuşkulu ve ürkek olduklarını, zaman zaman delilik derecesine varan ruhî
bunalımlar geçirdiklerini ifade ederler.[13]
Siyasî tarihçiler, diktatör idarelerin, bizzat diktatörlerin ölümü
ile sona erdiğini ifade ederken (34), sosyolog ve içtimaiyatçılar da temeli
istişareye dayanan "demokratik" idare ve terbiyenin halktaki
mesuliyet ve teşebbüs ruhunu artırdığını belirtirler.
Şu halde, istişarenin ehemmiyetinden bahsederken onun bu yönüne de
hususen parmak basmak gerekmektedir: İstişare idare edenle idare edilenler
arasında karşılıklı sevgi, saygı, itimad ve güvenin en mühim sebeplerinden
biridir. Fikri alınan kimse, onlara karşı içinden geçebilecek kuşku,
endişe, suizan, korku gibi hislerden
kalbini temizleyerek kendisine değer verilmiş olma düşüncesinin de iştirakiyle
samimi bir hürmet ve itaat duygusuyla bağlanacak, idare eden de bilmukabele ona
karşı daha ziyade merhamet ve şefkatini ziyadeleştirecektir. Eslaf alimlerimiz
bu durumu "ülfetin ziyadeleşmesi", "kalplerin hoş
kılınması" gibi tabirlerle ifade etmişlerdir.[14]
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), "İşleri, aralarında
şûra iledir" ayetinin alimcahil, idare eden-idare edilen herkese şamil
olan umumi emrine rağmen hiç kimsenin şu veya bu mülahaza ile, kendisini
istişareden müstağni addetmemesi,
mutlaka istişareye yer vermesi gereğini ifade zımnında: "Ben vahiy
gelmeyen hususlarda sizden biriniz gibiyim" der (36) ve "Allahu
Te-ala ikisi sema ehlinden: Cibril ve
Mikail ve ikisi de arz ehlinden: Ebu Bekir ve Ömer olmak üzere dört vezirle
beni takviye etti" diye ilave eder.(37)
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Müslümanları kendisiyle
istişareye teşvik etmek, bilhassa dünyevî
işlerin tedviriyle alâkalı hususlarda, herkesin şahsî fikrini söylemede,
kendi nübüvvet otoritesi karşısında içlerinden geçebilecek tereddüd ve
çekingenlikleri kırabilmek için daha da ileri giderek: "...(Şunu bilin ki)
ben de bir insanım, söylediklerimde isabet de ederim, hata da ederim"(38),
"...Siz dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz" (39) gibi
beyanlarda bulunmuştur.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) kendisinden sonra gerek ilmî
ve gerek içtimâî vaziyeti ne olursa olsun herkesin mutlaka istişare ile hareket
etmesi gereğini ifade eden bir beyanı Hz. Ali'nin bir sorusu üzerine varid
olmuştur. Aslı uzun olan mezkur rivayette Hz. Ali, Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'e sorar: "Ey Allah'ın Resulü, hakkında Kur'an'da ayet gelmemiş,
sizin sünnetinizde de bir benzeri hükme bağlanmamış (hakkında emir veya yasak
beyan edilmemiş) (40) bir hâdise ortaya çıkarsa ne yapmamızı irşad buyurursunuz?"
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)'ın cevabı şudur: "Onu (fukaha) (41) ve
mü'minlerden abid olanlar arasında istişare edin. Fakat asla hususi bir
kimsenin re'yi ile hükme bağlamayın..." (42).
İbnu Teymiyye, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e Kur'an'da
gelen istişare emrine dayanarak, "Hiçbir veliyülemrin (otoritenin)
kendini, istişare etmekten müstağni addedemeyeceğini belirttikten sonra,
Kur'an'da gelen mezkur emrin gayeleri hususunda alimlerin şu tadadı
yaptıklarını kaydeder:
1- Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in ashabının
radıyalahu anhüm kalplerini kazanma (te'lif).
2- Hz. Peygamber'den sonra bu
prensibe uyulması.
3- Hakkında vahiy gelmeyen harp, cizye, vesair her çeşit
umurda onların reylerini elde etmesi(43).[15]
Ashab, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'den aldığı derse
uyarak istişareye gerekli ehemmiyeti vermiştir. Hz. Ebu Bekr Kur'an-ı Kerim'in
kitap haline konmasından (44), zekat vermemek için isyan eden bedevilerle
savaşa (45) kadar bütün devlet işlerinde istişareye yer verdiği gibi, sağa sola
tayin ettiği komutanlara bile istişare ile hareket etmeleri hususunda ta'mimler
yollamıştır.(46)
Bu hususta Hz. Ömer'in işgal ettiği mevki daha calib-i dikkattir.
Hz. Peygamber'in kabr-i şerifleri ile minber arasında "meclisu'lmuhacirîn"in
yer aldığını; Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman İbnu
Avf radıyallahu anhüm ecmain'in burada devamlı üye oldukları, zuhur eden her
meseleyi onlara vazederek onlarla istişare ettiği (47), sorulan suallere sünnete
uygun cevabı bulmak için istişarelere başvurduğu (48) rivayetlerde belirtilir.
Hicri takvimin konmasıyla sonuçlanan tarih vazıyla ilgili istişare bunların
mühimlerinden biridir (49). Onun, istişare meclisine gençleri de alıp,
fikirlerini rahatça söylemeleri hususunda teşviklerde bulunduğu da rivayetlerde
gelmiştir(50). Hatta onun, askerî komutanların yanına müşavirler tayin ettiği
de bilinmektedir.(51)[16]
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) istişareye son derece
ehemmiyet verdiğini belirttikten sonra, şahsî hayatındaki tatbikatı göstermek
bakımından, fiilen istişarede bulunduğu bazı şahsiyetleri belirtmede fayda var.
Hemen kaydedelim ki, bu hususta ilk akla gelen kimseler Hz. Ebu
Bekr ve Hz. Ömer'dir. İbnu Abbas onları Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in "iki havarisi ve iki veziri" olarak tavsif eder (52).
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)'ın devlet işlerinin yürütülmesinde bu iki
zata ne kadar ehemmiyet verdiğini: "Ebu Bekr ve Ömer benim nazarımda, bir
baş için göz ve kulak mesabesindedir" hadisinden anlayabiliriz.(53) Hz.
Peygamber bu kulak ve göz gibi kıymetli tuttuğu müşavirlerin görüşlerini ne
kadar üstün tuttuğunu, "Ebu Bekr ve Ömer istişare sırasında bir meselede
ittifak edip birleştiler mi asla itiraz etmem" sözüyle ifade eder (54)
Hz. Peygamber'in "İkinizle beni
takviye eden Allah'a hamd olsun" dediği de rivayetler arasında
gelmiştir.(54/2)
Gerçekten de bu iki müsteşar son derece nafiz görüşlü kimselerdir.
Onların bu husustaki liyakatlarını ifade eden rivayetler çoktur. Hz. Ömer için
oğlu Abdullah: "Ömer'in birşey için: "Zannederim bu şöyle
olmalıdır" deyip de onun zannettiği şekilde hasıl olmadığı vaki
değildir" der.(55) Yine Abdullah
İbnu Ömer'in ifadesiyle ortaya çıkan bir meselede herkes bir görüş beyan ederken
Hz. Ömer bir başka görüş beyan edecek olsa meseleyle alâkalı olarak gelen ayet her seferinde Hz.
Ömer'i te'yid etmiştir(56). Nitekim bu durumlarda on beş kadarında Hz. Ömer'den
"şöyle olsaydı" diye vaki olan temenniyi takiben, temennisine muvafık
ayetler gelmiştir. Tesettür, münafıklara kılınan cenaze namazı, Bedir
esirlerine uygulanacak muamele ile alâkalı vahiyler bunlardandır. Hz. Ömer'e vahy-i İlahî'nin
muvafakatı olarak bilinen bu hadisler(57) onun ne kadar nafiz ve basiret ve ne
kadar berrak bir fıtrat-ı selime sahibi olduğunun ve Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'in: "Benden sonra bir peygamber gelseydi bu Ömer
olurdu" (58) veya "Allah hakkı Ömer'in lisanına ve kalbine konmuştur"(59)
iltifatlarının ne kadar doğru olduğunun en güzel delilleridir.
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in bu husustaki kapasitesini dile
getiren rivayetler de çoktur. Onların burada zikrinden sarf-ı nazar ederek,
onun görüşlerindeki isabetlilik derecesini ifade eden Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'in şu hadisini kayıtla yetiniyoruz: "Allah, Ebu
Bekir'in (kararlarında) hata yapmasından, semasının fevkinde rahatsız
olur"(60).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in bu iki zat dışında başka
müşavirleri de olmuştur. Az sonra belirtileceği üzere, istişare edilecek mesele
kimi veya kimleri alâkadar ediyorsa, kadın-erkek, yaşlıgenç, hatta mü'
minmünafık ve müşrik ayırımı yapmadan fikirlerine başvurmuş, lüzumuna inandığı
ve fayda mülahaza ettiği herkesle istişarede bulunmuştur.
Bununla beraber, umumiyetle gerek Ensar ve gerekse Muhacirun'un
temsilcileri durumunda olan büyükler, onun sıkça müracaat edip istişare yaptığı
kimseleri teşkil etmekte idi. Bu meyanda
Hz. Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhümâ)'den sonra bilhassa Hz. Osman, Hz.
Ali, Talha, Zübeyr, Üseyd İbnu Hudayr, Sa'd İbnu Muaz ve Sa'd İbnu Ubade, Muaz
İbnu Cebel vs. sıkça istişare ettiği kimseler arasında zikredilebilir(61).[17]
Münafık ve Müşriklerle İstişare: Burada hususen zikre şayan iki
isim Abdullah İbnu Ubey İbni Selül ve Abbas İbnu Abdilmuttalib'tir. Bunlardan
birincisi Medine'deki münafıkların başı olarak birçok ızdıraplara sebep olduğu
halde Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) zaman zaman kendisiyle istişare
etmiştir. Bu meyanda Uhud Savaşı'nın nerede yapılacağı hususunda icra edilen
istişaredeki tutumu ve neticeleri mühimdir(62).
İbnu Abbas'a gelince, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Mekke'
de iken, onunla henüz müşrik bulunmasına rağmen, "isabetli rey ve kuvvetli
zeka sahibi" olması sebebiyle, hicret gibi en gizli, en kritik bir
meselede bile istişare ederek fikrini almıştır.(63) [18]
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in ashabıyla yaptığı
istişareler gözönüne alınınca bunların çok çeşitli sahalara girdikleri görülür.
Çoğunlukla harp ve askerlikle alâkalı iseler de sadece bunlara münhasır
değildir. Nitekim namaz vakitlerini duyurma şekli ile alâkalı olan istişare, dinî olduğu gibi, ifk
(Hz. Aişe'ye iftira) meselesinde yapılan istişare de tamamen dünyevî ve hatta
hususi bir meselenin müşaveresi gibi gözükmektedir. Misallerden gelen bu
tenevvü (çeşitli sahalarla ilgili olma) sebebiyle İslam alimleri, istişareye
arzedilmesi gereken meseleler hususunda farklı iddialarda bulunurlar. "Bir
kısmı harb ve düşmanla alâkalı meselelerde gerekli derken, diğer bir kısmı
dünya ve din işlerinde lüzumlu, bir başka grup da, insanları ahkâmın sebepleri
ve içtihadın yapılış tarzı hususlarında uyarmak için dinî meselelerde
yapılmalıdır" demişlerdir(64).[19]
Dinî mevzuların bile istişare şümulüne girdiği söylenirken, vahyin
gelmediği hususlara giren dinî
meselelerin kastedildiğini belirtmek gerek. Nitekim Ashab, Hz. Peygamber'in
teklifleri geldikçe: "Bu vahiyse diyeceğimiz yok, ama şahsî re'yiniz ise
kanaatimiz budur... Şöyle yapılırsa daha iyi olur... Biz bunu kabul edemeyiz.."
şeklinde konuşmuşlardır. Şu halde vahiyle
tavzih ve tesbit edilen meselelerde vahye ters düşen kanaatler ileri
sürmek, münakaşa yapmaya kalkmak
mü'minlik edebine aykırıdır, bu hususlarda tam bir teslimiyet gerekmektedir.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Allah'a, ahirete, kadere
iman gibi imana müteallik meselelerde münakaşa ve hatta mübahaseyi
yasaklamıştır(65). Kısmen mevzumuzun dışına çıkan bu bahse bir örnek kaydedip
geçeceğiz: Hz. Ali'nin rivayetine göre, bir gece kendilerine uğrayan Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm): "Namaz kılmıyor musunuz?" diye sorunca Hz.
Ali: "Ey Allah'ın Resulü, bizim nefislerimiz Allah'ın kudret elindedir. O,
bizim (namaza) kalkmamızı dilerse bizi kaldırır (biz de namaz kılarız)" cevabını verir. Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm) kaderle alâkalı bu meselede münakaşaya girmektense
cevap bile vermeden geri döner, gider. Ancak, giderken kendi kendine şu ayeti
telaffuz ettiğini Hz. Ali işitir: "İnsanın en çok yaptığı iş
tartışmadır" (66-67).II. [20]
İslam'ın
istişareye verdiği ehemmiyeti belirttikten sonra, İslamî istişarenin
safhalarıyla alâkalı birkaç mühim noktayı açıklayabiliriz:[21]
İstişarede en
mühim hususlardan biri budur.
Sünnette kimlerle istişare edilebileceği hususunda gerek kavlî ve
gerekse fiilî hadisler, örnekler bolca varid olmuştur. Buna göre:[22]
Müsteşar, fikri alınacak hususta akıl, tecrübe ve bilgi yönleriyle
liyakatlı olmalıdır. Hadiste: "Akil olandan fikir alın ki, doğruyu
bulasınız.." (68), "İşini bilmen, akıllı kişiye danışıp sonra da ona
uymandır" (69) denir. Alimler, kendini beğenen, tecrübesiz gençle, aklına
araz gelmiş yaşlılardan fikir almamayı tavsiye ederler(70).
Liyakatlı ve tecrübeli kimse, güvenilebilir olduğu takdirde müşrik
bile olsa fikrine başvurulabileceği hususunda yukarıda zikri geçen Hz.
Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in amcası Abbas ile henüz Müslüman olmazdan
önce yapmış bulunduğu istişare delil olarak gösterilebilir.
Ahlak kitaplarında kaydedilen: "Müsteşarın fikren gam ve
kederden salim olması" şartını da liyakatla alâkalı bir husus olarak
değerlendirebiliriz(71).[23]
Fikrine başvurulacak kimsenin liyakattan başka mûtemed olması aranmalıdır. Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm) mükerrer olarak: "Müsteşar güvenilir olmalıdır" der (72).
Bir başka hadiste: "Müsteşar dürüst olmalıdır, bir kimseye bir şey
danışılırsa kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyi tavsiye etmelidir" (73)
der, böyle hareket etmeyenin davranışını da "...kardeşine ihanet
etmiştir" diyerek ihanet gibi ağır bir suçla suçlayarak takbih eder(74).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) istişarede dürüstlükten ayrılanları
kınayan hadislerden birinde de şöyle buyurur: "Kişi kendisinden fikir
danışanlar hakkında hayırhah olduğu müddetçe görüşlerinde isabetli olmaya devam
eder. Ancak, danışanı ne zaman aldatmaya kalkarsa Allah da onun fikirlerindeki
sıhhati (isabetliliği) kaldırır" (75)
Dürüstlük Başta Gelir: "Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm) yukarıda kaydettiğimiz bazı hadislerde fikir danışana cevap vermenin
bir vecibe olduğunu beyan etmekle
beraber, kanaat beyan ederken dürüstlüğün şart olduğunu bilhassa tebarüz
ettirir. Müracaat edenle müsteşar arasında mevcut hasmane düşünceler, menfi
hisler sebebiyle dürüst olmayacaksa sükut etmesi, konuşmaması gereklidir:
"Müsteşar güvenilir olmalıdır, sorulana dilerse cevap verir, dilerse sükut
eder (cevap vermez)(76). Ancak cevap verecekse yapılacak iş kendisi için
yapılıyormuşcasına (doğru) cevap versin" (77). Şu halde mesela Maverdi
gibi bazı alimlerimizin: "Bir kimseye dost veya düşman kim müracaat ederse
etsin fikrini gizlemede hiçbir özür yoktur" sözünü (78) bu hadisin
ruhsatıyla ihtiyatla karşılamak gerekir.
Sorulara doğru cevap vermek hususunda delil olarak, normal durumda
kişi hakkında medar-ı bahs edilmesi gıybet sayılabilecek bir açıklamayı,
müracat ve sual üzerine yapılmış bulduğumuz şu hadisi gösterebiliriz. Hz.
Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), evlenmek niyetiyle Ebu Cehm ve Muaviye
hakkında kendisine fikir danışan Fatıma Bintu Kays'a şu enteresan cevabı verir:
"Ebu Cehm sopasını omuzunda taşır (yani dayak atıcıdır). Muaviye'ye
gelince, o da fakir ve malsızdır, sen Üsame İbnu Zeyd ile evlen" (79).[24]
Bazı hadisler, istişare edilecek kimsenin Müslüman ve mütedeyyin
olmasını şart koşar: "Kim bir işe girişmek ister de o hususta Müslüman
biri ile müşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar"
(80).
Ahlak kitaplarına "müttaki, mütedeyyin olmak" şeklinde
girmiş olan bu şartın, keza "nasih ve muhib olmak", "sorulan
hususta müsteşarın menfaati olmamak" gibi kaydedilen diğer şartlarda da
olduğu üzere, esas gayesi yukarıda kaydettiğimiz "güvenilir olmak"
şartını gerçekleştirmeye racidir.(81)[25]
Bu vasıf liyakat maddesinde mütalaa edilebilirse de ayrıca ele
alınmasında fayda vardır. Aslında ilgi, liyakattan oldukça farklı bir husustur.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in bir kısım sünnetini, hatıra
gelebilecek bazı sualleri böylece daha rahat açıklığa kavuşturabileceğiz.
Nitekim Uhud Seferi sırasıda, savaş şehrin içinde mi, yoksa dışında mı olmalı?
diye müzakere yapılırken münafık Abdullah İbnu Übey İbni Selül'ün fikrinin
alınması bu mesele ile olan alâkası sebebiyledir. Zira, üç yüz civarında bir
grubun lideri durumunda idi.
Bu cümleden olarak, kadınla istişare meselesi de mevzubahs
edilebilir. Zaman zaman, bir kısım kitaplarda mutlak bir ifade ile
"kadınla istişare etmeyin" (82) şeklindeki tavsiyenin sünnete
uymadığını söyleyebiliriz. Zira en azından kadını ilgilendiren meselelerde
onunla istişare edilmesi hususunda Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'den
çok net "emirler" varid olmuştur: "Kendilerini ilgilendiren
hususta kadınlarla istişare edin" (82, a) "Kızları hususunda
kadınlarla istişare edin." (83) "Bakire kızla, (evlendirmezden önce)
babası müşavere etmelidir" (84) "Dul kadın, kendisiyle istişare
edilmeden evlendirilmemeli, bakire kız da izni
alınmadan nikahlanmamalı..." (84, a) gibi.
Evlenme gibi şahsını alâkadar eden bir mevzuda fikrinin alınması
ve ona uyulması kesinlikle ifade edilir ve hatta "kızın arzusunun hilafına
yapılan nikahın bizzat Resulullah tarafından iptal edilmesi" (85) vak'asına
dayanan "cumhur" bu çeşit nikahın batıl olduğuna hükmeder(86).
Şüphesiz bir erkek, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde
"istişare etmekle" kayıtlı değildir. Bu hususu te'yid eden bir
rivayette: "Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm) kadınlarla bile istişare eder, onların beyan
ettikleri görüşleriyle amel ederdi" denmektedir.(87) Bunun aksini ifade
eden rivayete rastlamadık. Tirmizi'de
"kızıl rüzgâr"la alâkalı hadiste geçen "kişi annesine bakmaz,
kadınına itaat eder" cümlesinde kınanan husus, kadınla yapılan
istişare değil, annenin ihmal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste
"...babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir" denmektedir.(88)
Kadınla istişare meselesindeki tereddüdü izale edecek iki örneği
Hz. Ömer'den kaydedebiliriz. Birincisi,
umumiyetle bilinen bir vak'adır. Hz. Ömer bir cuma hutbesi sırasında,
evlenmelerde kadınlara verilecek olan mihir için bir tahdid getirerek
mübalağaya kaçılmasını önlemek istediği
zaman cemaatte bulunan bir kadının, bizzat Kur'an'dan okuduğu ayetle bu kararın
yanlışlığını hatırlatması üzerine Hz. Ömer: "Bir kadın isabet, bir erkek
hata etti. Bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti" diyerek kendi
iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar(89).
İkinci misalimiz mevzumuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir
gece teftişinde Hz. Ömer, kocası cihad için
askere gitmiş olan bir kadının "bekârlıktan yakındığını" işitince, kızı Hafsa'ya (ve kadınlardan
tecrübeli olanlara) (90) müracaat ederek: "Kızım, (söyle bakalım) bir
kadın kocasından ne kadar müddet ayrı
kalmaya tahammül edebilir?" diye sorar ve onun verdiği cevaba
dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder.(91)
Şu halde, kadını ilgilendiren şahsî, ailevî meselelerde fikri
alınacağı gibi, ihtisasına giren meselelerde de fikri alınabilecektir. Zaten
liyakat ve ilgisi olmayan hususlarda erkek de olsa kendisiyle istişare tavsiye
edilmemiştir. Öyle ise, "kadınla istişare etmeyin" mealindeki mutlak
tavsiyeler menşeini sünnetten almazlar, bazı ciddi kitaplarda (92) tasrih
edildiği üzere "hükema" sözüdür. Ne var ki, dinî kitaplarımıza girmiş
bulunan -darb-ı mesel, israiliyat, etibba ve hükema sözü nevinden- her şey,
halk tarafından zamanla dinin kendisi zannedilerek, hadisle, Kur'an'la iltibas
edilmiştir.[26]
İslamî istişarede müşavirlerin durumunu belirttikten sonra
istişarenin cereyan tarzına da temas etmek
isteriz. Burada karşımıza farklı şekiller çıkmaktadır: [27]
Karara bağlanacak bir mesele zuhur edince salahiyetli
veya ilgili kimselere başvurarak fikirlerinin alınması demektir. Bunun
misali Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in hayatında çoktur. Bedir'de
harbe karar vermek (93), Bedir Harbi'nden sonra da elde edilen esir ve
ganimetler mevzuunda takip edilecek tutum için
(94), Hendek Harbi'nin hazırlık şekli için (95) yapılan istişareler
umumiyetle bilinen örneklerdir.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) bu durumda beyan edilen
görüşlerden en uygununu ihtiyar ederdi.[28]
Bazı durumlarda Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in şahsî
müracaatı varid olmadan, ortaya çıkmış mesele ile alâkalı olarak hariçten müdahale vakaları olmuştur. Bu müdahaleler
"liyakatli ağız"dan geldiği veya "makul" bulunduğu takdirde
daima hüsn-ü kabul görmüştür. Bununla alâkalı
örnekler de çoktur. Bu ikna edici örnekler Hubab İbnu'l-Münzir ile
alâkalı olanlarıdır. Bedir Savaşı'na karar verildikten sonra Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) ordunun savaş
vaziyeti alacağı yeri tayin ederek yerleşme emrini vermişti ki, Hubab huzura
çıkarak harp mevziini seçme işini vahyin irşadı ile değil de kendi re'yi ile
yaptı ise buranın uygun olmadığını Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e
söyledi. Hz. Peygamber de: "Hayır, vahiy değil kendi reyimle seçmiş idim" der. Hubab'ın fikrine uygun
olarak yeniden yerleşim yapılır. (96) Aynı Hubab'ın gerek Hayber (97), gerek
Taif (98) seferleri sırasında, gerekse Benu Nadr ve Benu Kureyza gazvelerinde
(99) Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) tarafından, her seferinde kabul
edilen benzer tekliflerine rastlıyoruz.
Fetih günü Mekke'nin haramiyetini ilan eden Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'in bu meyanda "otlarını yolmanın da harama dahil
olduğunu" söylemesi üzerine amcası Abbas tarafından izhir denen ve günlük
hayatta muhtaç olunan bir otun bu yasaktan hariç tutulması için yapılan talebin
kabul edilmesi (100) şarap yapılan (101), eşek eti pişirilen kapların kırılması
için verdiği emre "kırmayıp yıkandıktan sonra kullanılması" (102)
için yapılan teklifin kabul edilmesi gibi örnekler Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in çok farklı mevzularda muhataplarını dinleyip, görüşlerini
değerlendirdiğini gösterir.[29]
Şunu da belirtelim ki, münhasıran dini alâkadar eden meselelerde
vaki olan telkin ve tavsiyeleri Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) ciddiye
almamıştır. Nitekim O'nun kadın-erkek, yaşlıgenç herkese, her hususta düşünce
ve kanaatlarını serbestçe söyleme hususundaki cesaret verdiren müsamahakâr
davranışı sebebiyle, bazı kimselerin, zaman zaman "yersiz" ve
"densiz" diyebileceğimiz davranışları ve teklifleri de olmuştur. Bunlardan
biri, bir yolculuk sırasında vaki olur: Akşam vakti girince Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm) orucunu açmak için su ister. Bunun üzerine muhatabı
emri hemen yerine getireceği yerde: "Biraz daha bekleyin, ortalık
kararsın" karşılığında bulunur. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), her
seferinde aynı şekilde mukabelede bulunan muhatabının -ki Bilal-i Habeşî'dir-
(103) mütalaasını nazar-ı dikkate almaksızın emrini üç defa tekrar ederek orucunu açtıktan sonra,
iftar vaktiyle alâkalı açıklamada bulunur (104).
İkinci bir misal, hacc menasikinin talimi sırasında meydana gelir.
Peygamberimiz (aleyhisselam) hacc esnasında Zilhicce'nin dördüncü (veya
beşinci) günü beraberinde kurbanlıklarını getirmeyenlere, ihramdan çıkmalarını
emretmişti. Sahabeler, "ihramdan çıkmak için vaktin henüz
gelmediğine" hükmederek bu emri tatbik etmek istemiyorlardı (105).
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) bu tutum karşısında o kadar öfkelenmişti ki,
Hz. Aişe'nin yanına döndüğü zaman öfkesi hala yüzünden okunuyordu"(106)
Gerek iftar vakti, gerek ihramdan çıkma günü gibi, tamamen dinî
hususlarda, dünyada Hz. Peygamer'den başka kim daha liyakatlı ve selahiyetli
olabilirdi ki, bu çeşitten itiraz ve teklifleri ciddiye alsın?[30]
d. Saygısız Müdahale: Her ne kadar normal istişare
çerçevesinde mütalaa edilmesi zor da olsa, istişare mevzuu ele alındığı zaman
temas edilmesinde fayda mülahaza edilecek bir husus da Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'in "saygısızca" diye tavsif edeceğimiz bazı
itiraz ve müdahaleler karşısındaki tutumudur. Zira insanlar arasında bir kısım ölçüsüz ve saygısız davranışlara
sapan kimseler her zaman mevcuttur. Bunlar karşısında Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'in davranışını ibret almamız için bilmekte fayda
vardır. Kısaca "sabır" ve "müsamaha" olarak tavsif
edeceğimiz bu sünneti sergileyen bir iki
misal kaydedeceğiz:
Birinci misalimiz, Abdullah İbnu
Zi'l-Huvaysira denen bir Temimlinin davranışıdır. Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm) Huneyn'de elde edilen ganimeti (veya Hz. Ali'nin
Yemen'den (107) göndermiş bulunduğu sadaka malını) (108) dağıtırken ortaya
atılarak: "Ey Muhammed Allah' tan kork,
adil ol, bu taksim Allah'ın rızası aranmayan bir taksim oldu" der. Bu söze fena halde öfkelenen Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) ona şu
cevabı verir: "Eğer ben de asi isem, kim O'na muti olabilir? Yer, gök ve
insanlar içerisinden Allah, beni seçip
itimad eder de siz etmez misiniz?" Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in son derece üzüldüğünü gören Ashab'tan bazıları bu saygısızı
şiddetli bir şekilde cezalandırmak, hatta öldürmek için izin isterlerse de
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm): "Ben müşriklerin "Muhammed
arkadaşlarını öldürüyor" demelerini istemem" diyerek hiçbirisine
müsaade etmez(109).
Bir başka vak'a, Hz. Zübeyr ile Medineli arasında çıkan su
ihtilafının halli sırasında meydana gelir. Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm) ihtilafı: "Ey Zübeyr (madem su, komşuna senin tarlandan geçiyor)
tarlanı önce sen sula, sonra da suyu komşuna sal" diye hükme bağlamıştı.
Karardan memnun olmayan Medineli: "Ya Resulallah sen kararı Zübeyr lehine
verdin, çünkü o senin halaoğlundur" diye itiraz eder(110). Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'i yüzü renklenecek kadar öfkelendiren bu ölçüsüz itiraz
üzerine gelen bir vahiy bu çeşitten zuhur edecek durumları şiddetle kınar:
"Onlar senin hükümlerini içlerinden gelen hoşlukla karşılamadıkları müddetçe
mü'min değillerdir" (111)
Keza, zina suçunu işleyen kadınların cezalandırılabilmesi için
dört şahit getirilmesini emreden ayetin
(112) nüzulü vesilesiyle vaki bir sual
üzerine Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in, karısı ile yabancı bir erkek
yakalayan kimsenin zanileri öldüremeyeceğini, dört şahitle mahkemeye müracat
edebileceğini beyan etmesi üzerine, Sa'd İbnu Ubade' nin: "Ey Allah'ın
Resulü, hüküm böyle mi? (113) Yani ben
karımla bir yabancıyı yakalayıp da dört şahid bulup gelinceye kadar dokunmayacağım
ha?" sorusuna Hz. Peygamber: "Evet hüküm böyledir" demesi
üzerine Sa'd itiraz ederek: "Hayır, seni hak ile gönderen Zat-ı Zülcelal'e
kasem olsun böyle birini görürsem hemen
kılıcımla kellesini uçururum" der.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) İlahî hükme karşı gelmeyi ifade eden bu
ani feverana karşı: "Ey Ensar, ey Medineliler, efendiniz Sa'd'ın ne
dediğini işitiyorsunuz. Evet Sa'd kıskançtır, ben ondan daha kıskancım, Allah
ise benden daha kıskançtır" (114) cevabını verir. Cemaatten Sa'd'ın kıskançlığını
te'yid eden bazı konuşmalardan sonra olacak, biraz yatışan Sa'd özür dileyerek şöyle der: "Ey Allah'ın
Resulü, bu (söylediğiniz) haktır ve Rabb Teala'nın indinden gelmiştir. Fakat
ben (ilk defa duyunca işte böyle bir) tuhaf oldum" der(115).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in büyük bir sabır ve
müsamaha ile karşıladığı feveranlar zaman zaman Hz. Ömer'den gelmiştir. Bunlar
meyanında, bilhassa Hudeybiye Sulhü üzerine vaki olan itiraz kayda değdiği için
az sonra etraflıca temas edeceğiz.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in sert, haşin ve bazan
rencide edici çıkışlara sabır, sükut, mülayemet ve mümkün mertebe güler yüzle
mukabele edişi, etrafındaki
insanların dağılmalarını önlemeye raci idi. Bu
davranışın O'nun başarısındaki büyük rolünü bizzat Kur'an-ı Kerim te'yid
etmektedir. Nitekim yukarıda kısmî olarak kaydetmiş olduğumuz Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'e müşavere etmeyi emreden ayet şöyle der: "O vakit
sen Allah'tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer (bilfarz) kaba,
katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık
onları bağışla (Allah'tan da) günahlarının affını iste, iş hususunda onlarla müşavere et" (116).
Dilimizdeki "insanın yere bakanı ile suyun duru akanından
kork" sözü de, Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'in sert ve hatta saygısızca itirazlara cesaret veren müsamahalı davranışındaki
hikmet ve maslahatı anlamaya yardımcı olabilir. İnsanlar muhalefetlerini ifade
edemezlerse bir kısım gizli telakkilerin gelişmesinden ve beklenmedik
zamanlarda tehlikeli patlamalar halinde ortaya çıkmasından korkulmalıdır.[31]
İstişarenin mühim bir safhası, müzakere edilen mevzu üzerine değişik görüşler serdedildikten sonra kararın alınması
safhasıdır. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in sünnetinde bunun çeşitli
şekillerde yapıldığı görülür:[32]
Uhud Harbi için yapılan istişarede karar böyle alınmıştır. Başta
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) olmak üzere yaşlılar düşmanın şehir içinde karşılanması fikrinde idiler.
Ancak, çoğunluğu teşkil eden gençler bunu tezlil edici bularak erkekçe meydanda
savaşmayı istiyorlar ve bunda ısrar ediyorlardı. Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm): "Öyleyse siz bilirsiniz" diyerek kabul etti(117).[33]
"Bazı durumlarda Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) beyan
edilen görüşlerden birini oylamaya başvurmadan, şahsen tercih etmiştir: Bedir
esirlerine yapılacak muamelede öyle olmuştur.[34]
Ortaya atılan görüşlerden hiçbirini kabul etmeksizin, durumun tavzihini zamana bırakma şekli de
olmuştur. Namaz vaktini duyurmak için benimsenecek vasıta mevzuunda bu tarz
uygulanmıştır. Sahabelerden bazısı çan çalmayı, bazısı ateş yakmayı, bazısı da boru öttürmeyi teklif ediyordu. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) hiçbirini uygun
bulmayarak kararı tehir etti. Ertesi gün Abdullah İbnu Zeyd'in rüyada
ezberlemiş olduğu bugünkü ezan şekli benimsendi(118).[35]
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in hayatında, az da olsa müşavirlerin
rağmına re'sen alınmış olan karara da rastlanır. Bunun en iyi misali Hudeybiye
Anlaşması'dır. İstikbale matuf stratejik hedef ve gayelerini, zahirî ve peşin
görüntüsü sebebiyle anlamayarak "tezlil edici" bulan "Ashab-ı Resul"ün
hemen hemen tamamı (119) sulhtan memnun değildir. Öyle bir anlaşma yapmaktansa
erkekçe savaşmak istiyorlardı, bu sulh ise zilleti kabullenmek gibi bir şeydi.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) anlaşmanın mündemiç bulunduğu maslahat ve
mes'ut neticeleri o anda açıklamayı
mahzurlu telakki ettiğinden olacak, bu sulhla alakalı ikna edici konuşma
yapmaktansa, bu hususta sükutu ihtiyar edip, daha önce gerçekleşen vaadleri
hatırlatarak bunda da hayır olduğu hususunda etrafındakileri iknaya
çalışıyordu(120).
Hülasa, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Hudeybiye'de
peygamberlik otoritesine dayanarak itirazları susturdu ve bu anlaşmayı kabul
ettirdi. Hz. Ömer'le, Hz. Peygamber arasında geçen konuşma hem Ashab'taki
memnuniyetsizliğin, hem de Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in ısrarındaki
kararlılığın derecesini kavramak için kayda değer:
"Ey Allah'ın Resulü biz hak üzere onlar da batıl üzere
değiller mi?
"Şüphesiz öyle."
"Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil
mi?"
"Şüphesiz öyle."
"Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabulleniyoruz? Allah
bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi
döneceğiz? (Olmaz böyle şey)!"
"Ey Hattab'ın oğlu, ben Allah'ın elçisiyim (ve O'nun emrine muhalif de
değilim) (121) ve Allah da ebediyyen bizi terketmeyecektir."
Hz. Ömer bundan sonra Hz. Ebu Bekr'in yanına giderek Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'e söylediklerini ona da tekrar eder. Hz. Ebu Bekr de:
"(Onun emrine uy, zira şehadet ederim ki)(122) O, Allah'ın Resulüdür ve
Allah O'nu ebediyyen terketmeyecektir" cevabını verir. Arkadan Fetih
suresi iner, Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm) sureyi baştan sona Hz. Ömer'e okur. Hz. Ömer, "Yani bu bir fetih
mi?" diyerek hâlâ devam eden üzüntü ve endişesini dile getirir(123).
Isrardaki hatasını bilahare anlayarak keffareti için yıl orucu tutup, köleler azad
edecek olan Hz. Ömer başta olmak üzere, Hz. Ebu Bekir ve diğer pekçok sahabe
ittifakla Hudeybiye Sulhü'nün "İslam'ın en büyük zaferi olduğunu"
ifade edeceklerdir(124).
Hülasa istişare sonunda kararın alınmasında yegâne prensip,
bugünkü Batı parlamenter sisteminde cari olan parmak usulü değildir. Son söz
nazar-ı âmm, bilgi ve vukufiyeti başkalarına nazaran daha geniş olan esas mes'ul
kişinindir, yani Hz. Peygamber'indir.[36]
Sünnette gelen mühim müşavere örnekleri tetkik edilirse Hz.
Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in müzakereye sunduğu meselelerde şahsî
kanaatlerinin benimsenmesi için, Hudeybiye
Sulhü hariç, çok ısrar etmediği görülür. Bedir'de seçmiş olduğu ilk
savaş mevziini, Hubab'dan gelen teklif üzerine terkettiği gibi, Uhud Savaşı'nın
Medine'nin içinde yapılması istikametindeki kanaatine rağmen gençlerin çoğunlukla "şehrin
dışında" olmasını istemeleri üzerine de dışarı çıkmayı kabul etmiştir.
Bir başka ikna edici misal Hendek Savaşı sırasında, imza
safhasında bozulan bir anlaşmadır. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)
savaşın uzaması ve şehirde sıkıntının artması üzerine düşman cepheyi dağıtmak
düşüncesiyle, bazı bedevi gruplarla cepheyi terketmeleri mukabilinde Medine
hurma mahsulünden belli bir yüzdenin kendilerine verilmesi esasına dayanan bir
anlaşma yapmak üzereydi. Mutabakat hasıl olan anlaşmaya Medineli liderlerin: "Ey Allah'ın Resulü,
bu, itaat etmemiz gereken bir vahiy değil de şahsî re'yin ise hayır...Onlar
şimdiye kadar bizim hurmalarımızdan da parayla satın alarak veya ikramımız
olarak yediler, bu ise bir zillettir. Allah seninle bize hidayet verdi,
şerefimizi artırdı bunu kabul etmeyiz..." derler. Bunun üzerine Hz.
Peygamer (aleyissalâtu vesselâm) "Bu İlahî bir emir değildir, şahsî
fikrimdir, size arzettim" diyerek fikrinden vazgeçer ve mutabakat imza
safhasında bozulur. Raviler, Hz. Peygamber'in bu itiraz karşısında üzüntü değil
"memnuniyet" izhar ettiğini kaydederler (125).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) fitne alâmetleri meyanında "Rey sahibinin kendi reyini
beğenmesi"ni de zikretmek suretiyle (126) istişare meselesinde mühim bir
prensibe dikkat çekmiş oluyor.[37]
İstişare mevzuunda mühim bir husus da farklı ve bazan da birbirine
zıd fikirlerin ortaya atılması sırasında liderin alacağı tavırdır. Zira
fikirlerden birinin kabulü, diğerlerinin reddi demek olacağından buradaki
farklı bir kabul veya red şekli, reddedilen fikir mensuplarını gücendirip
yersiz bir muhalefete sevkedebilir.
Bu endişeyi Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in hayatında
bariz bir şekilde görmekteyiz. Nitekim, Bedir esirlerine yapılacak muamele
hususunda cereyan eden istişare sırasında müşavirlerden gelen farklı görüşleri
teker teker dinlendikten sonra, bunlardan sadece Ebu Bekir'in görüşünü muvafık
bulsa da diğerlerine de iltifat eder:
"Ey Ebu Bekr senin misalin Hz. İbrahim'e benziyor. O, Allah'a kavmi
hakkında şöyle demişti: "Rabbim bana uyanlar bendendir, uymayanlara
gelince, sen af ve mağfiret edicisin" (127). "Ey Ömer senin de
misalin Hz. Nuh gibidir. O, kavmi için
şöyle demişti: "Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden tek canlı bırakma"
(128).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Hz. Ebu Bekir'i Hz İsa'ya
(129), Hz. Ömer'i Hz. Musa'ya (130) benzetmeye devam ederek onların fikirlerine
muvafık gelen ayetleri okur ve her ikisini de fikirleri sebebiyle doğrular,
takdir eder (131).
Burada kaydı gereken bir durum Hz. Ömer'le alâkalı olarak rivayet
edilmektedir. O da, istişare sırasında herkesin re'yini serbestçe söylemesi,
rahatça münakaşa edilmesi, ileri sürülen fikirlerdeki farklılıklar sebebiyle
müşavirlerin birbirine gücenmemesi gereğidir. Said İbnu'l-Müseyyeb der ki:
"Ömer İbnu'l-Hattab ve Osman İbni Affan aralarındaki bir mesele için öyle bir nizaya girerlerdi ki, onları
seyreden birisi: "Artık bunlar bir daha biraraya gelmezler derdi. Ancak,
en güzel ve en tatlı bir şekilde ayrılırlardı" (132).[38]
İstişarede karar alındıktan sonra tatbikat sırasında tereddüde yer
vermemek İslamî istişarenin mühim bir vasfıdır. Bunun üzerine hassasiyetle ve ısrarla durulur. Karar
safhasından sonra tereddüd ve çekingenlik kesin bir dille reddedilir. Bizzat
Kur'an-ı Kerim'de istişarenin emredildiği ayette istişarenin bu vasfı da
belirtilir. Ayet şöyle: "...iş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de
azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah, kendine güvenip
dayananları sever" (133)
Uhud Harbi için gençlerin reyine uyularak şehir dışına çıkmaya
karar verilip hazırlığa başlandıktan sonra bazı yaşlıların uyarısı sonucu
gençler fikirlerinden caymışlardı,
düşmanla şehir içinde karşılaşmayı kabullenmişlerdi. Zırhını giymiş
bulunan Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e yeni gelişme intikal
ettirilince, bu tereddüdü: "Bir peygamber giydiği zırhı savaşmadan
çıkarmaz. Emrettiğim hususlara iyi bakın ve onlara uyun... Sabrettiğiniz
takdirde zafer sizindir" diyerek reddeder.(134)
Burada şu noktanın da belirtilmesinde fayda var: İstişare edilerek
bir fikir benimsendikten sonra onun başarı veya başarısızlığına terettüp edecek
mesuliyet sadece bu fikri teklif edene düşmez. Sorumluluk ortaktır. Nitekim
Uhud Savaşı başarısızlıkla sona erince,
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in "harbi şehrin dışında yapalım"
diyen gençlere herhangi bir ayıplamada bulunduğunu görmüyoruz.[39]
İslam'daki şûra ile Batı demokrasisini birbirine iltibas edenlere,
içine düştükleri yanlışlığı göstermek için, demokrasiye bizzat Batılılar
tarafından yöneltilen bazı tenkidleri hatırlatmada fayda umuyoruz.[40]
René Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı (La Crise du Monde
Moderne) adlı eserinin altıncı bölümünde
insanların Batı'da, birkısım telkin ve sahte fikirlerle teshir edilip
aldatıldığını belirttikten sonra en ziyade laf
kalabalığına getirilerek kitleleri aldatma vesilesi yapılan
"demokrasi"ye sözü getirerek hülasaten şunları söyler:
"Eğer "demokrasi", halkın kendi kendini idaresi
şeklinde tarif edilirse, ortada gerçek bir
imkânsızlık, fiiliyatta basit bir varlığı dahi görülmeyen bir şey kabul
edilmiş olmaktadır. Bu şey sadece bizim zamanımızda değil, başka hiçbir devirde
de vaki olmamıştır. Kelimeler bizi aldatmamalıdır. Esasen aynı adamların hem
idare eden, hem de idare edilen kimseler olacağını kabul etmek aklen mütenakız
bir düşünce olur. Zira Aristo mantığına göre, aynı bir varlık aynı zaman ve
şartlarda bilfiil ve bilkuvve halinde olamaz. Halkın kendi kendini idare
ettiğine dair boş hayalin kafalarda yer etmesi içindir ki "halk oyu"
mefhumu icad edilmiştir. Bu icada göre, kanunu yapan şeyin ekseriyetin efkarı
oduğu farzedilmektedir. Fakat burada gözden kaçan husus, efkâr-ı umumiyenin çok
basit ve kolay bir şekilde yönlendirildiği ve şekillendirildiğidir. Her zaman,
uygun telkinlerle önceden tesbit edilen şu veya bu istikamete onun tevcihi
mümkündür. Biz şimdi efkar-ı umumiye tekvin etmek (kamuoyu oluşturmak) tabirini
kim uydurdu bilemiyoruz, fakat bu, tam bir gerçeği ifade ediyor. Ancak şurası
da muhakkak ki, görünürdeki idareciler efkar-ı umumiyeyi tekvin etmek için
lüzumlu olan vasıtalara her zaman sahip değiller."
Herhangi bir meselede fikrini beyan etmeye çağrılan halk
içerisinden ezici çoğunluğu meseleyi anlamayacak kimselerin teşkil ettiğini, anlayanların
sayıca çok az kaldıklarını ve binaenaleyh o meselenin kanunlaşmasında
anlamayanların, liyakatsizlerin rol oynadığını böylece kanunların meseleye
vakıf olmayan kimselerce çıkarıldığını belirten Guénon: "Kanunu,
ekseriyetin yapması gerektiği" fikrinin eşyanın tabiatı icabı fiiliyatta
tamamen nazariyatta kalıp hiçbir tatbikî duruma tekabül etmemekten başka,
temelden hatalı olduğunu söyler ve şöyle devam eder: "Bu fikrin en zahir
kusuru az yukarda belirttiğimiz husustur, yani "ekseriyetin re'yi liyakatsizliğin
ifadesidir ve bu da haddizatında zeka noksanlığından veya sırf cehaletten ileri
gelir. Bu hususun daha iyi anlaşılması için "kitle psikolojisi" ile
alâkalı bazı tesbitlerden istimdad edebiliriz: umumiyetle bilinen bir duruma
göre, "bir kalabalık içerisinde nihai
efkar, kalabalığı teşkil eden fertler tarafından ileri sürülen fikirlerden, vasat seviyede olanlara
göre bile değil, en aşağı seviyede olan fikirlere göre teşekkül
etmektedir."
Guénon devamla, modern hükümetlerin ısrarla üzerinde durup, kendi
meşruiyetlerinin yegâne kaynağı kabul ettikleri bu "en büyük çoğunluğun
kanunu" prensibinin mahiyetçe ne
olduğunu belirtmeye geçer ve şöyle der: "Bu sadece ve sadece maddenin ve
ezici kuvvetin kanunudur. Öyle bir kanun ki, onu esas alarak ağırlığıyla
sürüklenen bir kitle, güzergâhında rastladığı her şeyi ezer geçer. İşte bu
noktadadır ki "demokratik" telakki ile "materyalist" telakki arasındaki telâki (ittisal, birleşme)
noktası ortaya çıkar. Bu telâkiyi hal-i hazır zihniyete samimiyetle bağlayan şey
de bu husustur. Bir başka ifadeyle bu, normal, tabii nizamın alt üst
edilmesidir. Zira bu, çokluğun, çokluğu sebebiyle üstünlüğünü ilan etmektir,
işte böylesi bir üstünlük sadece ve sadece madde dünyasında mevcuttur. Tersine,
manevî âlemde, daha umumi olarak
cihanşümul nizamda ise hiyerarşinin zirvesini birlik ve vahdet tutar. Zira
vahdet, bütün çokluğun kendisinden çıktığı aslî prensiptir. Fakat, bu prensip bir kere inkâr edildi veya nazardan
kaçtı mı artık geriye , kendini bizzat maddeye
rabteden kesret-i mahz (sırf çokluk) kalır" (135).
Aslî vasfı azınlığı çoğunluğa, keyfiyeti kemmiyete ve binnetice
havassı avama (yani seçkin zümreyi halk tabakasına) kurban etmek(136) olarak
vasıflandırılan demokrasinin eşyanın tabiatına zıd olan ve "hiçbir devirde fiilî hayatta tatbikat
bulamamış bir vehim ve hayal" ithamını yenmesine sebep olan yapısı
sebebiyledir ki, bugün, her şeye rağmen demokrasiye hararetle taraftar olanlar
tarafından belirtilen bir başka endişe mevzubahs olmuştur: [41]
Zahirde demokrasi olsa bile fiiliyatta meselelere ve icraata yön
veren, hakim olan o meselelerden anlayan -ve halkın temsilcisi olmaksızın iş
yapan- mütehassıs şahıslardır, teknik ekiptir.
Demokrasinin bu noktadaki zaafı
şöyle ifade edilmiştir: "(İcraatta bir bakanlık müdürü, bugün,
astığı astık kestiği kestik, mesuliyetsiz bir müstebittir, milleti temsil
eden bir meb'ustan hatta bizzat bakandan çok daha güçlüdür. Zira bu, siyasî dalgalanmalarla
onlar gibi değişmez. Ve bu, üstelik teknik bir maharete de sahiptir ve öbürlerinin
çoğu zaman mahrum bulundukları siyasî cambazlıklara da alışmıştır. Demokrasi bu
durumda Teknokrasi girdabında batma tehlikesiyle başbaşadır"(137)
Diğer bazı alimler, devrimizde teknolojinin, "ani karar
verme"ye daha da ehemmiyet kazandırdığını, bu işte, acemi temsilcilerden
ziyade, "mütehassıs teknisyenler"in maharet ve selahiyet sahibi
olduğunu belirterek, en ziyade demokrat bilinen Amerika Birleşik Devletleri'nde
bile parlamenterlerin, fiilen ortadan kaldırılmamakla birlikte, sessizce
hükümsüz hale getirildiklerini ifade
ederler.(138)
Halk iradesinin gerçek manada hakimiyetine mani olan başka
"baskı grupları" da vardır. Bunlardan birkısmı gizlidir, birkısmı
açık. Açık olanlara ticarî, iktisadî teşekküller, meslekî cemiyetler (barolar, sendikalar, işverenler,
emekliler vs. vs. cemiyetleri gibi) hususi menfaat gurupları misal olarak zikredilebilir. Bunlar
"çoğu kere hükümete baskın çıkarlar" ve "kanun yapıcının
iradesini kırarlar" (139).
Hemen belirtelim ki, burada gayemiz demokrasi hakkında lehte veya
aleyhte bir kısım nazariyeleri açıklamak değildir. Ancak, Batı'nın uzun asırlar
boyunca çetin mücadelelerle elde ettiği ve zamanımızın en müstebit idarelerini
bile "demokratik" vasfına hararetle sahip çıkmaya sevkedecek kadar
fevkalâde bir revaç ve teshir gücü
kazanmış bulunan demokratik idarelere rağmen Batılı cemiyetlerde bunu da
reddedici anarşist görüşlerin çıkış sebebini belirtmeye çalışıyoruz.
Demokrasinin bütün güç ve haşmetiyle ehemmiyetinin avamdan havassa
her tabakaya mensup kimseler nazarında muhafaza etmeye devam ettiği
Türkiyemizde Batı dünyasında demokrasiyi de reddedip, bundan daha iyidir diye
anarşiyi talep eden insanların ve hem de feylesofların varlığını anlamak bu
çeşitten izahlar olmaksızın zordur. Üstelik, hal-i hazır Batılı sistemlerin en
iyisi olarak benimsediğimiz ve elimizden gittiği takdirde hasıl olan boşluğu
hangi felaketin dolduracağını kestiremeyeceğimiz demokrasimizin müessir şekilde
muhafaza edilmesi de onun kusurlarını bilmemizi gerektiriyor.[42]
Yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir: Siyasî tarih
araştırıcıları, demokrasinin en eski yurdu sayılan kadim Yunanistan'dan
zamanımıza kadar cereyan eden hadiseleri değerlendirince -her seferinde
muttarıd ve kesin olmamakla beraber- umumiyet itibariyle demokratik
idarelerin peşini anarşinin takip
ettiğini, anarşinin yerini kan ve diktatör idarelere bıraktığını müşahede
etmişlerdir.
Bazan da demokrasinin sosyalizme (ki anarşizm ile kardeş sayılacak
kadar benzerlikler arzettiğini daha önce belirttik), komünizme zemin
hazırladığı ifade edilir. (141) Mesela Hitler, kendisine has kaba üslubuyla
şöyle der: "...Günümüz Avrupasında tatbik edilen şekliyle demokrasi,
Marksizmin öncüsüdür. Birinci olmaksızın ikincinin gelmesi aklın alacağı şey
değildir. Demokrasi, beynelmilel Marksizm ve basının mikroplarının gelişip
yayılabildiği yegâne uygun ortamdır. Demokrasi, parlamenterizmi getirmek
suretiyle yaratıcı ateşi söndüren necaset ve alevden bir piç hasıl
etmiştir"(142)
Evet, umumi görüş bu noktada düğümlenmektedir: "Anarşi
(demokrasinin icabı olan) liberalizmin tabiatına bağlı tezadların bir ürünüdür, birbirine benzese de aralarında ayrılıklar
bulunan birçok doktrinlerden doğmuştur" (143). Burada kastedilen farklı
doktrinlerin eskiye aksülamel olarak ileri sürülen ve içtimâî hayatın muhtelif
ihtiyaçlarını kapatan içtimâî müesseselerle alâkalı görüşler olduğunu
hatırlatmaya lüzum yok kanaatindeyiz.[43]
Demokrasi ile şurayı ayıran temel noktalardan biri bunlara tanınan
yetkinin çerçevesinde kendini gösterir: Demokrasi. Guénon'un da açıkladığı
üzere, çoğunluk adına iddiasıyla, hakim (teknotrat) zümrenin -bu zümre üzerinde
hakimiyet kurmuş görünürgörünmez baskı güçlerinin tesiriyle- her çeşit kanunu
yapma oyunudur. Şu veya bu kanunu yapamaz diye bir sınır yoktur. İslam'da ise
kanun koyma işi iktidarda olanlara tanınan bir hak değildir. Bu, farklı bir
mekanizmadır. Şöyle ki:
1- Temel hakların korunmasına yönelik bir kısım kanunlar var
ki, bunlar Kur'an ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) tarafından tesbit
edilmiştir; hiçbir devirde, hiçbir kimse tarafından kaldırılamaz,
değiştirilemez, azaltılamaz, çoğaltılamaz. Zina, hırsızlık, katl, şarap içme,
irtidad gibi ağır cürümlerin cezası böyledir. Bunlara hudud denir. Devlet bunları
tatbikatla vazifelidir. Bunların tatbiki
karşısında kimse kimseyi ittiham edemez.
Şeriatın kestiği parmak acımaz sözü buradan gelir.
2- Yeni meseleler için kanun yapma işi, dindarlık ve ilmî
yeterlilik gibi bir kısım zor şartları nefsinde cemeden kimselere aittir. Kanun
yapacak kişide bulunması gereken zaruri sıfatlar arasında "iktidarda
olmak", "resmî vazifeli olmak" gibi sıfatlar yoktur.
3- Otoriteye itaat keyfiyeti
sınırlıdır. Allah'ın emirlerine isyanı emreden amire itaat yoktur.
4- Dinin ferde tanıdığı tabii hakları ortadan kaldırıcı kanun
yapılamaz. Böylesi bir icraat var ise, bu meşru olamaz, keyfîdir, zulümdür.
5- Din, ferde tanınmış
olan tabii haklara uymayan, şahsî zararlara sebep olan zalimane icraatlar
karşısında -ammeyi zarardîde edecek
fitnelere sebep olmamak için- sabretmeyi tavsiye ederse de icraatcıyı
zalim ilan eder. İktidarda olana hiçbir surette kanunsuz icraatta bulunma
selahiyeti tanımaz.
6- Sultan (iktidar sahibi, otorite) kanun önünde diğer fertler
gibidir. Hiçbir hususi haktan istifade edemez. Mesela bugün mebuslara tanınan
teşriî ma'suniyet (dokunulmazlık) İslamî sistemde yoktur.
7- İslam, teşriat (kanun koyma) sistemiyle idare edilenleri, idare edenlere
karşı koruduğu gibi, diğer bir kısım teşriatıyla da başka zümreleri korumuştur. Şöyle ki:
a) Zekatı farz etmek, faizi haram kılmak, sadaka ve diğer
hayır işlerine, sadaka-i cariyeye teşvik gibi emirleriyle fakirleri zenginlere
karşı korumuştur.
b) Çocukların temyiz yaşına kadar terbiyesini anaya vermek,
büluğ yaşına kadar:
1) Nafakasını temin etmek.
2) Terbiye ve bir meslek öğrenimi dahil olan talimini vermek
gibi vazifeleri veliye, velisi yok ise devlete -kaçınılması mümkün olmayan- bir
vazife, bir vecibe yapmak.
3) Keza büluğ devresinden önce işlediği suçlar sebebiyle cezaî
ehliyet tanımak.
4) Te'dib için dövmelerde gerek ebeveyne ve gerekse muallim ve
diğer büyüklere üçten fazla vurma hakkı
tanımamak gibi teşriatıyla çocukları
korumuştur. (Daha fazla bilgi için "İslam'da Çocuk
Hakları" adlı kitabımıza bakılsın).
c) Kur'an-ı Kerim'in "anne ve babanızdan biri yanınızda
ihtiyarlığa ererse onlara "öf" bile demeyin" ayetinde ifadesini
bulan çeşitli teşriatıyla, "ihtiyarlarımıza hürmet etmeyen bizden
değildir" gibi prensipleriyle yaşlıları korur.
d) Tarihte ilk defa çok evlenmeyi tahdid ve "biri tavsiye" etmek,
kadınlara -bir iki hususi durum dışında- erkeklere tanınan hak ve vazifeleri aynen tanımak,
miras, mülkiyet, boşanma gibi haklar tanımak, şahıslarına karşı işlenen suçların cezasını erkeklere karşı
işlenen suçların cezasıyla bir tutmak ve
hatta
"cennet
anaların ayağı altındadır", "sizin en hayırlınız eşine karşı en iyi
davranandır" gibi teşriatıyla kadınları korur.
e) İlme yaptığı mükerrer teşvikleri, tefekkür ve düşünceye verdiği
ehemmiyetle ilmi, ilim adamını korumuştur. Kur'an-ı Kerim kalemi, satırı,
okumayı övmekten başka, "Bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?" der. Hz.
Peygamber alimle cahilin arasındaki farkı yıldızla güneş arasındaki ,
peygamberle peygamber olmayan bir kimse arasındaki farka benzetir. "İlim talep
edenin geçtiği yere melekler kanatlarını
gerer", "Bir saatlik tefekkür bin senelik nafile ibadetten daha
hayırlıdır" der. Keza "Alim verdiği hükümde isabet ederse iki sevab
kazanır, yanılırsa bir sevab kazanır. Zira hüküm vermek bir ibadettir, hüküm
verme sevabını alır; yanılma (iradî olmadığı için) günaha sebep olmaz"
diyerek hep ilme teşvik eder ve ilim adamını korur.
Şimdi sorabilir miyiz: Acaba hangi
zümrenin "İslam dini bizi
ezmiştir" demeye hakkı vardır? Dinî kanunlar tarafından Batılı manada
ezildiğini söyleyen bir zümre, bir kişi çıkabilir mi?
Ancak şu da bir gerçektir: Müslüman cemiyetlerde de ezenler
ezilenler olmuştur. Fakat bu durumu din tahsin edip hoş karşılamaz, bilakis
takbih eder, reddeder. Zalimane iş yapan hiçbir kimse, zulmünü meşrulaştıracak
bir fetvayı dinde bulamaz. Din hiçbir zümreye
hususi imtiyaz tanımaz. Zulmeden kimse sultan bile olsa dinin bir
hükmünü terketmiş olmaksızın yani günahkâr psikolojisine düşmeden herhangi bir
zulme tevessül edemez.
Şu halde devlet reisinden aile reisine; çobandan evdeki hizmetçiye
kadar bütün icraatçılar, dindar oldukları nisbette, kendi sorumlulukları dairesinde zulümden,
haksızlıktan uzak olacaklardır. Bu
sebeple İslam tarihinde hakiki manada dindar fakat zalim ve müstebit
sultan örneğine rastlanmaz. Dindar fakat hodfüruş, mağrur, benlik
sahibi, raiyyetine karşı zalim bir tek örnek bulmak mümkün değildir.
Bu söz, "İslam tarihinde kötü idareciler gelmemiştir"
manasına alınmamalıdır. Öyle olsaydı medeniyet gerilemez, Müslümanlar bu
hallere düşmezlerdi. Hatta dindarların dindar olmayanlara karşı sayıca
azınlıkta olduklarını söyleyebiliriz.
Batı'da ise durum bunun tersidir. Orada din namına her zümre
ezilmiştir. Çocuklar hususi himaye edici kanunlardan istifade etmedikleri gibi,
19. asrın sonlarına kadar büyüklerle bir muamele görmüşler ve ezilmişlerdir.
Söz gelimi bir çocuğun işlediği suçun cezası idam gerektiriyorsa idam
edilmiştir. Kadınlar yakın zamana kadar mülkiyet
hakkına sahip olmadıkları gibi, asırlarca onlarda ruh var mı yok mu münakaşası
yapılmıştır. Kilise "Allah namına icraatta bulunmak" selahiyetine
dayanarak; asiller, kontlar ve krallar kanunlardan aldıkları hususi imtiyazlara
dayanarak insanları ezmişlerdir. Bütün bu durumlar orada birbirine düşman
kadın-erkek, devletvatandaş, kilisesivil, patron-işçi vs. ikiliklerini
varedegelmiştir. Bu meyanda, bütün insanlar kilisenin benimsediği bazı peşin hükümleri olduğu gibi benimsemeye, aklı
kullanmamaya zorlandığı için, en ziyade ezilenler düşünen kafalar olmuş, ilim
adamları olmuştur. Bu ezici durumlara karşı, ilk önce düşünen kafalardan gelmek
ve kiliseye karşı olmak üzere muhalefet ve mücadeleler başlamış, kilisedevlet
ayırımı (laiklik), insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları gibi bir kısım
haklar elde edilmiştir.
Bütün bu mücadelelerin Batı şartları içerisinde belli bir
haklılığı vardır, yapılması lazım olan
şeyler yapılmıştır. Hatta, temelde isyan ve eskiye aksülamel yattığı için zaman
zaman ifratlara kaçılmış olsa bile bu mücadeleleri Batı şartları içerisinde
haklı görmemek mümkün değildir.[44]
Batı demokrasisi ile İslamî şûrayı ayıran temel noktalardan biri
hürriyet telakkisinde yatar. Demokraside, fert her çeşit içtimâî değerlerin
kaynağıdır. İslam'da ise, "hakk"ın
ve değerlerin, hayırşer hükümlerinin kaynağı vahy-i İlahîdir. Kur'an ve
peygamber diye de ifade edilir. Ancak, peygamberin de vahiyle konuştuğu kabul
edilir. Dolayısıyla bu meselede esas, şu ayettir: "Allah ve Peygamberi bir
meselede hüküm beyan ettikleri vakit, gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min
olan bir kadın (ona aykırı olacak) işlerde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim
Allah ve Resulü'ne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu
sapıtmıştır" (Ahzab 36).
Öyle ise demokrasideki hürriyet anlayışı İslam'da abdiyete
yerini bırakır. Bir başka deyişle, biri insanî, ferdî dışında her çeşit
değerleri reddederek, ferdi bütün değerlendirmelerin yegâne selahiyetlisi
yaparak insanın kıymet ve hürmetini bu değer koyma hürriyetinde ararken,
İslamiyet bu selahiyeti sadece Allah'a
verir, insan için en mümtaz kıymeti onun kulluk vasfında, yani Allah'ın koyduğu
nizama uyma derecesinde arar.
Esasen mü'min, İlahî nizama
samimiyetle inanan, Müslüman da, o
nizama "teslim olan, uyan" demektir. Ferdiyetci, hümanist bir
espri ile kişinin kendi düşüncelerini tebcil etmesi, kendi kanaatlerine göre
iyikötü, hayırşer hükümleri getirmesi Kur'an-ı Kerim ifadesiyle kişinin hevasını ilahlaştırmasıdır: "(Ey
Muhammed) heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim
doğru yola eriştirebilir?" (Casiye 23).
Ayette geçen "bilgisi olduğu halde" tabiri hususiyetle
üzerinde durulması gereken bir noktaya
dikkat çekmektedir: Hevasını tanrılaştıranlar, sıradan kimseler değil,
"bilgisi olan" (entellektüel) kimselerdir, bu davranış o canibten
gelecektir. Yine ayette, böylesi sapıkların irşadının çok zor olacağına işaret
edilmektedir.
Bir diğer ayette, hevaya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak bir başka ifade ile yukarıda
açıkladığımız muhtevada bir ferdiyetçilik, sapıklıkların en büyüğü ilan edilir:
"(Ey Muhammed)... Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevasına uyanlardan
daha sapık kim vardır?.." (Kasas 50).
Burada geçen "Allah'tan bir yol gösterici" ifadesini
kabaca "dinî metod" olarak anlayabiliriz. Zira, ihtiyaç halinde,
-izahı burada uzun kaçacak olan- belli
şart ve kayıtlar tahtında ilim adamları da hüküm koyabilir, o taktirde bu hüküm
de dinî olur. Dinin tesbit ettiği
"metodoloji"ye uymadan konan hükümler "heva"dır,
sapıklıktır.[45]
İslam'a göre, sıradan bir insanın
değil, rehberlik vazifesi ile muvazzaf olan peygamberlerin de aslî
vasıfları kulluktur. En büyük insan kabul edilen Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm) bile herşeyden önce
"kul"dur. Bizzat kelime-i şehadete dahil edilmiş olan O'nun
"kul olmak" vasfı "elçi olmak" vasfından önde gelir (abduhu
ve resulühü). Hatta Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm) bu ifadedeki sırayı ters çeviren bir mübtediye müdahele
ederek: "Hayır öyle değil, ben peygamber olmazdan önce kul oldum" der
ve bu sıranın tesadüfî olmayıp, kasıtlı, düşünceli olduğunu ifade eder(144).
Elçilik vasfı dışında o da diğer insanlar gibi bir insandır.
İnsanlara dinî tebliğde bulunurken Allah'tan aldığını bildirir, artırmaz,
eksiltmez, kendi hevasından hiçbir şey söylemez, o her söylediğinde vahye
dayanır, İlahî irşada istinad eder, İlahî iradeye uymayan hiçbir hükümde,
değerlendirmede bulunmaz (Maide 67; Necm 3). Nitekim Hz. Peygamber müşriklerden
ve Yahudilerden gelen birkısım sualleri anında cevaplamamış, vahiy beklemiştir.
İslam dininin Peygamberi (aleyhisselam) İlahî tasvib olmaksızın,
kendi hevasına göre dinî hüküm koyma selahiyetine sahip olmazsa, onun dışında
kalan kimselerin böyle bir selahiyete sahip olmayacağı açıktır. Binaenaleyh
hiçbir kimse, mesela ibadetlerin zaman, miktar, şekil ve tarzlarını
değiştiremeyeceği gibi, insanlar arasındaki mülkiyet hakkını, insanların mal,
can, ırz dokunulmazlığını (dinin belirttiği şartlar tahtında olmaksızın)
kaldıramaz. Sözgelimi ayet-i kerimede "Rabbinin rahmetini onlar mı
bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki geçim rızıklarını aralarında biz
böldük. Bir kısmını derecelerle diğerinin üstüne çıkardık ki, bir kısmı bir
kısmını tutup çalıştırsın" (Zuhruf 32) denmiş iken, çıkıp içtimâî
sınıfları kaldırmaya kalkmak, olmayacak bir şeyi talepten öte, tanrılığını ilan etmek olur.[46]
Hakkullah denen, münhasıran ibadetlere taalluk eden meselelerde,
kul haklarına taalluk eden, ammeyi ve içtimâî münasebetleri alâkadar eden
meseleler dışındaki dünyevî hayatı ilgilendiren ve dinin tahdid getirmediği
meselelerde kul elbette ki serbesttir. Hz. Peygamber bunu: "Siz dünya
işlerini benden iyi bilirsiniz" diyerek ifade etmiştir. Bizzat Kur'an'daki "aklınız
yok mu?" "hiç düşünmez misiniz?" "tefekkür edin" gibi
pek çok ayetlerle mü'miler ilmî keşiflere, tabiatın ve eşyanın sırlarını
çözmeye teşvik edilirler.
Şu halde dinin koyduğu tahdidler ibadat, değer hükümleri ve beşerî
haklarla alâkalıdır. Bunlar dışında kalan ilmî keşifler, medenî ilerlemeler,
teknik icadlar tahdidin dışındadır ve bu sahalarda yeniliklere, araştırmalara
fazlaca teşvikler yapılmıştır(146). Nitekim dinî emirlere hakkıyla uyulan
devirlerde Müslümanlar ilim, teknik ve medeniyette fevkalâde ilerlemeler
kaydettiler, keşiflerde, icadlarda bulundular. Bütün dünyanın hayran kaldığı
İslam medeniyeti, bu medenîleştirici ruhun tezahürü olarak ortaya çıkmıştır.
Zamanımızdaki Batılı araştırıcıların ifadesiyle bugünkü Garp medeniyeti de
İslam medeniyetinin bir eseri olarak vücuda gelmiştir.[47]
Dinî sınırlamaların bir gayesi,
fıtratında hayvanlarda olduğu şekilde bir kısım tahdidler bulunmayan
insanlığı, ifrat ve tefritten koruyarak medeniyetin ilerlemesine en uygun bir vasatta tutmayı gaye edinmektir. Nitekim
beşerî münasebetlerle alâkalı değerlendirmeler insanlara bırakılınca insanlar adedince farklı ve birbirine zıd
değerlendirmeler ortaya çıkmış ve beşerî
huzur zîr u zeber olmuştur. Aslında insanlık değerlerden boşaltılmış olmuyor,
atılanların yerine yenileri, beşerî olanları konuyor. Sol kendine göre yeni
değerler ikame edebilmek için eskiye hücum etmiştir.
İslam'ın ahkâm koyma işinde insanlara selahiyet tanımayışının mühim bir sebebi,
üzerinde ısrarla durulması gereken bir gayeye matuftur. Bu gaye de insanların,
insanlar tarafından sömürülmesini, en azından, idare edilenlerin, idare edenler
tarafından sömürüldükleri hususunda, birçok içtimâî anarşilerin kaynağı
olabilecek bir duyguyu "sömürülme kompleksi"ni önlemektir.
Batıdaki ihtilallerin, isyanların temelinde bu duygunun yattığını
geçmiş bahislerde gördük. Batılı, her devirde idare edenler tarafından
sömürüldüğüne inanmış, bu duygunun altında ezilmiş, onun sevkiyle idare
edenlere karşı isyanlar etmiştir.
Sömürüden kurtulma yolunda
kilise hakimiyeti, feodalite, krallık, demokrasi hepsini birer birer
denemiş, hepsine isyan etmiş ve görmüştür ki, Batı'da iktidarı ele
geçirenler kanunları kendi menfaatleri
doğrultusunda yapmaktadırlar.
Bu Batılı tecrübe, Batı insanını "idarenin, otoritenin,
hiyerarşinin olduğu yerde kaçınılmaz şekilde sömürme var, insanların
şahsiyetini ezme var" müşahedesine götürmüş ve "her çeşit otoriteyi
reddetme" noktasına, devlet,
kilise, mektep, aile, baba, büyük gibi hiyerarşi ve otorite odaklarının
tamamını ortadan kaldırma düşüncesine getirmiştir.
"Tabiat boşluğu sevmez" kanununca, nizamsız bir medenî
hayat olamayacağına göre, Batının bu son talebi
ya Batı'yı tamamen batıracak veya asırlardır aradığı manayı tabiatında
taşıyan İslam'a gelmesine sebep olacaktır. Zira "gerçek İslam insanın
insan tarafından sömürülmesi"
değil, "insanların hepsinin yaratıcısı olan Allah tarafından hepsine eşit şekilde
tatbik edilmesi için konan ahkâm"
manasını taşımaktadır.[48]
DİPNOTLAR:
(1) Neml 29-33.(1/a) A'raf, 7, 109-112.(1/b) Saffat 37, 101, 102.
(2) Şûra 36 -38.
(3) Al-i İmran, 159.
(4) Münavi, Abdurrauf: Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Camii's-Sağir,
Beyrut, 1972, 2, 159; İbnu Kesir, Tefsir, Tefsir, Beyrut, 1966, 2, 142.
(5) Münavi, a.g.e., 2, 215; 3, 205.
(6) İbnu Sa'd, Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960, 3, 154; Tirmizî,
Humus, 1966, menakıb 380 H.
(7) Tirmizi, Cihad 34.
(8) Hakim en-Neysaburi, el-Müstedrek, Haydarabad, Deken 1335 baskısından ofset, 2, 227.
(9) Suyuti, Hasaisu'l-Kübra,
Kahire, 1967, s. 125 .
(10) Heysemi, Nuruddin Mecmau'z-Zevaid, Beyrut, 1967 , 2, 280.
(11) Zemahşeri, Keşşaf 1, 332.
(12) Tirmizî, Fiten 7, 2168, H. bak, el-Acluni, Keşfu'l-Hafa,
Beyrut, 1351, 1, 64-65.
(13) Tirmizî, Menakıb 44, 3680. H. Hakim a.g.e., 2, 264.
(14) Nesai, Sünen, Kahire 1930, Bey'a 33.
(15) Ebu Davud, Sünen, Humus, 1969, Harac ve'l-İmare 4, 2932. H.
(16) İbnu Kesir, en-Nihaye Fi'l-Fiten, Kahire 1969, 1, 24.
(17) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel, Kahire, 1313 baskısından ofset,
5, 393.
(18) Nahl 43; Enbiya 7.
(19) İbnu Hacer, el-Metalibu'l-Aliye, Kuveyt, 1973, 3, 17.
(20) Ebu Davud, Edeb 114; Tirmizî, Zühd 39.
(21) İbnu'l-Hac el-Maliki, el-Medhal, yer meçhul, 1293, 4, 45;
Maverdi, Edebü'd Dünya ve'd-Din, İstanbul, 1299, s. 239-40.
(22) Necm 3.
(23) Bak. Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensur, Mısır, 1314, 6, 122.
(24) Ebu Davud, İlim 3, 3646. H.
(25) Müsned-i Ahmed, 2, 340; Tirmizî, Birr 57.
(26) İbnu Kesir, Tefsir 3, 346.
(27) Enfal 67-68.
(28) Suyuti, Hasaisu'l-Kübra 1, 257.
(29) Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensur 6, 122.
(30) İbnu Ma'n ed-Dürrî, Temyiz, Yazma, Damat İbrahim Paşa, Nu.
945, 60/a.
(31) Maverdi, a.g.e., s. 235.
(32) Bak. İbnu Kesir, Tefsir 2, 142, 143; Muhammed İbnu Allan,
Delilu'l-Falihin, Mısır 1971, 3, 209.
(33) İbnu Kesir, Tefsir, 2, 142.
(34) Parkinson, C. Northcote; L'Evolution de la Pensée Politique,
Gallimard, Paris, 1965, 2, 211.
(35) Méndras, Henri: Eléments de Sociologie, Collection U, Paris
1968, p. 56-57.
(36) Heysemi, Mecmau'z-Zevaid 1, 178; 9, 46.
(37) Münavi, Feyzu'l-Kadir 2, 217.
(38) Heysemi, a.g.e., 1, 178.
(39) a.e., 1, 179.
(40) a.e, 1, 178; Alauddin Aliyyu'l-Muttaki el-Hindi,
Kenzu'l-Ümmâl, Haleb 1978, 3, 411.
(41) Heysemi, a.g.e., 1, 178; Alauddin Aliyyu'l-Muttaki a.g.e., 3,
411.
(42) Heysemi, a.g.e., 1, 180.
(43) İbnu Teymiyye, es-Siyasetu'ş-Şer'iyye s. 161.
(44) Tirmizî, Tefsir (Tevbe suresi), 3102. H.
(45) Buhari, Zekat 1.
(46) Heysemi, a.g.e., 5, 319.
(47) Alauddin Aliyyu'l-Muttaki, a.g.e., 13, 624.
(48) Bak. Şafi, Risale, Mısır, 1940, s. 427; Müslim, es-Sahih,
Kahire 1958, Selam 98.
(49) Taberi, Tarih, Beyrut, tarihsiz (ofset baskı), 4, 188.
(50) Bak. Canan İbrahim: İslam'da Çocuk Hakları, Yeni Asya yayını,
İstanbul, 1980, s. 53-55.
(51) Heysemi, a.g.e., 5, 319.
(52) İbnu Kesir, Tefsir, 3, 143.
(53) Münavi, Feyzu'l-Kadir 1, 189.
(54) Heysemi, a.g.e., 9, 53.(54/a) Usdü'l-Gabe, 6, 10.
(55) Buhari, Menakıb 35.
(56) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari, Kahire, 1959, 2, 51.
(57) Bak, İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 2, 51; Heysemi a.g.e., 9,
67-69.
(58) Tirmizî, Menakıb ,48.
(59) Tirmizî, Menakıb 45; Heysemi a.g.e., 9, 66.
(60) Heysemi, a.g.e., 9, 46.
(61) Bak, Heysemi, a.g.e., 1, 178.
(62) İbnu Hişam, Siret, Mısır, 1955, 3-4, 63.
(63) Bak, İbnu'l-Esir, Üsdü'l-Gabe, Kahire 1970, 3, 165; İbnu
Hacer, Tehzibu't-Tehzib, Haydarabad-Deken 1378 baskısından ofset, 5, 123;
Taberi a.g.e, 2, 239.
(64) Bak. Suyuti, Rasaisu'l-Kübra 3, 258.
(65) Buhari, Bed'u'l-Halk 11; Müslim, İman 212-217.
(66) Kehf, 54.
(67) Buhari, İ'tisam 18.
(68) İbnu Hacer, el-Metalibu'l-Aliye 3, 17; Alauddin
Aliyyu'l-Muttaki, a.g.e., 3, 409.
(69) Alauddin Aliyyu'l-Muttaki, Kenzu'l-Ummal, 3, 110.
(70) İbnu'l-Hac, a.g.e., 4,
46.
(71) A.e., 4, 46.
(72) İbnu Mace, Sünen, Kahire 1952, Edeb 37, 3745-3746. H.;
Tirmizî, Zühd 39, Edeb 57.
(73) Alauddin Aliyyu'l-Muttkaki, a.g.e., 3, 409; Heysemi, a.g.e.,
8, 96.
(74) Alauddin Aliyyu'l-Muttaki, a.g.e., 3, 411.
(75) A.e., 3, 409.
(76) Heysemi, a.g.e., 8, 97.
(77) Alauddin Aliyyu'l-Muttaki, a.g.e., 3, 410.
(78) Maverdi, a.g.e., s. 240.
(79) Müslim, Talak, 36; Tirmizî, Nikah 38; Nesai, Nikah 22.
(80) Alauddin Aliyyu'l-Muttaki, a.g.e., 3, 409.
(81) Bak. Abdullah Şevket İbnu Muhammed Hamdi, Ahlak-ı Dinî,
İstanbul, 1328, s. 282; İbnu'l-Hacc, a.g.e., 4, 46.
(82) Bak. İbnu'l-Hacc, a.g.e., 4, 46.
(82/a) Ü.G. 4, 15.
(83) Ebu Davud, Nikah 24.
(84) Ebu Davud, Nikah 24, 26.
(84/a) Buhari, İkrah 3, Müslim, Nikah 64.
(85) Buhari, İkrah 4.
(86) İbnu Hacer,
Fethu'l-Bari 15, 351; Azimabadi, Avnu'l-Mabud, Medine, 1968, 6, 119 ve
devamı.
(87) İbnu Kuteybe, Uyunu'l-Ahbar, Mısır, 1963 (ofset) 1, 27.
(88) Tirmizî, Fiten 38.
(89) Bak. Bakillani, et-Tehmid, Beyrut 1957, s. 199.
(90) A.e.g, s. 198.
(91) Said İbnu Mansur, Sünen, Malegaon, 1967, 2, 186; Bakillani,
a.g.e., s. 198, Bak, Canan İbrahim, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s.
326-27.
(92) İbnu'l-Hacc, a.g.e., 4, 46; Maverdi, a.g.e., s. 236.
(93) İbnu Sa'd a.g.e., 2,
14.
(94) Tirmizî, Cihad 34, Heysemi a.g.e., s. 6, 86.
(95) İbnu Sa'd a.g.e., 2, 66.
(96) İbnu Sa'd 2, 15; Hakim, a.g.e., 3, 427; Vakidi, Megazi
Oxford, 1966, 1, 53.
(97) Vakidi, a.g.e., 2, 645.
(98) Vakidî, a.g.e., 2, 325-26.
(99) Suyuti, Hasaisu'l-Kübra 3, 257-58.
(100) Buhari, Cenaiz 76; Müslim, Hacc 445-448.
(101) Buari, Eşribe 8.
(102) Buhari, Megazi 38.
(103) Ebu Davud, Savm 19, 2352. H.
(104) Buhari, Savm 44.
(105) Müslim, Hacc 111-144.
(106) Müslim, Hacc 130; Heysemi, a.g.e., 3, 233.
(107) Nesai, Zekat 78.
(108) İbnu Hacer bu farklılıktan hareketle aynı itirazcının iki
ayrı yerde hadise çıkardığına hükmeder (Fethu'l-Bari 15, 321-22) Hatta Hakim'in
bir tahricini de nazar-ı dikkate alacak olursak, aynı şahıs üçüncü kere de
Hayber'de hurma taksimi sırasında aynı şekilde hadise çıkarmıştır (el-Müstedrek
2, 145).
(109) Buhari, Enbiya 6, 26; İstitabe 7; Müsned-i Ahmed 3, 353,
354, 355; Müslim, Zekat 142.
(110) Buhari, Tefsir 86.
(111) Nisa 65.
(112) Nisa 15.
(113) Müsned-i Ahmed 1, 238.
(114) Heysemi, a.g.e., 4, 328.
(115) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 232 (şerhte).
(116) Al-i İmran 159.
(117) Heysemi, a.g.e., 6, 107.
(118) Müslim, Salat 1; Beyhaki,
es-Sünenü'l-Kebir, Haydarabad 1344, 1, 421; İbni Mace, Ezan 1.
(119) Vakidi, a.g.e., 2, 607.
(120) A.e, 2, 609.
(121) A.e, 2, 609.
(122) A.e., aynı sayfa.
(123) Buhari, Fardu'l-Humus 36; Vakidi, a.g.e., 2, 608.
(124) Vakidi a.g.e, 2, 607, 609, 610.
(125) Heysemi, a.g.e, 6, 132, Üsdü'l-Gabe 2, 357.
(126) İbnu Mace, Fiten 21,
(127) İbrahim 36.
(128) Nuh 26.
(129) Maide 115.
(130) Yunus 88.
(131) Taberi, a.g.e., 2, 295; İbni Kesir, Tefsir 3, 346.
(132) Alaüddin Aliyyu'l-Muttaki, a.g.e., 10, 186-187.
(133) Al-i İmran, 3, 159.
(134) Vakidi, a.g.e., 1, 214.
(135) Guénon, La Crise du Monde Moderne, pp 118-128.
(136) A.e., p. 123.
(137) Cuvillier, Manuelle du Sociologie, 2, 645.
(138) Parkinson, L'Evolotion de la pensee Politique, Fransızcaya
çeviren: Louis Evrard, Gallimard, Paris 1964, 2, 305.
(139) Cuvillier, a.g.e., 2, 645.
(140) Parkinson, L'Evolution de la Pensée Politique, 1, 22; 2, 60,
211.
(141) A.e., 2, 60.
(142) A.e., 2, 240.
(143) Arvon, Henri: l'Anarchisme, P.U.F., Paris 7. edt, Paris
1977, p. 65.
(144) Babanzade Ahmed Naim, Tecrid, Diyanet İşleri Başkanlığı
yayını, Ankara 1957, 2, 880, (Dipnotta) (145) Müslim, Fedail 141; Bak.
Babanzade, Tecrid 2, 342.
(146) Peygamberimiz'in Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik
adlı kitabımızda (Cihan Yayınevi İst. 1984)
bu bahsi genişçe tahlil ettik s. 154-165.
"İslam'da istişare" mevzuu açıldığı vakit her seferinde,
mevzu üzerine gelen suallerden biri
"kadınla istişare" meselesidir, bunun da sebebi muhtemelen, bu mesele hakkında verilen ana fikrin,
dinleyenler tarafından çoğunlukla
bilinen ve bir bakıma umumi kültür halini almış bazı mevcut malumata ters düşmesidir. Umumiyetle şu
soruyla karşılaşırız: "Kadınlarla istişare edin, fakat onların sözüne uymayın" diye sahih bir hadis var mı? Bu konuda esas nedir?
Kadınlarla istişarenin hükmü nedir?"
Biz, ehemmiyetine binaen, bu mevzuyu müstakil bir başlık altında, biraz daha detaylı olarak
incelemeyi uygun bulduk.
Hemen kaydedelim ki, kadınla istişareyi mutlak bir ifade ile
reddetmek hem Kur'an ve hem de sünnette gelmiş bulunan bir kısım muhkem naslara
aykırıdır. Açıklayalım. [49]
Kur'an-ı Kerim'de, kadınla istişareyi ne sarahaten ne de zımnen
men eden bir ayet vardır. Aksine bazı meselelerde kadınla istişare emredildiği gibi, muhtelif istişare
örnekleri de vardır.
1- Çocuğun süt emme müddeti Kur'an-ı Kerim tarafından iki yıl
olarak tesbit edildikten sonra, aynı ayetin devamında, anne ile baba,
aralarında istişare ederek, daha önce de sütten kesebilecekleri
belirtilir: "Anababa aralarında
istişare ederek ve anlaşarak (daha önce)
sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur" (Bakara
233).
2- Boşanan kadın ve erkekle ilgili olarak gelen bir ayette,
yine çocuğun emzirilmesi meselesinde bu
işi bizzat annenin varılacak mutabakatla, ücretle yapabileceği belirtilir:
"Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara
ücretlerini ödeyin, aranızda uygun ber
şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın
emzirebilir" (Talak 6).
3- Kadınla istişare bahsini münakaşa eden alimler tarafından
da delil olarak zikredilen, daha ikna
edici bir diğer Kur'anî delil Hz. Musa'nın çoban olarak tutulması için Hz. Şuayb Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'e (1) , kızı tarafından yapılan teklifi muhtevi ayettir: "İki kadından biri:
"Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu
güçlü ve güvenilir adamdır"
dedi" (Kasas 26).
Hz. Şuayb, kızı tarafından yapılan bu teklifi kabul eder ve Hz.
Musa çoban olarak tutulur.
4- Kur'an-ı Kerim'de
verilen muhtelif istişare örneklerinden biri Sebe Melikesi (Belkıs) ile
alâkalı, Belkıs, Hz. Süleyman'dan tehdidkâr bir mektup alır. Bunun üzerine,
askerî komutanlarının da hazır bulunduğu bir mecliste müzakere açar ve
fikirlerini sorar: "Ey ileri gelenler! Ben
Süleyman'dan mühim bir mektup aldım. Bismillahirrahmanirrahim diye
başlıyor ve "Sakın bana asi olmayın, teslim olarak bana gelin" diyor.
Ey ileri gelenler! Vermem gereken emir hususunda bana fikrinizi söyleyin. Siz
benim yanımda hazır bulunmadıkça bir iş
hakkında kesin bir hüküm vermedim"
İstişare adabı yönünden mühim bir örnek olan bu sahnenin devamını
kaydetmede fayda var. Meclisteki komutanlar şu cevabı verirler:
"Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, (siyasetten
fazla anlamayız) emir senindir, sen emretmene bak!"
Hanım lider kararını verir: "Doğrusu hükümdarlar bir şehre
girdikleri vakit orasını tahrib edip bozarlar, şerefli ahalisini de zelil
kılarlar. (Süleyman'ın askerlerinin de) yapacakları budur. Ben onlara bir
hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım" (Neml 27).[50]
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in sünnetinde de durum
Kur'andakine yakındır. Zira Resulullah da bir kısım meselelerde kadınlarla istişareyi mükerrer hadislerinde emretmiştir.
Ayrıca birçok kereler kadınlara da başvurup, görüşlerini aldığı ve onlarla amel
ettiği de Ashab tarafından rivayet edilmiştir. Ama ne var ki, kadınlarla
istişareyi yasaklayan birkısım zayıf rivayetler de varid olmuştur.
Nitekim, mevzuya girerken
kaydettiğimiz soruda zikredilen muhteva, böyle bir rivayetin tercümesidir.
"Kadınlarla istişare edin, fakat onlara muhalefet edin." (2).
Münavi tarafından "muteber bir aslının olmadığı"
belirtilen bu rivayeti (3) genişçe tahlile tabi tutan Sehavi,
el-Makasıdu'l-Hasene'de şu bilgileri kaydeder: "Ben bu sözün Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm)'e nisbet edildiğine hiçbir yerde rastlamadım. el-Askerî, Hz. Ömer'e nisbet
edilen, bu söze yakın şu rivayeti kaydeder: "Kadınlara muhalefet edin.
Zira onlara muhalefette bereket vardır." İbnu Lâl, içinde çok zayıf raviden başka inkitanın da (yani
kopukluğun) yer aldığı bir senedle -ki aynı senedle hadisi ed-Deylemi de
rivayet etmiştir- şu rivayeti kaydeder: "Enes'in rivayetine göre,
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç kimse istişaresiz bir iş yapmasın. Şayet
kendisine fikir verecek birisini bulamazsa,
bir kadınla istişare etsin, ama ona muhalefet etsin. Zira kadına muhalefette
bereket vardır."(4)
Bu mevzuda kitaplarda rastlanan ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'e nisbet edilen diğer bir
rivayet de Hz. Aişe ve Zeyd İbnu Sabit'ten gelmektedir: "Kadınlara itaat
pişmanlıktır." Ne var ki, alimler bunun da "sahih" değil,
"zayıf" (ve bazısı da mevzu) olduğunu belirtirler(5).
Ancak, aynı manayı ifade eden, zayıf da olsa başka rivayetler de
gösterilebilir.(6).
Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: "Hadis ilminin umumi
prensiplerinden birine göre, zayıf hadisle de
amel edilebildikten başka, bir
mevzuda birkaç tane zayıf hadis var ise, bunlar birbirlerini kuvvetlendirir ve
ayrıca "sahih bir asla" dayandıklarını gösterir. Şu halde, bu
meselede aynı prensip muteber olamaz mı?" [51]
Cevap: Evvela, zayıf hadisle amel edilebilir, bu doğrudur. Ancak,
zayıf bir hadisle amel edebilmek için, zayıf hadisin ayete veya sahih hadise muhalefet etmemesi, bir bakşa ifade
ile, o mevzuda zayıf hadisten başka "nass"ın bulunması lazımdır. Yukarıda görüldüğü
üzere, "Kadınla istişare
etmeyin" ifadesi değil sahih hadislere, bizzat Kur'an'a aykırıdır.
Saniyen: Bu mevzudaki
zayıfların birbirini destekleyip
kuvvetlenmeleri ve bir "sahih asl"a delalet etmeleri meselesine
gelince, sözkonusu rivayetlerin ifade ettiği manayı "mutlak" değil
"mukayyed" olarak alırsak cevap müsbet olabilir. "Kadınlarla
istişare edin ve fakat muhalefet edin"
veya "kadınlara itaat pişmanlıktır", "kadınların re'yi
ile amel kalbi ifsad eder" gibi rivayetler söylendiği şekilde yani mutlak
olarak alınınca, "hiçbir meselede, hiçbir surette, hiçbir kadınla istişare
etmeyin" manası çıkar. Halbuki en azından bazı meselelerde istişarenin
bizzat Kur'an-ı Kerim'de emredildiğini gördük. Sünnette gelen deliller ise daha
çoktur.
Sünnette Nazari Beyan: Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in hayatında kadınlarla
istişare örnekleri eksik değildir.
Burada da, örneklere geçmeden önce, istişareyi mutlak bir tarzda nehyeden ifadeleri cerh ve reddedici
mahiyette olan bazı rivayetleri
kaydedeceğz. Bunlar birkısım meselelerde "kadınlarla istişare etmeyi"
emretmektedir.
"Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişare
edin"(8)
"Kızları hususunda kadınlarla istişare edin."(9)
"Bakire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşavere
etmelidir." (10)
"Dul kadın kendisiyle istişare edilmeden evlendirilmemeli,
bakire kız da izni alınmadan nikahlanmamalı." (11)
Görüldüğü üzere, bilhassa evlenme gibi şahsi bir meselede fikrinin
alınması ve ona uyulması, tekrarla, ısrarla talep edilmektedir. Hz. Peygamber
(aleyissalâtu vesselâm) kızın arzusu hilafına, babası tarafından
gerçekleştirilen birkısım nikahları, şikayet üzerine, iptal etmiştir(12).
Resulullah'ın bu çeşit tatbikatını esas alan cumhur, kızın rızası hilafına yapılan
nikah akitlerinin batıl olacağına hükmetmiştir(13).
Bir erkek şüphesiz, kadını veya kızı ile sadece evlenme
meselesinde "istişare etmek"le kayıtlı ve me'mur değildir. Bu hususu
te'yid eden bir rivayette "Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)
kadınlarla bile istişare eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel
ederdi" denmektedir(14). Bunun aksini ifade eden, yani kadınlarla
istişare edip de beyan edilenin aksini
yaptığını tespit eden rivayete rastlamadık. Tirmizi'de "kızıl
rüzgâr"la alâkalı hadiste geçen "kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder" cümlesinde kılınan husus, kadınla yapılan
istişare değil, annenin ihmal ve istiskal
edilmesidir. Nitekim, aynı hadiste , ".. babasına bakmaz, arkadaşına
rağbet gösterir" denmektedir.(15).[52]
Sünnette Fiilî Örnekler: Kadınla istişare
hususunda nazari beyanlardan başka, fiilî örnekler de mevcuttur:
1- İlk örnek olarak, nübüvvetin bidayetlerine ait bir vak'ayı
zikredebiliriz. Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) henüz peygamberliği
hususunda bilgi ve yakin sahibi değilken, o safhaya hazırlayıcı mahiyette
geçirmekte olduğu İlahî terbiye icabı, sık sık birkısım harika durumlara mazhar
oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra, gördüklerini
ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hatice-i Tahire validemize açtılar.
Validemiz (radıyallahu anhâ), Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)'ı şöyle
teselli etti: "Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba
hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım, fakirlere iyilik, misafirlere de ikram
edersin..."(16)
2- Değişik bir örnek "ifk (iftira)" hadisesiyle
alâkalıdır. Ayet-i kerime ile iç yüzü ortaya konan ve kitaplarımızda
teferruatıyla açıklanan ifk yani Hz. Aişe validemize (radıyallahu anhâ)
münafıklarca yapılan iftira hâdisesi üzerine Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)
zevce-i tahireleri hakkında geniş bir tahkikat açmıştı. Bu tahkikat sırasında,
sadece Hz. Ali gibi ileri gelenlerin değil, Berire -ki Hz.Aişe'nin cariyesi
idi- gibi cariye bir kadının da fikrine müracaat etmişti.(17)
3- Üçüncü örnek, diğerlerinden
hem daha meşhur, hem de mühim bir istişare hâdisesidir. Kadınla istişare
meselesini ele alan alimler, istişarenin caiz olduğunu söylerken, delil olarak
bunu kaydeder. Resulullah (aleyissalâtu
vesselâm)'ın Hudeybiye Sulhü sırasında zevcesi Ümmü Seleme'nin tavsiyelerine uymasıyla ilgili vak'a. Kısaca
özetleyelim:
Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar, başlarında Resulullah
(aleyissalâtu vesselâm) olduğu halde, umre yapmak kastıyla Mekke'ye
müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekkeli müşrikler, ziyarete müsaade etmezler.
Fakat Müslümanlarla aralarında Hudeybiye sulh anlaşması yapılır. Anlaşma
tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) yanındakilere:
"Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin"
emrini verir. Ne var ki Ka'be'yi tavaf
için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevasından memnun olmadığı
için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer
menasiki de yapmaktan imtina ederler.
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) emri üç kere tekrarlar.. Ashab
yine de şaşkın şaşkın bakınmakla mukabelede bulunurlar.
Resulullah son derece öfkeli halde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü
Seleme validemizin (radıyallahu anhâ) yanına girerler. Aralarında şu konuşma
geçer:
"Neyin var ya Resulallah?"
"Hayret ey Ümmü Seleme! Ben insanlara ısrarla
"Kurbanlarınızı kesin, traş olun, ihramdan çıkın" diye emrettim, hiç
kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri halde sadece yüzüme
bakıyorlar."
"Ya Resulullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlaka
sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir."
Bu tavsiye üzerine Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) gider ve
kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme validemizin (radıyallahu anhâ)
dediği gibi, Resulullah'ı gören Ashab-ı Güzin de (radıyallahu anhüm ecmain)
teker teker kalkıp kurbanlarını keserler (18).
İmamu'l-Harameyn, bu hâdiseyi yorumlarken: "Beyan ettiği
fikirde isabet etmiş Ümmü Seleme'den başka kadın bilinmiyor" demiş ise de,
kendisi yukarıda zikri geçen Hz. Şuayb'ın kızı örnek gösterilerek tenkid
edilmiştir(19).
Ashab'tan Örnek: Kadınla istişare meselesindeki ıtlakı kaldırıp,
tereddüdü izale edecek birkaç örneği de Ashab'tan kaydedelim:
1- Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak'adır. Hz. Ömer, bir
cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mehir için, bir
tahdid getirerek, mübalağaya kaçılmasını
önlemek istediği zaman, cemaatte bulunan bir kadın ayet okuyarak: "Ey
Ömer, Allah "Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine
bir yük altun vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın..." (20) diyerek
tahdid yapmazken, sen nasıl
yaparsın?" diye müdahale eder. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh):
"Bir kadın isabet, bir erkek hata etti, bir emîr (lider) cedelleşti ve
cedeli kaybetti" diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne
uyar(21).
2- Şu kaydedeceğimiz misal mevzumuz açısından daha dikkat
çekicidir. Bir gece teftişinde, Hz. Ömer (radıyallahu anh), kocası cihada gitmiş olan bir kadının
"bekârlıktan" yakındığını işitince, kızı Hafsa validemize (ve kadınlardan
tecrübeli olanlara(23) müracaat ederek: "Kızım (söyle bakayım), bir kadın
kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir?" diye sorar
ve aldığı cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder(24).
3- el-İsabe'de İbnu Hacer'in kaydettiği bir rivayet, istişareye son derece ehemmiyet
veren Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in, zaman zaman, akıl ve faziletce üstün,
okuma yazma bilen bir kadın olan Şifa Bintu Abdillah'a da müracat ettiğini ve
hatta onun re'yini başkalarının reyine
tercih edip, uyduğunu belirtir(25).
4- Halid İbnu Velid de, bazı meselelerde, kızkardeşi Fatıma
Bintu'l-Velid ile istişare etmiştir.(26)
5- En mühim örneklerden biri, Abdurrahman İbnu Avf'ın Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den sonra halife
tesbitindeki tutumudur. Hz. Osman'ı belirlerken üç gün herkesten fikrini sormuş
bu meyanda kadınların da görüşünü almayı ihmal etmemiştir. İslam'da kadınların
rey hakkı meselesine en mükni örnektir(23).
Meselemizi rivayetler açısından hülasa etmek gerekirse, kadınla
istişareyi kesinlikle yasaklayan muhkem bir nass mevcut değildir. Üstelik
cevazına delalet eden rivayetler çoktur.
Kur'anî örneklerden başka, bizzat Hz. Peygamber (aleyissalâtu
vesselâm)'in ve bir kısım meşhur sahabilerin hayatlarında, kadınla istişarenin
fiilî örnekleri vardır. Aleyhte gelen zayıf hadislerin sahih bir asla delalet
edebilme ihtimaline karşı da "Yasağı mutlak değil, mukayyed olarak anlamak
gerekmektedir" deriz.[53]
Kadınla istişare
meselesini, istişare adabı üzerine, alimlerin sünnete dayanarak tesbit ettiği
umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak,
müşavirin "liyakat"ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle
ise istişare etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle
alâkalı değilse elbette ona müracaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim
Münavi, "Kadınlara itaat pişmanlıktır" rivayetini -zayıf olduğuna dikkat çekmekle
beraber- "erkeklere ait işlerde" diye kayıtlar(27).
Liyakat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü,
ihtisas, tecrübe ve alâka gibi müracaatı meşru ve gerekli kılan bir vasfı
taşımadıkça, sırf "erkek olduğu
için" erkeğe müracat hiçbir alim tarafından tavsiye edilmemiştir.
Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb'ın kızının, o meselede bilgi ve
dirayet sahibi olduğunu gösteren rivayetleri müfessirler kaydederler.(28)
Şu halde liyakatli olan herkes, kadın veya erkek, istişareye
layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil liyakattır.
Haklı Cihet: Şurası da bir gerçek ki, kadınlar, fıtrî durumları icabı,
çoğunlukla, erkeklere nazaran daha hissî, daha acelecidirler. Binnetice,
görüşlerinde objektivite ve hasbilik ihtimali daha zayıftır. Bu sebeple,
onlarla istişare mevzuunda daha bir ihtiyatlı hareket etmek gerekir. Nitekim, beşerin
tarihî tecrübesi, kadınların nüfuz ve hakimiyet kurduğu sarayların, çeşitli
entrikalarla kaynayarak "devletleri ve saltanatları fesada
götürdüğünü" tesbit etmiştir(29).
Öyleyse, kadınlarla istişareyi yasaklayan rivayet, bu beşerî
tecrübenin, hadis formuna dökülmüş, öfkeli ve mübalağalı bir ifadesi olabilir,
mutlak bir hakikat değil. Hadis olduğuna hükmedenler de mefhumunu kayıtlayarak
almaya mecburdurlar, ıtlakı üzere değil. Doğruyu Allah bilir.[54]
DİPNOTLAR
1) Kur'an'da mübhem olarak geçen bu zatın, bazı müfessirlerce
Şuayb Peygamber olduğu (aleyhisselam) ifade edilmiştir. Daha kuvvetli
açıklamalar, bunun Şuayb Peygamber olmadığını (aleyhisselam) te'yid ederse de
(Bak. İbnu Kesir, Tefsir 5, 273) bu mesele, mevzumuz açısından mühim değildir.
(2) Aslında bu rivayete ciddi hadis kitaplarında rastlanmaz.
(3) Münavi, Feyzu'l-Kadir 4, 263.
(4) Sahavi, el-Makaasıdu'l-Hasene s. 248-249.
(5) Keşfu'l-Hafa 2, 3; Geniş bilgi için, bak. Münavi, a.g.e., 4,
262-63.
(6) Üsdü'l-Gâbe 2, 205; 6, 275, Suyûti, el-Leali'de (2, 174):
"Kadınlara itaat ettiği zaman erkekler helak olmuştur" rivayetini de
kaydeder. Suyuti bu rivayeti, Taberani ve Hakim'in tahric ettiğini, Hakim'in hadise "sahih" hükmünü
verdiğini belirttikten sonra şahsî kanaatini belirtmez ve bahsi "Allahu
a'lem (doğruyu Allah bilir) sözüyle kapar.
(7) Aslında istişare ile
itaat ayrı şeylerdir. Alimlerimiz bu çeşit hadisleri iç içe
zikrettikleri için itaatı, "istişarede beyan ettikleri fikirlerine
uymak" manasında te'vil ederek anlayacağız. Aksi takdirde istişare ile
itaatin aynı görülüp beraber mütalaa edilmesi doğru değildir.
(8) Üsdü'l-Gabe 4, 15.
(9) Ebu Davud, Nikah 24.
(10) Ebu Davud, Nikah 24, 25.
(11) Buhari, İkrah 3, Müslim, Nikah 64.
(12) Buhari, İkrah 4.
(13) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 15, 351; Azimabadi, Avnu'l-Mabud 6,
119.
(14) İbnu Kuteybe, Uyunu'l-Ahbar 1, 27.
(15) Tirmizî, Fiten 38.
(16) Buhari, Bed'ü'l-Vahy 1,
(17) Buhari, Şehadat 16.
(18) Vakidi 2, 613.
(19) Keşfu'l-Hafa 2, 3.
(20) Nisa 4, 20.
(21) Bak. Bakillani, et-Temhid s. 199.
(22) A.e. s. 198.
(23) Said İbnu Mansur,
Sünen 2, 186 Bakillani, a.g.e. s. 198.
Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye adlı eserimizde daha fazla bilgi mevcuttur. s. 526-27.
(24) İsabe 4, 341.
(25) Üsdü'l-Gabe, 7, 233.
(26) İbnu Kesir (v. 774), el-Baisu'l-Hasis, Beyrut, 1951, s. 183.
(27) Feyzu'l-Kadir 4, 262.
(28) İbnu Kesir 5, 273.
(29) Feyzu'l-Kadir 4, 263.
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/120.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/120.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/120-122.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/122.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/122-124.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/124.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/124.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/125.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/125-127.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/127.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/127-128.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/128.
[13] Sözgelimi, meşhûr diktatör Stalin için
bizzat Kuruşçef tarafından yapılan bir tasvîr bu husûsa canlı bir misâl olur.
Kuruşçef, Stalin'in hastalık derecesine varan şüpheciliğini ifadeden sonra,
şunu ilâve eder. "Stalin insana bakar ve şöyle derdi: "Gözlerininz
bugün neden böyle aldatıcı?" veya "Bugün neden böyle etrafınıza
bakıyorsunuz da gözlerimimn içine bakmıyorsunuz?" Stalin kuruntulu,
hastalık derecesinde şüpheci bir insandı." (Lin Yutang, Gizli İsim,
Çeviren: Suzan Akpınar, Işık Kitapları, İstanbul, 1962, s. 73.)
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/128-130.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/131.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/131-132.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/132-133.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/133.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134-135.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/135.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/135-136.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/136.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/136-137.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/137.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138-139.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/139-141.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141-143.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/143.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/143-144.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/144-145.
[40] Bu mevzunun etraflı olarak tahlilini görmek
isteyenlere İslâm Işığında Anarşi kitabımızın beşinci bölümünü (Batıda
Anarşinin Doğuşu Sebepleri, Neticeleri) tavsiye ederiz (2. baskı, Cihan
yayınevi, İstanbul, 1984).
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/145-146.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/146-147.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/147-148.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/147-151.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/151-152.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/152-153.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/153.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/153-154.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/158.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/159-160.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/160.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/161-162.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/162-164.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/164-165.