ـ4089 ـ1ـ عن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # َ
يَتَطَيَّرُ
مِنْ شَىْءٍ،
وَكَانَ إذَا
بَعَثَ
عَامًِ سَألَ
عَنِ اسْمِهِ،
فَإنْ
أعْجَبَهُ
فَرِحَ بِهِ،
وَرُؤِىَ
بِشْرُ ذلِكَ
فِى وَجْهِهِ
وَإنْ كَرِهَ
اسْمَهُ رُؤِىَ
ذلِكَ فِي
وَجْهِهِ.
فَإذَا
دَخَلَ قَرْيَةً
سَألَ عَنِ
اسْمِهَا،
فَإنْ
أعْجَبَهُ
فَرِحَ
بِهَا، وَإنْ
كَرِهَهُ
عُرِفَ ذلِكَ
فى وَجْهِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (4089)- Büreyde
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (halkın
uğursuzluk çıkardığı) hiç bir şeyden uğursuzluk çıkarmazdı. Bir memur
göndereceği zaman ismini sorardı, hoşuna
giderse sevinirdi ve hatta bunun neşesi yüzünde görülürdü. İsimden hoşlanmazsa
buda yüzünden belli olurdu. Bir köye girecek olsa onun da ismini sorardı, hoşuna giderse
sevinirdi, hoşlanmazsa, bu yüzünden
okunurdu." [Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3920).][1]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Araplarda
mevcut olan uğursuzluk inancını reddettiğini gösteren hadislerden biridir.
Uğursuzluk inancı, farklı tezahürler altında pek yaygın olması sebebiyle,
Resulullah bunu ortadan kaldırma sadedinde
pek çok beyanlarda bulunmuş, tavırlar takınmıştır.
Tetâyur, teşâüm gibi kelimelerle ifade edilen uğursuzluğu reddeden
Aleyhissalâtu vesselâm, tefâül denen hayra yormaktan hoşlanırdı. Göndereceği
memurun veya gireceği köyün isminin güzel olmasından mennun olması bundandır.
Kötü isimden hoşlanmaması uğursuzluk duymasından değil, tefâülün ortadan
kalkmasındandır.
Resulullah tefâüle imkan tanımayan kötü isimleri güzelleriyle
değiştirmiştir. Bunların bazı örneklerini daha önce kaydetmiştik.[2]
Resulullah sadece çirkin olan şahıs isimlerini değil, köy ve geçit
gibi başka isimleri de değiştirmiştir. Aleyhissalâtu vesselâm'ın güzel isimle
tefâül buyurmasının bir gayesinin, güzel isim koyma emrini mü'minlere
benimsetme gayesine yönelik olduğu söylenebilir. Zira, çocuğa güzel isim
verilmesine, çocuğun babası üzerindeki haklarından biri ilan edecek kadar
ehemmiyet vermiştir. Bu emrin başka tedbirlerle de takviyesi gerekli idi.
Kötü ismin yasaklanmış olmasıyla ilgili olarak İbnu Melek bir
başka yorum getirir. Kaydediyoruz:
"Sünnet, kişinin çocuğu ve hizmetçisi için güzel isimleri tercih etmesini gerektirir. Zira kötü isimler
de bazan kadere tevâfuk eder. Sözgelimi, Allah'ın kazası, çocuğunu Hasâret
(zarar) diye isimlendiren kimseye de gelecek olsa bu adama veya çocuğuna gelen
zararın, bazı kimseler, o isim sebebiyle
geldiğine itikad ederler ve uğursuzluk çıkarmaya yeltenirler, onunla oturup
kalkmaktan ve beraberlikten kaçınırlar."
Görüldüğü üzere, Resulullah'ın iyi ismi tercih etmesi, güzel
isimlerden tefâül edip sevinç izhar etmesi, kötü isimden uğursuzluk çıkardığı
ma'nâsına gelmez. Bilakis uğursuzluk çıkarma geleneği ile mücadele gayesini de
taşır.[3]
ـ4090 ـ2ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
سَمِعَ
كَلِمَةً
أعْجَبَتْهُ
قَالَ:
أحَذْنَافَأْ
لَكَ مِنْ فىكَ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (4090)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hoşuna giden bir kelime işitince: ("Amin!";
"Dediğin çıksın!"; "Allah muradını versin!"
ma'nâsında olmak üzere): "Senin uğurunu kendi ağzından
işittik!" buyururlardı." [Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3917).][4]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, hoşuna giden bir
şey işitince اَخَذْنَا
فَأْلَكَ
مِنْ فِيكَ buyurduğunu haber vermektedir. İbareyi
kelimesi kelimesine tercüme edince ma'nâ şu olur: "Senin uğurunu ağzından
aldık." Dilimizde bu, fazla birşey
ifade etmez. Öyleyse ma'nâyı tam olarak anlamak için, bu sözü söylendiği makam
ve muhatabı da göz önüne almamız, hatta aynı muhtevada gelmiş benzer başka
rivayetleri de görmemiz gerekmektedir.
Nitekim, Ebu Nuaym'ın et-Tıbb'da kaydettiği bir rivayette, Aleyhissalâtu vesselâm,
hoşuna giden sözü sarfeden kimseye يَا
لَبَّيْكَ
نَحْنُ
اَخَذْنَا
فَأْلَكَ
مِنْ فِىك karşılığında bulunuyor. Burada, baştaki
"Yâ lebbeyk" ibaresi, dilimizdeki "Buyurun!";
"Başüstüne!"; "Tamam!" "Olsun!" gibi tabirlerin
yerine geçen bir sözdür. Öyleyse Aleyhissalâtu vesselâm bu ifadeleriyle, güzel
bir söz sarfeden muhatabını teşci etmek, ferahlatmak, ümidini artırmak
maksadına raci olmak üzere "Senin uğrunu, karşılaşacağın iyi sonucu, senin
ağzından işittik, muradına eresin!" ma'nâsında bu ifadeyi kullanmıştır.
Metnin tercümesini bu telakki çerçevesinde yaptık.
Müteakip iki hadisle ilgili açıklamalar bu anlayışımızın
isabetliliğine delil olacaktır.[5] رَبَّنَا
َ
تُؤاخِذْنَا
إنْ نَسِينَا
اَوْ
اَخْطَأْنَا
ـ4091 ـ3ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #:
كَانَ
يُعْجِبُهُ
إذَا خَرَجَ
لِحَاجَةٍ
أنْ يَسْمَعَ
يَا رَاشِدُ
يَانَجِيحُ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (4091)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir
ihtiyacı görmek üzere (yola) çıktığı zaman yâ râşid (uğurlar olsun) yâ necîh
(hayırlı muvaffakiyetler) temennîlerini işitmekten hoşlanırdı." [Tirmizî,
Siyer 47, (1616).][6]
AÇIKLAMA:
Bir iş için çıktığı zaman
Resulullah'ın işitmeyi arzu ettiği kelimeler "Yâ râşidyâ
necîh"dir. Râşid, dilimizdeki
rüşd'den gelir,doğru yolu bulan demektir. Necîh de ihtiyacı görülen yani
muradına eren demektir.
Bu tabirlerin dilimizdeki tam karşılığını bulmak için bu makamda
söylediğimiz tabirleri aramamız gerekir. Gayeli olarak yola çıkan kimseye,
ayrılışı sırasında, "Uğurlar olsun! Allah rast getirsin!" deriz . Öyleyse
yâ râşid, yâ necîh -bazı rivayetlerde, ya vâcid- gibi tabirleri
"İstikametten ayrılmayasın"; "Doğrulukta muvaffak olasın!"
"Güle güle"; "Hayırlı işler!"; "Hayırlı
muvaffakiyetler!" gibi hem dua, hem
nezaket, hem örf ve âdâb makamında
söylenen sözlerimizle karşılamamız gerekecektir.[7]
ـ4092 ـ4ـ
وعن عروة بن
عامر القرشى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]ذُكِرَتِ
الطِّيَرَةُ
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ #:
فقَالَ:
أحْسَنُهَا
الْفَألُ،
وََ تَرُدُّ
مُسْلِماً.
فَإذَا رَأى
أحَدُكُمْ
مَا يَكْرَهُ
فَلْيَقُلِ:
اللَّهُمَّ َ يَأتِي
بِالْحَسَنَاتِ
إَّ أنْتَ،
وََ يَدْفَعُ
السَّيّآتِ
إَّ أنْتَ وََ
حَوْلَ وََ قُوَّةَ
إَّ بِكَ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (4092)- Urve İbnu Âmir
el-Kureşî radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında uğursuzluktan bahsedilmişti. Buyurdular ki:
"Bunun en iyisi fe'l (uğur çıkarma)dır. (Uğursuzluk inancı)
bir müslümanı yolundan alıkoymasın. Biriniz, hoşlanmadığı bir şey görecek
olursa şu duayı okusun: "Allahümme la ye'ti bi'lhasenâtı illâ ente ,ve lâ
yedfe'u's-Seyyiâti illâ ente velâ havle ve lâ kuvvete illâ bike. (Allahım!
Hayrı ancak sen verebilirsin, kötülüğü de ancak sen defedebilirsin. (İbadet,
çalışma, korunma vs. için muhtaç olduğumuz) güç ve kuvvet de ancak
sendendir.)" [Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3919).][8]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yanında
"uğursuzluk" bahsi açılınca, uğursuzluğa inanmanın değil, uğura
inanmanın daha iyi olduğunu söyler. Bu hususu İbnu'l-Esîr, en Nihaye'de şöyle
açıklar: "Resûlullah fe'l'i yani uğur çıkarmayı sevmiştir, çünkü insanlar,
Allah'tan hayır geleceği emelinde olur ve her bir zayıf veya kuvvetli sebeple
bile Allah'ın yardımını ümîd ederlerse hayır üzere olurlar. (Beklediklerine
eremeyerek) ümidleri boşa bile çıkmış olsa ümid onlar için yine de daha
hayırlıdır. Çünkü Allah'ın rahmetine emel etmeyip, ümidlerini kesecek olsalar
bu onlar için mutlak şerdir. Uğursuzluğa gelince bunda Allah hakkında su-i
zanda bulunmak, belanın gelmesini beklemek vardır. Tefâülün (uğura inanmanın)
ma'nâsı şunun gibidir: Hasta bir adam varıp işittiği bir sözle tefâül eder,
yâni bir başkasının "yâ sâlim (selamete eresin)" dediğini işitir veya
yitiğini arayan bir adam da, bir başkasının "Yâ vâcid (aradığını
bulasın)" dediğini işitir. O vakit birinin içine sıhhate kavuşacağı,
diğerinin içine de yitiğini bulacağı hususunda bir ümid ışığı doğar... Nitekim
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Fe'l nedir?" diye sorulunca
"Güzel sözdür" diye târif etmiştir.
2- Resûlullah, uğursuzluk inancının, müslümanı, yapacağı işten
alıkoymamasını tavsiye etmektedir. Çünkü müslüman, hayır ve şer her şeyin
Allah'tan olacağına inanması sebebiyle, ona terettüp eden ve muvafık olan şey,
bütün, işlerinde Allah'a tevekküldür. Allah ve Resûlünün emirlerine uyarak
meşru şekilde esbâba tevessül eder, aklın, şeriatın ışığında elinden geleni
yapar, neticeyi tevekkülle Allah'a bırakır. Karşısına çıkan kimseden, kuşun
sağa veya sola uçmasından uğursuzluk çıkararak başladığı işi yarıda bırakıp
geri dönmez. "Uğursuzluk inancı bir müslümanı yolundan alıkoymasın"ın
ma'nâsı budur.
3- Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), insanlardaki bir zaaf sebebiyle, uğursuzluk
inancından tamamen kurtulamıyabileceklerini nazar-ı dikkate alarak, bu hisse
kapılanlara bir rukye (dua) tavsiye ediyor. Kişi öyle durumlarda bunu okuyup
işine devam etmelidir.[9]
ـ4093 ـ5ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الطِّيَرَةُ
شِرْكٌ قَالَهَا
ثَثاً، وَمَا
مِنَّا إَّ.
وَلكِنَّ اللّه
يُذْهِبُهُ
بِالتَّوَكُّلِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
5. (4093)- İbnu Mes'ûd
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk çıkarmak şirktir,
uğursuzluk çıkarmak şirktir. (İhtiyarsız kalbine uğursuzluk vehmi gelip içinde
bazı şeylere karşı neferet duyan) hâriç bizden kimsede bu yoktur. Lakin Allah
onu tevekkülle giderir."[10] [Ebu Dâvud, Tıbb 24,
(3910); Tirmizî, Siyer, 47, (1614).][11]
AÇIKAMA
1- Burada uğursuzluğa inanmak şirk ilan edilmektedir. Âlimler
şöyle izah ederler: "Bir kimsenin kendisine zarar veren, fayda celbeden
şeyler olduğuna inanması sebebiyle şirke düşer. Eğer bir de bu inancın
mûcibiyle amel ederse sanki Allah'a şirk koşmuş olur ve buna şirk-i hafî denir.
Bir de Allah dışında bir şeyin müstakillen zarar ve fayda vereceği itikadına
düşerse bu şirk-i celî olur." el-Kâdî der ki: "Resulullah bunu şirk
olarak isimlendirdi, çünkü Araplar uğursuz addettikleri şeyi kötülüğün hâsıl
olmasında müessir bir sebep biliyorlardı. Esasen esbaba tesir vermek şirk-i
hafîdir. Buna bir de cehâlet ve kötü itikad inzimâm edince durumun ne olacağı
açıktır.
2- Resûlullah'ın "uğursuzluk çıkarmak şirktir" diye
üç kere tekrarı, mesele hususundaki zecri mübalağalı kılmak, müessiriyeti
artırmak içindir.
3- Hadîsin sonunda, kalbe eski alışkanlıktan ötürü veya
ihtiyarsız olarak uğursuzluk düşüncesinin ârız olması sebebiyle hâsıl olacak
zarar vehiminin Allah'a tevekkül sayesinde bertaraf olacağı belirtiliyor.[12]
ـ4094 ـ6ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسولُ
اللّهِ #: َ
عَدْوَى وََ
طِيَرَةَ،
وَيُعْجِبُنِي
الْفَألُ
قالُوا: وَمَا
الْفَألُ؟
قالَ:
كَلِمَةٌ
طَيِّبَةٌ[. أخرجه
الخمسة إ
النسائي.وزاد
البخاري، قال:
]وَيُعْجِبُنِي
الْفَألُ
الصَّالِحُ،
الْكَلِمَةُ
الْحَسَنَةُ[
.
6. (4094)- Hz. Enes
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Ne sirayet (bulaşma), ne de uğursuzluk vardır. Benim fe'l hoşuma
gider." Yanındakiler sordu: "Fe'l nedir?"
"Güzel bir sözdür!" buyurdu."
Buhârî'nin rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Benim, dedi, fe'l-i sâlih, güzel bir kelime
hoşuma gider." [Buhârî, Tıbb 44, 54; Müslim, Selam 113, (2224); Ebu Dâvud,
Tıbb 24, (3916); Tirmizî, Siyer 47, (1615).][13]
ـ4095 ـ7ـ
وعن سهل بن
سعد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنْ
كَانَ
)يَعْنِي الشُّؤْمَ(
في شَىْءٍ
فَفِي
الْفَرَسِ
وَالْمَرأةِ
وَالْمَسْكَنِ[.
أخرجه الثثة .
7. (4095)- Sehl İbnu Sa'd
(radıyallahu anh): "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir şeyde (uğursuzluk) olsaydı, bu atta, kadında, meskende olurdu."
[Buhârî, Cihad 47, Nikah 17; Müslim, Selam 119, (2226); Muvattâ, İsti'zân 21.][14]
ـ4096 ـ8ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
عَدْوَى وََ
صَفَرَ وََ
غُولَ[. أخرجه
مسلم.يقال
»الصَّفَرُ«
حية في البطن
تصيب ا“نسان
إذا جاع
فتؤذيه،
وكانت العرب
تزعم أنها
تعدي، وقيل هو
تأخير المحرم
إلى صفر وهو
النسئ الذي
كانت
الجاهلية
تفعله فأبطله
ا“سم .
8. (4096)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ne sirâyet, ne safer, ne de gûl vardır." [Müslim,
Selam 109, (2222).][15]
ـ4097 ـ9ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: َ عَدْوَى
وََ صَفَرَ
وََ هَامَةَ.
قَالَ أعْرَابِيٌّ:
يَا رسولَ
اللّهِ، مَا
بَالُ ا“بِلِ
تَكُونُ فى
الرَّمْلِ
كَأنَّهَا
الظِّبَاءُ
فَيَأتِىَ
الْبَعِيرُ
ا‘جْرَبُ
فَيَدْخُلُ
فِيهَا
فَيُجْرِبُهَا.
فقَالَ #:
فَمَنْ أعْدَى
ا‘وَّلَ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
9. (4097)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ne sirâyet, ne safer ne de hâme vardır!" Bunu işiten
bir bedevî atılıp:
"Ey Allah'ın Resulü! Öyle de, kumda geyik gibi olan develer,
uyuzlu bir deve aralarına girince
hepsine uyuz bulaşması nasıl oluyor?" diye sordu. Aleyhissalâtu
vesselâm şu cevabı verdi: "Peki,
birinciye kim sirâyet ettirdi?" [Buhârî, Tıbb 54; Müslim, Selam 101,
(2220); Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3911, 3912, 3913, 3914, 3915).][16]
ـ4098 ـ10ـ
وعن قطن بن
قبيصة عن أبيه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سمعتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
الْعِيَافَةُ
وَالطِّيَرَةُ
وَالطّرْقُ
مِنَ الْجِبْتِ[.
أخرجه أبو
داود.»العِيَافَةُ«
زجر الطير
والتفاؤل بها
كانت العرب
تفعله.و»الطَّرْقُ«
الضرب بالحصى
وقيل هو الخط
في الرمل، وفي
كتاب أبي
داود: إن
»الطَّرْقَ«
الزجر.و»العيافة«
الخط.و»الجبْتُ«
كل ما عبد من
دون اللّهِ وقيل
هو الكاهن
والشيطان .
10. (4098)- Katan İbnu
Kubeysa babası (radıyallahu anh)'tan naklen anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "İyâfe, tıyere,
tark sihirdendir." [Ebu Dâvud, Tıbb 23, (3907).][17]
AÇIKLAMA:
1- Bu kaydedilen hadislerde, Resulullah devrinde yer verilen birçok uğursuz addetme nevlerinin
zikri geçmekte ve hepsinin de Aleyhissalâtu vesselâm tarafından reddedildiği,
yasaklandığı görülmektedir: "Bazı tabirlerin hemen hemen bütün
hadislerde tekrarla geçtiği için, bu
hadisleri birleştirerek, geçen tabirleri ayrı ayrı açıklamayı uygun bulduk. Açıklamayı
sırayla yapacağız:[18]
Adva' adâ'dan gelir, sirayet etmek yani hastalığın bulaşması
demektir. Öyleyse burada hastalığın
bulaşma hadisesi inkar edilmektedir: "Bulaşma yok!" Halbuki daha
önce, başka hadislerde (4038, 4039) sirayetin kabul edilip bulaşmayı önlemek
için karantina tedbirinin vaz'edildiğini görmüş idik. Öyleyse burada
tevile gerek vardır. Âlimler bunu "hastalığın Allah'ın bilgisinden hariç
olarak kendiliğinden bulaşma inancının
reddedildiğini" belirtirler. Yani asıl olan hastalığın sirayetidir. Bu kabul
edilmekle beraber, sirayet hadisesinin Allah'ın iradesiyle, kazasıyla olduğuna
inanılacaktır. Öyleyse hadiste, sirayete yüzde yüz gözüyle bakıp, hastalar
kaderlerine terkedilmeyecek, onlara gereken insanî alaka ve yakınlık da ihmal
edilmeyecek ma'nâsı mevcuttur.[19]
Tıyare'nin izahı daha önce
geçti. Ancak bu kelime bazen tetayyur şeklinde geçer. Bazı âlimler ikisi
arasında fark görmüş, tetayyur'a uğursuzluk inancı, tiyare'ye de bu inançla
ameldir demişlerdir.Bu kelimeler tayr kelimesinden gelir; "kuş"
demektir. Uğursuzluk çıkarma işi daha ziyade kuşların uçmasına göre yapıldığı
için, mefhum o kökten bir kelime ile tesmiye edilmiştir.[20] Ancak, araplarda
uğursuzluk inancı, bazıları hadislerde görüldüğü üzere kuşlardan dışarı çıkmış, senenin bazı
aylarına bile sirayet edecek şekilde vüs'at
kazanmıştır.[21]
Dinimizdeki fal kelimesi buradan gelir. Fe'l delâlet ettiği mefhum
itibariyle bizim "fal"dan farklı olduğu için, iltibası önlemek
maksadıyla kelimenin aslî şeklini korumayı uygun gördük. Fe'l'in ne olduğunu
bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) açıklamaktadır (4094. hadis):
Kelimetun tayyibetün. Bununla, duruma göre "Hayırlı yolculuklar";
"İşin rast gitsin"; "Allah kavuştursun"; "Muradına
eresin", "Aradığını bulasın" gibi nezaketen söylenen dua ve
temenni cümlelerinin kastedildiğini daha önce (4090. hadis) açıkladık.[22]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "yok" diye
reddettiği safer, İbnu'l-Esîr'in açıklamasına göre, bir yılandır: "Arablar
zannederdi ki karınlarında safer denen bir yılan var, acıkınca insanı sokar ve
ezaya sebep olur." Bunun, insan veya hayvan karnında bulunup sirayet
ettiğine inanılan bir hastalık olduğu; bununla bizzat safer ayının
kastedildiği, safer'e girilince uğursuzluğa uğranılacağına inanıldığı vs. de
söylenmiştir. Şu halde hadîs, hepsini reddetmiş olmaktadır.[23]
İbnul-Esîr bunu, "Arapların çölde bulunduğuna inandıkları cin
ve şeytanlardan bir nev" olarak açıklar. Öyle bir nev ki, çok çeşitli
renklere, şekillere bürünerek insanlara gözükür, yollarını şaşırtıp helâke
atar. Aleyhissalâtu vesselâm böyle bir şeyin olmadığını söylemiştir.
Bazı âlimler: "Resûlullah "gûl" denen varlığı inkar
etmiş değildir, ona izafe edilen çeşitli renklere bürünüp insanları aldatma
gibi inançları reddetmiştir" demişlerdir. Buna göre (Gûl yoktur)"un
ma'nâsı "Gûl hiç kimseyi şaşırtamaz" olur. Bu te'vile şahid olarak şu
hadîsi gösterirler: "Gûl yoktur,
seâli vardır." Se'âli ise cinlerin sihirbazlarııdır. Öyleyse ma'nâ şu
olur: "Gûl yok, ancak cinlerin sihirbaz takımı vardır, onlar insanın
gözlerini boyayarak bir kısım iltibaslara sevkederler."[24]
Birçok ma'nâya gelmektedir:
** Bir kuştur, bu kuşun baykuş olduğu da söylenmiştir. İnanca
göre, bir kimsenin damına kondu mu oraya bela iner.
** Lügat olarak baş demektir, her şeyin başı. Arapların
inancına göre, öldürülen kimsenin ruhu, başından bir kuş olarak çıkar, intikamı
alınıncaya kadar "beni sulayın, beni sulayın; kan, kan" diye bağırır.
İntikamı alınınca uçup gider.
** Arapların bir diğer inancına göre, bu ölenin kuş olup uçan
ve sadâ diye isimlendirdikleri "kemiği"dir, "Ruhu"dur diyen
de olmuştur.
Şu halde Resûlullah hem bunların varlığını reddetmiş, hem de bu
inançların bâtıl olduğunu beyan etmiş olmaktadır.[25]
Kuş falıdır. Çeşitli şekillerde olabilir. Mesela kuş uçurulur,
sağa giderse hayra, sola giderse şerre yorulur. Bazan önüne çıkan bir kuşun
ismini veya cinsini değerlendirmek suretiyle tefâül edilir. Mesela ukâb
dedikleri bir kuşla "ikab"a, gurâb (karga) ile gurbete , hüdhüd ile
hidâyete tefâül ederlerdi. Bu bâzan da kuşun arkasından bağırıp çağırmak
suretiyle icra edilir. Kamus'taki tarifi şöyle: "Kuş kısmıyla tetayyur ve
tefe'ül eylemek ma'nâsınadır ki bedevî âdetidir. Mesela kuşun ismini ve savtını
(sesini) ve nüzûl ve mürûru mâkûlesi evzâ ve ahvâlini i'tibar edip zu'mlarına
muvafık muktezâları üzere tefâ'ül ve teşâ'üm ederler." İbnu'l-Esîr'in
açıklaması daha vecîz olarak şöyle: "Bu kuş falıdır, kuşun ismi, sesi ve
geçtiği yerle tefâülde bulunmak (uğur veya uğursuzluk) çıkarmaktır. Arapların
çokça başvurdukları bir âdetleri idi." Yine İbnu'l-Esîr'in açıklamasına
göre aynı kökten ism-i fâil olan âif, bir nevi kâhindir, fal beyan eden
sezgi ve zannda bulunan kimsedir. Mesela Şureyh'in âif olduğunu yani isabetli
sezgi ve zannlarda bulunan biri olduğunu örnek olarak kaydeder. Araplar
zannında isabetli olana kâhin, sözünde tesirli olana sâhir dedikleri gibi,
sezgi ve zannında yanılmayana da âif derlermiş.
Kısacası Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu sihrin bir
çeşidi ilân ederek yasaklamıştır.[26]
Bu kadınların çakıl vurarak icra ettikleri bir fal çeşididir.
İbnu'l-Esîr bazılarının kum üzerine çizilen hatlarla yapılan kehâneti tark
olarak isimlendirdiklerini kaydeder. Şu halde bu da bir kehânet çeşididir.
Resûlullah bunu da yasaklamıştır.[27]
Burada kaydedilen hadîslerde geçmiyor ise de, bu çeşit
rivayetlerin bazılarında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nev'i de
yasakladığı belirtilir. Nev' yıldız demektir. Ancak nevin yasaklanması,
yıldızlarla ilgili bâtıl bir inancın yasaklanması demektir. Bu inanca göre biri
şarkta, diğeri garbta iki yıldız var. Şarktaki doğunca onun mukabili de garbtan
batmaktadır, yağmur ve rüzgar bu doğan veya batan yıldızların tesiriyle hâsıl
olmaktadır.
Bazı şârihler ise, nevin, sabahın gelmesiyle menâzilü'lkamerden
bir yıldızın batmasından ibaret olduğunu söylemiştir. Bu yıldızlar
yirmisekizdir. Her onüç gecede bir tanesi güneşin doğmasıyla mağribten batar,
buna mukabil aynı anda bir diğeri doğudan doğar.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), mazinin karanlıklarından intikal edip, insanların kalplerinde tevhid
nurunun bütün haşmetiyle doğmasına mani
olup onları küsûfa tutup, lekeleyen gölgeleyen bu hakikatsız inançların hepsine
hâtime çekmiş, bâtıl olduklarını, şirk
olduklarını, kesin bir dille, haram edilmiş bulunan sihr'in, kehânetin birer
şubesi olduklarını açık şekilde ilan etmiştir. Ancak ne var ki, ilim asrı
olmakla iftihar eden, ilmîliği, aydınlığı kimseye bırakmayan günümüz insanı
bile hala yıldız falları, çeşitli isimler altında tezahür eden falcılık ve
kehânetlerle meşgul olmakta kendini aldatmakta, şarlatanlara soyulmaktadır.
2- Burada, 4095 numaralı hadiste temas edilen at, kadın ve
meskende uğursuzluk meselesine de temas etmemiz gerekmektedir. Hadiste
Resulullah: "Eğer birşeyde (uğursuzluk) olsaydı, bu atta, kadında,
meskende olurdu" buyurmaktadır. Hadis bu muhtevası ile eşyada uğursuzluğu
kökten reddetmektedir. Ancak hadisin bazı vecihleri
"Ne sirayet ne de uğursuzluk yoktur. Uğursuzluk sadece üç
şeyde vardır: "Kadında, atta, evde" şeklindedir.
Hadisin bu vechi ile sadedinde olduğumuz vechi arasındaki teâruz
açıktır. Birinde uğursuzluk toptan reddedilirken, diğerinde üç şeyde olduğu
takrir edilmektedir. Ülemâ bu hususta farklı yorumlar beyan etmiştir. Nevevî
der ki: "Ülemâ bu hadis hususunda ihtilaf etti. İmam Mâlik ve bir grup âlim:
"Hadisin zâhirî ma'nâsı esastır, Allah Teâlâ hazretleri bazan bir evde
oturmayı zarar ve helâke sebep kılar. Muayyen bir kadın veya atın veya
hizmetcinin ittihaz edilmesi de Allah'ın kazasıyla helak hâsıl edebilir. Öyleyse hadisin ma'nâsı, bazı rivayetlerde tasrih
edildiği şekilde, bazan bu üç şeyden uğursuzluk hâsıl olur demektir. Hattâbî ve
pek çokları, bunun istisna manasında olduğunu, yani, oturulması hoşlanılmayan ev veya sohbetinden
hoşlanılmayan kadın, veya hoşlanılmayan at ve köle hariç (uğursuzluk hiç bir
şeyde yok). Öyleyse boşama, satma, terketme vs. yollarla onlardan ayrılmak
gerekir" demiştir."
İbnu'l-Esir'in yorumu şöyle: "Hadisin ma'nâsı şudur: Eğer
hoşlanılmayan ve âkibetinden korkulan bir şey bulunsaydı şu üç şeyde olurdu.
Uğursuzluğu bu üç şeye tahsis etmiştir. Çünkü, Arapların sağdan ve soldan gelen
kuş, geyik vs. gibi şeylerden uğur veya uğursuzluk çıkarma anlayışlarını iptal edince,
buyurdu ki:
"Eğer birinizin oturmaktan hoşlanmadığı bir evi veya
beraberliğini istemediği bir kadını veya beslemesinden zevk almadığı bir atı
varsa, bunlardan ayrılsın. Sözgelimi bir başka
eve geçsin, hanımı boşasın, atı satsın." Ayrıca: "Evin
uğursuzluğu, darlığı ve komşularının kötülüğüdür; kadının uğursuzluğu
kısırlığıdır; atın uğursuzluğu, üzerinde cihad yapılmamasıdır" da
denmiştir."
İbnu Hacer'in zaafına dikkat çekerek kaydettiği bir İbnu Ömer
hadisinde Resulullah şöyle buyurmuştur:
"Eğer at uysal değil hırçınsa o uğursuzdur, eğer kadın, daha
önce bir başka kocaya gitmiş, şimdi eski kocasını özlüyorsa o da uğursuzdur. Ev
ezan ve ikamet işitilmeyecek kadar mescidden uzaksa o da uğursuzdur. Eğer bu üç şey, bu
vasıflardan uzaksa mubârektirler."[28]
ـ4099 ـ11ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَجُلٌ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: إنَّا
كُنَّا فِي
دَارٍ
كَثِيرٌ
فِيهَا
عَدَدُنَا
كَثِيرٌ
فِيهَا
أمْوَالُنَا.
فَتَحَوَّلْنَا
إلى دَارٍ
أُخْرَى فَقَلَّ
فِىهَا
عَدَدُنَا
وَقَلَّتْ
فِيهَا
أمْوَالُنَا.
فَقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ذَرُوهَا
ذَمِيمَةً[.
أخرجه أبو
داود .
11. (4099)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü!
Biz bir evdeydik, oradayken sayımız çok, malımız bol idi. Sonra bir başka eve
geçtik. Burada sayımız da azaldı, malımız da."
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Burayı zemîm
(addederek) terkedin!" buyurdular."
[Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3924).][29]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, sanki Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın evde
uğursuzluk inancını teyid ediyor ma'nâsı çıkmaktadır. Çünkü sual sahibi,
geldikleri bu ikinci evde uğursuzluğa
uğrayarak sayılarının azaldığını, mallarında kayıplara uğradıklarını beyan
ederek bu ikinci evi terkedip etmeme
hususunda fetva ve izin istemektedir.
Uğursuzluk inancı, yasaklanmış olmasına rağmen, Resulullah evi terketmelerine
irşad buyuruyor. İbnu'l-Esîr, evin zemim addedilerek terkedilmesi uğursuzluk
inancıyla hareket etmek değildir dedikten sonra: "Evin zemîm (kötü)
olmasının ma'nâsı "havası sizin için muvafık değil" demektir" der. Erdebilî'nin
el-Ezkâr'daki yorumu daha farklı: "Bunun ma'nâsı şudur: "Onu
terkedin" demek, "orası
hakkında düştüğünüz sû-i zandan ve orada uğradığınız musibeti görmekten
kurtulmak için bir başka yere geçin" demektir."
Hattâbî ve İbnu'l-Esîr de
şu kanaati beyan ederler: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
içlerine düşen, meskenleri sebebiyle belaya uğradıkları zannını iptal için
onlara evlerini değiştirmeyi emretmiştir. Evlerini değiştirdiler mi bu vehmin
kaynağı kuruyacak kalplerine giren şüphe onlardan uzaklaşacaktı."
Şu halde, Resulullah'ın bu hadislerinden, insanın, imkan
nisbetinde, hoşuna gidecek bir meskende oturmaya çalışması prensibi
çıkarılabilmektedir. Ömrümüzün büyük bir kısmı evde geçmesi haysiyetiyle, onun
komşuları, genişliği, havası, çarşı, pazar, cami, mektep gibi içtimâî mü-esseselere yakınlığı yönüyle uygun ve hoşa
gidecek mahiyette olması son derece ehemmiyetlidir. Hatta Resulullah bir
hadislerinde "Kişinin saadeti üç
şeye bağlıdır: İyi kadın, iyi mesken, iyi binek" buyurarak meskeni
saadetimizin temel unsurlarından biri olarak
tavsif buyurmuştur.[30]
Şu halde sadedinde olduğumuz hadisten evde teşâüm olduğunun
ihsasını değil, evin saadetimizdeki ehemmiyetinin takrîrini görmemiz
gerekmektedir.[31]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/460.
[2] 2. cilt 437-441. Sayfalar.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/460-461.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/461.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/461-462.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/462.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/462.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/463.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/463-464.
[10] Bu tercümenin parantez içindeki kısım ile
ilgili bir açıklama için bakınız: 9, 9.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/464-465.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/465.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/465.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/466.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/466.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/466-467.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/467.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/467.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/467-468.
[20] Kuşlarla ne suretle tetayyurda bulunulduğu daha
önce genişçe izah edildi. Oraya bakılsın ((9. cilt S. 6-12).
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/468.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/468.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/468.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/469.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/469.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/469-470.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/470.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/470-471.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/472.
[30] İslamî meskenle ilgili geniş
açıklamayı 3. ciltte sunduk (S.179-216).
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/472-473.