ـ4311 ـ1ـ
عَنِ ابْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
تَعُدُّونَ
الصُّرْعَةَ
فِىكُمْ؟
قَالُوا: الَّذِى
َ تُصْرِعُهُ
الرِّجَالُ.
قَالَ: َ. وَلكِنَّهُ
الَّذِى
يَملِكُ
نَفْسَهُ عِنْدَ
الْغَضَبِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
1. (4311)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):
"Siz aranızda kimi pehlivan addedersiniz?" diye sordu.
Ashab (radıyallahu anhum):
"Erkeklerin yenmeye muvaffak olamadığı kimseyi!"
dediler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır, dedi, gerçek
pehlivan öfkelendiği zaman nefsine hakim olabilen kimsedir." [Müslim, Birr
106, (2608); Ebû Dâvud, Edeb 3, (4779).][1]
ـ4312 ـ2ـ
وَلِلثََّثَةِ
عَنْ أبِي
هُرَيرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ: لَيْسَ
الشَّدِىدُ
بِالصُّرْعَةِ،
إنَّمَا
الشَّدِىدُ
الَّذِى
يَمْلِكُ
نَفْسَهُ
عِنْدَ الْغَضَبِ[
.
2. (4312)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir.
Hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir." [Buhârî, Edeb
76; Müslim, Birr 107, (2760); Muvatta, Hüsnü'lhalk 12, (2, 906).][2]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), öfkelenmeyi
yasaklamakta ve öfkelendiği zaman kendini tutmanın ve öfkeyle amel etmemenin faziletine dikkat
çekmektedir. Nitekim, öfkeyi tutmanın ve öfkeli iken nefsine hâkim olmanın
ehemmiyetine ayet-i kerimede de yer verildiğini ve böylelerinin övüldüğünü görmekteyiz:
"Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler,
insanların kusurlarını affederler. Allah
iyilik yapanları sever" (Al-i İmran 134). Keza bir başka âyet:
"öfkelendiği zaman bağışlayanlar"ı övmektedir (Şûra 37).[3]
ـ4313 ـ3ـ
وَعَنْ أبِي
وَائِلٍ
قَالَ:
]دَخَلْنَا
عَلى عُرْوَةَ
بْنِ
مُحَمَّدٍ
السَّعْدِىِّ
فَكَلَّمَهُ
رَجُلٌ
فَأغْضَبَهُ
فَقَامَ
فَتَوضَّأ
فقَالَ:
حَدَّثَنِى
أبِي عَنْ
جَدِّى عَطِيَّةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الْغَضَبَ
مِنَ
الشَّيْطَانِ،
وَإنَّ
الشَّيْطَانَ
خُلِقَ مِنَ
النَّارِ، وَإنَّمَا
تُطْفَأُ
النَّارُ
بِالْمَاءِ. فَإذَا
غَضِبَ
أحَدُكُمْ
فَلْيَتَوَضَّأ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (4313)- Ebû Vâil
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Urve İbnu Muhammed es-Sadî'nin yanına
girdik. Bir zât kendisine konuştu ve Urve'yi kızdırdı. Urve kalkıp abdest aldı
ve:
"Babam, dedem Atiye
(radıyallahu anh)'den anlatır ki, o,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini nakletmiştir:
"Öfke şeytandandır, şetyan da ateşten yaratılmıştır, ateş ise
su ile söndürülmektedir; öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkıp abdest
alsın." [Ebû Dâvud, Edeb 4, (4784).][4]
ـ4314 ـ4ـ
وَعَنْ أبِي
ذَرِّ
الْغِفَارِىِّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
لَنَا رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
غَضِبَ
أحَدُكُمْ
وَهُوَ قَائِمٌ
فَلْيَجْلِسْ
فإنْ ذَهَبَ
عَنْهُ
الْغَضَبُ
وَاَِّ
فَلْيَضْطَجِعْ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (4314)- Ebû Zerr
el-Gıfârî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bize buyurmuştu ki:
"Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun. Öfkesi
geçerse ne âlâ geçmezse yatsın." [Ebû Dâvud, Edeb 4, (4782).][5]
AÇIKLAMA:
Bu hadisler, öfkeli halde öfkenin sevkedeceği şeyi yapmamayı
âmirdir. Kişi öfkesi icabı bir şeyler yapmaya kalkarsa, makul, meşru bir şey
yapamaz öfke geçince pişman olacağı şeyler yapar. Öyle ise Resulullah, kişinin
öfkeli iken bir şeylerle oyalanmasını, veya faaliyetten kaçınmasını sağlamaya
çalışmaktadır. "Birinci hadiste, öfkeli kimseye abdest alması tavsiye
edilmektedir. Bu bir bakıma bir başka
şeyle meşgul olmak, öfkenin gereğiyle ilgilenmekten uzaklaşmaktır."
İbnu Battal der ki: "Bu hadis, nefis mücadelisinin, düşmanla
yapılacak mücadeleden daha zor olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Aleyhissalâtu
vesselâm, öfkesini yenen insanı, kuvvetce insanların en güçlüsü olarak ilan
etmiştir."
Bazı alimler de: "Bu soruyu soran, çabuk öfkelenen biri de
olabilir. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm herkesin mizacına göre emreder, en uygun
geleni tavsiye ederdi. Bu sebeple ona öfkeyi terketmeyi tavsiye ile
yetindi."
İkinci hadis ise, öfkelenen kimsenin ayakta ise oturmasını, öfke
daha da geçmezse yatmasını tavsiye etmektedir. Hattabi: "Ayakta olan kimse
bir fiil yapmaya hazırdır, oturan, bu durumdan uzaklaşır; yatan daha da
uzaklaşır. Öyle geliyor ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) öfkelenen
kimseye "oturma" ve "yatmayı" emretmiştir. Tâ ki, kıyâm
veya oturma hâlinde kendisinden bilahare pişman olacağı bir şey sâdır
olmasın."[6]
ـ4315 ـ5ـ
وَعنْ
مُعَاذِ بْنِ
جَبَلٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قَالَ:
]اسْتَبَّ
رَجَُنِ
عِنْدَ النبِىِّ
# حَتّى
عُرِفَ
الْغَضَبُ فى
وَجْهِ أحَدِهِمَا.
فقَالَ #:
إنِّى ‘عْرِفُ
كَلِمَةً
لَوْ قَالَهَا
لَذَهَبَ
عَنْهُ مَا
يَجِدُ مِنَ
الْغَضَبِ:
أعُوذُ
بِاللّهِ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
الرَّجِيمِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
5. (4315)- Hz. Muâz İbnu
Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: "İki kişi Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın huzurunda küfürleştiler. (Öyle ki) birinin yüzünde (diğerine
karşı) öfkesi gözüküyordu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben bir kelime biliyorum, eğer onu söyleyecek olsa,
kendinden zuhur eden öfke giderdi; Eûzu billahi
mineşşeytanirracim" buyurdular." [Tirmizî, Da'avat 53, (3448);
Ebû Dâvud, Edeb 4, (4780).] [7]
ـ4316 ـ6ـ
وَعَنْ أبِي
هُريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
قَالَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: أوْصِنِي
وََ تُكْثِرْ
عَلَيَّ
لَعَلِّي َ أَنْسى.
قَالَ: َ
تَغْضَبْ[.
أخرجه
البخاري ومالك
والترمذي .
6. (4316)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam: "Ey Allah'ın Resulü! Bana
kısa bir nasihatta bulun, uzun yapma! Tâ ki nasihatini unutmayayım"
demişti. [ve birkaç kere tekrar etmişti]. Aleyhissalâtu vesselâm (bir kelimeyle):
"Öfkelenme!" cevabını verdi!" [Buhârî, Edeb 76;
Tirmizî, Birr 73 (2021); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 11, (2, 906).][8]
AÇIKLAMA:
Bu hadisteki taleb bir
başka vecihlerde: "...beni cennete götürecek bir ameli bana söyle!"
şeklinde; "...bana yaşayacağım bazı kelimeler öğret, çok olmasın
unutuveririm", "Faydalanacağım bir şey söyle, çok olmasın..." ve
"Bana bir söz söyle az olsun, ola ki aklımda tutarım..." şekillerinde
de gelmiştir. Buraya kaydetmediğimiz başka vecihler de var. Bu soruyu soranın
bazı rivayetlerde kim olduğu bellidir, bazılarında belli değildir. "Bir
adam"dır. Anlaşılan o ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kişiyi
cenete götürecek az ve öz bir amel birçok defalar sorulmuştur. Aleyhissalâtu
vesselâm da sorulara birçok kereler
"Öfkelenme!" diye cevap vermiştir.
Ahmed İbnu Hanbel ve İbnu Hibbân'ın kaydettikleri bir rivayetin
sonunda ismi belirtilmeyen bir kimseden şu açıklama ziyade edilir:
"Resulullah'ın söylediğini düşününce gördüm ki, öfke bütün kötülükleri cem
etmektedir."
Hattâbî der ki: "Öfkelenme"nin manası "Öfke
sebeplerinden kaçın, öfkeyi celbedecek şeylere
yer verme" demektir. Öfkenin bizzat kendisinin yasaklanması
mevzubahis olamaz. Çünkü öfke tabii, fıtrî bir haldir, insan cibilliyetinden
izâle edilemez." Hattâbî'den başka alimler de şöyle demiştir:
"İnsandaki hayvani tabiattan gelen şeyler vardır, bunları bertaraf etmek
mümkün değildir. Bu, yasağa girmez, böyle bir yasaklamada bulunmak, muhali
teklif etmek manasına gelir. Öyleyse murad, riyazet ve temrinlerle
kazanılabilecek bazı alışkanlıklardır."
Bazıları da şöyle demiştir: "Hadisin mânası: "Öfkelenme,
çünkü, öfkenin neş'et ettiği en büyük kaynak kibirdir. Zira kişinin arzu ettiği
bir şeye muhalefetten kibir vukua gelir. Kibir de onu öfkeye atar. Bu durumda,
mütevâzi olan kimseden izzet-i nefis çabuk zâil olacağı için öfkenin şerrinden
selâmette kalır." Bazı alimlere göre de hadisin manası "öfkenin
emrettiği şeyi yapma!" demektir."
İnsanın yaratılıştan getirdiği bir kısım huyların kullanılması
meselesinde Bediüzzaman merhum, biraz daha farklı bir yaklaşım teklif eder. O
da Hattabî gibi bu hislerin yok edilemeyeceği fikrinde. Ona göre, sözgelimi
öfkelenme, inad etme demek, fıtratını değiştir emrinde bulunmak gibi, yapılması
mümkün olmayan bir şeydir. Onun
görüşündeki orijinal yön bu fıtrî duyguları "hayırda kullanmak"tır. Yine ona göre, her
duygunun her uzvun meşru bir kullanma yeri ve yönü vardır. Öyleyse yapılacak iş
onları yoketmek değil, hayır yolunda kullanmaktır. Şöyle der:
"....İşte tahmin ederim ki, nasihlerin nasihatları şu zamanda
tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlaksız insanlara derler: "Hased
etme! Hırs gösterme, adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" yani
fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer
deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat
tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."
Şu halde öfke meselesinde, nefsin isyanlarına öfkelenip
terbiyesine koymak, küfür için çalışanlara öfkelenip İslam'ın te'yidi ve tesisi
için mukabil gayret göstermek en makul
yol olmalıdır.
İbnu't-Tîn der ki: "Aleyhissalâtu vesselâm,
"Öfkelenme" sözünde dünya ve âhiretin hayrını cem etmiştir. Çünkü
öfke, kişileri birbirinden kopmaya, rıfkı bertaraf etmeye götürür. bazan kızılan
kimseye eza vermeye sevkeder, bu ise
kişinin dinini noksanlaştırır." Beyzavî de şu açıklamayı sunar:
"Aleyhissalâtu vesselâm, insana
gelen bütün fenalıkların, kişinin şehvet ve öfkesinden geldiğini bilmesi ve
kendisine soru soran kimsenin şehvet yönüyle mutedil olduğunu anlamış olması
sebebiyle, kendisini kötülüklerden
koruyacak şeyi sorunca, insana en büyük zararı veren şey olan öfkeden sonra
sahibini yasakladı. Böylece kişi, öfelendiği zaman nefsine hakim olabilirse, en
kuvvetli düşmanını yenmiş olur."
İbnu Hacer der ki: "Hadisin büyüğü zikrederek küçüğe uyarıda
bulunmuş olması da ihtimal dahilindedir. Zira kişinin en büük düşmanı, şeytanı ve nefsidir. Öfke de
bu iki şeyden neş'et eder. Kim bu iki
düşmanla bütün zorluğuna rağmen onları yeninceye kadar mücâdele ederse nefsinin
şehvetini ezmede daha kuvvetli olur." Hadis hususunda İbnu Hibbân şu
açıklamayı eklemiştir: "Burada Aleyhissalâtu vesselâm: "Öfkeden
sonra, yasak edilen şeylerden hiç birini yapma" demektedir, insanın
cibilliyyetinde olan, ortadan kaldırılmasına bir çare bulunmayan şeyi
yasaklamış değildir.
Bazı âlimler de şöyle söylemiştir: "Allah öfkeyi ateşten
yaratmıştır ve onu insanın fıtratına koymuştur. Kişi ne zaman bir şeye niyet
eder veya herhangi bir arzusunda nizaya
düşerse öfke ateşi yanar ve yüzü ve gözleri kandan kızarıncaya kadar kabarır.
Zira insan derisi, gerisindeki rengi gösterir. Bu durum, kendinden daha
aşağıda olan kızan ve ona karşı
kendisini güçlü hisseden kimse içindir.
Eğer kendinden daha üstün olandan öfke hissederse, ondan, derinin zahirinden
kalbin içine doğru inkibâz-ı dem (kan
tutukluğu) husule gelir ve üzüntüden renk sararır. Öfke, kendi emsaline karşı
ise, kan tutukluğu (inkibaz) ile, genişleme (inbisat) arasında gider gelir,
rengi bir kızarır bir sararır. Öfke hadisesi, zâhir ve bâtın değişmesini
beraberinde getirir. Rengin değişmesi ve
uzuvlardaki titreme gibi. Keza öfkenin
bir diğer sonucu fiillerin tertipsiz olarak ortaya çıkması ve tabi'î mizacının
istihâleye uğramasıdır. Bütün bu söylediğimiz değişmeler zâhirdekilerdir.
Bâtındakine gelince, batındaki hasıl olanların kötülüğü zahirden daha fazladır. Çünkü öfke, kalpte
kin ve hased hâsıl eder ve çok çeşitli kötülükleri içe yerleştirir. Hatta
denebilir ki, öfke ile ilk hasıl olan şey
bâtının çirkinleşmesidir. Dıştaki değişme de aslında içteki değişmenin
neticesi ve semeresidir. Bütün bu söylenenler öfkenin bedendeki eseridir.
Dildeki eserine gelince, bu da çoktur: Aklı başında bir kimsenin
söylemekten haya edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü kaba çirkin sözlerin söylenmesi gibi...
Keza öfkenin fiildeki eseri dövme, öldürmedir. Eğer öfkelenilen
kişinin kaçmasıyla bunlar yapılamazsa, öfkelenen kendine yönelir, elbisesini
yırtar, yüzünü tokatlar, bazan yıkılır düşer, bazan da bayılır kalır. Kapkacak
kırar, bu işle hiç ilgisi olmayan kimseyi döver.
Şu halde, bu kötülükleri düşünen kimse Aleyhissalâtu vesselâm'ın
fem-i mübarekelerinden çıkan bu "öfkelenme" kelime-i latifesinin, burada sayılması zor,
nihayetinde vâkıf olunması imkansız ne ince hikmetlere şâmil olduğunu, ne yüce
maslahatlar celbedip ne fena zararları bertaraf ettiğini anlar. Bu söylenenler
de dünyevi öfke hakkındadır dinî öfke hakkında değil."
İbnu Hacer dinî öfke tabiri ile, meşru olan hak için, Allah için
izhar edilen öfkeyi anlar. Nitekim, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şahsını
ilgilendiren meselelerde sabredip öfke izhar etmediği halde, dini ilgilendiren
meselelerde öfke izhar etmiştir. Bunun bir örneği şu hadistir: "İbnu Mes'ud anlatıyor:
"Bir adam gelerek Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Ben sabah
namazına falanca yüzünden gelemiyorum çünkü fazla uzatıyor" dedi. Ben
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın o günkü kadar öfkelendiğini hiç mi hiç
görmedim. Öfkeyle şöyle dedi:"Ey insanlar! Sizden bazıları nefret
ettiricidir. Hanginiz halka namaz kıldırırsa kısa tutsun zira cemaatte hasta
var, yaşlı var ve ihtiyaç sahibi var."
Resulullah'ın bu nevinden öfkelendiği hadiseler çoktur. Demek ki,
öfke yasağı mutlak bir yasak değildir. Bu fıtrî haletin kullanılması meşru olan
durumlar var.[9]
et-Tûfi der
ki: "Öfkeyi defetmenin en kuvvetli çaresi, hakiki tevhidi hatıra
getirmektedir. Bu, Allah'tan başka failin olmadığını, O'nun dışındaki her
failin O'nun bir aleti olduğunu bilmektir. Kime bir başkasından hoşuna gitmeyen
bir şey gelecek olursa, hemen hatırlasa ki, eğer Allah dileseydi bu olmazdı;
öfkesi dağılır. Çünkü böyle düşündüğü halde öfkesinin devamı, onun Allah'a
öfkelendiğini ifade eder. Bu ise ubudiyete aykırıdır."
İbnu Hacer der
ki: "Bu açıklama ile, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın öfkelenen
kimseye: "şeytandan istiâze etmeyi" emretmesindeki sır ortaya çıkar.
Zira bu hâlette iken şeytandan istiaze ederek Allah'a yönelse, zikrettiği şeyi
hatırlaması ona öfkeyi tutma imkânı sağlar. Eğer şeytan vesvese vermeye,
hakkıbatılı birbirine karıştırmaya devam ederse, bunlardan herhangi bir şey
hatırlaması zaten mümkün değildir."[10]
ـ4317 ـ7ـ
وَعَنْ
سَهْلِ بْنِ
مُعاذِ بْنِ
أنَسٍ الْجُهَنِّى
عَنْ أبِيهِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
كَظَمَ غَيْظاً
وَهُوَ
يَسْتَطيِعُ
أنْ
يُنَفِّذَهُ
دَعَاهُ
اللّهُ
تَعالى
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
عَلى رُؤُسِ
الْخََئِقِ
حَتّى
يُخَيِّرَهُ
مِنْ أىِّ
الْحُورِ
الْعِينِ
شَاءَ[. أخرجه أبو
داود
والترمذي.»وَكَظْمُ
الْغَيْظِ«
تَجَرُّعُهُ
وَتَرْكُ
الْمُقَابَلَةَ
عَلَيْهِ.
7. (4317)- Sehl İbnu Mu'az İbni Enes el-Cühenî, babası (radıyallahu
anh)'tan naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde
öfkesini tutan kimseyi, Allah Teâla Hazretleri, Kıyamet günü, mahlukatın
başları üstüne davet eder; tâ ki, (onlardan önce) dilediği huriyi kendine
seçsin." [Tirmizî, Birr 74, (2022); Ebû Dâvud, Edeb 3, (4777).][11]
ـ4318 ـ8ـ
وَعَنِ ابْنِ
عَبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قَالَ:
]لَمَّا
قَدِمَ
عُيَيْنَةُ بْنُ
حِصْنٍ نَزَلَ
عَلى ابْنِ
أخِيهِ
الْحُرِّ
بْنِ قَيْسٍ، وَكَانَ
مِنَ
النَّفَرِ
الَّذِىن
يُدْنِيهِمْ
عُمَرُ،
وَكَانَ
الْقُرَّاءُ
أصْحَابَ
مَجْلِسِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَمُشَاوَرَتِهِ
كُهُوً
كَانُوا أوْ
شُبَّاناً
فقَالَ
عَيََيْنَةُ:
يَا ابْنَ
أخِى اسْتَأذِنْ
لِى عَلى
أمِيرِ
الْمُؤمِنينَ.
فَاسْتَأذَنَ
لَهُ.
فَلَمَّا
دَخَلَ قَالَ:
هِيهِ يَا
بْنَ الْخَطَّابِ!
فَوَاللّهِ
تُعْطِينَا
الْجِزْلَ
وََ تَحْكُمْ
بَيْنَنَا
بِالْعَدْلِ.
فَغَضِبَ
عُمَرُ حَتّى
هَمَّ أنْ
يُوقِعَ بِهِ.
فقَالَ:
اَلْحُرُّ
يَا أمِيرَ
الْمُؤْمِنينَ
إنَّ اللّهَ
تَعالى
يَقُولُ
لِنَبِيِّهِ:
خُذِ الْعَفْوَ
وَأمُرْ
بِالْمَعْرُوفِ
وَأعْرِضْ
عَنِ
الْجَاهِلِينَ
وَإنَّ هذَا
مِنَ الْجَاهِلِىنَ.
فَوَاللّهِ
مَا
جَاوَزَهَا عُمَرُ
حِينَ تََهَا
عَلَيْهِ،
وَكانَ وَقّافاً
عِنْدَ
كِتَابِ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه البخاري
.
8. (4318)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Uyeyne ibnu Hısn (Medine'ye) gelince,
kardeşinin oğlu Hürr İbnu Kays'ın yanına indi. Hürr İbnu Kays ise Hz. Ömer'in
yakınlarındandı. Onun meclisinde yaşlı veya genç bir kısım kurrâ ve fakihler
müşâvere heyeti olarak bulunurdu. Uyeyne İbnu Hısn:
"Ey kardeşimin oğlu! Emirü'lmü'mininin yanına girmem için
izin taleb et!" dedi. O da izin istedi. Ancak yanına girince:
"Yeter artık! Ey İbnu'l-Hattâb sen bize bol vermediğin gibi, aramızda adaletle de hükmetmiyorsun!" dedi. Hz.
Ömer (radıyallahu anh) pek öfkelendi. Neredeyse dövmek için üzerine yürüyecekti
ki, Hürr (radıyallahu anh) atılıp:
"Ey emire'lmü'minin Allah Teâla Hazretleri Resûlüne:
"Affı esas tut, ma'rufu emret ve câhillerden de yüz çevir!" (A'raf,
199) emretmiştir. Bu adam da cahillerden
biridir" dedi. Vallahi, Hürr ayeti okuyunca Hz. Ömer olduğu yerde kalıp hiçbir şey yapmadı. Hz. Ömer Kitabullah'ın yanında hemen durur, onu koyup
geçmezdi (radıyallahu anh)." [Buhârî, İ'tisam 2, Tefsir, A'raf 5.][12]
AÇIKLAMA:
Burada, bedevi olan Uyeyne İbnu Hısn'ın Hz.Ömer'i öfkelendirecek
kadar sert olan bir mizacı görülmektedir. Uyeyne İbnu Hısn cahiliye devrinde
şecaat, cehalet ve kabalığıyla şöhret yapış birisidir. Sahabe'den sayılır.
Mekke fethinde müslüman olmuştur. Müellefe-i kulûbtandır. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la Huneyn'e katılmıştır. Resulullah onu
el-Ahmâku'l-Mutâ' diye isimlendirmiştir.
Tuleyhâ el-Esedî peygmberlik iddia ederek isyan ettiği zaman
Uyeyne ona tabi olmuştur. Ancak müslümanlar galebe çalınca, Tuleyhâ kaçmış,
Uyeyne yakalanarak Medine'ye getirilmiştir. Hz. Ebû Bekr tevbe teklif etmiş, o
da tevbe etmiştir. Sadedinde olduğumuz hadiste mevzubahis olan Medine'ye
gelişi, durumu düzeltip İslam'ı benimsemiş olmasından ve bir kısım fetihlere katılmasından
sonraya, Hz. Ömer devrine rastlar. Kendisinde, daha çok bedevilerde görülen
bazı hallerin mevcudiyeti anlaşılmaktadır.
Rivayete göre Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzuruna
izinsiz girer. Aleyhissalâtu vesselâm: "Hani izin?" diye sorar.
"Mudarlı kimseden hiç izin almadım?" der.
Sadedinde olduğumuz rivayet, Hz. ömer (radıyallahu anh)'ın, Kur'
an-ı Kerim'den bir âyet hatırlatılınca ona ne kadar saygı duyup kendisini
frenlediğini göstermektedir. [13]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/294.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/294.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/294-295.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/295.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/295.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/296.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/296.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/297.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/297-300.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/300.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/301.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/301-302.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/302.