Hıyarü'l-Büluğ (Büluğda Muhayyerlik Hakkı)
* HZ. ÜMMÜ SELEME RADIYALLAHU ANHA
* ÜMMÜ HABİBE RADIYALLAHU ANHA
* HZ. CÜVEYRİYE RADIYALLAHU ANHA
KIZ İSTEME, NİKAH DUASI VE NAZAR
KUR'AN, SÜNNET VE ULEMAYA GÖRE EHL-İ SÜNNET VE ŞİA'DA MUT'A NİKAHI
Muhataba Ve Şartlara Göre Farklılık Ve Tedric:
Mut'a Nikahı Meselesinin İç Yüzü
1) Mut'a Cahiliye Devrinin Nikahıdır
2) Hz. Peygamber'in Bidayetteki Ruhsatı
Yasak Nerede Ve Ne Zaman Kondu?
5- Hz. Ömer'in Yasaklama Hadisesi
Yasak Hz. Ömer'in İçtihadı Değildir:
Mut'anın Haram Olduğuna Dair Kur'anî Delil
Mut'anın Feci Mahzurlarından Bazıları
Bazı Sahabelerin Birkısım Hadisleri İşitmemiş Olmaları
7- Şiî Kaynaklarına Göre Mut'a
Şia'nın Mut'ayı Tecviz Edişinin Bir Sebebi
Süt Devresiyle İlgili İki Mesele
MÜEBBED HARAM GEREKTİRMEYEN DURUMLAR
NİKÂHI FESHEDEN ŞEYLER, FESHETMEYEN ŞEYLER
NİKÂH MEVZUUNA GİREN BAŞKA MESELELER
(Dört babtır)
*
BİRİNCİ BAB
NİKAHIN MUKADDEMELERİ
(Dört fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN ZEVCELERİ
*
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
*
Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)
*
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)
*
Zeyneb (radıyallahu anhâ)
*
Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ)
*
Safiyye (radıyallahu anhâ)
*
Cüveyriye (radıyallahu anhâ)
*
İbnetu'l-Cevn
*
Ümmü Şerîk
İKİNCİ FASIL
NİKAHA TEŞVİK VE TERGİB
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
KIZ İSTEME, NİKAH DUASI, KIZI GÖRME
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
NİKAH ADABI
*
İKİNCİ BAB
NİKAHIN RÜKÜNLERİ
BİRİNCİ FASIL
AKİD
*
İKİNCİ FASIL
VELİLER VE ŞAHİDLER
*
KÜFÜVLÜK
*
ÜÇÜNCÜ BAB
NİKAHIN MANİLERİ
*
BİRİNCİ FASIL
MÜEBBED HARAMLIK
*
RAZA' (SÜT EMME)
*
İKİNCİ FASIL
MÜEBBED HARAMLIK GEREKTİRMEYEN HUSUSLAR
*
DÖRDÜNCÜ BAB
NİKAHLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
*
BİRİNCİ FASIL
NİKAHI FESHEDEN HUSUSLAR
*
İKİNCİ FASIL
KADINLAR ARASINDA ADALET
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
AZL VE GAYLE
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
NÜŞUZ
*
BEŞİNCİ FASIL
NİKAH MEVZUUNA GİREN BAŞKA MESELELER
Nikah, tıpkı
dil, din, kıyafet (ve mutfak) gibi beşerin başta gelen kültürel unsurlarından
biridir. Bu müessese insanlıkla başlar.
Kıyafetsiz bir beşer düşünülemeyeceği gibi, nikah müessesesi olmayan
insanlık da düşünülemez.
Nikah çok
yönlü bir vak'adır. İnsanların birçok ihtiyaçlarını karşılar. Umumi bir nazarla
bakılınca, gayeleri arasında önceliğin, tenasüle yani neslin devamına ait
olduğu sanılır. Şüphesiz bu gaye küçümsenemez. Zira insanlığın devamı nikah
müessesesiyle gerçekleşmektedir. Ancak, ferdî plandan bakılınca ünsiyet
sağlamanın, ehemmiyetçe öne geçtiği görülür. Zira insan, diğer mahluklara nazaran fıtrat itibariyle
medenidir, yalnız yaşayamaz. Eski alimlerimiz insana medeniyyün bittab' demişlerdir. Yani insanoğlu cemaat halinde,
cemiyet içerisinde yaşamak zorundadır. İnsan cemiyetini, hayvan sürüsünden
ayıran hususiyet organize olmasıdır. Burada iç içe daireler şeklinde
teşkilatlanan bir bütün, bir cemaat mevzubahistir. En içte en küçük birim olan
aile yer alır. Kur'an-ı Kerim'de de
insanların bir erkekle bir kadından
yaratılıp, küçük ve daha büyük üniteler halinde teşkilatlandırıldığı,
kavim ve kabilelere ayrıldığı belirtilmiştir (Hucurat 13). Buna bir milletin
askeri örnek yapılabilir. Asker, en küçük birim olan "takım"dan
başlayarak bölük, tabur, tugay, tümen, ordu ve ordular şeklinde
teşkilatlanmıştır. Bunun gibi, insanlık ordusu da irili ufaklı bir kısım
ümmetlere (medeniyet gruplarına)
kavimlere, aşiretlere ayrılmıştır. İşte
bu silsilenin ilk halkasını, nikah bağıyla bağlanan bir erkekle bir kadın etrafında halelenen bir
cemaat teşkil eder.
Şu halde,
cemiyetin bu temel taşına inilip tahlil edilince, bunun öncelikle yalnızlıktan
kaçış ve ünsiyet arayış maksadıyla teşkil edildiği görülür. Neslin devamını
sağlamak üzere çocuk elde etmek, ünsiyeti takip eden mühim gayelerden bir
diğeridir.
Nikahın bu
temel ve asil gayeleri gözönüne alınınca insanın birkısım biyolojik
ihtiyaçlarının tatmini daha tali bir planda kalır. Bu açıdan, meselenin şehevî
yönü, "nikah"ın gayesi değil, (bir büyüğün yorumuyla) onunla îfa
edilecek hizmetin peşin bir ücreti,[1] onun getireceği
yükümlülükleri kabule bir teşvik vasıtası olmaktadır.
Bu noktada
aldanan, vasıtayı gaye yaparak müessesenin kıymetini tenzil eder. Nitekim,
beraberliğin biyolojik yönü sona ermiş yaşlılık ve sakatlık gibi hallerde de evlilik devam eder
ve hatta yaşlılar arasında dayanışma
daha da artar. Çünkü, her iki insan da
ünsiyete, sohbete, birbirlerinin tesellisine muhtaçtır.
Burada
maksadımız evlilik müessesesinin sosyolojik tahlilini yapma değildir. Ancak mevzumuzun anlaşılması
bakımından şunu da belirtmemiz gereklidir: "Nikah" kültürel beşerî
bir müessese olması hasebiyle, her bir kültürel sistemin, kendine has bir nikah tarzı ve bundan teşaub eden (dallanıp budaklanan) bir değerler
örgüsü olacağı tabiidir: Manevî değerler, merasimler, inançlar, akrabalıklar,
haramlar, helaller, usuller, adablar vs. yani günlük hayatımızı ilgilendiren
kültürel unsurların büyük bir bölümü,
"nikah müessesesi"yle ilgilidir.
İnsanların
millî ve ferdî şahsiyetlerinde kültürel
değerlerin yeri iyice bilinmektedir. İster ferdî planda isterse millet planında
ele alalım, bizi diğerlerinden "başka" kılan, "şahsî"
kılan, "millî" kılan, "müşterek ve benzer" kılan bu
değerlerdir. Millî hususiyetimizi, milletimizin ferdleri arasındaki benzer yönlerimizi, birlik ve beraberliğimizi
sağlayan yegane amil, asırlar boyu
değişmemesi gereken hepimizde aynı olması gereken değerlerimizdir.
Öyleyse bizler
Müslümanlar olarak İslamî hüviyetimizi koruyabilmek için beşerî kültürel
hayatımızın büyük bir kısmını şekillendiren nikah müessesesinde İslamî
değerleri korumak zorundayız. İslamî
şahsiyetimizi temel yapısı buna bağlıdır. Nikahta, kıyafette, mutfakta (yenilip
içilecek şeylerde) İslamî ölçülerden taviz verilirse geriye din olarak ne
kalacak. Sadece itikad ve ibadetler.. Halbuki İslamiyet bir medeniyet dinidir.
İnsanın medenî hayatta muhtaç olduğu cemiyet hayatının devamını sağlayan her
hususta kendine has ölçüler, değerler
verir; kalıplar, şekiller, tarzlar,
kanunlar koyar, kişiyi hiçbir meselede yabana muhtaç etmez. Mü'min de bu İslamî
sünnetleri şahsında temsil ettiği nisbette, İslamî, imanî kemale erer. Cenab-ı
Hakk'ın kendisine vaad ettiği nusret ve üstünlüğe saadet-i dareyne liyakat
kazanır.
İslam dini,
Kur'an ve hadiste gelen değerlerin hepsiyle bir bütündür. Sadece itikad ve
ibadetlerimiz değil, nikah, mutfak, kıyafet vs. her çeşit beşerî kültürel
değerlerimiz bütün teferruatıyla bu iki kaynaktan teşkil edilmiştir.
Müslümanlığımızın tamamiyet ve temelini, bunlara uymaktaki derecesi tayin
edecektir.
Sırf Kur'an'ı
esas alacak olsak bile, onda yer verilen emirlerin hepsi aynı değerde olduğu
için, kıyafetimizi, "nikah"ımızı, mutfağımızı, ihmal ettiğimiz takdirde, sadece itikad ve
ibadetlerimiz acaba Müslümanlığımızın
bütünlüğüne yetecek midir? İbadet dışındaki Kur'anî emirlerdeki ihmal,
gevşeklik ve umursamazlığımız, itikadımızı zedeleyen, imanımızı yaralayıp eksilten
bir durum değil midir? Bu eksiklik ibadet hayatımıza da sirayet etmeyecek
midir? Müslüman olduğu halde içki içen, haram ve -mesela domuz eti- yiyen veya
kıyafette İslamî örtünmeye riayet etmeyen veya nikah dışı yollardan tatmin
arayan bir kimsenin iman ve ibadeti ona ne derece faydalı olur? Onu nereye
kadar götürür? Bu elbette münakaşaya değer bir husustur.
Şunu
demek istiyoruz: Müslümanlığımız, tıpkı
iman esaslarında olduğu gibi, nikah meselesinde de İslamî nikaha uymakla kemalini bulabilecektir.
Öyleyse
İslamî nikah nedir?
Dininin ve imanının
Allah nazarında makbul olmasını dileyen her Müslüman, nikah meselesinde
Allah'ın koyduğu ölçünün ne olduğunu bilmek ve ona uymak zorundadır.[2]
İslamÔda nikah bizzat Kur'an- Kerim'de ele alınmış ve esasları
belirtilmiştir.[3]
Şu esasları sayabiliriz:
1- Kişi, büluğ çağına erince geciktirilmeden evlendirilmelidir
(Nisa 6).
2- Mü'min kişi mü'min bir eşle evlenmelidir. Müşrik kişi
(neseb, zenginlik, güzellik gibi sebeplerle) hoşumuza gitse bile onunla evlilik
yapılmamalıdır. Çünkü mü'min kimse,
(burnu kesik siyah) köle bile olsa,
hoşumuza giden müşrikten daha hayırlıdır. Çünkü onlar cehenneme çağırırlar
(Bakara 221).
3- Kadınlardan hoşa gidenle evlenilmelidir (Nisa 3).
4- Kadınlarla
ailelerinin izniyle evlenilmelidir (Nisa 25)
5- Kadın namuslu, fuhuştan uzak ve gizli dostlar
edinmeyenlerden olmalıdır (Nisa 25).
6- Kadına mehri verilmelidir (Nisa 25).
7- Cemiyet, bekâr olan (dul, yetim, köle) kimselerle
ilgilenip, onları evlendirmelidir. Evlendirmede fakirlikten korkulmamalı,
bekârlara yardım edilmelidir.
8- Nikah akdi alenî olmalıdır. Bu prensip bilhassa yukarıda işaret edilen Nisa 25.
ayette sarihtir. Ayrıca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) nikahın alenî
olmasını, bu maksadla ziyafet
verilmesini ve hatta def ve sesle ilan edilmesini ısrarla emretmiştir.
9- Nikah kadın erkek arasında veraset hakkı te'sis eder
(Nisa 12)
10- İslamî nikahın müddeti müebbettir, daimidir. Yani kadınla
erkek hayat boyu beraber olmak üzere nikahlanırlar. Belli bir müddetle sınırlı
olan nikah meşru değildir. Kişi, içinden muayyen bir müddete niyet etmiş olsa
bile, bu müebbet kabul edilir. Boşanma dinimizde meşru ise de ciddi ve
meşru bir sebebe dayanmayan boşama ve
boşanmalar Allah'ın buğzettiği, sevmediği bir ameldir. Talak, hadiste
"Allah'ın en çok buğzettiği
helal" olarak tarif edilmiştir.[4]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın evlilik hayatı deyince ilk
nazar-ı dikkate çarpan husus, birçok hanımla evlenmiş olmasıdır. Bu meseleye
yeri geldikçe başka bahislerde de temas
etmiş olmamıza rağmen burada da kısaca temas edeceğiz. Sebebi de, Teysir'in,
ümmühatu'lmü' minîn'den bilinen Hz. Hatice, Hz. Zeyneb Bintu'l-Zem'a, Reyhâne,
Meymune Bintu'l-Haris radıyalahu anhünne gibi bazı isimlere yer vermezken,
ümmühatü'lmü'minînden bilinmeyen İbnetu'l-Cevn, Ümmü Şerik gibi isimleri
"Peygamberin Zevceleri" başlığına dahil etmesidir.
Hemen şunu belirtelim ki, yirmi beş yaşında iken, kendisinden 15
yaş büyük bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenip elli küsur yaşına kadar onunla
yetinen Hz. Peygamber'in İslam ahkâmının teşrî ve neşir safhası olan Medine
hayatında çok sayıda kadınla evlenmesinin birinci sebebi peygamberlik vazifesi
ile ilgilidir. Sünnetinin aile hayatında geçen safhasının tesbitini, onların
kadınlara intikal ve neşrini bu hanımlar yapmıştır. Alimler, "Dünyanızdan
üç şey sevdirildi..." diye açıklayıp bunlardan birinin, "kadın"
olduğunu söyleyen hadisi açıklarken, kadınların Resulullah tarafından
sevilmesini, onların "İslam'ın neşrine olan hizmetleri" sebebiyle
izah ederler.
Çok kadınla evlenmede dikkat çeken bir diğer sebep siyasî yöndür. Müteakiben görüleceği üzere Hz.
Safiyye ile evlilik, Hayber Yahudileri
ile sıla-i rahm'a vesile olmuş. Cüveyriye ile
evlilik Benî Müstalik'ten yedi yüz kadar harp esirinin bedava azadlıklarını sağlamıştır.
Mekkelilerin lideri Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe ile evlilik, Ebu Süfyan'ın
bozulan Hudeybiye Sulhü'nü yenileyebilmek için, kızını bahane ederek Medine'ye gelmesine, Hz. Peygamber'in
hane-i saadetlerine kadar girmesine yol
açmış, bu durum onun hasmane duygularını törpülemiştir. Diğer evliliklerinin
her birinde tıpkı neşr-i din gibi siyasî bir yönün dahi varlığı inkar edilemez.
Resulullah'ın evlilik bağının siyasî yönünü nasıl kullandığını
anlayabilmek için İslam'ın ilk baştaki kuruluş ve neşrini sağlayan siyasî lider kadronun evlilik bağıyla birbirine nasıl kenetlendiğini ibretle tetkikte zaruret var: Hülefa-i Raşidîn denen
bu çekirdek kadro, evlilik bağlarıyla birbirlerine perçinlenmiş gibidir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in kızlarını
almış, onlara damat olmuştur. Hz. Osman ve Hz. Ali'ye kızlarını vermiş, onları
kendine damat yapmıştır. Hz. Ali ile olan akrabalık bağının, Hz. Osman'daki
eksikliğini, ona ikinci bir kızını da vererek telafi etmiştir. Hz. Hafsa ile
evlenmeleri hususundaki teklife menfi cevap verdikleri için Hz. Osman ve Hz.
Ebu Bekr'e karşı kırgınlık içine düşen Hz. Ömer'i memnun etmek ve öbürlerine
karşı kalbinde yerleşecek bir gücenmeyi ve
bunun merkezkurmay kadroda hasıl
edeceği çatlağı bertaraf etmek için
Resulullah'ın Hz. Hafsa'yla evlenmesi
fevkalâde siyasî bir ameliyedir."[5]
Evliliğin -hatta nikahla noktalanmamış olan sade bir evlenme
teklifinin bile-, hasıl edeceği siyasî neticelerin şümulü sebebiyle olacak,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın hayatında, -çalışmamızın aslını teşkil eden Teysir'de
yeterince yer verilmeyen- zevceleri dışında başka birçok kadınların da ismi
geçer. İbnu Sa'd Tabakat'ında bunları iki grupta sunar:
1- Hz. Peygamber'in nikahladığı halde zifaf yapmadıkları.
el-Kilabiyye, Esma Bintu Nu'man, Kuteyle Bintu Kays, Müleyke Bintu Ka'b, Bintu
Cündeb, Sena Bintu's-Salt.
2- Hz. Peygamber'in evlenme teklifinde bulunduğu halde
nikahlanmadıkları kadınlar: Leyla Bintu'l-Hatim, Ümmü Hâni Bintu Ebi Talib,
Zubâ'a Bintu Amir, Safiyye Bintu Beşame, Ümmü Şerik Bintu Cabir, Havle Bintu
Hakim, Ümâme Bintu Hamza, Havle Bintu'l-Huzeylî, Şerraf Bintu Halife.
Bunlar hakkında biraz daha teferruatlı bilgi edinmek isteyenler,
siyer kitaplarına, sahabilerin hayatını inceleyen kitaplara başvurabilirler.
Hz. Peygamber'in evlilik hayatı ile başkaca teferruat daha önce
geçtiği ve müteakiben geçeceği için burada bu kadarla yetiniyoruz.[6]
*
HZ. AİŞE RADIYALLAHU ANHA[7]
ـ5610 ـ1ـ عن
عُروة عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها قالت:
]قَالَ لِي
النَّبِيُّ #:
أُرِيتُكِ في
الْمَنَامِ
ثَثَ
لَيَالِ،
جَاءَنِي
بِكِ
الْمَلَكُ في
سَرَقَةٍ
مِنْ
حَرِيرٍ،
يَقُولُ:
هذِهِ امْرَأتُكَ،
فَاكْشِفْ
عَنْهَا،
فإذَا هِيَ
أنْتِ،
فَأقُولُ: إنْ
يَكُ هذَا
مِنْ عِنْدِ
اللّهِ
يُمْضِهِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي.»السَّرَقَةُ«
شقة من حرير
خاصة .
1. (5610)- Urve merhum, Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'den şunu nakletmiştir: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bana dedi ki:
"Rüyamda sen bana üç gece gösterildin: Melek seni bana bir
ipek parçası içerisinde getirdi ve "Bu senin zevcendir, aç onu!"
dedi. Ben de açtım, içindeki sendin. Ben: "Bu rüya Allah katında ise, onu
gerçekleştirecektir" dedim." [Buharî, Nikah 9, 35, Tabir 20, 21;
Müslim, Fezailu's-Sahabe 79; Tirmizî, Menakıb (3875).][8]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, evlenmezden önce Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e rüyasında gösterildiğini ifade
etmektedir. Sadedinde olduğumuz hadis, Hz. Aişe'nin bir ipek parçası içerisinde
getirildiğini ifade eder. Ancak, hadisin bir başka veçhinde "Cibril,
avucundaki suretimle indi..." ibaresi yer alır. Şarihler bu farklı
ifadeleri: "Cibril avucundaki ipek parçasında Hz. Aişe'nin suretini
getirmiş olmalı" diye te'lif eder. Hadisin bazı veçhinde yer alan
"iki kere" ibaresi nazar-ı dikkate
alınarak "bir seferinde kendisini, bir seferinde de ipekli üzerinde resmini getirmiş olabilir"
te'vili de yapılmıştır.
2- Açma hususu, "ipek kumaşın açılması", "yüzün
açılması" gibi yorumlara tabi tutulmuştur. "Kız isteyene, görülmesi
caiz olan miktarca açılması" tahmininde bulunanlara mukabil, "O zaman
Hz. Aişe çocukluk yaşındaydı; avret olması mevzubahis olamazdı" diyenler
de olmuştur. Şurası muhakkak ki, kadını, nikah akdinden önce görmede, akde
raci maslahat bulunduğuna hükmeden
alimler bu hadisten de delil çıkarmışlardır.
3- Bu görme hâdisesinin bi'setten sonra da olabilme ihtimali
üzerinde duran Kadı İyaz, Resulullah'ın şekki ile ilgili üç ihtimalin
mevzubahis olacağını söyler:
"Birincisi: Ahiretteki ve dünyadaki zevcesi mi, yoksa sadece
ahiretteki zevcesi mi?
"İkincisi: Şekk lafzının zahiri murad değildir. Buna
belağatta şekkin yakin ile mezci denmiştir.
Üçüncüsü: Bu rüya, zahiri üzere aynen çıkan rüyayı vahiy midir
veya tabir gereken bir rüyayı vahiy midir? Peygamberler hakkında ikisi de
caizdir."
Umumiyetle sonuncu ihtimal benimsenmiştir.[9]
ـ5611 ـ2ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]تَزَوَّجَنِي
النَّبِيُّ #
وَأنَا
بِنْتُ سِتِّ
سِنِينَ،
فَقَدِمْنَا
الْمَدِينَةَ
فَنَزَلْنَا
في بَنِى
الْحَارِثِ
بْنِ الْخَزْرَجِ،
فَوَعِكْتُ
فَتَمَرَّقَ
شَعْرِى فَوَفَّى
جُمَيْمَةُ،
فَأتَتْنِي
أُمِّي أُمُّ
رُومَانَ،
وَإنِّي
لَفِي
أُرْجُوحَةٍ
وَمَعِي
صَوَاحِبُ
لِي.
فَأتَيْتُهَا
َ أدْرى مَا
تُرِيدُ مِنِّي.
فَأخَذَتْ
بِيَدِي
فَوَقَّفَتْنِي
عَلى بَابِ
الدَّارِ.
فَإذَا
نِسْوَةٌ
مِنَ ا‘نْصَارِ
في
الْبَيْتِ،
فَقُلْنَ:
عَلى الْخَيْرِ
وَالْبَرَكَةِ
وَعلى خَيْرِ
طائِرٍ.
فَأسْلَمَتْنِى
إلَيْهِنَّ
فأصْلَحْنَ
مِنْ شَأنِي.
فَلَمْ
يَرُعْنِي
إَّ رَسُولُ
اللّهِ #
فَأسْلَمَتْنِى
إلَيْهِ.
وَأنَا
يَوْمَئِذٍ
بِنْتُ
تِسْعِ
سِنِينَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.»تَمرقَ
الشّعْرُ
وامرّقَ« إذا
سقط وانتثر من
مرض أو علة
تعرض
له.و»الجُميمةُ«
تصغير جمة،
وجمة ا‘نسان
مجتمع شعر
الرأس.و»وَفّى«
الشئ: إذا
كثر.و»ا‘رجوحة«
معروفة من لعب
الصغار.
2. (5611)- Hz. Aişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ben altı
yaşında iken benimle evlendi. Medine'ye geldik. Beni'l-Hâris İbnu'l-Hazrec
kabîlesine indik. Ben hummaya yakalandım. Saçlarım döküldü. (İyileşince) saçım
yine uzadı. Annem Ümmü Rûman, ben arkadaşlarımla salıncakta oynarken, bana
geldi, benden ne istediğini bilmeksizin yanına gittim. Elimden tuttu. Evin
kapısında beni durdurdu. Evimizde, ensârdan bir grup kadın vardı.
"Hayırlı, bereketli olsun!", "Uğurlu mübarek olsun!" diye
dualar, tebrikler ettiler. Annem beni onlara teslim etti. Onlar kılıkkıyafetime
çeki düzen verdiler. Beni, [kuşluk vakti aniden] Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)(ın gelişinden) başka bir şey şaşırtmadı. Annem beni O'na teslim etti.
O gün ben dokuz yaşında idim." [Buhârî, Nikâh 38, 39, 57, 59, 61; Müslim,
Nikâh 69, (1422); Ebu Dâvud, Nikâh 34, (2121); Edeb 63, (4933,4934,4935, 4936,
4937); Nesâî, Nikâh 29, (6, 82).][10]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Aişe'nin Resûlullah ile evlenme yaşı ihtilaflıdır.
Yapılan tahkiklere göre en ziyade kabul gören ve en sahih addedilen rivayetlere
nazaran altı yaşında iken nikahlanmış, dokuz yaşında iken zifaf edilmiş
olmasıdır. Resûlullah'la evlendiği zaman Hz. Aişe'nin 16-17 ve hatta 18
yaşlarında olduğuna dair yapılan bazı açıklamalar varsa da tatminkâr değildir.
Sahih rivayetlerin zahirine uygun gelmemektedir. Bu sebeple ihtiyatla
karşılanması daha muvafıktır.
Resûlullah vefat ettiği zaman Hz. Aişe on sekiz yaşında idi. İbnu
İshak'a göre, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Hatice'nin vefatından
sonra Hz. Sevde ile evlenmiş, Sevde'den sonra Hz. Aişe ile evlenmiştir. Ancak
bazı rivayetlere göre, Hz. Hatice'den sonra Hz. Aişe ile evlenmiştir. Yapılan
tahkikler, İbn-i İshak'ın kaydını haklı çıkarmıştır. Resûlullah, henüz hicret
etmezden önce Hz. Sevde ile evlenmiştir. Hz. Aişe'nin evliliği hicretten sonra
Medine'de vukûa gelmiştir.
2- Bu hadise dayanan İslâm ulemâsı, küçük yaşta bulunan kız
çocuğunun babası tarafından nikahlanabileceği hükmünü çıkarmıştır. Nevevî, bu
cevaz hususunda İslâm ulemâsının icma ettiğini belirtir. Hanefîlere göre bu
câizdir. Ancak kızın büluğa erince seçme hakkı vardır, dilerse kabul
etmeyebilir. Bu hakkını daha önce kullanamaz. Şâfiî, Mâlikî gibi Hicaz ulemâsı
bu seçme hakkını tanımazlar. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed, Ebu Yusuf gibi birkısım
ulemâ büluğa ermeyen küçüğü nikahlama yetkisine sadece babanın sahip olduğunu,
diğer velilerin bu hakka sahip olmadığını söylerler. Ebu Hanife, Evzâi ve diğer
birkısım ulemâ velilerin de evlendirebileceğine hükmetmiştir.
3- Hadis, gerdekten önce gelinin hususî bir hazırlığa tabi
tutularak süslenmesinin müstehab olduğunu gösterir. Başka rivayetlerde,
câhiliye devrinde, mâşıta denen kadın berberlerinin varlığını, bunların gerdeğe
girecek kadınları -aynen günümüzde olduğu gibi- hususî bir hazırlık ve
süslemeden geçirdiklerini, İslâm'dan sonra, aynı mesleğe devam edip
edemeyeceklerini Aleyhissalâtu vesselâm'dan sorduklarını, Resûlullah'ın da
"kadınları süsleyin, kocalarına hazırlayın" diyerek cevaz verdiğini
görmekteyiz.
4- Gerdeğe girecek kızın yanında kadınların toplanıp ilgi
göstermeleri, zifaf âdâbını öğretmeleri, hayır ve bereket duasında bulunmaları
müstehabtır.
5- Bu hadisin bazı vecihlerinde, Resûlullah'ın kuşluk vakti
zifafa girdiği tasrîh edildiğine göre, gündüzleyin de zifaf caizdir.[11]
İSTİDRAD:
Sadedinde olduğumuz hadisten çıkarılan mühim bir hüküm, erkek veya
kız, küçük çocukların evlendirilmesiyle ilgilidir. Bu husus, başta köylerimizde
olmak üzere, bilhassa dindar ve muhafazakâr çevrelerde tatbikattadır. Meselenin
Hanefî fıkhındaki yerini biraz daha etraflıca öğrenme ihtiyacı duyacaklara
yardımcı olmak üzere, Muhammed İbnu Muhammed el-Üsrûşenî'nin (vefatı 632 hicrî,
1235 miladî) Ahkâmu's-Sıgâr adlı eserinden ilgili bahsi aynen iktibas etmeyi
uygun gördük[12].[13]
Eğer küçük kız veya oğlanı evlendiren kimse baba veya dede ise,
bülûğa erdikleri vakit evliliği kabul veya red hususunda çocuklara muhayyerlik
hakkı mevcut değildir. Eğer evlendiren baba veya dede dışındaki velilerden biri
ise, büluğa erince çocukların muhayyerlik hakkı vardır.
el-Münteka'da zikredildiğine göre, kız çocuğunun baba veya dedesi
varsa çocuğu kadı evlendiremez. Eğer baba veya dede fâsık ise, bâliğ oldukları
zaman çocuklar muhayyerlik hakkına sâhiptirler.
Şayet kızçocuğunu kadı evlendirecek olursa, Ebû Hanîfe'den
(rahimehullah) gelen iki rivayetten ezher olanına göre, kız muhayyerlik hakkına
sahiptir. Bu aynı zamanda İmam Muhammed'in (rahimehullah) sözüdür.
Şayet vasi, veli ise kız veya erkek çocuğunu evlendirdi ise,
kadının onu küfüv birisiyle evlendirmesi gerekir. (Bu hüküm ez-Zâhire'de
gelmiştir.)
Şâyet kız veya erkek çocuk, velilerinden izin almaksızın
evlendirilirse, nikah(ın meşrûiyeti) velilerin iznine mütevakkıftır ve baliğ
oldukları zaman da muhayyerlik hakkına sahiptirler.İzni veren baba veya dede
dışında biri olduğu durumundaki hüküm daha önce geçti.
Ebu Ca'fer el-Üsrûşenî'nin el-Câmiu'l-Kebîr adlı eserinde
zikredildiğine göre, baba veya dede dışında biri, kız çocuğunu bülûğa ermeyen
biriyle evlendirecek olsa ve kız kocasından evvel bülûğa erse, ayrılığı tercih
etse ve mes'elesini kadıya götürse, kocanın büyümesi beklenilmez, kadı'nın
bunları ayırma hakkı vardır. Ancak oğlan çocuğunun babası veya vasîsi var ise,
onu çağırır ve çocuğun hücceti varsa, hüccetini getirmesini emreder. Aksi halde
aralarını, oğlanın velisinin huzurunda ayırır.
Kız büluğa erince, zevci gâib iken ayrılmak istese, el-Câmi'de
işaret edildiği üzere, kadı, gâib koca hazır olmadıkça, onları ayırmaz. Zira
bu, gâib üzerine verilmiş bir hüküm olur.
Kız veya erkek çocuğu kadı evlendirdiği tadirde, çocuklar büluğa
erince, zâhirü'rrivayeye göre, muhayyerlik hakkına sahiptirler. Halid İbnu
Sabîh'in Ebû Hanîfe'den (rahimehullah) rivayetine göre, çocukların muhayyerlik
hakkı mevcut değildir.
Büluğda kızlar için sabit olan muhayyerlik hakkı, erkekler için de
sabittir. Ebû Hanife ve İmam Muhammed'in (rahimehumallah) kavillerine göre,
baba ve dede dışındakilerin evlendirmelerinde, kız ve erkek çocuklarına büluğla
birlikte tanınan muhayyerlik hakkı sebebiyle, onlar nikahı tercih edecek
olurlarsa, eski nikahları devam eder, ayrılmayı tercih edecek olurlarsa, kadı,
aralarında ayrılıkla hükmedince ayrılırlar.
Bu muhayyerlik hakkı, bâkire kız hakkında fevridir. Büluğa erer
ermez veya nikahtan sonra, nikaha vâkıf olduğu mecliste hemen nikahı
feshettiğini bildirmelidir. Meclisin sonuna kadar ihtiyar hakkı devam edemez.
Öyle ki, bâkire olduğu halde büluğa eren kız, sükût edip, muhayyerlik hakkını
hemen kullanmazsa, bu hakkı kaybeder.
Eğer aslında dul idiyse
veya bâkire olmakla beraber zevci kendisi ile gerdek yaptı ve bu
gerdekten sonra kocasının yanında büluğa erdi ise, muhayyerlik hakkı, sükutu
ile veya bulunduğu meclisi terketmesiyle batıl olmaz. Onun bu hakkı sarih bir
şekilde nikaha razı olduğunu ifade etmesiyle veya kendisinden, razı olduğuna
delalet eden bir davranışın zuhur etmesiyle batıl olur. Bu davranış cimaya
müsaade etmesi, nafaka talep etmesi ve benzer bir harekettir. Fakat eskide
olduğu gibi, kocanın yemeğinden yemesi, ona hizmet etmesi bu hakkını iptal
etmez.
Oğlanın muhayyerlik hakkı ise, (fevrî değil, ömrîdir, dul kadın
hakkında olduğu gibi) sukutuyla ortadan kalkmaz. Bu hak, onun razı olduğunu
sarih bir şekilde ifade etmesiyle veya kıza yakınlık, onu techiz, mehrini
kendisine teslim gibi rızaya delalet eden fiilleriyle ortadan kalkar.
Bu tercih hakkı cehalet sebebiyle de ortadan kalkabilir. Şöyle ki:
Kız baliğ olduğu zaman önceden kıyılmış nikahı bilir, fakat kendisinin muhayyerlik hakkına sahip olduğunu
bilmezse ve bu sebeple sukut ederse bu
hakkı kaybolur. Fakat büluğ anında nikah akdini
bilmezse muhayyerlik hakkı devam
eder, yeter ki bu hakkın varlığını bilsin.
Büluğla tanınan muhayyerlik hakkı ile ayrılık vaki olunca, erkek,
kıza temas etmemiş ise mehir gerekmez,
bu ayrılık vaki olsa da hüküm böyledir. Gerdek yapmış ise, ayrılma kocanın veya
kadının arzusu ile de vaki olsa mehrin tam olarak koca tarafından ödenmesi
gerekir.[14]
ـ5612 ـ1ـ عن
ابن عُمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما: ]أنَّ عُمَرَ
حِينَ
تَأيَّمَتْ
حَفْصَةُ
مِنْ خُنَيْسِ
بْنِ
حُذَافَةَ
السَّهْمِيّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه،
وَكَانَ مِنْ
أصْحَابِ
النّبِيّ #
مِمَّنْ
شَهِدَ
بَدْراً،
وَتُوُفِّىَ
بِالْمَدِينَةِ.
قَالَ عُمَرُ:
فَلَقِيْتُ
عُثْمَانَ
بْنَ
عَفَّانَ،
فَعَرَضْتُ
عَلَيْهِ
حَفْصَةَ.
فَقُلْتُ: أنْ
شِئْتَ
أنْكَحْتُكَ
حَفْصَةَ
بِنْتَ
عُمَرَ؟ فَقالَ:
سَأنْظُرُ في
أمْرِي،
فَلَبِثْتُ
لَيَالِيَ،
ثُمَّ
لَقِيْتُهُ!
فَعَرَضْتُ
عَلَيْهِ.
فَقَالَ: قَدْ
بَدَا لِي أنْ
َ أتَزَوَّجَ
يَوْمِي.
فَلَقِىتُ
أبَا بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه. فَقُلْتُ
لَهُ: إنْ
شِئْتَ
أنْكَحْتُكَ
حَفْصَةَ
ابْنَةَ
عُمَرَ؟
فَصَمَتَ،
ولَمْ يَرْجِعْ
إليَّ
شَيْئاً.
فَكُنْتُ
عَليْهِ أوْجَدَ
مِنّي عَلى
عُثْمَانَ
فَلَبِثْتُ
لَيَالِيَ.
ثُمَّ
خَطَبَهَا
رَسُولُ
اللّهِ #
فَأنْكَحْتُهَا
إيَّاهُ،
فَلَقِىَنِي
أبُو بَكْرٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه.
فَقَالَ:
لَعَلَّكَ
وَجَدْتَ
عَلىَّ حِينَ
عَرَضْتَ
عَليّ حَفْصَةَ
فَلَمْ
أرْجِعْ
إلَيْكَ
شَيْئاً.
فَقُلْتُ:
نَعَمْ.
فَقَالَ:
فإنَّهُ لَمْ
يَمْنَعْنِي
أنْ أرْجِعَ
إلَيْكَ
فِيمَا
عَرَضْتَ
عَليَّ إَّ
أنِّي كُنْتُ
عَلِمْتُ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # قَدْ
ذَكَرَهَا
فَلَمْ أكُنْ
‘فْشي سِرَّ
رَسُولِ
اللّهِ #،
وَلَوْ
تَرَكَهَا
لَقَبِلْتُهَا[.
أخرجه
البخاري
والنسائي.»تَأيَّمت«
المراد: إذا
مات زوجها أو
فارقها، وقيل
ا‘يّم التي زوج لها
تزوجت أو لم
تتزوج، والرجل
أيضاً أيّم .
1. (5612)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "(Kızkardeşim) Hafsa (radıyallahu anhâ),
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Bedir Gazvesi'ne katılan ashabından
olup, Medine'de vefat etmiş bulunan Huneys İbnu Huzafe es-Sehmî (radıyallahu anh)'den dul kalınca (babam) Hz.
Ömer (radıyallahu anh), (kızkardeşimi evlendirmek için harekete geçerek bazı
teşebbüslerde bulunmuştur. Bu teşebbüslerini bana şöyle) anlattı:
"Önce Hz. Osman İbnu Affan (radıyallahu anh)'a rastladım.
Hafsa'yı ona teklif ettim ve: "Dilersen sana Hafsa Bintu Ömer'i
nikahlayayım" dedim.
"Hele bir düşüneyim!" dedi. Birkaç gece bekledim. Sonra
ona rastladım, teklifi tekrar arzettim.
"Şimdilik evlenmemeyi uygun gördüm!" dedi. (Ben bu menfi
cevaba kızdım.) Sonra Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)'e rastladım. Ona da:
"Dilersen sana Hafsa Bintu Ömer'i nikahlayayım!" dedim. Hz. Ebu Bekr
sustu ve bana hiçbir cevap vermedi. Osman'a kızdığımdan daha çok Ebu Bekr'e
kızdım. Birkaç gün aradan geçti. Sonra
Hafsa'yı Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) istedi ve O'na nikahlayıp verdim.
Sonra bana Hz. Ebu Bekr rastladı ve: "Hafsa'yı bana teklif ettiğin zaman
sana hiçbir cevapta bulunmayışımdan dolayı belki de bana kızdın" dedi. Ben
de: "Evet kızmıştım!" deyince şu açıklamayı yaptı:
"Sen o teklifi yaptığın zaman beni cevap vermemeye sevkeden
şey Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hafsa'yı zikretmiş olduğunu bilmemdi. Aleyhissalâtu vesselâm'ın
sırrını ifşa etmek istemedim. Eğer Hafsa'yı o terketseydi teklifinizi ben kabul
edecektim." [Buharî, Nikah 33, 36, 46 Megazî 11; Nesâî, Nikah 30, (6,
83).][15]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Hafsa, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)'in kızı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevcesidir. Hz. Aişe'den sonra evlenmiştir.
Rivayetler Hz. Hafsa'nın bi'setten beş yıl önce doğduğunu bu sebeple,
bi'setin üçüncü veya dördüncü yılında doğmuş olan kardeşi Abdullah'tan 8 veya 9
yaş büyük olduğunu belirtir. Hz. Hafsa hicrî 41 yılında Hz. Hasan'ın Hz.
Muaviye (radıyallahu anhümâ)'ye biat ettiği
sırada (Cemadiye'l-Ûla ayında) vefat etti, (radıyallahu anhâ).
2- Aleyhissalâtu vesselâm, Hafsa ile önceki kocasının vefatı
üzerine dul kalınca evlenmiştir. Rivayetten de anlaşılacağı üzere, önceki kocası Huneys İbnu Huzafe'dir ve Bedir
Gazvesi'ne katılan bahtiyarlardandır. Bazı rivayetler Huneys'in, Uhud
Gazvesi'ne de katıldığını, bu savaşta aldığı yaranın tesiriyle öldüğünü söyler.
Ancak, Aleyhissalâtu vesselâm'ın Hz. Hafsa ile
hicretten yirmi beş ay sonra evlendiği belirtilen r ivayetler gözönüne alınınca
Huneys (radıyallahu anh)'in Bedir'den sonra vefat ettiğine dair haberlerin daha
doğru olduğu anlaşılır. Esasen, Vakidî'nin bir rivayeti de, Hz. Ömer'in
Hafsa'yı, Hz. Osman'a, zevcesi Rukiyye Bintu Resulullah'ın vefatı üzerine
teklif ettiğini belirtir. Rukiyye Bedir
sırasında vefat ettiğine göre Huneys'in vefatı, Uhud değil Bedir
sonrasına rastlamalıdır. Rukiyye,
Bedir'e çıkıldığı sırada hastalanmış,
Hz. Osman, onun tedavisiyle ilgilenmek için sefere katılamamıştı.
3- Hz. Hafsa'nın Resulullah'la evlenmesini İzzeddin İbnu'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe
nam meşhur eserinde biraz farkla
şöyle anlatır: "...Hz. Hafsa dul
kalınca, Hz. Ömer onu Hz. Ebu Bekr'e zikrederek evlenmesini teklif etti.
Ebu Bekr tek kelimelik cevata bulunmadı. Hz. Ömer bu duruma öfkelendi. Rukiyye Bintu Resulullah'ın
vefatı ile dul kalan Hz. Osman'a gidip Hafsa'yla evlenmesini teklif etti. Ama
Osman: "Şimdilik evlenmeyi düşünmüyorum!" diye cevap verdi. Ömer,
bunun üzerine Peygamber'e gitti, Osman'ı şikayet etti. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Hafsa, Osman'dan daha hayırlı olan biriyle evlenecek, Osman da
Hafsa'dan daha hayırlı biriyle
evlenecek!" buyurdu. Sonra Hafsa'yı kendisi evlenmek üzere istedi ve o da
kızını Resulullah Aleyhissalâtu vesselâm'a nikahladı.
Sonra Hz. Ebu Bekr, Ömer'e rastladı ve: "Sakın
kızmayasın! Zira Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Hafsa'yı zikretmişti. Ben Resulullah'ın sırrını ifşa
etmek istemedim (bu sebeple senin teklifine hiçbir cevap vermedim). Eğer o
Hafsa'yı terketseydi ben alacaktım" dedi. Resulullah bir ara Hafsa
validemizi boşamıştır. Ancak Hz. Ömer'in
fazlaca üzülmesi üzerine, Cebrail gelerek Hz. Hafsa'yı "O, çok oruç tutan,
namaz kılan biridir, cennette de zevcenizdir" diye övmüş ve geri almasını
söylemiştir. Aleyhissalâtu vesselâm
da talaktan rücu etmiştir. Hz.
Hafsa okuma yazma bilirdi, rukye yoluyla hastaları tedavi etmeyi de sonradan
öğrenmişti.
4- Rivayette Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr'e Hz. Osman'dan daha çok
kızdığını söylemektedir. Bu, iki sebeple izah edilir:
1) Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr'i kendine daha yakın bir kardeş hissediyordu.
Çünkü, Resulullah onları kardeşlemişti. Dolayısıyla daha fazla bir
anlayış beklemekte idi. Ayrıca Hz. Osman, muhtemelen Hz. Ebu Bekir'den önce bu
teklifi reddetmiş idi ve aralarında sebkat eden hukuk daha sınırlı olduğu için
Hz. Osman'a fazla gücenmemişti.
2) Hz. Osman, Hz. Ömer'in teklifini cevapsız bırakmamış, düşüneyim
demiş, bilahare düşündükten sonra "şimdilik evlenmeyeceğim" diye
cevap vermişti. Menfi de olsa bu, bir cevaptı. Ama suküt, cevap değildi. Hz.
Ömer bu sebeple de fazla kızmıştı. Hatta, İbnu Sa'd'ın bir rivayetinde Hz. Ömer
şöyle der: "...Hz. Ebu Bekr sükut edince, ona, Osman'dan daha çok kızmıştım." İbnu Sa'd'dan gelen bir
başka rivayete göre, Hz. Ebu Bekr şöyle demiştir: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Hafsa ile ilgili olarak bir bahiste bulunmuştu,
bu sırdı. Şu halde, bu sır olan bilgisi sebebiyle Hz. Ömer'e cevap vermemişti.[16]
5- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevaid:
* Sırrı gizlemek fazilettir. Sır sahibi
açıklayınca açıklamanın mahzuru kalkar.
* Kişi, kardeşini itab edebilir, öbürü de özrünü beyan
etmelidir.
* Hz. Ebu Bekr'in bildiği sır, Hafsa ile ilgili olarak
Aleyhissalâtu vesselâm'ın Ebu Bekir'le istişarî olarak o meselede konuşmuş
olmasından veya hiçbir sırrını ondan saklamayıp açmasından ileri gelebilir.
* Küçük olan kimse, büyüğün evlenme arzusu izhar ettiği bir
kadınla evlenmeyi düşünecek olsa, büyük bu meseleden açıklıkla vazgeçmeden araya
girip o kadını talep etmemelidir.
* Hz. Peygamber'in evlenme arzusu izhar ettiği bir kadınla
evlenmemesi halinde bir başkasının evlenmesi caizdir, haram değildir. Çünkü Hz.
Ebu Bekir: "Aleyhissalâtu vesselâm terketseydi ben onu kabul
edecektim" demiştir.
* Kişi kızını, kızkardeşini ve velayeti altında bulunan diğer
kadınları salih kimselere teklif edebilir. Bunda utanılacak bir durum yoktur.
* Bir başkasının sırrını faş etmemek üzere bir kimse yemin
etse, sır sahibi kendisi sırrını faş ettikten
sonra yemin eden kimse o sırrı açıkladığı takdirde hanis olmaz.
* Baba, erkeğe dul kızını teklif edebileceği gibi, bâkire kızını da teklif edebilir. Ancak bakire kız
erkeğe teklifte bulunamaz.[17]
ـ5613 ـ2ـ
وعن عمر بن
الخطاب
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّ
النّبِيَّ #:
طَلَّقَ
حَفْصَةَ
ثُمَّ رَاجَعَهَا[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
2. (5613)- Hz. Ömer
İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Hafsa (radıyallahu anhâ)'yı boşamıştı, sonra geri döndü." [Ebu
Davud, Talak 38, 2283); Nesâî, Talak 75,
(6, 213).][18]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki açıklamada da geçtiği üzere, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hz. Hafsa'yı bir kere boşamıştır. Hz Ömer bunu işitince son derece
üzülmüş, üzüntü ifadesi olarak başına toprak saçmış ve: "Artık bundan
sonra Allah ne Ömer'e ne de kızına itibar etmez, değer vermez!" demiştir. Bunun üzerine ertesi gün Cebrail
aleyhisselam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına gelerek:
"Allah, Ömer'e merhameten Hafsa'ya dönmeni emrediyor!" demiştir. Bir
başka rivayete göre, Hz. Ömer, bir gün
Hz. Hafsa'nın yanına girer. Ancak Hafsa ağlamaktadır. Şöyle der:"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) seni boşamış olmasın? Daha
önce de bir kere boşamıştı. Sonra benim sebebimle, rücu etmişti. Eğer bir kere
daha boşamışsa ebediyen seninle konuşmayacağım."
Ancak, Resulullah Hz. Hafsa'yı boşamış değildir. Bu îlâ yani bütün
hanımlarıyla bir aylık ayrı kalma kararının üzüntüsünden hasıl olan ağlamadır. [19]
*
HZ. ÜMMÜ SELEME RADIYALLAHU ANHA
ـ5614 ـ1ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]لَمَّا
انْقَضَتْ
عِدَّتِي
بَعَثَ الىَّ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
يَخْطِبُنِي
فلََمْ
أتَزَوَّجْهُ.
فَبَعَثَ
رَسُولُ
اللّهِ #
عُمَرَ بْنَ
الْخَطَّابِ
يَخْطُبَهَا
عَلَيْهِ،
فَقَالَتْ:
أخْبِرْ
رَسُولَ
اللّهِ #
أنِّي
امْرَأةٌ
غَيْرَي،
وَأنِّي
مُصْبِيَةٌ،
وَلَيْسَ
أحَدٌ مِنْ
أوْلِيَائِي
شَاهِدٌ.
فَذَكَرَ
ذلِكَ لَهُ.
فَقَالَ:
اِرْجِعْ
إلَيْهَا،
فَقُلْ لَهَا:
أمَّا غَيْرَتُكِ
فسَأدْعُو
اللّهَ أنْ
يُذْهِبَهَا
عَنْكِ،
وَأمَّا
صِبْيتُكِ
فَسَتُكْفَيْنَ
أمْرَهُمْ؛
وَأمَّا
أوْلِيَاؤُكِ
فَلَيْسَ
أحَدٌ
مِنْهُمْ
شَاهِدٌ وََ
غَائِبٌ
يَكْرَهُ
ذلِكَ.
فَقَالَتْ
ُبْنِهَا: يَا
عُمَرُ! قُم
فَزَوِّجْ
رَسُولَ
اللّهِ # فَزَوَّجَهُ[.
أخرجه
النسائي.»امرأةُ
غَيْرَى«
كثيرة
الغيرة.و»المُصْبِيةُ«
ذات صبيان
وأود صغار .
1. (5614)- Hz. Ümmü Seleme
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "İddetim
sona erince, Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) bana (bir elçi
göndererek) istetti ve evlenme teklif
etti. Ben kabul etmedim. Derken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'i göndererek kendisi için Ümmü Seleme'yi istetti. Ümmü Seleme, Ömer'e:
"Resulullah'a haber ver. Ben çok kızkanç bir kadınım ayrıca benim çok
çocuğum var, bir de velilerimden hiçbiri burada hazır değil!" dedi. O da
gidip Resulullah'a aktardı. Aleyhissalâtu vesselâm, Ömer'e:
"Ona dön ve kendisine söyle ki: "Kızkançlığına gelince,
senden onu gidermesi için Allah'a dua edeceğim. Çocuklarına gelince, onların
himayesi de görülecektir. Velilerin
meselesine gelince, onlardan hazır veya gaib hiç biri bu evliliği
yadırgamayacak" buyurdular. Bunun üzerine Ümmü Seleme oğluna: "Ey
Ömer! Kalk! Resulullah'la beni
nikahla" dedi. O da nikahladı." [Nesaî, Nikah 28, (6, 81).][20]
AÇIKLAMA:
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)'nın ismi Hind'dir. Babası Ebu Ümeyye Huzeyfe İbnu'l-Muğîre'dir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ümmü Seleme ile hicretin dördüncü yılında Cemaziyü'l-ahir ayında evlenmiştir. Ümmü Seleme ve zevci ilk Müslümanlardan ve Habeşistan'a hicret edenlerdendir. Sonra Mekke'ye gelmişler, oradan da Medine'ye hicret etmişlerdir. Rivayette geçen "Çok çocuk sahibiyim" fıkrasından da anlaşılacağı üzere küçük çocukları vardı: "Seleme, Ömer, Dürre, Zeyneb.
Ümmü Seleme, kocası Ebu Seleme ile hicret ederken, müşrik olan yakınları onu tevkif ederler ve hicret etmesine izin vermezler. Oğlu Seleme'yi de kocasının yakınları alıkoyar. Ebu Seleme Medine'ye tek başına intikal eder. Kocasından ve oğlundan ayrılan Ümmü Seleme her gün, sabahtan akşama kadar gözyaşları dökmeye başlar. Bu, günlerce devam eder. Sonunda merhamete gelen yakınları onun da hicretine izin verirler. Çocuğunu da alarak Medine'ye gelip kocasına kavuşur.
Ümmü Seleme Resulullah'la evlendiği zaman çocuğu Zeyneb henüz onu emmekte idi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) çocuğu annesinin yanında gördükçe gerdek yapmıyordu. Durumu sezen Ammar İbnu Yasir çocuğu götürür. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm gerdek yapar.[21]
Ümmü
Seleme (radıyallahu anhâ) güzelliği, aklı ve isabetli re'yi ile meşhurdu.
Hudeybiye'de sulh yapıldığı zaman Resulullah, Ashab'a kurbanlarını kesip traş
olmalarını ve ihramdan çıkmalarını emrettiği halde, Ka'be'yi tavaf etmek
maksadıyla yola çıktıkları için, tavafsız bunları yapmak Ashab'ın ağrına
gidiyor, bu sebeple emr-i Nebevî'yi icraya kimsenin eli varmıyordu.
Resulullah'ı, mükerrer emirlerine rağmen dinleyen yoktu. Aleyhissalâtu vesselâm
üzgün olarak çadırına girdi. Üzüntünün sebebini öğrenen Ümmü Seleme: "Ey
Allah'ın Resulü, sen kurbanını kes, traşını ol, ihramdan çık. Ashabın seni
taakip edecektir!" diye tavsiyede bulundu. Aleyhissalâtu vesselâm bu
tavsiyeye uydu. Aynen onun söylediği gibi, Ashab da kalkıp menasiki birer birer
icra ettiler. Bu vak'a onun dirayetine örnek olarak hep zikredilmiştir.
Ümmü
Seleme (radıyallahu anhâ) hicretin 59. yılında Şevval ayında Allah'ın rahmetine
kavuştu. Daha muahhar yıllarda öldüğüne dair rivayetler de vardır.[22]
ـ5615 ـ1ـ عن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]لَمَّا انْقَضَتْ
عِدَّةُ
رَيْنَبَ
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
لِزَيْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه: اِذْهَبْ
فَاذْكُرْهَا
عَلَيَّ،
فَانْطَلَقَ
زَيْدٌ حَتّى
أتَاهَا
وَهِيَ
تُخَمِّرُ
عَجِينَهَا.
قَالَ:
فَلَمَّا
رَأيْتُهَا عَظُمَتْ
فِي صَدْرِي
حَتّى مَا
أسْتَطِيعُ
أنْ أنْظُرَ
إلَيْهَا
فَوَلَّيْتُهَا
ظَهْرِي
وَنَكَصْتُ
عَلَى
عَقِبِي،
وَقُلْتُ: يَا
زَيْنَبُ
أرْسَلَنِي
رَسُولُ
اللّهِ #
يَذْكُرُكِ. فَقَالَتْ:
مَا أنَا
بِصَانِعَةٍ
شَيْئاً حَتّى
أُؤَامِرَ
رَبِّي،
فَقَامَتْ
إلَى مَسْجِدِهَا
وَنَزَلَ
الْقُرآنُ،
وَجَاءَ رَسُولُ
اللّهِ #
فَدَخَلَ
عَلَيْهَا
بِغَيْرِ
إذْنٍ. قَالَ
فَلَقَدْ
رَأيْتُهَا
أطْعَمَنَا
رَسُولُ
اللّهِ #
اَلْخُبْزَ
وَالْلَّحْمَ
حَتّى
امْتَدَّ
الْنَّهَارُ.
فَخَرَجَ
الْنَّاسُ
وَبَقَىَ
رِجَالٌ
يَتَحَدَّثُونَ
في الْبَيْتِ
بَعْدَ
الطَّعَامِ،
فَخَرَجَ رَسُولُ
اللّهِ #
وَاتَّبَعْتُهُ
فَجَعَلَ يَتَتَبَّعُ
حُجَرَ نِسَائِهِ
وَيُسَلِّمُ
عَلَيْهِنَّ،
وَيَقُلْنَ
لَهُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
كَيْفَ وَجَدْتَ
أهْلَكَ؟
قَالَ أنَسٌ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ: فَمَا
أدْرِي أنَا
أخْبَرْتُهُ
أوْ غَيْرِى
أنَّ
الْقَوْمَ
قَدْ
خَرَجُوا، فَانْطَلَقَ
حَتّى دَخَلَ
الْبَيْتَ.
فَذَهَبْتُ
أدْخُلُ
مَعَهُ،
فَألْقَى
السِّتْرَ
بَيْنِي وَبَيْنَهُ،
وَنَزَلَ
الْحِجَابُ،
وَوُعِظَ الْقَوْمُ
بِمَا
وُعِظُوا
بِهِ: يَا
أيُّهَا الّذِينَ
آمَنُوا َ
تَدْخُلُوا
بُيُوتَ النَّبِيِّ.
الى قَوله:
واللّهِ َ
يَسْتَحْيِ مِنَ
الْحَقِّ[.
أخرجه مسلم
والنسائي،
وللبخاري
والترمذي
بمعناه .
1. (5615)- Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Zeyneb'in iddeti tamamlanınca, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Zeyd (radıyallahu anh)' e: "Git onu bana (kendinden)
iste!" dedi. Zeyd gitti, Zeyneb'e geldiği zaman hamurunu yoğuruyordu. Zeyd
der ki: "Onu gördüğüm zaman içimde bir zorluk hissettim, ona bakamaz hale
geldim. Sırtımı ona çevirerek, geri geri
yaklaştım ve: "Ey Zeyneb!
Beni Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderdi. Seni istiyor" dedim.
Zeyneb: "(Ben (istihare yoluyla)
Rabbimle istişare etmeden bir şey yapacak durumda değilim!" dedi ve kalkıp mescidine gitti. Derken
Resulullah'a vahiy geldi. Aleyhissalâtu vesselâm kalkıp izin almadan Zeyneb'in
evine girdi. Zeyd der ki: Gündüzün ilerlemesiyle Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bize ekmek ve et yedirdiğini gördük.
Yemekten
sonra halk çıkmış, bazı kimseler evde kalmış sohbet ediyordu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
da çıktı, peşinden ben de çıktım. Hanımlarının hücrelerine birer birer uğrayıp selam vermeye başladı. Onlar:
"Ey Allah'ın Resulü (yeni) hanımını nasıl buldun?" diyorlardı.
Hz.
Enes (radıyallahu anh) der ki:
"Bilemiyorum, "halk çıktı!" diye ben mi haber verdim, başkası mı
haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm gelip evine girdi. Ben de beraber girmek
istedim. Benimle kendi arasına perde çekti.
Örtünme ayeti nazil oldu. Halk, kendilerine verilen öğütten derslerini
aldı: "Ey iman edenler! Yemek için
davet olunmadan Peygamber'in evine girip de orada yemek vaktini beklemeyin.
Davet edildiğinizde ise girin, fakat yemeğinizi yedikten sonra sohbete dalmadan
dağılın. Bu hareketiniz Peygamer'e eziyet verir. O da size bunu açıklamaktan
sıkılır. Allah ise hakkı açıklamaktan
çekinmez" (Ahzab 53). [Müslim, Nikah 87, (1428); Nesâî, Nikah 26 (6 , 79).][23]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah'ın Zeyneb Bintu Cahş ile evlenmelerini anlatmaktadır. Zeyneb Bintu
Cahş, Aleyhissalâtu vesselâm'ın hala kızı idi. Onu azadlısı Zeyd İbnu Harise
ile evlendirmişti. Zeyneb bu evliliği istemiyordu. Resulullah'ın hatırına
kabullenmişti. Sonunda evliliği devam ettiremeyip ayrıldılar. Şu halde
Zeyneb'in bu boşamadan hasıl olan iddetinin sona ermesi mevzubahistir.
Resulullah, evlenme teklifini Zeyneb'in eski kocası Zeyd ile
duyurur. Zeyneb bu teklife hemen evet demez. "İstihare yaparak Rabbimin irşadını alayım" der. Mescidine gider. Bu esnada
da Aleyhissalâtu vesselâm'a vahiy gelmiştir. Vahiyde, Zeyneb'in Resuslullah'a
Allah tarafından nikahlandığı ifade
edilmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm bu sebeple Zeyneb'e kendisi gider ve
kapıyı çalmadan içeri girer. Kapıyı çalmadan girişi, Zeyneb'le nikahının
kıyılmış olması sebebiyledir. Mezkur ayet
şöyle: "Zeyd o hanımla alâkasını kesince, biz onu sana nikahladık..." (Ahzab 37). Bilahare,
Resulullah'ın hanımları birbirlerine
karşı faziletleriyle övünürken Hz. Zeyneb "Sizin nikahınızı
insanlar kıyarken benin nikahımı Aziz ve Celil olan Allah kıydı"
diyecektir.
2- Hz. Enes, Hz.
Zeyneb'in düğün yemeğinin, derhal aynı gün içinde yendiğini belirtir.
Yemekten sonra cemaatin dağılmasına rağmen bazı rivayetlerde tasrih edildiği
üzere iki kişi sohbete dalar ve evde kalmaya devam eder. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın odayı terketmesi de bunlara çıkıp gitmeleri için yeterli mesaj
sayılmaz, oturmaya devam ederler. Aleyhissalâtu vesselâm zevcelerini birer
birer ziyarete başlar. Selam verir, halhatır sorar. Ziyaretleri tamamlayıp dönünce o iki kişi de çıkar.[24]
3- Hadisten Çıkan Bazı Fevaid:
* Kişi evine dışardan geldikçe aile halkına selam vermeli,
halhatır sormalıdır. Böylece utanarak meselesini açamayan aile reisinin açtığı
sohbet zemini içerisinde meseleler açılmış olur.
* Selam verilirken, muhatap
tek bile olsa cemi sigasıyla esselamu aleyküm diye selam vermelidir.
* Bir kimse ile karşılaşınca halhatır sormak müstehabtır.[25]
*
ÜMMÜ HABİBE RADIYALLAHU ANHA
ـ5616 ـ1ـ
وَعَنها
رَضِيَ
اللّهُ عَنها:
]أنَّهَا
كَانَتْ تَحْتَ
عُبَيْدِ
اللّهِ بْنِ
جَحْش
فَمَاتَ بِأرْضِ
الْحَبَشَةِ
فَزَوَّجَهَا
النَّجَاشِىُّ
رَحِمَهُ
اللّهُ مِنَ
النَّبِىِّ #
وَأمَهْرَهَا
أرْبَعَةَ
آَفِ
دِرْهَمٍ، وَبَعَثَ
بِهَا
إلَيْهِ مَعَ
شُرَحْبِيلِ بْنِ
حَسَنَةَ،
فَقَبِلَ
النَّبِيّ #[.
أخرجه أبو
داود والنسائي
.
1. (5616)- Ümmü Habibe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Kendisi, Ubeydillah İbnu Cahş'ın nikahı
altında idi. Habeşistan'da kocası ölünce, Necaşi merhum, onu Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a nikahlayıp dört bin dirhem mehir verdi. Onu Şürahbil
İbnu Hasene ile birlikte Aleyhissalâtu vesselâm'a gönderdi. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kabul etti." [Ebu Davud, Nikah 29, (2107, 2108);
Nesâî, Nikah 66, (6, 119).][26]
AÇIKLAMA:
Ümmü Habibe (radıyallahu anh)'nin adı Remle Bintu Ebi Süfyan Sahr
İbni Harb'tir. Babası Ebu Süfyan, o sıralarda Mekke'nin lideri ve müşrik idi. Fetih günü Müslüman
olanlardandır.
Ümmü Habibe kocası Ubeydillah ile birlikte Habeşistan'a, ikinci
hicretle gitmişti. Kocası orada içki düşkünlüğü sebebiyle Hıristiyan oldu ve
orada öldü. Ümmü Habibe kocasına uyup İslam'dan çıkmadı, imanında sebat etti.
Ümmü Habibe'nin
Resulullah'a nikahlanma vakti ve yeri hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazı
rivayetlere göre, Habeşistan'da hicretin altıncı yılında nikah kıyılmıştır.
Bazı rivayetlere göre, Aleyhissalâtu
vesselâm, nikah için, Amr İbnu Ümeyye ed-Damri'yi Necaşi'ye göndererek Ümmü
Habibe'yi kendisine nikahlayıvermesini, kendisi adına dört yüz dinar miktarında
mehir vermesini talep etmiştir. Necaşi bu arzuyu Nebeviyi yerine getirerek Ümmü
Habibe'yi Şurahbil İbnu Hasene ile birlikte Medine'ye göndermiştir.
Rivayete göre, Necaşi, Resulullah'ın isteği kendisine ulaşınca,
Ebrehe adındaki cariyesini Ümmü Habibe'ye gönderir. Ebrehe: "Melik sana
diyor ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana yazarak seni O'na
nikahlamamı talep etti" der. Bunun üzerine Ümmü Habibe, Halid İbnu Said
İbni'l-As'a haber gönderir ve onu nikahta vekil tayin eder. Habere çok sevinen
Ümmü Habibe Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a zevce olmak gibi fevkalâde
mutlu bir haberi getiren Ebrehe'ye iki bilezik
ve bir gümüş yüzük verir. Akşam olunca, Müslümanların temsilcisi olan
Ca'fer İbnu Ebi Talib ve diğer Müslümanları çağırır ve huzurlarında dua okuyup nikah kıyar, mehri
Halid İbnu Said İbni'l-As'a teslim eder. Cemaat
dağılmak isteyince Necaşi: "Oturun, peygamberlerin sünnetidir;
evlendikleri zaman, nikah üzerine yemek yerler" der. Yemek getirilir,
yerler ve dağılırlar.
Bazı rivayetlerde bu hadisenin hicretin yedinci yılında vaki
olduğu zikredilir. Ümmü Habibe'nin vekil tayin ettiği Halid, Ümmü Habibe'nin
babasının amcasının oğlunun oğludur. Nikah sırasında Ebu Süfyan müşrik ve
Resulullah'la harp halinde idi.
Yukarıda da söylediğimiz gibi bu nikahın Habeşistan'dan döndükten
sonra Medine'de kıyıldığı da söylenmiştir. Ancak meşhur olan önceki rivayettir.
Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ), hicrî kırk dört yılında vefat
etmiştir. Allah validemizi şefaatçimiz kılsın.[27]
ـ5617 ـ1ـ عن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَدِمَ
رَسُولُ
اللّهِ #
خَيْبَرَ.
فَلَمَّا
فَتَحَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
الْحِصْنَ
ذُكِرَ لَهُ
جَمَالُ
صَفِيَّةَ
بِنْتِ
حُيَىِّ بْنِ
أخْطَبَ
وَقَدْ
قُتِلَ
زَوْجُهَا
وَكَانَتْ
عَرُوساً
فَاصْطَفَاهَا
النَّبِىُّ #
مِنَ
الْمَغْنَمِ
وَخَرَجَ
بِهَا حَتّى
بَلَغَ الرَّوْحَاءَ
فَبَنَى
بِهَا. ثُمَّ
صَنَعَ حَيْساً
في نِطْعٍ
صَغِيرٍ.
ثُمَّ قَالَ
لِي: آذِنْ
مَنْ
حَوْلَكَ.
فَكَانَتْ
تِلْكَ
وَلِيمَةَ
رَسُولِ
اللّهِ # عَلى
صَفِيَّةَ.
ثُمَّ خَرَجْنَا
الى
الْمَدِينَةِ
فَكَانَ #
يُحَوِّي
لَهَا
وَرَاءَهَا
بِعَبَاءَةٍ.
ثُمَّ يَجْلِسُ
عِنْدَ
بَعِيرِهِ
فَيَضَعُ
رُكْبَتَهُ،
فَتَضعُ
صَفِيَّةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها رِجْلَهَا
عَلى
رُكْبَتِهِ
حَتّى
تَرْكَبَ[.
أخرجه الخمسة
إ
الترمذي.قوله:
»يُحَوِّى« الحوية:
كساء يعمل حول
سنام البعير
ليركب عليه .
1.(5617)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber'e
geldi. Allah kaleyi fethetmeyi müyesser kılınca, kenisine Safiyye Bintu Huyey
İbni Ahtab'ın güzelliğinden bahsedildi.
Safiyye'nin kocası savaş sırasında öldürülmüştü. Kadın daha yeni
evlenmişti. Aleyhissalâtu vesselâm, ganimetten pay olarak kendisine onu seçti.
Oradan Safiyye ile birlikte çıktılar. Revha nam mevkiye geldiler. Aleyhissalâtu
vesselâm orada gerdek yaptı. Sonra küçük bir yaygı içerisinde has (denen hurma, yağ ve keş'ten mamul bir
yemek) hazırladı. Sonra bana: "Etrafındakileri çağır!" buyurdu. Bu,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Safiyye için verdiği düğün yemeği idi.
Sonra oradan Medine'ye hareket ettik. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Safiyye için, bineğinin terkisine bir
örtü seriyordu. Sonra devesinin yanıda çömelip dizini dayadı. Safiyye
(radıyallahu anhâ), dizine basarak deveye bindi." [Buharî, Salat 12, Ezan
6, Salatu'l-Havf 6, Cihad 102, 130, Menakıb 27, Megazi 38; Müslim, Nikah 464,
(1367); Ebu Davud, Harac ve'l-İmaret 21, (2996, 2997, 2998); Nesâî, Nikah 79,
(6, 131-134).][28]
AÇIKLAMA:
Safiyye Bintu Huyey, rivayetten de anlaşılacağı üzere,
Ümmühatu'lmü'minînden olup Hayber Yahudilerindendir. Sıradan bir kadın olmayıp
ileri gelenlerden biridir. Hatta, başka rivayetlerin açıkladığı üzere,
"Bana esirelerden bir cariye ver!" diye talepte bulunan Dıhye İbnu
Halife, Resulullah'ın: "Git dilediğini seç al" ruhsatı üzerine gider
Safiyye'yi seçer. Ancak Aleyhissalâtu vesselâm'a: "Ey Allah'ın Resulü, o,
Kureyza ve Nadir kabilelerinin efendisidir, o ancak size münasibtir" diye ikazda
bulunurlar. Aleyhissalâtu vesselâm belki
de siyasî mülahazalarla, yani Yahudilerle Müslümanlar arasındaki husumeti azaltmak, gerginliği asgariye
indirip dostane münasebetleri geliştirmek düşüncesiyle, böyle mümessil
mahiyetinde bir kadınla evlenmeyi uygun görür. Dıhye'yi çağırıp bir başka
cariye seçmesini söyler ve Safiyye'yi
kendisi alır. Azad eder, örtüye tabi kılar ve evlenir. Örtmesi, zevce
edindiğinin alâmetidir. Cariye olarak almış olsaydı örtünmeyi mecbur etmezdi.
Safiyye (radıyallahu anhâ)'nın akıllı kadınlardan biri olduğu belirtilir. Hz.
Safiyye, gerçekten Yahudilere karşı dikkatleri çekecek, şikayetlere sebep
olacak derecede hususi yakınlık göstermiş, hane-i saadette onların temsilcisi
rolünü oynamıştır. Bu aşırı ilgisinden sual edilince: "Benim onlar
arasında akrabalarım var, sıla-ı rahm yapıyorum" diye cevap vermiştir.
Resulullah, Safiyye'nin yüzünde
morluk görür ve sebebini sorar. Anlatır ki: Rüyasında gökteki ayın
kucağına düştüğünü görür. Bunu ertesi gün babasına anlatır. Babası: "Sen
Arap melikine zevce olacaksın"
diyerek öfkeyle tokat atar. Bu iz, o darbeden kalmadır. Bir başka
rivayette, göğsüne düşen güneştir. Rüyayı anlattığı kimse de kocasıdır. Rüyayı annesine anlattığı da
rivayetlerde yer alır. Safiyye'nin evli olduğu düşünülürse, kocasına anlatmış,
onun darbesini yemiş olması daha makul gelir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden bazıları
zaman zaman Safiyye'yi "Yahudi kızı" diyerek, mesela Hz. Aişe ve Hz. Hafsa: "Biz Resulullah'ın
yanında senden daha muteberiz, biz Resulullah'ın hem zevceleriyiz hem de
amcasının kızlarıyız" diyerek üzerler. Safiyye bu laf atmaları
Aleyhissalâtu vesselâm'a şikayet eder. Resulullah onu şöyle teselli eder:
"Sen onlara: "Siz benden nasıl daha hayırlı olursunuz? Benim kocam
Muhammed'dir, babam Harun'dur, amcam Musa'dır" demedin mi?" buyurur.
Bir sefer sırasında Hz. Safiyye'nin devesi hastalanır. Zeyneb Bintu Cahş
validemizin fazla devesi vardır.
Aleyhissalâtu vesselâm, devesinin birini Safiyye'ye vermesini söyler. Ancak
Zeyneb: "Ben şu Yahudi kızına mı
devemi vereceğim!" diyerek imtina eder. Bu
tutuma üzülen Aleyhissalâtu vesselâm üç ay kadar bir müddet Zeyneb'i terkeder, ona gece
ayırmaz ve hiç konuşmaz.
Medine'ye geldiği vakit ensar kadınları ve bu arada Hz. Aişe, Safiyye radıyallahu
anhünne'yi görmeye gelirler. Resulullah Hz. Aişe'ye: "Zevcemi nasıl
buldun?" diye sorunca: "Bir Yahudi kadını" diye istiskal edici bir cevap verir.
Resulullah: "Öyle söyleme, o Müslüman oldu ve Müslümanlığında da
samimi" buyururlar.
Hz. Safiyye'nin ölüm tarihi ihtilaflıdır: 37 ile 52 arasında
değişen yıllar söylenmiştir, (radıyallahu anhâ). [29]
*
HZ. CÜVEYRİYE RADIYALLAHU ANHA
ـ5618 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]وَقَعَتْ
جُوَيْرِيَة
بِنْتُ
الْحَارِثِ
مِنْ بَنِى
الْمُصْطَلِقِ
في سَهْمِ ثَابِتِ
بْنِ قَيْسِ
بْنِ
شَمَّاسِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه،
وَكَانَتِ
امْرَأةٌ
مَُّحَةً لَهَا
في الْعَيْنِ
حَظٌّ،
فَجَاءَتْ
تَسأَلُ
رَسُولَ
اللّهِ في
كِتَابَتِهَا.
قَالَتْ عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها:
فَلَمَّا قَامَتْ
عَلى
الْبَابِ،
وَرَأيْتُهَا
كَرِهْتُ
مَكَانَهَا،
وَعَرَفْتُ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # سَيَرَى
مِنْهَا
مِثْلَ
الّذِي
رَأيْتُ.
فَقَالَتْ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ، أنَا
جُوَيْرِيَةُ
بِنْتُ
الْحَارِثِ،
وَإنَّهُ
كَانَ مِنْ
أمْرِي مَاَ
يَخْفَى
عَلَيْكَ،
وَإنِّي وَقَعْتُ
في سَهْمِ
ثَابِتِ بْنِ
قَيْسٍ،
وَإنِّي
كَاتَبْتُ
عَلى
نَفْسِي،
وَجِئْتُكَ
تُعِينُنِي
فَقَالَ
لَهَا: فَهَلْ
لَكِ فِيمَا
هُوَ خَيْرٌ
لَكِ؟
قَالَتْ:
وَمَا هُو؟
قَالَ: أُؤَدِّيَ
عَنْكِ
كِتَابَتَكِ
وَأتَزَوَّجُكِ؟
قَالَتْ: قَدْ
فَعَلْتُ.
فَلَمَّا
تَسَامَعَ
النَّاسُ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # قَدْ
تَزَوَّجَ
جُوَيْرِيةَ
أرْسَلُوا
مَا
بِأيْدِيهِمْ
مِنَ السَّبْيِ
وَأعْتَقُوهُمْ
وَقَالُوا:
أصْهَارُ
رَسُولِ
اللّهِ #.
قَالَتْ:
فَمَا رَأيْنَا
امْرَأةً
كَانَتْ
أعْظَمَ
بَرَكَةً عَلى
قَوْمِهَا
مِنْهَا؛
أُعْتِقَ في
سَبَبِهَا
أكْثَرُ مِنْ
مِائَةِ
أهْلِ بَيْتٍ
مِنْ بَنِي
الْمُصْطَلِقِ[.
أخرجه أبو
داود.»المََّحَةَُ«
بمعنى
المليحة،
وهذا البناء
للمبالغة في
المحة.و»المكاتبةُ«
أن يشترى
المملوك نفسه
من موه ليؤدي
ثمنه إليه من
كسبه .
1. (5618)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Beni'l-Mustalik'ten Cüveyriye
Bintu'l-Haris, Sabit İbnu Kays İbni Şemmas (radıyallahu anh)'ın hissesine
düşmüştü [esaretten kurtulmak için mukatebe anlaşması yaptı]. O, çok güzel bir kadındı,
gözde onun için bir hisse vardı (gören göz haz duyardı). Mukatebe bedelini ödemede yardım talep etmek üzere
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldi.
Hz. Aişe devamla der ki: "Cüveyriye kapıda durduğu vakit onu
görünce durumu hoşuma gitmedi (Resulullah'ın onu beğenip evlenmeye
kalkacağından koktum). Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da benim onda
gördüğüm (güzelliği) göreceğini derhal anladım.
"Ey Allah'ın Resulü dedi. Ben Haris'in kızı Cüveyriye'yim.
Durumum size meçhul değil. Ben Sabit İbnu Kays'ın hissesine düştüm. Fakat hürriyetime kavuşmak
için onunla mukatebe yaptım. Size, mukatebe (bedelini ödemem)de yardım istemek
üzere geldim. Resulullah:
"Sana ondan daha
hayırlısını söylesem ne dersin?" buyurdular. Cüveyriye: "O
nedir?" dedi.
"Senin yerine mukatebe ücretini ödeyeyim ve seni zevce olarak alayım?" buyurdular.
Cüveyriye de: "Kabul ediyorum!" dedi. [Bunun üzerine, Sabit İbnu
Kays'a adam göndererek Cüveyriye'yi ondan talep etti. Sabit: "O senindir,
Ey Allah'ın Resulü! Annem babam sana feda olsun!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm mukatebe ücretini hemen ödedi. Cüveyriye'yi
azad edip evlendi. Halk, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Cüveyriye ile
evlendiğini işitince ellerindeki esirleri salıp azad ettiler ve: "Bunlar
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın artık
akrabalarıdır (esir olarak tutulamazlar)!" dediler. Hz. Aişe devamla der ki: "Kavmine ondan daha
hayırlı bir kadın görmedik; onun sebebiyle Benî
Mustalik'ten yüz aile halkı azad olundu." [Ebu Davud, Itk 2,
(3931).][30]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Benî Müstalik'in
Müslümanlara karşı sefer hazırlığında olduğunu istihbar edince ani bir baskın
hareketiyle düzenlerini önlemişti. Gafil avlanan Benî Müstalik mağlup olmuş,
yedi yüz kadar insan da Müslümanlara esir düşmüştü. Hz. Aişe yüz ailenin
Cüveyriye sebebiyle azad edildiğini belirtir. Demek ki her bir aile ortalama
yedi kişiden müteşekkildir. Bazı rivayetler Cüveyriye (radıyallahu anh)'nin
adının Berre olduğunu, bunu Resulullah'ın Cüveyriye diye değiştirdiğini
belirtir.
2- Hadisten "veli"nin velisi olduğu kadını
evlendirebileceği, dilerse kendisi o kadınla evlenebileceği hükmünü
çıkarmışlardır. Çünkü, Resulullah velisi durumunda bulunduğu Cüveyriye ile
evlenmiştir. Resulullah o durumda Cüveyriye'nin velisi sayılır. Çünkü
"sultan, velisi olmayanın velisidir." Cüveyriye köle olması haysiyetiyle
velisiz sayılır. Keza Aleyhissalâtu vesselâm, Cüveyriye için mevla'l-itaka'dır,
yani "azadlık efendisi." Azadlık efendisi, azadlının velisidir. Çünkü ona asabe olmuştur. Böylece
Aleyhissalâtu vesselâm'ın Cüveyriye'ye veli olduğu sübut bulunca, cereyan eden
hadise, veli olan Resulullah'ın velayeti altındaki Cüveyriye'yi kendisi ile
evlendirmiş olmasından ibarettir. Öyleyse "veli nefsini (velayeti
altındaki ile) evlendirebilir."[31]
ـ5619 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]لَمَّا
دَخَلَتِ
ابْنَةِ
الْجَوْنِ
على رَسُولِ
اللّهِ #
قَالَتْ:
أعُوذُ
بِاللّهِ
مِنْكَ، فَقَالَ
لَهَا: لَقَدْ
عُذْتِ
بعَظِيمٍ،
إلْحَقِي
بِأهْلِكِ[.
أخرجه
البخاري
والنسائي .
1. (5619)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "İbnetu'l-Cevn, Aleyhissalâtu vesselâm'ın
yanına girince: "Senden Allah'a sığınırım!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Gerçekten büyüğe sığındın. Ailene dön!"
buyurdular." [Buharî, Talak 3; Nesâî, Talak 14, (6, 150).][32]
AÇIKLAMA:
Siyer ve hadis kitaplarında gelen farklı rivayetler, bazı
kadınların, Resulullah'a gerdek sırasında "Senden Allah'a sığınırım"
diyerek veya buna yakın bir cümle ile
hitap ettiklerini belirtir. Rivayetlerden gelen bu kıssalar farklı hadiseler
midir, aynı hadisenin farklı rivayetleri midir, çok net değil, şarihler bu hususta
cezmetmekten kaçınırlar. İbnu Sa'd'ın bir rivayeti şöyle: "Kilabiye'nin
ismi ihtilaflıdır. Fatıma Bintu'd-Dahhak İbnu Süfyan dendi, Amra Bintu Yezid
İbni Ubeyd dendi, Sena Bintu Süfyan İbni Avf dendi, el-Aliye Bintu Zıbyan İbnu
Amr İbni Avf dendi."
Nisbet olarak da kadın Kilabî midir, Kindî midir ihtilaflıdır.
İbnu Hacer, en az iki ayrı hâdisenin varlığına hükmedilebileceğini söyler. Ebu
Üseyd rivayetinde geçen kadın Ümeyme'dir, Sehl'in rivayetinde geçen kadın
Esma'dır. Bu meselenin teferruatı bize
pratik bir fayda sağlamayacağı için münakaşaları aktarmayacağız.
Gerdek sırasında kadını (veya
bazı kadınları) bu çeşit yakışıksız söz sarfetmeye sevkeden
husus nedir? Rivayetler bu hususta ehemmiyetle, Ümmühatu'lmü'minînden bazılarının
hilesini rivayet ederler: Bu yeni kadın çok güzeldir. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sevgi ve ilgisini kazanmada kendilerine galebe edeceğinden
korkarlar ve kadıncağıza: "Eğer derler, sen Resulullah sana yaklaşınca
"senden Allah'a sığınırım!"
dersen bu sözden hoşlanırlar."
Saflığı sebebiyle aldanıp böyle söyleyen kadın, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan "...Ailene dön!" karşılığını alır. Bu muameleye maruz
kalan Fatıma Bintu'd-Dahhak el-Kilabiye (uğradığı bedbahtlığın sevkiyle)
"mayıs toplar ve ben şakiyyeyim dermiş. Bu rivayete göre bu telkini
yapanlar Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'dır. Kadını tarayıp, kınalayarak gerdeğe
hazırlarken, onlardan biri: "Resulullah, gerdeğe girdiği zaman kadının
"senden Allah'a sığınırım" demesinden hoşlanır" derler.
Ebu Üseyd'in rivayetinde, kadın ailesine geri götürülür. Ailesi
bunu hoş karşılamaz: "Sen mübarek olmayan bir kadınsın" diye
bağrışırlar. Kadın üzülür, aldatıldığını söyler, kederinden ölür.
Bir başka rivayet, kadının Muhacir İbnu Ebi Ümeyye ile
evlendiğini, Hz. Ömer kadını cezalandırmak istedi ise de, kadın: "Bana
örtü koymamıştı. Ümmü'lmü'minîn de dememişti (Hz. Peygamber'e zevce
olmamıştım)" diyerek kendini müdafaa eder ve Hz. Ömer dokunmaz. Hicrî
altmış senesinde vefat eder.[33]
ـ5620 ـ2ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها:
]أنَّهَا
كَانَتْ
مِمَّنْ
وَهَبَتْ نَفْسَهَا
لِرَسُولِ
اللّهِ #[.
أخرجه
النسائي .
1. (5620)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin anlattığına göre, "Ümmü Şerik, Aleyhissalâtu
vesselâm'a nefsini hibe
edenlerdendir."
(Teysir, hadisin kaynağını Nesai olarak gösterir ise de, Nesai'nin
el-Mücteba olarak meşhur olan Sünen'inde mevcut değildir,
es-Sünenü'l-Kübra'sında olabilir.)[34]
AÇIKLAMA:
Kadınlardan zaman zaman, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
gelip kendini hibe edenler olmuştur. Kadının nefsini hibe etmesi, karşılığında
mehir gibi bir karşılık istemeksizin evlenme teklifinde bulunmasıdır. Bu
sadedde ismi geçenlerden biri, sadedinde olduğumuz hadiste zikredildiği üzere
Ümmü Şerik'tir, bir diğeri Havle Bintu
Hakim, bir diğeri Fatıma Bintu Şüreyh, bir diğeri Leylâ Bintul-Hatim, bir
diğer Zeyneb Bintu Huzeyme, bir diğeri Meymune Bintu'l-Haris'dir. Hemen
belirtelim ki, aslında helal olmasına rağmen, Aleyhissalâtu vesselâm bu bağış
sahiplerinin hiçbiriyle evlenmemiştir.
Onun nikahının altında bulunanlardan hiçbiri de nefsini bağışlayanlardan
değildir. Buna rağmen Hz. Aişe'nin nefsini bağışlayan kadınlara karşı
kıskançlık duyduğu belirtilir.[35]
ـ5621 ـ3ـ
وعن ثَابِتٍ
رَحِمَهُ
اللّهُ قال:
]كُنْتُ
عِنْدَ أنَسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
وَعِنْدَهُ
بِنْتٌ لَهُ.
فقَالَ أنَسٌ:
جَاءَتِ
امْرَأةٌ الى
النَّبِىِّ #
تَعْرِضُ
نَفْسَهَا
عَلَيْهِ،
فَقَالَتْ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ؛
ألَكَ بِى
حَاجَةٌ؟
فَقَالَتْ
بِنْتُ أنَسٍ:
مَا أقَلَّ
حَيَاءَهَا، وَاسَوْأتَاهُ
وَاسَوْأتَاهُ.
فقَالَ: هِيَ
خَيْرٌ
مِنْكِ.
رَغِبَتْ في
رَسُولِ
اللّهِ # فَعَرَضَتْ
نَفْسَهَا
عَلَيْهِ[.
أخرجه
البخاري والنسائي
.
2. (5621)- Sabit
rahimehullah anlatıyor: "Ben Hz. Enes (radıyallahu anh)'in yanında idim.
Onun yanında bir kızı vardı. Enes dedi ki: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a bir kadın gelerek nefsini ona arzetti ve: "Ey Allah'ın Resulü!
Senin bana ihtiyacın var mı?" dedi. Bunun üzerine Enes'in kızı: "Bu
kadının hayası ne kadar az! Ne ayıp, ne ayıp!" dedi. Enes:
"Hayır, o senden daha hayırlı! Resulullah'a rağbet ve arzu
duydu ve nefsini ona arzetti" buyurdu." [Buharî, Nikah 32, Edeb 79;
Nesaî, Nikah 25, (6, 78-79).][36]
ـ5622 ـ3ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّ أبَا
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
جَاءَ
يَسْتَأذِنُ
على رَسُولِ
اللّهِ #
فَوَجَدَ
النَّاسَ
بِبَابِهِ
جُلُوساً
لَمْ
يُؤْذَنْ
لَهُمْ،
فأذِنَ لَهُ
فَدخَلَ
فَوَجَدَهُ
جَالِساً
حَوْلَهُ
نِسَاؤُهُ
وَهُوَ
سَاكِتٌ.
ثُمَّ
اسْتأذَنَ
عُمَرُ فأذِنَ
لَهُ وَهُوَ
كذلِكَ
فَقَالَ أبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
‘قُولَنَّ
قَوًْ أُضْحِكَ
بِهِ رَسُولَ
اللّهِ #.
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ! لَوْ
رَأيْتَ
ابْنَةَ
خَارِجَةَ
تَسْألُنِي
النَّفَقَةَ.
فَقُمْتُ
إلَيْهَا، فَوَجَأتُ
عُنُقَهَا.
فَضَحِكَ
رَسُولُ اللّهِ
#، وَقالَ:
كُلُّ مَنْ
حَوْلِى
كَمَا تَرَى
تَسْألُنِى
النَّفَقََةَ،
فقَامَ عُمَرُ
الى حَفْصةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنها
يَجَأُ
عُنُقَهَا،
وَقَامَ أبُو
بَكْرٍ الى
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
يَجَأُ
عُنُقَهَا.
كَِهُمَا يَقُولُ:
تَسألْنَ
رَسُولَ
اللّهِ # مَا
لَيْسَ
عِنْدَهُ؟
فَقُلْن:
واللّهِ َ
نَسْألُهُ أبداً
مَا لَيْسَ
عِنْدَهُ.
ثُمَّ
اعْتَزَلَهُنَّ
شَهْراً؛
ثُمَّ
نَزَلَتْ
هذِهِ اŒيةُ:
يَا أيُّهَا
النَّبِيُّ
قُلْ
‘زْوَاجِكَ. حَتّى
بَلَغَ
لِلْمُحْسِنَاتِ
مِنْكُنَّ
أجْراً
عَظِيماً.
قَالَ:
فَبَدَأ
بِعَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها.
فقَالَ: إنِّي
أُرِيدُ أنْ
أعْرِضَ
عَلَيْكِ
أمْراً
أُحِبُّ أنْ َ
تَعْجِلِي
فيهِ حَتّى
تَسْتَشِيرِي
أبَوَيْكِ.
قَالَتْ: مَا
هُوَ يَا
رَسُول
َاللّهِ؟ فَتََ
عَلَيْهَا
اŒيَة.
قَالَتْ:
أفِيكَ
أسْتَشِيرُ
أبَوَيَّ؟
بَلْ
أخْتَارُ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
وَالدَّارَ
اŒخِرَةَ
وَأسْألُكَ
أنْ َ تُخْبِرَ
امْرَأةً
مِنْ
نِسَائِكَ
بِالّذِى قُلْتُ
لَكَ. فَقَال:
َ تَسْألُني
امْرَأة مِنْهُنَّ
إَّ
أخْبَرْتُهَا،
لَمْ
يَبْعَثْنِي
اللّهُ تَعالى
مُعْنِتاً
وََ
مُتَعَنِّتاً،
وَلَكِنْ
بَعثَنِي
مُعَلِّماً
وَمُيَسِّراً[.
أخرجه
مسلم.»وَجَأتُ«
عتقَ فن: إذا
دستها برجلك ونحو
ذلك .
3. (5622)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) gelip (Hz.
Peygamber'in huzuruna girmek için) izin istedi. Kapıda oturmuş bekleyen
insanlar vardı. Onlara izin verilmemişti. Hz. Ebu Bekr'e izin verildi, o da
girdi. Girince, Aleyhissalâtu vesselâm'ı etrafında zevceleri toplamış olduğu
halde sessiz oturuyor buldu. Derken Hz.
Ömer de izin istedi, ona da aynı halde iken izin verdi. Hz. Ebu Bekr: "Ben
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı güldürecek bir şey
söyleyeceğim!"dedi ve sordu:
"Ey Allah'ın Resulü! Hârice'nin kızı benden nafaka istese ben
de kalkıp boğazını tutsam ne dersiniz?" dedi. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) güldü ve: "Şu etrafında gördüklerinin hepsi benden nafaka
istiyorlar!" dedi. Ömer, hemen
kalkıp boğazını tutmak üzere Hafsa'ya yöneldi. Hz. Ebu Bekr de kalkıp boğazını
tutmak üzere Aişe'ye yöneldi. Her ikisi de:
"Demek siz Resulullah'tan onda olmayan şeyi istiyorsunuz
ha!" diyordu. Onlar: "Allah'a
yemin olsun! Biz ondan asla olmayan şeyi
istemiyoruz!" dediler. Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlardan bir ay
ayrı durdu. Arkadan şu ayet nazil oldu. (Mealen): "Ey Peygamber!
Hanımlarına de ki: "Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin
boşanma bedelini verip sizi güzellikle
serbest bırakayım. Eğer Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız,
şüphesiz ki, sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek
büyük bir mükafaat hazırlamıştır" (Ahzab 28-29).
Hz. Cabir devamla der ki: "Bunun üzerine Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den başlayarak şöyle dedi:
"Ben sana bir husus
arzedeceğim. Cevap vermede acele etmemeni dilerim, ebeveyninle de
istişare ettikten sonra cevap ver."
"O husus nedir ey Allah'ın Resulü?" diye Aişe sorunca,
Aleyhissalâtu vesselâm ayeti tilavet buyurdu. Bunun üzerine Hz. Aişe hemen:
"Yani sizi tercih meselesinde mi ailemle istişare edeceğim? Asla! Ben Allah'ı
ve Resulü'nü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum. Senden ricam, kadınlarından
hiçbirine benim şu söylediğimi haber vermemendir!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Onlardan biri sormaya görsün, ben hemen cevap veririm. Zira
Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı olarak değil, öğretici ve kolaylaştırıcı
olarak gönderdi!" buyurdular." [Müslim, Talak 29, (1478).][37]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Ümmühatu'lmü'minîn'in dünya veya ahireti tercih
hususunda muhayyer bırakıldıklarını
haber veren ayetin nüzul sebebini açıklamaktadır. Anlaşılacağı üzere Hz. Ebu
Bekr ve Hz. Ömer mutad ziyaretlerinin birinde Aleyhissalâtu vesselâm'ı
kadınları etrafında toplanmış olduğu halde sessiz (ve kaygılı)
bulurlar. Resulullah'ı neşelendirmek ve konuşturmak için Hz. Ebu Bekr'in şaka
yollu bir cümlesi Resulullah'ı güldürmekle kalmıyor, sessiz ve kaygılı oluşunun
sebebini de ortaya çıkarıyor: Hanımları kendisinden veremeyeceği veya örnek
olmalarında vermeyi uygun bulmadığı şeyleri istemektedir.
Bu durumu öğrenen kayınpederler [Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer
(radıyallahu anhümâ)] hemen kızlarının üzerlerine yürüyüp "Demek siz, Resulullah'tan onda olmayan şeyler
istiyorsunuz ha!" diyerek tedib etmek, cezalandırmak isterler, Aleyhissalâtu
vesselâm buna mani olur. Ama müdahale faydadan hali olmaz. Validelerimiz, o
günden sonra Resulullah'tan, onda olmayan bir şey talep etmeyecekleri hususunda
söz verirler, yemin ederler. Derken muhayyerlik ayeti nazil olur.
Aleyhissalâtu
vesselâm emr-i İlahî'yi Hz. Aişe'den başlayarak zevcelerine tebliğ eder. Hepsi
de düşünmeye, aileleriyle istişareye gerek
duymadan Allah ve Resulü ile beraber olup darlık içinde yaşamayı,
ayrılıp bolluk içinde yaşamaya tercih ederler.
Bu
muhayyerlikte kadınlar ayrılmayı tercih
etmiş olsalar, başkalarıyla evlenmeleri helal olup olmayacağı hususunda
ulema mütalaa yürütmüş, ihtilafa
düşmüştür. Çoğunluk, ayrılığın gereği olarak
evlenebileceklerine hükmetmiştir.
Ayet geldiği
zaman Resulullah'ın nikahı altında,
hayatta dokuz karısının olduğu belirtilmektedir. Beşi Kureyşîdir. Hz. Aişe,
Hafsa, Ümmü Habibe, Sevde, Ümmü Seleme radıyallahu anhünne; dördü de Kureyş
dışından: Safiyye, Benî Nadir Yahudilerinden; Meymune, Benî Hilal'den; Zeyneb
Bintu Cahş, Benî Esed'den; Cüveyriye, Benî Mustalik'ten, radıyallahu anhünne.
2- Hadis üzgün olan eş dostun fıkra vs. nezih vasıtalara
başvurularak konuşturulup, güldürülmesinin müstehab olduğunu ifade etmektedir. [38]
ـ5623 ـ1ـ عن
مَعْقَلِ
بْنِ يسار
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ الى
رَسُولِ اللّهِ
# فقَالَ:
إنِّى
أصَبْتُ
امْرَأةً
ذَاتَ حَسَبٍ
وَجَمَالٍ
وَأنَّهَا َ
تَلِدُ، أفَأتَزَوَّجُهَا؟
قَالَ: َ.
ثُمَّ أتَاهُ
الثَّانِيَةَ،
فَنَهَاهُ.
ثُمَّ أتَاهُ
الثَّالِثَةَ،
فقَالَ:
تَزَوَّجُوا
الْوَدُودَ الْوَلُودَ،
فإنِّي
مُكَاثِرٌ
بِكُمُ ا‘ُمَمَ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
1. (5623)- Ma'kıl İbnu
Yesar (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
bir adam gelerek: "Ben (evlenmek üzere) asaletli ve güzel bir kadın
buldum. Ancak kısırdır, çocuk doğurmuyor. Onunla evleneyim mi?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Hayır evlenme!" buyurdular. Sonra adam ikinci sefer
geldi, yine aynı cevabı aldı. Adam üçüncü sefer de gelince: "(Ey
insanlar!) vedud (çok seven) ve velud (çok doğuran) olanla evlenin. Zira ben (kıyamet günü) diğer
ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim" buyurdular." [Ebu Davud,
Nikah 4, (2050); Nesaî, Nikah 11, (6, 65-66).][39]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, kadında aranması gereken belli başlı vasıfları
belirtmektedir:
* Kadın kısır olmamalıdır. Çünkü evlenmenin aslî gayelerinden biri
tenasül yani neslin devamını sağlamaktır. Çocuk doğurmayan kadın bu gayeyi
hasıl etmez.
* Kadın vedud olmalıdır: Yani kocasını çok sevmelidir.
* Kadın doğurgan olmalıdır. Kadının sadece kısır olmaması da
yeterli değil, velud da olmalıdır. İki vasıf birbirini tamamlayıcı olduğu halde
ayrı ayrı zikredilmesi, evlilikte çocuk elde etme meselesinin din açısından
ehemmiyetini nazara verir. Gerçi hadisin sonunda çocuk meselesine bir kere daha
dönülüyor: "Kıyamet günü sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim."
Eğer kadın velud olur fakat vedud olmazsa kocası tarafından
sevilmez. Ailevî ahenk ve huzur kadının kocası tarafından sevilmesi ile
mümkündür. Bu ise öncelikle kadının vedud olmasına bağlıdır. Kadın vedud olsa
fakat velud olmasa bu sefer evlilikten beklenen maksad hasıl olmaz, ümmetin
sayıca artması gerçekleşmez.
Alimler bu iki vasfın bekârlarda yakınlarının haline bakılarak
bilinebileceğini belirtirler. "Çünkü çoğunluk durumunda tabiatlar
akrabalara intikal eder, yakınlarının tabiatları birbirlerine benzer"
derler. Aliyyu'l-Kâri "Vedud ve velud olanlarla evlenin" emrinde:
"Velud ve vedud olanlarla evliliğinizi devam ettirin" manasının da
muhtemel olduğunu söyler.
Bu vesile ile bir kere daha tekrar edelim ki, İslam dini, nüfus
çokluğuna ehemmiyet verir. Birden fazla
kadınla evlenme ruhsatı bile İslam'ın
nüfus politikasının gereğidir. Böylece doğum çağında olan kadın bekâr
kalmamış olur. Ayrıca erken evlendirme prensibi de doğumu teşvik edici bir
tedbirdir. Ortalama 15-17 yaşlarında büluğa eren gençlerin hemen evlendirilmesi daha çok sayıda çocuk
edinmeye müessir olacaktır. Yüksek tahsilin yaygınlaştığı çevrelerde evlenme
yaşı gittikçe gerilere kaymakta, dolayısıyla doğum nisbeti o çevrelerde
azalmaktadır.
Doğum kontrolü diye günümüzde ortaya çıkan hâdiseyi İslam
açısından kabul etmek mümkün değildir. Bu hâdise esasen bizde dış baskılarla
müesseseleştirilmiş, doğum kontrolüyle ilgili teşkilatlar Amerikan
yardımlarıyla finanse edilmiştir. Maksad, İslam ümmetinin sayısını azaltmaktır.
Nitekim Kıbrıs askerî harekatının akabinde Amerika'nın koyduğu askerî ve
ekonomik ambargodan Türkiye'ye faydalı olacak her çeşit yardımlar nasibini
alırken, sadece doğum kontrolüne yönelik yardımlar nasibsiz kalmış, onlar
hiçbir kısıntıya uğramadan gelmeye devam etmiştir. Nedir bunun manası?
Alim geçinen eyyamcı, fetvacı, günlük politikaya göre imal-ı
fikirde bulunan yeni yetme yarımlar, fıkıh kitaplarında birçok kayıtlarla
medar-ı bahs edilen çocuk aldırma
ruhsatını, kayıtları mevzubahis etmeden göstererek veya bazı hadislerde gelen
yine kayıtlara tabi azl ruhsatını[40] medar-ı bahs ederek,
yabancı ideolojilerin işine yarayacak fetva vermektedir. Bu, manevî sorumluluğu
mucib olduğu gibi, ümmetin dünyevî menfaatlerine de aykırıdır. Dış baskılara
dayanamayan veya satın alınan politakacılarla, din temsilcileri millet
nazarında bir değildir. Millet öncelikle din alimlerine kulak verir.
Hadislerde "azl"e ruhsat olduğu gerekçesiyle doğum
kontrolü caiz diyenlere Resulullah'ın azlle ilgili şu tarifini de görmelerini
tavsiye ederiz: Müslim başta diğer birkısım Kütüb-i Sitte müelliflerinin
kaydettiği bir hadiste, Resulullah'tan azl sorulduğu zaman: "Bu, gizli bir
ve'd'dir" demiştir. Ve'd, Arapça'da çocukları diri diri toprağa gömme fiilidir. Şu halde,
Resulullah, azli "çocuğun gizlice toprağa gömülmesi" olarak tarif
etmiş bulunmaktadır. Yani, sebepsiz azli tasvib etmemektedir. Azle bile fetva
vermeyen dinimizde, kürtaj denen çocuk
katliamına fetva aramak tamamen boş bir
gayrettir.
Nüfus artışının açlık ve ekonomik sıkıntıya sebep olması gibi,
aslında ilme ve realiteye aykırı iddialara Kur'an-ı Kerim'in bir ayetiyle cevap
vereceğiz:
"Fakirlik korkusuyla evlatlarınızı öldürmeyin. Onları da,
sizi de rızıklandıran biziz. Onları öldürmek, gerçekten çok büyük bir
günahtır" (İsra 31).
Makina, gübreleme, sulama, bilgi ve tecrübe gibi yeni unsurların ziraate dahil edilmesi, ziraî istihsali dünya genelinde öyle
artırmıştır ki, bu, nüfus artışından çok öndedir. Gelecekte bitki genlerine
yapılan müdahale, ev ziraati gibi şimdiden ufukta görülen gelişmeler gıda
sıkıntısı diye bir tehlikenin yeryüzüne hiçbir zaman gelmeyeceğini
göstermektedir. Afrika gibi dünyanın bazı yerlerinde görülen açlık ve sefalet,
oralardaki Avrupa sömürüsünün eseridir, tabii bir hâdise değildir. Avrupalılar
gittikleri memleketlerin iktisadî düzenlerini sistematik olarak bozarak yerli
halkı, bir daha kendilerine karşı müessir şekilde baş kaldıramayacak hale
getirmişlerdir. Oradan ayrılsalar bile sömürü sistemlerini kendi menfaatlerini
devam ettirerek satın alınmış aydınlarla yürütüp, ayakta tutmaktalar; ticarî
şirketleri, işletmeleri ellerinde bırakmayarak daha merhametsiz bir sömürge
tatbikatını devam ettirmektedirler.
Kendi memleketlerinde bütün imkanlarıyla doğumu teşvik eden
Batı, Batı dışındaki bütün memleketlerde
siyasî, iktisadî ve askerî her çeşit güç ve baskı imkanlarını kullanarak doğum kontrolü uygulamasını yaptırmaktadırlar.[41]
Nüfus artmasının açlığa sebep olacağı iddiasını, ilmî
çalışmalarla, rakamlarla cevaplandıran ilim adamlarımız var. Türkiye'de Nüfus
Meselesi adlı kitabında Prof. Dr. Sabahattin Zaim pek çok dünya devletini esas
almak suretiyle mukayeseli, istatistikî rakamlara dayanarak yaptığı bir tahlili
şöyle noktalar: "Şu halde, umumiyetle iddia edildiği gibi, ülkelerin refah
seviyesindeki artış hızı ile nüfus hızı arasında tersine bir koralasyon (ilgi)
yoktur (0.2). Bilakis iki mefhum
arasında müsbete doğru bir koralasyon (O. 53) görülmektedir." İlim adamımızın Türkiye'nin 1960-1968 yılları
arasındaki nüfus ve gelir artışı ile ilgili olarak verdiği rakamlara göre bu
yıllar arasında nüfusumuz % 2.6 artarken, nüfus başına düşen GSMH (millî gelir)
artışı 4.2 olmuştur.
Gıdanüfus münasebetlerinde de şu kıymetli bilgiyi verir:
"Gıdanüfus münasebetlerini Türkiye yönünden inceleyecek olursak, görülür
ki, ülkemizde nüfus artışının en hızlı olarak kabul edildiği devrelerde
1952-56'ya nazaran artmıştır. Aynı devrede toplam ziraî üretim % 66, gıda
üretimi ise % 7 oranında artmıştır. Aynı devrede toplam ziraî üretim % 66, gıda
üretimi ise % 61 oranında çoğalmıştır. Yani ülkemizde gıda yönünden bir
dengesizlik yoktur. Ziraî üretimle gıda üretimi, nüfustan daha hızlı artmaktadır."[42]
Bu açıklamalar Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'de geçen "Açlık
korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onları da sizi de biz
rızıklandırırız" ayetinin ilmî bir tefsiri mahiyetindedir. Bu açıdan
gerek yurdumuzda, gerek dünyanın bazı
yerlerinde zaman zaman görülen maddî sıkıntılar, tabii değildir, nüfus çokluğundan değildir. Sömürgecilerin
oyunundan, adaletsiz idareden ileri
gelmektedir. Ömer İbnu Abdilaziz'in üç yıllık
adilâne idaresi sırasında Mısır gibi büyük bir İslam dünyasında zekat
kabul edecek insan kalmayacak şekilde
refah ve bolluk hasıl olmuştur.
Doğum kontrolü uygulayarak, evlenmeyi, çocuk elde etme maksadının
dışına çıkaran çevrelerde "cinsî münasebetlerin çocuk yapma ve neslin
devamı ile hemen hemen hiçbir ilgisinin kalmadığı, tamamen bir eğlence ve zevk
meselesi haline getirildiği" bazı araştırıcıların yazılarında
belirtilmektedir. Bu durumun beşerî ahlakı son derece tahrip ettiğini belirten
meşhur tarihçi ve içtimaiyatçı Dr. Sazzoken: "Amerika'daki cinsî
münasebetlerden bahisle, rakamlar üzerinde âdeta ağlamaktadır. Doğum kontrolü
teşviki sonucu evlenmeden önce gayr-ı meşru ilişkilerde bulunan erkeklerin
sayısı % 27'den % 87'ye, kadınların ise % 7'den % 50'ye çıktığını tesbit etmiştir." Yine verilen bir başka
bilgiye göre Dr. Cheoser 1956 yılında altı yüz kadın üzerinde yaptığı
incelemelerin sonucunu şöyle bildiriyor: "İngiltere'de her üç kadından biri
henüz evlenmeden iffet ve kızlığını kaybetmektedir." Aynı zat 1960 yılında
yayınlanan bir kitabında "Artık kadınlarda iffet denilen şeyden bir iz,
bir eser kalmış mıdır?" diye sormaktadır. Ya şimdilerde (1992) ne hale
geldi?
5718. hadisin açıklama kısmında çocuk öldürme meselesine
tekrar temas edeceğiz.[43]
ـ5624 ـ2ـ
وعن ابْنِ
عَمْرُو بْنِ
العاص رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: اَلْدُّنْيَا
مَتَاعٌ،
وَخَيْرُ
مَتَاعِ الدُّنْيَا
الْمَرْأةُ
الصَّالِحَةُ[.
أخرجه مسلم
والنسائي .
2. (5624)- Abdullah İbnu
Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Dünya bir meta'dır. Dünya metaının en hayırlısı saliha
kadındır." [Müslim, Rada 64, (1467); Nesaî, Nikah 15, (6, 69).][44]
AÇIKLAMA:
Meta', altın ve gümüş parayla alınıp satılabilen her çeşit ticaret
malıdır. Yenilen, giyilen, yere serilen bütün dünya malları meta'dır. Bir
müddet kullanılıp eskitilir. Ayet-i kerimede de "dünya hayatı" bir
aldanma metaı olarak tavsif edilmiştir. "Dünya hayatı bir aldanma
metaından başka bir şey değildir" (Al-i İmran 185).
Hadis, dünyada hoşumuza giden hiçbir şeyin ebedî olmadığını, bir
müddet istifadeden sonra elden çıkacağını bildiriyor. Bu faniler arasında insan
için en hayırlı olanı saliha bir
kadındır. Çünkü diğer metalardan ağız tadıyla istifade, bu hayat ortağına
bağlıdır. Eğer kadın saliha olmaz da kötü olursa, kişi zengin ve sağlıklı da
olsa, hayatta huzur bulamaz.
Saliha kadın, dindar, iffetli ve itaatkâr olan kadındır. Bir başka
hadiste Resulullah insanın saadetini üç şeye bağlar: "Saliha kadın, salih
mesken, salih binek." Hadisin
devamında, kişinin bedbahtlığı da üç şeye bağlanır: "Kötü kadın, kötü
mesken, kötü binek." Dünyevî saadetin medarı denince birçok kimsenin aklına öncelikle maddî zenginlik
gelir. Halbuki bir peygamber nokta-i nazarından, bu meselede maddî varlık hiç
mevzubahis edilmemektedir. Ailevî huzurun yokluğunu hiçbir zenginlik telafi
edemez. Ayrıca, saliha kadın sadece dünya hayatı için değil, dünyayı ahiretin
bir tarlası görüp, buradaki hayatı ebedî hayatını kazanmaya vasıta bilen
kimseler için de ayrı bir ehemmiyet taşır. Saliha bir hayat ortağına sahip
kişi, ahiret ekimini daha iyi yapar. Maddî
serveti bir başka değer kazanır.
Müteakip hadis mevzuyu daha da açacaktır. [45]
ـ5625 ـ3ـ
وعن ابن أبي
نَجِيحٍ قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مِسْكِينٌ
مِسْكِينٌ
رَجُلٌ
لَيْسَتْ
لَهُ امْرَأةٌ.
قَالُوا:
وَإنْ كَانَ
كَثِيرَ الْمَالِ؟
قَالَ: وَإنْ
كَانَ كثِيرَ
الْمَالِ. مِسْكِينَةٌ
مِسْكِينَةٌ
اِمْرَأةٌ َ
زَوْجَ لَهَا.
قَالُوا:
وَإنْ
كَانَتْ
كَثِيرَةَ الْمَالِ؟
قَال: وَإنْ
كَانَتْ
كَثِيرَةَ
الْمَالِ[.
أخرجه رزين .
3. (5625)- İbnu Ebi Necih
rahimehullah anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kadını
olmayan erkek miskindir, miskindir!"
buyurmuşlardır. Yanındakiler:
"Çokça malı olsa da mı?" dediler.
"Evet çokça malı olsa da!" buyurdular. Sözlerine
devamla: "Kocası olmayan kadın da miskinedir miskinedir!" buyurdular.
Yanındakiler:
"Çokca malı olsa da mı?" dediler. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Evet kadının çok malı olsa da!" buyurdular."
[Rezin tahric etti.][46]
ـ5626 ـ4ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
تُنْكَحُ
الْمَرأةُ ‘رْبَعِ
خِصَالِ:
لِمَالِهَا،
وَلِحَسَبِهَا،
وَلِجَمَالِهَا،
وَلِدِينِهَا.
فَأظْفَرْ
بِذَاتِ
الْدِّينِ،
تَرِبَتْ
يَدَاكَ[. أخرجه
الخمسة إ
الترمذي.»حَسَبُ
ا“نْسَانِ«
مَا يعد من
مفاخر آبائه؛
وقيل: هو شرف
النفس وفضلها.
وقوله
»تَرِبَتْ
يَدَاكَ« أى التصقت
بالتراب من
الفقر، وهذا
الدعاء وأمثاله
كان يرد من
العرب بغير
قصد الدعاء،
بل في معرض
المبالغة في
التحريض على
الشئ والتعجب منه
ونحو ذلك .
4. (5626)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kadın dört hasleti için nikahlanır: Malı için, haseb ve
nesebi için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul."
[Buharî, Nikah 15; Müslim, Rada 53, (1466); Ebu Davud, Nikah 2, (2047); Nesâî, Nikah
13, (6, 68).][47]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde evlenme
mevzubahis olunca, kadın seçiminde erkeklerin üzerinde durduğu hasletleri
belirtiyor: Güzellik, zenginlik, soysop üstünlüğü, dindarlık. Bu hususların
hiçbirini aramayan erkek yoktur denebilir. Dinimiz öncelikle diyanetin
aranmasını tavsiye eder. Kur'ân-ı Kerim, bu meselede mü'minlere, eş olarak
mutlaka ehl-i iman biriyle evlenmeyi irşad buyurur, mümin eşin, hoşa gidecek kâfirden daha hayırlı olacağı ifade edilir
(Bakara 221). Mü'min eşin güzelliği, çirkinliği, zenginliği, fakirliği ve
nesebi (soyusopu) mevzubahis edilmiyor. Ama müşrikin hoşa gideni
mevzubahis ediliyor. Müşrik, hadiste
zikredilen üç sebepten biriyle hoşa
gidebilir: Zengindir veya güzeldir veya soysop sahibidir, bu sebeplerden
biriyle hoşa gidebilir. Öyleyse ayet-i kerimeye göre mü'min olan tercih
edilecek, hadis-i şerife göre de mü'minlerden diyaneti kavi olanlar tercih
edilecektir.
Başka hadisler dindarı tercihin sebeplerini belirtir: Çünkü kadın
kardeşlerine benzeyenleri doğurur.
Bu hadis daha önce teferruatlı olarak geçtiği için burada tekrar
etmeyeceğiz.[48]
ـ5627 ـ5ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]لَمَّا
تَزَوَّجْتُ
قَالَ لِى
رَسُولُ
اللّهِ # مَا
تَزَوَّجْتَ؟
قُلْتُ:
تَزَوَّجْتُ
ثَيْباً.
فقَالَ: هََّ
بِكْراً
تَُعِبُهَا
وَتَُعِبُكَ[.
أخرجه الخمسة
.
5. (5627)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Evlendiğim zaman Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bana:
"Nasıl biriyle evlendin (dulla mı bakire ile mi?)" diye
sordular.
"Bir dul aldım!" dedim.
"Niye bakire değil? O senin sen de onunla mülâtefe
ederdiniz!" buyurdular." [Buhârî, Nikâh 10; Müslim, Radâ 54, (715);
Ebu Dâvud, Nikâh 3, (2048); Tirmizî, Nikâh 4, 13 (1086, 1100); Nesâî, Nikâh 6,
10 (6, 61-65).][49]
AÇIKLAMA:
1- Burada, bazı vecihlerinde başka teferruat bulunan bir
hadisin bir kısmı yer almaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse: Hz. Cabir'in babası
öldüğü zaman geride yedi (veya dokuz) kız çocuğu bırakmıştır. Hz. Cabir, kendi
ifadesiyle "çocukları ayarında beceriksiz bir bâkire ile evlenmeyi [kızlarına bir yenisini
eklemeyi] uygun bulmayarak bunlara analık yapacak, terbiye ve bakımlarını iyi
îfa edecek, onlar üzerinde otorite kurabilecek tecrübeli bir dulla evlenmiştir."
Bir sefer dönüşü Hz. Cabir, Medine'ye yaklaşınca, evine bir an önce varmak için
hayvanını hızlandırınca, oradaki
acelecilik Aleyhissalâtu vesselâm'ın dikkatini çeker. Cabir'den sebebini sorar.
Cabir, yeni evlendiğini söyleyince, Aleyhissalâtu vesselâm, "dulla mı,
bakire ile mi evlendin" diye tekrar sorar. Cabir (radıyallahu anh) dul
deyince, Aleyhissalâtu vesselâm, sadedine olduğumuz tavsiyede bulunur. Hz.
Cabir, niçin dulla evlendiğini açıklayınca da:
اصَبْتَ "İsabetli
davranmışsın" buyurarak takdir eder.
Hz. Cabir'in aldığı kadının adı Sahle Bintu Mes'ûd İbni Evs İbni
Mâlik el-Ensâriyye'dir.[50]
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevaid:
* Bakire ile evlenmeye teşvik var. İbnu Mâce'nin bir rivayetinde
daha sarih olarak "Size bekârları tavsiye ederim. Onların ağızları daha
tatlı (kabasaba, kırıcı söz söylemezler...), rahimleri daha hareketlidir (daha
çok çocuk yapar), (aza daha kolay razı olurlar)" buyurmuştur.
* Hz. Cabir, kızkardeşlerine karşı müşfik davranışı ve onların maslahatını şahsî
hazzına tercih etmesiyle fazilet örneği vermiş, Aleyhissalâtu vesselâm da
takdir etmiştir.
* İki maslahat çakışırsa, hangisi daha çok ehemmiyet taşıyorsa
o tercih edilir. Nitekim Cabir öyle yapmış ve Resûlullah'ın takdir ve dualarına
mazhar olmuştur.
* İmam, arkadaşlarının şahsî meseleleriyle de ilgilenmeli, sual
etmeli, hayra, daha doğruya irşadda bulunmalıdır. Bu, nikah meselesinde de
olabilir, zikrinde haya duyulan meselelerde de olabilir.
* Kadının kocasına hizmet etmesinin meşruiyyeti, sadece kocaya
değil, kocanın kardeşi, ailesi, çocuklarına da hizmet meşrudur, fazilettir.
Kocanın bu maksadla evlenmesinde kocaya bir mahzur yoktur, kadın da aslında
bunu bir mecburiyet olarak yapmaz. Fakat beşerî hayatta âdet böyle cereyân
etmektedir. Bundan dolayı Resûlullah Cabir'in kasdını kınamadı, yadırgamadı,
dahası takdir etti. [51]
ـ5628 ـ6ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الْمَرْأةَ
تُقْبِلُ في صُورَةِ
شَيْطَان،
وَتُدْبِرُ
في صُورَةِ شَيْطَانٍ.
فإذَا رَأى
أحَدكُمْ
مِنْ اِمْرَأةٍ
مَا
يُعْجِبُهُ
فَلْيَأتِ
أهْلَهُ فَإنَّ
ذلِكَ
يَرُدُّ مَا
في نَفْسِهِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي .
6. (5628)- Yine Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Şurası muhakkak ki kadın, şeytan suretinde gelir, şeytan
suretinde gider. Biriniz bir kadında hoşuna giden bir husus görürse, hemen
hanımına gelsin; zira bu, nefsinde uyananı giderir." [Müslim, Nikâh 9,
(1403); Ebu Dâvud, Nikâh 44, (2151); Tirmizî, Nikâh 9, (1158).] [52]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Müslim'deki aslının baş tarafında vürud sebebi de
zikredilir. Buna göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yolda gördüğü bir
kadın sebebiyle ailesine gelmiş, sonra da ashabına yukarıdaki tavsiyede
bulunmuştur. Resûlullah bu davranışıyla ümmetine örnek olmuştur. Öyleyse bir
kadın görüp de içinde bazı hisler uyanan kimsenin sünnete ittibâen ailesine
gelmesi ve şehvetini teskin etmesi müstehabtır.
2- Kadının şeytana teşbîhi, erkeklerin içinde his
uyandırdıkları içindir. Zira Yüce Yaratan erkeklerin fıtratına kadınlara karşı
şiddetli bir meyil koymuştur. O meyil her erkekte mevcuttur. Harama sevketme
işi şeytanın vazifesi olması haysiyetiyle, erkeklerde haram hisler uyan -dıran
kadınlar o yönüyle şeytana benzetilmiş, bakmanın, görmenin hâsıl edeceği
şeytanî hisler ve neticeler nazar-ı dikkate arzedilmiştir. Öyleyse, ciddî bir
sebep yokken, kadın, erkeklerin arasına karışmamalıdır. Erkek, yabancı kadına
imkân nisbetinde bakmamalıdır. Hele zinetine, zinet yerlerine, güzelliklerine
dikkatle bakması son derece mahzurludur. Bu sebeple olacak ki âyet-i kerime'de
erkeklerinde gözlerini haramdan kısmaları emredilmiştir. (Nur 30).
Hadis, erkeğin hanımını gündüz de dâvet edebileceğini, hanımının
buna uyması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca şehvet duygusunun, imkân
nisbetinde vakit geçirilmeden teskini müstehabtır, birkısım maslahatları mültezimdir. [53]
KIZ
İSTEME, NİKAH DUASI VE NAZAR
ـ5629 ـ1ـ عن
ابن عُمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال: ]نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
يَخْطُبَ
الرَّجُلُ
عَلى
خِطْبَةِ
أخِيْهِ
حَتّى
يَتْرُكَ الْخَاطِبُ
قَبْلَهُ أوْ
يَأذَنَ
لَهُ[. أخرجه الستة
وهذا لفظ مالك
والنسائي؛
والباقون
بمعناه .
1. (5629)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
kişiyi, kardeşi bir kızı isteme sırasında o kıza talip olmaktan nehyetti,
"Ne zaman isteyen vazgeçer veya kendine izin verirse o takdirde talib
olabilir" buyurdu." [Buharî, Nikah 45; Müslim, Nikah 49-56,
(1412-1414); Muvatta, Nikah 1, (2, 523); Ebu Davud, Nikah 18, (2081); Nesâî,
Nikah 19, (6, 71); Tirmizî, Nikah 38, (1134).][54]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) içtimâî hayatta her
zaman mühim bir yer tutan ve kıyamete kadar bu ehemmiyetini koruyacak olan kız
istemenin başkalarını da ilgilendiren
belli başlı adabını tesbit ediyor: Kardeşin talebi varken araya girmemek.
Hemen şunu belirtelim ki, kardeş tabiri umumidir. Öz kardeşi ifade
ettiği gibi, süt kardeşi, din kardeşi gibi başkalarınıda ifade eder. Evzaî ve
bazıları "Bu durumda zımmînin talip olduğu zımmiye bir kıza Müslüman da talip olabilir, bu haram
veya mekruh değildir" diye hükmetmişse de, cumhur, kız isteme meselesinde zımmîyi Müslümana ilhak etmek
gerektiğine hükmetmiş, "kardeşi" tabirinin galip durumu ifade için
kullanıldığını söylemiştir. Öyleyse zımmînin
dahi talib olduğu zımmiye kıza, o
vazgeçmedikçe veya izin vermedikçe talip olunamaz.
2- Hadiste beyan edilen yasak haram mı ifade ediyor, kerahet mi
veya hangi şartlarda haram, hangi şartlarda kerahet ifade eder gibi bir kısım
teferruatta ulema ihtilaf etmiştir.
* Cumhur: "Bu nehiy tahrimdir, haram bildirir" der.
* Hattâbî, "Nehiy te'dib içindir, fakihlerin çoğu nezdinde,
nikah akdini iptal eden tahrimî bir nehiy değildir" der. Ancak Nevevî, bu
nehyin tahrim ifade ettiğinde icma bulunduğunu nakletmiştir. Fakat, hangi
şartlarda haram olacağı yine de ihtilaflıdır:
** Şafiîler ve Hanbelîlere göre, eğer kız veya kızın yetki
tanıdığı velisi, isteyen tarafa sarih
bir şekilde müsbet cevap vermişse, bu durumda araya girmek haramdır. Ama,
reddettiklerine dair sarih bir ifade
varsa araya grimek haram değildir. Eğer reddettikleri belli değilse kız
istemeye tevessül haram değildir. Çünkü bunda asıl olan mübahlıktır. Hanbeliler
nezdinde bu durumda iki farklı görüş var:
** Eğer kız tarafının müsbet cevabı sarih değil de târiz denen
kaypakça bir üslupla olursa -söz gelimi "sizin gibisindan
vazgeçilemez", "sen yabana
atılacak biri değilsin" sözlerinde olduğu gibi- Şafiîler nezdinde
iki farklı görüş var: Sahih olanına göre
araya girmek haram değildir, Malikîler ve Hanefîler de bu görüştedir.
** Kız tarafı ne red ne de kabul cevabı vermemişse, araya
girmek caizdir. Bu cevaza delil, Fatıma Bintu Kays (radıyallahu anhâ)
meselesinde Resulullah'ın tavrıdır. Bu kadın Aleyhissalâtu vesselâm'a gelip
kendisini Hz. Muaviye ve Hz. Cehm (radıyallahu anhümâ)'in talep ettiklerini
bildirip hangisiyle evlenmesinin uygun olacağını sorduğu zaman, Aleyhissalâtu
vesselâm araya girip üçüncü bir şahsı, Hz. Üsame (radıyallahu anh)'yi tavsiye
etmiştir. Bu hadisede akla gelen bir ihtimali esas alarak farklı bir yoruma
gidenler de olmuştur. Nevevî ve başka bazıları derler ki: "Fatıma Bintu Kays
misalinde söylenen hususa delil yoktur. Çünkü Ebu Cehm ve Muaviye hazretlerinin
aynı anda istemiş olmaları muhtemeldir veya ikinci zat, birincinin talebinden
habersizdir. Resulullah da Üsame'yi sadece işaret etmiştir, onun adına talep
etmiş değildir."
* Tirmizî'nin kaydettiğine göre, İmam Şafii'ye göre, sadedinde olduğumuz hadisin manası, "Bir
adam bir kadını isteyince kadın ondan razı olup ona meylederse, bir başkasının
kızı istemeye artık hakkı yoktur" demektir. Eğer kızın rızasını veya meylettiğini bilmezse,
istemesinde bir mahzur yoktur." Şafii'nin bu yorumuna delil yine Fatıma
Bintu Kays'ın kıssasıdır. Çünkü mezkur rivayette o, kendisini iki kişinin talep
ettiğini söylerken, bunlardan birine meylettiğini söylememiştir. Eğer böyle bir
şey söyleseydi, Aleyhissalâtu vesselâm ona razı olduğunun dışında bir üçüncü şahıs göstermezdi." Böylece
Şafiîlerden bir kısmı, kadından, talep
edene kabul veya red cevabı verilmedikçe araya girilebileceğine kesin olarak
hükmetmiş, bir kısmı da iki farklı görüş
ortaya koymuştur.
** Şafii, bakire kız hakkında: "Onun sükûtu, isteyene
rızasını ifade eder" diye hükmetmiştir.
** Bir kısım Malikî alimleri: "Mehir üzerinde anlaşma
vaki olmadıkça kızı başkaları da isteyebilir" demiştir.
* Kızın talep edilmesini haram kılan şartlara rağmen ikinci talip
nikah yapacak olsa bu nikahın hükmü
nedir? Batıl mı, değilmi?
** Cumhura göre haram işlemiş olsa da nikah sahihtir. Çünkü,
bu işte yasaklanan husus taleptir, talep ise
nikahın sahih olmasında aranan
bir şart değildir. Öyleyse, talebin gayr-ı sahih şekilde olması nikahı
feshetmez.
** Davud u Zahirî'ye
göre zifaftan önce de olsa sonra da olsa bu akid feshedilir.
** Malikîlerde ihtilaf
edilmiş, iki görüş ileri sürülmüştür: Bir kısmı "zifaftan önce ise
feshedilir, zifaftan sonra ise feshedilmez, akid sahihtir" demiştir.
* Bu hadisten hareketle, birinci talibin izin vermesi halinde
ikinci talipten haramlığın kalkacağına hükmedilmiştir. Ancak bu ruhsat sadece
kendisine izin verilen şahsa mı aittir, başkalarına da şamil olur mu sorusunu getirmiştir.
Umumiyetle ikinci şık benimsenmiştir. Çünkü birinci talipten hasıl olan
mücerred bir izin onun bu kadınla
evlenmekten vazgeçtiğinin ifadesidir, onun talepten yüz çevirmesiyle
başkalarının talebini helal ve caiz kılar.
* Kadını istemenin meşru vakti, onun iddetini tamamlamış olma
vaktidir. Dolayısıyla birinci kişi, iddetli iken bir kadını talep etmiş olsa,
ikincinin, iddeti tamamlanınca tâlip olması bu yasağa girmez. Çünkü birincinin
talebi meşru değildir.
* Malikîlerden İbnu'l-Kâsım "Birinci tâlib fâsık ise,
iffetli kimsenin araya girmesi câizdir" demiştir. İbnu'l-Arabî kızın
iffetli birisi olması halinde bunun caiz olacağını söylemiştir. Çünkü fâsık
iffetliye küfüv (denk) değildir, dolayısıyla fâsığın talebi talep değildir. Ama
cumhûr, "Kızdan kabul alâmeti sâdır olmuş ise bu doğru olmaz" diye
hükmetmiş, İbnu'l-Kâsım'ın görüşünü benimsememiştir.
* Bazı âlimler, umumî âdete göre, birinci tâlibin, istememesi
gereken bir kızı istemesi halinde, ikinci talibin araya girmesi câizdir
demiştir. Mesela sıradan bir insanın padişah kızına talip olması gibi. Arada
küfüvlük yoktur.
* Hadis, sadece erkeklere araya girmeyi haram etmez, aynı
şekilde, bir kız bir erkeğe evlenme teklifi yapmışsa, bu sonuçlanmadan aynı
erkeğe ikinci bir kızın evlenme teklifi yapmasını da haram eder. Nitekim daha önce,
5612 numaralı hadiste geçtiği üzere faziletli kimselerin kızları için, sâlih
erkeklere talepte bulunmalarını ulemâ müstehab addetmiştir. Bu durumda haram,
erkeğin tek kadınla evlenmeye azmetmiş olma şartına bağlıdır. Böyle bir kararı
yoksa aynı anda birkaç kadın teklifte bulunabilir.[55]
ـ5630 ـ2ـ
وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]عَلَّمَنَا
رَسُولُ
اللّهِ #
خُطْبَةَ
الْحَاجَةِ:
إنَّ
الْحَمْدَ
للّهِ،
نَسْتَعِينُهُ
وَنَسْتَغْفِرُهُ،
وَنَعُوذُ
بِاللّهِ
مِنْ شُرُورِ أنْفُسِنَا
وَسَيِّئَاتِ
أعْمَالِنَا.
مَنْ
يَهْدِهِ
اللّهُ فََ
مُضِلَّ
لَهُ، وَمَنْ
يُضْلِلِ
اللّهُ فََ
هَادِيَ
لَهُ؛ وَأشْهَدُ
أنْ َ إلهَ
إَّ اللّهُ
وَأشْهَدُ
أنَّ مُحَمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ.
يَا أيُّهَا
الّذِىنَ
آمَنُوا
اتَّقُوا
اللّهَ الّذِي
تَسَاءَلُونَ
بِهِ
وَا‘رْحَامَ
إنَّ اللّهَ
كَانَ عَلَيْكُمْ
رَقِيباً)ـ1(.
يَا أيُّهَا
الّذِينَ آمَنُوا
اتَّقُوا
اللّهَ حَقَّ
تُقَاتِهِ وََ
تَمُوتُنَّ
إَّ
وَأنْتُمْ
مُسْلِمُونَ.
يَا أيُّهَا
الّذِىنَ
آمَنُوا
اتّقُوا اللّهَ
وَقُولُوا
قَوًْ
سَدِيداً
يُصْلِحْ لَكُمْ
أعْمَالَكُمْ
وَيَغْفِرْ
لَكُمْ
ذُنُوبَكُمْ
وَمَنْ
يُطِعِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
فَقَدْ فَازَ
فَوْزاً
عَظِيماً[.
أخرجه أصحاب
السنن.
2. (5630)- İbnu Mes'ud
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hâcet
duasını öğretti. Şöyleydi: "Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan yardım dileriz,
O'ndan af talep ederiz, nefsimizin şerlerinden, amellerimizin kötülerinden O'na
sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak yoktur. Allah kimi de
saptırmışsa, onu da hidayete erdirecek yoktur. Allah'tan başka ilah olmadığına
şehadet ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna da şehadet ederim. Ey
iman edenler, adını zikrederek birbirinize talepte bulunduğunuz Allah'tan ve
aranızdaki akrabalık bağın(ı koparmak)tan korkun! Şurası muhakkak ki Allah üzerinizde
murâkıbtır" (Nisa 1). "Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun.
Sakın ha Müslümanlar olmaktan başka şekilde ölmeyin" (Âl-i İmrân 102).
"Ey iman edenler Allah' tan korkun ve sağlam bir söz söyleyin. Tâ ki Allah
sizin
işlerinizi
salaha çıkarsın ve günahlarınızı da affetsin. Kim Allah ve Resûlü'ne itaat
ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzâb 70-71). [Ebu Dâvud, Nikâh
33, (2118); Tirmizî, Nikâh 16, (1105); Nesâî, Cum'a 24, (3, 105).][56]
AÇIKLAMA:
1- Hacet duası diye tercüme ettiğimiz tabirin aslı
hutbetu'lhacettir. Hacet yani ihtiyaç hutbesi. Burada hacet kelimesiyle nikah
kastedilmektedir. Dolayısıyla hutbetu'lhacet tâbirini bu makamda nikah duası
şeklinde tercüme etmek de isabetli ve doğru sayılmalıdır. Ancak hadisin metni
nazar-ı dikkate alınınca bu duanın nikah akdine mahsus olmayıp, başkaca
ihtiyaçlar zımmında okunmasının da meşruiyeti anlaşılır. Öyleyse mü'min,
ihtiyaçlarının görülüp tamamlanması için Rabbinden yardım talep etme
durumlarında bunu okuması gerekir. Nitekim, bu sebeple İmam Şâfiî hazretleri:
"Bütün akitlerin evvelinde -alışveriş, nikah vs.- hutbe (mezkur dua)yı
okumak sünnettir" demiştir. Ancak örf, bunu öncelikle nikah akdinde
müesseseleştirmiştir. Bu sebeple hadis metninde hacet duası denmiş olmasına
rağmen, nikah bahsinde "nikah duası" makamında kaydedilmiştir.
Alimler bu hadisten, nikah akdi sırasında dua okumanın
meşruiyetini istidlal etmiştir. Ama bu duayı okumak bir vecîbe değildir. Duasız
da olsa akid sahihtir. Fakat bunun okunması mendubtur. Bütün işlerimizde
sünnet-i seniyyeye uymaya gayret göstermek İslâm'ın temel edeblerinden biridir.
"Bu, vacib veya farz değildir, olmasa da olur" deyip dinî âdabları
geçiştirenler, kârdan büyük zarar ederler. Çünkü ister istemez yapılacak fıtrî
âdetlerde sünnete uymak onları ibâdete çevirir.
2- Hadiste açıklanması gereken bir-iki noktaya gelince:
* Şerrin önce nefse nisbeti kesb itibariyledir. Arkadan
"saptırma"nın Allah'a nisbeti yaratma ve takdir itibariyledir. Kul
iradesiyle kesbeder. Allah da kulun dileği üzere yaratır. Bu sebeple kul
yaptığı kötülükten sorumlu olur. İşin -iyilik veya kötülük- yaratılışı Allah'a
mahsustur. Kul hiçbir şeyi yaratma gücünde değildir. Yaratmada çirkinlik
yoktur, çirkinlik, kötülük kulun kesbinde ve niyetindedir.
* "Adını zikrederek birbirinizden talepte bulunduğunuz
Allah" ibaresi, Müslümanların "Allah aşkına...", "Allah
rızası için..." diyerek ihtiyaçlarını birbirlerinden talep etmelerine
telmihtir. Bu tarz bir talep, bu ayetle meşruiyet kazanmış olmaktadır. Bu
durumda, Müslümanların aralarında "insaniyet adına..." gibi başka
şeyleri şefaatçi koşmaları muvafık gözükmüyor. Allah adı mü'min gönülde daha
müessir, daha iş bitiricidir, bunu şefaatçi kılmak mü'minin edebidir.
* Akrabalık bağını koparmaktan korkma ile Allah'tan korkmanın
beraber zikredilmesi, İslâm nazarında arkabalık bağının ehemmiyetini ifade
eder. Şunu da bilelim ki, erhâm kelimesi sadece kan bağından gelen rabıtaları
ifade etmez. Sıla-ı rahm içerisine arkadaşlık, komşuluk, hemşehrilik,
meslektaşlık, hocatalebelik gibi her çeşit beşerî bağ girer. Dolayısıyla
Rabbimiz Teâla hazretleri bizleri bu insânî bağları koparmamaya çağırmakta,
bunların ehemmiyetine dikkatimizi çekmektedir.
* Allah'tan hakkıyla korkmayı, İbnu Abbâs ve İbnu Mes'ud
radıyallahu anhüm: "İtaat etmektir, isyan etmemektir" diye
açıklamışlardır. Bazı alimler de "Allah'ı hep anmak, unutmamaktır"
diye açıklamıştır.
Rivayete göre, bu ayet indiği zaman Müslümanlar buna güç
yetirememekten korkarak Resûlullah'a müracaat ederler: "Kim bunu yapmaya
tahammül edebilir?" derler. Bunun üzerine "Elinizden geldikçe
Allah'tan korkun" (Tegâbün 16) âyeti nâzil olur.
* Âyetin sonunda, hayatta kaldıkça İslâm'ı yaşamaya çalışmak,
hiçbir surette İslâmî yaşayışı terketmemek emredilmektedir.
* Sağlam söz diye çevirdiğimiz kavl-i sedîd: Adaleti yerine getiren
söz, doğru söz, istikametli söz, Lâilahe illallah cümlesi olarak açıklanmıştır.
Şu halde bu sayılanlardan ayrılmamak emredilmiş olmaktadır.[57]
ـ5631 ـ3ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
كُلُّ
خُطْبَةٍ
لَيْسَ فيهَا
تَشَهُّدٌ
فَهِيَ
كَالْيَدِ
الْجَذْمَاءِ[.
أخرجه الترمذ
.
3. (5631)- Hz. Ebu Hureyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"İçerisinde teşehhüd bulunmayan bir dua, kesilmiş el
gibidir." [Tirmizî, Nikâh 16, (1106); Ebu Dâvud, Edeb 22 (4841).][58]
ـ5632 ـ4ـ
وعن رَجُلٌ
مِنْ بَنِى
سُلَيْمٍ
قَالَ: ]خَطَبْتُ
الَى رَسُولِ
اللّهِ #
أُمَامَةَ بِنْتَ
عِبْدِالْمُطَّلِبِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
فَأنْكَحَنِى
مِنْ غَيْرِ
أنْ يَتَشَهَّدَ[.
أخرجه أبو
داود.
4. (5632)- Benî Süleym'den
bir adam anlatmıştır: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan Ümâme Bintu
Abdilmuttalib radıyallahu anhâ'yı istedim, onu bana teşehhüd okumadan
nikâhladı." [Ebu Dâvud, Nikâh 30, (2120).][59]
AÇIKLAMA:
Burada teşehhüd'den maksad hutbe yani nikah duasıdır. Bu rivayette,
dua okumadan nikah yapılabileceğine delil mevcuttur. Rivayette adı geçen Ümâme,
Resûlullah'ın halasıdır.[60]
ـ5633 ـ5ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
خَطَبَ
أحَدُكُمْ الْمَرْأةَ
فإنِ
اسْتَطَاعَ
أنْ يَنْظُرَ
مِنْهَا الى
مَا يَدْعُوهُ
الى
نِكَاحِهَا
فَلْيَفْعَلْ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (5633)- Hz. Câbir
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Biriniz bir kadının tâlibi olunca, onun kendini evlenmeye
davet eden yerini görmeye muktedirse, onu hemen yapsın." [Ebu Dâvud, Nikâh
19, (2082).][61]
ـ5634 ـ6ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]تَزَوَّجَ
رَجُلٌ
اِمْرَأةً
مِنَ
ا‘نْصَارِ فَقَالَ
لَهُ
النَّبِىُّ #:
أنَظَرْتَ
إلَيْهَا؟
قَالَ: َ.
قَالَ:
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا،
فَإنَّ فِي
أعْيُنِ ا‘نْصَارِ
شَيْئاً[.
أخرجه مسلم
والنسائي .
6. (5634)- Hz. Ebu Hureyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Adamın biri ensârdan bir kadınla evlenmişti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kadına baktın mı?" diye sordu.
Adam: "Hayır" deyince:
"Git, kadına bak. Çünkü ensarın gözlerinde bir şey
vardır!" buyurdular." [Müslim, Nikâh 74, (1424); Nesâî, Nikah 23, (6,
77).][62]
ـ5635 ـ7ـ
وعن المغيرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّهُ
خَطَبَ
إمْرَأةً.
فَقَالَ لَهُ
النَّبيُّ #:
اُنْظُرْ
إلَيْهَا
فإنَّهُ
أحْرَى أنْ
يُؤْدَمَ
بَيْنَكُمَا[.
أخرجه
الترمذي
والنسائي .
»أحْرَى«
أى أجدر.»أنْ
يؤدم بينكما«
أي يجمع بينكما
وتتفقا على ما
فيه صح أمركما
.
7. (5635)- Hz. Muğire
radıyallahu anh'ın anlattığına göre, o bir kadın istemiştir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kendisine: "Ona bak! Zira bakman, aranızdaki uyum
için daha muvafıktır!" buyurdular." [Tirmizhi, Nikâh 5, (1087);
Nesâî, Nikâh 17, (6, 69).][63]
AÇIKLAMA:
İslâm dini, evlenecek olan erkeğe kadını görmesini tavsiye eder.
Bu mesele üzerine gelen hadisler umumiyetle emir sigası taşısa da bu, vecibe
ifade etmez, istihbab ve ruhsat ifade eder.
Kızlar için böyle bir emir yoksa da, âlimler kısas yoluyla onların
da erkeğe bu maksadla bakabileceğini söylemiştir.
Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetinde: "Biriniz bir kadın
isteyeceği vakit ona bakmasında bir günah yoktur" buyrulmuştur.
Nevevî der ki: "Bu hadisler, erkeğin evlenmek istediği kadına
bakmasının müstehab olduğunu ifade eder. Bu hem Şâfiîlerin, hem Mâlikî ve
Hanefîlerin ve hem de Ahmed ve diğer ulemâ cumhûrlarının görüşüdür. el-Kâdı
birkısım âlimlerin mekruh dediğini kaydetmiş ise de, bu hatadır. Hatadır, çünkü
hem hadislerin sarahatine hem de alışveriş, şehadet gibi durumlarda, ihtiyaç
halinde bakmanın caiz olduğuna dair icmaya muhalefet eder."
Âlimler, kadının sadece yüz ve ellerine bakmanın mübah olduğunu
belirtir. "Çünkü derler bunlar avret değildir. Ayrıca yüz ile güzellik
veya çirkinliğine, el ile de vücudunun matluba muvafık olup olmadığına
hükmedilir." Evzâî hazretleri etli yerlerine bakılabileceğini söylemiştir.
Kadının, erkeğin bakması haram olan yerlerine de bakılmak
istendiğinde, araya bir kadın konmalıdır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Ümmü Süleym'i bir kadını görmesi için yollayarak "Ökçelerine bak
ve yakalarını kokla" bir diğer rivayette "Ön dişlerini kokla"
diye talimat vermiştir. Hz. Ömer de, Hz. Ali'nin kızıyla evlenmek istediği zaman
topuğunun üst kısmına bakmıştır. Bu çeşit araştırmalarda kadının hastalıklı
olup olmadığı, temizlik durumu vs. tedkik edilmiş olmaktadır.
Alimler bu bakma işinin kadın rızasına tabi olmadığını, haberinin
olmasının da şart olmadığını belirtirler. Vakit olarak da kadına talip olmazdan
önce olmasının da münasib olacağını; çünkü, kızı istedikten sonra bakar ve
beğenmezse, bunun kızı rencide edip üzeceğini belirtirler. Ancak İmam Mâlik:
"Kadına haberi olmadan bakılmasını hoş bulmam, çünkü, gözü kızın avretine
de kayabilir" demiştir. Ancak Resulullah'tan ruhsat mutlak geldiği için,
kıza haber vermeden de bakmanın cevazı esas kabul edilmiştir. Bu sebeple Hanefî
ulemâsı: "İstemezden önce, haberi olmadan kız görülür, beğenilmezse talep
edilmez. Böylece kızın rencide edilmesi de önlenmiş olur, bu tarz,
müstehabtır" demiştir.
Şunu da son olarak belirtelim ki, günümüzde yaygınlık kazanmaya
yüz tutan bazı hallere dinimiz cevaz vermez: Gençler birbirlerini daha yakından
tanımak, seyahat etmek gibi aşırılıklara düşüyorlar. İslâm'ın tecviz ettiği
"görme" ile bu çeşit beraberliğin hiçbir ilgisi yoktur. [64]
ـ5636 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أعْلِنُوا
هذَا
النِّكَاحَ،
وَاجْعَلُوهُ
في
الْمَسَاجِدِ،
وَاضْرِبُوا
عَلَيْهِ بِالْدُّفُوفِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (5636)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Nikahı ilan edin, onu mescidlerde yapın. Üzerine de def vurun." [Tirmizî, Nikah 6,
(1089).][65]
ـ5637 ـ2ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]زَفَفْنَا
إمْرَأةً الى
رَجُلٍ مِنَ
ا‘نْصَارِ. فَقَالَ
النَّبِيُّ #:
يَا
عَائِشَةُ
أمَا كَانَ
مَعَكُمْ
لَهْوٌ!
فَإنَّ
ا‘نْصَارِ
يُعْجِبُهُمُ
اللَّهْوَ[.
أخرجه
البخاري .
2. (5637)- Yine Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir kadını, ensardan bir erkekle
evlendirmiştik. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Aişe! Eğlenceniz
yok mu? Zira ensar eğlenceyi sever!" buyurdular." [Buharî, Nikah 63.][66]
ـ5638 ـ3ـ
وعن مُحمّدِ
بن حَاطِبِ
الْجُمَحِي
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
فَصْلُ مَا
بَيْنَ الْحََلِ
وَالْحَرَامِ
الدُّفُّ
وَالصَّوْتُ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائي.وزاد:
في
النِّكَاحِ .
3. (5638)- Muhammed İbnu
Hatıb el-Cumahi anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "[Nikah'da] haramla helali ayıran fark, def ve sestir." [Tirmizî,
Nikah 6, (1088); Nesâî, Nikah 72, (6, 127, 128).] [67]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen üç hadisin üçü de biraz farklı ifadelerle,
nikahın alenî olmasını amirdir. Bir erkekle kadının hususi suretle anlaşarak
yapacağı birleşme meşru değildir, zinadır. Bu sebeple üçüncü hadiste meşru
birleşme ile gayrimeşru anlaşma -yani helal ile haram akitlerin- arasındaki
farkın aleniyetle gizliliğin teşkil ettiği ifade edilmiştir. Helal olan, def
çalarak güfte okuyarak ilan edilendir. Gizlice, sessizce yapılan da zinadır.
Resulullah birinci hadiste "Ensar eğlentiyi sever"
buyurarak, düğün vesilesiyle eğlenti
yapılmasını teşvik ediyor. Bunun anlaşılması için, daha önce açıkladığımız
üzere, Müslümanların hayatında ayrı bir eğlence programının olmadığını bilmek
gerekir. İnsanın eğlenme ihtiyacı, birkısım düğün davet ve merasimlerle
karşılanacaktır. Zamanımızda eğlence, radyo, teyp, video ve televizyon gibi
vasıtalarla her günümüze ve hatta her saatimize girdiği için, düğünlerin de o
devirdeki gibi defli ve sesli olmasında ısrar edilmeyebilir. Üstelik caiz olan
def ve ses yerine, caiz olmayan çalgı ve şarkılar kaim olmuştur. Bu sebeple
dindar çevrelerde geliştirilen mevlütlü düğünlerimiz, zahirde sünnete zıd da
görünse, şayan-ı tercih olmalıdır. Böylece pekçok menhiyyatın önüne sed
çekilmiş olur.
Ama bu hadislerde vurgulanan husus ihmal edilmemeli: Düğünler
alenî olacak, sesli olacak, ilan edilmiş olacak. Mevlütlü düğünler bu manayı
yeterince îfa etmektedir.[68]
ـ5639 ـ4ـ
وعن عَمْرو بن
شُعيبٍ عن
أبيه عن
جَدّهِ قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
تَزَوَّجَ أَحَدُكُمُ
امْرَأةً أوِ
اشْتَرَى
خَادِماً
فَلْيَقُلْ:
اَللَّهُمَّ
إنِّي
أسْألُكَ
خَيْرَهَا
وَخَيْرَ مَا
جَبَلْتَهَا
عَلَيْهِ؛
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ شَرِّهَا
وَشَرِّ مَا
جَبَلْتَهَا
عَلَيْهِ؛
وإنِ اشْتَرى
بَعِيراً
فَلْيَأخُذْ
بِذِرْوَتِهِ،
وَلْيَقُلْ
مِثْلَ
ذلِكَ[. أخرجه أبو
داود .
4. (5639)- Amr İbnu Şuayb
an ebihi an ceddihi anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Biriniz bir kadınla
evlenir veya bir köle satın alırsa şöyle
dua etsin: "Allahım, ben bunun hayırlı olmasını ve hayırlı bir yaratılış
üzere olmasını diliyorum. Onun şerrinden ve şerli bir tabiat üzere olmasından
sana sığınıyorum.
Eğer bir deve satın alırsa, eliyle hörgücünün üstünden tutup aynı
şeyi söylesin." [Ebu Davud, Nikah 46, (2160).][69]
ـ5640 ـ5ـ
وعن زيد بن
أسلم رَضِيَ
اللّهُ عَنه
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ: ]إذَا
تَزَوَّجَ أحَدُكُمُ
الْمَرْأَةَ
أوِ اشْتَرَى
خَادِماً
فَلْيَأخُذْ
بِنَاصِيَتِهَا
وَلْيَدْعُ
بِالْبَرَكَةِ،
وَإذَا
اشْتَرى
الْبَعِيرَ
فَلْيَأخُذْ
بِذِرْوَةِ
سَنَامِهِ
وَلْيَسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنَ
الْشَّيْطَانِ
الرَّجِيمِ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (5640)- Zeyd İbnu Eslem
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Biriniz bir kadınla evlenir veya bir hizmetçi (köle) satın
alırsa, perçeminden tutup ona bereketle dua etsin. Bir deve satın alınca
hörgücünün tepesinden tutup, şeytan-ı racime karşı Allah'a istiazede
bulunsun." [Muvatta, Nikah 52, (2, 547).][70]
ـ5641 ـ6ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
رَفَّأ
ا“نْسَانَ
إذَا تَزَوَّجَ،
قَالَ:
بَارَكَ
اللّهُ لَكَ،
وَبَارَكَ
عَلَيْكَ،
وَجَمَعَ
بَيْنَكُمَا
في خَيْرٍ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
6. (5641)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), evlenen
bir kimseyi şöyle tebrik ederdi: "Allah sana (evliliği) mübarek kılsın,
üzerine bereket indirsin, ikinizin arasını hayırda birleştirsin." [Ebu
Davud, Nikah 37, (2130); Tirmizî, Nikah 7, (1091).][71]
Bu hadis yeni evlenenlere nasıl dua etmek gerektiğini
öğretmektedir. Cahiliye devrinde
"Kaynaşma ve oğullar" diye dua edilirmiş. Resulullah bu duayı
yasaklamıştır. Çünkü kız evlatlara karşı tavır mevcuttur. Onun yerine evliliğin
mübarek olması ve hayırda beraberlik
duası ikame edilmiştir.
İslam, tebrik duasında bile kendi orijinalitesini aramaktadır.[72]
ـ5642 ـ7ـ
وعن
الْحَسَنِ
قال:
]تَزَوَّجَ
عَقِيلُ بْنُ
أبِي طَالِبٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنه
امْرَأةً
مِنْ بَنِي
جُشَمٍ
فَقَالُوا
بِالرَّفَاءِ
وَالْبَنِينَ.
فقَالَ:
قُولُوا
كَمَا قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: بَارَكَ
فِيكُمْ
وَبَارَكَ
لَكُمْ[.
أخرجه النسائي.»الرَّفاء«
الموافقة
وحسن
المعاشرة،
وإنما نهى عنه
‘نه كان من
شعار
الجاهلية .
7. (5642)- Hasan(-ı Basrî)
anlatıyor: "Akil İbnu Ebi Talib (radıyallahu anh), Benî Cüşem'den bir kadınla evlenmişti. Onu: "Kaynaşma ve
oğullar" dileyerek tebrik ettiler. Fakat o: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın kullandığı tabirlerle dua edin: "Allah size
(evliliği) mübarek etsin ve size bereket versin" deyin!" dedi."
[Nesâî, Nikah 73, (6, 128).][73]
ـ5643 ـ8ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]تَزَوَّجَنِي
رَسُولُ
اللّهِ # في
شَوّالٍ وَدَخَلَ
بِي فِي
شَوَّالٍ،
فَأيُّ
نِسَائِهِ كَانَ
أحْظَى
عِنْدَهُ
مِنِّي؟
وَكَانَتْ تَسْتَحِبُّ
أنْ تُدْخِلَ
نِسَاءَهَا
في شَوَّالٍ[.
أخرجه مسلم
والترمذي والنسائي
.
8. (5643)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) benimle
Şevval'de nikah yapmıştı. Şevval'de
gerdek yaptı. Yanında hangi kadını benden daha bahtlı idi?"
[Urve der ki: "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)] yakınlarından
olan kadınları Şevval ayında gerdeğe
sokmayı müstehab addederdi." [Müslim, Nikah 73, (1423); Tirmizî, Nikah 9,
(1093); Nesâî, Nikah 77, (6, 130).][74]
AÇIKLAMA:
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) burada bir cahiliye âdetinin batıl
olduğuna dikkat çekiyor. Şarihler, Arapların cahiliye devrinde Şevval ayında
nikahtan kaçındıklarını, bunu iyi saymadıklarını belirtir. Halbuki Resulullah hem nikahını hem de zifafını
Şevvalde yapmıştır. Günümüzde bile "iki bayram arası düğün olmaz"
lafını işitiriz. Bu, cahiliye inancının hâlâ yaşamaya devam ettiğini gösterir.
Halbuki Resulullah ve Hz. Aişe fiilî tatbikatlarıyla bu anlayışın batıl
olduğunu ortaya koymuştur.[75]
ـ5644 ـ9ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
#: أمَا لَوْ
أنَّ
أحَدَكُمْ
إذَا أرَادَ
أنْ يَأتِي
أهْلَهُ
قَالَ: بِسْمِ
اللّهِ،
اَللَّهُمَّ
جَنِّبْناَ
الشَّيْطَانَ
وَجَنِّبِ
الشَّيْطَانَ
مَا
رَزَقْتَنَا،
ثُمَّ
قُدِّرَ
بَيْنَهُمَا
في ذلِكَ وَلَدٌ
لَمْ
يَضُرَّهُ
الشَّيْطَانُ
أبَداً[. أخرجه
الخمسة إ
النسائي .
9. (5644)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Sizden kim hanımına temas etmek isteyince: "Allah'ın
adıyla! Allahım, bizi şeytandan uzak tut ve şeytanı da bize vereceğin nasipten
uzak tut!" dese, sonra da Allah bu temastan onlara bir evlad nasip etse,
şeytan ona ebediyen zarar vermez." [Buharî, Bed'ü'l-Halk 11; Müslim, Nikah
116, (1434); Ebu Davud, Nikah 46, (2161); Tirmizî, Nikah 8, (1092).][76]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis münasebet-i
cinsiyede mühim bir edeb tesbit etmektedir: Besmele ve dua ile başlamalı.
Yapılacak dua rivayetlerde bazı farklılıklar arzeder. Hasan Basrî'nin,
Abdurrezzak'ın Musannaf'ında gelen bir mürseli şöyledir:
"Kişi
hanımına gelince bismillah desin ve şu duayı okusun: "Allahım, bize
vereceğin nasibi hakkımızda mübarek kıl. Bize nasib ettiğin şeyde şeytana bir
pay koyma." Böyle derse, kadın hamile kaldığı takdirde çocuğun salih
olacağı ümid edilir."
2- Besmele çekildiği takdirde çocuğa gelmeycek olan zararlar
nelerdir? Bu hususta ulema farklı yorumlar ileri sürmüştür. Bu yorumlara
geçmeden önce, Kadı İyaz'ın yer verdiği bir görüşte ittifak edildiğini
belirtmek isteriz: Buna göre "Bu hadiste, belirtilen edebe uyulduğu
takdirde, bütün hallerde, her çeşit zararlara karşı bir koruma hasıl olacağını hiç kimse söylememiştir, her ne
kadar hadisin zahiri bunu ifade etse de." Bu noktadaki ittifak, bir
başka hadiste "İstisna edilen dışında her doğan çocuğun karnına
şeytanın mutlaka dürteceği"nin
bildirilmiş olmasıdır ki, bu dürtme de
bir nevi zarardır.
Farklı yorumlardan bazıları:
* Bir kısım alimler: "Şeytan besmelenin bereketine çocuğa
musallat olmaz. Bilakis haklarında "Şüphesiz ki kullarımı zorla saptıracak bir gücün yoktur. Sana uyan
azgınlar müstesna" (Hicr 42) denmiş olan
kullar cümlesindendir" demiştir. Hasan-ı Basrî'den kaydettiğimiz
mürsel rivayetin bunu te'yid ettiği de belirtilmiştir.
* Bazıları: "Murad, doğarken çocuğun karnına dürtmez
demektir" demiş ise de, bu görüş mezkur hadisin zahiriyle zıdlığa düştüğü
için kabul görmemiştir.
* Bazıları: "Çocuğun bedenine zarar vermez" demiştir.
* Bazıları: "Çocuğa şeytan çarpmaz" demiştir.
* İbnu Dakiku'l-Îd: "Çocuğun diyanetine zarar
vermeyeceğini ifade etmesi de muhtemeldir" demiştir. Ancak bundan ismet
iddiası hatıra gelir, halbuki hiç kimse ismet sahibi olmayacağı için, bu mana
da kabul görmemiştir.
* Davudî, biraz farkla: "Çocuğu küfre atacak şekilde
dininde fitneye düşürmez" diye anlamış, "Masiyetten ismet iddia
edilemez" demiştir.
* Bazı alimler de: "Annesiyle cima sırasında şeytan babasına iştirak etmez" diye anlamıştır.
Çünkü Mücahid'den gelen bir rivayette: "Temasta bulunup besmele çekmeyen kimsenin ihliline şeytan
sarılır, onunla birlikte temasa iştirak eder" denmiştir. İbnu Hacer, bu
te'vili doğruya en yakın yorum olarak değerlendirir.
3- İbnu Abbas'tan gelen rivayetler, gerek helada ve
gerekse temas esnasında besmele çekmenin mekruh olduğunu
ifade eder. Bu rivayetle sadedinde olduğumuz rivayet arasında tezad iddia
edenler olmuşsa da, aslında böyle bir tezaddan söz edilemez. Çünkü hadis,
besmelenin, temastan önce söylenmesini ifade etmektedir. [77]
* BİRİNCİ
FASIL:
ـ5645 ـ1ـ عن
ابن مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
نَغْزُو مَعَ
رَسُولِ
اللّهِ #
وَلَيْسَ
مَعَنَا
نِسَاءٌ،
فَقُلْنَا: أَ
نَخْتَصِى؟
فَنَهَانَا
عَنْ ذلِكَ،
ثُمَّ
رَخَّصَ
لَنَا أنْ
نَسْتَمْتِعَ.
فَكَانَ
أحَدُنَا
يَنْكِحُ
الْمَرْأةَ
بِالثَّوْبِ
الى أجَلٍ[.
أخرجه الشيخان
.
1. (5645)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte gazveye çıkmıştık. Beraberimizde
kadın yoktu. "Husyelerimizi
aldırmayalım mı?" diye sorduk. Bizi bundan yasakladı, sonra da
muvakkat istifade hususunda bize ruhsat tanıdı. Herhangi birimiz, bir elbise
mukabilinde kadınla, bir müddet için
nikah yapıyorduk." [Buharî,
Tefsir, Maide 9, Nikah 6, 8; Müslim,
Nikah 38, (1404).][78]
AÇIKLAMA:
1- Husyelerin aldırılması,
kadınlaşma veya iğdiş olma diye de ifade edilir. Normalde erkek
hayvanlara uygulanan bir ameliyedir. Dinimiz, tabiatı bozma olduğu için,
insanlar hakkında bunu tecviz etmez.
2- Muvakkat istifade
diye tercüme ettiğimiz istimtadan murad mut'a nikahı olarak bilinen bir
nikah çeşididir. Tıpkı şarabın tedricî olarak yasaklanması gibi, cahiliye devrinin bir nikah çeşidi olan mut'a nikahı
başlangıçta yasaklanmamış, fakat bilahare ebediyen haram edilmiştir. Bahsin
sonunda genişçe açıklayacağımız üzere, mut'a nikahı mehirsiz, verasetsiz,
boşanmasız, muvakkat bir nikahtır. Müddeti anlaşma sırasında belirtilir. Müddet
dolunca boşamaya hacet kalmadan ayrılık hasıl olur, karı koca birbirlerine
varis olamazlar. Kadına, razı olacağı bir ücret verilir. Asgarî ve azamî bir
müddeti yoktur. Birkaç saatlik, tek temaslık bir akit olabileceği gibi, yılları içine
alan bir müddet de olabilir.
İslam uleması bu çeşit cahiliye nikahını haram bilmede icma
etmiştir. Şia'dan aşırı olanlar dışında bunu benimseyen yoktur. Hele Ehl-i
Sünnet uleması arasında buna fetva veren tek kişi çıkmamıştır.
5651 numaralı hadisten sonra mevzuyu genişçe tahlil edeceğiz.[79]
ـ5646 ـ2ـ
وعن سَلَمَة
بن ا‘كْوَع
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال:
]رَخَّصَ
النَّبِيُّ #
عَامَ أوْطَاس
في
الْمُتْعَةِ،
ثُمَّ نَهى
عَنْهَا[. أخرجه
الشيخان .
2. (5646)- Seleme
İbnu'l-Ekva (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Evtas Gazvesi yılında mut'aya ruhsat verdi, sonra da onu
yasakladı." [Buharî, Nikah 31 (ta'lik olarak); Müslim, Nikah 18, (1405).][80]
ـ5647 ـ3ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]إنَّمَا
كَانَتِ
الْمُتْعَةُ
في أوَّلِ ا“سَْمِ
كَانَ
الرَّجُلُ
يَقْدُمُ
البَلدَةَ،
لَيْسَ لَهُ
بِهَا
مَعْرِفَةٌ،
فَيَتَزَوَّجَ
الْمَرْأةَ
بِقَدْرِ مَا
يَرَى أنَّهُ
يُقِيمُ
فَتَحْفَظُ
لَهُ
مَتَاعَهُ
وَتُصْلِحُ
لَهُ شَأنَهُ.
حَتّى
نَزَلَتْ: إَّ
عَلى أزْوَاجِهِمْ
أوْ مَا
مَلَكَتْ
أيْمَانُهُمْ.
قَالَ ابْنُ
عَبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما: فَكُلُّ
فَرْجٍ
سِوَاهُمَا
فَهُوَ
حَرَامٌ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (5647)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "İslam'ın evvelinde mut'a vardı. Kişi, hakkında bilgisi olmayan
(tanımadığı) bir beldeye gelince, oradan yerli bir kadınla, orada kalacağını
tahmin ettiği müddet miktarınca nikah yapardı. Kadın, böylece onun eşyasını
muhafaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hal: "Onlar namuslarını
korurlar. Ancak "hanımlarına"
ve "cariyelerine" karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı
kınanmazlar" (Mü'minun 6) mealindeki ayet nazil oluncaya kadar devam etti.
(Bu ayet gelince mut'a haram ilan edildi.)"
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) der ki: "Bu ikisi dışındaki
bütün fercler (cinsî tatmin yolları) haramdır." [Tirmizî, Nikah 28,
(1122).][81]
AÇIKLAMA:
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), Resulullah'ın mut'ayı
yasaklamasıyla ilgili hadisleri Hz. Ömer
zamanında işitmişti. Ruhsatla ilgili
rivayetleri bildiği ve nesihten, yasaklamadan haberdar olmadığı için, bu
hususta sorulunca zaman zaman mut'anın cevazına fetva vermiştir. Ancak, az ileride
açıklayacağımız üzere, Hz. Ömer zamanında bizzat Hz. Ömer tarafından mesele ele
alınıp, Resulullah'ın yasakladığı hatırlatılarak yasak ta'mim edilince, İbnu
Abbas eski görüşünden vazgeçmiş, mut'anın yasak olduğunu belirtmiştir. Onun bu
dönüşü pek çok rivayetle sabit olmuştur. Onun ruhsatını ifade eden rivayetleri
esas alarak İbnu Abbas'ın mut'anın caiz olduğu kanaatini taşıdığını söylemek
cinayet olur, gerçeği aksettirmez.[82]
ـ5648 ـ4ـ
وعن محمّد بن
الحنَفِيّة:
]أنَّ عَلِيّاً
قَالَ ‘بْنِ
عَبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهم:
إنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
نَهَى
مُتْعَةِ
النِّسَاءِ
يَوْمَ
خَيْبَرَ،
وَعَنْ أكْلِ
لُحُومِ
الْحُمُرِ
ا‘نْسِيَةَ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
4. (5648)- Muhammed İbnu
Ôl-Hanefiyye anlatıyor: "Hz. Ali, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a dedi
ki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber Gazvesi günü,
kadınlarla mut'ayı, ehlî eşek etlerinin
yenmesini haram kıldı." [Buharî, Megazi 38, Nikah 31, Zebaih 28, Hiyel 3;
Müslim, Nikah 29, (1407); Muvatta, Nikah
41, (2, 542); Tirmizî, Nikah 28, (1121); Nesâî, Nikah 71, (6 , 125, 126).][83]
ـ5649 ـ5ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
نَسْتَمْتِعُ
بِالْقَبْصَةِ
مِنَ التَّمْرِ
وَالدَّقِيقِ
ا‘يَّامَ عَلى
عَهْدِ رَسُولِ
اللّهِ #
وَأبِي
بَكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه حَتّى
نَهَى عَنْهُ
عُمَرُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه في شأنِ
عَمْرُو بْنِ
حُرَيْثٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما[.
أخرجه مسلم .
5. (5649)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz.
Ebu Bekr (radıyallahu anh) zamanında bir avuç hurma ve un mukabilinde birkaç
gün boyu devam eden mut'a nikahı yapardık. Bu hal, Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in Amr İbnu Hureys hadisesi vesilesiyle mut'ayı yasaklamasına kadar devam
etti." [Müslim Nikah 16, (1405).][84]
AÇIKLAMA:
Mut'a nikahının Resulullah tarafından yasaklanmış olduğunu
işitmeyen sadece İbnu Abbas değildir.
Başka sahabi ve tabiin de mevcuttur. Şu halde, onlar arasında nadirattan
da olsa tatbikat Hz. Ömer zamanına kadar devam etmişe benziyor. Bu
tatbikat yaygın olsaydı, neshten ve yasaktan haberi olanların müdahalesiyle
karşılaşır, mesele halifelere daha önceden intikal ederdi. Demek ki pek nadir olan tatbikat, bir hadiseye sebep
olmadığı için -bazı rivayetlerde tasrih edildiği üzere- Hz. Ömer'in hilafetinin
ortalarına kadar devam etmiştir. İlerde
açıklayacağımız üzere Amr İbnu Hureys'in mut'a nikahıyla evlendiği kadın,
bu evlilikten hamile kalınca, Hz. Ömer'e
çocuğun akibeti ne olacak diye müracaat eder. O zaman Hz. Ömer öğrenir ki, hâlâ
mut'a tatbik eden var. Halbuki Resulullah bunu kesinlikle yasaklamıştı.
Hz. Ömer, meseleyi hutbe mevzuu yapar ve yasağı yeniden
hatırlatıp, ta'mim eder. Şarihler, bu yasaklamaya karşı çıkan tek sahabi
olmadığını, yasak hususunda icma hasıl
olduğunu belirtirler.[85]
ـ5650 ـ6ـ
وعن ابن
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]نَهَى
رَسُولُ
اللّهِ # عَنِ
الشِّغَارِ،
وَهُوَ أنْ
يُزَوِّجَ
الرَّجُلُ
ابْنَتَهُ
أوْ أُخْتَهُ مِنَ
الرَّجُلِ
عَلى أنْ
يُزَوِّجَهُ
ابْنَتَهُ
أوْ
أُخْتَهُ،
وَلَيْسَ
بَيْنَهُمَا
صَدَاقٌ[.
أخرجه الستة .
6. (5650)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şiğâr
nikahını yasakladı. Bu, kişinin kızını
veya kızkardeşini, karşılığında kızını veya kızkardeşini almak üzere bir erkeğe
vermesi, aralarında mehir ödemeyi kaldırmalarıdır." [Buharî, Nikah 28, Hiyel 3; Müslim, Nikah 57, (1415);
Muvatta, Nikah 24, (2, 535); Ebu Davud, Nikah 15, (2074); Tirmizî, Nikah 29,
(1124); Nesâî, Nikah 60, 61, (6, 111, 112).][86]
AÇIKLAMA:
1- Şiğâr nikahı, cahiliye devrinde cereyan eden bir nikahtır.
Kız velilerinin, kızları birbirlerine mehirsiz olarak nikahlamalarıdır. Hadis
metninde şiğarla ilgili gelen tarifi kim yapmıştır? Resulullah mı, arkadan
gelen raviler mi bu hususta ihtilaf edilmiştir. Dinimiz "şiğar"ı
yasaklamıştır. Çünkü, mehir kadının
hakkıdır ve erkeğin ödemesi gereken bir
vecibedir. Kaffal, şiğarın batıl oluşundaki illetin zikredilen şart olduğunu
belirtir: "Veli sanki: "Kızımın nikahı sana kesinleşmez. Ta ki kızının nikahı da bana
kesinleşmedikçe" demiş gibidir" der. Gazâli, bu nikah tarzının şu
şekilde olduğunu belirtir: "Kişi der ki: "Kızımı sana şu şartla
nikahladım: Sen de kızını bana nikahlayacaksın, bunlardan her birinin bud'u
diğerinin mehri olacak, kızımın nikahı ne zaman mün'akid olursa, senin kızının
nikahı da mün'akid olacak." Veliler birbirlerine mehir ödemek üzere, bu
şekilde birbirlerinden kız alıp verecek olursa, mağduriyet kızlara gelecektir. Her iki taraf da
kadınlara mehirlerini ödedikleri
takdirde, velilerin karşılıklı
olarak kız alıp vermeleri haram değildir. Hanefîler, şiğar akdinin sahih olacağını, ancak, mehrin
düşmeyeceğini söylemiştir. Bunlara göre, kadının mehr-i misl'e hakkı vardır.
İmam Şafii ve diğer bazı alimler, şiğar nikahının batıl olduğuna, bütün hükümlerinin
nikah-ı fasid gibi olduğuna hükmetmişlerdir.
İmam Evzaî, Hanefîlere yakın bir görüş beyan eder: "Zifaf
yapılmamışsa nikah bozulur, mehir belirlenerek
yeniden nikah yapılır, zifaf yapılmışsa nikah sahihtir. Ancak mehr-i
misil vacib olur."
2- Hadiste "kızlar" ve "kızkardeşler"
mezkur ise de, alimler, "yeğenler"in
ve başkalarının da bu meselede aynı hükme tabi olacaklarını
belirtmişlerdir.[87]
ـ5651 ـ7ـ
وعن عُرْوَة
قال:
]أخْبَرَتْنِى
عَائِشةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
أنَّ
النِّكَاحَ
كَانَ في
الْجَاهِلِيّةِ
عَلى
أرْبَعَةِ
أنْحَاءِ:
فَنِكَاحُ
مِنْهَا
نِكَاحُ
النّاسَ الْيَوْمَ،
يُخْطُبُ
الرَّجُلُ
الى الرَّجُلِ
ابْنَتَهُ
أوْ
وَلِيَّتَهُ
فَيُصْدِقُهَا
ثُمَّ
يَنْكِحُهَا؛
وَنِكَاحٌ
آخَرُ: كَانَ
الرَّجُلُ
يَقُولُ
‘مْرَأتِهِ
إذَا
طَهُرَتْ مِنْ
طَمْثِهَا:
أرْسِلِي الى
فَُنٍ
اسْتَبْضَعِي
مِنْهُ،
وَيَعْتَزِلُهَا
زَوْجُهَا
وََ
يَمَسُّهَا
حَتّى
يَتَبَيَّنَ
حَمْلُهَا
مِنْ ذلِكَ
الرَّجُلَ
الّذِي
تَسْتَبْضِعُ
مِنْهُ. فإذَا
تَبَيَّنَ
حَمْلُهَا
مِنْ ذلِكَ
الرَّجُلِ
الّذِى
تَسْتَبْضِعُ
مِنْهُ
أصَابَهَا
زَوْجُهَا
إذَا أحَبَّ،
وإنَّمَا
يُفْعَلُ
ذلِكَ
رَغْبَةً في
نَجَابَةِ
الْوَلَدِ،
فَكَانَ
يُسَمّى
نِكَاحُ
ا‘سْتِبْضَاعِ؛
وَنِكَاحٌ
آخَرُ:
يَجْتَمِعُ
الرَّهْطُ مَا
دُونَ الْعَشْرَةِ
فَيَدْخُلُونَ
عَلى
الْمَرْأةِ
كُلُّهُمْ
فَيُصِيبُونَهَا،
فَإذَا
حَمَلَتْ
وَوَضَعَتْ
وَمَرَّ
لَيَالٍ
بَعْدَ أنْ تَضَعَ
أرْسَلَتْ
إلَيْهِمْ،
فَلَمْ يَسْتَطِعْ
رَجُلٌ
مِنْهُمْ أنْ
يَمْتَنِعَ
حَتّى
يَجْتَمِعُوا
عِنْدَهَا.
فَتَقُولُ
لَهُمْ: قَدْ
عَرَّفْتُُمُ
الّذِي كَانَ
مِنْ
أمْرِكُمْ؛
وَقَدْ وَلَدْتُ
فَهُوَ
ابْنَكَ يَا
فَُنُ،
تُلْحِقُهُ
بِمَنْ
أحَبَّتْ. فََ
يَسْتَطِيعُ
أنْ يَمْتَنِعَ؛
وَنِكَاحٌ
آخَرُ رَابعٌ:
يَجْتَمِعُ
النَّاسُ
الْكَثِيرُ
فَيَدْخُلُونَ
عَلى
الْمَرْأةِ
فََ
تَمْتَنِعُ
مِمَّنْ
جَاءَهَا
وَهُنَّ
الْبَغَايَا
كُنَّ
يَنْصِبْنَ
على أبْوَابِهِنَّ
الرَّايَاتِ.
فَمَنْ
أرَادَهُنَّ
دَخَلَ
عَلَيْهِنَّ،
فإذا
حَمَلَتْ إحْدَاهُنَّ
وَوَضَعَتْ
حَمْلَهَا
جَمَعُوا
لَهَا
وَدَعَوْا
لَهَا
الْقَافَةَ.
فَألْحَقُوا
وَلَدَهَا
بِالّذي
يَرَوْنَ
فَالْتَاطَ
بِهِ وَدُعِيَ
ابْنَهُ، َ
يَمْتَنِعُ
مِنْهُ،
فَلَمَّا بُعِثَ
مُحَمّدٌ #
بِالْحَقِّ
هَدَمَ نكَاحَ
الْجَاهِلِيّةِ
كُلَّهُ إَّ
نِكَاحَ النَّاسِ
الْيَوْمَ[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود.»استبضاع«
طلب المرأة
نكاح الرجل
لتنال منه الولد
فقط.و»البغايا«
الزواني.و»القافة«
الذين يشبهون
بين الناس
فيلحقون
الولد
بالشبه.و»التاط
به« أي ألصقه
بنفسه وجعله
ولده .
7. (5651)- Urve
rahimehullah anlatıyor: "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) bana anlattı ki:
Cahiliye devrinde dört çeşit nikah mevcuttu: Bunlardan biri, bugün (dinimizin
meşru kıldığı ve) herkesçe tatbik edilen nikahtır: Kişi kişiden kızını veya
velisi bulunduğu kızı ister, mehrini verir, sonra onunla evlenir.
Diğer bir nikah çeşidi şöyleydi: Kişi, hanımı hayızdan
temizlenince: "Falancaya git, ondan hamilelik talep et" der ve
hanımını ona gönderirdi. Kadının o yabancı erkekten hamile kaldığı
anlaşılıncaya kadar, kocası ondan uzak durur, temasta bulunmazdı. O adamdan
hamileliği açıklık kazanınca, zevcesi dilerse onunla zevciyat muamelelerine
başlardı. Bu nikah çeşidine asaletli bir evlat elde etmek için başvurulurdu.
İşte bu nikaha nikahu'l-istibza denirdi.
Diğer bir nikah çeşidi şöyleydi: On kişiden az bir grup toplanır,
bir kadının yanına girerler ve hepsi de
ona temasta bulunurdu. Kadın hamile kalıp doğum yaparsa, doğumdan birkaç gün
sonra, kadın onlara haber salar, hepsini çağırırdı. Hiçbiri bu davete icabet
etmekten kaçınamaz, kadının yanına gelirdi. Kadın onlara: "Hadisenizi
hatırlamış olmalısınız. İşte şimdi doğum yaptım. Ey falan çocuk senindir"
der, çocuğu bunlardan dilediğine nisbet ederdi. Adamın buna itiraz etmeye
hakkı yoktu.
Diğer dördüncü nikah çeşidi şöyleydi: Çok sayıda insan toplanıp bir kadının yanına girerlerdi. Kadın gelenlerden hiçbirine
itiraz edemezdi. Bu kadınlar fahişe idi.
Kapılarının üzerine bayraklar dikerlerdi. Bu kadınlarla temas arzu eden herkes
bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kaldığı takdirde, çocuğunu
doğurduğu zaman, o adamlar kadının yanında toplanırlar ve kâifler çağırırlardı.
Kâifler bu çocuğun, onlardan hangisine ait olduğunu söylerse nesebini ona dahil
ederlerdi. Çocuk da ona nisbet edilir, onun çocuğu diye çağrılırdı. O kimse
bunu reddedemezdi.
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) hak ile gönderilince, bütün
cahiliye nikahlarını yasakladı, sadece insanların bugün tatbik etmekte olduğu
nikahı bıraktı." [Buharî, Nikah 36, Ebu Davud, Talak 33, (3272).][88]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki hadis, izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Sadece
kâif kelimesini açıklamak gerekebilir.
Kâifler, insanlar arasındaki benzerlikleri değerlendirerek neseb tesbiti yapan kimselerdir. İbnu'l-Esir,
en-Nihaye'de kâifi, "İzleri takip edip, sahibini ortaya çıkaran kişinin
kardeş ve babasına benzerliklerini tesbit eden kimse" olarak tarif eder.
Kâifin cem'i kâfedir. "İz"e bakarak sahibini teşhis, benzerliklere
bakarak nesebi teşhis, cahiliye devrinde gelişmiş bir ilimdi.
2- Alimler az ileride
açıklanacağı üzere, başka rivayetleri gözönüne alarak cahiliye devrinde cari
olan nikah çeşitlerine bedel, hıdn ve mut'a nikahları da ekleyerek sayıyı yediye çıkarırlar.
Günümüzde bunların bir kısmına halen, gayrimeşru cinsî münasebetler olarak rastlamak mümkün.
İslam'ın gayrimeşru adettiği, bir kelime ile zina olarak tavsif edip reddettiği
bu haram ilişkileri ayrı ayrı tahlil edecek değiliz. Ancak, dinden cahil nesiller arasında mut'a nikahı meşru bir
nikahmış gibi propaganda edilmeye başlandığı ve bilhassa okuyan dindarlar
arasına sokulmaya çalışıldığı için, o bahsin etraflıca tahliline gerek
duyuyoruz. Bu sebeple, dindar
gençliğimizi, bu sapıklığa karşı uyarmak maksadıyla 1991 yılı yaz tatilinde konu üzerine hazırladığımız
uzunca bir makalenin bazı mühim kısımlarını
ufaktefek tadillerle aşağıya aynen kaydediyoruz:[89]
KUR'AN,
SÜNNET VE ULEMAYA GÖRE EHL-İ SÜNNET VE ŞİA'DA MUT'A NİKAHI[90]
1- Normalde, kitabımızın diğer bahislerinde takip edilen
açıklama üslubuna kıyasla, mut'a bahsinin çok fazla uzun bulunacağının
farkındayız. İçinde yaşadığımız şu yıllarda bu mesele, kız veya erkek, bütün
dindar gençlerimizin iğfal edilip aldatıldıkları bir konu
haline getirilmiş olması sebebiyle açıklamaları geniş tutma
mecburiyeti hissettik. Bu yüzden hatıra
gelebilecek bütün soruları cevaplamak maksadıyla asıl mevzumuzun dışında
sayılabilecek tamamlayıcı bilgiler de verdik. Şu halde mut'a nikahı
hususunda tereddüt sahiplerinin bu bahsi
dikkatlice takip etmeleri gerekir. Böyle bir tereddüdü olmayan fakat mesele
hakkında hülasa bir bilgi sahibi olmak isteyenlere mevzuun başında "Özet
Olarak Mut'a Nikahı" başlığı
altında kısa bir açıklama yapacağız. Birçok okuyucularımıza bu kısa bilginin
yeterli olacağı kanaatindeyiz. Geri
kalan açıklamalar, aslında bu özet bilginin kaynaklara inilerek
delillendirilmesinden ibarettir.
2- Şunun da bilinmesinde fayda var: Bu bahsi işlerken hem
sünnî, hem de Şiî kaynaklara inilmiştir.
Bahsin Şiî kaynaklar açısından tahlilini müstakil bir bahiste Şiî
Kaynaklara Göre Mut'a başlığı altında sunduk.
3- Tahlil esnasında dercedilen yorum ve iktibasların
alındıkları kaynaklar, yapılan atıflar, bahsin sonunda Dipnotlar başlığı
altında kaydedilecektir. İstifade edilen kaynaklar da tanıtılacaktır. İltibas
edilmemesi için Şiî kaynaklar ayrıca tanıtılmıştır.[91]
Bugün dindar fakat dinini
yeterince bilmeyen gençlerimiz arasında meşru bir akit gibi
gösterilmeye, benimsetilmeye çalışılan mut'a nikahı, esas itibariyle, İslam
öncesi Arap cemiyetinde mevcut olan zina çeşitlerinden biridir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), pek çok içtimâî reformlarla uyguladığı tedric
prensibiyle hareket ederek, bunu birden yasaklamamış, hatta bir ara ruhsat tanımıştır.
Fakat, Mekke Fethi sırasında kesinlikle yasaklamış, kıyamete kadar haram
olduğunu belirtmiştir.
Resulullah'ın yasağını işitmemiş olanlar arasında bazı nadir mut'a
vak'alaları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in vefatından sonra da
cereyan etmiştir. Durumdan haberdar olan Hz. Ömer (radıyallahu anh), bu hususta
Resulullah'ın yasağını hatırlatarak kesin
yasak koymuş ve yasağı ta'mim etmiştir. Hz. Ömer'in bu yasağına tek bir
sahabi itiraz etmemiş, böylece mut'a nikahının haram olduğu hususunda selef
uleması arasında icma tahakkuk etmiştir.
Şia'dan bir grup, Hz. Ömer'e muhalefet taassubunun da sevkiyle mut'ayı mübah addetmekten de öte,
bir taabbüd, bir akide, uyulması gerekli bir doktrin haline sokmuş, Şiîliğin
bir alemi, bir gereği haline getirmiştir. Şia, bu meselede objektif delillere
dayanmaz, hissî yorumlara, temelsiz te'villere, peşin kabullere istinad eder.
Gençlerimiz, meseleyi
kaynaklara inerek değerlendirmek durumundadır. Dinin son derece hassas olduğu kadın-erkek
münasebetlerinde umursamazlık ve
laubaliliğin dünyevî ve uhrevî cezasının şiddetli olacağı unutulmamalıdır. السََّمُ
على مَنِ
اِتَّبَعَ
الْهُدَى
وَالْمََمُ
عَلى مَنِ
اِتَّبَعَ
الْهَوى
[92]
Nikah yukarıda belirtildiği üzere çok yönlü bir müessese olduğu
için dinimiz bu hususta müstesna bir hassasiyet göstermiştir. Bu nikahın îfa
ettiği hizmetin çok yönlü oluşundan, onda tecelli eden mananın zenginliğinden
ileri gelir. Şöyle ki:
1- Meşru nikah, öncelikle kişiye, Allah'ın mülkünde tasarrufu
helal kılmaktadır. Yani kâinatta hiçbir şey başıboş, kendiliğinden değildir.
Her şey Allah'ın mülküdür. O'nun mülkünü O'nun istediği tarzda kullanmayan
haram işlemiş olur. Öyleyse, erkekkadın münasebetleri Allah'ın dilediği tarzda
ve koyduğu şartlar çerçevesinde olmadığı takdirde bu tasarrufla haram işlenmiş
olur. Kadın-erkek münasebetlerinde helal olmayan tasarruflara dinimiz zina
demiştir(1) ve bütün cinayetler arasında
zinaya en ağır cezayı takdir etmek suretiyle bu meselede Allah'ın
mülkündeki haram tasarrufun dünyevî ve uhrevî neticelerinin azametine dikkat
çekilmiştir. Dolayısıyla Allah'a ve ahirete inanan bir kimsenin nikah
mevzu-unda çok hassas olması, zandan, şüpheli durumlardan kaçınması gerekir.
Ayet-i
kerimede, ileride açıklanacağı üzere, zevceler ve sağ elin malik oldukları
(cariyeler) dışındaki ferçlerin haram olduğu beyan edilmiştir. Ehl-i Sünnet
buna uygun olarak, ferçlerin helal olma yolunun iki olduğunu söylemişlerdir:
1- Mirasa dayanan nikah,
2- Milk-i yeminle nikah(2).
Sözü mut'a
nikahına getirecek olursak ileride belirtileceği üzere, bunun haram olduğu
hususunda, Ehl-i Sünnet alimleri icma eder.
Çünkü bunda miras yoktur. Onlar ferçlerin helal kılınmasına, muteber
şer'î bir delile dayanmayan üçüncü bir
yol eklemişlerdir: "Mirassız nikah" (3). Bundan maksad mut'adır.
"Bu, Şiîlerde var, onlar da bir mezhep, öyleyse biz de tatbik
edebiliriz" muhakemesi son derece yanlış ve helakete atıcıdır. Ehl-i
Sünnet mezhepleri arasında ihtilaflı meselelerde, darlanma hallerinde herhangi
birine uygun amele cevaz verilmiştir, ama icma edilen meselelerde bunların
dışına çıkmaya, zaruret denen ve hayatî tehlike ile tarif edilen durumlar
dışında cevaz verilmemiştir. Resulullah, mut'ayı Allah'ın mülkünde haram bir
tasarruf yönüyle şöyle ifade
buyurmuştur: "Kadınlara mut'a
yapmak haramdır. Ben Allah'a düşmanlıkta, Allah'ın haramlarını helal
addeden ve katilinden başkasını öldürenden daha ileri birini
tanımıyorum..."(4)
2- Evlenme hadisesinin içtimâî yönü vardır. Herşeyden önce kız
ve erkek, aileleri, akrabaları arasında hısımlık dediğimiz bir bağ, bir
yakınlık kurar. Ayrıca, annebabalar için
de bu, yıllar yılı emek çekerek yetiştirdikleri evlatlarının mürüvvetini
görerek dünyada en büyük saadeti yaşama vesilesi olmaktadır. Bu sebepledir ki,
meseleye bizzat Rabbimiz Teala hazretleri, Kur'an'da yer vererek, yukarıda
kaydettiğimiz üzere, kadınların "ailelerinin izniyle"
nikahlanmalarını emretmiştir. Bu hadiste Hz. Peygamber: "Velisinin izni
olmadan evlenen kadının nikahı batıldır..." buyurmuştur.(5) Hadis,
Muhalla'da: "Kadın, velisinin izni olmadan evlenemez. Şayet velisiz
evlenirse nikahı batıldır, nikahı batıldır, nikahı batıldır.." şeklinde
kaydedilmiştir.(6) Abdurrezzak'ın Musannaf'ında velisinin izni olmadan evlenen
kadınların nikahını Hz. Ömer'in reddettiğine dair birçok misal
kaydedilmiştir.(7) Evlenmelerde, velinin gıyabına nikah yapma meselesine
Ashab'ın en şiddetli karşı çıkanının Hz. Ali olduğu(8), İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'ın, velisi olmadan nikah yapan
kadınları fahişe olarak tavsif ettiği (9) rivayetlerde gelmiştir. Hz. Ömer de
kadınların, velilerinin veya ailelerinin
rey sahibi birisinin veyahut sultanın izniyle evlenmesi gerektiğinde
ısrar etmiştir.(10) Resulullah'ın bazı hadislerinde "Veli ve iki şahid olmadan
nikahın sahih olmayacağı" ifade edilmiştir.(11) Bir rivayette, İbnu
Abbas'a göre, en az talib, dört unsurla
nikah gerçekleşir: "Veli, iki şahid"(12).
Velini iznini tamamlayan bir husus nikahın ilanıdır. Bu sebeple
davul çalmak, türkü söylemek meşru kılınmıştır(13). Bazı rivayetlerde sadece iki şahitle yapılan nikahın
"gizli nikah" olarak tavsif edilip reddedildiğini görmekteyiz.(14)
İmam Malik bu durumda şahidlerin de nikah yaptıranların da cezalandırılmasına
hükmeder.(15) Resulullah'tan kaydedilen bir rivayette de: "Gizli nikah
caiz değildir, nikahda ya def işitilmeli ya da (ziyafetin) dumanı
görülmelidir" buyurmuşlardır. Bu hadisi kaydeden İmam Malik, peşine Ömer
İbnu Abdülaziz'in Eyub İbnu Şurahbil'e şu tamimi gönderdiğini ilave eder:
"Yanındakilere emret! Nikah sırasında def çalsınlar. Zira def, nikahla
zinanın arasını ayırdeder"(16). Resulullah'ın bir hadisi de şöyle:
"Kadın kadını evlendiremez; kadın, kendi
kendine de evlenemez. Kendi kendine evlenen kadın fahişedir"(17).
Ebu Hureyre zaniyenin: "Kendi kendine nikah yapan kadın" diye tarif
edildiğini belirtir(18). İmam Malik nikahın ilanı meselesine o kadar ehemmiyet vermiştir ki, ilan olunca
şahid bulunmasa da nikahın sahih
olacağını söylemiştir(19).
Tam bir gizlilik ve sadece kadınla erkeğin anlaşması şeklinde
cereyan eden mut'a nikahı değerlendirilecek olursa bu ulvî gayelerin sükût
ettiği görülür. İleriki açıklamalarda görüleceği üzere, bizzat Şiîler, bu
nikâhın hem kıza, hem kızın ailesine getireceği zül ve arı kabul etmişlerdir.
Yıllarca emek çekip evlat büyüten bir annebabanın, haberleri olmadan kızlarının
mut'a nikahı ile kirlendiğini işitmeleri, onların kahrolmaları ve yıkılmaları
için yeterlidir.
Sağduyu sahibi herkes, nezih şeriatımızın böylesi bir kirliliği
meşru addetmeyeceği hususunda tereddüt etmez.
3- Evliliğin öncelikle gayelerinden biri tenâsüldür. Yani insan
neslinin devamı. Hatta eski büyüklerimiz, evlenenler için yapılan düğün
şenliğinin bu evlilikten hâsıl olacak yeni nesli istikbâl etmeye râci olduğunu
söylemişlerdir. Bu mülâhaza ve evliliğin böylesi bir yoruma tâbi tutulması,
Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) efendimizin: "Evlenin çoğalın, ben
sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim"; "Vedûd
(çok seven) ve velûd (çok doğuran) kadınla evlenin, kısır kadınlarla
evlenmeyin!" gibi hadislerine ne kadar muvafık düşmektedir?
Mut'a nikahında tenasül de gaye değildir. Bu, nikah müessesesini,
her çeşit içtimâî, beşerî yönlerinden tecrit ederek, sırf şehevî duyguların
tatminine indirgemektir.
Bu işten en çok zarar gören de kadındır. Kadın, para mukabili, erkeğin
şehvetine bir alet durumuna düşmektedir. Mukabilinde ne zevce olma, ne anne
olma, ne de vâris olma şansına sahip değildir. Hiçbir himaye ve ünsiyet hakkı
da elde edilmemektedir.
Kadınları ve acizleri himaye edici esaslar getiren İslâm'ın,
merhamet ve himayeye pek muhtaç olan kadınlar taifesinin aleyhine işleyecek ve
suistimale çok açık böyle bir müesseseyi meşru addetmesi mümkün değildir.
Esasen meşru nikâhın getirdiği aleniyet şartı, aleniyeti garantileyecek asgarî
iki şâhid ve davulluyemekli düğün, velinin izni, mehir gibi esaslar, nikahta
öncelikle kadının haklarını korumaya dönüktür. Bunlar hakkıyla yerine
getirildiği takdirde kadını mağdur edecek suistimaller mevzubahis olamaz.
Ya mut'a nikahı? Allah ve Resulü'nü veya melekleri ve hatta
yatırları şâhid kılarak icra edilen mut'a nikahı? Bu, zavallı kızların,
cahilliğin sevkiyle, dindarlığın gereği imişçesine aldatılarak kirletilmesinden
başka bir şey değildir.
Şimdi sıra mut'a nikâhının mâhiyetini açıklamaya geldi:[93]
"Nikah kaza-i şevhet için değil, ancak nikahla ulaşılabilen
başka gaye ve maksadlar için meşru kılınmıştır. Mut'a ile şehvet giderilir. O
maksatlar hasıl olmaz. Öyle ise o meşru değildir" (Kâsânî)
Mut'a kelime olarak dilimizde halen kullanılan temettû kelimesiyle
aynı kökten gelir. Temettû faidelenmek, kâr elde etmek demektir. Mut'a nikâhı,
"ma'lum veya (Zeyd'in gelmesine kadar diye belirlenen) meçhul bir müddet
için yapılan nikahtır. Bu nikahta, normal nikahta mevcut olan çocuk edinme,
ünsiyet, verâset gibi diğer gayeler yoktur. Tek maksad temettû yani istifade
olduğu için mut'a denmiştir(20). Mut'a nikahı önceden belirlenen müddetin
dolmasıyla sona erer ve talak olmadan ayrılık vukua gelir(21). Veraset, nafaka iddet gibi normal nikahla
hasıl olan durumlar bunda yoktur (22). Burada sadece, belirlenen müddet içinde
kadının nefsinden yapılacak istifadeye
mukabil ödenecek para mevcuttur.
Şu halde mut'a nikahının en bariz vasfı muayyen bir müddetle
sınırlandırılmasıdır. Halbuki normal, meşru
nikahta zaman tahdidi yoktur. Bazı
alimler, yapılan nikahın mut'a nikahı olduğunu tasrih etmeden "mutlak bir
nikah" yapsa, fakat içinden mut'a nikahına niyet etse bunun hükmü nedir
sorusuna cevap aramışlardır. el-Kâdı'nın belirttiğine göre
bu nikahın muteber nikah olacağında
alimler icma etmişlerdir. Böyle bir nikah mut'a nikahı olmaz. Çünkü o, her iki
tarafın bilgisi ve mutabakatı ile muayyen bir müddet için yapılan nikahtır. İmam Malik:
"Böyle mutlak bir nikah insanların ahlakına uymaz" derken, Evzai,
ulemadan ayrı şaz bir yol tutarak: "Bu mut'a nikahıdır, onda hayır
yoktur" demiştir. (23)
Aynî'nin belirttiğine göre, müddeti insan ömrünü aşacak kadar mesela 200 yıl diyerek uzun tutmak
suretiyle, nikahın talaksız sona ermesi, karıkoca arasında mirasın olmaması
gibi korkulan mahzurlu hususların bulunmayacağı tarzda bir mut'a caiz olur mu
diye düşünülmüş ise de, cumhur bunu da caiz görmemiştir.(24)
Netice olarak şunu söyleyeceğiz: Mut'a nikahını, bazı Şiîler hariç
İslam uleması elbirlik reddetmiş, haram olduğunda icma etmiştir(25).[94]
Mut'a nikahının fıkıhtaki hükmünü kısaca belirttikten sonra Sünnetteki
Durumu deyince akla tabii olarak şu soru gelir: İslam'da fıkıh ayrı,
sünnet ayrı mı?
Hemen cevap verelim: Fıkıh sünnetten ayrı değildir. Ancak sünnet
fıkıhtan çok daha zengin bir kaynaktır ve Hz. Peygamber'in yirmi üç yıllık
hayatındaki bütün tatbikatını ihtiva eder.
Bu açıklama, zihnimize "Pekiyi sünnette birbirinden farklı
tatbikat mı var?" sorusunu getirecektir.
Bu sorunun cevabı "Evet!"dir. Sünnette hemen hemen her
meseleyle ilgili farklı tatbikatlara, beyanlara rastlanabilir. Mut'a nikahı
meselenin hakkıyla anlaşılabilmesi maksadıyla bu noktanın biraz açıklanması
gereğine inandığımız için, önce kısaca bu hususa temas edeceğiz.[95]
İslam, miladî yedinci asrın Arap cemiyetine inmiştir. Bu cemiyete
insanlar, yazılanı olduğu gibi kaydedecek boş bir levha durumunda değildir; bir
kısım inançlar, ibadetler, örfler, âdetler, köklü alışkanlıklar mevcuttur.
İslamî mesaj, çoğu batıl olan eskilerin yerini alacaktır. Ama insanın kültür
dağarcığı kara tahta değil ki, bir hamlede silinip, yerine yenileri yazılsın.
Kaldı ki, yaratılışı gereği mükerrem olan
insanoğlu, bilerek batıla, kötüye müşteri olmaz. Batılları da iyi, doğru
bilerek benimser. Bu sebeple inaçlarında, alışkanlıklarında mutaassıbtır.
Onları terketmesi için, yanlışlığına ikna edilmesi, eski alışkanlığının kırılması lazımdır. Bu
iş, ferd planında zor olduğu gibi cemiyet planında çok daha zordur. Şu halde
inançları, âdetleri, alışkanlıkları ve her çeşit değerleriyle bir cemiyeti
toptan değiştirmekten daha zor bir şeyin olmadığı söylenebilir. Günümüzde insan
fıtratının tabi olduğu kanunlar, gelişen beşerî
ilimler sayesinde çok iyi bilindiği, kitap, dergi, gazete, radyo televizyon gibi telkin vasıtaları son derece
gelişip zenginleştiği ve mesela komünist alem, bunları âzamî ölçüde, istediği
gibi kullandığı halde netice alamamış, homosovieticus dedikleri hakiki manada
komünist yetiştirilmemiş, cemiyet değil, fertler bile değiştirilmemiştir. İşte
bu zor işi, yani her şeyi ile İslam dışı olan bir cemiyetin cahiliye kültürünü
silip yerine İslam'ı ikame etme işini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
başarmıştır. Bunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Cenab-ı Hakk'ın irşadıyla
tedric prensibini düstur edinmiştir. Tedric, muhatabın ahvalini esas almak,
onları yavaş yavaş, alıştıra alıştıra asıl hedefine, kâmil durumundaki İslam'a
götürmektir.
Tedricte ilk söylenenle en son söylenen arasında birkısım
merhaleler vardır. Tıpkı merdiven gibi. Merdiven bizi hedefe hemen ulaştırmaz,
basamak basamak çıkarır.
İslam, hemen hemen her meselede tedrice yer vermiştir. Sözgelimi
önce iman esaslarını tebliğ etmiştir. Sonra ahkâma geçmiştir. On üç yıllık
Mekke dönemi esas itibariyle imanî meseleleri açıklar. İmanî meselelerde de bir
sıralama ve tedric vardır. Nitekim ilk nazil olan sureler Allah'tan, cennet ve
cehennemden bahseder, uhrevî mesuliyetlere dikkati çeker. Hatta tevhid inancını
ilgilendirdiği halde, ilk vahiylerde putlar meselesine temas edilmemiş, bu
sayede bütün Mekkeliler Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i dinlemiş, bir kısmı da Müslüman olmuştur. Putların
batıl olduğu, put imanı üzere ölen atalarının akibetlerinin kötü olduğu açıklandığı
andan itibaren Mekkeli müşrikler birden tavır değiştirmiş, istihzada kalan
muhalefet tavırları işkenceye dönüvermiştir.(26)
Amele, tatbikata giren -bir başka ifadeyle ibadet, muamele
haramhelal gibi- bahislerde tedric meselesi daha belirgin, daha şümullüdür.
Hadis, Tefsir, Siyer (Hz. Peygamber'in hayatı) sahalarına giren kaynak
kitalarımız, bunun örnekleriyle doludur. Namaz, oruç, zekat gibi her bir farzın
hususi bir tarihi mevcuttur.(27) Harama
giren yasaklamalar da belli bir tasrihe sahiptir. Sözgelimi içki ile ilgili
vahiyler Mekke'de başlamış, yavaş yavaş
alıştıra alıştıra, Resulullah'ın hayatının sonlarına doğru bugünkü son şekil beyan edilmiştir. Resulullah'a vahyedilen ilk surelerin hep imanî
meselelere, ölümden sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme yer verdiğini;
haramlardan yasaklama gibi, alışkanlıklarla ilgili -ayetlerin sonradan nazil
olduğunu belirten Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ) bu tedricteki sebebi şöyle açıklar: "...Eğer ilk defa "içki
içmeyin!" emri inseydi "biz içkiyi asla bırakmayız!" derlerdi.
Eğer "zina etmeyin!" emri inseydi "asla zinayı bırakmayız!"
derlerdi.(28)
İslam'ın tebliğinde, tedricin hemen her meselede umumi bir prensip
olduğunu göstermek için "besmele"den örnek vereceğiz. İbnu Sa'd'ın
bir rivayeti şöyle: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) , bidayette,
tıpkı Kureyşliler gibi, besmele makamında "Bismikallahümme" formülünü
yazıyordu. Bu tatbikat: ارْكَبُوا
فِيهَا
بِسْمِ
اللّهِ مَجْريهَا
وَمُرْسيهَا ayeti
(Hud 41) gelinceye kadar devam etti. Bu ayetten sonra "bismillah"
diye yazmaya başladı. Bu tatbikat: "De ki: "Ona ister Allah, ister
Rahman diye dua edin. Hangisiyle dua ederseniz edin en güzel isimler
O'nundur" (İsra 110) ayeti nazil oluncaya kadar devam etti. Bundan sonra
"Bismillahirrahman" diye yazmaya başladı. Bu tatbikat: انَّهُ
مِنْ سُلَيْمَانَ
وَاِنَّهُ
بِسْمِ
اللّهِ
الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
(Neml 30) ayeti nazil oluncaya kadar
devam etti. Bu ayetten sonra "Bismillahirrahmanirrahim" diye yazmaya
başladı."(29)
Hülasa "besmele"si, üç safhalı bir tedricle son şeklini
alan İslam, gerek önceki alışkanlıkların ta'dilinde ve gerekse yeni teşriatta bir tedrice, azdan çoğa, kolaydan
zora, müşahhastan (pek açık ve anlaşılması kolay olandan) mücerrede (yani
anlaşılması zora, aklîye) doğru bir seyir takip etmiştir.
Şu halde sadece mut'a nikahı meselesi değil, pek çok meselede
karşımıza çıkacak şaşırtıcı, yanıltıcı problemlerin çözümünde bu tedric
probleminin bilinmesi gerekir. Bu sebepledir ki ayetlerde ve hadislerde nesh
meselesi vardır. Yani önceki şartlara göre gelen bir ayet ve Resulullah'ın bir
beyanı, gelişen şartlara göre değiştirilmiştir. Sonradan gelen ayet (veya
hadis) önceki ayetin (veya hadisin) hükmünü kaldırmıştır. Hükmü kalkan ayet ve
hadise mensuh, yeni hüküm koyan ayet ve hadise de nasih denir. Öyle ise nasih
bir ayet veya hadis varken, mensuh olanla amel etmek, onu esas almak hatalı olur. Tıpkı bir tarihte gidiş olarak
kullanılan bir yol, trafik yetkililerince sonradan geliş olarak değiştirildiği
halde, "falanca tarihte gidişti" diye o yolu gidiş olarak kullanmanın
hatalı olması gibi.
Dinî meselelerde bu hataya düşülmemesi için dinde yorum yapma işi müctehidlere
bırakılmıştır. Müçtehid olmanın şartları arasında bütün ayet ve hadisleri
nasihiyle mensuhuyla bilmek de vardır.(30)[96]
Yukarıda bir ön bilgi olarak kaydedilen tedric meselesi
anlaşıldıktan sonra asıl konumuza geçebiliriz. Konunun iyice anlaşılması için
meseleyi birkaç ana fikir altında tahlil edeceğiz:
1- Mut'a cahiliye nikahıdır.
2- Hz. Peygamber bidayette yasaklamamış, ruhsat tanımıştır.
3- Resulullah sonradan yasaklamıştır.
4- Yasak herkes tarafından duyulmamıştır.
5- Hz. Ömer zamanında yasak ta'mim edilmiştir.
6- Yasak üzerine icma tahakkuk etmiştir.
7- Şia'nın bu meseledeki tutumu.[97]
Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) efendimizin muhterem zevceleri, İslam'ın yetiştirdiği
en büyük fakihlerden biri olan ve insanlığın mabihil iftihar büyükleri arasında
yer almaya şayeste Hz. Aişe (radıyallahû anhâ), bir rivayetlerinde cahiliye
devrinde dört çeşit nikahın tatbikatta
olduğunu belirtir.(31) Şarihler başka rivayetleri de kaydederek cahiliye
devrinde yedi çeşit nikahın mevcudiyetini belirtirler.(32) Bu yedi çeşit
nikahtan biri İslam'ın da kabul ettiği hal-i hazır nikah şeklidir: Kadın
velisinden talep edilir, karşılıklı rızadan sonra mehir ödenerek müebbed
nikahla evlenir. Bir diğeri mut'a nikahıdır.(33) Bunun, cahiliye devrinden
intikal eden bir nikah olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf mevcut değildir.[98]
İslam'ın benimsediği sünnî nikaha birçok yönden ters düşen mut'a
nikahını Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir çırpıda yasaklamamıştır. Bu
sebeple, mesele üzerine bize intikal eden rivayetlerin bir kısmı mezkur ruhsatı aksettirir. Az yukarıda açıkladığımız
tedric prensibinin İslam'da esas olduğunu bilmeyen veya kaale almayan bir kimse
cehalet ve suiniyetle, bahsi tamamlayıcı diğer hadisleri görmeyerek veya
görmezden gelerek sırf ruhsat ifade eden rivayetlere dayanarak İslam'ın mut'a
nikahına ruhsat verdiğini sölemek suretiyle İslam'a büyük bir iftirada
bulunabilir. Şimdi bu rivayetlerden örnekler verelim:
Ruhsat ifade eden rivayetler umumiyetle İbnu Mes'ud, Hz. Cabir,
Seleme İbnu'l-Ekva, İbnu Abbas, Esma Bintu Ebi Bekr, Hz. Muaviye, Ebu
Saidi'l-Hudrî, Amr İbnu Hureys radıyallahu anhüm ecmain'den gelmektedir.
Meselenin yanlış anlaşılmaması için açıklamalara geçmeden iki
noktayı peşinen kaydetmek isteriz:
1- Mut'a hususunda ruhsat ifade eden rivayet sahibi Ashab'tan
neshine dair de rivayetler gelmiştir.
2- Hz. Ömer yasağı ta'mim edince hiçbir sahabi buna itiraz
etmemiş ve böylece yasak hususunda icma hasıl
olmuştur.
İbnu Mes'ud'dan gelen bir rivayet şöyle:
"Biz, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la savaşa çıkmıştık. Beraberimizde kadın yoktu.
"Husyelerimizi burdurup kadınlaşsak olmaz mı?" dedik.[99] Bunu yapmayı bize
yasakladı. Fakat bir giyecek (gibi basit ücret) karşılığında, kadınlarla bir
müddet için nikah yapmamıza ruhsat tanıdı." Abdullah İbnu Mes'ud
(görüşüne delil olarak) şu ayeti okudu.
(Mealen): "Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı temiz ve güzel
şeyleri kendinize haram edip de haddinizi aşmayın. Haddini aşanları Allah
elbette sevmez" (Maide 87) (34). Hemen belirtelim ki Müslim, hadisin bir
başka veçhinde, ayetle istidlal işini İbnu Mes'ud' un yapmış olmasının
sarih olmadığını kaydeder. Bu durumda
ayeti okuma işi ona değil, ondan sonra gelen bir raviye aittir.Bu hadiste İbnu
Mes'ud'un, mut'a nikahına ruhsat verdiği anlaşılmaktaır. Ruhsat ifade eden
diğer rivayet sahipleri hakkında söylendiği gibi, İbnu Mes'ud için de:
"Resulullah'ın yasağını duymamış olabilir" yorumu yapılmıştır.(35) Ancak: İbnu Mes'ud,
bu rivayti mut'anın neshedildiğini işitmezden önce yapmış olabilir" demek daha doğru olacak. Zira Beyhakî İbnu
Mes'ud'un "Mut'a mensuhtur, onu İslam'ın getirdiği, talak, mehir iddet ve
miras gibi hükümler neshetmiştir" dediğini kaydeder.(36)
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın bu meseledeki yeri daha dikkat
çekicidir. Bazı rivayetler, onun mut'a nikahına fetva verdiğini, bu yüzden Hz.
Ali'nin ona sert çıktığını ve:
"Sen şaşırmışa benziyorsun. Aleyhissalâtu vesselâm kadınlarla
mut'a yapmayı yasakladı" dediğini belirtir.(37)
Beyhakî'nin bir rivayeti, bir ara İbnu Abbas'ın bu meseledeki
fetvalarıyla sadece Hz. Ali'nin değil,
ehl-i ilmin ta'rizlerini de üzerine çektiğini, ancak onun bu meseledeki
görüşünde direndiğini; öyle ki, bazı şairlerin şiirlerine bile hedef olduğunu
belirtir.(38)
Ne var ki, sonunda İbnu Abbas da reyinden rücu etmiştir.
Tirmizî, "...Sonra o fetvasından,
mut'anın Resulullah tarafından haram kılındığı kendisine haber verilince rücu
etti" diyerek (39), bilahare
şarihlerin: "Mut'aya fetva veren sahabeler, onun nesh edildiğini duymamış
olanlardır"(40) şeklinde yapacakları yorumun isabetliliğini te'yid eder.
Nitekim İbnu Abbas, nesihten haberdar olup Resulullah'ın bu husustaki
beyanlarını öğrenince: "O, laşe ve hınzır eti gibi haramdır"
diyecektir.(41)
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın meşhur olan fetvasının mahiyeti
hakkında Hattâbî'nin Said İbnu Cübeyr'den kaydettiği bir rivayeti kaydetmede
fayda umarız: "Said İbnu Cübeyr anlatıyor: "İbni Abbas'a dedim ki:
"Sen ne yaptığını, neye fetva verdiğini biliyor musun?"
Said İbnu Cübeyr, hakkında yazılan şiiri okuyarak fetvasının nasıl
istismar edildiğini gösterir. Şiiri işiten İbnu Abbas şu açıklamada bulunur.
"İnna lillah ve inna ileyhi raciun! Allah'a yemin olsun, ben
bu maksadla fetva vermedim ve bunu hiç aklımdan geçirmedim. Ben, (mut'a
nikahını), Allah'ın laşeyi, kanı ve domuz etini helal kıldığı şartlarda helal
kıldım.[100]
Mut'a sadece muzdar durumda olanlara helaldi. O tıpkı laşe, kan ve domuz eti
gibi (haram)dır."
Bu rivayeti kaydeden Hattâbi, İbnu Abbas'ın sözünden çıkabilecek
"Zaruret halinde, tıpkı leş, kan ve domuz etini yemek caiz olduğu gibi
mut'a da caiz olabilir" hükmünün yanlışlığını belirtir. Ona göre yanlışlık
iki noktadan gelir:
1) Bu hükme giderken
nassa dayanılmaz, kıyasa gidilmiş olur. (Halbuki nassın yani
Resulullah'tan açık hükmün bulunduğu yerde kıyasla hüküm verilmez. Mut'a
nikahını yasaklayan nass mevcuttur.)
2) Mut'anın gıda hususunda muzdar kalana benzetilmesi de
hatadır. Çünkü gıda bulamayan kimse
hayatî tehlikededir, ölmemek için haram yemesine izin verilmiştir. Halbuki
mut'a meselesi şehvetin galebesi ile ilgilidir. Burada kişi, hayatî tehlike ile
karşılaşmayacağı için muzdar sayılmaz. Şehvete sabretmek mümkündür. Ayrıca
şehvet, oruç ve ilaç yoluyla da kırılabilir. Öyleyse "gıda" ve
"şehvet" zaruret olmadan aynı değerde değillerdir, dolayısıyla
hükümleri de farklıdır(42).
Kanaatimizce İbnu Abbas'ın
fetvası, Hattâbî'nin dediği gibi "uzun gurbet",
"ihtiyaç" ve "fakirlik" gerekçelerine mebni değildir. Nass
bulunduğu zaman kıyas yoluyla fetvaya gidilmeyeceğini İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) herkesten iyi bilmektedir. Fetva ulemanın ittifakla belirttiği üzere,
bu meseledeki nasslardan haberdar olmama sebebine dayanmaktadır.
İbnu Abbas gibi yüce bir sahabi
hadisi duymamış olabilir mi? diye yapılacak bir itiraza hemen cevap
verelim: "Bu pek tabii ve Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) gibi
-hem de ilkler arasında yer alan- diğer büyüklerde de sıkça rastlanan bir durumdur." Az ileride bu hususa tekrar
dönüp örnekler vereceğiz.
Bu mevzudaki yasaklayıcı hadislere muttali olduğu devreye ait
olduğu anlaşılan bir başka rivayette İbnu Abbas şöyle demiştir: "Mut'a
nikahı İslam'ın bidayetinde caizdi. Kişi (ticaret malıyla) (43) tanıdığı bir
adamı bulamayan bir beldeye varınca, orada kalacağını tahmin ettiği müddet için
bir kadınla mut'a nikahı ile evlenirdi. Kadın da onun eşyalarını o müddet
içinde muhafaza eder, meselesini ıslah ederdi. Bu hal, şu ayetin nüzulüne kadar
devam etti. (Mealen): "Ancak hanımlara ve cariyelerine karşı müstesna,
bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar...." (Mearic 30;
Mü'minun 6). İbnu Abbas devamla: "Bu ikisi dışındaki bütün fercler
haramdır"(44) der. İbnu Abbas'ın, ayetten hareketle mut'a nikahı ile
alınan kadının zevc sayılamayacağına
hükmettiği belirtilmiştir. Zira ayette sadece zevcelerle milk-i yemin denen
köle kadınlar helal addedilmektedir.(45)
Rivayetler İbnu Abbas'ın belirtilen bu görüşe varmazdan öcne mut'a
nikahı hususunda sert çıkan Abdullah
İbnu Zübeyr'le de söz düellosuna girdiğini Abdullah'ın hutbede, İbnu Abbas'a
ta'rizde bulunduğunu göstermektedir. İbnu Abbas bu ta'riz üzerine: "Annene
sor, yalan mı söylüyorum!" der.
Mesele annesi Esma Bintu Ebi Bekr'e intikal edince, Resulullah zamanında
mut'anın caiz olduğunu te'yid eder. Rivayetin devamında İbnu Abbas'ın:
"Mut'adan doğan Kureyşlilerin ismini sayabilirim" dediği
belirtilir.(46)
İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ)'ın bu meseledeki yerini İbnu Hacer şöyle noktalar:
"İmamlardan bir cemaat, İbnu Abbas'ın mut'ayı mübah addetme kanaatinde
yalnız kaldığını cezmen belirtir. Bu meşhur bir meseledir ve nadir
muhalefetlerden biridir.(47)
Fahreddin-i
Razi'nin de özetlediği üzere, bu meselede İbnu Abbas' tan üç ayrı görüş rivayet
edilmiştir:
1- Mut'a mutlak olarak mübah,
2- Zaruret halinde mübah
3- Mensuh olduğunu ikrarı (48). Şu halde
meseleyi değerlendirirken, İbnu Abbas'ın neshi işitmezden önceki fetvasını esas
alarak onu mut'a nikahının lehinde göstermek ilme ve dine ihanet olur, yüce
sahabiyi kendi adımıza konuşturmak olur.
Hz. Cabir
(radıyallahu anh)'den gelen diğer bir rivayet, kendisine iki mut'a[101] konusunda İbnu Abbas'la
Abdullah İbnu Zübeyr'in ihtilafa düştükleri haberi ulaşınca Hz. Cabir'in şöyle söylediğini
belirtir:
"Biz
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında her ikisini de yaptık. Sonra Hz. Ömer
(radıyallahu anh) onları yasakladı, artık bir daha onlara dönüp tekrar
yapmadık." (49)
Hz. Cabir'den
gelen bir diğer rivayette, o; "Resulullah ve Hz. Ebu Bekr zamanında bir
avuç hurma veya un karşılığında birkaç günlüğüne mut'a nikahı yapardık. Bu
hal Hz. Ömer'in, bunu Amr İbnu Hureys
hadisesi üzerine yasaklamasına kadar devam etti" demiştir (50) Ebu Saidi'l-Hudrî'nin beyanında "bir kadeh kavud"
mukabilinde mut'a yapmışlardır(51). Tahavi Ashab'tan Cabir gibi zatların Hz.
Ömer'in yasaklamasına kadar mut'aya yer vermelerini, Resulullah'tan varid olan
yasağı daha önce işitmemiş olmalarına hamleder.(52)
Görüldüğü
üzere, ruhsat ifade eden rivayetin
sahibi, mut'anın bilahare yasaklandığını da tasrih ediyor. İbnu Hacer der ki:
"Hz. Cabir'in "yapardık" sözü bütün sahabeye şamil ise "Bir
daha dönüp tekrar yapmadık" sözü de bütün sahabeye şamildir. Dolayısıyla mut'anın terkinde icma hasıl
olmuştur."(33)
Hz. Cabir'in
"Ebu Bekri's-Sıddık zamanında da mut'a nikahı yapmaya devam
ettikleri"ne dair beyanı üzerine, buraya kaydını muvafık gördüğümüz bir yorumu İbnu'l-Arabî
yapmıştır. Der ki: "Bu, halkın, Sıddık zamanında çıkan irtidad fitnesi
yüzünden şeriatın yayılmasına zaman ayıramamalarından ileri gelmiştir. Çünkü
herkes bu fitnenin bastırılması ile meşguldü. Ama, hak batıla galebe çalıp,
halife ve diğer Müslümanlar bu meşguliyetten halas bulunca, dinin usule giren
meselelerinin hallinden sonra füru ahkâmına yöneldiler ve bu meyanda mut'a
nikahının tarimi hususunda bildikleri meşhur hükmü de icraya koydular. ilk defa Hz. Ömer'in
dikkatini Hz. Muaviye ile Amr İbnu Hureys çekti. (Resulullah'ın yasağından
haberi olmayan) bu iki zat kadınlarla mut'a nikahı yapmışlardı, onları bundan
men etti." (54)
* Seleme İbnu'l-Ekva (radıyallahu anh)'dan gelen rivayette,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Bir kadınla bir erkek aralarında
mutabakat sağlamışlarsa beraberlikleri üç gecedir. Uzatmak veya daha önce
ayrılmak isterlerse ayrılırlar" dediğini görmekteyiz. Seleme devamla şunu
söyler: "Bilemiyorum, bu ruhsat, sadece biz sahabelere mi mahsustu, yoksa
herkese şamil miydi?" Rivayetin devamında Buhârî şunu ekler: "Hz. Ali
bu hususu açıklamıştır: Mut'a mensuhtur." (55)
Görüldüğü üzere Seleme hadisi de mutlak bir ruhsattan
bahsetmemektedir. Ancak, Seleme'nin nesihten haberdar olmadığı anlaşılmaktadır.
İmam-ı Buhârî, rivayetin sonuna eklediği meşruhatla Seleme rivayetindeki
tereddüdü izale etmekle kalmamış, şahsî inancını da belirtmiş olmaktadır.[102]
Ruhsat ve neshi açık şekilde ifade eden rivayetler bilhassa Sebre
İbnu Ma'bed el-Cühenî (radıyallahu anh)'den gelmektedir. Müslim onun hadisini
dokuz ayrı senetten kaydeder. Hüküm ve mana itibariyle aynı kalsalar da her bir
rivayette bazı ziyade ve noksan bilgiler mevcuttur. Bazılarında, bizzat mut'a
nikahı yaptığını belirten Sebre (radıyallahu anh)(56), şu rivayette, eski
ruhsatın neshedildiğini açık bir şekilde ifade eder:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Ey insanlar! Ben sizin kadınlarla mut'a nikahı yapmanıza izin vermiştim.
Şimdi Allah Teala hazretleri, onu kıyamet gününe kadar haram etmiş
bulunmaktadır. Öyleyse, kimin yanında böyle nikahlı bir kadın varsa, artık ona yol
versin. Onlara ücret olarak verdiklerinizden herhangi bir şeyi geri
almayın" (57). Hadisin bir başka veçhinde Sebre (radıyallahu anh) der ki:
"Bundan sonra Aleyhissalâtu
vesselâm mut'ayı şiddetle tahrim etti ve bu nikah hakkında en ağır kelimeleri
sarfetti." (58)
Bu rivayet hiçbir yoruma hacet bırakmadan, mut'a nikahıyla ilgili
ruhsatın neshedildiğini açık bir surette ifade eder.
* Hz. Ali de yasakla ilgili rivayetlerde bulunmuştur. Müslim'in
kaydettiği rivayette: "Resulullah, Hayber'in fethi sırasında, kadınlarla
mut'a yapmaktan ve ehlî eşeklerin etini yemekten men etti" buyurur (59).
Yine Müslim'in bir diğer rivayetinde, bu meselede müsamahası kulağına gelen
İbnu Abbas'a: "Ağır ol, ey İbnu Abbas. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hayber günü, hem mut'ayı, hem de ehlî eşek etinin yenilmesini
yasaklamıştır"(60) der. Beyhakî'nin bir rivayetine göre, Hz. Ali, önce
bazı kayıtlarla caiz kılındığını ancak, nikah, talak, iddet ve karı ile koca arasındaki miras ahkâmı nazil olunca
cevazın mutlak şekilde neshedildiğini belirtir(61).
Burada şu soru hatıra gelebilir: Mut'anın Mekke fethi sırasında da
yasaklandığı sahih rivayetlerle sübut bulup meşhur olmasına rağmen Hz. Ali niye
bunu mevzubahis etmeyip de sadece Hayber günü konan yasaktan bahsediyor? Bu soruya,
Hz. Ali'nin üç gün gibi kısa bir müddeti içine alan izni işitmemiş olabileceği
söylenerek cevap verilmiştir.(62)
İbnu Hazm, Hz. Ali'den gelen rivayetleri şöyle değerlendirir:
"Bu mesele üzerine Hz. Ali'den birçok tarikten hadis sahih olmuştur. Bunu,
ondan Kûfîler, inkâr edilmeyecek kadar şöhret bulmuş ve sınırlanamayacak kadar
çoğalmış tariklerden rivayet etmişlerdir."(63)[103]
Mut'a nikahı yasağını, Hz. Peygamber'in ne zaman koyduğu hususunda
rivayetler ihtilaflıdır ve altı ayrı yerin ismi zikredilir. Şöyle ki:
1) Sabre İbnu Ma'bed'in rivayetlerinde Mekke fethi sırasında
konmuştur.(64)
2) Hz. Ali'den kaydettiğimiz rivayetlerde Hayber'in fethi
zamanında konmuştur.(65).
3) Seleme İbnu'l-Ekva rivayetinde Evtas Gazvesi sırasında, (üç
günlük ruhsattan sonra) konmuştur.(66)
4) Hasan Basrî'nin mürsel bir rivayetine göre, mut'a nikahı sadece
umretu'lkaza sırasında cereyan etmiştir, bundan önce yasak olduğu gibi, bundan
sonra da yasak olmuştur.
Hasan-ı Basrî'den gelen bu rivayet, iki sebepten reddedilmiştir:
a) O'nun mürsel, yani hangi sahabeden aldığını belirtmeden yaptığı
rivayetler zayıftır. Çünkü o, araştırma yapmadan, rastgele kimselerden hadis
almıştır(67).
b) Mut'anın Hayber Seferi sırasında haram edildiğini belirten sahih rivayetlere
muhalefet eder, dolayısıyla bu zayıf rivayet Sahihler tarafından reddedilmiş
olmaktadır.(68) İbnu Hacer, bu rivayetin sabit olduğunu farzedecek olursak
şöyle yorumlarız der: "Hasan Basrî hazretleri muhtemeldir ki, umretu'lkaza
tabiriyle, Hayber'i kasdetmiştir. Çünkü her iki sefer de aynı yıl içerisinde
cereyan etti, tıpkı Fetih'le Evtas
Seferi'nin aynı yıl içerisinde cereyanları gibi."(69)
5) Ebu Hureyre'den gelen bir rivayete göre, mut'a nikahı Tebük
Seferi sırasında haram edilmiştir.(70)
Bu rivayet tahrim hadisesinin Mekke fethi ve Hayber sırasında vaki
olduğunu beyan eden sahih rivayetlere muhalefet etmekten başka, nazar-ı dikkate
alınamayacak derecede zayıf bir surette geldiği, hadis ilmi açısından bir değer
ifade etmediği belirtilmiştir.(71)
6) Sebre İbnu Ma'bed'den Ebu Davud'un kaydettiği bir rivayete göre mut'a, Veda
Haccı sırasında tahrim edilmiştir.(72) Ancak "daha önce yine Sebre'den
kaydedilen rivayetlerde yasağın fetih sırasında olduğu ifade edilmiştir. O
rivayetler hem daha meşhur hem daha sahihtir. Şarihler, "Rivayetin sübûtu
halinde, "Resulullah Fetih günü ilan ettiği" yasağı Veda Haccı
sırasında tekrar etmiş olabilir. Çünkü, Veda Haccı'na çok sayıda Müslüman
katılmıştı. Bunlar arasında bir kısım ahkâmı duymamış olanlar da vardı.
Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm, bu fırsatta pek çok mühim meseleyi tekrar
etmiş, tebliğ etmiştir. Bu tebliğin gayesi, dinin duyurulması ve
yaygınlaştırılmasıydı" diye açıklamışlardır.(73)
Mut'a nikahının yasaklanma zamanıyla ilgili olarak gelen birçok
farklı rivayetin varlığı alimleri farklı yorumlara sevketmiştir. Mühimlerini
kaydedeceğiz:
* Maverdî der ki: "Mut'anın tahrim edildiği yerin tayini
meselesinde iki tahmin söylenebilir:
1) Tahrim, daha açık olması ve daha iyi yayılması için tekerrür
etmiştir. Ta ki, bu yasağı bilmeyen de duyup öğrenmiş olsun. Zira, her bir
seferde, daha öncekilere katılmayan yeniler bulunuyordu.
2) Mut'a birçok defa mübah kılınmış olabilir. Nitekim, bu
sebeple sonuncu defada: "Kıyamete kadar haramdır" buyrulmuştur. Bu
ifade daha önceki tahrimi, bu sonuncunun hilafına, ibahenin takip ettiğini
haber verip, bu sonuncu tahrimin müebbed olduğunu, artık bundan sonra ibahenin
gelmeyeceğini duyurma gayesi güder."
İkinci şıkkın esas olduğu belirtilir.(74)
* Nevevî'ye göre, mut'a nikahı iki kere mübah kılınmış, iki kere da tahrim edilmiştir. Müslim'de yaptığı şerhinde
bu bahse şöyle bir başlık atmıştır: "Mut'a nikahı babı ve bunun önce mübah
kılınıp sonra neshedildiği, sonra
tekrar mübah kılınıp tekrar neshedildiği
ve tahrimin kıyamete kadar devam etmek üzere kesinleştiğinin beyanı."(75)
Bu başlığın altına konu üzerine el-Kâdı'nın uzun bir tahlilini kaydettikten
sonra kendi görüşünü kaydeder.
"Muhtar (tercih edilen) gerçek şudur: "Tahrim ve ibahe
iki sefer vukua gelmiştir. Hayber'den önce mut'a helaldi. Bilahare Hayber günü
haram kılındı. Sonra da Mekke fethinde mübah kılındı. Bu aynı zamanda Evtas
gününü de içine alır, çünkü ikisi birbirine çok yakındır. Derken o sırada, üç
gün sonra "kıyamet gününe kadar, müebbeten haram" kılındı. Bu tahrim
devam etti. Öyleyse: "İbahe Hayber öncesine, ebediyet üzere tahrim de
Hayber gününe mahsustur. Fetih gününde yapılan tahrim de önceki tahrimi te'kidden ibarettir. Fetih gününe tekaddüm
eden bir ibahe yoktur" demek caiz değildir. Çünkü Müslim'in Fetih
günündeki ibahe ile ilgili olarak kaydettiği rivayetler, bu hususta pek
sarihtir, bunları görmezden gelmek caiz değildir. Esasen ibahenin tekerrür
etmesine mani bir sebep de yok." (76)
* Mut'a nikahının yasaklanma vakti ile ilgili rivayetler arasındaki
ihtilaf üzerine Mâziri'nin yaptığı açıklama da burada kayda değer:
"İslam'ın bidayetinde mut'a nikahı caizdi. Müslim'de
kaydedilen sahih hadislerle neshedildiği görülmektedir. Ulema, haramlığı
hususunda icma etmiştir. İcmaya, sapık mezhelerden bir grup dışında hiçbir
muhalefet varid olmamıştır. Onlar, bu hususta gelen bazı hadislere yapıştılar.
Halbuki o hadisler mensuhtur. Onlarda kendileri için, mut'anın cevazına delalet
yoktur. Caiz görenler bir de şu ayete yapışırlar: "O halde onlardan hangisiyle faidelendi iseniz
ücretlerini takdir edildiği vech üzere ödeyin" (Nisa 24). Mâziri bu ayetin
İbnu Mes'ud'a nisbet edilen "O halde onlardan hangisiyle "belli bir
müddete kadar" faidelendi iseniz.." şeklindeki bir kıraatı ileri
sürdüklerini kaydettikten sonra: "Oysa İbnu Mes'ud'un bu kıraatı şazdır.
Şaz kıraatle ne Kur'an sabit olur, ne haberi muteber addedilir, ne de hükmüyle
amel edilir" der. Mâziri sözlerine şöyle devam eder: "Bu mesele
hakkında Sahih-i Müslim'de gelen rivayetler ihtilaflıdır: Bir kısmına göre de,
Mekke fethinde, mut'a'yı caiz gören kimse, bu ihtilafa takılıp hadislerin
mütearız olduğuna, bu halin sıhhati yaralayacağına hükmedilebilir. Oysa mesele
öyle değil, böylesi bir mülahaza hatalıdır. Aslında hadisler arasında bir
tenakuz mevzubahis değildir. Çünkü Resulullah'ın onu iki ayrı zamanda
yasaklaması sahih bir durumdur. İkinci yasaklama, birinciyi te'kid için
yapılmıştır veya yasak iyice şöhret bulsun da birinci yasağı duymayanlar da
duymuş olsun diye ikinci sefer yapılmıştır. Böylece bazı raviler yasağı
birincisinden, bazıları da ikincisinden işitmiş olmalı. Her biri kendi
işittiğini rivayet etmiş ve işittiği zamana nisbet etmiştir."(77)
* Zürkânî de, mut'a nikahının cevazına kail olanların,
kendilerine delil yaptıkları ayetin, talak, iddet ve miras ahkâmının gelmesiyle
neshedildiğine dair İbnu Mes'ud ve Hz. Ali (radıyallahu anhüm)'den rivayet
olduğunu el-İstizkar'a atfen belirtir (78). Biz bu rivayeti, Beyhakî'nin
Sünen'inde bularak Mut'a Meselesinin İç Yüzü başlığını taşıyan kısımda
kaydettik. Bu nesih haberini Ebu Hureyre merfu olarak rivayet etmiştir.(79)
* Mesele üzerine Ebu Bekr İbnu'l-Arabî'nin yorumu da Nevevî'nin
yorumuna benzer: Nesh, iki sefer cereyan etmiş olmalıdır. Şöyle der:
"Allah Teala hazretleri, İslam'ın başlangıcında bu meseleyi meskut geçti,
ta ki insanlar eski âdetleri üzere devam etsinler. Bilahare Hayber Seferi
sırasında, Hz. Ali'nin rivayetinde görüldüğü üzere haram etti. Bu rivayet
sahih, sabit ve açık bir rivayettir."(80)
* Kurtubî de şöyle demiştir: "Bütün rivayetler mut'anın ibahe
zamanının kısa olduğunda müttefiktir. Dolayısıyla o, haramdır. Selef ve halef
onun tahriminde icma ederler. Sadece Rafizîlerden, nazar-ı itibare alınmaya
değmeyen bazıları aksini
söylemiştir."(81)
* Zahirîlerin imamı İbnu Hazm da şunu söyler: "Belli bir
müddet için yapılan mut'a nikahı caiz değildir. Resulullah zamanında helal idi.
Allah Teala hazretleri Peygamberi (aleyhissalâtu vesselâm)'nin diliyle onu,
kesin olarak neshetti. Mut'a kıyamete kadar haramdır."(82)
* İbnu Hâzım'ın, Kitabu'l-İ'tibar'daki değerlendirmesinde, mut'a
nikahının "sefer halinde" mübah kılındığı hususu vurgulanır:
a) İslam'ın bidayetinde ve sefer halinde mübah kılınmıştır.
İbaheyi haber veren hiçbir rivayette, bunun mukime yani sefer halinde olmayana
tanındığını ifade eden bir ibare yoktur.
b) Birkaç kere yasaklandı, birkaç kere mübah kılındı.
Resulullah ömrünün sonunda, Veda Haccı'nda kesin yasak koydu. Veda Haccı'nda
ifade edilen yasak, zaten mevcut olan yasağın te'kidine matuf değildir, te'bid
(ebedîleştirmeye) matuftur.
c) Bugün ne mezhep imamları ne başka fakihlerden hiçbiri buna
mübah dememektedir, sadece Şia'dan bir kısmı onu helal addetmektedir.(83)
* İbnu Hâzım'ın görüşlerini Aynî de aynen tekrar eder (84).
Mut'a nikâhıyla ilgili rivayetlerin değerlendirilmesinde Tahavi'nin
görüşü, hepsini noktalayacak mahiyettedir. Ona göre, mut'aya fetva vermiş
olanların dayandıkları rivayetlerin hepsi doğrudur, ancak bunlar
neshedilmiştir. Zira mut'a nikahını
bizzat Aleyhissalâtu vesselâm yasaklamıştır. Efendimizin iznini ifade eden
rivayetler, yasaktan önceye aittir.
Nehiyden sonra, o haram olmuştur ve bunun
en iyi delili Sebre İbnu Ma'bed (radıyallahu anh)'in rivayetidir. Birçok
farklı tarikten gelen bu hadis, hem cevazı hem de tahrimi sarih bir şekilde
göstermektedir.(85)[104]
Buraya kadar mut'ayı yasaklayan rivayetlerle, yasaktan önceki
ruhsatı da ifade eden rivayetleri beraberce kaydettik. Şimdi ise, yasaklamaya
ağırlık veren ve şiddet ifade eden rivayetleri belirteceğiz.
Ebu Hureyre'nin bir rivayetinde
Resulullah şöyle buyurmaktadır: "Mut'ayı, talak, iddet ve miras (ile ilgili ahkâmın teşrii)
haram kılmıştır."(86)
Ebu Zerr (radıyallahu anh): "İki mut'a (yani hacc-ı temettu
ve mut'a nikahı) sadece bize (Ashab'a)
helaldi, size değil" demiştir.(87). Beyhakî' nin rivayetinde
"Kadınlarla mut'a nikahı Resulullah'ın biz ashabına sadece üç gün helal
kılındı sonra Resulullah onu yasakladı" der. (88)
* Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e bir zat gelerek
mut'a nikahında sorar. Abdullah "haram!" deyince soru sahibi "(İbnu
Abbas'ı kastederek) (89) "ama bunu falan caiz görüyor!" der. Abdullah
ona şu cevabı verir: "Allah'a yemin olsun! Herkes bilir ki, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Hayber Gazvesi sırasında onu haram etti. Artık zaniler
değiliz" (90). Bir rivayette, Abdullah İbnu Ömer, kendisine İbnu Abbas' ın mut'a nikahına cevaz
verdiği söylenince: "Sübhanallah! İbnu Abbas'ın böyle bir fetva vereceğini
zannetmiyorum!" der. Ancak oradakiler haberi teyid edince, İbnu Ömer:
"Resulullah hayatta iken İbnu Abbas küçük bir çocuktu" der ve ilave
eder: "Resulullah onu bize yasakladı. Artık zaniler değiliz." (91)
Bir başka rivayet İbnu Ömer'in şu sözünü kaydeder: "Bir
erkeğe, sadece İslam nikahıyla evlendiği kadın helaldir. Bu nikahta mehir
vardır, erkeğin kadına, kadının erkeğe miras hakkı vardır. Kadını muayyen bir
müddetle alamaz. Aldı mı artık o hanımıdır. İkisinden biri ölürse diğeri ona
varis olur."(92)
* Abdullah İbnu'z-Zübeyr, mut'a hususunda şiddetle karşı çıkan
sahabilerdendir. Müslim'in bir rivayetinde,
onun hutbede mut'ayı tecviz eden bir
zata(93) ta'rizde bulunarak: "Şurası muhakkak ki, Allah bazı insanların
gözlerini kör ettiği gibi, kalplerini de kör etmiş ki mut'a nikahına fetva
veriyorlar!" dediğini görmekteyiz. Rivayet, hücuma uğrayan zatın: "Sen
hakikaten pek nezaketsiz, kabasaba birisin. Ömrüme yemin ederim ki, mut'a
İmamü'l-Müttakin (olan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)) zamanında
yapılırdı!" şeklindeki cevabını İbnu Ôz-Zübeyr meydan okuyarak karşılar:
"Öyleyse haydi bir dene! Sen bunu yapacak olursan vallahi seni taşlarınla
recmederim!" der(94). Alimler, Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu
anhümâ)'in bu kesin davranışını, kendisine mut'anın neshiyle ilgili haberin
ulaşmış olması ve dolayısıyla onun haramiyeti hususunda zerre kadar tereddüdünün
bulunmamasıyla izah ederler (95). İbnu Zübeyr'in bu müdahalesi, hilafeti
zamanında mı cereyan etti, açık değil. Ancak rivayetlerde, Hz. Ömer'in
yasaklamasından sonra sahabeden muhalefet kalmadığının söylenmesi gözönüne
alınırsa, hilafet yıllarından, Hz. Ömer'in yasağından önceye ait olması
gerekmektedir.[105]
Buraya kadar kaydettiğimiz rivayetlerin bir kısmında Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in mut'ayı yasaklamasına temas edildi. Hatta, birkısım
sahabenin, bu yasaklama ile mut'anın Resulullah tarafından yasaklanmış olduğunu
öğrendiklerini belirttik. Şu halde son olarak, Hz. Ömer'le ilgili haberin
mahiyetini de kaydetmede fayda var. Öncelikle şunu belirtelim ki Hz. Cabir ve
Ebu Said'den gelen bir rivayete göre, "Hz. Ömer, bu yasaklama işini,
hilafetinin ortalarında ele almıştır. Dolayısıyla o zamana kadar, mut'a
nikahına başvuranlar olmuştur(96). O sıralarda Kûfe'ye gelen Amr İbnu Hureys
(radıyallahu anh), bir cariye ile mut'a nikahı yapar ve cariye hamile kalır.
Gelip durumu Hz. Ömer'e anlatır. Halife bu vesile ile, yasağın bütün
mü'minlerce bilinmediğini anlayarak
meseleyi hutbe konusu yapar ve herkesin işiteceği şekilde mut'a nikahının yasak
olduğunu ilan eder. İbnu Mace'nin kaydına göre Hz. Ömer şöyle buyurmuştur:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bize, mut'a için üç gün izin vermiş, sonra haram etmiştir. Allah'a yemin olsun, muhsan
(62) bir kimsenin mut'a yaptığını duyarsam, Resulullah'ın, bunu tahrimden sonra
helal kılmış olduğuna dair dört şahit getirmediği taktirde taşla
recmederim."(97) Muvatta'nın bir rivayetinde bu yasaktan önce yapılan mut'a nikahı sonucu
hamile kalan Havle Bintu Hakim'in, yasaktan sonra Rebia İbnu Ümeyye'yi şikayet
ettiğini görüyoruz. Bunu haram ve zina bilmekte kanaati kesin olan Hz. Ömer
(radıyallahu anh): "Bu, (Resulullah'ın haram kıldığı) mut'adır. Eğer
yasağı ilanda sizden önce davranmış olsaydım şimdi sizi recmederdim"
der(98).[106]
Alimler Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in mut'a nikahını yasaklarken içtihadıyla hareket
etmediğine, Resulullah'tan yasakla ilgili hadis zikrederek yasağı takrir
ettiğine dikkat çekerler(99). Nitekim bu husus İbnu Mace'den kaydettiğimiz
rivyaette sarih olarak görülmektedir. Bir başka rivayette, hutbede geçen:
"İnsanlara ne olmuş ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yasağına
rağmen mut'a nikahı yapıyorlar?" (100) ibaresi de aynı hususa delil
olmaktadır. Bu ibare, Hz. Ömer'i feverana getirecek bazı mut'a nikahı
hâdiselerinin ilk defa kulağına
geldiğini ifade eder. Bunun tatbikatta olduğunu bilseydi bu kadar feveran
etmez, tepkisini bu ibarelerle ifade etmezdi.
Hâdiseyi tahlil eden alimler, bu durumun Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yasağının birkısım sahabiler tarafından işitilmemiş olmasına mebni
olduğunu belirtirler. İbnu Hazm'ın, mut'ayı mübah addettiklerine dair
haklarında rivayet bulunduğunu belirttiği tabiinden Tavus, Atâ ve Sad İbnu
Cübeyr'in[107]
de bu yasağı duymayanlardan oldukları anlaşılmaktadır. Meseleye temas eden
kaynaklarda -ve bilhassa Mekkî olanların- mut'a lehine fetva verdiklerine dair
ifadeler, sahabeden -yani Hz. Ömer'in yasaklamasından- sonra da bu işe fetva
verildiği düşüncesine sevkedebilir. Bu
yanlıştır; çünkü, tabiin nesli sahabeden sonra yaşayanlar demek değildir.
Onlar, sahabelerin muasırıdırlar. Fakat Resulullah'ı görememişlerdir. Mezkur
ifadelerde onların Hz. Ömer'in yasağından sonra fetva verdiklerine dair bir
sarahat yok. Demek oluyor ki, tabiinden bazıları Hz. Ömer'in yasağından önce,
mut'anın neshedildiğini duymadıkları için, aynen bazı sahabiler gibi, fetva
vermişlerdir.[108]
Mut'a nikahının, görüldüğü üzere, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan gelen rivayetler açısından haram olduğuna inanan Ehl-i Sünnet
uleması, bu görüşlerine Kur'an'dan da delil kaydetmişlerdir. Zikredilen en
mühim ayet, Mü'minun suresinde, felah bulacak mü'minlerin vasıfları meyanında
zikredilen 5, 6 ve 7. ayetlerdir: "(Öyle mü'minler) ki, onlar ırzlarını
koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduklarına
(kendi cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesnadır. Çünkü onlar (bu
taktirde) kınanmış değildirler. O halde kim bunların ötesini isterse şüphe yok ki, onlar haddi
aşanlardır."
Dikkat edilirse, ayet-i kerimede mü'minlere cinsî tatminde[109] iki meşru yol
gösterilmekte, bunlar dışında kalan bütün yollar gayrımeşru ilan edilmektedir:
1) Dinin meşru kıldığı nikah yoluyla edinilen eşler.
2) Sağ elin sahip oldukları diye ifade edilen cariyelerdir.
Cassas, ayetin mut'a nikahının haram olmasını iktiza ettiğini söyledikten
sonra: "Çünkü der, mut'a yoluyla nikahlanan kadın ne zevcedir, nede milk-i
yemindir." (102) İbnu'l-Arabî:
"Bazı alimler ayet-i kerimenin, "ferc"i, nikah veya
milk-i yemin (sağ elin sahipliği=cariye) yoluyla helal addetmiş olması ve
mut'anın zevce olmaması sebebiyle "Bu ayet mut'anın tahrimine
delildir" demiştir" dedikten sonra bu yorumun zayıf olduğunu söyler.
Ancak ümmetin mut'anın haram olduğu hususundaki icmadan hareketle aynı neticeye
ulaşır (103). İbnu'l-Arabî, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın da ayette geçen
bu iki yol dışında kalan her çeşit fercin yani cinsî tatmin vasıtalarının haram olduğuna hükmettiğini
belirtir(104).
Asıl mevzumuzun dışında kalmakla birlikte, yeri gelmişken şunu
belirtmek isteriz: Ayet-i kerimenin bu ıtlakından hareket eden pek çok alim,
ayetle zikredilmiş olan iki meşru vasıta
dışında kalan, hayvana temas, istimna, nazar gibi her çeşit cinsî tatmin
yollarının aynen mut'a gibi haram kılınmış olduğunu söylemiştir (105).
İslam alimleri şu ayetten de mut'anın reddedildiğini istidlal ederler. (Mealen):
"Evlenmeye imkan bulamayanlar da, Allah onları lütfuyla zenginleştirinceye
kadar iffetlerini korusunlar..." (Nur 33). "Eğer derler, mut'a ve
tahlil[110]
caiz olsaydı, iffetli olmalarını emretmezdi."(106)
* Bu meselede Kur'an'dan gösterilen bir diğer ayet de şudur
(mealen): "Sizden hür ve mü'mine kadınları nikahlamaya gücü yetmeyen olursa, sizin ellerinizde
bulunan genç mü'mine cariyelerle evlensin... Cariye nikahlama, sizden mehir ve nafakaya gücü yetmeyip de büyük bir meşakkat
altına girmekten ve evlenmemekle de zinaya meyletmekten korkanlar içindir.
Yoksa sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır..." (Nisa 25).
Alimler: "Eğer derler, mut'a ve tahlil caiz olsaydı ne zinaya
gitme korkusu olurdu ne cariye ile
nikahlanmaya hacet kalırdı, ne de
cariyelerle nikahlanmayı terkederek sabretmeyi esas almak tavsiye
edilirdi." (107)
* Son olarak şunu da bilelim: Daha önce temas ettiğimiz ve Şia
tarafından mut'a nikahının mübahlığına delil yapıldığını belirttiğimiz ayet de
alimlerce, siyak ve sibakı içerisinde tahlil edilerek, ondan Şia'nın çıkardığı
hükmün batıl olduğu gösterilmiştir. Bu ayetle ilgili olarak yapılan iki ayrı
açıklamayı kaydedeceğiz. Mezkur ayette O halde onlardan hangisiyle faidelendi
iseniz, ücretlerini takdir edildiği vecih üzere ödeyiniz" (Nisa 24)
denmektedir.
Alimler, bunun mut'ayı helal kılmak üzere indiğini iddia etmenin
açık bir hata olduğunu, bu rivayetin
hiçbir muteber sünnî kaynakta bulunmadığını, bunu İbnu Mes'ud veya bir
başka sahabeye nisbet etmenin büyük bir iftira olduğunu söylerler. Ayrıca
derler ki:
1) Şia'nın bundan çıkardığı hüküm Kur'an'ın başka ayetlerine
zıttır. Bu ayetleri yukarıda kısmen kaydettik.
2) Ayetin, diğer ayet ve hadislere uygun te'vili ise şöyledir:
"Eğer siz nikah akdi sırasında mehir belirtti iseniz, akitten sonra
kadınla zifaf yaptığınız takdirde, bir müddet sonra boşanacak olursanız,
belirlenen mehrin tamamını ödeyeceksiniz, zifaf yapmadı iseniz yarısını
ödeyeceksiniz."
Bu ibareyi, makablinden koparıp müstakillen ele almak, Arapça açısından
batıl bir davranış olur. Zira baştaki "fe", ibarenin makablinden
koparılıp, cümle başı yapılmasına manidir. Bu "fe" kendisinden
sonraki ibareyi, önceki kısma bağlar.
Ayrıca İbnu Mes'ud'a nisbet edilen
الى
اجَلٍ ziyadesine gelince, bu hiçbir muteber
sünnî kaynakta mevcut değildir. Mensuh bir kıraat olarak sübutunu kabul edecek
olursak, mensuh olduğu için onunla amel
edilmez. Çünkü mütevatir ayetlerle sabit olan ahkâma muhaliftir.
Farz-ı muhal olarak kabul edelim ki, bu sabittir. Yine de onun mut'aya
delalet ettiği söylenemez. Şöyle ki, الى
اَجَلٍ "belirlenen müddet kadar" tabiri, istimtaya (kadından istifadeye)
müteallıktır, akdin kendine değil. Halbuki mut'ada belirlenen müddet, istimtaya
değil, akdin kendisine müteallıktır. Böylece mana şu olur: "Nikahlı
kadınlarla muayyen bir vakte kadar istimta etmişseniz onlara mihirlerini tam
olarak verin." Bu ziyadeyi ilave etmenin gayesi, mehrin tam olarak
ödenmesi için nikah müddetinin tamamen geçmesine bağlı olduğu hususunda
düşülebilecek vehmi önlemektir. Nitekim örfte, mehrin üçte biri peşin verilir, üçte ikisi de
nikahın devamı müddetiyle bağlı kılınır. Halbuki bu geciktirme işi bir vecibe
olmayıp, kadının tasarruf ve ihtiyarı ile husule gelir. Kadın dilerse, zifaftan
sonra hepsini bir defada talep etme hakkına sahiptir. Şeriat ona bu hakkı
tanımıştır. Eğer, الى
اَجَلٍ ibaresi, akde müteallık bir kayıt
olsaydı, Şia nezdinde mut'a ömür boyunca
ve ebeden sahih olmazdı. Halbuki bu, Şia'nın
icmaıyla sahihtir.
Ayette geçen "Sizden kim... bolluğa güç yetiremezse"
ibaresinin siyakı da nikahla ilgilidir. Yani, "sizden biri, hür kadınların
mehrini ve nafakasını vermeye gücü yoksa Müslüman cariyelerle nikahlansın"
demektir. Durum böyle iken ayetin ortasında yer alan ibareyi, siyak ve sibakından
koparmak mut'aya hamletmek, Kelamullah'ı açık şekilde tahrif etmek olur.
Dahası bu ayeti teemmül
eden her aklı başında kişi, mut'anın açık olarak haram edildiğini görür. Çünkü Allah Teala
hazretleri ayette hürlerle evlenmenin imkansızlığı halinde cariyelerle iktifayı
emretmektedir. Eğer önceki kelamda mut'anın müddeti kastedilseydi, arkadan
"Sizden kim... bolluğa güç yetiremezse" demezdi. Çünkü, hür
kadınla nikahlanamama halinde mut'a,
cima ihtiyacını görme ile sınırlı kalmayıp, aksine "Her bir yenide daha hoş daha
tatlı bir lezzet var" hükmüne tabi olmuş olmaktadır. Bu durumda şöyle
sorulabilir: Hangi zaruret bu sıkı ve şiddetli kayıtla cariyenin nikahlanmasını
helal kılmaya götürür?(108)
İkinci açıklama, diğer ayetlere dayanılarak yapıldığı için bundan
daha sahihtir. Üstelik, Şia'nın ayetten çıkardığı delillere cevap
mahiyetindedir. Şöyle ki: Şiî müellif Tûsî, Tehzibu'l-Ahkam'da, ayette istimta
kelimesinin geçmesini şöyle açıklar: "Bundan murad mut'a nikahıdır. Çünkü
kelime şeriatte mutlak kullanılınca bu
hususi nikah anlaşılır..." Tûsî
şöyle devam eder: "Ayette geçen "kadınlara ücretlerini verin"
ibaresi de bundan muradın mut'a nikahı
olduğunu te'yid eder. Çünkü normal
nikahta verilen paraya şeriatta ücret denmez "mehir" denir.(109)
Şia'nın bu yorumunu cevaplayan Kâsâni der ki:
"İstimta"dan (faidelenmeden) burada murad nikahtaki istimtadır. Çünkü
ayetin başında da sonunda da zikri geçen şey meşru nikahtır. Şöyle ki: Allah Teala hazretleri ayetin başında[111] kadınlardan nikahı haram
olanlardan bir kısmını zikretti. Sonra bunların dışında kalanları:
"Bunların gerisinde olanları mallarınızla arayıp nikahlamanız için size
helal kılındı" ibaresiyle mübah kıldı. Ayetin devamında geçen "namuskar ve zinaya sapmamış olanlardan" ibaresi "evlenmemiş olanlar, zani
olmayanlar" demektir. Ayeti kerimenin devamında Allah Teala "Sizden
kim hür Müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse..."
buyururken "nikah" kelimesini zikretmiştir, icareyi (kiralamayı) ve
mut'ayı değil. Öyleyse, önceki geçen (faidelendiğiniz) tabiriyle
"nikahtaki faidelenme" anlaşılacaktır.
Kâsâni açıklamasına şöyle devam eder: "Ayette kadına
verilecek meblağın "ecr"
olarak isimlendirilmesine gelince: Nikahtaki "mehir" bazan ücret kelimesiyle ifade edilmiştir.
Nitekim ayetin devamında Allah Teala hazretleri "...Kadınları ailelerinin
izniyle nikahlayın onlara ücretlerini verin" buyurmakta, ücretle
"mehr"i kasdetmektedir. Ey Peygamber! Ücretlerini (=mehirlerini)
verdiğin hanımlarını Allah'ın sana ganimet olarak verdiği cariyeleri... sana
helal kıldık" (Ahzab 50) buyurarak mehri ücret kelimesiyle ifade
etmiştir."
Kâsâni, burada bir noktaya daha dikkat çeker: Nikah esnasında
verilene mehir denmiştir, kadına duhülden ve ondan istimtadan sonra verilmesi
gerekene de ücret denmiştir(110).
Kâsâni'nin bu açıklaması kavranınca, Şia alimlerinin, "bu
ayette zikredilen mut'a serbestisi" iddiasının tutarsızlığı anlaşılacak ve
bunun nes -hedilmediğine dair yürüttükleri sayfalar dolusu mülahaza ve
mütala-aların, itham ve tarizlerin havaya kürek sallama olduğu anlaşılacaktır(111).[112]
Rivayetleri teker teker kaydederken de yer yer belirttiğimiz üzere, şarihler Hz. Ömer'in
yasağından sonra, mut'a nikahının haramlığı hususunda Ehl-i Sünnet'in icmaından
bahsederler(112).
* Bir kere, Hz. Ömer çok sayıda sahabenin hayatta olduğu bir
devrede mut'ayı açık seçik olarak haram ilan edip, bunu herkesin duyacağı
şekilde ta'mim ettiği halde, ona herhangi bir sahabenin itiraz ettiği
duyulmamıştır. Aksine, daha önce mut'a nikahına ruhsat vermiş olanların hepsinin
kanaatlerinden döndükleri görülmüştür. Tahavi, bu durumu şöyle yorumlar:
"Ashab'ın bu meselede itiraz etmemeleri, onların, nehyettiği şeyde Hz.
Ömer'e uyduklarına delildir. Bu husustaki yasakta icmaları da, ruhsatın
neshedildiğine delildir ve hüccettir" (113).
* Hz. Ali, ruhsatın mensuh olduğunu söyler(114).
* Ca'fer İbnu Muhammed, mut'a hakkında sorulunca: "Bi-aynihi
zina" demiştir(115).
* İbnu'l-Münzir: "İlklerin (sahabe, tabiin) bazılarında
mut'a hakkında ruhsat rivayeti gelmiştir. Ama şimdilerde, Rafizilerin birkısmı
dışında ona cevaz veren tek kişinin varlığını bilmiyorum. Rafizîlerin iddiasına
gelince: Allah'ın kitabına Resulü'nün sünnetine muhalif sözün, hiçbir değeri
yoktur" (116) demiştir.
* İmam Malik "haram"dır demiştir(117).
* İmam Şafii "iki kere neshedildi" demiştir. (118)
* İbnu Cüreyc, Basra'da, mut'anın cevazıyla ilgili 18 hadis
rivayet etmiş olmasına rağmen görüşünden rücu etmiş, haramlığına
hükmetmiştir(119).
* Buhârî, mut'a ile ilgili bab'a şöyle bir başlık koymuştur:
"En sonda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mut'a nikahını
yasakladığına dair bab" (120)
İbnu Hacer, Buhârî'nin, bu başlıkla, mut'a nikahının önceden mübah
olduğu halde sonradan yasaklandığı kanaatini taşıdığını belirtir (121).
Görüldüğü üzere, mut'a nikahının haram olduğu hususunda icma hasıl
olmuştur. İcmanın hükmünü değiştirmeye, gerçek müçtehide bile din-i mübin-i
İslam yetki tanımamıştır. İcma dinimizin kaynaklarından, edille-i şer'iyyeden
biridir.[113]
Belirttiğimiz üzere, Şia'dan bazıları hariç, bütün İslam uleması
bunun haram olduğunu söylemekte müttefiktir. Ehl-i Sünnet ise icma etmiştir.
Ehl-i Sünnet'ten sadece İbnu Abbas'tan lehinde fetva rivayet edilmişse de,
sonradan o da fetvasından rücu etmiştir.
Alimler, Hz. Ömer'in yasağından sonra mut'aya başvuran olması durumunda verilecek hüküm üzerine de mütalaa beyan
ederler. Nevevî'nin kaydına göre, böyle bir akdin, dühulden (kadına temas) önce
de olsa sonra da olsa batıl olduğunu söylemekte icma vardır. Sadece İmam Züfer
merhum "şart batıl, nikah sahihtir" demiştir. Yani, müddetle ilgili
şart batıl addedilerek, normal bir nikah
sayılacağına hükmetmiştir(122). Tahavi, Züfer'in: "Müddet şartı batıldı,
mut'a nikahı ebedî müddetle yapılan nikah gibi
olur" sözünü "Mut'a nikahı ile aldığı kadını yanında
bulunduranlar onları salsınlar"
hadisini göstererek reddeder: "Önceki akid, akdin ebedî olarak
devamını gerektirmez. Eğer gerektirseydi, kadın ve erkeğin akid sırasında
koydukları müddet şartını feshederdi. Yasaktan önce sıhhat ve cevazı sabit olduğuna
göre, nikahı feshetmez. Öyleyse hadisteki "ayrılma emri" bu çeşit
akdin, ebedîlik hakkı tanımadığına delildir. Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed
böyle hükmeder." (123)
Mut'aya terettüp edecek ceza, meseleyi değerlendirmedeki ihtilafla
ilgilidir. Şöyle ki: Bu, batıl ve haram
olduğuna göre, zina addedilip hadd-i zinanın uygulanması gerekir. Ancak
alimler, bunu demekte ihtiyatı tercih etmişlerdir. Eğer mut'anın zina ve
dolayısıyla haram olduğu hususunda eksiksiz bir icma olsaydı hadd-i zina
gerekecekti. Fakat icma meselesi biraz ihtilaflıdır. Zira dinde kesin bir
hüccet addedilen icmanın bumeselede tahakkukunda şüphe hasıl omuştur. Çünkü
İbnu Abbas'ın bidayetine lehinde fetvası vardır. Ulemanın benimsediği umumi
prensibe göre, herhangi bir meselede, selef müçtehidlerinden bir tanesinin de
olsa muhalefeti, icmayı bozmaktadır.
Bu meselede icmayı bozmuş olan İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)' ın
da sonradan evvelki görüşünden vazgeçip mut'anın haram olduğuna kail olduğu da bilinmekte, dolayısıyla icma
tamamlanmış olmaktadır. Ancak bu noktada usulcülerin bir ihtilafı devreye
girmektedir: "İhtilaftan sonra hasıl olan icma önceki hilafın hükmünü
kaldırır mı?" Yani önce ihtilaf
edildikten sonra icma hasıl olsa, bu icma gerçek bir icma olabilir mi?
Önceki ihtilafın, icmayı bozucu bir
tesiri, bir rolü yokmu?
İşte bu noktada görüş ayrılığı ortaya çıkmış, alimlerden bir kısmı
önceki ihtilafın müessir olmayacağını söylerken, büyük kısmı önceki ihtilafın
müessir olacağını, icmayı yaralayacağını söylemiştir. El-Kadı Ebu Bekr
el-Bakıllânî bu görüştedir.(124)
Dolayısıyla muta nikahının zina olacağı ve buna hadd-i zina
terettüp edeceği hususu çok zayıf da
olsa şüpheli hale gelmiştir. Resulullah'ın "Şüphe durumunda hadleri tatbik
etmeyin" (125) emri hadlerin yani
ağır cezaların tatbikinde ihtiyat
emretmekte, suçun sübutu tam olarak kesinleşmezse haddin tatbik
edilmemesini istemektedir. Bu durumları gözönüne alan alimler, mut'a nikahı
yapanların zina suçuyla cezalandırılmasına fetva vermemiş ancak şiddetle
cezalandırılmasına hükmetmiştir.(126)[114]
Şah abdülaziz mut'anın hasıl edeceği mahzurların çokluğuna dikkat
çektikten sonra, şeriata ters düşen en önemli zararlarını sayar:
1) Çocukların ziyan edilmesidir. Çünkü kişinin çocukları
birçok memlekette yayılır ve kendi yanında olmazlarsa, adam, onların
terbiyeleriyle ilgilenemez. Böylece onlar, evlad-ı zina gibi terbiyesiz
yetişirler. Bir de bu çocukların kız
olduklarını farzedecek olsak, ortaya çıkacak rezaletin daha da büyük olacağını anlarız. Çünkü onların
kendi denkleriyle evlenmeleri hiç mümkün olmaz.
2) Babanın temas ettiği kadına oğlunun da mut'a yoluyla veya
normal nikah yoluyla temas ihtimali var. Bu hal aksi surette de olabilir.
Hatta, kızıyla, kızın kızıyla, oğlunun kızıyla, kızkardeşiyle, kızkardeşinin
kızıyla yani meharim denen nikahı
ebediyyen yasaklanmış bir kadınla şu veya bu suretle temasta bulunma ihtimali
vardır. Zaman uzayınca bu ihtimal artar da
artar. Böylesi bir hal, mahzurların en büyüğüdür. Zira, mut'a ile
nikahlanan kadının hamilelik durumu bir aylık veya daha fazla müddet içerisinde
hemen bilinemez. Bilhassa mut'anın sefer sırasında olması, seferin uzun çekip,
her uğranılan yerde yeni bir kadınla mut'a yapılması, bunlardan her birinden
bir çocuk olması, bu alâkalardan sonra doğanların kız olması, bu adamın mesela
on beş yıl kadar sonra tekrar bu diyarlara uğraması veya buralardan
kardeşlerinin veya oğullarının geçmesi, bu kızlarla onların mut'a yapmaları
veya normal nikah yapmaları gibi ihtimaller düşünülebilir.
3) Birçok defalar mut'a yapan kimsenin mirasının taksim edilememesi. Çünkü bu
kişinin varislerinin ne sayısı, ne isimleri, ne de yerleri bilinemez. Bundan
miras işinin iptali gerekir. Keza mut'a nikahından olan çocuğa varis olmak da
iptal olur. Çünkü böyle bir çocuğun baba, kardeş gibi varisleri de meçhuldür.
Nitekim varisler sayıca sınırlanamazsa
miras pay edilemez. Varislerin erkeklikkadınlığı, verasate hak sahibi olup
olmadığı gibi vasıflar açıklıkla bilinmediği takdirde pay tayini yapılamaz.
Hülasa, mut'a nikahının getireceği mahzurlar gerçekten pek
zararlıdır. Bilhassa nikah ve mirasa müteallık şer'î meselelerde. Bu sebeple
Allah Teala hazretleri, temasın helal olmasını iki şeyle sınırlamıştır:
Sahih nikah, milk-i yemin (cariye). Zira
kadınlakoca arasındaki beraberliğin bu iki akidle sınırlandırılması, çocuğun
muhafazası ve verasetin bilinmesi içindir..." (127)[115]
Mut'a bahsinin hakkıyla anlaşılması için bilinmesi gereken
hususlardan biri, sahabelerin bazı hadisleri Resulullah'ın sağlığında işitmemiş
olmalarıdır. Nitekim, mut'a nikahının yasaklandığını İbnu Mes'ud, Hz. Ali, Hz.
Muaviye, Hz. Esma gibi bazı büyük sahabilerin işitmemiş olduklarını, bunun Hz.
Ömer'in hilafeti zamanında ta'mim edildiğini gördük. İlk nazarda, böyle bir
yasağın duyulmamış olması garip karşılanabilir. Ama bir kısım hadisleri
sonradan öğrenme hadisesinin mut'a nikahına has bir durum olmayıp, başka pek çok meseleye şamil olduğu düşünülürse
şaşılacak bir şey kalmaz.
Filhakika, başta dört halife: Hz. Sıddik, Hz. Faruk, Hz.
Zinnureyn, Hz. Ali el-Mürtaza radıyallahu anhüm ecmain hazeratı olmak üzere
diğer birçok sahabenin, bir kısım hadisleri Resulullah'ın vefatından sonra
işittiklerine dair hadis kitaplarımızda nice örnekler var. Biz burada, mevzuyu uzatmamak için hepsini
kaydedecek değiliz. Ancak, şu kadarını söyleyeceğiz: Vereceğimiz örnekler
bizzat Kur'an-ı Kerim'de es-Sabikun el-Evvelun diye yadedilen ilk
Müslümanlardan Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ile ilgili olacak.
Bu zatlar sadece "ilkler"
olmakla da kalmazlar, aynı zamanda
Resulullah'ın en yakınları ve İslam'ın en büyükleridirler. Bunların üstelik
Resulullah'la yakınlık ve beraberlikleri
de fazla: Hz. Ebu Bekr Resulullah'ın eski bir dostudur, yâr-ı gârıdır yani
hicret sırasında, mağarada bile beraberlikleri ayet-i kerime ile tescil
edilmiştir (Tevbe 40). Resulullah her gün belli saatlerde bir akşam bir de
sabah olmak üzere iki sefer muntazaman yanına
uğramaktadır (128).
Hz. Ömeru'l-Faruk, Aleyhissalâtu vesselâm'ın en çok takdir ettiği,
dirayet ve re'yine güvendiği biridir.
Aynı zamanda kayınpederidir. Ayrıca Hz. Ömer, Resulullah'ın peşini hiç
bırakmama hususunda azim, gayret ve şuurlu
plan sahibidir. Buhârî'nin, bir rivayetinde anlattığına göre: "Bir ensarî
kardeşiyle münavebe yapmıştır: Bir gün birisi Resulullah'ın yanında bulunmakta,
diğeri de tarla işlerini yapmakta; akşam olunca Aleyhissalâtu vesselâm'dan
görüp işittiklerini dinlemektedir. Ertesi günü öbürü tarla işlerine giderken,
diğeri Resulullah'a mülazemet etmekte, akşam olunca Aleyhissalâtu vesselâm'dan
görüp işittiklerini anlatmaktadır."(129)
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in Resulullah'tan hadisi daha çok, daha
sağlıklı öğrenmelerine imkan tanıyan diğer bir durum, bu iki büyüğün,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın iki veziri durumunda olmalarıdır(130). Rivayetler
Aleyhissalâtu vesselâm'ın sık sık onlarla -bazan sabahlara kadar de vam eden-
istişareler yaptığını belirtir(131).
Hz. Osman (radıyallahu anh) da Resulullah'ın yakınlarından ve çok
takdir ettiği zatlardandır. İki kızını ona vermiş olması, aradaki kayınpederdamatlık münasebeti, beraberlik ve yakınlığı anlamaya yeterli bir
durumdur.
Hz. Ali, Resulullah'ın terbiyesinden geçen, yanında büyüttüğü, ilk
çocuk Müslüman , amcaoğlu ve damadıdır. Kendi ihbarıyla Aleyhissalâtu vesselâm
ile daima biri gece biri gündüz olmak üzere, günde iki sefer muttarıd, hususi
görüşme programı olmuştur(132).
İşte, Aleyhissalâtu vesselâm'la
böylesine beraber, böylesine içli dışlı olan bu büyükler, bu
ilkler, birçok hadisi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra
işitmişlerdir.
Rivayetler, yeni bir hadis işitince, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in,
bazı durumlarda ihtiyatlı davranıp ikinci bir şahid istediklerini, Hz. Ali'nin
ise yemin ettirdiğini belirtir.
Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)'e "cedde", yani
büyükanneye torundan düşecek mirasın miktarı hakkında sorulmuştu. Bu mesele
hakkında Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan birşey işitmediğini belirtti ve bir öğle
namazından sonra cemaate sordu: "İçinizden kim ceddenin payı hususunda
Aleyhissalâtu vesselâm'dan birşey işitti?"
Muğîre İbnu Şu'be kalkıp, Resulullah'ın ceddeye südüs (altıda bir)
takdir buyurduğunu söylemiş, Hz. Ebu Bekr de: "Sizden kim buna şehadet
edecek?" demiştir. Muhammed İbnu Mesleme kalkıp Muğîre'nin isabetli
konuştuğunu te'yid etmiş, Hz. Ebu Bekr meseleyi buna göre hükme
bağlamıştır(133).
Hz. Ömer, kapıyı üç kere çalarak izin istemek gerektiğini ifade
eden hadisi Ebu Musa el-Eş'ari'den işittiği zaman: "Ya şahit getirirsin,
ya da elimden çekeceğin var" diye çıkışmıştır. Hz. Ömer'in hiddetinden
betibenzi atmış olarak Mescide geldiği zaman Ebu Musa hazretlerine: "Neyin
var, rengin niye uçtu?" diye sorarlar. Durumu anlatınca: "Bunu
hepimiz biliyoruz, en küçüğümüz gitsin!" derler ve Hz. Ömer'e Ebu
Saidi'l-Hudrî'yi gönderirler (134) Hz. Ömer'le ilgili rivayetler çoktur: Veba
çıkan bir yere girilmemesi, vebanın çıktığı yerden ayrılınmaması ile ilgili
hadisi(135) Mecusilere ehl-i kitapla ilgili ahkamın uygulanması gerektiğine
dair hadisi(136), mescid inşa edilecek bir yerin sahibi razı olmadıkça istimlak
edilemeyeceğini beyan eden hadisi (137), hamile kadında düşüğe sebep olana
takdir edilecek ceza ile ilgili hadisi Hz. Ömer hep, Resulullah'ın vefatından
sonra işitmiştir. Düşüğe bedel Resulullah'ın erkek veya kadın bir köleye
hükmettiğini Muğîre İbnu Şu'be haber verdiği zaman Hz. Ömer, buna şahid talep
eder. Muhammed İbnu Mesleme şahitlik yapar(138).
Ehli nezdinde meşhur ve malum olan bu duruma başka misaller
vererek asıl mevzumuzdan daha fazla uzaklaşmak istemiyoruz(139). Örneklerimize
son verirken Hz. Ali'nin mevzuya giren bir beyanını kaydedeceğiz: "Ben,
Resulullah'tan bir hadis işittim mi onunla amel ederek Allah'ın dilediği
nisbette faydalanıyordum. Resulullah'tan bir başkası bana hadis nakledecek olsa yemin talep
ediyordum. Yemin edince onu tasdik ediyordum. Ebu Bekir hadis rivayet edince
(yemin talep etmiyordum, çünkü) Ebu Bekr, Sıddîk idi..."(140)
Şarihler, yukarıda kaydettiğimiz hadisleri açıklarken, Aşere-i
Mübeşşere'ye mensup olanlar dahil, Ashab'ın büyüklerinin bile birkısım
hadisleri bilmemesinin normal olduğunu, bu çeşit bilgi eksikliğinin onların
büyüklüğüne bir noksanlık getirmeyeceğini belirtirler. İbnu Battal: "Bu
hal Hz. Ömer hakkında caiz olursa başkaları hakkında haydi haydi caizdir"
demiştir.(141)
Şu halde mut'a nikahını yasaklayan hadisi bazı sahabilerin
Resulullah'ın sağlığında işitmeyerek sonradan işitmiş olması, normal, olağan
bir hadisedir ve pek çok emsalinden sadece biridir. Ashab Resulullah'tan hadis
bilmedikleri hususlarda ya eski bilgileriyle amel ediyorlardı, ya da
içtihadlarıyla. Ama o meseledeki hadisi işittikleri taktirde, hadise uymayan
tatbikatlarını derhal bırakıp sünnete rücu ediyorlardı. Buna da Hz. Ömer'den
birkaç örnek verelim: O, parmakların diyetlerinin farklı olması gerektiği
kanaatinde idi. Çünkü elde îfa ettikleri hizmet bir değildi. Öyleyse diyetleri
de farklı olmalıydı. Fakat diyette parmaklara aynı değeri biçen hadisi işittiği
zaman, derhal eski kanaatinden dönüp hadise göre uygulamaya geçmiştir (142).
Keza zina yapan mecnuna had tatbik etmek isteyen Hz. Ömer, "Üç kişiden
kalem kaldırılmıştır... kendine gelinceye kadar mecnundan..." hadisini
işitir işitmez, kanaatinden vazgeçer (143). Keza Abdullah İbnu Ömer,
kendisinden farenin yenilip yenilmeyeceğinden sorulunca, En'am suresinin 145.
ayetini okuyup orada zikredilen haramlar arsında olmadığını belirterek "Ye!" diye
cevap veriyordu. Kendisine Resulullah'ın fare için: "O, murdarlardandır, habistir" dediği hatırlatılınca:
"Resulullah böyle dediyse o öyledir" der ve fetvasından derhal rücu
eder (144).
Yukarıda belirttiğimiz üzere, Hz. Ömer (radıyallahu anh), mut'a
nikahının Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından haram edilmiş olduğunu
hatırlatınca Ashab'tan hiç kimse buna itiraz etmemiş, bil-icma hepsi emre
uymuştur.[116]
1- Bu bahiste kullanacağımız kaynaklar Şiîlerin hadis
kitaplarıdır: el-İstibsar, Men La Yahdaruhu'l-Fakih, Tehzibu'l-Ahkâm, el-Furu'
mine'l-Kâfi.
2- Rivayetlerin kaynağı: Bunlar da Hz. Peygamber değil,
Şiî'lerin masum dedikleri imamlardır.
* Ebu Abdillah: Cafer es-Sadık rahimehullah (vefatı 148 hicri).
* Ebu Cafer: Muhammed İbnu Ali el-Bakır rahimehullah (vefatı 114
hicrî).
* Ebu'l-Hasen: Ali İbnu Musa er-Rıza rahimehullah (vefatı 203
hicrî).
* Emiru'l-Mü'minîn Hz.
Ali (radıyallahu anh).[117]
Mut'a ile ilgili rivayetler Şiî kaynaklarında daha çok yer
tutar ve sayıca sünnî kaynaklarda geçenlerle mukayese edilemeyecek kadar çoktur
(145).
Öncelikle belirtelim ki, Şia da, mut'ayı belirlenen ücret karşılığında,
belirlenen müddet için yapılan bir nikah olarak tarif eder (146).
Burada kastedilen müddet, akitte belirtilmelidir. Belirtilmezse
normal nikah ahkâmı cari olur. Bu durumda talaku'ssünne ile boşanabilir, miras
terettüp eder ve iddet arasında nafaka gerekir (147). Mut'a nikahında Şia
veraset tanımaz (149). Ancak şart koşulursa karşılıklı miras olabilir diyen
olmuşsa da, "Şart koşsa da koşmasa da miras almaz" görüşü vardır.
"Çünkü kadın zevce değil, müste'cere (kiralanmış kimse)dir" (150).
Ücret de anlaşılan miktardır, bir avuç buğday, bir dirhem nakit vs. olabilir (151).
Şia, mut'a nikahında şahid gerekmediğine inanır ve "Allah ve melekleri şahid
olarak yeter" der (152). Ehl-i Sünnet, "Nikahta Allah ve Resulü'nün
şahit" kılınması halinde nikahın mün'akid
olmayacağına ve yapanın da -fiilinde Resulullah'a gaybı bilme nisbeti
bulunmasına binaen-"Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez" (Neml 65)
mealindeki ayete muhalefet ettiği için- küfre düşeceğini kabul eder(153). Şia'ya göre, normal nikahta
şahid, zaten çocuğun nesebi, miras -ve bir rivayette de hudud- için
gereklidir(154). Tûsî "Resulullah zamanında şahitsiz nikah yoktu"
itirazına: "O, efdal olanı ifade eder" diye te'vil ederek cevazın
asıl olduğunu belirtir.(155)
Ehl-i Sünnet'in rivayetlerinde, Hz. Ömer'in yasaklamasına kadar,
Ashab ve tabiinden, Resulullah'ın yasağını duymayanların mut'aya yer verdiğini
belirtmiştik. Mut'a meselesine selefteki anlayışla Şia'nın anlayışını mukayese
ederek bakınca, bazı ciddi farklar görülür:
1- Sünnî kaynaklar ruhsat
tanıyan rivayetleri de, yasak getiren rivayetleri de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e dayandırırken, Şiî kaynaklarda, pek nadir
Resulullah'tan söz edilir. Onlar bu meseleyi hep imamlarına dayandırırlar.
Mesela, İstibsar'da Hz. Peygamber'e nisbet edilen hemen hiçbir rivayet mevcut
değildir.
2- Sünnî kaynaklarda cevaz, hep sefer haliyle ilgilidir, mukime
de tecviz edildiğine dair rivayet yoktur. Halbuki Şiî kaynaklar bunu, mukim,
misafir, evli, bekâr herkese "helal ve mübah" addederler (156). Kumî'de
yer alan bir fetva söyle: "Kişi, dilerse mut'a yapar, hatta zevcesi olsa
ve memleketinde zevcesiyle birlikte olsa bile" (157).
3- Bir kadınla pek çok erkek mut'a yapabildiği gibi, aynı erkek
mükerrer seferler mut'a yapabilir. Kuleynî'nin bir rivayeti aynen şöyle:
"Ebu Cafer Aleyhissalâtu vesselâm'a[118] sordum:
"Kurbanın olayım! Bir adam mut'a yapsa, şartı sona erse,
sonra o kadınla bir başka erkek evlense, sonra ondan ayrılsa, sonra önceki
erkek evlense, sonra ayrılsa, bu üç sefer
cereyan etse, kadın üç erkekle evlense, birinci ile tekrar evlenmesi
caiz olur mu?"
Bana şu cevabı verdi:
"Evet kaç sefer dilerse. Bu kadın hür kadın gibi değildir, bu
kirayla tutulmuş (müste'cere) biridir; cariye kadın mesabesindedir" (158).
Şia, prensip olarak mut'ayı benimseyince kendi vicdanının da kabul
etmeyeceği birkısım ayıplara fetva
vermiş, tezadlara düşmüştür. Şiî kaynaklarında bu çeşit rivayetlere sıkça
rastlanır.
Bir kısım rivayetler, kadının kocasına sadakati emrettiği (159),
erkekkadın herkesi zinadan men ettiği (160) halde mut'a bahsinde evli kadınla
da mut'aya müsamaha gösteren bir üsluba rastlanır. Ebu Abdillah, bir soru
üzerine mut'a yapmaktan kaçınılacak
kadınları şöyle sayar: "Kevâşif, devâî, begâyâ ve zevâtu'l-ezvaçtan
kaçın!" Soru sahibi, bu tabirlerle neyi kasdettiğini sorunca, Ebu Abdillah açıklar: "Kevâşif,
açıktan zina yapan, herkesçe bilinen
zani kadınlardır; devai: Nefislerine
erkekleri davet eden ve fesadı bilinen kadınlardır; begâyâ: Zina ile
ma'ruf olanlar (fahişeler); zevatu'l-ezvac: Sünnete uygun olmayan şekilde
boşanmış olanlar" (161). Burada evlilerin zikredilmemesi dikkat çekicidir.
Esasen mut'a yapacağı kadının evli bir
kadın olduğundan şüphelenip, tahkik edince evli çıktığını, bu durumda ne yapması
gerektiğini soran kimseye, Ebu Abdillah: "Niye araştırıyorsun?" cevabını vererek evliyle de mut'aya gözyumucu
bir cevap verir (162). Meselede temel prensip, kadının evli olup olmadığını
araştırmamaktır (163). Ebu Abdillah: "Kadının evli olup olmadığını sorman
gerekmez. Sana düşen, nefsi hususunda kadının beyanını tasdik etmektir"
der(164).
Buna rağmen, bir başka tezada yer verir ve "mut'a yapılacak
kadında iffet arar, güzel bile olsa zaniye ile mut'a yapılamaz" der
(165). Ebu Abdillah'ın mut'a üzerine bir
soruya cevap sadedinde "Helaldir, ancak afife kadınla nikahlan, Allah
Teala hazretleri (mü'minleri tarif ederken): "Onlar ki ferclerini muhafaza
ederler..." (Mü'minûn 5) buyurmuştur. Dirhemin hususunda itimadın olmayan
yere fercini koyma" dediğini görürüz (166).
Şiî kaynaklarda bu hususta kesin bir hüküm yok. Nitekim bazı
rivayetlerde sadece iffet değil, iman da aranır, mü'mine ile mut'anın mümkün
olduğu, diğer bazılarında Yahudi ve Hıristiyanlarla da caiz olacağı,
Mecusilerle caiz olmayacağı, ama bulunmamaları halinde Mecusi ile caiz olacağı
ifade edilir.(167)
Mut'a nikahına bir hayız dönemi, 45 gün (ve bazılarına göre 4 ay
10 gün) (168) gibi bir iddet tanımaları
(169), bir başka tezad olmaktadır. Gizlilik içinde mut'a yapan evli kadın mı
iddete riayet edecek?
Bir rivayette mut'a yapılmayacaklar arasında zevatu'l-ezvac
(kocalılar) da zikredilir, ancak bunun tarifi de yapılır: "Sünnete uymaz
tarzda boşananlar" (170).[119]
Şiî kitapların mut'a ile ilgili bahislerinde öyle pasajlara,
fetvalara rastlanıyor ki, insanlık adına haya etmemek, iğrenmemek mümkün değil. Evli kadının bile,
bir başka erkekle "Allah'ın kitabı ve Resulü'nün sünneti üzere (!)"
mut'a yapmasına fetva verdirecek (171) ruh hali nedir diye insan sormadan edemiyor. Bırakın İslamiyet'i, evlilik
müessesesinin kudsiyetine inanmış hangi din, fıtratı bozulmamış hangi insan
böyle bir fetvayı verebilir? Aslında, bu fetvayı verenler de düştükleri
ifratın, yaptıkları işin iğrençliğinin farkındalar: Abdullah İbnu Umeyr,
mut'aya fetva veren (!) Ebu Ca'fer'e sorar: "Kendi kadınların, kendi
kızların, kızkardeşlerin, amcanın kızları mut'a yapsalar bu seni memnun eder
mi?"
Rivayet şöyle devam eder: "Ebu Ca'fer aleyhisselam kadınları
ve amcasının kızları zikredilince yönünü çevirdi" (172).
Bir diğer rivayette Ebu'l-Hasen'in, bir kısım mevalisine
(yardımcılarına) şöyle yazdığını görmekteyiz: "Mut'ada ısrar etmeyin, size
sünneti ikame etmek düşer.[120] Odalıklarınız ve hür
hanımlarınız varken mut'ayla meşgul olmayın; aksi takdirde, onlar sizleri inkar
ederler, uzaklaşırlar, bunu emredene beddua ederler, bizlere lanet
okurlar"(173).
Keza Ebu Abdillah'tan da: "Mut'ayı bırakın, ayıp iş yapmaktan
haya etmiyor musunuz?" dediği rivayet edilmiştir.
Ancak Kuleynî te'vili yapıştırır: "Bu yasak, ashabından ve
ihvanlarından salih olanlara hamledilir" (174). Yani havastan olanlara,
salihlere ayıp; fakat avama, halka ayıp değil. Sünnî İslam'da, hadislerde böyle
bir telakkiye rastlanmaz. "Ayıp" herkese ayıptır.[121]
Bazı rivayetler, Şia'nın bu utandırıcı ayıpta ısrarının sünnîliğe
karşı yürüttüğü taassuptan ileri geldiğini göstermektedir. Öyle ki, onların
kitabında da mut'a nikahının Hayber
Seferi sırasında ehlî eşek etiyle birlikte haram edildiğine dair Hz. Ali'nin
beyanı aynen yer alır(175). Hadisi kaydeden Tûsî, bunu takiyye[122] olarak yorumlar. Aynen
şöyle der: "Bu rivayeti takiyyeye hamlederiz. Çünkü o, âmmenin mezhebine
muvafıktır. (Mut'anın helal olduğuna delalet eden) önceki haberler ise, kitabın
zahirine ve hakikat üzere olan(!) fırkanın bunun mucibiyle amel hususundaki
icmaına muvafıktır. Böylece bu şazz rivayetle değil öbürleriyle amel etmek
gerekir." (176) Bunun takiyye olduğunu Tehzibu'l-Ahkâm'da da tekrarlayan
Tûsî orada "İmamlarımızın yolu, mut'anın ibahesidir. (Gerekçesini
açıklamak için) sözü uzatmaya ihtiyaç yok" der.(177).
Ebu Abdillah'a nisbet edilen: "Mü'min kadınla mut'a yapma!
Onu zelil edersin" şeklindeki rivayeti bu meselede ısrarlı olan Tûsî şöyle
te'vil eder. "Bu rivayet mürseldir, senedi kopuktur. Bu çeşit rivayetle
sıhhati olana itiraz edilmez. Rivayetin sabit olduğunu kabul edecek olsan,
ondan murad: "Kadın asaletli bir ailedense" demektir. Çünkü böyle bir
kadınla mut'a uygun olmaz. Zira kadının ailesine ar gelir, kendisine de züll
isabet eder, her ne kadar mahzuru yoksa da" (178).
Bazı fetvalarda "Mut'a, onu bilene helal, bilmeyene
haramdır" denmiş olması (179) da Şia'nın bu meseledeki temelsizliğine bir
delildir. Hele Ebu Abdillah'dan nakledilen: "Allah Teala hazretleri, bize
sarhoşluk veren bütün içkileri haram kıldı. Buna bedel olarak mut'ayı helal
kıldı" fetvası (180) da bir tezat olarak
karşımıza çıkar. Keza, bazı rivayetlerde ailesine getireceği ar
sebebiyle bakire kızlarla, babalarının izni olmadan, mut'aya cevaz verilmezken
(181), diğer bazılarında izinsiz tecvizi (182) Şia'nın bu meseledeki
tutarsızlığına bir başka delil olmaktadır.
Tûsî ve diğer Şia ulemasını bu meselede taassuba sevkeden esprinin
geri planını görmede şu rivayet daha açıktır: "Kureyşli bir erkek anlattı:
"Amcamın kızının çok malı vardı. Buna (mut'a nikahı yapmamız için) haber göndererek: "Bilirsin benimle evlenmek isteyen
çok erkek var. Ben onlarla evlenmedim.
Ben sana, erkeklere olan sevdam için talip değilim. Ancak bana ulaştı ki, mut'ayı Allah kitabında helal kılmış, Resulü
de sünnetinde beyan etmiş. Fakat Züfer de (Züfer'le Hz. Ömer'in kastedildiği
belirtilir) haram etmiş. Ben de Arşı'nın fevkinde aziz ve celil Allah'a itaat
etmek, Resulü'ne itaat etmek, Züfer'e de isyan etmek istedim. Benimle mut'a
nikahı yap!" dedi. Ben de kendisine:
"Ebu Cafer'e gidip onunla istişare edeyim!" dedim. Sonra
gidip haber verdim. Bana: "Yap! Allah ikinize de rahmet etsin!" dedi.
(183)
Hz. Ömer'e ve sünnîliğe muhalefetteki taassub, Şia'yı sadece
ulemanın değil, bütün fıtrat-ı selime sahiplerinin "zina" demekte
icma edecekleri bir ayıp için "Mü'min, mut'a yapmadıkça kemale ermez"
dedirtecek (184), buna akidevî bir mahiyet kazandıracaktır.
Resulullah'a nisbet edilen bir iftiraya göre Aleyhissalâtu
vesselâm, haşa şöyle demiştir: "Ben miractayken Cibril aleyhisselam bana
geldi vededi ki: "Ey Muhammed! Allah Teala hazretleri buyurdular ki:
"Ben ümmetinden mut'a yapan kadınları mağfiret ettim!" (185)
İnsanlığın iftihar edeceği nadir dahilerden biri olan Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e muhalefet taassubu, Şia'yı mut'a yapmaya ibadet dedirtecek
noktaya getirmiştir. Aynen kaydediyoruz: "Salih İbnu Ukbe, Ebu Cafer
aleyhisselam'dan rivayet etmiştir: "Kendisine: "Mut'a için bir sevap
var mı?" dedim. Bana şu cevabı verdi: "Eğer mut'a ile Allah rızasını
ve O'nu inkar edenlere muhalefeti murad etmişse (mut'a yolunda) konuştuğu her kelime
için Allah ona sevap yazar. Elini kadına uzatınca, Allah ona mutlaka sevap
yazar. Kadına temas etti mi, bu sebeple, günahını affeder. Yıkandı mı saçından
geçen su miktarınca Allah ona mağfiret eder! Ben tekrar: "Saçı adedince mi?"
dedim. "Evet, saçı adedince!" dedi." (186) Ali es-Sibaî, iğrenç
ve hayırsız bularak, "bir daha
mut'a yapmayacağım!" diye Allah'a
yemin eder. Durumunu Ebu'l-Hasan'a sorunca şu cevabı alır: "Sen itaat etmeyeceğim
diye Allah'a söz vermişsin. Allah'a
yemin olsun (mut'a yaparak) O'na itaat etmezsen isyan etmiş olursun."
(187)
Ve İslam uleması arasında meşhur olmuş bir sözü hatırlıyoruz:
"Maksad Ali sevgisi değil, Hz. Ömer buğzudur." Evet mut'a meselesi de
öyle: Hakkı ortaya çıkarmaktan ziyade, Ömer'e muhalefeti tahkim. Yani üzüm
yemek değil, bekçiyi dövmek.
Taassub ve husumetin Şiî alimleri nerelere götürdüklerini görmek
için bir başka örnek kaydedelim: "Ebu Ca'fer aleyhisselam dedi ki:
"Aziz ve celil olan Allah, şehveti on cüz (parça) olarak yarattı. Bunun
dokuzunu erkeklere birini kadınlara koydu. Bu hal Benî Haşim ve taraftarları
için böyledir. Benî Ümeyye kadınları ve taraftarları için ise, şehvetin on
cüzünden dokuzu kadınlara, biri erkekleredir." (188) Burada karalanan Benî
Ümeyye, Şia'nın siyasî kavga yaptığı
Emevîlerdir. Benî Haşim de Hz. Ali ve ahfadının geldiği hanedandır.[123]
Burada bir noktayı okuyucuların insaf nazarlarına arzetmek
isteriz. Yukarıda, mut'a nikahı bahsini
sünnî kaynaklara göre incelerken gördük ki Ehl-i Sünnet uleması mesele üzerinde
tamamen Hz. Peygamber'in hadislerine dayanmaktadır. Mut'anın Resulullah
tarafından bir ara mübah kılındığını,
bilahare yasaklandığını, son defa Mekke fethi sırasında yasaklanıp, Veda
hutbesi sırasında yasağın bir kere daha hatırlatıldığını.. bu yasağı işitmemiş
olan sahabi ve tabiinden bazılarının bunun lehinde fetva verdiğini, Hz. Ömer'in
buna muttali olunca, Aleyhissalâtu vesselâm'ın haram kılma hadisesini
hatırlatarak, meseleyi gündeme getirip yasağı ta'mim ettiğini belirttik. Yine
gördük ki, şarihler bu hususta icmadan bahsederken, İbnu Abbas'tan bir ara
varid olan lehindeki fetva sebebiyle tam bir icma hususunda tereddüt hasıl
olduğunu, Şia'dan bazılarının mut'aya fetva verdiğini vs. hep
kaydetmektedirler.
Halbuki Şia'nın dayandığı muteber kaynakları, meseleyi açıklarken
Ehl-i Sünnet'in dayandığı sahih rivayetleri hiç görmezden gelir. Onlara atıfta
bile bulunmaz. Tûsî'nin şu açıklamasına dikkat edilince, Şia dışında Müslümanın
varlığının bile kabul edilmediği görülür: "...Mut'anın mübah oluşuna
Müslümanların Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onu bir zaman mübah
kıldığı hususunda icmaları delalet eder.
Onun bunu daha sonra yasakladığı hususunda kat'î bir delil
getirilmemiştir. Öyleyse delil getirilinceye kadar önceki hali üzere mübah
olması gerekir. Şeriatta ise buna delalet eden bir delil mevcut değildir. Buna keza Cenab-ı
Hakk'ın şu kelamı da delalet eder..."
Tûsî, bundan sonra, yukarıda bilvesile zikrettiğimiz ayetleri,
iddiasına delil olarak kaydeder (189).[124]
Şimdi şöyle bir soru mâkuldur: "Şia da esas itibariyle Kur'an
ve sünnete dayandığına göre, mut'a nikahı meselesinde niye bu kadar zıt
görüşler ortaya çıkmıştır? Onların hiç mi haklılık tarafı yok?"
Bunun gerçek bir izahı uzun kaçar. Ancak kısaca bilinmesi gereken
husus şudur: Ehl-i Sünnet bu meselede onların kendiliklerinden hadis
uydurduğunu söylemiyor. Resulullah'ın mut'aya cevaz verdiğini, sağlığında
bununla amel eden sahabilerin bulunduğunu kabul ediyor. Bu husus Ehl-i
Sünnet nezdindeki sahih rivayetlerde sabittir.
Ancak, diğer birçok meselede olduğu gibi Aleyhissalâtu vesselâm bunu sonradan
yasaklamış, böylece neshedilmiştir. Ehl-i Sünnet, Resulullah'ın vefatından
sonra, bu yasağı işitmemiş bulunan bazı sahabi ve tabiin tarafından da mut'a
nikahının icra edildiğini de kabul eder. Ancak, Ehl-i Sünnet, bu tatbikatın Hz.
Ömer'in meseleye müdahale edip yasağı ta'mim etmesiyle son bulduğunu ve Hz.
Ömer'e hiçbir sahabinin itiraz etmediğini, böylece mut'anın haram olduğu
hususunda icma hasıl olduğunu da kabul eder.
Şia ile Ehl-i Sünnet, hadis anlayışında farklıdır. Aradaki ayrılık
temelde bundan kaynaklanır. Şöyle ki:
1) Ehl-i Sünnet sahabe arasında hiçbir ayırım yapmadan
hepsinin rivayetini makbul addederken, Şia Al-i Beyt'e mensup çok az sayıda
sahabenin rivayetini kabul eder, diğerlerini reddeder.
2) Ravi meselesindeki tefrikleri sahabe tabakasında kalmaz,
sahabeden sonra gelen tabiin ve etbauttabiin gibi diğer ravi tabakalarında da
ayırım devam eder. Sahabeden sonraki ravilerdeki ayırım, ravinin makbul olabilmesi için ravide aradıkları
şartlardan ileri gelir. Gerçi Ehl-i Sünnet de her raviden hadis almaz, ravinin mü'min, dindar,
doğru sözlü mürüvvet sahibi vs. olmasını şart koşar. Şia da benzer vasıfları
şart koşar. Ama "mü'min" deyince, ravinin İmamiye-İsnaaşeriye
mezhebinden olmasını kasteder. Yani ravide aranan şart objektif olmaktan çok subjektif bir
hal alır[125].
Halbuki Ehl-i Sünnet, ravinin "mü'min olması gerekir" derken, bununla İslam'ın iman esaslarını dil
ile ikrar kalp ile tasdiki kasteder, başka bir kayıt koymaz. Hatta Ehl-i
Sünnet'ten olmasını da şart koşmaz. Diyanet ve sıdk vasıflarını taşıyan Şiî
ravilerden de hadis alır. Şia ise, değil Ehl-i Sünnet isnaaşere dışında kalan, Şiî mezheplerine
mensup kimselerden bile hadis kabul etmez.
3) Şiîlere göre, hadis, masum imamların söz, fiil ve takrirleridir.[126] Bir rivayetin hadis
olabilmesi için mutlaka masum addettikleri bir imama ulaşması şarttır. Ona
ulaşmadan gelen sözler hadis değildir,
makbul değildir. Bu sebeple Şiîlerin hadis kitapları hep, masum olduğuna
inandıkları imamların sözleriyle doludur. Resulullah'a nisbet edilen
hadisler pek nadirdir.Hemen şunu
belirtelim ki, masum imam inancı, Ehl-i Sünnet'te yoktur. Ne Kur'an, ne de
sahih hadisler böyle bir akideye yer
vermez, bu Şia'ya mahsus bir inançtır. Ehl-i Sünnet İsmet'i yani her çeşit hata ve günahtan korunmuş olma halini sadece
peygamberlere tanır. Peygamberler dışında hiç kimse ismet sahibi yani günahsız
ve hatasız olamaz, Allah namına hüküm beyan edemez.
Şu halde Ehl-i Sünnet ile Şia arasında bir kısım farklar,
objektiflik, subjektiflik noktasında başlar. Ehl-i Sünnet Kur'an ve hadiste
gelen objektif kıstaslarla hareket eder. Şia subjektiviteyi esas alır, aklı ve
sağduyuyu tatmin etmeyen bir kısım peşin kabullerden hareket eder. Kur'an'la
ilgili açıklamalarda olsun, Kur'an'da olmayan meselelerin zuhurunda koyacağı
hükümde olsun Ehl-i Sünnet hep sünnete dayanmayı esas aldığı halde, sahabileri
reddetmesi sebebiyle Resulullah'ın hadislerinden kendini mahrum bırakan Şia,
ortadaki boşluğu masum imamla doldurmayı denemiş, Hıristiyanlıktaki kilise
müessesesi gibi bir masum imam otoritesi kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu
yüzden onlar masum imamın sözlerine, fiillerine ve takrirlerine sünnet demeye
mecbur olmuşlardır. İşin içerisine
siyasî taassup ve garazkâr muhalefet de girince, yukarıda kadettiğimiz
örneklerde görüldüğü üzere, mut'a meselesinde kendiliğinden bir ayrılık ve
kemikleşme ortaya çıkmıştır. Ashab'ı reddetme, kendi mezheplerinden olmayanları
mü'min saymama ve Hz. Ömer buğzunu her şeyin üstünde tutma gibi bazı
prensipler, onları objektiviteden uzaklaştırmış, birçok sahih rivayetlerden
mahrum bırakmış, ölçülerinden geçen ve fakat işlerine gelmeyen rivayetleri de
keyfî te'villere sevkederek hatalı sonuçlara atmıştır. Nitekim mut'a nikahının
Hayber Seferi sırasında yasaklandığına dair Hz. Ali'den gelen rivayeti
"takiyye" diye nasıl te'vil ettiklerini gördük.
Ehl-i Sünnet ulemasının uydurma veya çok zayıf addettiği bir kısım
rivayetler vardır ki, Şiî kaynaklarında masum imamlardan sünnet olarak rivayet
edilmektedir. Kadın üzerine gelen birkaç örnek kaydediyoruz.
Ebu Ca'fer kadınlar hakkında şöyle demiştir: "Kadınlarla
hususi şekilde istişare etmeyin. Yakınlar hakkında onları dinlemeyin. Şurası
muhakkak ki, kadın yaşlanınca onun iki yarısının da hayrı gider ve iki
yarısının şerri kalır. Güzelliği gider,
dili keskinleşir, rahmi kısırlaşır. Erkek ise, yaşlanınca iki yarısının da
şerri gider, her iki tarafının hayrı baki kalır. Aklı sabitleşir, re'yi
sağlamlaşır, cehaleti azalır."(190)
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) harbe çıkmayı irade
edince kadınlarını çağırır, onlarla istişare eder, sonra onlara muhalefet
ederdi."(191)
"Ebu Abdillah demiştir ki: "Kadınlarla istişareden
kaçının. Zira onlarda za'f ve acz ve düşüklük vardır."(192)
"Emîru'l-Mü'minîn (Hz. Ali): "Kadınlara muhalefette bereket
var" demiştir."(193)
Ebu Abdillah demiştir ki: "Mü'min kadın, siyah öküzdeki benek
mesabesindedir (sayıca azdır)." (194)
"Kadınlar arasında salih olanlar iki kanadı da beyaz olan
karga gibidir (yani yok gibidir)." (195) [127]
DİPNOTLAR
(1) Fıkıh açısından "had cezası"nı gerektiren zinadan
başka olarak, bu zinaya zemin
hazırlayıcı davranışlarda hadislerde zina olarak tavsif edilmiş ve
"el"in, "dil"in, "göz"ün, "kulak"ın
zinasından bahsedilmiştir. (Buhari, İsti'zan 12, Kader 9; Müslim, kader 20).
(2) İbnu'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an 3, 1311; Cessas, Ahkamu'l-Kuran
5, 92.
(3) Küleynî, Füru 5, 364; Kumî, Menla 3, 297; Tusî, Tehzib 7, 240.
(4) el-Müttaki el-Hindî, Kenzu'l-Ummâl, 16, 328.
(5) Abdurrezzak, Musannaf 6, 195.
(6) İbnu Hazm, Muhalla 11, 24; İbnu Mace, Nikah 15.
(7) Abdurrezzak, a.g.e., 6, 198-199.
8) Dârakutnî, Sünen 3, 229.
(9) Abdurrezzak 6, 197, ibnu Mâce'nin rivayetinde bu tavsif
merfudur (Hz. Peygamber'in sözü). Sünen, Nikah 15.
(10) Darakutni 3, 229.
(11) Abdurrezzak, 6, 196.
(12) A.g.e., 6, 197. Dul
kadın nikah işlerinde bakire gibi değildir. Velinin izni fıkhen
bakireler hakkındadır.
(13) Buharî, Nikah 50; Nesâî, Nikâh 72; Tirmizî, Nikâh 6; İbnu
Mâce, Nikah 20.
(14) İmam Malik, el-Müdevvene 2, 194.
(15) A.g.e., aynı sayfa
(16) A.g.e., aynı sayfa.
(17) Dârekutnî, Sünen 3, 228; İbnu Mâce, Nikâh 15.
(18) Dârekutnî, Sünen 3, 228.
(19) Fetvâyı Kadıhan, 1, 331.
(20) Zürkani, Şerhu Muvatta, Mısır 1962, 4, 45.
(21) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari, Mısır 1959, 11, 70.
(22) Aynî, Umde 17, 246.
(23) Nevevî, Şerhu Muslim 9, 182.
(24) Ayni a.g.e., 17, 246.
(25) Kasani, Bedai 2, 272-273; Şerbîni, el-Muğnî 3, 142.
(26) İbnu Sad 1, 199.
(27) İbadetlerle ilgili tarihi gelişmeyi ve değişik safhaları
Tahiru'l-Mevlevi merhum Müslümanlıkta İbadet Tarihi adlı eserinde göstermiştir
(İstanbul 1963, 2 Baskı).
(28) Buhari, Fezailu'l-Kur'an 6.
(29) İbnu Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1960, 1, 263.
(30) Amidi, el-İhkam, 4, 142.
(31) Buhari, Nikah 36; ebu Davud, Talak 33.
(32) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari, 11, 88.(33) Geri kalan beş çeşit
nikaha gelince:
1- İstibza nikahı: Daha asaletli bir nesil elde etmek
gayesiyle, erkeğin hanımını, hayız halinden çıkınca, hamile kalması için bir
başka erkeğe göndermesidir. Kadın hamile kalıncaya kadar, kocası ona temasta bulunmazdı.
2- Bedel Nikahı: Bu, iki erkeğin hanımlarını karşılıklı olarak
değiştirmesidir.
3- Hıdn Nikahı: Bu, kadınların gizlice dost edinmeleri şeklinde
hasıl olan nikahtır. Kur'an-ı
Kerim bu
çeşit haram münasebete temas eder (Nisa 25, Maide 5).
4- Fahişeliği meslek yapan ve bunu kapısına diktiği bayrakla
ilan eden kadınların nikahı: Çocuk sahibi olduğu takdirde kendisine
temas eden erkekleri toplar, getirilen bir kaif'in hükmüyle onlardan biri baba
tayin edilirdi.
5- On kişiden az bir grup, kadınla, sırayla temasta
bulunur, hamilelik halinde kadın bunları
çağırır, en ziyade hoşuna gideni baba ilan eder, erkek buna itiraz edemezdi.
(34) Müslim, Nikah 11, (1404).
(35) Nevevî, Şerhu Müslim 9, 181.
(36) Beyhâki, es-Sünenü'l-Kübra 7, 207. İleride görüleceği üzere
İbnu Hibban bunu Resulullah'ın sözü olarak kaydeder.
(37) Tahavi Şerhu Meani'l-Asar, 3, 24; Nesaî, Nikah 71.
(38) Beyhakî, a.g.e., 7, 205.
(39) Tirmizî, Nikah 28.
(40) Nevevî, Şerhu Muslim 9, 182.
(41) Beyhaki a.g.e., 7, 205.
(42) Hattabi, Mealimü's-Sünen (Ebu Davud'un hamisinde basılmıştır,
Humus 1393/1973. Birinci Tab), 2, 559.
(43) İbnu Hazım'ın rivayetinde bu sarahat mevcuttur (s. 179).
(44) Tirmizî, Nikah 28, (1122, 4).
(45) Mübarekfuri,
Tuhfetu'l-Ahvezî 4, 269.
(46) Tahavi, a.g.e., 3,24.
(47) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 78.
(48) Razi, Tefsir 10, 49.
(49) Müslim Hac 213, Nikah 7.
(50) Müslim, Nkah 16; Bkz. Dârakutnî, a.g.e., 3, 242.
(51) F.B., 11, 78.
(52) Tahavi a.g.e., 3, 26.
(53) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari, 11, 78.
(54) ibnu'l Arabî, Arızatü'l-ahvazi 5, 51.
(55) Buhari, Nikah 31,
(56) Müslim, Nikah 19, Nesai, Nikah 71.
(57) Müslim Nikah 21.
(58) Tahavî a.g.e., 3, 26.
(59) Müslim, Nikah 29; Nesai,
Nikah 71.
(60) Müslim, Nikah 31.
(61) Beyhaki a.g.e., 7, 207.
(62) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 74.
(63) İbnu Hazım, a.g.e., s. 178.
(64) Müslim'de Sebre'den gelen
sekiz rivayetten beşi (Nikah 20,
22, 23, 25, 26. hadisler) sarih olarak yasağın fetih gününde olduğunu belirtir,
diğer üçünde (19,21, 24. hadisler) yer belirtmeksizin yasaklama zikreder.
(65) Müslim, Nikah 29, (1407).
(66) Müslim, Nikah 18.
(67) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari11, 73.
(68) Bkz. Nevevî, Şerhu Müslim 9, 181.
(69) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 73.
(70) İbnu Hibban, a.g.e., 6, 178.(71) A.e., 11, 73-74.
(72) Ebu Davud, Nikah 13.
(73) Bkz. İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 74; Nevevi, Şerhu Müslim 9,
180.
(74) ibnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 74.
(75) Nevevî, Şerh-u Müslim 9, 179.
(76) A.e., 9, 181.
(77) Nevevî, Şerh-u Müslim 9, 179.
(78) Zürkani a.g.e., 4, 48.
(79) ibnu Hibban, Sahih 6, 178.
(80) İbnu'l-Arabî, Arızatu'l ahvazi 5, 48.
(81) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 78.
(82) İbnu Hazm, el-Muhalla 11, 141.
(83) İbnu Hazım Ebu Bekr Muhammed el-Hemedani, Kitabu'l-İ'tibar fi
Beyani'n-Nasih ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966, s. 177.
(84) Ayni, Umdetü'l-Kari 17, 246.
(85) Tahavi, a.g.e., 3, 24-25.
(86) Darakutni, 3, 259.
(87) Msuslim, Hacc, 162; Tahavi, a.g.e., 3, 26.
(88) Beyhaki, a.g.e., 7, 207.
(89) Beyhaki a.g.e., 7, 202.
(90) Tahavi, a.g.e., 3, 25.
(91) Heysemi, Mecmau'z-Zevaid 4, 265.
(92) Beyhaki, a.g.e., 7, 207.
(93) Daha önce Hz. Ali ile ilgili rivayetlerde kaydettiğmiz
ürzere, Abdullah'ın tarizde bulunduğu bu zat İbnu Abbas olabilir.
(94) Müslim, Nikah 27.
(95) Nevevî, Şerhu Müslim, 9, 188.
(96) Aynî, umde 17, 246.
(97) İbnu Mace, Nikah 44.
(98) Muvatta, Nikah 41.
(99) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 76.
(100) A.e., 11, 77.
(101) İbnu Hazm, el-Muhalla 11, 141.
(102) Cessas, Ahkamu'l-Kur'an 5, 92.
(103) İbnu'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an 3, 1311. İbnu'l-Arabinin bu
üslubunu başka bazı meselede olduğu üzere Hanefilere karşı taşıdığı taassupla
izah edebiliriz.
(104) İbnu'l-Arabî, Arızatu'l-Ahvazi 5, 49.
(105) Bu mevzuda daha geniş
bilgi ve kaynaklar için Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye adlı kitabımız
görülmelidir (s. 330-333).
(106) Şah Abdülaziz, Tuhfe 228.
(107) A.e., aynı sayfa.
(108) Şah Abdulaziz, a.g.e., 229-230.
(109) Tusi, Tehzib 7, 249-250.
(110) Kasani, Bedai 2, 273.
(111) Söylediğimiz hususa en güzel örneği Muhammed el-Hüseyn,
Aslu'ş-Şia ve Usulüna adlı eserde vermektedir (s. 93-116).
(112) Zürkani, Şerhu Muvatta 4, 47; Hattâbi, a.g.e., 2, 558.
(113) Tahavi, a.g.e., 3,
27.
(114) Buhari, Nikah 31.
(115) İbnu Hacer, Fethu'l Bari 11, 77.
(116) A.e., aynı sayfa.
(117) Zürkani a.g.e., 4, 36.
(118) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 74.
(119) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 77. Onun rivayet ettiği
hadisler yukarıda kaydettiğimiz çeşitten mensuh
hadisler olmalıdır.
(120) Bahari, Nikah 31. Bab.
(121) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 11, 70.
(122) Nevevî, Şerhu Müslim 9, 182.
(123) Tahavi, a.g.e., 3, 27.
(124) Nevevî Şerhu Müslim 9, 182;
Zürkani, Şerhu Muvatta 4, 47.
(125) Münavi, Feyzu'l-Kadir 1, 227.
(126) Nevevî a.g.e, 9, 182; Zürkâni a.g.e, 4, 47; Aynî a.g.e., 17,
246; İbnu Hacer, Fethu'l-Bari, 11, 78.
(127) Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi Muhtasaru
Tuhfeti'l-İsna Aşeriyye, s. 227 228.
(128) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 13, 110.
(129) Buharî, İlim.
(130) İbnu Kesir, Tefsir,
3, 143.
(131) Hakim en Neysaburi, el-Müstedrek, Haydarabad-Deken 1335, 2,
227.
(132) Nesâî, Sehv 17.
(133) Tirmizî, Feraiz 10; İbnu
Mace, Feraiz 4, Ebu Davud Feraiz 5. Ashabın birbirlerinden şahid
istemeleri yalancılık ithamından ileri gelmez. Meselenin mahiyetini Kütüb-i
Sitte Muhtasarı adlı kitabımızda genişçe açıkladık (1. cilt 58-60).
(134) Buhari, İsti'zan 13; Tirmizî, isti'zan 3; Muvatta İsti'zan
3.
(135) Buharî, Tıbb 30.
(136) Muvatta, Zekat 42;
Şafii, er-Risale, Beyrut, Tarihsiz, s. 240.
(137) İbnu Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübra 4, 21-22.
(138) Müslim,Kasame 39, Dehlevi, el-İnsaf'ta başka örnekler de
kaydeder.
(139) İmam Şafii hazretleri er-Risalesi'nde haber-i vahidle
ihticac babından bu meseleye birçok örnek kaydeder. Orada topluca görmek
mümkündür. Mezkur bab 401-471 sayfaları arasında yer alır. er-Risale Ahmed Muhammed Şakir merhum tarafından tahkik edildiği için
rivayetlerin yaknağı bulunabilmektedir.
(140) Müsnedu Ahmed İbnu Hanbel 1, 2.
(141) İbnu Hacer, Fethu'l-Bari 13, 268, Zürkani, Şerhu'l-Muvatta,
Mısır, 1962, 5, 411.
(142) Şafii, Risale s. 422.
(143) İbnu Mace, Talak 15.
(144) Şâtıbî, el-Muvafakat 4, 23.
(145) Mesela Tûsi'nin Tehzibu'l-ahkam'ında 32 sayfalık 57, 240-272
arası); İstibsar'da 14 sayfa (3, 141, 155 arası); Kuleynî'nin Fürû'da 20 sayfa
(5, 448-468 arası) rivayet hep mut'a nikahı üzerinedir.
(146) Küleynî, el-Fürû 5, 455.
(147) Tusi İstibsar 3, 151; Küleynî, Fürû 5, 455.
(148) Tusi, İstibsar 3, 515; Küleynî, Fürû 5, 455.
(149) Tusi, İstibsar 3, 147, 151; Furû 5, 460.
(150) Tusi, İstibsar 3, 147.
(151) Tusi, İstibsar 3, 149.
(152) Tusi, İstibsar 3, 149; Küleynî, fürû 5, 457.
(153) Azimabadi, Avnu'l-Mabud 11, 306. Fetâvâyı Kadıhan 1, 334.
(154) Kuleynî, Furû 5, 387.
(155) Tusi, İstibsar,
148-149.
(156) Kuleyni, Furu 5, 452.
(157) Kumi, Men la yahdarahu'l Fakih 3, 296.
(158) Kuleyni, Furu 45, 460.
(159) Tusi, İstibsar 3, 143.
(160) Tusi, İstibsar 3, 142, 168.
(161) İstibsar 3, 143; Menla 3, 292. Zevatu'l-Ezvac tabiri ibare
yönüyle "kocaları olan kadınlar" manasını ifade eder ise de,
rivayetin metninde, yukarıda kaydettiğimiz manada açıklanır: "Dedim ki:
Zevatü'l-Ezvac ne demektir? Dedi ki: Sünnete
uygun olmayan bir tarzda boşanan kadınlardır."
(162) Tusi, Tehzibu'l-Ahkam 7, 453, 454.
(163) A.g.e, 7, 252.
(164) Kuleyni Furu 5, 462.
(165) Tusi, İstibsar 3, 143.
(166) A.e., 3, 142.
(167) İstibsar, 3, 144.
(168) Kumi, Men la Yahdarahu'l-Fakih 3, 296.
(169) Kuleyni, Furu 5 455.
(170) Tusi, Tehzib 7, 252.
(171) Kuleyni, Furu s. 462; Tusi İstibsar 3, 152.
(172) Tusi, Tehzibu'l-Ahkam 7, 250-251.
(173) Kuleyni Furu 5, 453.
(174) A.e. aynı sayfa.
(175) Tusi, İstibsar 3; Tehzibu'l Ahkam 7, 251.
(176) Tusi, İstibsar 3,142.
(177) Tusi, Tehzib 7, 251-252.
(178) Tusi, İstibsar 3, 143.
(179) Kumi, Men la 3, 292.
(180) A.e. 3, 298.
(181) Kuleyni, Furu 5, 393.
(182) Tusi, İstibsar 3, 145.
(183) Kuleyni, Furu mine'l-Ahkam 5, 465.
(184) Kumi, Men la Yahdarahu'l-Fakih 3, 297.
(185) A.e, 3, 295.
(186) A.e., 3, 295.
(187) Tusi, İstibsar 3, 142.
(188) A.e. 3, 298.
(189) Tusi, Tehzib 7, 249-250.
(190) Kumi, Men la 3 298.
(191) Kumi, a.g.e., 3, 299. Kadınlarla İstişare meselesini ayrı
bir makalede inceledik (Sur dergisi,
Şubat 1987, sayı 131).
(192) Kuleyni, Furu 5, 517.
(193) A.e., 5, 518.
(194) A.e., 5, 515.
(195) A.e., 5, 515.
İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR
Abdu'l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı Ehli'l-Eser
min Ehli's-Sünne ve'ş-Şi'a ve'l-imamiyye
Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San'ani (v.
211).
Musannafu Abd'r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.Ahmed ibnu Hanbel (v.
241)
Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel, 1313. Kahre (baskısından ofset).
Beyrut, tarihsiz.
Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam
fi Usuli'l-Ahkam Kahire, 1968/1387.
Azimabadi-Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk, Tahkik: Abdurrahman
Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Medine,
1968.Ayni-Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855) , Umdetü'l-Kârî
Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).Beyhaki Ebu Bekr Ahmed
ibnu'l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü'l-Kübra Haydarabad Deken 1353.Buharî, Ebi
Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.Canan
İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye; 1979, Ankara.Canan, İbrahim,
Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v.
370), Ahkamu'l-Kur'an Kahire, tarihsiz.Darakutnî, Ali İbnu Ömer (v. 358),
es-Sünen Kahire, 1386/1966.Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176)
el-İnsaf fi beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye Kahire,
1398.Fetevayı Hindiyye (Bir Heyet tarafından hazırlanmıştır). 3. tab, Bulak
1310 baskısından ofset 1973.Fetevayı Kadıhan (fetavayı Hindiye ile
basılmıştır).Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek
Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu
Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen, Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi,
Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967.İbnu'l-Arabi,
Ebu Bekr (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.İbnu Hacer, Ahmed İbnu Ali
el-Askalani (v. 852) Fethu'l-Bari, Mısır, 1959.İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu
Bekr Muhammed İbnu Musa (v. 584)
Kitabu'l-İtibar fi Beyanı Nasih
ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed (v.
456), el-Muhalla, Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.İbnu Hibban, Ebu Hatim
Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu İbnu Hibban Beyrut 1987.İbnu Kesir,
İmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim Beyrut, 1966.İbnu
Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni Mace,
Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.İbnu Sa'd-Ebu Abdillah Muhammed
(v. 230), et-Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960.Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu
Mes'ud (v. 587), Bedai'u's-Sanai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.Malik
İbnu Enes (v. 179), el-Müdevvenetü'l-Kübra Naşir: el-Hac Muhammed Efendi Beyrut
(1323 Mısır baskısından) ofset.
el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali Muhammed
Abdurrahman İbnu Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi bi-Şerhi
Cami't-Tirmizî, Kahire, 1963.el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v. 975),
Haleb, 1969.Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031),
Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim
İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire,
1955.en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303), es-Sünen,
Kahire 1930.en-Nevevî-Muhyi'd-Din Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu Muslim,
Mısır, Tarihsiz.er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606),
et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, tarihsiz.Şafii,
Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale, Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir,
Beyrut, tarihsiz.Şah Abdülaziz, Gulam
Hakim ed-Dehlevi, Muhtasaru't-Tuhfetu'l-İsna Aşeriyye, İstanbul
1976/1396.eş-Şatıbi-Ebu İshak İbrahim İbnu Musa (v. 790), el-Muvafakat fi
Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1969, Tahkik: Muhammed Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid.Şerbini
Muhammed eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır 1958/1377.Tahavî Ebu Ca'fer Ahmed
İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu Me'ani'l-Asar
Kahire, 1387/1968.Tahiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi,
İstanbul, 1963.Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v. 279), Sünenü't-Tirmizî,
Humus, 1966.Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v. 1122),
Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.ŞİÎ KAYNAKLARAmili, Zeynü'd-Din İbnu Ali İbni Ahmed
(v. 965), er-Ri'aye fi ilm-i'd-Diraye, Kum, 1408.Kahpani, Zekiyyü'd-Din Mevla
İnayetullah İbnu Ali, Mecma'u'r-Rical, Kum, Tahrihsiz.Küleyni Ebu Ca'fer
Muhammed İbnu Yakub (ö. 329), el-Furu Mine'l-Kafi, Tahran, 1391.Kumi, Ebu Cafer
es-Sadık, Men La Yahdarahu'l-Fakih, Tahran, 1390, 5. Tab.Muhammed el-Hüseyn
Al-i Kaşifu'l-Gıta, Aslu'ş-Şi'a ve Üsuluha, 4. Tab, Beyrut, 1982-1402.Muhammed
Şirazi, el-Mesailu'l-İslamiye, Tarihsiz, Yersiz.Tusi, Ebu Ca'fer Muhammed
İbnu'l-Hasen, (v. 460), el-İstibsar fima'htulife Mine'l-Ahbar, Tahran, 1390, 3.
Tab.Tusi, Ebu Ca'fer Muhammed İbnu'l-Hasen, (v. 460). Tezihbu'l-Ahkam fî
Şerhi'l-Mukni'a, Tahran, 1390, 3. Tab.
ـ5652 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
أيُّمَا
امْرَأةٍ نَكَحَتْ
بِغَيْرِ
إذْنِ
وَلِيِّهَا
فإنَّ نِكَاحَهَا
بِاطَلٌ،
ثَثَ
مَرَّاتٍ.
وَإنْ دَخَلَ
بِهَا
فَالْمَهْرُ
لَهَا بِمَا
اسْتَحَلَّ
مِنْ
فَرْجِهَا.
فإنِ اشْتَجَرُوا
فَالسُّلْطَانُ
وَلِيُّ مَنْ
َ وَلِيَّ
لَهُ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي .
1. (5652)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikahlanırsa
onun nikahı batıldır!" buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler. Devamla:
"Eğer kocası zifaf yaptıysa, kadının fercinden helal addetmiş
olması sebebiyle mehir kadınındır. Eğer (veliler) ihtilafa düşerlerse, sultan,
velisi olmayanların velisidir." [Ebu Davud, Nikah 20, (2083); Tirmizî,
Nikah 14, (1102).][128]
ـ5653 ـ2ـ
وفي رواية
لهما، عن أبى
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ َ نِكَاحَ
إَّ
بِوَلِيٍّ[.والمراد
»بِاشْتِجار«
هنا المنع من
العقد دون
المشاحة في
السَّبَق إليه
.
2. (5653)- Yine Ebu Davud ve Tirmizî'de Ebu Musa (radıyallahu anh)'
dan gelen bir rivayette: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Velisiz
nikah yoktur!" demiştir. [Tirmizî,
Nikah 14, (1101); Ebu Davud, Nikah 20, (2085).][129]
AÇIKLAMA:
1- Veli, Hanefîlere göre, hür ve mükellef olmak şartıyla,
tertibe göre asabedir, sonra anne, sonra zevil-erham -yakınlık tertibiyle-
sonra mevla'lmüvalat, en sonda da kadı gelir.
Bunların
herbiri teferruatı gerektiren ayrı bir mevzu teşkil eder. Sadece baba tarafından akrabayı ifade eden ve
birinci derecede velayet hakkına sahip
olan asabeyi açıklayacağız.[130]
Asabe veraset
ve hacb tertibi üzere şu dört mertebeye ayrılır:
1) Fürû, yani oğullar ve ilanihaye oğulların oğulları ve
bunların erkek torunları.
2) Usul, yani babalar, babaların ilanihaye babaları, dedeleri.
3) Cüz'i eb yani anababa bir erkek kardeşler, baba bir erkek
kardeşler ve bunların bu tertib üzere ilanihaye oğulları.
4) Cüz'i ced yani anababa bir amcalar, baba bir amcalar ve
bunların bu tertip üzere ilanihaye oğulları.
2- Hadis, nikahta kadın için velinin iznini şart koşarken,
"hangi kadın olursa..." diyerek bütün kadınları buna dahil etmiş,
hiçbirini müstesna kılmamıştır.
3- Hadiste, velilerin nikaha izin verip vermeme hususundaki
ihtilaf durumlarına temas edilmektedir. Yani buradaki ihtilaf eşit seviyedeki
velilerden birinin daha önce akde izin
vermesinden gelen ihtilaf değildir. Çünkü bu durumda önceki akid esas alınır.
Ayrıca, dereceleri farklı olan velilerin ihtilafı da mevzubahis olamaz. Çünkü
kim akdemse söz onundur, yetki onundur.
4- Sultan, velisi olmayanın velisidir ibaresi hukuken veliye
muhtaç olanların himayesinde mühim bir
prensiptir. Hadiste, velilerin ihtilafı sebebiyle kadının evlenmeme durumunda
veya kadının evlenmesini önleyecek bir ihtilaf durumunda o velilerin kadın
üzerindeki velayetleri yok sayılır ve velayet hakkı sultana -ve onun temsilcisi
kadıya- geçer demektir. Alimler: "Veli, kadını evlendirmekten imtina
ederse, kadının velisi yok hükmündedir. Böylece
sultan onun velisi olur" derler. Bu açıklama, normal şartlarda velisi olan kadına devletin
müdahale edemeyeceğini, kişilerin velayet hakkını elinden alamayacağını ifade
eder.
5- Nikahın sıhhati için veli şart mıdır, değil midir mevzuunda ulema ihtilaf etmiştir. Cumhur, şart olduğunu söylemiştir.
İbnu'l-Münzir'in: "Bu meselede sahabeden tek kişinin farklı düşündüğünü
bilmiyorum" dediği nakledilmiştir.
Ancak Hanefîler, veliyi şart koşmamıştır. Onlar İbnu Abbas'tan gelen "Dul kendi nefsine velisinden
ehaktır" hadisi ile "Kız kendi nefsine velisinden ehaktır" gibi
rivayetlere dayanmışlardır.
Bazı alimler, hadisin kadına hak tanıyıp kendi meselesinde ehak kıldığını, kadının izin ve
rızası olmadan velinin onu evlendirme hakkı olmadığını söylemiştir .
En doğrusu, evlenme hadisesini sadece kadını ilgilendiren bir
hadise olarak görmeyip, kadının yakınlarını da
ilgilendiren bir hadise olduğunu kabul etmektir. Nitekim -mevzuun
başında belirttiğimiz üzere- velinin izni meselesi sadece hadislerde gelmemiş,
bizzat ayet-i kerimede de yerini almıştır. Cumhur da bunun gereğinde ısrar
etmiştir. Velinin rızası, ilerde çıkacak problemlerde kadının himaye bulmasında
avantajlar sağlar.[131]
ـ5654 ـ3ـ
وعن سَمُرَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أيُّمَا
اِمْرَأةٍ
زَوَّجَهَا
وَلِيَّانِ
فهِى لِ‘وَّلِ
مِنْهُمَا. وَأيُّمَا
رَجُلٍ بَاعَ
بَيْعاً مِنْ
رَجُلَيْنِ
فَهُوَ
لِلْ‘وَّلِ
مِنْهُمَا[.
أخرجه أصحاب
السنن .
3. (5654)- Hz. Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hangi kadını,
(seviyesi eşit) iki veli (iki ayrı şahsa) nikahlamışsa, kadın o iki
veliden önce davranana aittir. Kim iki kişiye bir şey satmışsa, o satılan şey
birinci kimseye aittir." [Ebu Davud, Nikah 22, (2088); Tirmizî, Nikah 19, (1110); Nesâî, Büyû 96, (7, 314).][132]
AÇIKLAMA:
Bir kadını, seviyece eşit olan iki veli ayrı ayrı şahıslara
nikahla vermiş olması halinde, bunlardan hangisi daha önce nikahladığını
delillendirebilirse veya onun evvelliği hususunda her ikisi de tasdikte
bulunursa, öncekinin akdi sahih olur. İkisi de aynı anda vukua gelmişse veya hangisinin
önce davrandığı bilinemezse, her iki akid de batıl olur.
Keza satış için de hüküm aynıdır: Hak, sabıkın (önce
davrananın)dır. Aynı anda akid yapmışlar veya hangisinin önce yaptığı bilinmezse o zaman akid batıl olur. [133]
ـ5655 ـ4ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أيُّمَا
عَبْدٍ
تَزَوَّجَ
بِغَيْرِ
إذْنِ مَوَالِيهِ
عَاهِرٌ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
4. (5655)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hangi köle, efendilerinin izni olmadan evlenirse
zanidir." [Ebu Davud, Nikah 17, (2078); Tirmizî, Nikah 20, (1111, 1112).][134]
ـ5656 ـ5ـ
وعن ابن عبّاس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما: ]أنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ ا‘يِّمُ
أحَقُّ بِنَفْسِهَا
مِنْ
وَلِيِّهَا.
والْبِكْرُ
تُسْتَأذَنُ
في نَفْسِهَا،
وَإذْنُهَا
صَُمَاتُهَا[.
أخرجه الستة إ
البخاري .
5. (5656)- Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Dul nefsine velisinden ehaktır. Bakireden nefsi hususunda
izin alınır, onun izni sükutudur." [Müslim, Nikah 66, (1421);
Muvatta, Nikah 4, (2, 524); Tirmizî, Nikah 12, (1108); Ebu Davud, Nikah 26,
(2098); Nesâî, Nikah 31, 32, (6, 84).][135]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen eyyim kelimesinin buradaki manasında ulema
ihtilaf etmiştir. Hicaz uleması ve büyük çoğunluğu ile fukaha bundan murad
"dul"dur demiştir. Delil olarak bir başka rivayette eyyim kelimesinin
seyyib (dul) kelimesi ile açıklanmış
olarak geldiğini ve ayrıca bakire kelimesinin mukabili olarak kullanıldığını, lügat olarak da çoğunlukla
seyyib manasında kullanıldığını göstermişlerdir. Diğer taraftan Kûfeliler ve
Züfer rahimehullah: "Burada eyyim, bekâr veya dul, kocası olmayan her
kadındır, esasen onun lügat açısından gereği de budur" demişlerdir.
Kelimeye verilen bu manadan çıkan şu tabii sonuca hükmetmişlerdir: "Büluğa
eren her kadın kendi nefsine velisinden
ehaktır, kendisi için yaptığı akid sahih nikahtır." Şa'bî ve Zührî de
böyle hükmetmişlerdir. Onlara göre, "Veli nikahın sıhhati için gerekli
olan rükünlerden biri değil, nikahı tamamlayıcı unsurlardan biridir."
Evzâî, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed "Nikahın sıhati
velinin iznine bağlıdır" demişlerdir.
el-Kadi der ki: "Velisinden ehaktır" tabiri üzerinde de
ihtilaf ettiler: "Yalnız izne mi ehaktır, yoksa izne ve nefsi üzerine akde
mi ehaktır? Cumhur nazarında sadece izne
ehaktır, sonuncular nazarında her ikisine de ehaktır."
Resulullah'ın "kendi nefsine ehaktır" sözü lafz yönüyle Ebu Hanife
ve Davud-u Zahirî'nin dediği üzere, akid
vs. her şeyde velisinden ehaktır
manasında olması muhtemeldir. Keza dulun, razı olmaya ehak olması da
muhtemeldir. Yani, bakirenin hilafına iznini konuşarak söylemedikçe evlenmemeye
de ehaktır. Lakin, Aleyhissalâtu vesselâm'ın, nikahın sıhhati için velinin şart
olduğuna delalet eden diğer hadislerle birlikte "Velisiz nikah
yoktur" sözünün sıhhati sebebiyle ikinci
ihtimal taayyün eder. Öyleyse buradaki ehakk kelimesi müşareke ifade
etmektedir. Manası şudur: "Nikahta
onun nefsi için bir hakkı var, velisinin de bir hakkı var. Ancak kadının hakkı
velinin hakkından tekidlidir. Zira
velisi onu bir dengiyle evlendirmek istese, o da imtina etse, veli izin vermeye
icbar edilir. Kadın bir dengi ile evlenmek istese, veli buna imtina etse, veli izin vermeye
icbar edilir, veli direnirse, kadını kadı evlendirir. Bu durum kadının hakkının
tekidli olduğuna ve üstünlüğüne delildir." (Nevevî)
2- Hadiste, "Bakirenin sükutu onun iznidir" denmiştir.
Yani bakire sarih bir izin vermeye muhtaç değildir, aksine sadece sükutu
izin yerine geçer, ondaki haya bu meselede konuşmasına manidir.
Nevevî: "Hadisin zahiri âmmdır, hükmü bütün kızlara ve bütün
velilere şamildir, sükutu da mutlak olarak kâfidir, sahih olan da budur. Ancak
ashabımız olan (Şafiîlerden) bazıları: "Eğer velisi babası veya dedesi
ise, kızın iznini sormaları müstehabtır. İşte bu sormaya kızın sükutu, yeterli
bir izindir. Velisi babadan ve dededen başkası ise kızın konuşması şarttır.
Zira kız baba ve dededen, başkalarına nazaran daha çok utanır. Cumhurun
benimsediği sahih görüşe göre, hadisin âmm olması kızda hayanın bulunması
sebebiyle sükut bütün veliler için yeterlidir. "Dul"a gelince, onun
konuşması gerektiği hususunda ihtilaf yoktur. Velisi baba olmuş başkası olmuş
farketmez. Çünkü erkeklerle mümaresesi sebebiyle, ondaki haya, kemalini
kaybetmiştir. Dulun bekareti sahih veya
fasid nikahla veya şüpheli vaty veya zina ile izale olmuş farketmez. Bekareti
hoplama sebebiyle veya parmakla veya uzun müddet kalmakla izale olmuş bulunsa
veya dübüründen vaty olunsa, esah kavle göre o da "dul" hükmündedir,
ancak "bakire hükmündedir" diyen de olmuştur."[136]
ـ5657 ـ6ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
# َ
تُنْكَحُ
ا‘يِّمُ حَتّى
تُسْتَأمَرَ،
وََ الْبِكْرُ
حتّى
تُسْتَأذَنَ.
قَالُوا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
كَيْفَ
إذْنُهَا
قَالَ أنْ تَسْكُتَ[.
أخرجه الخمسة
.
6. (5657)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Dul kadın kendisiyle istişare
edilmeden nikahlanamaz, bakire de izni sorulmadan nikahlanamaz" buyurmuşlardı. Ashabı sordu:
"Ey Allah'ın Resulü! Onun izni nasıl olur?"
"Sükut etmesiyle!" buyurdular." [Buharî, Nikah 41,
Hiyel 3; Müslim, Nikah 64, (1419); Tirmizî, Nikah 17, 18, (1107, 1109); Ebu
Davud, Nikah 24, (2092, 2093); Nesâî, Nikah 33, (6, 85).][137]
AÇIKLAMA önceki hadiste yapıldı.[138]
ـ5658 ـ7ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما:
]أنَّ
جَارِيَةً
بِكْراً
ذكَرَتْ لِرَسُولِ
اللّهِ # أنَّ
أبَاهَا
زَوَّجَهَا
وَهىَ
كََارِهَةٌ.
فَخَيّرَهَا
رَسولُ اللّهِ
#[. أخرجه أبو
داود .
7. (5658)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bakire bir
kız, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek, kendisi istemediği halde, babasının evlendirdiğini
söyledi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bu nikahı) kabul edip etmemede
kızı muhayyer bıraktı." [Ebu Davud, Nikah 25, (2096).][139]
AÇIKLAMA:
Hadiste, babanın, bakire kızını, kızın istemediği kimseye zorla
nikahlamasının haram olduğuna delalet var. Bu babaya haram olunca, diğer
velilere evleviyetle haramdır.
* Hanefîler, bu hadise dayanarak, babanın kızı evlenmeye icbar
etmesinin caiz olmadığına hükmetmiştir.
* İmam Şafii, Ahmed ve İshak ise babanın büluğa ermiş bakire
kızını evlenmeye icbar edebileceğine hükmetmişlerdir. Onlar bu hükme giderken
"Dul, kendi nefsine veliden ehaktır"
hadisinin mefhumuna dayanmışlardır. Zira derler, hadis şu manaya delalet eder: "Bakire, dulun aksinedir ve veli ona ehaktır."
Hadisinin mefhumuna dayanmışlardır. "Zira derler, hadiste şu manaya
delalet var: "Bakire, dulun aksinedir ve veli ona ehaktır."
Bu istidlali zayıf bulanlar, zaafını belirten açıklamalar
kaydederler. Mevzuyu uzatmaya gerek görmüyoruz.[140]
ـ5659 ـ8ـ
وعن عائشةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها:
]أنَّ فَتَاةً
قَالَتْ،
يَعْنِى
لِلنَّبِىِّ #
إنَّ أبِى
زَوَّجَنِى
مِنْ اِبْنِ
أخِيهِ لِيَرْفَعَ
بِى
خَسِيسَتَهُ،
وأنَا
كَارِهَةٌ. فَأرْسَلَ
النَّبِيُّ #
الى أبِيهَا،
فَجَاءَ،
فَجَعَلَ
ا‘مْرُ
إلَيْهَا.
فَقَالَتْ
يَا رَسُولَ
اللّهِ: إنِّى
قَدْ أجَزْتُ
مَا صَنَعَ أبِى،
وَلَكِنْ
أرَدْتُ أنْ
أُعْلِمَ
النِّسَاءَ
أنَّ لَيْسَ
لِŒبَاءِ مِنَ
ا‘مْرِ شَىْءٌ[.
أخرجه
النسائي.»ليرفَع
بي خسيستهُ«
الخساسة:
الدناءة،
والخسيسة:
الحالة التي
يكون عليها
الخسيس، وهو
الدنئ: أى
ليرفعه بى .
8. (5659)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir genç kız
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Babam beni kendisinin
oğluna nikahladı, ta ki benimle onun alçaklığını gidersin. Ama ben
istemiyorum" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, babasına adam göndererek
getirtti ve evlenme işini kıza bıraktı. Bunun üzerine kız: "Ey Allah'ın
Resulü! Ben şimdi, babamın yaptığına izin verdim. Esasen ben
kadınlara bu meselede babalara (icbar) yetkisi olmadığını göstermek
istedim!" dedi." [Nesaî, Nikah 36, (6, 87); İbnu Mace, Nikah 12,
(1874).][141]
ـ5660 ـ9ـ
وعن ابنِ
عُمَر رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
آمِرُوا
النِّسَاءَ
في
بَنَاتِهِنَّ[.
أخرجه أبو
داود، وا‘مْرُ
بِذلِكَ
لِسْتجاب .
9. (5660)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kızları hakkında
kadınlarla istişare edin!" [Ebu Davud, Nikah 24, (2095).][142]
AÇIKLAMA:
Hadis, kızların evlendirilmelerinde anneleriyle istişare etmeyi
emretmektedir. Alimler bu emri vücuba değil, istihbaba hamletmişlerdir.
Alimler, bu davranışın kadınların gönüllerini almaya yönelik olduğunu,
kadınlarla ülfet ve samimiyetin artmasını sağlayacağını, annenin rızası
olmadığı takdirde karıkoca arasına soğukluk gireceğini, zira kızların, annelerine
babalarından çok meylettiklerini, annelerinin sözünü dinlemeye daha çok arzulu
olduklarını, ayrıca kızda, annenin bilip babanın bilemeyeceği nikahın
gerektirdiği hakkı yerine getirmeye mani bir sebep veya nikahı münasip
kılmayacak bir illet olabileceğini, dolayısıyla bütün bu sayılan maslahatlar için babanın anneyle
konuşmasının faydalı olacağını belirtirler. Aksi takdirde, kızın
evlendirilmesinde meşru veli babadır, anne değil.[143]
ـ5661 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
خَطَبَ
إلَيْكُمْ
مَنْ
تَرْضَوْنَ
دِينَهُ
وَخَلُقَهُ
فَزَوِّجُوهُ،
إَّ تَفْعَلُوهُ
تَكُنْ
فِتْنَةٌ في
ا‘رْضِ
وَفَسَادَ عَرِيض[.
أخرجه
الترمذي .
1. (5661)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Dini ve ahlâkı sizi memnun eden birisi kız talep ederse onu
evlendirin. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve geniş bir fesad çıkar."
[Tirmizî, Nikah 3, (1084).][144]
AÇIKLAMA:
Hadis: "Sizden birisi
kızını veya bir yakınınızı evlenmek
üzere isterse..." demektir. Hadis diyanet ve ahlak yönüyle takdir edilip
beğenileni tercih etmeyi tavsiye etmektedir. Nitekim hadisin sonunda
"Böyle yapmazsanız..." ifadesiyle "kızı diyanet ve ahlak yönüyle
beğendiğinize vermeyip para, mal ve mevki yönüyle hoşunuza giden birini
beklerseniz..." denmek istemiştir. Bu bekleyişten hasıl olacak fitne fesad
çeşitlidir. Gayrımeşru ilişkiler ve zina yaygınlaşır, bekâr kızların sayısı
artar, evlenme yaşı gecikir, yaşlı evlenmelerin birkısım mahzurları vardır;
geçimsizlik, daha az sayıda çocuk yapma vs. gibi.
Tîbî der ki: "Hadiste, İmam Maik'e delil var. Zira o;
"Küfüvlükte sadece din aranmalıdır" diye hükmetmiştir."
Cumhur şöyle der: "Küfüvlükte dört şeye müracaat edilir:
Diyanet, hürriyet, neseb ve sanat.
Dolayısıyla Müslüman kız kâfir erkekle evlenemez. Saliha da fasıkla evlenemez; hür kadın da köle
ile evlenemez; nesebi meşhur olan
kadın, tanınmamış bir erkekle evlenemez; tacirin kızı veya güzel bir mesleği
olan kimsenin kızı kötü veya mekruh bir meslek sahibi ile evlenemez. Her halukârda,
kadın veya velisi küfüvlük olmadığı halde rıza gösterip nikah yaparlarsa nikah
akdi sahih olur" (Mirkat'tan).[145]
ـ5662 ـ2ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]حَجَمَ
أبُو هِنْدٍ
رَسُولَ
اللّهِ # في
يَافُوخِهِ
فَسَمِعْتُهُ
يَقُولُ: يَا
بَنِى
بَيَاضَةَ أنْكِحُوا
أبَا هِنْدٍ
وَانْكِحُوا
إلَيْهِ. وَقَالَ:
إنْ كَانَ في
شَىْءٍ
مِمَّا
تَدَاوَوْنَ
بِهِ خَيْرٌ
فَالْحِجَامَةُ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (5662)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ebu
Hind, Resulullah'ı bıngıldak kısmından
hacamat etmişti. Aleyhissalâtu vesselâm:"
Ey Benî Beyâza, Ebu Hind'i evlendirin, onunla evlenin!"
buyurdu ve şunu ilave etti: "Eğer tedavi için başvurduğunuz şeylerin
birinde hayır varsa bu hacamattır." [Ebu Davud, Nikah 27, (2102).][146]
AÇIKLAMA:
Ebu Hind, Benî Beyâza'nın azadlısıdır, neseb itibariyle onlardan
değildir. Azadlısı bir yabancı olmasına rağmen Aleyhissalâtu vesselâm'ın
Beyazoğullarına: "Bunu evlendirin, onunla evlenin!" emretmesi
evlilikte denklik (veya küfüvlük) için sadece "diyanet"i şart koşan
Malikîlere bir delil olmaktadır. İbnu Ömer, İbnu Mes'ud ve tabiinden Muhammed
İbnu Sîrin'in de bu meselede diyaneti
esas aldıkları nakledilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi ulema,
çoğunluk itibariyle, evlenmede aranan
karı koca arasındaki "denklik" için dört şart ileri sürmüştür: Din,
hürriyet, neseb, sanat. Bazıları, bunlara ilaveten ayıplardan, kusurlardan
selamet ile zenginliği de zikrederek altıya çıkarmışlardır.
Cumhur, denklikte nesebe itibar etmiştir. Ebu Hanife: "Kureyş
birbirine küfüvdür, Araplar da birbirlerine küfüvdürler. Hiçbir Arap Kureyş'e
küfüv değildir. Nasıl ki Arap olmayanın hiçbiri Arab'a küfüv değilse" demiştir.
Süfyan Sevrî: "Bir azadlı, Arap kızıyla evlenirse nikahı
feshedilir" demiştir. Bir rivayette Ahmed İbnu Hanbel de böyle
söylemiştir.
Şafii hazretleri mutavassıt bir görüşle, "Küfüv olmayanların
nikahı haram değildir" der. Buna dayanarak Şafiiler, denk biriyle evlenmenin ve evlendirmenin kızın ve velisinin hakkı olduğunu, onlar kendi rızalarıyla bu haklarından vazgeçerlerse kimsenin itiraza
hakkı olmayacağını belirtirler (Muğni'l-Muhtaç).
Alimlerin ittifak ettiği husus, diyanet denkliğinin aranmasıdır.
Çünkü Kur'an'da mü'minlerin müşriklerle evlenmemesi emredilmiştir Öyle ise dini
denklilikten hiç kimse vazgeçemez, bu takdirde nikah sahih olmaz.
* Burada şunu da belirtelim ki, denklik meselesinde neseb şartı ile
ilgili sahih hadis yoktur. Bezzar'da Hz. Muaz'dan merfu olarak rivayet edilmiş
olan "Arap Araplara, mevaliler mevalilere denktir" hadisi hem
zayıftır, hem de sahih senedle sünnete
aykırıdır. Çünkü Hz. Peygamber
Kureyşî olan Fatıma Bintu Kays'ı
azadlısının oğlu Üsame'ye teklif etmiştir (Sahiheyn). Abdurrahman İbnu Avf'ın
kızkardeşi Hale, Hz. Ebu Bekir'in azadlısı Bilal'in nikahı altında idi.
Resulullah'ın halasının kızı Zeyneb Bintu Cahş'ı, Aleyhissalâtu vesselâm
azadlısı Zeyd'e nikahlamıştı. Ebu Huzeyfe (radıyallahu anh), azadlısı Salim'i
kardeşi Velid İbnu Utbe'nin kızıyla evlendirmişti. Sahiheyn'de el-Mikdad İbnu
Amr'ın, Kureyşî olan Zıbaba Bintu Zübeyr İbni Abdilmuttalib ile evlendiği
belirtilir. Halbuki Mikdad Kureyşî
değildir, haliftir, Mekke'ye hariçten gelmiş birisidir. Örnekler daha da
çoğaltılabilir.
Şu halde neseb şartı, içtimâî çevrenin insanlar üzerinde tesis
edeceği bazı müessir alışkanlıklar, örfler, âdetler sebebiyle karıkoca
arasındaki uyuşma, dirlik ve ahenk nokta-i nazarından medar-ı bahs edilmiş bir
şart olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda sünnette rastlanan örnekler hep
Mekke-Medine muhitinde uzun müddet yaşayıp mahallî örfü temessül ederek ayniyet kazanmış kimselerle ilgili. Bu
sebeple alimlerin neseb meselesine yer vermiş olmaları bu çerçevede
değerlendirilmelidir.[147]
ـ5663 ـ3ـ
وعن
بُرَيْدَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
أحْسَابَ أهْلَ
الدُّنْيَا
الّذِى
يَذْهَبُونَ
إلَيْهِ
الْمَالُ[.
أخرجه
النسائي .
3. (5663)- Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Dünya ehlinin değer verdiği, peşinden koştuğu şey
maldır." [Nesâî, Nikah 9, (6, 64).][148]
AÇIKLAMA:
Haseb, baba yoluyla veya insanların mefahirden saydıkları şeyler
sebebiyle elde edilen şeref, itibar manasına gelir. en-Nihaye'de bazılarının
"sadece baba yoluyla sahip olduğu şerefe haseb" dediğini, bazılarının
ise "kişi babası olmasa da haseb ve kerem sahibi olabilir" dediğini kaydeder. Sadedinde olduğumuz
hadiste dünya ehli için itibar edilen, kendisiyle şeref kazanılan, bu sebeple
peşinden gidilen şeyin mal olduğu belirtilmekte, malı olana, kötü hallere sahip
biri bile olsa kendisine itibar edileceği, değer verileceği belirtilmektedir. İslam,
kişinin hasebini, diyanet ve takva gibi Allah nezdinde muteber olan
hasletlerin teşkil etmesi gereğini tedris etmiştir. Ayet-i kerimede, Allah
nezdinde, en muttakinin en değerli olduğu beyan edilmiştir.[149]
ـ5664 ـ4ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها:
]أنَّ أبَا
حُذَيْفَةَ
بْنَ عُتْبَ
بْنِ رَبِيعَةَ
ابْنِ عَبْدِ
شَمْسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه،
وَكَانَ
مِمَّا
شَهِدَ
بَدْراً تَبَنَّى
سَالِماً
وَأنْكَحَهُ
ابْنَةَ
أخِيهِ
هِنْداً
بِنْتَ
الْوَلِيدِ
ابْنِ عُتْبَةَ
بْنِ
رَبِيعَةَ،
وَهُوَ
مَوْلَى
‘مْرَأةٍ مِنَ
ا‘نْصَارِ
كَمَا
تَبَنَّى
رَسُولُ
اللّهِ #
زَيْداً
رَضِيَ
اللّهُ عَنه،
وَكَانَ مَنْ
تَبَنَّى
رَجًُ في
الْجَاهِلِيَّةِ
دَعَاهُ النَّاسُ
إلَيْهِ،
فَوَرِثَ
مِنْ
مِيرَاثِهِ حَتّى
نَزَلَ
قَوْلُهُ
سُبْحَانَهُ
وَتَعالى:
اُدْعُوهُمْ
َبَائِهِمْ[.
أخرجه
البخاري والنسائي
.
4. (5664)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ebu Huzeyfe
İbnu Utbe İbni Rebia İbni Abdi Şems (radıyallahu anh) -ki bu zat Bedir Gazvesi'ne katılmıştı- Salim'i evlat edinmiş
ve kardeşinin kızı Hind Bintu'l-Velid
İbni Utbe İbni Rebia ile evlendirmişti. Salim ise, ensardan bir kadının
azadlısı idi. Nitekim, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da Zeyd (radıyallahu
anh)'i evlat edinmişti. Cahiliye devrinde kim bir adam evlat edinirse, halk bu
adamı evlat edinen kimseye nisbet ederek çağırırdı. O, ayrıca yeni babasına
varis de olurdu. Bu tatbikat Rab Teala'nın şu
kavl-i şerifleri nazil oluncaya kadar devam etti. (Mealen); "Onları
kendi babalarına nisbet edin. Allah katında doğru olan budur. Eğer babalarının
kim olduğunu bilmiyorsanız, zaten onlar sizin din kardeşleriniz ve
dostlarınızdır..." (Ahzab 5). [Buharî, Nikah 15, Megazi 11; Nesai, Nikah
8, (6, 63-64); Ebu Davud, Nikah 10, (2061).][150]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, İslam'ın evlilik ve akrabalık anlayışlarına giren
kıymetli düsturlar ihtiva etmektedir. Şöyle ki:
* Bu hadiste, yukarıda 5662 numaralı hadisin izahında da yer
verdiğimiz üzere evlenecek kız ve erkek arasında aranan denklik meselesinde, köle asıllı biri ile
asaletli birinin evlenebileceği esasına güzel bir örnek var: Azad edilmiş bir
köle olan Salim ile asaletli bir kadın
olan Ebu Huzeyfe'nin yeğeni Hind Bintu'l-Velid evlenmiştir.
* Hadiste geçen ikinci mühim bir mesele evlatlık meselesi. Cahiliye
devrinde, evlat edinme ile bir nevi hakiki evlatlık tesis edilmekte, bu yolda kazanılan evlatlar,
her hususta üvey babanın oğlu muamelesini göstermektedir. İslam bunu tadil
etmiş, hakiki evlatla sonradan edinilen evladın bir olmayacağı prensibini
getirmiştir.[151]
İslam dini, insanlar arasında içtimâî bağları artırıp
kuvvetlendirmek maksadıyla vazedilmiş olan birkısım sun'î ve hükmî akrabalık
müesseselerine temelde karşı çıkmaz, bilakis
taraftar olur. Bu sebeple İslam beldelerinde, halen, kan bağına dayanmayan çok farklı akrabalık
bağlarına, yakınlık telakkilerine rastlanır, kirvelik, sağdıçlık, hısımlık,
ahiret kardeşliği gibi.
Kan bağına dayanmayan akrabalık müesseselerine cahiliye devri
A-raplarında da rastlanmaktadır. Evlat edinme, ataka,
müvâlat, civar[153]
gibi müesseseler bunlardandır. Bu müesseseleri bidayette aynen benimseyen Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) İslam'ın kuvvetlenmesinde bunlardan istifade cihetine
de gitmiştir. Nitekim, hicreti müteakip vazedilen muâhat (kardeşleme)
müessesesi bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
bilhassa Mekke'den hicret eden muhacirler ile,
Medineli ensar arasında kardeşleşme tesis ederek her Mekkeliye bir
Medineliyi kardeş ilan etmişti. Bu kardeşlik bağına o kadar fazla ehemmiyet ve
ciddiyet kazandırmıştı ki, ölüm halinde
birbirlerine varis olabiliyorlardı.
Kur'an-ı Kerim'deki اِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ
اِخْوَةٌ "İnananlar
kardeştir" hükmü ise inananlar arasında tesis edilmiş bulunan bir hükmî
akrabalıktan başka bir şey değildir.
İşte gerek
cahiliyye devrinden intikal eden, gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
tesis ettiği ve gerekse vahiy yoluyla tesis
edilmiş olan "hükmî akrabalık"ların Kur'an-ı Kerim'de tanzim
edilerek bazı esaslara bağlandığına, miras, evlenme gibi mühim mevzularda
"kan"a ve "akide"ye
dayanan bağların tesis ettiği "hakiki" yakınlıklarla, insanların
telakki ve kararlarına dayanan bağların tesis ettiği "hükmî"
yakınlıkların tefrik edildiğine şahit olmaktayız:
"(Kan
sebebiyle) akraba olanlar miras hususunda, Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine,
mü'minler ve muhacirlerden daha yakındırlar" (Ahzab 6) mealindeki ayet, bu
mevzudaki vahiylerden biridir.
Kur'an-ı
Kerim'de ehemmiyetlerine binaen "usul"e giren yakınların
"hakiki" olanlarının bizzat tavsif edilerek "hükmî"
olanlardan tefrik edildiğini görürüz.[154]
Bir çocuk için
en mühim unsur ve yakın "anne"
olduğuna göre, bununla alâkalı açıklama ile mevzuya girebiliriz: Sosyolojik açıdan bakınca,
cemiyetten cemiyete farklı sebep ve şartlara müstenid, değişik
"anne"lere rastlamak mümkündür. Kur'an-ı Kerim'in bir kısım mühim emirlere ve teşriata menşe kıldığı
"hakiki anne" ile örfen "anne" tesmiye edilen kadının
belirtilmesi kaçınılmaz bir zarurettir.
Kur'an'da her ikisi de zıharla ilgili olan iki ayette ele alınmıştır.
"İçinizde kadınlarını zıhar yapanlar (annelerine benzeterek haram
sayanlar) bilsinler ki, karıları anneleri değildir. Anneleri, ancak, onları
doğuranlardır" (Mücadele 2, Ahzab 4).[155]
Aynen anne gibi, baba da pek çok ciddi ve mühim Kur'anî hükümlerin sebebidir. Keza muhtelif cemiyetlerde mevcut olan hükmî
"baba"larla "hakiki baba"ların tefrik edilmesi bu hükümler
açısından ehemmiyet kazanmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, bu mevzuyu bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le alâkalı olarak ele almış ve vuzuha kavuşturmuştur: Hadis, tefsir,
siyer gibi her çeşit İslamî kaynaklarda görüldüğü üzere Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), kölesi Zeyd İbnu Harise'yi: "Şahit olun, Zeyd
benim oğlumdur, bana varis olacak, ben de ona varis olacağım" diyerek azad etmiş ve evladlık edinmişti. Bu
vak'adan sonra Zeyd hep "Zeyd İbnu Muhammed" yani Muhammed'in oğlu Zeyd diye çağrılır olmuştu.
Teferruatı, bizim mevzumuz açısından fazla ehemmiyet taşımayan bazı hadiseler
ve bunları takip eden yanlış anlamalar üzerine, Cenab-ı Hak inzal buyurduğu bir
ayetle durumu tavzih edip, yanlışlıkları önlemiştir: "Muhammed içinizden
herhangi bir erkeğin babası değildir" (Ahzab 40).
Bu ayet, daha vazıh bir şekilde,
Zeyd'le Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) arasında mevcut hükmî
karabet sebebiyle Zeyd'in ve halkın Hz. Peygambere "baba" tabirini
izafe etmelerinin, kan bağından gelen
hakiki "baba-evlad" bağını tesis etmediğini açıklamış oldu. Zira Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisine "baba" diye hitap
edecek yaşta erkek çocuğu olmamıştır. Erkek olarak sadece Zeyd "baba"
diye hitap etmiş, bu ayetle onun da
"hükmî" babalıktan öte geçmediği belirtilmiştir. Bu kanunun başka
vahiylerle daha da açıklığa
kavuşturulacağını göreceğiz:[156]
Yukardaki bahsi tamamlayan bir husus da "hakiki evlad"la
"hükmî evlad" arasının tefrik edilmesiyle alâkalı vahiydir. Kur'an bu
meseleye Ahzab suresinde temas ederek: (Allah) evladlıklarınızı da öz
oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize
doladığınız boş sözlerinizdir. Allah gerçeği söylemiştir, doğru yola O
eriştirir. Evladlıkları babalarına nisbet ederek çağırın, bu Allah katında daha
doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o takdirde onları dinde kardeşleriniz ve dostlarınız
(mevaliniz) kabul edin" (Ahzab 4-5) buyurmuştur.
Rivayetler, bu ayet gelinceye kadar Zeyd İbnu Harise'ye Ashab'ın
(radıyallahu anhüm) "Zeyd İbnu
Muhammed" diye hitap ettiğini, bundan sonra, o tesmiyeden vazgeçildiğini
belirtir. Ayet-i kerimenin nüzul sebebi
olarak da bu tesmiye kaydedilir. Ebu Huzeyfe'nin mevlası Salim
de aynen Zeyd (radıyallahu anhümâ)'in durumunda idi. Salim İbnu Ebi
Huzeyfe diye çağırılıyor ve hakiki evlad muamelesi görüyordu. Yukardaki ayet
inince, aile içerisine ihtilatı problem olmuş ve Ebu Huzeyfe'nin hanımı Sehle,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e başvurmuştur.
Görüldüğü üzere, vahiy evlatlıkların öz evlat tutulmalarını
yasaklamakla kalmaz, onların nasıl isimlendirileceklerini de tesbit eder ki
vahiyde yeralan bu ve diğer teferruat mevzunun taşıdığı ehemmiyeti ifade eder.
Aile ve akrabaların tarif ve tayini meselesinde anne, baba ve
evladın kimler olduğu açıklık kazandıktan sonra bunlara bağlı olan
diğerleri kendiliğinden anlaşılır.[157]
Akrabalık meselesinde Kur'an'ın nazar-ı dikkate arzettiği bir hususu
daha belirtmede fayda var. Kur'an-ı Kerim'e göre, akrabalık bağının
kamil manada gerçekleşmesi iman
birliğine bağlıdır. Bu olmadığı takdirde arada gerçek akrabalık ve dostluk bağı
teessüs etmez, mü'min kimse mü'min olmayan hakkında -oğlu veya babası bile
olsa- Allah'tan mağfiret bile dileyemez.
Bu mevzuda Kur'an'da yer alan pek çok ayetten Hz. Nuh ve oğlu, Hz.
İbrahim ve babası ile alâkalı olarak gelen birkaç ayeti hatırlatmak yeterlidir.
Hz. Nuh, oğlunun gemiye binmeyerek boğulanlar arasında kalması üzerine,
karaya indikten sonra
"Ey Rabbim! Oğlum da benim ailemdendir. Senin va'din
haktır..." diyerek mağfiretini talep eder. Ancak Cenab-ı Hak:
Meâlen "O senin ehlinden sayılmaz, çünkü kötü bir iş
işlemiştir, öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" cevabını verir (Hud
45-46)
Keza babası için istiğfarda
bulunan Hz. İbrahim de babasının "Allah' ın düşmanı olduğunu
anlayınca ondan yüz çevirir".
Şu ayet, mü'minlere mutlak bir şekilde kâfirlerden dost edinmemeyi
emreder:
"Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp kafirleri dost
edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi
istiyorsunuz?" (Nisa 144).
Şu gelecek ayet, kan yönüyle en
yakın olanın bile "dost edinmeyin" yasağına girdiğini sarih
olarak ifade eder:
"Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, -küfrü imana
tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin.
Sizden kim dost edinirse onlar zalimlerin ta kendileridir" (Tevbe 23).
Demek oluyor ki, inançlar ve dinî yaşayışlar birbirlerine zıd
olunca kan yakınlığı fazla bir mana taşımıyor. Hz. Nuh'un inanmayan öz oğlunun
O'nun ehlinden olmadığını ilan eden ayet-i kerimeye, hiçbir kan bağı olmayan
Selman-ı Farisî'yi Ehl-i Beyt-i Nebevi'den sayan hadis-i şerifi ilave edebiliriz.
Gerçek akrabalığın teşekkülü için kan
bağının yetersizliği sebebiyle, İslam dini, -hısım ve akrabalık derecesi ne
olursa olsun- farklı dine mensub olanların birbirlerine varis olmalarını
yasaklamıştır. İslam'-da akrabalık telakkisinin, sosyolojik yönden
kavranabilmesi için, yukarda kaydettiğimiz durumların ve mirasla ilgili bu
kaydın bilinmesi gerekir.
Mümin olmayanlara "mağfiret dileğinde" bulunmanın bile
yasaklanması ile alâkalı örneği bizzat
Hz. Peygamber'le ilgili olarak gelen ayetlerden kaydedeceğiz: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) meşhur münafık Abdullah İbnu Übey ölünce, çok samimi
bir Müslüman olan oğlunun ricası üzerine, Hz. Ömer'in itirazına rağmen,
gömleğini kefen olarak verip namazını kıldırmış ve Münafikun
suresinin altıncı ayetine atıfta bulunarak "Allah onlar
hakkında istiğfar edip etmemekte beni
serbest bıraktı" diyerek istiğfar etmeye devam edeceğini ifade etmişti.
Arkadan gelen vahiy: "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarının başında da durma" (Tebve 84) diyerek Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i şiddetle bundan
menetti.
Yeri gelmişken kaydedelim ki, fukaha, ehl-i zimmenin (gayr-i
müslim vatandaş) meskenlerinin Müslümanların meskenlerinde, ilk bakışta tefrik edici bir alâmet
taşıması şartını koşarken gerekçe olarak: "Dilencilere gelip, yanlışlıkla
kapılarında durup mağfiret duasında bulunmasınlar" demişlerdir.[158]
ـ5665 ـ5ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَنْكِحُ
الزَّانِى الْمَجْلُودُ
إَّ
مِثْلَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (5665)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Celde ile cezalandırılmış zani kimse ancak kendisi gibi
biriyle evlenebilir." [Ebu Davud,
Nikah 5, (2052).][159]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi, alimlerimizin bir kısmı zahiri üzere anlayarak: "Kadının, zani olduğu ortaya
çıkan bir erkekle evlenmesi haramdır" diye hükmetmiştir. Hadiste geçen
meclud yani dövülmüşlük vasfı, çoğunluğa göre yapılan bir tavsiftir. Çünkü,
kişi hakkında zina suçunun sübutu celde tatbikine yani dövülmesine bağlıdır.
Zani muhsan olduğu takdirde recm cezası esas ise de, muhsan olmayana celde tatbik edilir. Hadiste muhsan olmayan zani
kastedilmiş olmalıdır.
Alimler, yasağın erkek hakkında da cari olduğunu, ona da aynı
şekilde zaniye bir kadınla evlenmenin haram kılınmış olduğunu belirtirler.
Hadis bu zahirî hükmü ile şu ayete muvafık düşmektedir. (Mealen):
"Zina eden erkek, zina eden veya müşrik bir kadından başkasıyla evlenemez.
Zina eden kadını da, zina eden veya müşrik bir erkekten başkası nikah altına
alamaz. Böyle bir evlilik mü'minlere haram kılınmıştır" (Nur 3).
Ne var ki, alimlerimizin ekseriyeti, ayet ve hadisi zahiri ile
anlamamış, başkaca te'villere tabi tutmuşlardır. Hadiste geçen "evlenmez" tabirini rağbet
göstermez şeklinde anlamıştır. Bu durumda hadisin manası: "Celde tatbik
edilen zani, kendisi gibi olan kadına rağbet duyar, ilgi gösterir, keza zaniye
de kendisi gibi zani olan erkeğe rağbet gösterir, onunla evlenmek ister"
olur. Yani ayet ve hadis, zani ve
zaniyenin kendileri gibi olanlarla evlenmeyi arzu edeceklerini haber
vermiş olmaktadır. Halbuki gerek ayet ve gerek hadis, zahiriyle, zani ve
zaniyelerle evlenmeyi yasaklamaktadır, onların arzularını mücerred bir ihbar
da kılmamaktadır.
2- Münzirî mealini kaydettiğimiz ayetin anlaşılmasında
ulemanın beş farklı görüş ileri sürdüğünü belirtir:
1) Bir kısmı: "Ayet mensuhtur!" demiştir. Said
İbnu'l-Müseyyeb bu görüştedir. Şafiî hazretleri
de bu görüşü iltizam etmiştir. Bu ayeti, "Dullarınızı
evlendirin" (Nur 32) ayetinin neshettiğini söylemişlerdir. "Çünkü
derler, zaniye de eyâma'lmüslimîne (Müslümanların dullarına) dahildirler."
Alimler, çoğunluk itibariyle bu manadan hareket ederek, "Kim bir kadınla
zina yaparsa, o kimse bu kadınla evlenebilir, bir başkası da o kadınla evlenebilir" demiştir.
2) Bir kısım alimler: "Burada nikahın manası vaty
(temas)dır. Öyleyse ayetten murad: "Zaninin fi'line ancak kendisi gibi bir
zaniye veya bir müşrike rıza gösterir ve
zinayı haram bilmeyerek onun istediği şeye iştirak eder" demiştir. Ayette geçen "Böyle bir
evlilik mü'minlere haram kılınmıştır" ibaresi "Allah'ın emirlerine
uyup nehiylerinden kaçan kamil manadaki
mü'minler"i ifade eder" diye değerlendirilmiştir.
3) Bir kısım alimler: "Celde uygulanan zani, celde
uygulanan bir zaniye veya müşrike ile evlenir, keza zaniye de böyle bir zani
ile evlenir" demiştir.
4) Bir kısım alimler: "Bu ayet, erkeğin zinadan
kazandığından kendisine infak etmesi
şartıyla evlendiği kadınla ilgilidir" demiştir. Bunlar ayetin böyle bir hadise ile ilgili olarak nazil
olmasını kendilerine delil yaparlar. Nitekim Mersed İbnu Ebi'l-Mersed el-Ganevî,
zina ile şöhret yapmış Anâk ile evlenmek için Resulullah'tan izin istediği
vakit mezkur ayet nazil olmuş, Resulullah da bunun üzerine izin vermemiştir.
5) Bazılarına göre, ayet, zaniyenin iffetliye iffetlinin de
zaniyeye nikahlanmasını haram kılmada âmmdır.[160]
(İki fasıldır.)
*
BİRİNCİ FASIL
ـ5666 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]حَرُمَ
مِنَ
النَّسَبِ
سَبْعٌ،
وَمِنَ الصَّهْرِ
سَبْعٌ؛
ثُمَّ قَرَأ:
حُرِّمَتْ
عَلَيْكُمْ
أُمَّهَاتُكُمْ
اŒية[. أخرجه
البخاري .
1. (5666)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'dan nakledildiğine göre:
"Nesebten yedi, sıhriyetten de yedi kişi haram edilmiştir" demiş ve
şu ayeti okumuştur. (Mealen): "Size şu
kadınları nikahlamak haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız,
kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları,
kızkardeşlerinizin kızları, sizi emzirmiş olan süt anneleriniz, süt
kardeşleriniz, hanımlarınızın anneleri, aranızdan zifaf geçmiş olan
kadınlarınızdan doğan üvey kızlarınız. Eğer zifaf geçmemişse onların kızlarını
nikahlamakta size günah yoktur. Öz oğullarınızın hanımlarını nikahlamanız ve
iki kızkardeşi birden nikahınız altına
almanız da size haram kılındı.." (Nisa 23). [Buharî, Nikah 24.][161]
ـ5667 ـ2ـ
وعن عَمْرُو
بنُ شُعَيْب
عَنْ أبيه عن
جدّه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أيُّمَا
رَجُلٍ
نَكََحَ
امْرَأةً
فَدَخَلَ بِهَا
فََ يَحِلُّ
لَهُ نِكَاحُ
ابْنَتِهَا،
وَإنْ لَمْ
يَكُنْ
دَخَلَ بِهَا
فَلْيَنْكِحِ
ابْنَتَهَا،
وَأيُّمَا
رَجُلٍ نَكََحَ
امْرَأةً
فَََ يَحِلُّ
لَهُ أنْ
يَنْكِحَ
أُمَّهَا
دَخَلَ بِهَا
أوْ لَمْ
يَدْخُلْ[.
أخرجه الترمذي
.
2. (5667)- Amr İbnu Şuayb an ebihi an
ceddihi anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Bir erkek bir kadınla nikah yapar ve temasta bulunursa,
artık o kadının kızını nikahlaması ona
helal olmaz. Eğer kadına temas etmemişse kızını nikahlayabilir. Bir erkek bir
kadını nikahlarsa, kadına temas etmiş olsa da olmasa da kadının annesiyle artık
nikahlanamaz." [Tirmizî, Nikah 25, (1117).][162]
ـ5668 ـ3ـ
وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]َ تَحْرُمُ
اُمَّهَاتُ
النِّسَاءِ
إَّ بِانْضِمَامِ
الْوَطْءِ
الى
الْعَقْدِ في
اِبْنَةِ وََ
تَحْرُمُ
اِبْنَةُ إَّ
بِالدُّخُولِ
عَلى ا‘ُمِّ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (5668)- Hz. Ali (radıyallahu anh) şöyle dediler: "Kadınların
anneleri, kızla olan nikah akdine vaty (temas ) inzimam etmedikçe haram olmaz.
Anneye duhul (temas ) olmadıkça da kız haram olmaz." (Hadisin kaynağı
Teysir'de sehven Tirmizî olarak zikredilmiştir. Camiu'l-Usul'de Rezin'in
ilavesi olduğu belirtilmiştir.][163]
AÇIKLAMA:
Bu üç hadis, evlenilmesi ebedî şekilde haram kılınan kadınları
beyan etmektedir. Birinci hadiste İbnu Abbas'ın
neseben haram dedikleri "...kızkardeşin kızları"na kadar
sayılanlardır. Sıhrdan haram diye saydıklarına da "sizi emzirmiş olan süt
anneleriniz..." diye başlayıp "iki kızkardeşi birden nikahınız altına
almanız da size haram kılındı..." ya kadar olan kısım girmektedir. Ancak,
hadisin Taberani'de gelen bir veçhinde
İbnu Abbas, bir önceki ayetin başında yer alan "Babalarınızın nikahlamış
olduğu kadınlarla da evlenmeyin" ibaresini de okuyarak: "Bu
da sıhrdır" der. Böylece iki rivayet birleştirilince haramların hepsi on beşe
ulaşır.
İbnu Abbas'ın bu rivayetinde süt
emme yoluyla hasıl olan akrabalık
da sıhriyetle ifade edilmektedir ki, bu caiz bir tesmiyedir.
Keza başkasının nikahlı hanımı da aynı şekilde, kişiye haramdır.
Başkasının hanımı ve iki kızkardeşin bir nikahta birleşmesi hariç, bu
sayılanların haramlığı ebedîdir.
Bu zikredilen haramlara şunlar da ilave edilmelidir:
* Dedenin mevtûesi (temas ettiği) ve bundan teselsülen yükselenler.
* Annenin annesi ve bundan yükselenler.
* Babanın annesi de böyle.
* Oğulun kızı ve ondan inenler.
* Kızın kızı ve kızkardeşin kızının kızı.
* Oğlan kardeşin kızının kızı ve oğlan ve kızkardeşin oğlunun kızı.
* Babanın halası, yükselse de.
* Annenin halası ve teyzesi, yükselse de.
* Babanın teyzesi de böyle.
* Zevcenin büyükannesi, yükselse de,
* Üvey kızların kızları, inse de,
* Üvey oğlanın kızı da böyle.
* Oğulun oğlunun hanımı da böyle.
* Kızın oğlunun hanımı da böyle.
* Kadını, halası ve teyzesiyle bir nikahta birleştirmek.
* Nesebten haram olan, sütten de haramdır. Bu meselede istisnalar
müteakiben açıklanacak.[164]
.RADA' (SÜT EMME)
ـ5669 ـ1ـ عن
علي رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ
حَرَّمَ مِنَ
الرّضَاعِ مَا
حَرَّمَ مِنَ
النَّسَبِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (5669)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Aziz ve Celil olan Allah, nesebten haram ettiğini sütten de
haram etti." [Tirmizî, Rada 1, (1146).][165]
AÇIKLAMA:
1- Radâ' (reza' diye de okunduğu vardır): Süt çocuğunun
(radî'in) mahsus bir vakitte bir insanın memesinden süt emmesi ve bunun
mideye inmesidir. Cumhura göre, süt emme
devresi içerisinde emmişse, eline az da
olsa çok da olsa bazı haramlar getirir. İmam Şafii "Haramların tahakkuku
için en az beş emme gerekir" demiştir. Emme müddeti Ebu Hanife'ye göre
otuz aydır. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed emme müddeti için "iki yıldır"
demiştir. Şafii ve Ahmed İbnu Hanbel ve diğerlerinin görüşü de böyledir.
"Emmenin, haramı sağlayan emme olması için, Hanefîlere göre sütü, çocuğun
memeden ağzıyla alması şart değildir.
Kadının sütü
bir kaba sağıldıktan sonra biberona
katılarak veya bardağa konularak
içirilse veya memeden sıkılarak damlatılsa, ağız veya burun yoluyla mideye
ulaşsa, hepsi sayılır. Suya, ilaca veya hayvan sütüne katılmış olan kadın sütü
hakkında galibiyete itibar olunur, galib veya
müsavi olursa onunla "emme" sabit olur. Taam ile karıştırılmış
olan kadın sütü galib ve
pişirilmemiş dahi olsa bununla
"emme" tahakkuk etmez." Kadının sütü peynir, yoğurt, ayran
yapılarak çocuğa verilse, yine emme hasıl olmaz. Şafiîlere göre, emmenin tahakkuku için kadın hayatta olmalı, süt en
az beş ayrı seferde olmalı -her seferde az veya çok farketmez- Şafiîler,
"Beş ayrı seferde olunca, kadının sütü peynir, kaymak, mahlut her ne surette olursa olsun çocuğun midesine
geçince "emme" tahakkuk eder" derler.
2- Kurtubî, hadisin,
"Süt emme ile doğan haramın, süt emen (radî) süt emziren (murdia) ve
kocası arasında intişar ettiğine" delil olduğunu söyler. Buna göre:
"Süt emene, süt emziren kadın haram olur. Çünkü annesi olmuştur.
Sütannenin annesi de haram olur; çünkü o da büyükannedir ve böyle gider...
Sütannenin kızkardeşi haramdır; çünkü teyze olmuştur, kızı da haramdır; çünkü kızkardeşi
olmuştur. Kızın kızı da haramdır; çünkü kızkardeşinin kızı olmuştur. Kadının
kocasının (başka hanımdan) kızı da
haramdır; çünkü bu da kızkardeşi sayılır; kızının kızı -ve böyle inenler-
haramdır; çünkü kızkardeşinin kızıdırlar. Kocanın annesi -ve böyle çıkanlar- da
haramdır; çünkü babaannesidirler; kocanın kızkardeşi de haramdır; çünkü
halasıdır. Tahrim (haramlık), süt akrabadan başkasına geçmez. Dolayısıyla süt
emmekten hasıl olan kızkardeşi, emenin kardeşine kızkardeş olmaz, babasına da
kız olmaz, çünkü aralarında emme yoktur.
Emmeden haramlık doğmasının hikmeti şudur: "Tahrimin sebebi
kadın ve erkekten ayrılmış olan şeyi -ki bu
süttür- çocuk gıda olarak alınca, bu onun vücudunda, diğer ikisinin
cüzlerinden alınma bir cüz olur. Böylece, tahrim üçünün arasında intişar eder,
çocuğun yakınlarına sirayet etmez. Çünkü
onlarla sütanne ve sütbaba arasında ne bir neseb ne de bir sebep vardır."
3- Alimler: "Nesebten haram olan sütten de haram
olur" şeklinde âmm olan hükümden, nesebte mutlak olarak haram olan dört
kadını, süt emmede bazı hallerde istisna ederler.
1) Oğlan kardeşin annesi nesebte haramdır; çünkü ya annedir,
ya da babanın hanımıdır. Süt emmede ise
bazı durumlarda yabancı olur, kadını kardeş emer de, onun kardeşine haram
olmaz.
2) Torunun annesi nesebte haramdır; çünkü o, ya kızıdır ya da
oğulun hanımıdır; süt emmede ise, bazan
yabancı olabilir. Böylece torun emer
fakat kadın dedeye haram olmayabilir.
3) Çocuğun büyükannesi nesebte haramdır. Çünkü o, ya annedir,
yahut da zevcenin annesidir. Süt emmede ise, bazan yabancı olabilir, çocuğu
emzirmiştir, çocuğun babasına onunla evlenmek caiz olur.
4) Çocuğun kızkardeşi nesebte haramdır, çünkü o ya kızdır,
yahut üvey kızdır, süt emmede ise, bu bazan yabancı olabilir. Böylece çocuk
emer, fakat babaya haram olmaz.
Bir grup ulema bu dört istisnadan başka bir şey zikretmemiştir.
Nevevî der ki: "Ümmet, emen çocukla emziren kadın arasında
"emme haramlığı" hasıl olduğunda icma etmiştir. Çocuk artık nikahı
ebediyen haram olan oğlu olmuştur. Süt emenin kadına nazarı (bakması), kadınla
halveti (başbaşa yalnız kalmaları), beraber yolculuk yapmaları helal olmuştur.
Ancak, aralarında her yönden annelik ahkâmı terettüp etmez: Birbirlerine varis
olamazlar, bunlardan hiçbirine diğerinin nafakası vacib olmaz, kadın lehine
yapacağı şehadet reddedilmez, kadına
bedel diyet alınmaz, çocuğu öldürdüğü takdirde kadın üzerinden kısas
düşmez. Bu hükümlerde her ikisi de birbirine karşı yabancı gibidirler.[166]
ـ5670 ـ2ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]اِسْتَأذَنَ
عَلىَّ أفْلَحُ
أخُو أبِى
الْقُعَيْسِ
بَعْدَ مَا أُنْزِلَ
الْحِجَابُ.
قُلْتُ:
وَاللّهِ َ آذَنُ
لَهُ حَتّى
اسْتَأذِنَ
رَسُولَ
اللّهِ # فإنَّ
أخَاهُ أبَا
الْقُعَيْسِ
لَيْسَ هُوَ
أرْضَعَنِى،
وَلكِنْ
أرْضَعَتْنِى
امْرَأةُ
أبِى
الْقُعَيْسِ.
فَدَخَلَ
عَلىَّ رَسُولُ
اللّهِ #،
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ، إنَّ
أفْلَحَ أخَا
أبِى
الْقُعَيْسِ
اسْتَأذَنَ
فَأبَيْتُ
أنْ آذَنَ
حَتّى
اسْتَأذِنَكَ.
فَقَالَ
النَّبِيُّ #:
وَمَا
مَنَعَكِ أنْ
تَأذَنِينَ
عَمَّكِ؟
قُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ! إنَّ
الرَّجُلَ
لَيْسَ هُوَ
أرْضَعَنِي،
وَلكِنْ
أرْضَعَتْنِي
امْرَأتُه.
فَقَالَ:
ائْذَنِى
لَهُ
فَإنَّهُ
عَمُّكِ،
تَرِبَتْ
يَمِينُكِ.
فَلِذلِكَ
كَانَتْ
عَائِشَةُ
تَقُولُ
حَرِّمُوا
مِنَ
الرِّضَاعَةِ
مَا تُحَرِّمُونَ
مِنَ
النَّسَبِ[.
أخرجه الستة.
2. (5670)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor "Ebu'l-Kuays'ın
kardeşi Eflah, örtünmeyi emreden ayet indikten sonra yanıma girmek için izin
istedi. Ben:
"Allah'a yemin olsun, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
izin istemedikçe ben ona izni
vermeyeceğim! Çünkü onun kardeşi Ebu'l-Kuays beni emziren kimse değildir, beni
Ebu'l-Kuays'ın hanımı emzirdi! "
dedim. Derken yanıma Aleyhissalâtu vesselâm girdiler.
"Ey Allah'ın Resulü dedim, Ebu'l-Kuays'ın kardeşi Eflah
yanıma girmek için izin istedi. Ben sizden sormadıkça izin vermekten imtina
ettim!" dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Amcana izin
vermekten seni alıkoyan sebep ne?" buyurdular. Ben:
"Ey Allah'ın Resulü! dedim. Beni emziren erkek değil. Beni
onun hanımı emzirdi" dedim. Resulullah yine:
"Sen onun girmesine izin ver. Zira o senin amcandır, Allah
iyiliğini versin" buyurdular.
(Urve devamla der ki): "İşe bu sebeple Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ):
"Neseb sebebiyle haram kıldıklarınızı emme sebebiyle de haram
kılın!" derdi." [Buharî, Humus 4, Şehadat 7, Nikah 20, Müslim, Rada
2, (1444); Muvatta, Rada 2, (2, 601, 602); Tirmizî, Rada 1, (1147); Ebu Davud,
Nikah 7, (2055); Nesâî, Nikah 49, (6, 99).][167]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, süt
kardeşliği yoluyla teessüs eden akrabalık bağlarının neseb yoluyla mevcut olan
akrabalık bağlarının hasıl ettiği evlenme haramlarını aynen hasıl ettiğini
belirtmektedir. Sadedinde olduğumuz hadis, emme yoluyla hasıl olan süt amcanın,
normal amca gibi evlenme yasağı çerçevesine girdiğini zikretmektedir.
2- Hadiste zikri geçen Eflah hakkında ihtilaf edilmiştir: İbnu
Ebi'l-Kuays mı, Ebu'l-Kuays'ın kardeşi mi? Umumiyetle Ebu'l-Kuays'ın kardeşi olduğu kabul edilmiştir.
Bazı alimler, Hz. Aişe'nin iki tane süt amcası olduğunu
söylemiştir; biri, babası Hz. Ebu
Bekr'in süt kardeşi Ebu'l-Kuays'tır, bu
zat Hz. Aişe' nin süt babasıdır da, Eflah da süt amcasıdır.
3- Hadiste geçen تَرَبّت
يَدَاكَ اَوْ
يَمِينُكَ tabiri lügat
olarak "Ellerin, yahut sağ elin
toprağa bulansın" demektir. Ancak kullanma durumu, zahir manasına göre
değildir. Bizim "Allah iyiliğini versin" tabirimize denk bir
kullanışa sahiptir.[168]
ـ5671 ـ3ـ
وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ
مَالَكَ
تَتُوقُ في
قُرَيْشِ
وَتَدَعُنَا؟
فقَالَ:
وَعِنْدَكُمْ
شَىْ؟ قُلْتُ:
نَعَمْ.
بِنْتُ
حَمْزَةَ.
قَالَ:
إنَّهَا َ
تَحِلُّ لِي
إنَّهَا
ابْنَةُ أخِي
مِنَ
الرَّضَاعَةِ[.
أخرجه مسلم
والنسائي.»التَّوقُ«
الميل الى
الشئ والرغبة
فيه .
3. (5671)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben: "Ey
Allah'ın Resulü! Siz niye bizi bırakıp da Kureyş'e rağbet
gösteriyorsunuz?" demiştim. Bana:
"Yanınızda rağbet göstereceğim bir (kadın) var mı?"
dedi. Ben:
"Elbette Hamza'nın kızı var!" dedim. Bunun üzerine:
"O bana helal olmaz. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır" buyurdular." [Müslim, Rada 11, (1446); Nesâî, Nikah 50, (6 , 99).][169]
ـ5672 ـ4ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]دَخَلَ
عَليّ
رَسُولُ
اللّهِ #
وَعنْدِى
رَجُلٌ قَاعِدٌ.
فَاشْتَدَّ
ذلِكَ
عَلَيْهِ،
فَرَأيْتُ الْغَضَبَ
في وَجْهِهِ.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
إنَّهُ أخِي
مِنَ
الرَّضَاعَةِ.
فَقَالَ:
اُنْظُرْنَ
مَنْ
إخَوانُكُنَّ
مِنَ
الرَّضَاعَةُ
فَإنَّمَا
الرَّضَاعَةُ
مِنَ الْمَجَاعَةِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
4. (5672)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Yanımda oturan
bir erkek olduğu halde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) odama girdi. Bu
hal, ona bir hayli ağır geldi [ve rengi
değişti], öfkesini yüzünden okudum. Bunun üzerine:
"Ey Allah'ın Resulü! Bu benim süt kardeşimdir!" dedim.
"Siz kadınlar süt kardeşlerinizi iyi düşünün! Çünkü süt
kardeşliği, açlıktan dolayı hasıl olur!" buyurdular." [Buharî, Nikah
21, Şehadat 1; Müslim, Rada 32, (1455); Ebu Davud, Nikah 9, (2058); Nesâî,
Nikah 51, (6, 102).][170]
AÇIKLAMA:
İslam açısından süt kardeşliği mühim bir husustur. Bir kısım
haramları helal kıldığı gibi, diğer bir kısım helalleri de haram kılmaktadır. Bu sebepleResulullah
kadınların süt kardeşlerini iyi tanımalarını emretmektedir. Emme, süt
kardeşliğini sağlayacak bir emme midir, hangi yaşta bu emme vukua gelmiştir vs.
Çünkü yaş haddini aşınca araya giren emmeden süt kardeşliği hasıl
olmaz. Bu hadisi Hattâbi şöyle açıklar: "Manası: Haramlık hasıl olan süt emme, küçüklükte olan
emmedir. Radî (süt emen), gücünü sütten alan ve açlığını onunla gideren
çocuktur. Açlığını sütle gidermeyip,
ekmek ve etle veya bunlar manasında bir şeyle doyan bir çocuğun emmesinden
haramlık hasıl olmaz. Alimler, emme müddetini tesbitte ihtilaf etmiştir. Bir
kısmı iki yıl demiştir, Süfyan-ı Sevrî, Evzai, Şafii, Ahmed İbnu Hanbel, İshak
İbnu Rahuye bunlardandır. Delil olarak
"Anneler çocuklarını iki tam yıl boyunca emzirirler, bu hüküm
emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir" (Bakara 233) ayetine dayanırlar.
Ve "Ayet delalet eder ki, iki yıl müddeti dolunca hükmü de sona erer,
müddet dolduktan sonar gelen zamana itibar edilmez" derler.
Farklı görüş sahibi olan Ebu Hanife: "İki yıl ve altı
aydır" demiştir. Ancak iki talebesi İmam Muhammed ve Ebu Yusuf kendisine
muhalefet eder. Züfer İbnu'l-Hüzeyl ise:
"Üç yıldır" der. İmam Malik'ten rivayete göre, iki yılı taşan müddet
azsa onu da iki yıla dahil etmiştir."[171]
ـ5673 ـ5ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تُحَرِّمُ
الْمَصَّةُ
وَالْمَصَّتَانِ[.
أخرجه الخمسة
إ البخاري .
5. (5673)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir veya iki emme ile (süt kardeşliği) haramlığı hasıl
olmaz." [Müslim, Rada 17, (1450); Tirmizî, Rada 3, (1150); Ebu Davud,
Nikah 19, (2063); Nesâî, Nikah 51, (6, 201).][172]
AÇIKLAMA:
Bu sonuncu hadis ne miktar
emmenin süt haramlığı getireceğini
belirtmektedir. Hadiste bir emme tabiri, çocuğun, anne memesinden bir somurma
ile çektiği sütü ifade eder. Değilse, bir emiş sırasında doyuncaya kadar
emdiklerini anlamayacağız. Aksi takdirde, cumhura göre, hadis "bir veya
iki yudum"u kastederken, bir veya iki doyumu anlamış oluruz ki bu yanlış
olur.
Ancak Nevevî'nin belirttiği üzere haramı sabit kılan emme miktarında
ihtilaf edilmiştir.
* Bir kısım alimler: "Beş ayrı emmeden aşağı olursa haram
sabit olmaz" demiştir. Hz. Aişe, İmam Şafii ve ashabı böyle hükmetmiştir.
* Cumhur-u ulema: "Tek emme ile de haram sabit olur"
demiştir. İbnu Mes'ud, İbnu Ömer, İbnu Abbas, Tavus, İbnu'l-Müseyyeb, Hasan
Basrî, Mekhul, Zührî, Katâde, Hammad, Malik Evzaî, Sevrî, Ebu Hanife
radıyallahu anhüm ecmain bu görüştedir.
* Ashab ve
sonrakilerden bir kısım alimler: "Mideye inen herşey, az da olsa
çok da olsa haramı sabit kılar" demiştir.
İleri sürülen bütün görüşler, Aleyhissalâtu vesselâm'dan yapılan
bir rivayete veya Kur'an'dan çıkarılan bir yoruma dayanır.[173]
ـ5674 ـ6ـ
وعن
قَتَادَةُ
قال:
]كَتَبْتُ الى
اِبْرَاهِيمَ
النَّخْعِىِّ
أسْألُهُ
عَنِ الرَّضَاعِ.
فَكَتَبَ
إنَّ
شُرَيْحاً
حَدَّثَنَا
أنَّ
عَلِيّاً
وَابْنَ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما
كَانَا
يَقُوَنِ:
يُحَرِّمُ
مِنَ
الرَّضَاعِ
قَلِيلُهُ
وَكَثِيرُهُ،
وَإنَّ أبَا
الشَّعْثَاءِ
الْمُحَارِبىَّ
قَالَ: إنَّ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
حَدَّثَتْ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ: َ تُحَرِّمُ
الْخَطْفَةُ
وَالْخَطْفَتَانِ[.
أخرجه النسائي
.
6. (5674)- Katâde anlatıyor: "İbrahim en-Nehai'ye yazarak emme
(rada') hakkında sordum. Bana: "Şureyh bize Hz. Ali ve İbnu Mes'ud
radıyallahu anhüm'un, "Emmenin azı da çoğu da haramı sabit
kılar" dediklerini yazdı."
Ebu'ş-Şa'şa el-Muharibî ise: "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den:
"Resulullah'ın: "Bir iki emme harama
sebep olmaz" dediğini rivayet etmiştir" dedi." [Nesâî,
Nikah 51, (6, 102).][174]
ـ5675 ـ7ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]كَانَ
فِيمَا
نَزَلَ مِنَ
الْقُرآنِ
عَشْرُ
رَضَعَاتٍ
مَعْلُومَاتٍ
يُحَرِّمْنَ،
ثُمَّ
نَسَخَهُنَّ
بِخَمْسِ
مَعْلُومَاتٍ.
فَتُوُفِّيَ
النَّبِيُّ #
وَهُنَّ
فِيمَا
يُقْرَأُ
مِنَ
الْقُرآنِ[.
أخرجه الستة إ
البخاري .
7. (5675)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Kur'an olarak inenler meyanında "Malum on emme
ile haram sabit olur" ayeti de vardı. Sonra (Rab Teala) onları, malum beş
emme ile neshetti. Bu (beş emme) ayetleri, Kur'an'ın okunan ayetleri
arasında iken Aleyhissalâtu vesselâm vefat etti." [Müslim, Rada 24,
(1452); Muvatta, Rada 17, (2, 608); Ebu Davud, Nikah 11, (2062); Tirmizî, Rada
3, (1150); Nesaî, Nikah 51, (6, 100).][175]
AÇIKLAMA:
Hz. Aişe'nin bu rivayetine göre, süt emme ile ilgili ilk gelen
vahiy, haramları sabit kılan emmeyi en az on emme ile tesbit etmiştir. Buna göre
daha az sayıdaki emme ile emilmiş olan sütle haram sübut bulmaz. Bu hüküm,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatına yakın gelen bir ayetle
neshedilmiştir. Bu yeni ayet haramın
sübutu için beş emmenin kafi geleceğini bildirmiştir. Şu halde ayetlerin
bilahare tilaveti neshedilmiş fakat
hükmü baki kalmıştır. İşte bu
sonuncu nesih, Resulullah'ın vefatına
öylesine yakın bir tarihte olmuş ki, Ashab'tan bir kısmı henüz duymamış ve Kur'an ayeti olarak okumaya devam
etmiştir. Sonradan, bunun neshedildiğini
herkes duymuş ve onu okumaktan vazgeçmişlerdir.
Nevevî bu vesile ile Kur'an'da neshin üç çeşit olduğunu
açıklar:
1) Hükmü de tilaveti de neshedilen (ayet)... Sadedinde
olduğumuz "on emme" meselesi
buna örnektir. İlgili vahyin metni de hükmü de kaldırılmıştır.
2) Tilaveti neshedilmekle beraber hükmü devam eden (ayet)....
Bunun örneği "beş emme" ile ilgili vahiydir. Bir metin olarak
neshedilip Kur'an'dan çıkarılmış ise de hükmü bakidir. (İmam Şafii hazretleri
emme meselesinde bu rivayeti esas almıştır.)
Keza zina eden yaşlılara recmi emreden ayet de buna örnek gösterilmiştir.
Kur'an'da metni yok ise de hükmü bakidir.
3) Hükmü neshedildiği halde tilaveti baki kalan (ayet). Bu
çeşit nesh, miktarca öncekilerden çoktur. Bunun bir örneği "Sizden vefat edip
de arkalarında hanımlarını bırakanlar,
hanımlarının evlerinden çıkarılmamasını veya bir yıllık ihtiyaçlarını
vasiyet etsinler" (Bakara 240) ayetidir. Bu açıklamayı yapan İmam
Nevevî'nin Şafiî mezhebine mensup
olduğunu unutmayalım. Hz. Aişe, Abdullah İbnu Zübeyr, Atâ, Tavus -bir rivayette
Ahmed- gibi bir kısım ulema tahrim getiren emmenin beş kere olmasına
hükmetmiştir. İshak, Ebu Ubeyde, Ebu Sevr, İbnu'l-Münzir, Davud-u Zahiri ve
tabileri, -keza bir rivayette Ahmed - bu üç emmenin tahrim için gerekli
olduğuna hükmetmişlerdir.
Ebu Hanife, İmam Malik,
Sevrî, Evzai, Leys gibi bir kısım ulema da: "Tahrim için az ve çok
birdir" diye hükmetmiştir. Ahmed İbn-i Hanbel'den meşhur olan kavl de
budur. Bu sonuncular, واُمَّهَاتُكُمُ
الَّتِي
اَرْضَعْنَكُمْ
ayetinin
âmm olan hükmünü ve hadislerde gelen âmm
rivayetleri esas almışlardır. Cumhuru
temsil eden bu görüş, rivayetlerin ihtilaf etmesi sebebiyle, "emme"
denebilen asgarî miktarın esas alınmasının ihtiyata muvafık olacağını
söylerler. Bu sebeple, haram tesbit edilen asgarî emme miktarını, mideye inen
az miktardaki süt olarak tarif
etmişlerdir.[176]
ـ5676 ـ8ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]مَا كَانَ في
الْحَوْلَيْنِ
وَإنْ كَانَ مَصَّةً
وَاحِدَةً
فَهُوَ
يُحَرِّمُ[.
أخرجه مالك .
8. (5676)- Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: "İki
yıl içerisindeki emme tek bir emmeden ibaret olsa bu, (evlenmeyi) haram
kılar." [Muvatta, Radâ 4, (2, 602).][177]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, 5673 numaralı hadiste kaydedilen Hz. Aişe rivayetine
muhalif de olsa, cumhur-u ulemanın amelde bunu esas aldığını belirttik. Hz.
Ali, İbnu Mes'ud, İbnu Ömer, Malik, Ebu Hanife, Evzai Sevri, -meşhur kavlinde-
Ahmed hep bu hadisi esas almışlardır. Ayetten delillerini de daha önce
kaydettik.
Bu hadisin, daha önce zikri geçen ve evlenmeyi haram kılan emmenin
on -ve beş emme- olduğunu beyan eden hükümlerin neshinden sonra vürud etmiş
olabileceği belirtilmiştir. Dinimizin bu meselede de tedricî bir yol takip
ettiği anlaşılmaktadır.[178]
ـ5677 ـ9ـ
وعن
عبداللّهِ بن
دِينَارٍ قال:
]سَألَ رَجُلٌ
اِبْن عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما عَنْ
رَضَاعَةِ
الْكَبِيرِ.
فَقالَ: جَاءَ
رَجُلٌ الى عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
فقَالَ:
كَانَتْ لِي
وَلِيدَةٌ
أطَؤُهَا
اِمْرَأتِى
فَأرْضَعَتْهَا.
ثُمَّ
قَالَتْ لِي:
دُوَنَكَ، فَقَدْ
وَاللّهِ
أرْضَعْتُهَا.
فَقَالَ لَهُ عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
أوْجِعْهَا
وَائْتِ جَارِيَتَكَ،
فإنَّمَا
الرَّضَاعَةُ
فِي الصِّغَرِ[.
أخرجه مالك .
9. (5677)- Abdullah İbnu Dinar anlatıyor: "Bir adam İbnu
Ömer(radıyallahu anhümâ)'e büyüğün emmesinden sormuştu. Şu cevabı verdi:
"Bir adam Ömer (radıyallahu anh)'e gelip: "Benim,
kendisine temasta bulunduğum bir cariyem vardı. Hanımım bunu önlemeye azmetti
ve cariyeyi emzirdi ve bana da: "Sakın ha! Vallahi ben cariyeni
emzirdim!" dedi. (Şimdi ne yapmalıyım?" diye) sordu. Babam Ömer ona şöyle cevap verdi:
"Hanımını çatlat: Git cariyene temasta bulun. Çünkü (harama
sebep olan) emme küçüklükte olan emmedir." [Muvatta, Rada 13, (2, 606).][179]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce de açıklandığı üzere, evlenme yasağı getiren emme iki yaş
içerisinde olan emmedir. Bu müddet hususunda sınırı en geniş tutan İmam Âzam
Ebu Hanife rahimehullah bunu "otuz ay" olarak belirlemiştir. Öyleyse
bu hududu taşan bir kimsenin emmesi,
harama sebep olan emme değildir. Hz. Ömer "Git cariyene temasta bulun, hanımını çatlat!..." diye latifemsi bir cevapta bulunmuştur.
"Çatlat!" diye tercüme ettiğimiz kelime "canını sık",
"eleme boğ" diye tercümeye daha uygunsa da, siyak itibariyle
çatlat tercümesini daha muvafık bulduk.
2- Yaşlının emmesi meselesinde, hadislerde gelen bazı
teferruatı müteakip rivayette kaydedeceğiz.[180]
ـ5678 ـ10ـ
وعن يَحْيى بْنُ
سَعِيدٍ قال:
]سَألَ رَجُلٌ
أبَا مُوسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنه فَقَالَ:
إنِّى
مَصَصْتُ
مِنْ ثَدْيِ
امْرَأتِي
لبَناً
فَذَهَبَ في
بَطْنِي.
فقَالَ أبُو
مُوسى: َ
أرَاهَا إَّ
قَدْ
حَرُمَتْ
عَلَيْكَ.
فَقَالَ
ابْنُ مَسْعُودٍ:
اُنْظُرْ مَا
تُفْتَى بِهِ
الرَّجُلَ؟
فَقَالَ: مَا
تَقُولُ
أنْتَ؟
فقَالَ: َ
رَضَاعَةَ
إَّ مَا كَانَ
فِي
الْحَوْلَيْنِ.
فقَالَ أبُو
مُوسى: َ
تَسألُونِي
عَنْ شَىْءٍ
مَا دَامَ
هذَا
الْحَبْرُ
بَيْنَ أظْهُرِكُمْ[.
أخرجه مالك
وأبو داود .
10. (5678)- Yahya İbnu Said anlatıyor: "Bir adam gelerek Ebu Musa
(radıyallahu anh) hazretlerine şöyle bir soru sordu:
"Ben hanımımın memesinden
bir miktar süt emdim ve bu mideme kadar
ulaştı. (Hanım bana haram mı oldu?)" Ebu Musa:
"Ben hanımının sana haram olmasından başka bir şey
görmüyorum!" dedi. Orada İbnu Mes'ud da vardır. Araya girip: "Adama verdiğin fetvaya bak!" dedi. O da:
"Pekiyi, sen ne diyorsun?" dedi. İbnu Mes'ud:
"İki yaş içerisinde olan emme için haram vardır!"
buyurdu. Bunun üzerine Ebu Musa (radıyallahu anh):
"Şu alim, aranızda olduğu müddetçe bana bir şey
sormayın!" dedi." [Muvatta, Rada 14, (2, 607); Ebu Davud, Nikah 213,
(2059, 2060).][181]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Hz. Ebu Musa el-Eş'ari şu ayetin zahirini esas
alarak, soruyu soran adamın, sütünü emmiş olduğu hanımının kendisine haram olduğunu zannetmiştir: "Size şu
kadınları nikahlamak haram kılındı: Sizi emzirmiş olan süt anneleriniz.."
(Nisa 23). Ancak alim olan İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) mevzuya giren bir
başka ayeti hatırlayarak Ebu Musa'ya bu hükmü teemmül etmesini söyler. Bunun
dayandığı ayet "Anneler çocuklarını tam iki yıl boyunca emzirirler. Bu
hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir" (Bakara 233). Ayette,
emme müddetinin iki yıl ile
sınırlandırılmış olması, iki yılın hükmünü, bu ikiden sonrasının hükmünden
farklı kılmaktadır. Böylece büyüğün emmesi küçüğün emmesinden ayrı tutulmuştur.
2- Büyüğün emmesi ile nikah haramı hasıl olmayacağı hususunda
ulema icma etmiş ise de, bunun da harama sebep olacağını ifade eden rivayet de mevcuttur: Muvatta'nın bir
rivayetine göre, daha önce kaydettiğimiz oğullukların hakiki oğul gibi
sayılmayacağını belirten ayet (Ahzab 5) nazil olduğu zaman, bundan önce
edindikleri evlada öz evlad muamelesi yapanlar sıkıntıya düşer. Bunlardan Ebu
Huzeyfe'nin oğulluğu Salim var. Bunun Muvatta'da gelen kıssasını aynen takip
edelim:
"...Ebu Huzeyfe'nin hanımı Sehle Bintu Süheyl, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü! Biz Salim'i oğlumuz biliyorduk. Başım ve
göğsüm açıkken o benim yanıma rahat girip çıkıyordu. Zaten bizim tek evimiz
var, başka bir evimiz de yok. Onun hakkında ne dersiniz?" diye sorar.
Resulullah:
"Onu beş kere emzir.
Süt sebebiyle o size haram olur!"
diye cevap verir. Böylece kadın onu süt evladı bilirdi.
Bu fetvayı Nebevîyi Hz. Aişe de, yanına girmesini arzu ettiği
erkekler hakkında uyguladı. O, kızkardeşi Ümmü Gülsüm Bintu Ebi Bekr'e ve oğlan
kardeşinin kızlarına da, erkeklerden yanına girmesini arzu ettiklerine sütlerinden emzirmelerini emrederdi. Ancak,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer zevceleri, bir emzirme yoluyla herhangi
bir kimsenin yanlarına girmesine mümanaat gösterdiler ve:
"Hayır! Vallahi biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Sehle Bintu Süheyl'e verdiği ruhsatın, sırf Salim'in emzirilmesi için
Resulullah'ın hususi bir ruhsatı olduğu
kanaatindeyiz! (Aynı usulü Salim'den başkasının
tatbik etmesi helal değildir.) Vallahi, bu emzirme suretiyle yanımıza
hiç kimse giremez!" dediler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevceleri, büyüklerin emzirilmesi meselesinde bu kanaatte idiler.
Görüldüğü üzere Resulullah'ın, Salim için verdiği emzirme cevazı
var. Ümmühatu'l-Mü'minîn'den Hz. Aişe dışındakiler bu cevazın, sırf Salim'e
mahsus bir ruhsat olduğu inancındadır.
Bu sebeple hiç biri bununla amel
etmemiştir. Hz. Aişe ise onu kendisi ve başkaları için de bir ruhsat bilmiş ve
uygulamıştır.
Bu meselede ulema da Hz. Aişe
gibi düşünmemiş, diğer Ümmühatu'l-Mü'minîn gibi hareket etmiştir.
Büyüklerin emzirilmesi süt kardeşliği te'sis etmez, nikahlanma haramlığı
getirmez.
3- Büyüğün kadını emmesi veya kadının büyük bir kimseyi
emzirmesinin nasıl olacağına gelince, İbnu Abdilber bunu: "Sütün sağıldıktan sonra içirilmesi" diye
açıklar. "Ulemadan hiçbiri kadının memesini erkeğe vermesini caiz
görmemiştir" der. Kadı İyaz:
"Sehle, sütünü sağmış, Salim
de bunu, Sehle'nin memesine dokunmadan içmiş olmalıdır... Çünkü memeye bakması
da, herhangi bir uzvuna değmesi de caiz
değildir" der. İbnu Sa'd'ın
Vakidî'den kaydettiği bir rivayete göre, "Sehle, sütünden bir kaba bir emişlik sağardı. Salim de onu
her gün içerdi. Bu beş gün devam etti. Bundan sonra Salim, Sehle'nin yanına
başı açık olduğu halde girerdi. Bu, Sehle için Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bir ruhsatı idi.
Zürkâni'nin bazı ulemadan kaydına göre, bu ruhsatla Hz. Aişe'den
başka hiçkimse amel edilebileceğini söylememiş, bilakis, selef ve halef uleması, büyüğün emzirilmesiyle
nikah haramının hasıl olmayacağı hususunda icma etmiştir. İhtilaf, görüldüğü
üzere, bidayete aittir, sonradan hilaf kalkmış, tam bir icma husule gelmiştir.[182]
ـ5679 ـ11ـ
وعن أُمُّ
سَلَمَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يُحَرِّمُ مِنَ
الرّضَاعِ
إَّ مَا
فَتَقَ
ا‘مْعَاءَ في
الثَّدْيِ،
وَكَانَ
قَبْلَ
الْفِطَامِ[.
أخرجه
الترمذي.
11. (5679)- Ümmü Seleme, (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Evlenmeyi haram kılan emme, çocuk memede iken, barsağı yoracak kadar olan emmedir. Bu da, sütten
kesmenin şer'î müddetinden önce olmalıdır." [Tirmizî, Rada 5, (1152).][183]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste
harama sebep olacak emmenin şartları
belirtilmektedir:
* Çocuk memede olmalıdır. Yani, Kur'an'ın belirlediği süt emme
müddeti içerisinde, Bu da doğumdan
itibaren iki yıldır. Ebu Hanife'nin altı aylık da ihtiyat payı koyarak bu
müddeti otuz ay olarak tesbit ettiğini daha önce
zikretmiştik.
* Miktar olarak,
yemeğin yerini tutabilecek, karındaki gıda mahallini yorabilecek
miktarda olmalıdır. Bazı alimlerimizce tek bir emmenin dahi bu manayı tahakkuk
ettireceğine hükmedildiğini daha önce belirtmiştik. Hanefîlere göre mideye inen
az miktardaki süt dahi haram getiren bir emme olur.[184]
ـ5680 ـ12ـ
وعن عُقْبَةُ
بْنُ
الْحَارِث
رَضِيَ اللّهُ
عَنه: ]أنَّهُ
تَزَوَّجَ
بِنْتاً ‘بِى
إهَابِ ابْنِ
عَزِيزٍ؛
فأتَتْهُ
امْرأةٌ فقَالَتْ:
إنِّى
أرْضَعْتُ
عُقْبَةَ
وَالّتِى
تَزَوَّجَ
بِهَا.
فَقَالَ لَهَا
عُقْبَةُ: مَا
أعْلَمُ
أنَّكِ
أرْضَعْتِنِي
وََ
أخْبَرْتِنِي،
فَرَكِبَ الى
رَسُولِ
اللّهِ #
بِالْمَدِينَةِ،
فقَالَ #:
كَيْفَ
وَقَدْ
قِيلَ؟
فَفَارَقَهَا
عُقْبَةُ وَنَكَحَتْ
زَوْجاً
غَيْرَهُ[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
12. (5680)- Ukbe İbnu'l-Haris (radıyallahu anh)'in anlattığına
göre, "Ukbe, Ebu İhab İbnu Aziz'in
kızı [Ümmü Yahya] ile evlenmişti. Kendisine [siyah] bir kadın gelerek:
"Ben Ukbe'yi ve onun evlendiği kızı emzirmiştim!" dedi.
Ukbe kadına:
"Ben senin onu (gerçekten) emzirdiğini bilmiyorum. Bana (daha
önce) söylemedin de!" dedi. [Ebu İhab ailesine gidip sordu. Onlar bilmediklerini söylediler. Ukbe
bunun üzerine] bineğine atlayarak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görmek
üzere Medine'ye gitti. Aleyhissalâtu vesselâm:
"(Süt kardeşi olduğunuz) söylendikten sonra nasıl beraberliğiniz devam eder? [Onu derhal
bırak!]" buyurdular. Ukbe hemen hanımından ayrıldı. Kadın da başka koca ile nikah yaptı." [Buharî, Şehadat
4, 13, 14, İlm 26, Büyu 3, Nikah 23; Tirmizî, Rada 4, (1151); Ebu Davud, Akdiye
18, (3603, 3604); Nesâî, Nikah 57, (6, 109).][185]
AÇIKLAMA:
Hadis burada, süt emme meselesinin sübutunda tek bir kadının
şehadetinin kâfi geldiğini göstermek maksadıyla kaydedilmiştir. Halbuki, normal
hallerde hadiseler iki erkek veya dört kadının şehadetiyle sübut bulur.
Sadedinde olduğumuz hadisin zahiri siyahî köle bile olsa, emme
meselesinde, tek kadının şehadetinin
yeterli olacağını gösterse de, mesele ulema arasında ihtilaflıdır.
* Bazıları bu hadisle amel ederek, tek kadının şehadetiyle emmenin
sübut bulacağına hükmetmiş ve böyle amel etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel, Evzai bu
görüştedir. Hz. Osman, İbnu Abbas, Zührî, Hasan Basrî İshak ve İbnu Cüreyc'in
de aynı görüşte oldukları rivayet
edilmiştir. Hz. Osman'ın siyahî bir kadının "emzirdim!" sözü
üzerine birçok kimseyi hanımlarından ayırdığı rivayet edilir. İbnu Şihab:
"Günümüzde bu meseleye Hz. Osman'ın kavli olarak sahip çıkılmaktadır" demiştir.
* ımam Şafi'i, bu meselede tek kadının şehadetinin caiz
olmayacağını söylemiştir.
* ıbnu Hacer, Cumhur'un: "Bu meselede süt emziren kadının
şehadeti yeterli değildir. çünkü bu, kendi fiiline yaptığı bir şehadettir"
diye hükmettiğini belirtir.
* Hz. Ömer, Mugire ibnu Şu'be, Ali ibnu Ebi Talib ve ıbnu Abbas'ın,
böyle bir şehadetle karı-kocayı ayormanın caiz olmayacağını söylediklerini Ebu
Ubeyd rivayet etmiştir. bazı selef büyükleri: Bu iddianın delille kabul edilip
icra edileceğini, aksi halde delilsiz iddia ile karı-kocayı ayırma kapısı
açıldığı takdirde, herhangi bir kadının dilediği taktirde, dilediği karı-kocayı
birbirinden ayırabileceğini söylemiş, tek kadının iddiasıyla süt emme
vak'asının sübut bulma prensibinin suistimal edilebileceğine dikkat çekmiştir.
* Şa'bi: "İç kadınla olursa bu iddia kabul edilir. Ancak
kadınlardan birinin ücret talebinde bulunmaması şartıyla" demiştir. mutlak
olarak "kabul edilmez" de denmiştir.
* "Böyle bir iddia mahremiyetin sübutunda kabul edilir,
kadına ücret sübutunda kabul edilmez" de denmiştir.
* İmam Malik: "Başka biriyle birlikte olursa kabul
edilir" demiştir.
* Ebu Hanife: "emme meselesinde, doğumu yakın hamilelerin
şehadeti kabul edilmez" demiştir.
* Vekî: "Emmeye hükmetmede tek kadının şehadeti yeterli
değildir. Böyle bir durumda erkek, (vacib olarak değil) ihtiyaten hanımından
ayrılır" demiştir.
Bu sonuncu yoruma karşı çıkan Şevkânî, hadisin zahirinin ihtiyata
yönelik bir emir olmadığını, bunu ihtiyata hamletmek için karine gerektiğini,
halbuki hadisin bazı vecihlerinde, bu hususta soran zatın (Ukbe' nin) sorusunu
dört sefer tekrar ettiği, her seferinde Resulullah'tan aynı cevabı aldığı,
hadisin bazı veçhinde ise, "bırak onu" dediğinin tasrih edildiğini,
dolayısıyla tek kadının şehadetiyle emmenin sübut bulması gerektiğini söyler.[186]
ـ5681 ـ13ـ
وعن ابنِ
عَبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما:
]أنَّهُ
سُئِلَ عَنْ
رَجُلٍ لَهُ
اِمْرَأتَانِ
أرْضَعَتْ
إحْدَاهُمَا
جَارِيَةَ،
وَا‘خْرَى
غَُماً،
أيَحِلُّ
لِلْغَُمِ
أنْ يَنْكِحَ
الْجَارِيَةَ؟
قَالَ: َ. ‘نَّ
اللِّقَاحَ وَاحِد[.
أخرجه مالك
والترمذي.»اللِّقَاحُ«
ماء الفحل .
13. (5681)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın anlattığına göre:
"Kendisine, iki hanımı olan bir adamdan sorulmuş, "Bu adamın
hanımlarından biri bir kızı, diğeri de bir oğlanı emzirmiştir. Acaba, bu kızla
oğlan birbirlerine helal olur mu?" denmiştir. İbnu Abbas:
"Hayır, çünkü erkeğin suyu birdir!" demiştir."
[Muvatta, Rada 5, (2, 602, 603); Tirmizî, Rada 2, (1149).][187]
AÇIKLAMA:
Emme meselesinde mevzubahis olan sadece kadının sütü değildir,
kocanın menisi de mevzubahistir. Hadiste bir olduğu belirtilen şey (likah)
erkeğin suyudur. Dolayısıyla aynı kocaya sahip iki kadından birinin bir kızı,
diğerinin bir oğlanı emzirmesi, bunlar arasındaki süt kardeşliğini önleyemiyor.
Kadınları hamile bırakan su bir olduğu müddetçe, kadınların emzirdikleri farklı
çocuklar süt kardeşi sayılmaktadırlar. İslam alimleri, kadınların emzirdiği
sütün asıl itibariyle erkeğin suyundan olduğunu belirtirler. Hadiste erkeğin suyu
olarak geçen likahın ilkah
manasında olma ihtimaline dikkat
çekilmiştir. İlkah "dölleme" demektir.[188]
ـ5682 ـ14ـ
وعن حَجَّاجُ
بْنُ
حَجَّاجٌ
عَنْ أبيهِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ مَا
يُذْهِبُ
عَنِّي
مَذَمَّةَ
الرَّضَاعِ؟
قَالَ:
غُرَّةُ
عَبْدٌ أوْ أمَةٌ[.
أخرجه أصحاب
السنن، وصححه
الترمذي.»وَمَذَمَّةَ
الرَّضَاعِ«
حقه وحرمته
التي يذم مضيعها
.
14. (5682)- Haccac İbnu Haccac, babası (radıyallahu anh)'tan anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resulü
dedim, benden emmenin üzerimde kalan hakkını giderecek olan şey (kefaret)
nedir?"
"Erkek veya kadın bir köle (azadı)dır!"
buyurdular." [Ebu Davud, Nikah 12, (2064); Tirmizî, Rada 6, (1153); Nesâî,
Nikah 56, (6, 108).][189]
AÇIKLAMA:
1- Mezemme, uyulmadığı takdirde zemmi, ayıplamayı gerektiren
şeyi ifade eder. Süt emmenin mezemmesi
deyince süt emme halinde emene terettüp eden borç kastedilmiş olmalıdır. Sanki,
Haccac: "Tam olarak ödemiş olmam için, üzerimdeki sütanne hakkını nasıl,
ne ile düşürebilirim?" diye sormuştur. Bu, bidayette pazarlıkla tesbit
edilen emzirme ücreti değildir. Bu
ücretten ayrı olarak verilen bir bahşiştir. Nitekim, sütten ayırma sırasında
sütanneye ziyade bir şeyler vermek âdet idi. Hadiste sanki, sütü emmiş olan
kimsenin, sütannesine minnettarlığının ifadesi olarak vereceği hediyeden sorulmaktadır. Resulullah köle
bağışından bahsederek, bunun yüksek tutulması gereğine dikkat çekmiştir.
2- Gurre, beyaz "köle" manasına geldiği gibi
"her şeyin en iyisi" manasına da gelmektedir.
Gurre, asıl itibariyle dilimizde, hayvanın alnındaki sakar
dediğimiz beyazlıktır. Buradan alınarak, herşeyin en değerlisi manasında
kullanılmıştır. Mesela "Bir kavmin en kıymetli ferdi efendisidir" denmiştir. Kişinin en
kıymetli malı, Araplar nezdinde, köle olduğu için köleye gurre denmiştir.[190]
İSTİDRAD:
Dinimizin süt kardeşliği meselesine verdiği ehemmiyetin ve buna bağlı olarak
vazettiği evlenme yasağı bahsinin birazcık anlaşılabilmesi için, çocuğun ilk
yıllarda aldığı gıdanın ehemmiyetiyle
ilgili bir bahsi, şu şekilde özetlemek
mümkündür: [191]
1) Gıda meselesi:
Bu devrenin bilassa uzvî gelişme safhası olduğunu söyleyenleri sünnette te'yid
eden bir durum, bu devrede çocuğun
alacağı gıda ile ilgili olarak
gösterilmesi gereken hassasiyetle ilgili talimattır. Sünnet, bariz bir şekilde
süt devresi içerisinde verilen gıdanın çocuğun karakterine tesir ettiğini ifade
etmektedir. Bu devre içerisinde aynı
anneden emme sonucu vukua gelen süt kardeşliğinin hurmette (haram
kılmada) veladet ve neseb yoluyla hasıl olan hakiki kan kardeşliğine eşit tutulması bu inancın
bir sonucudur. Bu hususta ifade kesindir:
"Süt kardeşliği doğum kardeşliğine
mebni bütün haramları haram kılar." Bu kardeşliği kılan emme miktarında
ihtilaf edilmişse de, cumhur çocuğun midesine inecek kadar emmeyi kâfi
görmüştür. Buhârî'den gelen bir rivayette "açlığı örtecek miktar"dır.
Bundan da maksad alınan sütün çocuğun
bünyesine dahil olmasıdır: "Çocuğun kemiğini kuvvetlendirip etini bitirmedikçe "rada" yoktur." İslam alimleri bu hadise
dayanarak 2 yaşına kadar alınan gıdanın et ve kemiğin yapısına girip, çocuktan
bir cüz teşkil ettiğini, büyüğün aldığı
gıdanın ise şariin koyduğu tahrime illet olan ba'ziyyete (çocuğun bir
kısmı, parçası olma) sebep olmadığını
söylemiştir."[192]
Süt devresi
içerisinde verilecek gıdanın çocukta husule getireceği tesire inancın bir başka
tezahürü, ihtiyaç anında aranacak süt
annesi hususundaki tavsiyede kendini göstermektedir. Rivayetler, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in, süt annesi olarak ahmak kadınların seçilmesini
yasakladığını ve "alınan sütle benzeme hasıl olur" dediğini,
"ehl-i emanet olmaları sebebiyle süt annesini Müzeyne kabilesinden
seçmelerini tavsiye ettiğini"
kaydetmektedir. Sünnetin bu husustaki
umumi kaidesi şudur: "Süt devresinde verilen süt, tabiat ve
karakteri değiştirir."
İslam
ulemasının bu umumi prensibi kendisine rehber edinip, hükmüyle amel etmede
titizlik göstererek süt annesinde tahir
bünyeli, temiz asıllı, akıllı, dindar ve
güzel ahlaklı olmak, helalden beslenmek gibi vasıflar aradıklarına şahit
olmaktayız. İttifakla hepsi de haramdan hasıl olacak sütte bereket ve hayrın olmadığını, bu çeşit sütle
beslenen çocuğun habis tinete sahip olacağını ifade ederler. Yukardaki hadisin
şerhinde Münavi ve Sehâvi'nin kaydettiklerine göre, eş-Şeyh Ebu Muhammed
el-Cüveynî merhum, bir gün evine girince, küçük çocuğun -ki istikbalin İmamu
Ebi'l-Meali'sidir- annesinden başka bir kadını emer bulur. Cüveynî hemen çocuğu
kapar, baş aşağı ederek karnını sıkar ve parmağını ağzına sokarak emdiği sütü
tamamen kusturur ve: "Çocuğun
mevti teshil edilse bile annesinden
başkasının sütünü emdirmek suretiyle karakteri ifsad edilmemelidir" der.
İmam büyüyünce, herhangi bir münazarada
diline bir tutukluk gelse, bunu,
o sütten midesinde baki kalan
bulaşığın tesirinden bilirdi.
İmam
Malik'ten, nasrani sütannesi tutulup tutulamayacağı sorulunca menfi olan
cevabını şu gerekçeye dayar: "Çünkü onlar şarap içerler, domuz eti yerler.
Ben, çocuğu bu yedikleri şeylerle
besleyeceklerinden korkarım..." Türkçe edeb ve terbiye kitaplarına da bu
prensip aynen girmiştir. Mesela İznikî şöyle der: "Ve dahi sütanaya çocuğu
verirse, bir saliha ve akile ve aslı pak
ve ırkı tahire ve huyu güzel ve mûtia avretten emzire. Zira çocuğa huyu
tesir eder. Hadiste varid oldu ki "evlad süte göredir." Harpûtî Ömer
Nâimî ise: "Humkanın (ahmak kadının)
sütü zarar verir. Gafletle
emzirdi isen kustur" der. Gazâlî de haramla beslenen kadından hasıl olan
sütle beslenen çocuğun, ilerde habis şeylere meyledeceğini söyler.[193]
2- Gıyle: Henüz süt devresinde olan çocuğun fizikî gelişmesiyle ilgili
olarak sünnette gelen ve bir kısım adab
kitaplarına dahi girmiş olan bir husus da gıyel (veya gayle) meselesidir. Gıyle,
zevcin, çocuk emziren zevcesi ile cima yapmasına dendiği gibi, hamile kadının
çocuğunu emzirmesine de gıyle denmektedir. Bu durumda annesini emen çocuğa
mugil, çocuğun emdiği süte de gayl denir. Bu süt, hastalık iras ettiği için
Araplar gıyleyi kerih addederlerdi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir
kısım hadislerde gıyleden nehyeder. "Gıyle yapmak suretiyle çocuklarınızı
gizlice öldürmeyin. Zira, nefsimi kudret elinde tutan Allah'a kasem ederim ki
gayl (çocuğun emdiği süt), atlıya (atının
sırtında) ulaşır ve onu atından aşağı atar." Şarihler bu yasağın, kadının hamile kalma ihtimaline
binaen konduğunu belirtirler. "Zira derler, çocuk emziren kadın, hamile
kaldığı takdirde, sütün kimyevî yapısı
bozulup, çocuk için zararlı bir hal alacağından, bu, onun zayıflamasına sebep
olacaktır. Çocuk büyüyüp ata binince onu koşturduğu zaman, bu zehirli sütün tevlid ettiği zayıflık, birden tesirini
göstererek, attan düşürüp ölmesine sebep olur. Bu ise bir nevi görülüp hissedilmeyen
katle benzemektedir."
Ancak şunu hemen belirtelim ki bu yasak mutlak olmadığı gibi, tahrim de ifade
etmemektedir. Zira diğer bir kısım hadisler gıyleye ruhsat vermektedir:
"Gıyleden nehyetmek istemiştim, sonra hatırladım ki İranlılarla Bizanslılar bunu yapmaktalar
ve çocuklarına da bir zarar olmamaktadır." Münavi, az önce zikrettiğimiz
gıyleden men eden hadisle bu hadis arasında bir münafaat olmadığını
İbnu'l-Kayyim'den naklen kaydeder. "Çünkü der, o hadiste çocuğu zayıflatıp
öldüren şeyi terk hususunda irşad ve meşveret mevcuttur, tahrim yoktur. Bundan
nehyetmiyor da, Çünkü bu durum her çocuk için vaki olan müstemir ve muttarıd bir hal değildir, bazı çocuklar için
sözkonusudur."
Hülasa gıyle kesin olarak yasaklanmamış, hatta Arapların bu
husustaki aşırı kerahetlerini tahrif için ruhsat bile verilmiş olsa da, yine de
ortada bir kerahet gözükmektedir. Nitekim Ebu Davud'un İbnu Mes'ud'dan bir
tahricinde de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in (hadd-i tahrime
ulaşmaksızın) kerih addettiği on şeyin onuncusu olarak da فساد
الصبي zikredilmektedir ki,
bundan da maksadın çocuk emziren kadınla cima olduğu belirtilmektedir. Bu
keraheti te'yid eden diğer bir delil de Hz. Peygamber'in Ümmü Seleme ile olan
tezevvücü sırasındaki tutumudur. Eski kocasından yeni doğum yapan Ümmü Seleme
ile evlenen Hz. Peygamber, Ümmü Seleme'yi çocuğuna (Zeyneb) süt verir gördükçe
gerdeğe girmez. Durumu anlayan Ammar İbnu Yasir (ki Ümmü Seleme'nin süt
kardeşidir), Zeyneb'i alır götürür. Ancak bundan sonra Hz. Peygamber Ümmü
Seleme ile gerdek yapar.
Dehlevî de sözkonusu hadise dayanarak, gıylenin hadd-i tahrime ulaşmaksızın kerahetine hükmeder.
İznikî de "veledi meme emer iken cima etmek velede zarardır" der.
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Hadiste kesin bir yasaktan çok,
kerahet ifade eden bir nehiy mevcuttur.
Şarihler de nehye illet olan fesadın muttarıd olmayıp, kısmî olduğunu beyan
etmişlerdir. Ayrıca gıyle hem cimayı hem de hamile kadının çocuğunu emzirmeyi
ifade etmektedir. Şu halde çocuğunu emziren kadın, bu durumda hamile kalacak
olursa çocuğunu sütten kesmek veya bir süt annesine vermek suretiyle nehy ve
kerahete illet olan sebebi ortadan
kaldırmış olur. Günümüz tıbbı, "gebelikte meydana gelen fizyolojik ve
diğer değişmeler" sonucu hem
ceninin, hem annenin, hem de anneyi emmekte olan bebeğin zarar göreceğini kabul
eder.
[194]
MÜEBBED HARAM GEREKTİRMEYEN
DURUMLAR
ـ5683 ـ1ـ عن
ابنِ عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]كَرِهَ
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
يُجْمَعَ بَيْنَ
الْعَمَّةِ
وَالْخَالَةِ
وَبَيْنَ الْخَالَتَيْنِ
وَالعَمَّتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي.ولفظه
»نَهى أنْ
تُزَوَّجَ
الْمَرْأةُ عَلى
عَمَّتِهَا
أوْ
خَالَتِهَا« .
1. (5683)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hala ile teyzenin veya hala ile halanın aynı adamın
nikahında birleştirilmesini mekruh addetti."
[Ebu Davud, Nikah 13, (2067); Tirmizî, Nikah 30, (1125).]
Bir rivayette: "(Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)) kadının
halası veya teyzesi üzerine nikahlanmasını yasakladı" denmiştir.[195]
ـ5684 ـ2ـ
وعن الشّعبِى
قال:
]سَمِعْتُ
جَابِراً رَضِيَ
اللّهُ عَنه
يَقُولُ: نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
تُنْكَحَ
الْمَرْأةُ
عَلى
عَمَّتِهَا
أوْ خَالَتِهَا[.
أخرجه
البخاري
والنسائي .
2. (5684)- Şa'bi anlatıyor: "Hz. Cabir (radıyallahu anh)'i
dinledim, "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının halası veya teyzesi
üzerine nikahlanmasını yasakladı" demişti." [Buharî, Nikah 27; Nesaî,
Nikah 48, (6, 98).][196]
ـ5685 ـ3ـ
وَلِلسِّتَّةِ
عن أبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال:
]نَهى رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
تُنْكَحَ
الْمَرْأةُ
عَلى
عَمَّتِهَا،
وَالْمَرْأةُ
عَلى
خَالتِهَا.
فَتَرَى خَالَةَ
أبِيهَا
بِتِلْكَ
الْمَنْزِلَةِ[
.
3. (5685)- Altı kitapta da Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'den şu hadis
kaydedilmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının halası
üzerine, kadının teyzesi üzerine
nikahlanmasını yasakladı."
Ravi devamla dedi ki: "Biz,
kadının babasının teyzesini de aynı makamda görürüz." [Buharî,
Nikah 27; Müslim, Nikah 37, (1408); Muvatta, Nikah 20, (2, 532); Ebu Davud,
Nikah 13, (2065, 2066); Tirmizî, Nikah 30, (1126); Nesâî, Nikah 47-48. (6,
96-98).][197]
ـ5686 ـ4ـ
وعن الضَّحَّاك
بْنُ
فِيرُوزْ عن
أبيه قال:
]قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنِّى
أسْلَمْتُ
وَتَحْتِى
أُخْتَانِ؟
قَالَ: طَلِّق
أيَّتَهُمَا
شِئْتَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
4. (5686)- Dahhak İbnu Fîruz babasından naklen diyor ki: "Ey
Allah'ın Resulü, dedim. Ben Müslüman
olduğum zaman nikahımda iki kızkardeş vardı (ne yapalım?)"
"Onlardan dilediğin birini boşa!" emrettiler." [Ebu
Davud, Talak 25, (2245); Tirmizî, Nikah 34, (1129).][198]
ـ5687 ـ5ـ
وعن قَبيصَةُ
بنُ ذُؤَيْبٍ
قال: ]سَألَ رَجُلٌ
عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
عَنْ
أُخْتَيْنِ
مَمْلُوكَتَيْنِ؛
هَلْ يُجْمَعُ
بَيْنَهُمَا؟
قَالَ:
أحَلَّتْهُمَا
آيَةُ،
وحَرَّمَتْهُمَا
آيَةٌ؛
وَأمَّا أنَا
فََ أُحِبُّ
أنْ أصْنَعَ
ذلِكَ.
فَخَرَجَ مِنْ
عِنْدِهِ،
فَلَقِىَ
رَجًُ مِنْ
أصْحَابِ
رَسُولِ
اللّهِ #
فَسَألَهُ
عَنْ ذلِكَ. فقَالَ:
أمَّا أنَا
فَلَوْ كَانَ
لِي مِنَ
ا‘مْرِ شَىْءٌ
لَمْ أجِدْ
أحَداً
فَعَلَ ذلِكَ
إَّ جَعَلْتُهُ
نَكَاً.
قََالَ ابْنُ
شِهَابٍ
رَحِمَهُ اللّهُ:
أُرَاهُ
عَلِيّ بْنَ
أبِي طَالِبٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه.
قَالَ
مَالِكٍ:
وَبَلَغَنِي
عَنِ
الزُّبَيْرِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه مِثْلُ
ذلِكَ[. أخرجه
مالك.اŒية
التي أحلتهما
هى: وما ملكت
أيمانكم؛
واŒية التي
حرمتها: وأن
تجمعوا بين
ا‘ختين.»النِّكَال«
العقوبة
والشهرة والهوان؛
والجمع بين
ا‘ختين بالملك
حرام.
5. (5687)- Kabîsa İbnu Züeyb anlatıyor: "Hz. Osman (radıyallahu
anh)'a bir adam: "Köle olan iki kızkardeş, bir kişinin nikahı altında
birleştirilebilir mi?" diye sordu.
Hz. Osman:
"Onların bu şekilde nikahlanmasını bir ayet helal, bir ayet
de haram kıldı. Ben ise, böyle bir şeyi yapmayı sevmem!" dedi. Adam Hz.
Osman'ın yanından çıktı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından bir
kimseye rastladı. Bu meseleyi ona da sordu. O da:
"Bana gelince, yetki benim elimde olsa, bunu yapan birini
bulduğum takdirde ona mutlaka ibaretamiz bir ceza veririm!" dedi.
İbnu Şihab rahimehullah: "Bu cevabı veren zatın Ali İbnu Ebi
Talib (radıyallahu anh) olduğunu zannediyorum" dedi. İmam Malik:
"Böyle bir sözü Zübeyr (radıyallahu anh)'in söylediği bana ulaştı"
demiştir." [Muvatta, Nikah 34, (6, 538-539).][199]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen beş hadisin beşi de esas itibariyle
aynı meseleye temas etmektedir: Bir erkeğin, aralarında yakın akrabalık bulunan
iki kadını aynı anda nikahlamasının yasaklanmış olması; iki kız kardeş, teyzeyeğen, halayeğen gibi... Şu
halde bir kadının halası veya teyzesi ile
nikahlı olan bir erkek, bu kadın(lar) sağ olduğu müddetçe, onların
kardeş çocuklarıyla yani yeğenleriyle evlenemez. Böyle bir nikah haramdır,
kesinlikle yasaklanmıştır. Bu yasak hususunda ulema icma etmiştir. Sadece bir
grup harici buna karşı çıkmış ise de ulemanın icması karşısında itibar edilmez.
Keza, nikahı altında bulunan kadın sağ olduğu müddetçe onun halası veya teyzesi
ile de nikah yapamaz. Bu yasaklık ebedî bir haramı ifade etmez. Kadın ölür veya
boşanırsa erkek önceki hanımının kızkardeşi veya halası veya teyzesi veya yeğeni olan bir başka kadınla
evlenebilir.
2- Kişi Müslüman olmazdan önce bu yasağa giren iki kadınla
evlenmiş ise, Müslüman olunca bu kadınlardan birini boşamak zorundadır,
dilediğini boşamakta serbesttir. Şafii, Malik ve Ahmed İbnu Hanbel,
"Bunlardan dilediğini seçer" derken, Ebu Hanife "hangisiyle önce
evlendiyse onu seçer" demiştir.
3- 5685 numaralı rivayette ilave edildiği üzere, alimler kıyas yoluyla kadının babasının halası ile
teyzesinin dahi kendi halası ve teyzesi hükmünde olması sebebiyle onların da
aynı nikah altında birleştirilemeyeceğine hükmetmişlerdir.
Bu zikedilen yasak, akraba kadınların birarada olmaları halinde
birbirlerine karşı korumaları gereken sıla-i rahm kopacağı içindir. Zira
kumalar arasında sılanın kopmasını önlemek mümkün değildir. Hatta İbnu Hibban'ın
kaydettiği bir hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir kadının halası
veya teyzesi üzerine kocaya varmasını yasakladıktan sonra "Siz bunu
yaparsanız aradaki sıla-i rahmi koparırsınız" buyurarak, yasağın sebebini de açıklamıştır.
4- Normalde iki kızkardeş, bir nikah altında birleştirilemez.
Ancak 5687 numaralı hadiste bunların hür değil de cariye olmaları halinde
birleştirilip birleştirilemeyeceği mevzubahis
edilmektedir. Hz. Osman, bunu bir ayetin helal kıldığını söylemektedir. Bazı şarihler, bu ayetin Nisa
suresinin 24. ayeti olduğunu belirtirler. (Mealen): "Harp esiri olarak
sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınları nikah etmek de size haram kılındı..."
Ayet âmm olduğu için, kardeş de olsalar cariyeler bu ifadeye dahil edilirler
denmiştir. Bunu haram kılan ayetle de yine Nisa suresinin 23. ayetinin
kastedildiği belirtilmiştir. (Mealen): "... ve iki kızkardeşi birden
nikahınız altına almanız da size haram kılındı."
Hz. Osman bu ihtilafı belirttikten sonra tercihini açıklar:
"Ben bunu yapmayı sevmem." Yani "iki kardeş olan cariyeleri aynı nikah altında toplama işini yapmam"
demek ister. Buna, delillerdeki ihtilaf sebebiyle ihtiyat için hükmetmiş
olabileceği gibi, yasağı mübaha bir vecibe olarak takdim etmiş de olabilir.
Ancak soru sahibi, tatminkâr, kesin bir cevap alamayınca, Ashab'tan bir
başkasına daha aynı şeyi sorma ihtiyacı duymuş, bu sefer daha net cevap almıştır: "Yetki benim
elimde olsa, sonra bunu yapanı görsem, başkalarına ibret olacak bir ceza
verirdim." Bu ceza had cezası değildir. Çünkü müteevvil, zani sayılmaz, bu
hususta icma edilmiştir.
Burada ismi açıklanmayan sahabi zatın Hz. Ali olduğu tahmin
edilmiştir. İbnu Abdilberr'e göre ravi
Kabîsa, Hz. Ali'yi ismen zikretmekten kaçınmıştır. Çünkü halife Abdülmelik İbnu
Mervan'la sohbeti mevcuttur. O sıralarda Emevî hanedanı Hz. Ali (radıyallahu
anh)'nin isminin zikrini istiskal etmekte, hele Hz. Osman'a muhalefet eden
hususlarda hiç tahammül gösterememekte idi.[200]
ـ5688 ـ6ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت:
]طَلَّقَ
رَجُلٌ
اِمْرَأتَهُ
ثَثاً،
فَتَزَوَّجَهَا
رَجُلٌ ثُمَّ
طَلَّقَهَا
قَبْلَ
الْمَسِيسِ. فَسُئِلَ
النَّبِيُّ #
مَنْ ذلِكَ.
فقَالَ: َ. حَتّى
يَذُوقَ
اŒخَرُ
عُسَيْلَتَهَا
مَا ذَاقَ
ا‘وَّلُ[.
أخرجه الستة .
»العُسيلةُ«
كناية عن
الجماع،
وأنثه ‘نّ من
العرب من يؤنث
العسل .
6. (5688)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir adam
hanımını üç talakla boşadı. Kadınla bir
başka adam evlendi, ancak bu adam da kadını temasdan önce boşadı. (Kadın tekrar
önceki kocasına dönmek istemişti.) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu
hususta soruldu.
"Hayır! İkincisi kadının balcığından tatmadıkça önceki tadamaz!" buyurdular." [Buharî, Libas 6, Şehadat
3, Talak 4, 7, 37, Edeb 68; Müslim,
Nikah 115, (1433); Muvatta, Nikah 18, (2, 531); Ebu Davud, Talak 49, (2309);
Tirmizî, Nikah 26, (1118); Nesâî, Talak 9, 10, (6, 146, 147).][201]
AÇIKLAMA:
Farklı vecihleriyle gelmiş bulunan bu rivayet diğer bazı
tariklerinde teferruatlıdır. Buna göre, Rifâa el-Kurazî hanımını boşar. Hanımı
bir başka erkekle (Abdurrahman İbnu'z-Zübeyr ile) evlenir. Ancak bu ikinci
kocanın cinsî yönden bir kısım eksiklikleri vardır. Öyle ki, koca kadınla bir kerecik dahi olsa cinsî
temasta bulunamaz. Bu durum karşısında kadın eski kocasına dönmek arzusuyla
Resulullah'a gelip durumu bütün açıklığı ile izah eder. Başkalarının huzurunda
yapılan bu müracaatta, meselenin açık
tabirlerle anlatılması dinleyenlerden bazılarını rahatsız eder. Hatta,
Resulullah'ın huzurunda cinsî meselelerin bu derece açıklıkla konuşulmasını
bazıları bir hayasızlık telakki ederler. Ancak Aleyhissalâtu vesselâm kadının
konuşmalarını tebessümle karşılar ve sonuna kadar dinler. Kadın neticeyi:
"Önceki kocam helal olur mu?" diye
noktalayınca, Efendimiz: "Sen önceki kocana, diğeri balcığından
tatmadıkça, sen de onun balcığından tutmadıkça helal olmazsın!" buyurarak,
mühim bir meselenin hükmünü beyan eder.
Yani boşanan eşlerin tekrar evlenebilmeleri İslam'da mümkündür.
Ancak kadının bir başka erkekle evlenmiş olması ve bu evliliğin akit safhasında
kalmayıp, fiilen duhul ve temasın vaki
olması gerekmektedir. Sadedinde olduğumuz hâdisede ikinci koca hanımıyla temasta bulunamadığı için, evliliği akid
safhasında kalmış olmakta, bu sebeple hanım eski kocasına dönememektedir.
Hemen belirtelim ki, böyle bir durumda, kadının eski kocasına
dönmesini sağlamak maksadıyla kısa bir müddet için kadın nikahlamaya hulle
denmektedir. Dinimiz bunu haram kılmıştır. Çünkü nikah müebbeten yapılır. Kısa
vadeli mut'a nikahı bi'l icma haramdır.
Resulullah hulle yapana da yaptırana da Allah'ın lanetini
dilemiştir. Hulle, müessesenin suistimal edilmesi, yıpratılmasıdır. Bu sebeple,
hulle yapanlar lanete müstehaktırlar. Buna caiz diyen de olmuştur.
2- Üseyle, "asıl" kelimesinin ism-i tasgiridir, balcık demektir. Cinsî temasın
lezzeti bununla kinaye edilmiştir. Hz. Aişe'den gelen bazı rivayetlerde bundan
cima kastedildiği açıklanmıştır.[202]
ـ5689 ـ7ـ
وعن
الزُّبَيْرِ
بنِ عبدُ
الرَّحمن بن الزُّبَيْرِ
الْقُرْظِى:
]أنَّ
رفَاعَةَ بْنَ
سَمَوالٍ
طَلَّقَ
امْرَأتَهُ
ثَثاً في عَهْدِ
رَسُولِ
اللّهِ #
فَنَكَحَتْ
بَعْدَهُ
عَبْدَالرَّحْمنِ
بْنَ
الزُّبَيْرِ
فَاعْتَرَضَ
عَنْهَا فَلَمْ
يَسْتَطِعْ
أنْ
يَمَسَّهَا،
فَفَارَقَهَا.
فَأرَادَ
رَفَاعَةُ
أنْ
يَنْكِحَهَا،
وَهُوَ
زَوْجُهَا
ا‘وَّلُ
فَذَكَرَ
ذلِكَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #،
فَنَهَاهُ
عَنْ تَزْوِيجِهَا،
وَقَالَ: َ
تَحِلُّ لَكَ
حَتّى
تَذُوقَ
الْعُسَيْلَةَ[.
أخرجه مالك .
7. (5689)- Zübeyr İbnu Abdirrahman İbnü'z-Zübeyr el-Kurazî anlatıyor:
"Rifâa İbnu Simval, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, hanımını üç talakla boşadı. Ondan sonra kadın
Abdurrahman İbnu'z-Zübeyr'le evlendi. Abdurrahman, kadına temasa muktedir olmadığı için, ondan yüz çevirdi ve
ayrıldılar. Kadını boşamış olan eski kocası Rifaa kadınla yeniden nikahlanmak istedi. Arzusunu Resulullah'a
açtı. Aleyhissalâtu vesselâm Rifâa'ya onunla evlenmesini yasakladı. "Kadın
balcığı tadıncaya kadar, sana helal
olmaz!" buyurdu." [Muvatta, Nikah 17, (2, 531).][203]
ـ5690 ـ8ـ
وعن زَيْدِ
بْنُ ثَابتٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّهُ كَانَ
يَقُولُ في
الرَّجُلِ يُطَلِّقُ
ا‘مَةَ ثَثاً
ثُمَّ
يَشْتَرِيهَا،
إنَّهَا َ
تَحِلُّ لَهُ
حَتّى
تَنْكِحَ
زَوْجاً غَيْرَهُ[.
أخرجه مالك .
8. (5690)- Zeyd İbnu Sabit (radıyallahu anh)'in anlattığına göre,
"kendisi bir cariyeyi üç kere boşayıp sonra satın alan bir adam hakkında
"Bu cariye, bir başka kocaya varmadıkça ona helal olmaz"
diyordu." [Muvatta, Nikah 30, (2, 537).][204]
ـ5691 ـ9ـ
وعن ابنِ
مُحَمّد بْنِ
اِيَاسٍ:
]أنَّ ابْنَ
عَبّاسٍ
وَأبَا
هُرَيْرَةَ
وَابْنَ
الْعَاصِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنهُمْ
سُئِلُوا
عَنِ
الْبِكْرِ
يُطَلِّقُهَا
زَوْجُهَا
ثَثاً قَبْلَ
الدُّخُولِ.
فَكُلُّهُمْ
قَالَ: َ
تَحِلُّ لَهُ
حَتّى
تَنْكِحَ
زَوْجاً غَيْرَهُ[.
أخرجه مالك .
9. (5691)- İbnu Muhammed İbni İlyas anlatıyor: "İbnu Abbas, Ebu
Hureyre ve İbnu'l-As (radıyallahu anhümâ)'dan kocası tarafından duhülden
(temastan) önce üç talakla boşanan bakire kız (bu ilk kocası ile yeniden nikah
yapmak istese nasıl olur? diye) soruldu. Hepsi de:
"Bir başka zevce ile evlenmedikçe eskisine helal olmaz!"
dediler." [Muvatta, Talak 37, (2, 570).][205]
ـ5692 ـ10ـ
وعن عَليٌّ
وَجابرٍ
وابنَ مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهُمْ
قَالوا:
]لَعَنَ رَسُولُ
اللّهِ #
اَلْمُحَلِّلَ
وَالْمُحَلَّلَ
لَهُ[. أخرجه
أصحاب السنن،
وصححه الترمذي
عن ابن مسعود .
10. (5692)- Hz. Ali, Hz. Cabir ve Hz. İbnu Mes'ud (radıyallahu anhüm),
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "hulle yapana da hulle yaptırana da
lanet ettiğini" anlattılar. [Tirmizî, Nikah 27, (1119, 1120); Ebu Davud,
Nikah 16, (2076, 2077); Nesâî, Talak 13, (6, 149).][206]
AÇIKLAMA:
1- Geçen hadislerin hemen hepsi, boşanan eşlerin, tekrar
evlenmek istedikleri takdirde bunun İslamî adabını beyan etmektedir. Boşananlar
tekrar evlenebilirler, ancak bu evlilikten önce, kadın bir başka kocaya gitmiş
ve ondan da boşanmış olmalıdır. Bu evlenip boşanma olmadığı takdirde kadın eski
kocasına helal değildir. Böyle bir müeyyide olmadığı takdirde boşanma
hadisesinin ciddiyet ve manası ortadan kalkar, aklına esen hanımını boşar,
tekrar döner. Fakat dinimizin koyduğu bu müeyyide, boşanma işini oyuncak ve
eğlence olmaktan kurtarır. Kişiyi, ağzından çıkacak sözü tartmaya; hisle, öfkeyle değil, akılla,
muhakeme ile, önünü arkasını düşünerek
boşanma kararı vermeye zorlar.
2- Muhallil, tahlil (helal kılma)dan ism-i faildir.
"Boşanan kadını kocasına helal kılan" manasına gelir. Bu manada
muhill kelimesi de kullanılır. Muhallel aynı kökten ismi mef'ul olup
"boşanan karısı kendisine helal kılınan" demektir. Şu halde muhallil,
boşanmış olan bir kadınla evlenen kimsedir. Ancak bir kadınla ikinci sefer
evlilik yapan herkese muhallil denmez. Eğer bu evliliği, kadını hemen boşayarak
eski kocasıyla evlenmesini meşru hale getirmek kasdıyla yapmışsa ona muhallil
denir. Muhallel leh de kadının eski kocasına denir, el-Kâdi der ki:
...Resulullah ikisini de lanetlemektedir. Çünkü bu muamelede mürüvvet ayaklar
altına atılmış olmakta, hamiyyet azlığı, izzet-i nefsin yokluğu veya düşüklüğü
ilan edilmiş olmaktadır. Bu davranışın muhallel leh hakkında ne kadar adice ve
haysiyet kırıcı olduğu açıktır. Muhallil hakkında da, bir başkasının menfaati
için cimaya tevessül etmekle nefsine yükleyeceği ayıp, öbürünün tezellülünden
geri olmasa gerektir. Çünkü, kadına, onu başkasının vatyine arzetmek
maksadıyla vatyde bulunmuş olmaktadır.
Bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm böylelerini emanet alınan tekeye
benzetmiştir."
Alimler, bu hadisi esas alarak, "evlenince boş olmak"
kaydıyla veya "boşamak şartıyla" yapılan nikahların batıl olacağına hükmetmiştir. Hatta, İbnu Ömer'den gelen bir
rivayette "Biz Resulullah zamanında
bu çeşit muameleleri zina sayardık"
buyrulmuştur.
* Sübülü’s-Selam'da: "Bu hadis, tahlilin (hulle yapmanın)
haram olduğuna delildir. Çünkü lanet ancak haram edileni işleyen hakkında
kullanılır. Her haram edilen şey,
yasaklanmıştır. Yasaklama akdin fasid
olmasını ve laneti iktiza eder. Bu fail için de olsa, hükme illet teşkil etmesi sahih olan bir vasfa bağlı
kılınmıştır. Tahlilde yer verilen bazı suretler zikredilmiştir.
* Akidde muhallil: "Ben kadını helal kılınca artık
(benimle) nikah yoktur" der. Bu şekil, mut'a nikahı gibidir, çünkü nikah
müddetini sınırlamıştır.
* Muhallil akid de: "Kadını helal kıldım mı boşadım
demektir" der.
* Bunları söylemez ama, akid yaparken kadını helal kılmak
niyetiyle temasta bulunacağına, asıl kasdının daimî bir nikah yapmak olmadığına
niyet eder.
Lanetin zahiri bütün bu akid çeşitlerine şamildir. Akdin bütün bu
çeşitleri de fasiddir."
3- Bu mesele ile ilgili olarak şunu da kaydedelim: Hanefîler,
tahlile fetva vermiştir. Bunun haram bir akid olmadığı söylenmiştir. Bu
meselede Hanefîlere yapılan ta'riz, fetvalarını sahih bir rivayete
dayandıramamalarında düğümlenir. Meselenin teferruatına girmeyeceğiz.[207]
ـ5693 ـ11ـ
وعن
الْمِسْوَرِ
بْنِ مَخرمَة
رَضِيَ اللّهُ
عَنهما قال:
]خَطَبَ
عَلِيٌّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه بِنْتَ
أبي جَهْلٍ
وَعِنْدَهُ
فَاطَمَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها.
فَسَمِعَتْ
بذلِكَ
فَأتَتِ
النَّبيَّ #.
فَقَالَتْ:
يَزْعُمُ
قَوْمُكَ
أنَّكَ َ
تَغْضَبُ
لِبَنَاتِكَ،
وهذَا
عَلِيٌّ
نَاكِحٌ
اِبْنَةَ
أبِي جَهْلٍ.
فقَامَ
النَّبِيُّ #
فَتَشَهَّدَ
وَقالَ: أمَّا
بَعْدُ
فإنِّي
أنْكَحْتُ
أبَا الْعَاصِ
بْنَ
الرَّبِيعِ
فَحَدَّثَنِي
وَصَدَقَنِي،
وَإنَّ
فَاطِمَةَ
بِضْعَةٌ
مَنِّي،
يَرِيبُنِي
مَا
يُرِيبُهَا،
واللّهِ َ يَجْتَمِعُ
بِنْتُ
رَسُولِ
اللّهِ #
وَبِنْتُ
عَدُوِّ
اللّهِ
أبَداً قَالَ:
فَتَرَكَ
عَلِيٌّ
الْخِطْبَةَ[
.
11. (5693)- Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Hz. Ali (radıyallahu anh) nikahı altında Fatıma (radıyallahu anhâ) olduğu halde Ebu Cehl'in
kızına talib oldu. Bunu işiten Hz. Fatıma, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek:
"Kavmin, kızları için senin hiç gadablanmayacağını
zannediyor. İşte Ali, Ebu Cehl'in kızıyla evlenecek!" dedi. Bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm kalktı [minbere çıktı] şehadet getirdi ve şu hitabede bulundu:
"Emma ba'd! Ben Ebu'l-As İbnu'r-Rebî'e (kızımı) nikahladım.
Bana konuştu ve doğruyu söyledi [vadetti ve vaadini tuttu. Şurası muhakkak ki
ben helal olanı haram kılmıyorum, haramı da helal kılmıyorum]. Fatıma benden bir
parçadır. Onu üzen beni de üzer. Allah'a yemin olsun Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kızı Allah düşmanının kızıyla ebediyyen biraraya gelmeyecektir!
"Ravi der ki: "Ali istemekten vazgeçti."[208]
ـ5694 ـ12ـ
وفي أخرى قال:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # يَقُولُ
وَهُوَ عَلى
الْمِنْبَرِ:
أنَّ بَنِي هِشَامِ
بْنِ
الْمُغِيرَةِ
اسْتأذَنُونِي
فِي أنْ
يُنْكِحُوا
ابْنَتَهُمْ
عَليَّ بْنَ
أبِي طَالِبٍ
فََ اذَنُ،
ثُمَّ َ آذَنُ
ثُمَّ َ آذَنُ
إَّ أنْ
يُرِيدَ
ابْنُ أبِي
طَالِبٍ أنْ
يُطَلِّقَ
ابْنَتِي
وَيَنْكِحَ
ابْنَتَهُمْ،
فإنَّمَا
هِيَ
بِضْعَةٌ
مِنِّي،
يَرِيبُنِي
مَا
يُرِيبُهَا
وَيُؤْذِينِي
مَا آذَاهَا[.
أخرجه الخمسة
إ
النسائي.»البَضْعةُ«
القطعة من
اللحم.و»يُريبُني«
بفتح أوّله:
أي يسوؤني
ماساءها .
12. (5694)- Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın minberde şöyle söylediğini işittim:
"Benî Hişam İbnu'l-Mugire ailesi, kızlarını Ali İbnu Ebi
Talib'le evlendirmek için benden izin istiyor. Ben izin vermedim, vermiyorum ve
vermeyeceğim! Ancak, Ebu Talib'in oğlu kızımı boşayıp, kızlarını almak isterse
o başka! Şunu iyi bilin, Fatıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer, ona
eziyet olan bana da eziyet olur." [Buhârî, Fezailu'l-Ashab 16, 12, 29,
Cum'a 29, Humus 5, Nikah 109, Talak 13; Müslim, Fezailu's-Sahabe 96, (2449);
Ebu Davud, Nikah 13, (2071); Tirmizî, Menakıb, (3866).][209]
AÇIKLAMA:
1- Hakim'in rivayetine göre Hz. Ali (radıyallahu anh), Ebu
Cehl'in kızı [Cüveyre -veya Avra veya Cemileyi] kızın amcası el-Haris İbnu Hişam'dan ister. Bu
sırada Resulullah'la da bu hususta
istişare eder. Aleyhissalâtu vesselâm: "Bana kızın hasebinden mi
soruyorsun?" der. Hz. Ali: "Hayır! Ancak onu tavsiye ediyor musun, (
öğrenmek istiyorum)" der. Resulullah:
"Hayır! Fatıma benden bir parçadır. Bu işin onu hüzne boğup
üzeceğine inanıyorum!" buyurur. Hz. Ali (radıyallahu anh):
"Ben sizin hoşlanmayacağınız bir şey yapmam!" der ve o
meseleyi kapar.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kızı Fatıma'ya karşı duyduğu
şefkat sebebiyle ona eziyet verecek bir evlenmeye müsaade etmemiş, "Onu
üzen şey beni de üzecektir" demiştir.
2- Resulullah'ın takdirle bahsettiği Ebu'l-As İbnu Rebi
(radıyallahu anh), Aleyhissalâtu vesselâm'ın bir diğer damadı, büyük kızı
Zeyneb'in kocasıdır. Mekke'de iken evlendirmişti. Ahlakı mükemmel, sözünde
duran, dürst ve mert bir kimse idi. Kureyş, Zeyneb (radıyallahu anhâ) ile
evlenmesine karşı çıkmış ise de, bu onları dinlememişti. Bedir'de Müslümanlara
esir düştü. Hz. Zeyneb kocasını esaretten kurtarmak üzere, annesi Hz. Hatice
(radıyallahu anhâ)'nin düğün hediyesi olarak verdiği gerdanlığı göndermişti.
Resulullah bunu görünce tanıdı ve Hz. Hatice'yi hatırlayarak duygulandı.
Resulullah'ın talebi üzerine gerdanlık iade edildi. Ebu'l-As'ı da serbest
bıraktılar. Ebu'l-As serbest bırakıldıktan bir müddet sonra Müslüman olmuştur.[210]
ـ5695 ـ13ـ
وعن ابنِ
شِهَابٍ:
]أنَّ عَبْدَ
اللّهِ بْنَ
عَامِرٍ
أهْدَى
لِعُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهُمَا
جَارِيَةً
اِشْتَرَاهَا
بِالْبَصْرَةِ
وَلَهَا
زَوْجٌ،
فَقالَ
عُثْمَانُ: َ
أقْرَبُهَا
وَلهَا
زَوْجٌ.
فأرْضَى
ابْنُ عَامِرٍ
زَوْجَهَا
فَفَارَقَهَا[.
أخرجه مالك.
13. (5695)- İbnu Şihab anlatıyor: "Abdullah İbnu Amir, Hz. Osman
(radıyallahu anh)'a bir cariye hediye etti. Bu cariyeyi Basra'da satın almıştı
ve onun kocası da vardı. Osman: "Ben ona yaklaşmam, onun kocası var!"
dedi. Bunun üzerine İbnu Amir, kocasını razı
etti ve cariyeden ayırdı." [Muvatta, Buyu 7, (2, 617).][211]
AÇIKLAMA:
Hz. Osman, kendisine hediye edilen cariyeye kocası sebebiyle
temasta bulunmuyor. Çünkü haramdır. Ancak, cariyeyi satın almış olan Abdullah
İbnu Amir, boşanması hususunda kocayı razı ediyor. Bu durumda iddeti tamamlandı mı cariye efendisine helal
olur.[212]
ـ5696 ـ14ـ
وعن مالكٍ:
]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ ابْنَ عَبّاسٍ
وَابْنَ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهُمْ
سُئَِ عَنْ
رَجُلٍ كَانَ
تَحْتَهُ حُرَّةٌ
فأرَادَ أنْ
يَنْكِحَ
عَلَيْهَا
أمَةً،
فَكَرِهَا
أنْ يَجْمَعَ
بَيْنَهُمَا[
.
14. (5696)- İmam Malik'e ulaştığına göre, "İbnu Abbas ve İbnu Ömer
(radıyallahu anhüm)'e, nikahı altında
hür bir kadın olduğu halde bunun üzerine bir cariye nikahlamak isteyen bir adam hakkında soruldu. Bunlar,
adamın ikisini cemetmesini mekruh addettiler." [Muvatta, Nikah 31, (2,
536).][213]
AÇIKLAMA:
Bu rivayete göre, hür kadının üzerine köle bir kadının (cariye)
nikahla alınması mekruhtur. İmam Malik'ten bu meselede farklı fetvalar rivayet
edilmiştir. "Bunda bir beis yok" dediği gibi, "Hür kadın kendi
nefsinde muhayyer bırakılır" da demiştir.
Bunda ihtilaf, cariyenin nikahlı olarak alınmasından ileri
gelmektedir. Nikahlı olmadığı takdirde, hür zevcenin, kocasının cariye
edinmesine itiraz etmeye hakkı yoktur.
Said İbnu'l-Müseyyeb: "Hür kadın müsaade etmedikçe, erkek hür
üzerine cariyeyi nikahlayamaz!" demiştir. Ona göre, "Hür karısı rıza
gösterdiği takdirde nikahlayacak olursa, günlerin taksiminde hürün hakkı üçte ikidir, cariyenin
hakkı ise üçte birdir."
İmam Malik: "Hür erkek, mehir ödeyecek güçte olduğu takdirde,
cariye ile evlenemez. Zinaya düşmekten korkmuyorsa, hür kadına ödeyecek mehir
bulamadığı takdirde de cariye ile evlenemez" demiştir. Bu hükmüne delil
olarak Nisa suresinin 25. ayetini göstermiştir. [214]
(Bu babta beş fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
NİKÂHI FESHEDEN ŞEYLER,
FESHETMEYEN ŞEYLER
ـ5697 ـ1ـ عن
ابْنِ
الْمُسَيَّبْ:
]أنَّ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قالَ: أيُّمَا
رَجُلٍ تَزَوَّجَ
امْرَأةً
وَبِهَا
جُنُونٌ أوْ
جُذَّامٌ أوْ
بَرَصٌ
فَمَسَّهَا
فَلَهَا
صَدَاقُهَا
كَامًِ، وَذلِكَ
لِزَوْجِهَا
غُرْمٌ عَلى
وَلِيِّهَا[.
أخرجه مالك .
1. (5697)- İbnu'l-Müseyyeb rahimehullah anlatıyor: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh) dedi ki: "Kim, kendisinde delilik veya cüzzam veya baras
(alaten) bulunan biriyle evlenir ve temasta
da bulunursa, mehir tamamiyle kadının olur. Ancak bu, kadının velisi
üzerinde erkeğe bir borç olur." [Muvatta, Nikah 9, (2, 526).][215]
AÇIKLAMA:
Evlilik sırasında kadında sayılan haller (delilik, cüzzam, baras
(alaten) gibi hastalıklar) var ise, bu söylenmelidir. Zaten bu hallere rağmen
kadını hiçbir erkek nikahı altına almaz. Bunlar söylenmez ve evlilikten sonra
ortaya çıkarsa erkek kadını bırakabilir. Ancak kadına mehrini ödeyecektir.
Kadın mehrini eksiksiz olarak alır, fakat bu halden erkeğin mağduriyeti de
giderilir, kızın velisi erkeğe borçlanacaktır. Borçlanmaya mahkum edilecek
veli, kızın babası veya oğlan kardeşi, kızın halini bilme durumunda olan bir
başka yakınıdır. Eğer kızı evlendiren veli, amca oğlu veya bir azadlısı veya aşiretten
-kızda bu halin varlığını bilmediğine hükmedilecek- biri ise bu takdirde veli borçlandırılmaz.[216][217]
ـ5698 ـ2ـ
وعنهُ أنَّ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
]أيُّمَا
امْرَأةٍ
فَقَدَتْ
زَوْجَهَا فََلَمْ
تَدْرِ أيْنَ
هُوَ،
فإنَّهَا
تَنْتَظِرُ
أرْبَعَ سِنِينَ،
ثُمَّ
تَقْعُدُ
أرْبَعَةَ
أشْهُرٍ وَعَشْراً،
ثُمَّ
تَحِلُّ[.
أخرجه مالك .
2. (5698) Yine İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu
anh) buyurdular ki: "Bir kadın kocasını kaybeder, nerede olduğunu da
bilemezse dört yıl bekler, sonra dört ay on gün oturur, sonra nikahı
(başkasına) helal olur." [Muvatta, Talak 52, (2, 575).] [218]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Muvatta'da, Kocasını kaybeden kadının iddeti başlığını
taşıyan bir babta kaydedilmiştir. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den kaydedilen bu
fetvaya göre, kocası gurbete çıkıp da ondan dört yıl boyu haber alamayan kadın,
iddet bekleme adabı çerçevesinde dört ay on gün daha bekler. Ondan sonra artık yeni bir evlilik yapabilir.
Zürkânî, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)'den benzer
görüşlerin rivayet edildiğini, hatta bu meselede Ashab'ın icmasından bile
bahsedildiğini, asırlarında buna muhalif bir görüş işitilmediğinin söylendiğini
de not eder.[219]
ـ5699 ـ3ـ
وعنه عنْ
رَجُلٍ مِن
ا‘نْصَارِ
يُقَالُ لَه
نَضْرَةَ
بْنُ ا‘كْتَمْ
مِنْ
أصْحَابِ رَسُولِ
اللّهِ # قَال:
]تَزَوَّجْت
امْرَأةً
عَلَى
أنَّهَا بِكْرٌ
فَدَخَلْتُ
عَلَيْهَا
فَإذَا هِىَ
حُبْلَى.
فَقَالَ #
لَهَا
الصَّدَاقُ
بِمَا اسْتَحْلَلْتَ
مِنْ
فَرْجِهَا،
وَالْوَلَدُ عَبْدٌ
لَكَ،
وَفَرَّقَ
بَيْنَنَا،
وَقَالَ إذَا
وَضَعَتْ
فَحُدُّوَها[.
أخرجه أبو داود.قال
الخطابي: هذا
حديث مرسل أعلم
أحداً من الفقهاء
قال به ‘ن ولد
الزنى من
الحرة حرّ،
ويشبه أن يكون
معناه إن ثبت
الخبر: أنه
أوصاه به خيراً،
وأمره
بتربيته
واقتنائه
لينتفع
بخدمته إذا
بلغ فيكون له
كالعبد في
الطاعة
مكافأة له على
إحسانه،
ويحتمل إن صح
الحديث أن
يكون منسوخاً
.
3. (5699)- Yine İbnu'l-Müseyyeb, Aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından,
Nadre İbnu'l-Ektem denen ensardan bir zattan
naklen kaydettiğine göre, demiştir ki:
"Ben bakire bildiğim bir kadınla evlendim, gerdeğe girince
hamile olduğunu gördüm. (Durumu Resulullah'a arzettiğim vakit) Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Fercinden istifaden sebebiyle mehir onundur, çocuk da sana
köledir" buyurdu ve aramızı ayırdı. İlaveten: "Çocuğu doğurunca had
uygulayın!" emretti." [Ebu Davud, Nikah 38, (2131, 2132).] [220]
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki: "Bu hadisin hükmüyle fetva veren tek fakih
bilmiyorum. Zaten hadis mürseldir. Hamile kadın hür olduğu takdirde, ondan
doğacak zina mahsulü bir çocuğun hür olacağı hususunda ihtilaf eden tek alim de
bilmiyorum. [Öyleyse bu nasıl köleleştirilir?]"
Hattâbî devamla der ki:
"Eğer hadis sabit ise, manası şu olabilir: "Aleyhissalâtu vesselâm
çocuk için hayır tavsiye etmiştir ve çocuğa sahip çıkıp yetiştirmesini,
terbiyesini vermesini ve büyüyünce de hizmetinden faydalanmasını emretmiştir.
Böylece çocuk, yapılan iyiliğe karşılık olarak göstereceği taatle köle olmuş
gibi olur. Hadis şayet sabit ise mensuh da olabilir."[221]
ـ5700 ـ4ـ
وعن اِبْنُ
عَبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهُمَا
قال: ]إذَا
أسْلَمَتِ
النَّصْرَانِيَّةُ
تَحْتَ
الذِّمِّىِّ
قَبْلَ
زَوْجِهَا بِسَاعَةً
حَرُمَتْ
عَليْهِ[.
أخرجه
البخاري .
4. (5700)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir
Hıristiyan kadın, bir zımmînin nikahı
altında iken, kocasından bir müddet önce Müslüman olsa, artık kocasına
haram olur." [Buharî, Talak 20.][222]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, karıkocadan biri Müslüman olduğu takdirde, nikah
durumlarının ne olacağı meselesine açıklık getirmekte, farklı görüşlerden
birini tesbit etmektedir. Bu meseleye temas eden ayet mealen şöyledir: "Ey
iman edenler! Mü'min kadınlar hicret etmiş olarak size geldiğinde, onları imtihan edin. Onların
imanını Allah hakkıyla bilir. Eğer mü'min olduklarına kanaat getirirseniz
onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helal değildir, onlar da
bunlara helal olmaz. Müşrik kocalarının onlara verdiği mehri iade edin.. kâfir
kadınları da nikahınız altında tutmayın, onlara verdiğiniz mehri geri isteyin..." (Mümtehine 20).
2- Buhârî, aynı babta, sadedinde olduğumuz rivayetin devamı
olarak İbrahim es-Saiğ'den şu rivayeti
kaydeder: "Zımmîlerden evli bir kadın
kocasından önce Müslüman olsa, sonra da kocası kadının iddeti içerisinde
Müslüman olsa kadın yine kocasının hanımı mıdır?" diye Atâ merhumdan
sorulmuştu, şu cevabı verdi:
"Hayır! Ancak kadın dilerse yeni bir nikah ve yeni bir
mehirle (evlilik yapabilir)" Mücahid de şunu söylemiştir: "Adam,
iddet içerisinde Müslüman olmuştsa, eski hanımıyla evlenir!"
Hasan Basri ve Katâde, Müslüman olan iki Mecusi hakkında:
"Bunlar eski nikahları üzeredirler. Ancak bunlardan biri daha önce
Müslüman olmuş, diğeri de eski nikahın devamına
itiraz etmiş ise, ayrılırlar, artık erkeğin kadın üzerinde bir hakkı
kalmamıştır" der.
3- İbnu Hacer, Kûfe fukahası (Hanefiler) başta olmak üzere
Tavus, Sevrî, Ebu Sevr gibi birçok ulemanın sadedinde olduğumuz rivayette beyan
edilen İbnu Abbas'ın görüşünü esas aldığını, ehl-i Kûfe ve onlara tabi olanların "Erkek hanımına İslam'ı
teklif etmelidir" şartını koştuklarını belirtir. İbnu Hacer açıklamasına
devam ederek, "Şafii, Malik, Ahmed, Katâde, İshak, Ebu Ubeyd gibi birkısım
ulemanın da Mücahid'in fetvasını esas
aldıklarını" belirtir. "İddeti içerisinde Müslüman olan erkek, eski
hanımıyla evliliğini devam ettirir" şeklinde ifade edilen bu görüşe İmam
şafii, Ebu Süfyan'la ilgili kıssadan delil getirmiştir: "Ebu Süfyan Mekke'nin
fethi sırasında Merrî Zahran mevkiinde, Müslümanların Mekke'ye fetihle girdiği
gecede Müslüman olmuştu. Ebu Süfyan Mekke' ye Müslüman olarak girince, hanımı
Hind Bintu Ukbe, sakalından tutup
Müslüman olduğu için çıkışmış, nefretini izhar etmiş, bir müddet sonra Hind de
Müslüman olmuştu. Bu esnada aralarında bir ayrılık olmadığı gibi, nikahlarının
yenilenmesi de mevzubahis olmamıştır. Bu şekilde kocalarından önce Müslüman olan nice
sahabiyye vardır: Hakim İbnu Hizam, İkrime İbnu Ebi Cehl vs. gibi. Bunların
nikah akidlerinin yenilendiğine dair bir rivayet mevcut değildir. Megazi
yazarları bu meselede ihtilaf da etmezler. Ancak bu durum, çoğunluğun nezdinde,
"erkeğin İslam'a girişi, kendisinden önce Müslüman olan hanımının iddetinin sona ermesinden önce vaki
olduğuna" hamledilmiştir."[223]
ـ5701 ـ5ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّ رَجًُ
جَاءَ
مُسْلِماً
ثُمَّ
جَاءَتِ
امْرَأتُهُ بَعْدَهُ
مُسْلِمَةً.
فَقَالَ
زَوْجُهَا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
إنَّهَا قَدْ
كَانَتْ أسْلَمَتْ
مَعِى؛
فَرَدَّهَا
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
5. (5701)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir
adam önce kendisi Müslüman olup geldi, sonra da
hanımı Müslüman olup geldi. Kocası:
"Ey Allah'ın Resulü! Hanımım da benimle birlikte Müslüman
olmuştu!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, hanımını kendisine iade
etti." [Ebu Davud, Talak 23, (2238); Tirmizî, Nikah 43, (1144).] [224]
ـ5702 ـ6ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال:
]أسْلَمَتِ
امْرَأةٌ
فَتَزَوَّجَتْ،
فَجَاءَ
زَوْجُهَا
الى
النَّبِىِّ #
فَقَالَ: يَا
رَسُولَ اللّهِ إنِّي
كُنْتُ قَدْ
أسْلَمْتُ وَعَلِمَتْ
بِإسَْمِي.
فَانْتَزَعَهَا
مِنْ
زَوْجِهَا
اŒخَرِ،
وَرَدَّهَا
الى
زَوْجِهَا
ا‘وَّلِ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (5702)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir
kadın, Müslüman oldu ve (yeni bir erkekle) evlendi. Bunun üzerine (eski) kocası
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü! Ben de Müslüman olmuştum. Hanımım
Müslüman olduğumu da biliyor" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, kadını ikinci
kocasından ayırıp eski kocasına iade etti." [Ebu Davud, Talak 23, (2239);
İbnu Mace, Nikah 60, (2008).][225]
ـ5703 ـ7ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]رَدَّ
رَسُولُ
اللّهِ #
اِبْنَتَهُ
زَيْنَبَ
عَلى أبِي
الْعَاصِ
بْنِ
الرَّبِيعِ
بِالنِّكَاحِ
ا‘وَّلِ
بَعْدَ سِتِّ
سِنِينَ،
وَلَمْ يُحْدِثْ
شَيْئاً[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
7. (5703)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kızı Zeyneb'i Ebu'l-As İbnu'r-Rebî'e,
altı yıl sonra eski nikahı ile geri verdi (ne nikah, ne mehir) hiçbir şeyi
yenilemedi." [Ebu Davud, Talak 24, (2240); Tirmizî, Nikah 43, (1143).][226]
ـ5704 ـ8ـ
وعن عَمْرُو
بْنُ
شُعَيْبٍ عن
أبيهِ عنْ
جَدِّهِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
إنَّمَا
رَدَّ
زَيْنَبَ
عَلى زَوْجِهَا
بِنِكَاحٍ
جَدِيدٍ
وَمَهْرٍ
جَدِيدٍ[. أخرجه
الترمذي .
8. (5704)- Amr İbnu Şuayb an ebihi
an ceddihi (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (kızı) Zeyneb (radıyallahu
anhâ)'i kocası (Ebu'l-As'a) yeni bir mehirle iade etti." [Tirmizî, Nikah
43, (1142); İbnu Mace, Nikah 60, (2010).] [227]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen son dört
rivayet de daha önce 5700 numarada kaydedilen ve açıklaması yapılan İbnu
Abbas rivayetinde olduğu gibi, Müslüman olan karıkocanın nikah durumları
üzerinedir. Hemen hepsinde işlenen ana fikir; karıkoca her ikisi de Müslüman
oldukları takdirde eski nikahları üzere devam edebilirler. Kadın, erkekten önce
Müslüman olmuş ise, kadının iddeti içerisinde -ki bir iddet dört ay on gündür-
erkek de Müslüman olduğu takdirde eski nikah üzere beraberlikleri devam eder,
yeni bir nikah akdine, mehir tesbitine
hacet yoktur. İmam Muhammed: "Kadın dar-ı İslam'da Müslüman olur, kocası
kâfir kalırsa, erkeğe İslam teklif edilmeden araları ayrılmaz, kocası da
Müslüman olursa, kadın onun hanımıdır; eğer Müslüman olmazsa araları ayrılır, bu ayırma bâin olan bir boşamadır" der. Bu İbrahim
Nehai ve Ebu Hanife'nin de görüşüdür.
2- Son iki rivayette, bu meseleye Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kendi kızı Zeyneb ile onun kocası Ebu'l-As örneği
zikredilmektedir. Fakat, aralarında cereyan eden ayrılık müddetinde pek zahir farklılık ve dolayısıyla
ihtilaf gözükmektedir. Ancak İbnu Hacer, "altı yıl"la Hz. Zeyneb'in
hicreti ile Müslüman oluşu arasındaki zaman kastedilmiştir. "İki yıl"
veya "üç yıl"la da
"...Bunlar onlara helal değildir, onlar da bunlara helal
değildir..." (Mümtehine 10) ayetinin nüzulü ile Ebu'l-As'ın Müslüman
olarak gelişi arasında geçen müddet kastedilmiştir. Çünkü bu iki hâdise
arasında iki yıl birkaç aylık müddet var" diyerek telif eder.
Ne var ki, iki hadis arasındaki ihtilaf rakamdan ibaret değildir.
Amr İbnu Şuayb hadisinde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı Zeyneb ile
damadı Ebu'l-As arasındaki nikahı yeni bir akid yeni bir mehirle tecdid
ettiğini ifade ederken, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) rivayetinde, bilakis ne
nikahın ne de mehrin yenilenmediği ifade edilmektedir. Halbuki ulema, hanım
Müslüman olduğu takdirde, kocasını ancak bir iddet müddeti bekleyebileceğini,
bu müddet dolunca boşanma hasıl olacağını, bir iddet müddetinin dört ay on gün
olduğu, halbuki Hz. Zeyneb ile Ebu'l-As'ın tekrar eski nikahla birleşmelerinin
arasından iki yıl birkaç ay geçtiğini
belirterek aradaki müşkilata dikkat çekerler. Bu müşkilatı gidermek için
yapılan izahlardan bizce en mâkul olan bir tanesini burada kaydedeceğiz:
"Zeyneb'in Müslüman olmasına ve kocasının küfürde devam etmesine rağmen Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) aralarını ayırmamıştır. Çünkü henüz "Bunlar onlara helal değildir, onlar da
bunlara helal olmaz" (Mümtehine 10) ayet-i nazil olmamış idi. Ayet nazil
olunca Aleyhissalâtu vesselâm kızına iddete
başlamasını emretmiştir. Böylece başlayan iddetin müddeti dolmadan
Ebu'l-As Müslüman olarak gelmiş, Aleyhissalâtu vesselâm)da eski nikahın
devamına hükmetmiştir." Bu açıklama, aradaki işkali kaldırır.
Bu iki hadis arasındaki ihtilaf ulema arasında uzun tahlillere
bâis olmuştur. Burada hepsine yer vermeyi gerekli görmüyoruz. Buhârî
şerhlerinde görülebilir. İbnu Hacer şöyle bağlar: "Bu hadisle ilgli
açıklamada benimsenecek en iyi görüş İbnu Abbas'ın hadisini tercih etmektir.
Nitekim imamlar da onu tercih etmiş, (aradaki işkalin çözümünü de) Müslüman olan kadını kocasına haram kılan
ayetin nüzulü ile Ebu'l-As'ın müslüman oluşu arasındaki müddetin uzamasına hamlederek yapmıştır. Bu çeşit bir
te'life mani de yoktur."[228]
ـ5705 ـ9ـ
وعن ابْنِ
شِهَابٍ قال:
]بَلَغَنِي
أنَّ نِسَاءَكُنَّ
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ
اللّهِ
# يُسْلِمْنَ
بِأرْضِهِنَّ
وَهُنَّ
غَيْرُ
مُهَاجِرَاتٍ
وَأزْوَاجُهُنَّ
حِينَ
أسْلَمْنَ
كُفَّارٌ.
مُنْهُنَّ
بِنْتُ
الْوَلِيدِ
بْنِ الْمُغِيرَةِ،
وَكَانَتْ
تَحْتَ
صَفْوَانَ ابْنُ
أُمَيَّةَ.
فَأسْلَمَتْ
يَوْمَ الْفَتْحِ
وَهَرَبَ
صَفْوَانُ
مِنَ ا“سَْمِ،
فَبَعَثَ
إلَيْهِ
الْنَّبِيُّ #
ابْنَ
عَمِّهِ
وَهْبَ بْنَ
عُمَيْرٍ بِرِدَائِهِ
أمَانًا
لِصَفْوَانَ
بْنِ أمَيّة،
وَدَعَاهُ
رَسُول
اللّهِ # الَى
اِسَْمِ وَأن
يقْدُمَ
عَليْهِ فإنْ
رَضِيَ
أمْراً قَبِلَهُ
وإَّ
سَيَّرَهُ
شَهْرَيْنِ،
فَلَمَّا
قَدِمَ
صَفْوَانُ
عَلَى
رَسُولِ
اللّهِ #
بِرِدائِِهِ
نَادَاهُ
بِأعْلَى
صَوْتِهِ: يَا
مُحَمّدُ،
هذَا وَهْبُ
ابْنُ
عُمَيْرِ
جَاءَنِى
بِرِدَائِكَ
وََزَعَمَ
أنَّكَ
دَعَوْتَنِى
الَى
الْقُدُومِ
عَلَيْكَ،
فَإنْ رَضِيْتُ
أمْراً
قَبَلْتَهُ
وَإَّ
سَيَّرْتَنِى
شَهْرَيْنِ. فَقَامَ
#: اِنْزِلْ
أبَا وَهْبٍ.
فَقالَ: َ وآللّهِ
َ أنْزِلُ
حَتّى
تُبَيِّنَ
لِي. فَقَالَ
لَهُ #: بَلْ
لَكَ
تَسْيِيرُ
أرْبَعَةِ
أشْهُرٍ.
فَخَرَجَ #
قِبَلَ
هَوَازِنِ
بِحُنَيْنٍ،
وأرْسَلَ الى
صَفْوَانَ
يَسْتَعِيرُ
أدَاةً
وَسَِحاً.
فَقَالَ:
أطَوْعاً أمْ
كَرْهاً؟
فَقَالَ: بَلْ
طَوْعاً.
فأعَارَهُ
ا‘دَاةَ
وَالسَِّحَ،
ثُمَّ رَجَعَ
مَعَ
النَّبِىِّ #،
وَهُوَ
كَافِرٌ،
فَشَهِدَ
جُنَيْناً وَالطَّائِفَ
وَهُوَ
كَافِرٌ
وَامْرَأتُهُ
مُسْلِمَةٌ
وَلَمْ
يُفَرِّقْ
بَيْنَهُمَا
حَتّى
أسْلَمَ
صَفْوَانُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهُ
وَاسْتَقَرَّتْ
عِنْدَهُ
امْرَأتُهُ
بذلِكَ النِّكَاحِ،
وَكَانَ
بَيْنَ
إسَْمِهِ
وَإسَْمِ
امْرَأتِهِ
نَحْواً مِنْ
شَهْرَيْنِ[.
أخرجه مالك.
9. (5705)- İbnu Şihab anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) zamanında, bir kısım kadınlar,
kendi yurtlarında Müslüman oldular. Bunlar hicret de etmediler. Bunlar İslam'a
girdikleri zaman kocaları kâfir idiler. Bunlardan biri Velid İbnu'l-Mugire'nin
kızıydı. Bu kadın Safvan İbnu Ümeyye'nin nikahı altında idi. Bu hanım Fetih
günü Müslüman olmuş, kocası Safvan da İslam'dan kaçmıştı. Aleyhissalâtu
vesselâm peşinden amcasının oğlu Vehb İbnu Umeyr'i, kendisine bir eman alâmeti olarak şahsî ridasıyla birlikte
gönderdi. [Resulullah onu İslam'a çağırıyor ve] yanına gelmeye davet ediyordu:
(Gelince bakacak), İslam hoşuna giderse kabul edecekti, gitmezse kendisine iki
ay müsaade edecekti.
Safvan, Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına ridasıyla birlikte
gelince, yüksek sesle [halkın arasında] bağırırarak:
"Ey Muhammed! İşte Vehb İbnu Umeyr! Senin ridanı bana
getirdi ve senin beni yanına davet
ettiğini, İslam hoşuma giderse kabul edeceğimi, gitmezse bana iki ay
mühlet tanıyacağını söyledi" dedi.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalkıp: "Ey Ebu Vehb (devenden)
in!" buyurdu. Fakat o:
"Hayır, vallahi,
meseleyi benim için açıklığa kavuşturmadıkça
inmem!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: "Sana, daha
fazla, dört ay mühlet tanıyorum" buyurdular.
Sonra Resulullah Havazin tarafına Huneyn Seferi'ne çıktı. (Sefer
hazırlığı sırasında) Safvan'a adam göndererek çağırtıp, emaneten silah ve
başka harp malzemesi vermesini talep
etti. Safvan:
"Zorla mı, gönül rızasıyla mı istiyorsun?" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Gönül rızasıyla!" buyurdu. Safvan [yanında bulunan]
silah vs.yi iâne olarak verdi. Sonra Safvan kâfir olduğu halde Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte döndü. Huneyn Gazvesi'ne, Taif'in fethine
katıldı. Bu esnada henüz kâfirdi. Ama
hanımı Müslüman olmuştu. Aleyhissalâtu vesselâm aralarını ayırmadı. Bu hal
Safvan (radıyallahu anh)'ın Müslüman oluşuna kadar devam etti. Müslüman
olduktan sonra hanımı eski nikahıyla onun yanında kaldı. Safvan ile hanımının
Müslüman oluşu arasında iki ay kadar bir zaman mevcuttur." [Muvatta, Nikah
44, (2, 543, 544).][229]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, daha önce belirtilen ahkâma canlı bir örnek teşkil
etmektedir: Müslüman kadın, müşrik kocasından hemen ayrılmaz. Bir iddet müddeti
beklenir. O sırada kocanın da Müslüman olması için gerekli teşebbüslerde
bulunulur.
2- Hadis, İslam'ı benimsetme ve yaymada, Resulullah'ın takip
ettiği siyaseti anlamada da mühim bir örnektir. İnsanlara İslam'ı gösterme
imkanı tanımak, bilmeyenleri, anlayamayanları
ürkütmeden, kalplerini kazanıp, yakınlıklarını, temaslarını sağlayarak
anlamalarına imkan hazırlamak... Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Safvan'a
önce iki ay, daha sonra dört ay tanıma,
anlama müddeti tanır. Bu esnada hep iyi
davranır. İtimad telkin edecek davranışlarda bulunur ve Safvan İslam'a teslim
olur.
3- Hadiste dikkatimizi
çeken diğer bir husus Aleyhissalâtu vesselâm'ın Safvan'a verdiği ehemmiyettir.
Bu onun daha önce ortaya koyduğu şahsiyete, Mekke cemiyeti içerisinde iktisab
ettiği itibar ve şerefe denk bir alâka ve değer vermedir. Safvan, cahiliye
devrinde fesahatıyla, insanlara yedirmesiyle ün yapmıştı. Kureyş'in en
ilerideki eşrafından biriydi. Huneyn ganimetinden Aleyhissalâtu vesselâm ona
bol bol verdi. O bu cömertlik karşısında hayran kalmış: "Vallahi böylesi
bol vermeye ancak bir peygamberin gönlü
razı olur!" demiş, Müslüman olmuştur. Şu söz de onundur: "Huneyn günü
Resulullah bana o kadar çok verdi ki, kendisi o güne kadar nazarımda en çok
buğzettiğim kimse iken, verdikçe nazarımda insanların en sevimlisi oldu."
Safvan, mal tesiriyle Müslüman olmuştu ama Müslümanlığında pek samimi idi.
Ömrünün sonuna kadar, samimiyetinden hiç eksilme olmadı. Kendisine bir ara "Hicret etmeyen helak olmuştur"
denmişti. Hemen Medine'ye gelip Resulullah'tan hicret biatı almak istedi. Hatta
bunu alabilmek için Resulullah'ın en çok sevdiği kimselerden biri olan amcası
Abbas İbnu Abdulmuttalib'i araya koydu. Ancak Resulullah َ
هِجْرَةَ
بَعْدَ
الْفَتْحِ diyerek Mekke'nin
fethinden sonra hicret üzere biat[230] olmayacağını söyledi.
Resulullah'ın irşadı üzerine Mekke'ye döndü ve orada vefat etti, (radıyallahu
anh).[231]
ـ5706 ـ10ـ
وعن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنهُما:
]أنَّهُ كَانَ
يَقُولُ في
ا‘مَةِ
تَكُونُ تَحْتَ
الْعَبْدِ
فَتَعْتِقُ:
إنَّ لَهَا
الْخِيَارَ
مَا لَمْ
يمَسَّهَا[.
أخرجه مالك.
10. (5706)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), bir kölenin nikahı altında
bulunan bir cariye, hürriyetine kavuşacak olursa, (bu azadlıktan sonra)
kendisine kocası temas etmedikçe (bu evliliğe devam edip etmemede) muhayyer
olduğunu söylerdi." [Muvatta, Talak 26, (2, 562).][232]
AÇIKLAMA:
Cariye şu veya bu şekilde hürriyetine kavuşunca köle olan
kocasından boşanma hakkına sahiptir. Yani, hür statüsüne geçer geçmez bu
hakkını hemen kullanmalıdır. Eğer kadın ayrılma tercihini ilan etmezden önce
kocası temasta bulunursa hakkı düşer. Kadın sonradan "böyle bir hakkı
olduğunu bilmediğini" söylese de mazereti kabul edilmez.[233]
ـ5707 ـ11ـ
وعن مَالِكٍ: ]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ عُمَرَ
أوْ عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهُمَا
قَضى في أمَةٍ
غَرَّتْ
رَجًُ
بِنَفْسِهَا
أنَّهَا
حُرَّةٌ فَتَزَوَّجَهَا
فَوَلَدَتْ
لَهُ
أوَْداً، أنْ
يَفْدِي
أوَْدَهُ
بِمِثْلِهِمْ
مِنَ الْعَبِيدِ.
قَالَ
مَالِكٌ
رَحِمَهُ
اللّهُ: وَتِلْكَ
الْقِيْمَةُ
أعْدَلُ
عِنْدِى[.
أخرجه رزين .
11. (5707)- İmam Malik
rahimehullah'a ulaştığına göre,
"Hz. Ömer -veya Hz. Osman- (radıyallahu anhümâ), bir erkeği
"hürüm" diye nefsiyle aldatıp
evlenen ve birçok çocuk doğuran cariye hakkında "adam, çocukların,
köle emsalleriyle fidyelerini öder" diye hükmetmiştir." İmam Malik,
"Bu kıymet, nazarımda en adildir" demiştir. Rezin tahric etmiştir. [Muvatta, Akdiye 23,
(2, 741).][234]
AÇIKLAMA:
İbnu Abdilberr, bu hükmün, Hz. Ömer ve Hz. Osman her ikisine de
ait olduğunu söylemiştir. Hükme göre, aldatılan hür erkeğin cariyeden doğan
çocukları köle mesabesindedir ve
cariyenin efendisinin mülkündedir, hür babaya fidye ödeyerek çocuklarını
kurtarmak düşmektedir. Ancak İbnu Abdilberr cumhurun "aldatılan kimsenin
çocuğu hürdür" diye hükmettiğini belirtir. [235]
ـ5708 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
كَانَتْ لَهُ
امْرَأتَانِ
وَلَمْ
يَعْدِلْ
بَيْنَهُمَا،
جَاءَ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
وَشِقُّهُ
سَاقِطٌ؛
وَفي اُخْرى:
مَائِلٌ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
1. (5708)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kimin iki hanımı olur ve aralarında adaletli davranmazsa
kıyamet günü (vücudunun) yarısı düşük olarak gelir."
Diğer bir rivayette "Bir tarafı eğri (mefluç) olarak"
denmiştir." [Ebu Davud, Nikah 39, (2133); Tirmizî, Nikah 42, (1141);
Nesâî, İşterü'n-Nisa 2, (7, 63).][236]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, birden fazla hanımla evlenen kimsenin hanımlar
arasında eşitliğe ve adalete riayet
etmesinin vacib olduğunu ifade eder. Böyle olunca kişinin birine meyletmesi
haramdır, kul hakkına girer, sorumluluğu büyük olur. Meselenin ehemmiyetine
binaen Rab Teala "...bütün ilginizi birine verip de diğerini ortada bırakmayın" (Nisa 129) buyurmuştur.
2- Burada istenen eşitlik zahire akseden, maddî hususlardadır;
gecelerin taksiminde, nafaka tahsisinde,
vazife tevziinde vs. Şarihler, ayet-i kerimenin
sevgide eşitlik talep etmediğini, bunun kulun elinde olmayan bir husus
olduğunu belirtirler.
Müteakip hadis bu meseleye
biraz daha açıklık, Nebevî örnek getirecektir.[237]
ـ5709 ـ2ـ
وعن عَائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَقْسِمُ
وَيَعْدِلُ وَيَقُولُ:
اَللَّهُمَّ
هذَا قَسَمِي
فِيمَا
أمْلِكُ، فََ
تَلُمْنِى
فِيمَا
تَمْلِكُ وََ
أمْلِكُ،
يَعْنِى
الْقَلْبَ[.
أخرجه أصحاب
السنن.
2. (5709)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gece taksiminde adalete riayet eder ve derdi ki:
"Ey Allahım! Bu taksim benim iktidarımda olanla yaptığım bir
taksimdir. Senin muktedir olup benim muktedir olmadığım şeyden dolayı beni
levmetme!" Benim muktedir olmadığım dediği şeyle kalbi kastederdi."
[Ebu Davud, Nikah 39, (2134); Tirmizî, Nikah 42, (1140); Nesâî, İşretü'n-Nisa
2, (7, 64).][238]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadise dayanan birkısım alimler, hanımları arasında
adaletli davranmasının Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a da vacib olduğunu
söylemiştir. Bazı alimler de "Hanımlarından dilediğini geri bırakır,
dilediğini yanına alabilirsin..." (Ahzab 51) ayetine dayanarak kadınları hususunda tesviyesinin (eşitlik) Resulullah'a
bir vecibe olmadığını, bu durumun Resulullah'ın (hasaisinden biri) olduğunu
söylemiştir.
2- Hadis, muhabbet ve kalbî
meylin, kişinin iradesine tabi olmayan bir emr, bir hal olduğuna, bunun
bir Allah vergisi bulunduğuna delil olmaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de
de:"Sen yeryüzünde bulunan herşeyi harcasan da mü'minleri kalplerini
birleştirip kaynaştıramazdın" dedikten sonra "Fakat onların
kalplerini Allah birleştirmiştir" (Enfal 63) buyurarak bu meseleye yer
vermiştir.[239]
ـ5710 ـ3ـ
وعنها رَضِيَ
اللّه عنها:
]أنَّ سَوْدَةَ
بِنْتَ
زَمْعَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهَا: وَهَبَتْ
يَوْمَهَا
لِعَائِشَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهَا،
فَكَانَ #
يَقْسِمُ
لِعَائِشَةَ
يَوُمَهَا
وَيَوْمَ
سَوْدَةَ[.
أخرجه الشيخان
.
3. (5710)- Yine Hz. Aişe anlatıyor: "Sevde Bintu Zem'a
(radıyallahu anhâ), gününü Aişe'ye hibe
etti. Böylece Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Aişe'ye iki gün
ayırıyordu. Bir kendi günü, bir de Sevde'nin günü." [Buharî, Nikah 98,
Müslim, Rada 47, (1463).][240]
AÇIKLAMA:
İslam dini, erkeklere dörde kadar evlenme imkanı tanımıştır. Bu
sebeple çok evliliğin getireceği
meselelere de çözüm yolları vazetmiştir. Önceki hadiste günlerin hanımlara eşit
şekilde taksim edilmesi prensibi vazedilmiştir. Burada hanımların kendi
günlerini, diğerlerinden birine hibe edebileceği ifade edilmektedir. Bunun
örneği Hz. Sevde'nin kendi nöbetini Hz.
Aişe'ye hibesidir. Bazı rivayetlerde geldiği üzere Hz. Sevde yaşlanınca,
Resulullah'ın kendisini boşayacağı endişesiyle
gecesini Hz. Aişe'ye hibe eder. Resulullah da bu hibeyi kabul eder.
Böylece Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Aişe'nin yanında daha fazla
kalma imkanı elde etmiş olmaktaydı.
Alimler, kendi sırasını
hibe eden bir kadının bu hibeden her zaman için rücu edebileceğini, ancak rücunun
geçmişe raci olamayacağını, geleceğe raci olacağını belirtirler.
Hz. Sevde (radıyallahu anhâ) ile, Resulullah Mekke'de iken, Hz.
Hatice'nin vefatından sonra evlenmişti. Resulullah Sevde validemize Mekke'de
iken duhulde bulunmuş, onunla birlikte hicret etmişti. Rivayetler, Hz. Aişe'nin
nikahının Sevde'nin nikahından önce kıyıldığını, ancak duhülün, Sevde'ye
duhülden sonra olduğunu ifade eder.
Sevde Bintu Zem'a (radıyallahu anhâ) Hz. Ömer'in hilafetinin
sonlarında vefat etmiştir, (radıyallahu anhümâ).[241]
ـ5711 ـ4ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]بَعَثَ
رَسُولُ
اللّهِ # في
مَرَضِهِ الى
نِسَائِهِ
فَاجْتَمَعْنَ.
فَقالَ: إنِّي
َ أسْتَطِيعُ
أنْ أدُورَ
بَيْنَكُنَّ
فإنْ
رَأيْتُنَّ أنْ
تَأذَنَّ لِي
أنْ أكُونَ
عِنْدَ
عَائِشَةَ
فَعَلْتُنَّ؟
فأذِنَّ
لَهُ[. أخرجه أبو
داود .
4. (5711)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hastalandığı zaman kadınlarını
çağırdı, yanında toplandık.
"Ben sizleri teker teker dolaşacak durumda değilim. Uygun
görürseniz Aişe'nin yanında kalmama müsaade edin, orada kalayım"
buyurdular. Kadınlar da kendisine izin verdiler." [Ebu Davud, Nikah 39,
(2137).][242]
ـ5712 ـ5ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ #
تِسْعُ
نِسْوَةٌ، وَكانَ
إذَا قَسَمَ
بَيْنَهُنَّ
َ يَنْتَهِي
الى الْمَرْأةِ
ا‘ولى إَّ في
تِسْعٍ
فَكُنَّ
يَجْتَمِعْنَ
في كُلِّ
لَيْلَةٍ في
بَيْتِ
الّتِى يَأتِيهَا،
فَكَانَ في
بَيْتِ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها.
فَجَاءَتْ
زَيْنَبُ
فَمَدَّ
يَدَهُ
إلَيْهَا.
فَقَالَتْ:
هذِهِ زَيْنَبُ؟
فَكَفَّ #
يَدَهُ
فَتَقَاوَلَتاً
حَتّى اسْتَحَثْتَا
وَأُقِيمَتِ
الصََّةُ
فَمَرَّ أبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه
فَسَمِعَ
أصْوَاتَهُمَا.
فَقالَ: اُخْرُجْ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
وَاحْثُ في
أفْوَاهِهِمَا
التُّرَابُ
فَخَرَجَ #[.
أخرجه مسلم.»استحثتا«
أى رمت كل
واحدة منهما
في وجه صاحبتها
التراب .
5. (5712)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında dokuz hanım vardı. Kadınlara uğrama işini
sıraya koyunca, birinci kadına ikinci bir
uğrayışı dokuz gün sonra oluyordu. Kadınlar, her akşam, Resulullah'ın o
gün geleceği odada toplanıyorlardı. (Bir
gün) toplanma akşam, yeri Hz. Aişe'nin odasıydı. Zeyneb gelmişti.
Resulullah ona elini uzattı. Hz. Aişe:
“Bu Zeyneb'tir, (bilmiyor musun)? dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da
elini geri çekti. Derken Hz. Aişe ile Hz. Zeyneb birbirlerine çıkıştılar.
Karşılıklı çekişme birbirlerinin yüzüne toprak atmaya kadar gitti. (Bu esnada
mescidde) ikamet getirildi. Bu sırada
Hz. Ebu Bekir geçiyordu, onların seslerini işitti.
"Ey Allah'ın Resulü! Çık ve şunların ağızlarına toprak saç!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm çıktı."
[Müslim, Rada 46, (1462).][243]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zevcelerinin yanında geceleme
işini belli bir sıraya koyup sırasıyla uğramakla beraber, diğer hanımlarını,
nöbetlerine kadar tamamen ihmal etmiş değildi. Bu rivayet, her akşam bütün
hanımlarla birlikte geceleyeceği hanımının yanında toplanıp sohbet ettiklerini
göstermektedir. Zaman zaman bu toplanmalarda, hanımlar arasında tartışmalar da
olmaktadır. Sadedinde olduğumuz rivayet bu tartışmalardan şiddetli birisine
şahitlik eder.
Diğer bazı rivayetler her gün ikindi namazından sonra
Resulullah'ın hanımlarını sırayla kısa fasılalarla ziyaret edip bir müddet
sohbet ettiğini gösterir. Bu hiç aksamayan bir ziyarettir.
Alimler, bu rivayetlerden, kocanın hanımlarını kendi odasında
kabul etmesinin değil, onların odalarına teker teker uğramasının müstehab
olacağını istidlal etmişlerdir.[244]
ـ5713 ـ6ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَدُورُ عَلى
نِسَائِهِ في
السَّاعَةِ
الْوَاحِدَةِ
مِنَ
اللَّيْلِ
وَالنَّهَارِ،
وَهُنَّ إحْدى
عَشْرَةَ.
قِيلَ
‘نَسٍ: وَكانَ
يُطِيقُهُ؟
قَالَ: كُنَّا
نَتَحَدَّثُ
أنَّهُ
أُعْطِيَ
قُوَّةَ ثَثِىنَ[.
أخرجه
البخاري
والنسائي .
6. (5713)- Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), hanımlarına gece ve gündüzleyin aynı saatlerde
ziyarette bulunurdu. Onlar on bir tane idiler. Enes'e: "Buna takat
getirebiliyor muydu?" denmişti. O: "Biz ona otuz kişinin gücü
verildiğini konuşurduk" diye cevap
verdi." [Buhârî, Gusl 12; Nesâî, Nikah 1, (6, 53, 54).][245]
ـ5714 ـ7ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]مِنَ
السُّنَّةِ
إذَا
تَزَوَّجَ
الْبِكْرَ
عَلى الثَّيِّبِ
أقَامَ
عِنْدَهَا
سَبْعاً،
ثُمَّ قَسَمَ:
وَإذَا
تَزَوَّجَ
الثَّيِّبِ
أقَامَ
عِنْدَهَا
ثَثاً، ثُمَّ
قَسَمَ[.
أخرجه الستة إ
النسائي .
7. (5714)- Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bakire,
dul üzerine nikahlanırsa, bakirenin yanında yedi gün kalınması, sonra taksimat
yapılarak sıraya konması, dul nikahlandığı zaman, yanında üç gün kalıp sonra
taksimat yapılıp sıraya konması
sünnettir." [Buhârî, Nikah 100, 101; Müslim, Rada 44, (1461);
Muvatta, Rada 15, (2, 530); Ebu Davud, Nikah 35, (2124); Tirmizî, Nikah 41,
(1139).][246]
ـ5715 ـ8ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]لَمَّا
أخَذَ
رَسُولُ
اللّهِ #
صَفِيَّةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنها أقَامَ
عِنْدَهَا ثَثاً،
وَكَانَتْ
ثَيِّباً[.
أخرجه أبو
داود .
8. (5715)- Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Safiyye (radıyallahu anhâ)'yi aldığı zaman yanında üç
gece ikamet etti. Safiyye dul idi." [Ebu Davud, Nikah 35, (2123).][247]
ـ5716 ـ9ـ
وعن أبي
بَكْرِ بْنِ
عَبدالرّحمنِ
عن أُمُّ
سَلَمَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]لَمَّا
تَزَوَّجَنِي
رَسُولُ
اللّهِ #
أقَامَ عِنْدِي
ثَثاً.
وَقَالَ:
إنَّهُ
لَيْسَ بِكَ هَوَانٌ
عَلى
أهْلِكِ، إنْ
شِئْتِ
سَبَّعْتُ
لَك، وإنْ
سَبّعْتُ
لَكِ
سَبَّعْتُ لِنِسَائِي[.
أخرجه مسلم
ومالك وأبو
داود والنسائي.
9. (5716)- Ebu Bekr İbnu Abdirrahman, Ümmü Seleme (radıyallahu
anhâ)'den anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) benimle
evlendiği zaman, yanımda üç gün ikamet etti ve dedi ki:
"Sana ehlinden bir tahkir sözkonusu değil. Dilersen senin
yanında yedi gün ikamet ederim. Ancak seninle yedi gün kalırsam diğer hanımlarımın yanında da yedi
gün kalırım." [Müslim, Rada 41, (1460); Muvatta, Nikah 14, (2, 529); Ebu Davud,
Nikah 35, (2122).][248]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Sevde'ye, yanında
üç gün kalmasının ona bir takdirden ileri gelmediğini açıklıyor. Alimler
o cümleyi bazı farklı şekillerde yorumlamışlardır. "Benim üç günle
yetinmem sana bir hakaretten ileri gelmez" veya "Senin sebebinle
kavmine bir hakaret ulaşmaz", "Üç günle yetinmem sana olan ilgimin
azlığından değil, kaide ve hüküm icabıdır..." gibi.
Bu hadis, ikamette bakire için yediyi, dul için üçü aşıldığı
takdirde, diğer zevcelere de aynı ölçüde zaman ayırarak eksiklikleri telafi etmenin vacib olduğuna
delildir. Ancak bu, diğerlerinin izniyle olursa, fazlanın telafisi
gerekmeyebilir. [249]
ـ5717 ـ1ـ عن
أبى سَعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]خَرَجْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ # في
غَزْوَةِ بَنِى
الْمُصْطَلِقِ
فأصَبْنَا
سَبْياً مِنْ
سَبِى الْعَرَبِ،
فَاشْتَهَيْنَا
النِّسَاءَ
وَاشْتَدَّتْ
عَلَيْنَا
العُزْبَةُ،
وَأحْبَبْنَا
الْعَزْلَ.
فَقُلْنَا
نَعْزِلُ
وَرَسُولُ
اللّهِ #
بَيْنَ
أظُهْرِنَا
قَبْلَ أنْ نَسْألَهُ؟
فَسَألْنَاهُ.
فَقالَ: َ
عَلَيْكُمْ
أنْ َ تَفْعَلُوا،
مَا مِنْ
نَسَمَةٍ
كَائِنَةٍ
الى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ
إَّ وَهِىَ
كَائِنَة[. أخرجه
الستة .
1. (5717)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte Beni'l-Müstalik Gazvesi'ne çıktık. Arap
esirlerinden çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü
üzerimizde bekârlık şiddet kesbetmişti.
Hep azil yapmak istiyorduk ve: "Aramızda Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) varken, ona sormadan azil yapmak olur mu?" dedik ve sorduk.
"Hayır! buyurdular. Bunu yapmamanız gerekir. Kıyamete kadar
geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz tedbirinizle önüne
geçemezsiniz)." [Buharî, Nikah 96, Büyû 109, Itk 13, Megazî 32, Kader 4,
Tevhid 18; Müslim, Nikah 125, (1438); Muvatta, Talak 95, Ebu Davud, Nikah 49,
(2171); Tirmizî, Nikah 40, (1138); Nesâî, Nikah 55, (6, 107).][250]
AÇIKLAMA:
1- Azl, münasebet-i cinsiyede, meninin rahme ulaşmasını
önlemek maksadıyla inzalin fercin haricine yapılmasıdır. Bu babta gelen
hadisler, azl yoluyla hamileliğin başlıca iki maksatla önlenmesinin
düşünüldüğünü ifade etmekteir:
1) Cariyelerin ümmüveled olmasını önlemek. Çünkü cariye efendisinden hamile kalıp çocuk doğurunca
ümm-ü veled olur, artık efendisi onu satamaz, efendisi ölünce hürriyetine
kavuşur.
2) Zevcenin emzirmekte
olduğu çocuğu vardır, hamile kaldığı takdirde, sütün yapısı bozulacağı
için çocuğa zararlı olacaktır, bu zararı önlemek gayesiyle kadının hamile kalmaması gerekmektedir, bu sebeple azle
başvurulmaktadır.
3) Üçüncü bir gaye, geçim yükünü ağırlaştırmamak için, çocuk
sayısını az tutmaktır.
2- Azl meselesi İslam
alimlerince çeşitli açılardan tahlil edilmiştir, dinen caiz mi değil mi, fayda
ve zararı nelerdir? gibi. Bu babta Resulullah'tan muhtelif rivayetler
gelmiştir.
İbnu Abdilberr: "Alimler arasında, hür hanımdan izin olmadıkça azl yapılamayacağı
hususunda ihtilaf yok" der. Sebep
olarak kadının da cimaya hakkı olduğunu, bunu kocasından talep edebileceğini
belirtir, ayrıca bunun kemaliyle vukuunun azle yer vermemekle mümkün
olacağına dikkat çeker. İbnu Hübeyre de
benzer bir icmadan bahsetmiştir. Ancak
Şafiîlerde farklı bir nokta-i nazar
bulunması sebebiyle tam bir icmadan bahsedilemeyeceği de söylenmiştir.
Bu sebeple Şafiîler arasında hür
kadına da izni olmadan azl
yapılabileceği münakaşa edilmiştir.
3- Azlin yasaklanma sebebinde de ihtilaf edilmiştir:
* Bazıları: "Kadının cima hakkı kaybolduğu için"
demiştir.
* Bazıları: "Kadere karşı gelme manası bulunduğu
için" demiştir. Bu mevzuda gelen rivayelerin çoğu bunu te'yid eder.
Hülasa alimler, azl mevzuunda
gelen hadislerin farklı ifadelerini gözönüne alarak buna haram dememiş, fakat
terkinin evla olduğuna hadiste irşad bulunduğuna hükmetmiştir. Cariyenin
izni alınmadan, hürrenin izni ile azlin yapılması haram değildir.[251]
ـ5718 ـ2ـ
وعن أسْمَاء
بِنْتِ
يَزِيدُ بْنُ
السّكَنٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: َ
تَقْتُلُوا
أوَْدَكُمْ
سِرّاً فإنَّ
الْغَيْلَ
يَدْرِكُ
الْفَارِسَ
فَيُدَعْثِرُهُ
عَنْ
فَرَسِهِ[.
أخرجه أبو
داود.يقال »دَعَثَرَ
الْحَوْضَ«
إذا
هدمه.و»الغَيْلُ«
أن يجامع
الرجل امرأته
وهى ترضع
فتضعف لذلك
قوى الرضيع
فإذا بلغ مبلغ
الرجال ضعف عن
مقاومة نظيره
في الحرب
وانكسر بسبب
ذلك.
2. (5718)- Esma Bintu Yezid İbnu's-Seken (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Çocuklarınızı gizlice
öldürmeyin. Çünkü gayl, biniciye [atının üzerinde] ulaşır ve atından aşağı
atar" dediğini işittim." [Ebu Davud, Tıbb 16, (3881); İbnu Mace,
Nikah 61, (2012).][252]
AÇIKLAMA:
Azl bahsini tamamlayan bir mevzunun gayle olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü, her ikisi hakkında gelen
yasak hükmü bir noktada birleşir:
Çocuğun korunması, neslin sağlıklı
olarak devamı endişesi...
Gayle bahsine az yukarıda (5682- İstidrad) genişçe temas ettiğimiz
için burada teferruata girmeden şu kadarını söyleyeceğiz: Gayle öncelikle
emzikli kadınla cima yapmaya denir. Gayl ise, hamile kalan emzikli kadının
emzirdiği süte denmektedir. Bu mesele Arap dilinde ayrı bir mastarla ele
alınmıştır. Çünkü emzikli kadın hamile kaldığı takdirde kadının sütü yapı
itibariyle bozulmakta ve çocuğun sağlığını bozmaktadır.
Resulullah, sadedinde olduğumuz hadiste, emzikli kadınla cinsî
teması "Çocuğu gizlice öldürmek" olarak tavsif etmekte, sebebini şu
manada açıklamaktadır: "Çünkü, hamilelikte kimyevî yapısı bozulan ve zehir
tesiri hasıl eden süt (gayl) çocukta uzun vadede zarar meydana getirmekte, atı üzerinde seferde iken bile bu zehirin
tesiri aniden kendini göstermekte, evladının ölüp atından düşmesine sebep
olmaktadır."
Bu meselede daha geniş bilgi için 5682 numaralı hadise ve ilgili
açıklamalara, istidrad'a bakılmalıdır.[253]
İSTİDRAD:
Dinimiz evliliğin en başta gelen gayelerinden birini tenasül, yani
neslin devamı, yani sağlıklı evlad elde etmek olarak tesbit etmiş, bu maksatla
evlenmeye ve çok çocuk sahibi olmaya teşvik etmiştir. Bu meyanda getirdiği
birçok teşriat bu gayenin gerçekleşmesini hedefler. Sadedinde olduğumuz azl ve
gayle bahisleri de neslin korunması ile ilgilidir. Gerek azlin ve gerekse
gaylenin haram manasında olmasa bile yasaklanmış olması, bilhassa günümüzde
haricî baskılarla doğum kontrolü, kürtaj serbestisi gibi neslin çoğalmasını ve
sağlıklı olmasını önleyici müdahaleler
Müslümanların, meselelerine sahip çıkması, bu meselenin ayet ve hadislerde
gelen temel esprisini yasaklamaya ve ona göre fikir ve kanaat geliştirmeye ve
bunları uygulamaya, aksettirmeye çalışmaları gerekmektedir. Meselenin, uzun
vadede memleketimiz ve İslam ümmeti için arzettiği ehemmiyete binaen çocuk
konusuna bu vesile ile bir kere daha
temas etmeyi gerekli görüyoruz. [254]
Çocukların korunması hususundaki Kur'anî tahdid ve tedbirlerden biri de çocuk öldürme
yasağıdır. Eski çağlardan beri bütün dünyada[255], çeşitli şekillerde
mevcut olan bu meş'um gelenek, cahiliyye devri Araplarında da yaygın şekilde
mevcuttu. Kur'an-ı Kerim bu müessif
tatbikata birçok kereler temas eder.
Bir kısım ayetler, bu
âdetin tarihten çekildiğine dikkat çekerek ta Hz. Musa zamanında Firavun
tarafından Yahudilere uygulandığını haber verir. Bu uygulamada yeni doğan erkek
çocuklar öldürülüyor, kızlar sağ
bırakılıyordu (Bakara 49; A'raf 127, 141) [İbrahim 6, Kasas 4; Mü'min
25).]
Kur’an-ı Kerim, cahiliye devri Araplarında mevcut çocuk öldürme
âdetine de ayetlerinde yer verir:
"Böylece putlara hizmet edenler, puta tapanların çoğunu
helake sürüklemek, dinlerini
karmakarışık etmek için çocuklarını öldürmelerini, onlara iyi göstermişlerdir" (En'am, 137).
Erkek ve kız her iki cinsten çocukları "fakirlik"
korkusuyla öldürtüp, kızları da "ar" düşüncesiyle diri diri toprağa
gömdüren bu geleneğin İslam'ın bidayetlerine
kadar canlı ve de yaygın bir şekilde geldiğini gösteren pek çok rivayet
mevcuttur. Bunlardan biri İslam'la şereflenmezden önce, kendi eliyle 12 kızını
diri diri toprağa gömmüş bulunan Kays
İbnu Asım'la ilgilidir. Müslüman
olduktan sonra suçunu itirafla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den bu
günahtan kurtulma çaresi olup olmadığını sormuştur. Bir diğer durum Sa'sa'a
İbnu Naciye'nin rivayetiyle sergilenmektedir: Bu hayırsever zengin, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e müracaat ederek, Müslüman olmazdan önce 360 tane çocuğu satın almak suretiyle ölümden kurtardığını,
bu amelinin manevî mükafaatının ne olacağını sormuştur.
Kur'an-ı Kerim, çeşitli bahane ve şekiller altında kıyamete kadar
devam edecek olan bu tatbikatla ciddi şekilde mücadele eder. Bunu bir-iki
örnekle görelim:
1- Şu ayet-i kerimede en büyük haramlar sayılırken, çocuk
öldürme, üçüncü sırada gösterilmiştir:
"De ki: Gelin size, Rabbinizin haram kıldığı şeyleri
söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anayababaya iyilik yapın,
yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, -sizin ve onların rızkını veren
biziz- "Gizli ve açık" kötülüklere yaklaşmayın, Allah'ın haram
kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah
bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır." (Enam 151)
İsra suresinde de çocuk öldürme fiili "büyük hata"
olarak tavsif edilmiştir (İsra 31).
2- Çocuk öldürenlerin büyük hüsrana uğrayacakları haber
verilir:
"Beyinsizlikleri yüzünden
körükörüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği
nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar
sapıtmışlardır. Zaten doğru yolda da değildirler" (En'am 140).
3- Kadın ve erkeklerle yapılan bey'atlarda çocuk öldürmeme
şartı konur.
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah'a hiçbir ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının
çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla
sana bey'at etmek üzere geldikleri zaman onları kabul et, onlara Allah'tan
bağışlama dile. Doğrusu Allah bağışlayandır, acıyandır" (Mümtehine 12).
4- Öldürme yasağını
sıkça tekrar etmiştir: Gerek yukarıda kaydettiklerimiz ve gerekse
"Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu
zaman" mealindeki ayeti (Tekvir 8-9) ile iki ayrı yerde geçen ve
"Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de, onları da
rızıklandıran biziz" (İsra 31; En'am 151) mealindeki ayetleri Kur'an-ı
Kerim'in her tarafına serpiştirilmiş olarak, bu yasağı sıkça hatırlatmaktadır.
Zamanımızda, birkısmı dahilî, birkısmı haricî sebeplerden hasıl
olan iktisadî sıkıntıları ve -tamamen
muhayyel olan- müstakbel açlık tehlikelerini önlemek bahanesi dile getirilmek suretiyle Malthuscu
iddiaların rengine büründürülen ve aslında dıştan gelen siyasî baskılardan
kaynaklanan ve dünyanın her tarafında tatbikatı yaygınlaştırılmaya çalışılan ve
nüfus planlaması, aile planlaması, doğum kontrolü gibi değişik adlarla munis
gösterilmeye ve meşru kılınmaya çalışılan "modern çocuk öldürme
metodları" Kur'an-ı Kerim'de ifade edilen yasak sınırının dışına çıkmaz. Ayetlerde Firavunlarca
"mü'minleri zayıf kılmak" için işlendiği bildirilen bu cinayetlerin
"fakirlik korkusu" kılıfına
büründürülmüş şekliyle mü' minler tarafından benimsenebileceğine işaret
edilmekte ve bu tuzağa düşülmemesi için "fakirlik korkusuyla çocuklarınızı
öldürmeyin" emri tekrar edilmiş olmaktadır.[256]
Mevzumuz icabı temas etmemiz gereken bir ayet, Hz. Hızır'ın
öldürdüğü bir oğlanla ilgili. Daha önce de temas ettiğimiz üzere, Hz. Hızır' la
Hz. Musa aleyhisselam beraberce seyahat ederlerken bir oğlana rastlarlar ve Hz.
Hızır hiçbir zahirî sebep yokken oğlanı öldürür.
"...Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar. O
hemen onu öldürdü. Musa: "Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın masum bir
cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. O: "Ben sana,
yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi" (Kehf 74-75).
Zahiren bizce de "kötü bir şey" olan bu öldürme
vak'asının sebebini Hızır aleyhisselam, arkadaşlığının sonunda Hz. Musa'ya
şöyle açıklar:
"Oğlana gelince, onun anababası inanmış kimselerdi. Çocuğun
onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden
korkmuştuk. Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini
vermesini istedik" (Kehf 80-81).
Ayette geçen gulam kelimesi, Arapça'da, büluğa ermemiş çocuk yani
sabiy manasında kullanıldığı gibi,
büluğa ermiş delikanlı manasına da kullanılır. Türkçemizde "oğlan"
kelimesi de aşağı yukarı bu manadadır. "Oğlan çocuğu" demedikçe,
büluğa ermiş kimse de oğlan kelimesi ile kastedilir.
Ayette geçen gulam'ı her iki manada da anlayan alimler mevcuttur.
Ancak "cumhur" denen çoğunluk, ayetteki gulam'la "büluğa ermemiş
çocuk"un kastedildiği görüşüne zahib olmuştur.
Buradaki gulam, büluğa ermiş bir kimse olduğu takdirde küfrü ve
isyanı sebebiyle öldürülmüş olması problem çıkarmaz. Ancak, ekseriyetin anladığı
üzerine, gulamdan murad, büluğa ermemiş biri ise, istikbalde işleyeceği cinayet
sebebiyle öldürülmüş olması şer'î ahkâm bakımından son derece mahzurludur.
Çünkü çocuk, âmmden öldürme cinayetinde bulunsa bile, kendisine kısas yoluyla
ölüm cezası vermek mümkün olmadığı gibi, ilerde işleyeceği, muhtemel ve
muhayyel bir suç sebebiyle onu öldürmek
hiç mümkün değildir.
Bu vak'anın izahı özetle şöyle
yapılır: Şeriatın hakikatı Allah'ın emridir. Hızır da, Hz. Musa'nın
sorusu üzerine, bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını
söylemiştir. Nitekim, bu izah karşısında, ilm-i zahire tabi insanların
temsilcisi durumunda olan Hz. Musa ikna olduğu için sükut etmiş, itiraz etmemiştir.
Hz. Hızır aleyhisselam ise,
"ilm-i ledün", "ilm-i batın", "ilmü'lgayb" gibi
değişik isimlerle ifade edilen geçmiş ve geleceğe şamil bir ilme sahiptir. Bu
ilim, Hz. Musa gibi ilm-i zahir ehlince meçhuldür. Bu ilim, kesble elde
edilemez, mevhibe-i İlahîdir. Hızır
aleyhisselam bu ilme sahiptir. Kıssada kaydedilen diğer vak'alar da Hz.
Hızır'ın hususiyetini göstermiştir.
Öyle ise, ilm-i zahire sahip şeriat tebliğcisi Hz. Musa nazarında
çirkin addedilen bir amel, ilm-i batına sahip Hızır nazarında çirkin değildir.
Üstelik, öldürme vak'asını anlatan Hızır "ben" zamirini kullanmıyor,
"biz" diyor. Yani şahsî bir tasarrufu değildir. Yapılan izahın Hz.
Musa'yı ikna etmiş olması da bu iki şeriatın aslında birbirine muhalif
olmadığını ifade eder. [257]
ـ5719 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
في قوله تعالى:
]وَإنِ
امْرَأةٌ
خَافَتْ مِنْ
بَعْلِهَا
نُشُوزاً أوْ
إعْرَاضاً.
قَالَتْ:
نَزَلَتْ في
الْمَرْأةِ
تَكُونُ
عِنْدَ
الرَّجُلِ، َ
يَسْتَكْثِرُ
مِنْهَا.
فَيُرِيدُ
طََقَهَا
فَيَتَزَوَّجُ
غَيْرَهَا
فَتَقُولُ:
أمْسِكْنِي َ
تُطَلِّقْنِي
ثُمَّ
تَزَوَّجْ
غَيْرِي
وَأنْتَ في حِلٍّ
مِنَ
النَّفَقَةِ
عَلىَّ
وَالْقَسْمُ
لي، فذلِكَ
قَوْلُهُ
تَعالى: فََ
جُنَاحَ عَلَيْهُمَا
أنْ
يُصْلِحَا
بَيْنَهُمَا
صُلْحاً
وَالصُّلْحُ
خَيْرٌ[.
أخرجه
الشيخان.»نُشوزُ
الْمَرأة«
بغضها زوجها
واستعصاؤها
عليه.و»نشوزُ
الزَّوجِ«
ضربها
وجفاؤها .
1. (5719)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): "Eğer bir kadın kocasının
geçimsizliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, bazı
fedakârlıklarla sulh olup aralarını düzeltmelerinde onlar için bir günah
yoktur. Sulh ise daha hayırlıdır..." (Nisa 128) ayeti hakkında dedi ki:
"Bu ayet, şöyle bir kadın hakkında inmiştir: "Bir erkeğin nikahı
altındadır, ancak erkek onunla beraberliği fazla istememektedir, onu boşayıp
bir başkasıyla evlenmeyi arzulamaktadır. Ona kadın: "Beni boşama, yanında
tut, ama dilersen bir başkasıyla da evlen. Sen bana infak ve gece ayırma
hususunda serbestsin" der. İşte ayette geçen şu meal bu manayadır:
"Bazı fedakârlıklarla sulh olup aralarını düzeltmelerinde onlar için bir
günah yoktur. Sulh ise daha hayırlıdır." [Buharî, Sulh 4, Mezalim 11;
Tefsir, Nisa 23, Nikah 95; Müslim, Tefsir 14, (3021).][258]
AÇIKLAMA:
Nüşuz, kelime olarak sivrermek, yükselmek, kabarmak gibi manalara
gelen bir kökten gelir. Karıkoca arasındaki nüşuz geçimsizliktir,
birbirlerinden hoşlanmamaktır. Kadının kocaya karşı nüşûzu itaat etmemesi, asi olması,
dikbaşlılık etmesi, karşılık vermesi demektir. Kocanın karısına nüşuzu ise,
kötü muamele etmesi, ona zarar vermesi ve dövmesidir (en-Nihaye).
Şarihlerin açıkladığı
üzere, ayet-i kerime, kadına, kendisini kocasının boşamasından korktuğu
takdirde, boşamaması ve nikahında tutması karşılığında mehrinden ve hatta gece beraberliğinden
tavizler vermeyi tavsiye etmektedir.
Hakim'in bir rivayetine göre "Rafi' İbnu Hadic'in nikahı altında bir
kadın vardır. Buna rağmen genç bir
kadınla daha evlenir. Bu genci, eski hanımına
tercih eder. Bunun üzerine kadınla aralarında niza çıkar. Rafî hanımını
bir talakla boşar, sonra kadına:
"Dilersen talaktan rücu edeyim, ancak sen de sabredip tahammül
edeceksin" der. Kadın "rücu et" der. Tekrar birleşirler. Fakat
kadın bilahare verdiği sözde duramaz, sabırsızlık izhar eder. Bunun üzerine o
da hanımını boşar. " Şu halde sadedinde olduğumuz ayetin tavsiye ettiği
sulh böylesi bir anlaşmadır. Tirmizî'de İbnu Abbas'tan kaydedilen bir rivayete
göre, "Hz. Sevde (radıyallahu anhâ), kendisini Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın boşayacağından korkarak: "Ey Allah'ın Resulü! Beni boşama
fakat benim sıramı Aişe'ye ver!" diyerek müracaatta bulunur. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kabul buyurur." İşte, sadedinde olduğumuz ayet bu
vesile ile nazil olur.[259]
NİKÂH MEVZUUNA GİREN BAŞKA
MESELELER
ـ5720 ـ1ـ عن
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قَالَ: ]إذَا
تَزَوَّجَ
الرَّجُلُ الْمَرْأةَ
وَشَرَطَ
لَهَا أنْ َ
يُخْرِجَهَا
مِنْ
مِصْرِهَا
فَلَيْسَ
لَهُ أنْ
يُخْرِجَهَا
بِغَيْرِ
رِضَاهَا[.
أخرجه
الترمذي .
1. (5720)- Hz. Ömer (radıyallahu anh) demiştir ki: "Bir adam bir
kadınla evlenir, nikah sırasında kadını kendi memleketinden dışarı çıkarmama
şartını kabul ederse, bilahare kadın razı olmadıkça, onu dışarı
çıkaramaz." [Tirmizî, Nikah 31, (1127).][260]
ـ5721 ـ2ـ
وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّهُ سُئِلَ
عَنْ ذلِكَ
فَقَالَ:
شَرْطُ
اللّهِ تَعالى
قَبْلَ
شَرْطِهَا
وَالشَّارِطُ
لَهَا[. أخرجه الترمذي
.
2. (5721)- Hz. Ali (radıyallahu anh)'den anlatıldığına göre: "Bu
meseleden (nikahta koşulan şarta uyma meselesinden) sorulmuştur da, o şu cevabı
vermiştir: "Allah Teala hazretlerinin şartı kadının koştuğu şarttan da,
onun şartını kabul edenden de önce gelir!" [Tirmizî, Nikah 31, (1127).][261]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen iki hadis, nikah akdi yapılırken ileri
sürülecek şartlarla ilgilidir. Tirmizî bu hadisleri "Nikah akdi sırasında
koşulacak şartla ilgili olarak gelen (rivayetler) babı" adını taşıyan bir
babta kaydetmiştir. Tirmizî, bu babın ilk rivayeti olarak Ukbe İbnu Amir
tarafından rivayet edilen Aleyhissalâtu vesselâm'ın şu hadisini kaydeder:
"Yerine getirilmeye en ziyade hakkı
olan şartlar kendisiyle ferclerin helal kılındığı şartlardır."
Şarihler burada "şart(lar)"la kastedilen şeyin öncelikle
mehir olduğunu, ancak zevciyetin yüklediği bütün vecibelerin anlaşılması
gerektiğini söylemişlerdir. Bunlar dinimizin
nikah müessesesinin meşruiyetine tabi kıldığı vecibelerdir. Mehir,
nafaka, iyi geçim... Nikah akdi bunları erkeğe
yüklemiş, sanki kadın bunları şart koşmuş gibidir.
Ancak, bir
kısım alimler, bu hadiste zikredilen "şart"la, erkeğin, kadını
evlenmeye razı edebilmek üzere, -dinen mahzurlu olmamak kaydıyla- önceden kabul
ettiği bütün şartların kastedildiğini de söylemiştir. Nitekim İmam Şafii
hazretlerinin: "Ulemanın çoğu, burada kastedilenin, nikahın muktezasına
münafi olmayan şartlara hamledilmesi kanaatindedir" demiştir.
Böylece, iyi muamele, nafaka, giyecek,
mesken gibi temel hususlar da hadisin maksatları arasında yer alır.
Bunu sadece
erkek tarafının vecibesi olarak düşünmek de yanlış olur. Çünkü nikah kadına da
bir kısım meşru sorumluluklar getirmektedir. Öyleyse kadın da onlara uyacaktır:
Kocanın izni olmadan evden çıkmaması, kocasının malında onun izni
dairesinde tasarrufta bulunması, eve
kocasının istemediği kimseyi almaması, davetine itiraz etmemesi gibi..
Nikahın
muktezasına muhalif olan şarta gelince, kocanın kadına gece ayırmama, yeterince
harcamama, infak etmeme, kadınla sefere çıkmama... gibi şartlar. Bunlara uymak
gerekmez, bunların zikri akid sayılmaz,
lağv (boş söz) kabul edilir. Nikah, mehr-i misil üzere sahih olur. Yalnız Ahmed
İbnu Hanbel, "Her şarta uymak gerekir" demiştir.
2- Sadedinde olduğumuz iki hadisten birincisi Hz. Ömer'in,
nikahta memleketinden dışarı çıkarmama hususunda kadının şartını kabul eden
erkeğin bu şarta uyması gereği kanaatinde olduğunu ifade etmektedir. Bu
kanaatini te'yid eden bakşa rivayetler de var. Ancak, yine Hz. Ömer'e atfedilen
bazı rivayetlerde aksi görüşte olduğu, böyle bir şartla ihtilafa düşen bir
karıkocanın davasına bakıp şartı kaldırdığı ve "Kadın kocasıyla
birliktedir" dediği de rivayet edilmiştir.
Hz. Ömer'in bu husustaki görüşü ihtilaflı olsa da, önceki görüşte
yalnız değildir: Ashab'tan Amr İbnu'l-As, tabiin ve etbauttabinden Tavus, Ebu
Şa'şâ, Evzâî, Şafiî, Ahmed ve İshak da aynı görüştedirler.
Hz. Ali'nin görüşünü çoğunluk (cumhur) benimsemiştir. Onlar:
"Hatta derler, kadının mehr-i misli, mesela yüz dinar olsa o kendi diyarından
çıkarılmamak şartıyla elli dinara razı olsa, kocası onu dilediği yere
götürebilir, üstelik mehri de müsemma olan yani nikah sırasında mutabakata
varılan miktardır -verilen misalde yüze bedel elli dinardır-." Hanefîler
bu meselede: "Kadın, mehr-i misilden eksilttiği kısmı isteyebilir"
demiştir. Şafii hazretlerinden şu görüş
de rivayet edilmiştir: "Nikah sahihtir, şart lağvdır, erkek mehr-i
misile mecbur edilir."
Burada kaydı gereken değişik bir görüş Ebu Ubeyd'e aittir:
"Kadını almak üzere kabul ettiğimiz şartlara uyulmasını emrederim. Ancak
erkeğin bu şartlara mahkum edilmesini emretmem" demiştir. İbnu Hacer,
açıklamamızın bidayetinde kaydettiğimiz hadis hakkında şöyle der:
"Ukbe'nin rivayet ettiği hadisi nedb'e hamletmek gerektiğini takviye eden
bir husus, Hz. Aişe'nin Berire
kıssasından naklettiği ibaredir:
"Allah'ın kitabında bulunmadığı halde koşulan şartların hepsi
batıldır." İbnu Hacer devamla: "Vaty, iskan, vs. erkeğin
haklarındandır, bunlardan birini iskat edecek bir şartın kabulü, kitabullahta
olmayan bir şartın kabulü olur. Taberâni, el-Mu'cemu's-Sagir'inde, Hz.
Cabir'den hasen bir senetle şu hadisi
kaydeder: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ümmü Mübeşşir Bintu'l-Bera
İbni'l-Ma'rur'a talip olmuştu. Kadın: "Ben zevceme, kendisinden sonra
evlenmeyeceğim diye söz vermiştim" cevabını verdi. Bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm: "Bu uygun bir şart değildir"
buyurdular."[262]
ـ5722 ـ3ـ
وعن ابنِ
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]جَاءَ رَجُلٌ
الى رَسُولِ
اللّهِ # فَقَالَ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ : إنَّ امْرَأتِي
َ تَرُدُّ
يَدَ َمِسٍ.
فَقَالَ: أغْرُبْهَا.
فَقَالَ: إنّي
أخَافُ أنْ
تَتْبَعَهَا
نَفْسِي.
قَالَ:
فَاسْتَمْتِعْ
بِهَا[. أخرجه
أبو داود
والنسائي.قوله:
»َ تَرُدُّ
يَدَ َمسٍ«
يعنى أنها
مطاوعة لمن
طلب منها
الريبة والفاحشة.وقوله:
»اَغْرُبْهَا«
أي طَلَقُهَا.وقوله:
»اسْتَمْتِعْ
بِهَا« كناية
عن إمساكها
بقدر ما يقضى
منها متعة
النفس ووطرها
.
3. (5722)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir adam
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü! Hanımım
değen eli reddetmiyor!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Onu
uzaklaştır!" emretti. Adam: "Nefsimin ona takılmasından
korkuyorum" deyince:
"Öyleyse ondan faidelen!" buyurdular." [Ebu Davud, Nikah 4, (2049); Nesâî, Nikah 12, (6,
67).][263]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen "değen eli reddetmemesi" iki manada
anlaşılmıştır:
* Nefsini, fuhuş talep edenlere karşı korumuyor, isteklere cevap
veriyor, namusunu korumuyor.
* Kocasının malından isteyenlere, her ne isterlerse veriyor, malı
korumuyor.
2- "Uzaklaştır"dan
murad da "boşa!"dır.
3- Resulullah "Ondan istifade et!" emrini vermiştir.
Zira, boşadığı takdirde adamın ondan tamamen kopamayarak, harama
düşebileceğinden korkmuştur. Ancak, hadisin Nesai'de gelen veçhinde "Ondan faidelen" yerine "Onu alıkoy" denmiş olmasını
esas alan alimler: "Onu zinadan veya israftan alıkoy" şeklinde
yorumlamışlardır ki bunun da ya çok cima ile ya da malın muhafazası için
ziyade tedbirlerle mümkün olacağına
dikkat çekmişlerdir.
Bazı şarihler de: "Değen eli reddetmiyor" ifadesinin
zahir manası: "Değerek lezzet almak için uzatılan eli reddetmiyor"
demektir demişlerdir. Eğer Resulullah bundan cimayı kinaye ettiğini anlasaydı,
adama kazf ahkâmı uygulardı veya "kocası, hanımının halinden, onun
kendisinden fuhşiyat talep edildiği takdirde kaçınmayacağını anlamış,
endişesini dile getirmiştir, kendisinden
böyle bir hadise henüz vaki olmuş değildir" yorumu da yapılmıştır.
Allame Muhammed İbnu İsmail el-Emir, Sübülü's-Selam'da "değen
el"le ilgili bu te'villeri kaydettikten sonra birinci te'vilin ihtimalden
çok uzak olduğunu, zira Aleyhissalâtu vesselâm'in kişiye deyyus olmayı
emretmeyeceğini söyler. İkinci te'vilin de
ihtimalden uzak olduğunu, zira kadın kendi malından israf etse bunun
önlenebileceğini, kocasının malından
israf etse bunun da önüne geçebileceğini ve bu sebeplerle Aleyhissalâtu
vesselâm'ın boşamayı emretmeyeceğini, zaten değen elle cömertliğin kinaye
edilmesinin örfde görülmediğini söyler ve netice olarak "En kuvvetli
ihtimal hiçbir düşük ve art niyet olmaksızın yabancıya karşı kaçgöçe yer
vermeyen bir ahlak gevşekliğinin kastedilmiş olmasıdır, nitekim fuhuştan uzak
olmasına rağmen birçok erkek ve kadının ahlakı böyledir. Eğer şikayet sahibi
koca, kadının fuhşa düşmesini kasdetmiş olsaydı, kadına karşı kazıfta bulunmuş
olurdu" der.
Bu kaydettiklerimiz, hadisleri anlamada, te'vilde isti'cal etmeyip
etraflıca araştırma ve imân-ı nazar etme gereğine bir kere daha delil
olmaktadır.[264]
ـ5723 ـ4ـ
وعن ابنِ
مسْعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تُبَاشِرُ
الْمَرْأةُ
الْمَرْأةَ
فَتَنْعَتَهَا
لِزَوْجِهَا كَأنَّهُ
يَنْظُرُ
إلَيْهَا[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
4. (5723)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kadın kadına [bir örtünün altında] mübaşeret etmemelidir,
onu tutup kocasına vasfeder de adam görmüş gibi olur." [Ebu Davud, Nikah
44, (2150); Tirmizî, Edeb 38, (2793); Buharî, Nikah 118).][265]
AÇIKLAMA:
1- Bu yasak, sedd-i zerâî denen kötülüklerin sebeplerini
yasaklamada mühim bir asıldır. Kadının kocasına, bir diğer kadını
vasfetmesi, kocasını o kadınla fitneye
düşmeye veya vasfeden hanımını boşamaya müncer olabilir. Nesâî'nin bir
rivayetinde: "Kadın kadınla, erkek erkekle mübaşerette bulunmasın"
buyrulmuştur. Bir diğer vecihde hadis daha şümullüdür: "Erkek erkeğin
avretine bakmasın, kadın da kadının avretine
bakmasın, erkek erkekle bir tek örtünün altına girmesin, kadın da
kadınla bir tek örtünün altına girmesin" buyrulmuştur. Nevevî der ki:
"Hadisten, erkeğin erkeğin avretine bakmasının, kadının da kadının
avretine bakmasının haram olduğu anlaşılmaktadır. Bu ihtilaf edilmeyen bir
husustur. Keza erkeğin kadının avretine, kadının da erkeğin avretine bakması bi'l-icma haramdır. Karıkoca
bundan istisnadır. Bunlardan herbiri arkadaşının avretine bakabilir.
Sadece ut yerlerine bakma hususunda ihtilaf edilmiştir, asıl olan cevazdır,
fakat sebep yokken bakmak mekruhtur. Mahremler birbirlerine dizkapağı göbek
arası hariç diğer yerlerine bakabilirler. Bahsedilen bu haramların hepsi hacet olmama durumuyla
ilgilidir, cevaz da şehvetsiz olan nazaradır."
2- Hadis, arada perde olmaksızın iki erkeğin bedenlerinin
birbirine değmesinin haram olduğunu ifade etmektedir. Musafaha bundan istisna
tutulmuştur. Keza başkasının avretine hangi yerde olursa olsun elle değmek
bilittifak haramdır. Nevevî, bu meselede hamamların umumi bir belva olduğunu,
oralarda çok kimsenin titizliğe riayet etmeyip gevşeklik gösterdiğini, herşeye
rağmen oralara girenlerin başkalarının avretine karşı elini, gözünü vs.'sini
koruması gerektiğini kendi avretini de başkasının nazarından koruması gerektiğini
belirtir. Bu titizliği göstermeyenlere de gücü yettikçe müdahele icab ettiğini,
karşı tarafın kabul etmeyeceğini zannetmenin bu vazifeyi üzerinden
düşürmeyeceğini, şayet nefsi veya başkası hakkında fitneden korkarsa müdahale
vazifesinin sakıt olacağını söyler.[266]
ـ5724 ـ5ـ
وعن عطَاء
بْنِ يَسَارٍ
قَالَ:
]جَهَّزَ رَسُولُ
اللّهِ #
فَاطِمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
بِخَمِيلٍ
وَقِرْبَةٍ
وَوِسَادَةٍ
حَشْوُهَا
إذْخِرٌ[.
أخرجه
النسائي.»الْخَمِيلُ«
كساء له خمل .
5. (5724)- Atâ İbnu Yesar rahimehullah anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ)'ya çehiz olarak kadife
bir örtü, bir su kabı ve içerisi izhirle doldurulmuş bir minder verdi."
[Nesâî, Nikah 81, (6, 135).][267]
ـ5725 ـ6ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ إنِّي
رَجُلٌ
شَابٌّ وَأخَافُ
الْعَنَتَ
وََ أجِدُ مَا
أتَزَوَّجُ
بِهِ، أَ
أخْتَصِي؟
فَسَكَتَ
عَنِّى،
ثُمَّ قُلْتُ
لَهُ
فَسَكَتَ
عَنِّي،
ثُمَّ قَالَ:
يَا أبَا
هُرَيْرَة
جَفَّ
الْقَلَمُ
بِمَا أنْتَ
َقٍ
فَاخْتَصِ
عَلَى ذلِِكَ
أوْ ذَرْ[. أخرجه
البخاري
والنسائي .
6. (5725)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey
Allah'ın Resulü dedim, ben genç bir insanım, günahtan korkuyorum, evlenecek
maddî imkan da bulamıyorum, hadımlaşmayayım mı?" dedim. Aleyhissalâtu
vesselâm bana cevap vermedi. Ben bir müddet sonra aynı şeyi tekrar söyledim.
Yine cevap vermedi. Sonra:
"Ey Ebu Hureyre! buyurdu. Senin karşılaşacağın şey hususunda
artık kalem kurumuştur. Bu durumda ister hadımlaş ister bırak." [Buharî,
Nikah 8; Nesâî, Nikah 4, (6, 59).][268]
AÇIKLAMA:
1- Hadisten geçen اَلْعَنَتْ
asıl
olan şiddet demek ise de, günah, fücur,
zina, kötü ve meşakkatli iş gibi
manalara gelen bir kelimedir.
2- Hadis, ilk nazarda hadımlaşmayı yapıp yapmamada muhayyer
bırakıyor intibaını vermekte ise de, aslında muhayyerlik mevzubahis değil,
bilakis tevbih var. Başka rivayetlerde ihtisa talebi açıklıkla reddedildiği
halde burada meselenin kaderle irtibatına atıf yapılmıştır. Ama dinimizde kadere
inanma emri var, kaderde olanla amel emri yok. Kader bizim meçhulümüzdür, ne
var bilemeyiz. Kaderde yazılan yazılmıştır diye hareket edecek olsak müsaade
edilen, meşru olanları tercihen yapmamız gerekir. Öyleyse nice defalar ihtisa
gibi tabiatı, yaratılışı bozan şeylerden yasaklama bilinip dururken, bekârlığın
getireceği bazı sıkıntıları ihtisa yoluyla önlemek tecviz edilmez.
Hülasa hadiste o hususta muhayyerlik mevzubahis değildir. Bilakis
ihtisanın zemmi mevcuttur. Ayrıca kaderin hükmettiğini beşerî çare ve
tedbirlerle bozamayacağımız da ifade edilmiş olmaktadır.
* Hadis, kişinin başına gelen bir hususu müstehcen de olsa,
çirkince de olsa büyüğüne açabileceğini
ifade etmektedir. Resulullah Ebu Hureyre'nin şikayetini dinlemiş, onu
azarlamamıştır.
* Hadiste mehir ve diğer evlenme masraflarını temin etmeyenin
evlenmeye girişmemesi de ders verilmiş olmaktadır.
* Şikayet üç kere tekrar edilebilir, caizdir.
* İkna olmayacak kimseye sükutla cevap gerekir.
* Mücerred sükuttan muradı anlayacağı zannedilen kimseye cevap
yerine sükut etmenin cevazı vardır.
* İhtiyacını talep eden kimsenin, sualde özrünü önce beyan
etmesi müstehabtır.
* Bazı hadislerde Resulullah bekâr gençlere şehveti kırmak
için oruç tavsiye etmiştir. Ebu Hureyre'ye oruç tavsiye edilmeyişini şarihler,
Ebu Hureyre ehl-i suffeden olması hasebiyle zaten ömrünün çoğunu oruçlu geçirdiğini
Aleyhissalâtu vesselâm bilmektedir. Bu sebeple oruç tavsiye etmemiş olabilir
veya bu talep seferde vaki olmuştur diye açıklarlar.[269]
ـ5726 ـ7ـ
وعن مَعْمَرٍ
قال: قَالَ
لِي
سُفْيَانَ الثَّوْرِي
رَحِمَهُ
اللّهُ: ]هَلْ
سَمِعْتَ في
الرَّجُلِ
يَجْمَعُ ‘هْلِهِ
قُوتَ
سَنَتِهِمْ
أوْ بَعْضِ
السَّنَةِ؟
فَلَمْ
يَحْضُرْنِي
مَا أقُولُ.
ثُمَّ ذَكَرْتُ
حَدِيثاً
حَدَّثَنَا
بِهِ ابْنُ شِهَابٍ
عَنْ مَالِكِ
بْنِ أوْسٍ
عَنْ عُمَرَ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # كَانَ
يَبِيعُ
نَخْلَ بَنِي
النَّضِيرِ
وَيَحْبِسُ ‘هْلِهِ
قُوتَ
سَنَتِهِمْ[.
أخرجه رزين.
7. (5726)- Ma'mer anlatıyor: "Süfyan-ı Sevrî merhum (bir gün)
bana:
"Ailesinin bir yıllık -veya
yarı yıllık- yiyeceğini cemeden kimse hakkında bir şey işittin mi?"
diye sormuştu. O anda ne söyleyeceğim aklıma gelmedi. Ama sonradan İbnu
Şihab'ın bize tahdis ettiği bir hadisi hatırladım. Hadis İbnu Şihab'a Malik
İbnu Evs'ten, ona Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'den gelmişti. Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm'ın, Beni'n-Nadir hurmalığını satıp
ailesi için bir yıllık yiyeceklerini ayırdığı belirtilmekte idi." [Rezin
tahric etti. Buharî, Nafakat 3; Müslim, Cihad 49, (1757).][270]
AÇIKLAMA:
Ma'mer'in hatırladığı hadis, Buhârî ve Müslim'de bütün
teferruatıyla kaydedilmiştir. Hadiste, Hz. Peygamber'in mirası meselesinde İbnu
Abbas'la Hz. Ali arasında çıkan ve halife olması haysiyetiyle Hz. Ömer
(radıyallahu anhüm ecmain)'e intikal eden ihtilaf anlatılır. Bu vesile ile Hz. Ömer,
Resulullah'a Benî Nadir Yahudilerinin
mallarından düşen ve şahsî malı durumunda olan hurmalığı Aleyhissalâtu
vesselâm' ın nasıl tasarruf ettiğini açıklar. Hz. Ömer bu mesele ile ilgili
olarak: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bundan ailesinin senelik
nafakasını alır, geri kalanı Allah'ın malı kılıp beytulmale (hazineye)
koyardı" der.
Alimler, bu hadisi esas alarak, kişinin ailesi için bir yıllık
ihtiyacını depolayabileceğine hükmetmişlerdir.[271]
[1] Bediüzzaman.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/478-480.
[3] Burada kaydedeceğimiz prensiplerin
herbibiri kelimesi kelimesine âyet ömeali değil ise de hadislerin de
yardımıyla, alimler bu hükmleri netleştirmiştir.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/480-481.
[5] Bunun ehemmiyet ve şümûlünü tam kavramada,
günümüz sosyolojisinde önemli bir yer tutan sosyometri bahislerini tetkik etmek
gerekir.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/482-483.
[7] Hz. Aişe hakkında geniş bilgi birinci
ciltte verilmiştir(s.76-80).
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/484.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/484-485.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/486.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/486-487.
[12] Bu eser, Ahkamu's-Sıgar adı ile
tarafımızdan tercüme edilmiş, 1984 yılında Cihan Yayınevi tarafından
İstanbul'da basılmıştır, tamamı 488 sayfadır.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/487.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/487-489.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/490-491.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/491-492.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/492-493.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/493.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/493.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/494.
[21] Çocuğunu emzirmekte olan
Ümmü Seleme ile gerdekten kaçınması 5719. hadiste görülecek olan
"gayle" meselesinden ileri gelebilir.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/494-495.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/496-497.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/497-498.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/498.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/498.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/498-499.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/500.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/500-501.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/502-503.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/503-504.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/504.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/504-505.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/505.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/505-506.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/506.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/507-508.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/508-509.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/510.
[40] Azl, meniyi kadının rahmine
değil, dışarı atmaktır. Buna, hamileliği önlemek için başvurulur.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/510-512.
[42] Bu iktibastan yaptığımız eser (Türkiye'de
Nüfus Meselesi) 1973'te İstanbul'da Boğaziçi Yayınevi tarafından basılmıştır.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/512-514.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/514.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/514.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/515.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/515-516.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/516.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/516.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/516-517.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/517.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/518.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/518.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/519.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/519-522.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/522-523.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/523-524.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/524.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/526.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/526-527.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/528.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/528.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/528.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/529.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/529-530.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/530.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/530.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/530.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/531.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/531.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/531.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/532.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/532-533.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/534.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/534-535.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/535.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/535.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/535-536.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/536.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/536.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/536-537.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/537.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/537-538.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/539-540.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/540.
[90] Timaş Yayınevi (İstanbul) tarafından daha
az özetlenerek neşredilen kitapçığın Namus Fitnesi Mut'a adıyla piyasaya
çıkması uygun bulunmuştur.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/541.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/541-542.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/542-545.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/545-546.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/546.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/546-548.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/548-549.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/549.
[99] İbnu Hubbân:
"Husyelerimizi burdurup kadınlaşsak olmaz mı?" dedik"
ibaresinden hareketle, Resûlullah'ın ilk bakışta Mut'a'yı yasaklamış
olabileceği görüşünü ileri sürer. (Sahîh-u İbnu Hubbân 6, 175).
[100] İbnu Abbâs radiyallahu
anhümâ, burada Bakara sûresinin 173. âyetinde atıf yapmaktadır. Bu âyette
Rabbimiz Teâlâ hazretleri, leş, kan, domuz eti ve puta kesilen hayvanların
etinin haram olduğunu bildirdikten sonra, muzdar kalanların ölmeyecek kadar
yemelerine ruhsat verir.
[101] İki mut'a'dan murad
temettû haccı ile mut'a nikâhıdır. Temettû haccı da câiz mi değil mi diye
münakaşa edilen bir konu olmuştur. Ancak teferruatı burada mevzumuzun dışında
kalır.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/549-554.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/554-55.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/555-559.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/559-560.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/560-561.
[107] Muhsan evliliği tatmış kimsedir.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/561-562.
[109] Mealde "ırzlar" kelimesiyle
tercüme edilen Kur'ânî tâbir "fürûc"dur. Bu ferc'in cem'i(çoğulu)dur.
Fercle ayet ve hadislerde gerek erkek ve gerekse kadınların cinsî uzvu kinaye
olunur. Sadedinde olduğumuz ayette cinsî tatminin kinaye olunduğu söylenebilir.
[110] Tahlîl, bir Şiî
kaynaklarından olan Tenzîbu'l Ahkâm'da "Efendinin, kendi câriyesini,
herhangi bir şahsa ariyeten helal addetmesidir. Bu muameleye âriyet denmekten
kaçınılmış, tahlîl denmiştir" (7,244). Tabiri ehl-i sünnet alimleri,
boşanan kadının, hulle yoluyla eski kocasıyla nikahlanması mânasında
kullanmışlardır.
[111] Kâsânî'nin açılamasını takip
edebilmek için âyetin tam meâlini veriyoruz:"(Harb esiri olarak) sağ
ellerinizin mâlik olduğu kadınlar (mülk-i yemininiz olan câriyeler) müstesna
olmak üzere diğer bütün kocalı kadınlar(la evlenmeniz de size haram edildi. Bu
haramlar), üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır). Onlardan maadası ise
-namuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) halinde (yaşamanız şartiyle)
mallarınızla (mehir vermek veya satın almak suretiyle)ara(yıp nikâhla)manız
için- size helal edildi. O halde onlardan hangisiyle faidelendiyseniz
ücretlerini takdir edildiği vech ile verin. O mehrin miktarını tayin ettikten
sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkında üstünüze bir
vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir. Mutlak hüküm ve hikmet
sahibidir.Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç
yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'mün câriyelerinizden
(alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (hasıl
olmuşsunuz)dur. O halde -fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu
kadınlar olmak üzere- onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikâhlayın.
Ücretlerini (mehirlerini) de güzellikle onlara verin.Onlar evlendikten sonra
bir fuhuş irtikab ettiler mi o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın
yarısı (verilir. Cariyeleri almak hususundaki) bu (müsaade), içinizde sıkıntıya
düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha
hayırlıdır. Allah hakkıyla mağfiret edicidir, çok esirgeyicidir"(Nisa
24-25).
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/562-566.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/566-567.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/567-568.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/568-569.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/569-572.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/572-573.
[118] Şiîler,
"aleyhisselam" ifadesini alimleri için kullanırlar. Sünnîler bunu
sadece peygamberlere kullanırlar.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/573-575.
[120] Sünneti ikâmeden iki mâna
çıkarmışlardır: 1- Mut'ayı bir kere yaparak sünneti yerine getirmek; 2-
Mut'anın sünne olduğunu kavl ile ikrar etmek, fakat bunu yapmak bir vecîbe
değildir. Onu yaparak zarara düşmek gerekmez.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/575-576.
[122] Takiyye: Şiâ'ya ait bir
ıstılahtır,canını kurtarmak için inancını gizlemek, olduğundan başka görünmek
mânasına gelir.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/576-578.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/578-579.
[125] Tarif aynen şöyle: مَا
اتَّصَلَ
اِلَى
الْمَعْصُومِ
بِنَقْل
الْعَدْلِ
اْ“ِمَامِى
عَن مِثِلِهِ
في جَمِيعِ
الطَّبَقَابِ
حَيْثُ
تَكُونُ مُتَعَدَّدَةً
"Sahîh hadis,
senedi bütün tabakalarda imamiye mezhebine mensub âdil râvinin âdil râviden
masum imama kadar muttasıl suretle rivayet ettiği hadistir(Zeynûd-Dîn İbnu Ali
İbnu Ahmed vefat 965, er-Riâye fi ilmi'd-Diraye s.77;el-Kahpâni,
Mecma'u'r-Rical 7,195).)"
[126] Her ne kadar mâsum tâbirin zımnında Hz.
Peygamber de dahil ise de (Amilî,a.g.e. s. 77), kitaplarında nâdiren Hz.
Peygamber'e ulaşan hadis mevcuttur. Ayrıvca bilinmesi gereken bir husus şudur:
Hz. Peygamber'in sözünün de muteber bir hadis sayılabilmesi için, masum imamlar
yoluyla rivayet edilmelidir. Böyle olmayan rivayetler onların nazarında
değersizdir. Bu çeşitten masum imam târikiyle rivayet edilmeyen hadislere
muvassak denmektedir. Üçüncü derecede bir ehemmiyet taşımaktadır. (Abdulvehhâb
Abdullatif el-Müsteker, el-Mu'tasar kısmında s.20); a.g.e.84.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/579-581.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/5.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/5.
[130] Bu mevzuda teferruat için Ömer Nasuhi
Bilmen merhumun Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu'na müracaat edilmelidir. (2. cilt,
45-50).
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/5-7.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/7.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/7.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/8.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/8.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/8-9.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/11.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/11.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/11-12.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/12.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/12-13.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/13.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/13-14.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/14.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/14-15.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/15.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/15-16.
[152] Bu meselelere Ahzâb sûresi ile ilgili
tefsirde kısa kısa temas etmiş olmamıza rağmen (Bak. 4. cilt, 178. sayfa),
ehemmiyetine binaen burada biraz daha genişçe temes etmeyi faydalı buluyoruz.3)
Velâ-i Müvâlât: Nesebi meçhul birisi ile tes'sîs edilen yardımlaşma rabıtası
(akrabalığı).Velâ-i Ataka : Azad edilen köle ile efendi arasında teessüs eden
bir râbıta (akrabalık bağı). Ölüm halinde tevârüsü gerektirir.Civâr : Bir
yabancıya tanınan himâye, eman.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/16-17.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/17.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/17-18.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/18.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/18-20.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/20.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/20-22.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/23.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/23-24.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/24.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/25.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/25.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/25-27.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/28.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/28.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/29.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/29.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/29-30.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/30.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/30-31.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/31.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/31.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/32-33.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/33.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/33.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/33-34.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/34.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/34-35.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/35-36.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/37.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/37.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/37-38.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/38-39.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/39.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/39-40.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/40.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/40.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/40.
[192] Bu hususta ileri sürülen farklı ve
teferruatlı görüşlerden birine göre -ki Evzâ'î de benimser- radâ'süte bağlıdır,
zamana değil, daha iki yıl dolamadan, meselâ birinci yıl içerisinde çocuk
sütten kesilip yemeğe tam alışacak olsa, bundan sonra emilen sütle kardeşlik ve
hurmet hâsıl olmaz. Diğer bir görüşe göre sütle yaşlılar için bile - en azından
örtünmeyen gerektirmeyen- kardeşlik hâsıl olmaktadır. (Çeşitli münâkaşalar için
bak. Fethu'l-Bârî, 11, 49-53; A. Ma'bûd 6, 53-62).
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/41-42.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/42-43.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/44.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/44.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/44-45.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/45.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/46.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/46-47.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/48.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/48-49.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/49.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/49.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/50.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/50.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/50-51.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/52.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/52-53.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/53.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/56.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/56.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/57.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/57.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/57-58.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/58.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59-61.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/62.
[230] Hicret üzere biatın mâna ve ehemmiyetini
Hicretle ilgili bahsin sonunda tahlil edeceğiz (5797. Hadis).
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/62-63.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/65.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/65.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66-67.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/67.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/68.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/68.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/69.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/69.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/69.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/70.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/70.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/71.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/71-72.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/73.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/73.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/73.
[255] Bir peygamberin rü'yada bile olsa
gördüğünün vahya dayandığı ve binâenaleyh hak olduğu (bak. Râzî, a.g.e. 26,
153) kaziyyesi ve usulcülerin bir hüküm geldikte icra edilmeden neshedilip
edilmeyeceği hususunu tartışmış olmaları (Râzî, a.g.e., 26, 155) gibi hususlar
gözönüne alınırsa, Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmeye tevessülüyle alâkalı
âyetlere (Saffât 37, 101-102) dayanarak Hz. İbrahim zamanına kadar - belki de
birkısım kayıtlara tâbi olarak- çocuk kurban etmenin câri olduğu, ondan sonra
bu tatbikatın meşruiyetinin neshedildiği de düşünülebilir.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/74-76.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/76-77.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/78.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/78-79.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/80.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/80.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/80-82.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/82.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/83.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/84.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/84-85.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/85.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/85.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/85-86.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/87.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/87.