9. Vitri Bozma(nın Caiz Olmadığı)
Vitir Namazına Ait Mes'elerin
Özeti:
10. (Farz) Namazlarda Kunut
Yapmak
11. Nafileyi Evde Kılmanın
Fazileti
14. Kur'an-I Kerim Okumanın Sevabı
15. Fatiha Suresi(nin Fazileti)
16. Fatiha Uzun Surelerdendir
Diyenler
17. Âyetü'l-Kürsî'nin Fazileti
Hakkında Varid Olan Hadisler
18. Samed (İhlas) Suresinin
Fazileti
19. Mu'avvizeteyn (Felak Ve Nâs
Surelerinin Fazileti
20. Kur'an Okumada Tertil
Müstehabtır
21. Kur'an-I Kerimi Ezberleyip
Sonra Unutan Kimse Hakkında Tehdid
22. Kuranı Kerim Yedi Harf Üzere
İndirilmiştir
24. Çakıl taşlarıyla Teşbih
Çekmek
25. Selam Verince Okunacak Dua
Resulü İlah'a Salevât Getirmenin
Hükmü:
27. İnsanın Aile Efradına Ve
Malına Beddua Etmesini Nehy (Eden Hadisler)
28. Hz. Peygamber'den Başkasına
Salevât Getirmek
29. Kişiye Gıyabında Dua Etmek
30. Bir Toplumdan Korkan Kimsenin
Okuyacağı Dua
1416. ...Ali (r.a.)'den; demiştir ki: - Resûlullah
(s.a.) şöyle buyurdu:
“Ey ehl-i Kur'ân; vitr
namazı kılınız, çünkü Allah tektir ve vitri sever (kabul eder)."[1]
Hadis-i şerifteki “ =
ey Kur'ân ehli" tabiri hitabın
sadece Kur'ân-ı Kerim'i okuyup hıfz edenlere ait olmasını gerektirmez. Hitab
bütün mü'minleredir. Vitir kılma emri, mükellef olan bütün mü'minlere şâmildir.
Burada sadece Kur'ân ehlinin zikredilmesi, onların şeref ve faziletlerine
işaret içindir. Hattâbî bu ifâdeyi hakikî mâ nâsına alarak hitabın sadece ehl-i
Kur'ân'a yönelik olduğunu söylemiş vt bunun vitrin vâcib olmadığına delâlet
ettiğini iddia etmiştir. Bir sonraki rivayet de bu iddiaya kuvvet veriyor.
Ancak bu iddia pek rağbet görmemiştir. İşaret edilen hadisin izahı yeri gelince
yapılacaktır.
Cenab-ı Allah'ın vitri
sevmesinden maksat, onu kabul buyurması ve kılana sevab vermesidir.
Hz. Peygamber'in
"vitri kılınız" diye emir kipi ile bu namazı emretmesi, vitrin vâcib
olmasını gerektirir. Çünkü Şâriin mutlak emri, vücûba hamledilir. İmam A'zam
Ebû Hanife'nin üç kavlinden biri ve en meşhuru budur. Bu görüşü ondan Yûsuf b.
Hâlid nakletmiştir. Hammâd b. Zeyd'in Ebû Ha-nife'den rivayeti bu namazın,
farz, Nûh b. Ebî Meryem el-Mervezî'nin rivayeti de sünnet olduğu tarzındadır.
İbnu'I-Müseyyeb, Ebû Ubeyde b. Abdillah b. Mes'ud, Mucâhid ve Dahhâk da vitrin
vâcib olduğunu söylerler. Ebû Hanife'nin deliline geçmeden önce, farklı
görüşleri aktarıp onların delillerini serdedeceğiz. Sonra da Ebû Hanife'nin
delili ile birlikte, karşı görüştekile-rin delillerine bakışını ortaya koymaya
çalışacağız.
Eimme-i sclase ile
Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muhammed vitir namazının diğer muakkat sünnetlerden
daha kuvvetli bir sünnet-i müekkede olduğunu söylemişlerdir. Görüşlerinde
dayandıkları naklî deliller şunlardır:
"Üç şey size
değil, bana farz kılındı. Bunlar vitir, kuşluk ve Kurban bayramı (namazlan)dir."
"Üç şey bana farz
kılındı, halbuki onlar size sünnettir. Vitir, kuşluk ve kurban bayramı
(namazları)."
"Şüphesiz Allah
(c.c.) size her gece ve gündüz beş vakit namazı farz kıldı/'
Veda hutbesinde
Efendimiz şöyle buyurdu:
"Beş vaktinizi
kılınız..."
Resulullah (s.a.)
Muaz'ı Yemen'e gönderirken şöyle emretti:
"Onlara Allah'ın
kendilerine her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir."
Vitrin sünnet olduğunu
söyleyenler için ilk iki hadisin delâleti gayet açıktır. Diğerlerinin delâlet
yönü için de şöyle derler: "Bu hadisler açık olarak bir gün ve gecedeki
farz namaz toplamının beş olduğunu göstermektedir. Şayet vitri de farz (vacip)
sayarsak, o zaman farz namaz sayısı altıya çıkmış olur ki, bu açık rivayetlere
ters düşer. Vitrin farz olduğunun kabul edilmesi hâlinde mezkûr rivayetlerin
mensûh olduğuna hükmetmek gerekecek ki, bu mümkün değildir. Çünkü meşhur
hadisler veya Kur'ân-ı Kerim âhad hadislerle nesh edilemez. Aklî yönden
düşünüldüğünde de vitrin farz (vacib) olmaması gerekir. Zira farz müstakil bir
ibâdettir. Tâbi olamaz. Halbuki vitir yatsıya tebean kılınır. Üstelik vitrin
müstakil bir vakti yoktur. Onun için ezan okunmaz, kaamet edilmez. Cemaatle
kılınmaz her üç rekatında de Fâtiha'-dan sonra sûre okunur. Bütün bunlar
sünnetin alâmetleridirler."
Üzerinde durduğumuz
hadisin vücûba delâletine ilâveten şu aşağıda nakledeceğimiz hadis ve talikler
de Ebû Hanife'nin delilleridir.
"Şüphesiz Allah
size bir namaz ilâve etti. Dikkat edin! O vitirdir. Onu yatsı ile fecrin doğuşu
arasında kılınız."
Bu rivayetin vitrin
vücûbuna delâleti şu yöndendir:
1. Hz.
Peygamber vitrin kılınmasını emretmiştir. Emir vücûba delâlet eder.
2. Efendimiz
bu namaza "ilâve (ziyâde)" demiştir. Bir şeye ilâve ancak o şeyin
kendi cinsi ile olabilir. Burada vitrin beş vakte ilâve edildiği bildirildiğine
göre, onun beş vakit cinsinden olması gerekir. Sünnet olsaydı ilâve denmezdi.
Üstelik ilâve ancak miktarı belli olanlara yapılır. Miktarı belli olan da
farzdır. Nafilelerin miktarı belli değildir.
3. Efendimizin
"dikkat edin, o vitirdir" buyurması, bu namazın önceden ashab
tarafından kılındığını ve bilindiğini gösterir, zira Resûlullah bu kelimeyi
söyledikten sonra herhangi bir izaha ihtiyaç duymamış, sahâbiler de açıklama
istememişlerdir. Demek ki bu namaz daha önce sünnet olarak kılınıyormuş. Kılman
bir şeyin sünnet olarak ilâvesi düşünülemeyeceğine göre, bu namaz vâcibtir.
Ebû Hanife'nin
görüşünü te'yid eden diğer bazı hadisler şunlardır:
"Ey Kur'ân ehli,
vitri kılınız. Vitri kılmayan bizden değildir." "Vitir vâcib bir
hakdır, her kim vitri kılmazsa, bizden değildir."
Bu hadislerde vitri
terk edenlere "bizden değildir" şeklinde bir tehdidin yöneltilmesi,
bu namazın vâcib olduğunu gösterir. Çünkü tehdid ancak farz ve vacibi terk
edenlere yapılır. "- Vitir her müslümana vâcibtir." "- Vitir
.her müslüman üzerine sabit bir vâcibtir..." Bu hadislere ilâveten bazı
İslâm büyüklerinin vitrin vücûbuna delâlet eden sözleri de Ebû Hanife'nin
görüşünün delilleri arasında zikr edilebilir. Meselâ Hasan el-Basrî: "Müslümanlar
vitrin sabit ve vâcib olduğunda icmâ etmişlerdir" demiş; Tahâvî de vitrin
vâcib olduğunda selefin icma'ı olduğunu söylemiştir.
Vitrin sünnet olduğu
görüşünde olanlar şüphesiz bu rivayetleri silip atmamışlar, bunları
görmezlikten gelmemişlerdir. Yaptıkları tetkikler neticesinde bazı rivayetlerin
zayıf olduğuna hükmetmişler, bazılarını ise, tevîl etmişlerdir.
Vitir namazının
vaktinde (alınmaması hâlinde Sahibeyne ve Şafiî'nin bir kavline göre de kaza
mecburiyetinin olması, inme imkânına sahib olanın hayvan üzerinde
kılamayacağında icma olması, üç rekatle nafilenin meşru olmayışı da bu namazın
vâcib olduğunu söyleyen Ebû Hanife'nin görüşünü takviye etmektedir.
Vitrin sünnet olduğunu
söyleyenlerin delilleri, Ebû Hanife'nin görüşünü kabul edenler tarafından şu şekilde
cevaplandırılmıştır:
"Karşı tarafın
delil getirdiği hadisler, farz namaz sayısının beş olduğunu ifade etmektedir.
Biz de bunu kabul ediyoruz. Bizim vitre vâcib dememiz farz namaz sayısını
altıya çıkarmaz. Çünkü biz buna farz değil, vâcib diyoruz. Farz ayrı şey,
vâcib ayrı şey. Öyleyse o hadisler bizim aleyhimize delil olamazlar."
Vitrin vakti yok,
tarzındaki itirazları da yersizdir. Çünkü vitrin vakti yatsı namazının
vaktidir. Ancak yatsı önce kılınır. Vitrin yatsıya tabi oluşu sünnetin farza
tabi oluşu gibi değil, farz namazların birbirlerini takib etmesi gibidir.
Yatsının, gecenin sonuna te'hir edilmesi mekruh olduğu halde, vitrin te'hir
edilmesinin müstehab oluşu bu namazın müstakil oluşunu gösterir. Zira yatsıya
tabi olsa idi, kerahet yönünden de tabi olacaktı.'Halbuki böyle olmamıştır.
Cemaat, ezan ve
kametin vitir namazında bulunmayışı da vitrin vâcib olmamasını gerektirmez.
Çünkü bunlar İslâmm şiârındandırlar ve şiarlar farzlara mahsustur. Bunun için
bayram namazlarında da kaamet ve ezan yoktur.
Her rekatte Fatiha'dan
sonra kıraatin gerekli oluşu ihtiyata binâendir. Çünkü bu namaz hakkında vârid
olan deliller onun farz sınıfına sokulmasına elverişli değillerdir."
Vitrin hükmü yanında
rekat adedi de İslâm âlimleri arasında ihtilaflıdır. Kimi "gecenin
sonunda bir rekattır," derken, kimi "iki rekatten sonra selâm
verilmek şartıyla üç" kimi de "selâm sonunda olmak üzere üç
rekat" olduğunu söylemişlerdir. Hattâ müslümanın bu namazı bir, üç, beş,
yedi, dokuz ve onbir rekat olarak kılabileceğini söylemiştir. Bu mesele 1421 ve
1422 numaralı hadislerin izahı esnasında açıklanacaktır.[2]
1. Vitir
namazi vâcibtir. Çünkü taleb emir sîgasiyle varıd olmuştur.
2. Kur'an-ı
Kerim'i okuyup ezberleyenlerin İslâm'da özel bir yeri ve üstünlüğü vardır.
3. Cenab-ı
Allah tektir. Onun eşi ve benzeri yoktur.
4. Bazı
zikir ve virdlerin tek olarak yapılması evlâdır.[3]
1417. ...Abdullah
b. Mes'ud Resûlullah (s.a.)'den önceki hadisi mânâ olarak rivayet etmiş ve şunu
eklemişlerdir: Bir bedevi (İbn Mes'ûd'a):
(Bu konuda) ne
diyorsun? dedi, o da:
Sana ve senin
arkadaşlarınla bir ilgisi yok, cevabını verdi.[4]
Hadisin İbn Mâce'deki
rivayetinde Bedevi'nin İbn Mes'ûd'a sorduğu soru: "Resûlullah ne diyor?*'
manâsını verecek biçimdedir.
Bu ve önceki rivayet bir
araya getirilince şu anlaşılır: ibn Mes'ûd bir önceki rivayette geçen hadisi
haber verince, orada hazır bulunan bir bedevî, "ne diyorsun?" veya
"Resûlullah ne diyor?' diye sormuş. O da "Sana ve arkadaşlarınla bir
ilgisi yok" karşılığım vermiştir.
Bu cevap İbn Mes'ud'un
hadis-i şerifteki "Ey Kur'ân ehli," ifadesini, Hattâbî'nin dediği
gibi hakiki manâsında anladığım gösterir. Sanki İbn Mes'ûd, bedeviye "bu
namaz sana ve arkadaşlarına, senin durumunda olanlara gerekmez. O Kur'ân'ı
bilip okuyan ezber edenlere mahsustur" demek istemiştir.
Abdullah b. Mes'ud'un
bu cevâbından onun vitir namazının sadece geceleri Kur'ân-ı Kerim okuyup secde
edenler için meşru olduğu fikrini benimsediği anlaşılmaktadır.
Kur'ân ehlinden
muradın, hafızlar, namazdan maksadın da mutlak manada gece namazı olduğunu
söyleyen âlimler de vardır.
Münzirî, Ebû
Ubeyde'nin Abdullah b. Mes'ud'un oğlu olduğunu ancak ondan hadis işitmediğini
söyler. Buna göre hadis, munkati olur. Dolayısıyla deli! olmaya elverişli
değildir. Konu bundan önceki hadisin izahında detaylı olarak ele alınmıştır.[5]
1418.
...Hârice b. Huzâfe -Râvi Ebu'l-Velid'e göre- el-Adevî'den[6];
demiştirki:
Resûlullah (s.a.)
bizim yanımıza çıkıp; "Şüphesiz Allah size bir namaz ilâve (ihsan) etti. O
namaz sizin için kırmızı develerden daha hayırlıdır. O vitirdir. Onu sizin için
yatsı ile fecrin doğuşu arasına koydu" buyurdu.[7]
Hz. Peygamber'in ashabının
yanına çıkışı Muhammed b. Nasr'ın rivayetinden anlaşıldığına göre sabah namazı
içindir.
Resûlullah (s.a.)
vitir kılmayı kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlı sayarken vitrin
önemine işaret ve müslümanları bu namazı kılmaya teşvik etmek istemiştir.
Yoksa Cennetteki bir karışhk yer ve vitir namazı bütün dünyadan ve
dünyadakilerden daha hayırlıdır. Efendimizin, vitrin önemine işaret için başka
şeyleri değil de kırmızı develeri söz konusu etmesi, arablann bu hayvanlara çok
fazla değer vermelerindendir.[8]
1. Hadis-i
şerif vitir namazının meşru oluşuna delâlet ve müslümanları bu namazı kılmaya
teşvik etmektedir.
2. Bakış
açısına göre vitrin vâcib veya sünnet olduğuna işaret etmektedir. Bu babın ilk
hadisinin şerhinde beyân edildiği gibi vitrin ilâve olarak bildirilmesini Ebû
Hanîfe vücûba delâlet sayar. Sünnet olduğu görüşünde olanlar, Resûlullah'ın
namaza teşvik edişini görüşlerinin delili kabul ederek "şayet farz
olsaydı, vücûb ve lüzum ifâde eden tâbirler kullanılır, teşvik ifade eden
sözlerle vârid olmazdı" derler.
3. Vitir
namazının vakti, yatsı namazı ile fecrin doğuşu arasıdır. Vitir, vaktinin herhangi
bir bölümünde kıhnabilir. Bu konuda ulemanın müttefik olduğu İbnü'I-Münzîr
tarafından ifâde edilmiştir. Bu müddet zarfında kılınamadığı takdirde
Hanefîlere göre kaza edilir. Diğer mezheblere göre kaza edilmez.
Tirmizî bu hadis için
"garibtir" der.[9]
1419.
...Bureyd (r.a.)'den[10];
demiştir ki:Resûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittim:
"Vitir haktır,
(sabittir) Vitir kılmayan bizden değildir. Vitir haktır (sabittir), kılmayan
bizden değildir. Vitir haktır (sabittir), vitir kılmayan bizden
değildir."[11]
Hadis-i şerif Ebû Hanife'nin
delilleri arasındadır.Vitrin sübûtımun fahr-i kâinat tarafından üç kerre tekrar
edilmesi ve vitir kılmayanın "bizden değildir" şeklindeki bir ifâde
ile tehdid edilmesi, vücûbuna delil sayılmıştır. Bu tarzdaki tehdidlerin ancak
farz veya vacibin terki için kullanıldığı daha önce beyân edilmiştir.
Resûlullah'ın
"bizden değildir" sözünün mânâsı, "bizim sünnetimiz üzere
değildir" demektir. Yoksa bu "raüslünıan değildir" mânâsı ifâde
etmez. Çünkü vacibin değil terki, inkârı bile küfrü gerektirmez.
Diğer İslâm âlimleri
bu tehdidin vitrin müekked sünnet oluşuna delâlet ettiğini söyleyerek, namazda
secde mahalline bakma, safları düzeltme, gibi sünnetler konusunda da bu tür
tehdidlerin bulunduğunu görüşlerine şahit tutarlar.
Her iki görüş
sahihlerinin delilleri bundan evvelki babın ilk hadisinin şerhinde ortaya
konmuştur.[12]
1. Vitr
namazı vacibtir.
2. Vitri
terk etmek Resulullah in yolunda olmamak demektir.
3. Bir şeyin
ehemmiyetine işaret için sözün tekrarlanması meşrudur.[13]
1420. ...İbn
Muhayriz'den rivayet edildiğine göre; Benû Kinâne'-den el-Muhdicî demlen bir
adam, Şam'da Ebû Muhammed denilen birinin "şüphesiz vitr vâcibtir"
dediğini duydu.
el-Muhdici dedi ki:
Hemen Ubâde b. Sâmite gidip bunu haber verdim. Bunun üzerine Ubâde; şöyle
dedi:
Ebû Muhammed yanlış
söylemiş (hatâ etmiş). Ben Resûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim:
"Cenab-ı Allah beş vakit namazı kullara farz kıldı. Her kim bu namazları
kılar, hafife alarak onları zayi etmezse Allah'ın onu cennete koyacağına dair
vadi vardır. Kim de bu namazları kılmazsa, onun için Allah katında herhangi bir
vâd yoktur. Dilerse azab eder, dilerse Cennete koyar.”[14]
Hadisin Nesaî'deki
rivayetinde şu mânâyı verecek şekilde bazı farklılıklar vardır: "Ubâde b.
Sâmit'le mescide giderken karşılaştım ve kendisine Ebû Muhammed'in söylediğini
haber verdim. Bunun üzerine Ubâde, Ebû Muhammed yalan söylemiş..." dedi.
İbn Mâce'nin rivayetinde Ebu Muhammed'in vitir konusundaki söyledikleri mevcut
değildir.
Tercemede de işaret
edildiği gibi, hakikatte "yalan söyledi" mânâsına gelen
"kizb" kelimesi burada "hatâ etti" mânâsını verir. Çünkü
Ebû Muhammed'in söylediği "asılsız bir haber nakletme değil, kendi
içtihadını ortaya koymadır. Ubâde, Ebû Muhammed'in içtihadını hatalı bularak
bunu kendisine gelen zâta söylemiştir.
Yalan, bir şeyi kasden
veya hataen hakikatin hilâfına olarak haber vermektir. Onun için Ubâde (r.a.)
düşüncesini "yalan söyledi" sözüyle ifâde etmiştir.
Hatâen söylenen yanlış
haberlerden dolayı ehl-i sünnet akidesine göre günah yoktur.
el-Bâcî'nin
bildirdiğine göre yalan (kizb) üç çeşittir, bunlar:
a. Bilmeden
hatâ ile söylenen, bundan dolayı günâh yoktur.
b. Doğruyu
söylemesi uygun olmayan bir yerde bile bile yalan söylemek, öldürmek istediği
bir adamı soran kimseye kasden yanlış bilgi vermek bu kabildendir.
c. Zaruret
olmadan bile bile yalan söylemek, bu haramdır ve söyleyen günahkârdır.
Hadis-i Şerifte beş
vakit namazı kılmayan kişiye Allah'ın dilerse azâb edeceği, dilerse cennete
koyacağı bildirilmektedir. Bunlardan maksat, inkâr ederek değil, ihmal ederek
namaz kılmayandır. Çünkü namazı inkâr ederek kılmayanın kâfir olacağı kesindir.
Kâfirse, "dilerse azâb eder, dilerse Cennete koyar" sözünün şümulüne
girmez. O kesin olarak azaba uğrayacaktır. Hadis bu yönüyle va'd ve vaîd
konusunda ehl-i sünnetin görüşüne delildir.
Ubâde b. Sâmit'in bu
hadisle istidlali beş vakti kılanın Cennete gireceğinin vâd olunması
yönündedir. Çünkü vitir farz olsaydı, Cennete girebilmek için onun da
kılınması şart koşulacaktı. Bunun şart koşulmayışı, vitrin vâcib olmadığını
gösterir. Vitir namazının sünnet olduğunu söyleyenlerin bu mânâdaki hadis-i
şerifleri görüşlerine delil aldıklarını daha önce söylemiştik.
Ebû Hanife'nin bu
mânâdaki hadislere bakış açısını biliyoruz: Bu hadislerde Resûlullah beş vakit
namaza farz diyor. Biz ise, vitre vâcib diyoruz. Farzla vâcib arasındaki fark,
yerle gök arasındaki mesafe kadar büyüktür. Sonra Resûlullah'ın beş vakti
kılanı Cennetle müjdelemesi bunların dışında başka bir namazın olmadığına delil
olmaz. Efendimiz bir başka hadisinde de "Lâ ilahe illallah" diyeni
Cennetle müjdelemiştir. Bu kelime-i tevhidin dışında bir ibâdetin olmamasını,
namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetlerin farz olmamasını gerektirmez.
İbnu'l-Müseyyeb, Ebû
Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud, Mücâhid ve Dah-hâk'm da Ebû Hanîfe'nin görüşünde
olduğuna vitrin ilk babının ilk hadisinde işaret edilmiştir. İbnü'l-Arabî,
Mâlikîlerden Sehnûn'un da vitrin vücûbuna kail olduğunu nakleder. İmam Mâlik
ise, vitri terk edenin te'dib edileceğini ve bunun şâhidliğinin kabul yönünden
bir nakîse (kusur) olacağını söylemiştir.[15]
1. Müslüman kanaatince
hatalı olduğu bir davranışa şahit olunca, derhal bir
ehlini bulup sormalı ve gerçeği öğrenmelidir.
2. Mükellefler
hakkında farz olan namazlar günde beş vakittir.
3. Bilmeden
yanlışlık yapan kimseye günah yoktur. İctihad hatâsı da günahı gerektirmez.
4. Samimi
olarak ibâdetlerini ifa eden kimseyi cennete koymak Cenabı Hakk'ın zimmetinde
bir va'ddir.
5. Münkir
olmamak kaydıyla ibâdetleri ifâ etmeyen kimseleri de Allah, dilerse affedip
Cennete koyabilir.
6. Allah
(c.c.)'ın günahkârı mutlaka Cehenneme koyması vâcib değildir. Dilerse affeder,
Cennetine koyar, dilerse Cehennemde günahı kadar azab eder.[16]
1421. ...îbn
Ömer (r.anhumâ)'dan rivayet edildiğine göre; Bedevilerden bir adam Resûlullah
(s.a.)'e gece namazını sordu. Efendimiz; "İkişer ikişer" diye iki
parmağı ile şöylece işaret etti. Vitrin de gecenin sonunda bir rekat olduğunu
söyledi.[17]
Hadisin Taberânî'nin
Mu* cem'indeki rivayetinde soruyu soran zâtın bizzat İbn Ömer olduğu
söylenmektedir. Ancak Ebû Davud'un bu rivayeti ve Müslim'deki rivayetler soruyu
soran zâtın bir bedevi olduğunu açık olarak ortaya koymaktadır. Hatta,
Müslim'in bir rivayetinde İbn Ömer kendisinin Rasûlullah'la soruyu soran
kişinin arasında durduğunu söylemektedir. Bazı rivayetlerde ise, soran zâtın
kimliğine temas edilmeden "bir adam" denilmekle iktifa edilmiştir.
İbn Mâce'deki rivayette ise, soru yer almamış, Hz. Peygamber'in sözü doğrudan
verilmiştir.
Aynî, bu farklı
rivayetlerle ilgili olarak şöyle diyor: "Eğer konu, soranların müteaddit
oluşuna hamledilirse itiraz yok, fakat soran şahıs aynı ise, o zaman İbn
Ömer'in olayı naklederken aynı şahıs hakkında bir seferinde "bir
adam" başka bir seferinde de "bir bedevî" demiş olduğuna hükmetmek
gerekir. Soruyu o şahısla birlikte bizzat İbn Ömer'in sormuş olması da mümkündür.
Rivayetten
anladığımıza göre Hz. Peygamber, kendisine sorulan soruyu iki parmağı ile
işaret ederek cevablandırmış, İbn Ömer de hadisi naklederken aynı işareti
yapmıştır. Müslim ve İbn Mâce'deki rivayetlerde bu keyfiyet işaretle değil de
sözle; "Resûlullah gece namazı ikişer ikişerdir" veya "ikişer
ikişer" ifâdeleri ile beyân edilmiştir.
Hadisin başka bir
rivayetinde bildirildiğine göre İbn Ömer'e;
"İkişer
ikişerdir" ne demek? diye sorulduğunda;
İki rekatte bir selâm
verirsin, karşılığını vermiştir.
Bazı âlimler İbn
Ömer'in bu cevabını, "ikişer ikişer"den maksat, her iki rekatte
teşehhüd okumaktır, diyen Ebû Hanîfe'nin görüşünü reddettiğini söylerler.
Bunların hareket noktası, hadisin mânâsını bizzat râviden daha iyi anlamanın
mümkün olmayacağı tezidir.
Hanefî ulemâsından
Aynî'nin bu itiraza verdiği cevap şöyledir:
"İkişer
ikişer'Men maksadın her iki rekatın bitiminde teşehhüd okumak olduğunu söyleyen
Ebû Hanîfe'nin sözü, selâmın verilmemesi gereğini ifâde etmez. Bunları her iki
rekatın bitiminde mutlaka teşehhüd okunmasının lüzumunu ifâdedir. İki rekatten
sonraki selam konusu ayrı bir meseledir."
Hadis-i şerifin ihtiva
ettiği ikinci konu: Vitir namazıdır. Buradaki beyâna göre vitir namazı bir rekattır
ve gecenin sonunda kılınır. Vitrin rekat adedi hakkındaki farklı görüşler,
bundan sonraki hadisin şerhinde ortaya konulacaktır. Vitrin gecenin sonunda
kılınacağı konusu ilzâmî değil, efdale işaret içindir. Yoksa yatsı kılındıktan
sonra gecenin başında da ortasında da kılmabilir. 1418 no'lu hadis bunun
delilidir.[18]
1. Gece
namazları ikişer rekattır. Yani her iki rekatte bir selam verilir. İmam Şanı,
imam Malık, Ahmed b. Hanbel ve Hanefîler'den Ebû Yûsuf'la İmam Muhammed'in
görüşleri bu istikâmettedir.
İmam A'zam'a göre gece
namazları da dörder rekattır. Delili Hz. Âişe'den rivayet edilen, "Hz. Peygamber
yatsı namazını cemaatle kılıp evine döner sonra dört rekat namaz kılar ve
yatağına uzanırdı" mealindeki hadistir. Ahmed b. Hanbel'in Abdullah
b.Zübeyr'den rivayet ettiği bir haber de yukarıdaki rivayeti te'yid etmektedir.
Gündüz nafilelerinde
ise, Ebû Yûsuf ve Muhammed de hocalarının görüşlerindedirler. Bu namazlarda
selâmın dört rekatte verildiğinde hemfikirdirler. İmam Şafiî gece ve gündüz
namazları arasında ayırım yapmadan hepsinde ikişer rekatte selâm verileceği
görüşündedir.
2. Vitir
namazı bir rekattır. İmam Şafiî bu ve benzer hadislerle istidlal ederek vitrin
tek rekat olduğunu söylemiştir. Bundan sonraki hadiste konu tafsilâtlı olarak
incelenecektir.
3. Vitir
namazı gecenin sonunda kılınır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu, kemâle
delâlet eder. Başında veya ortasında kılmak da caizdir.
4. işaret
söz yerine kâimdir.[19]
1422. ...Ebû
Eyyûb el-Ensârî (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“Vitir her mü si ü m
an üzerine hakk (vâcip)tir. O halde onu isteyen beş, isteyen üç, dileyen de
bir rekat kılsın."[20]
Metindeki
"Hakk" kelimesi, Tîbî'nin beyânına göre hem "vâcib" hem de
"sabit" manasına gelir. İmam Ebû Hanîfe birinci, imam Şafiî de ikinci
mânâyı benimsemişler ve ona göre görüşlerim ortaya koymuşlardır.
"Sabit" mânâsı alınırsa, "Şeriat ve sünnette sabittir" tarzında
bir takdirin yapılması gerekir.
Hadis-i şerifdeki; “Her
m uslu man üzerine" tâbiri vitrin bütün mü'minlere şâmil olduğuna
delildir. Bu daha önce geçen 1416 no'lu hadisteki hitabın sadece Kur'an ehli'ne
olmadığını,.hitabın umumî olduğunu isbat etmektedir.
Bu hadisten
anladığımıza göre Hz. Peygamber vitir kılmak isteyenleri beş, üç ve bir
rekatten birini kılma konusunda muhayyer bırakmıştır.
Beş rekat kılınması
hâlinde kimi âlimler bunun tek selâmla edâ edileceğini ve arada hiç
otlanılmayacağım söylemişlerdir. Delilleri Hz. Âişe'nin rivayet ettiği şu
hadistir: "Resûlullah (s.a.) beş rekatle vitir kılar ve sadece beşinci
rekatte oturup selam verirdi." Bazı âlimler de bu namazın beş rekat
kılınması arzu edilirse, önce iki sonra da üç rekat kılınmak suretiyle beşe tamamlanacağını
söylemişlerdir.
Vitrin üç rekat
kılınması hâlinde de kaç teşehhüd ve kaç selâmın bulunacağı konusunda farklı
görüşler vardır:
a. Tek
teşehhüd ve tek selâmla üç rekat kılınır. Yani sadece üçüncü re-katin bitiminde
oturulup selâm verilir. Hâkim'in Müstedrek'inde Hz. Âişe'-den rivayet ettiği şu
hadis bu görüşü te'yid etmektedir: "Resûlullah (s.a.) üç rekatle vitir
kılar ve bunların sadece sonunda otururdu." Hz. Ömer (r.a.) de vitri böyle
kılardı. Medine'liler bu görüşü benimsemişlerdir.
Dârekutnî ve Hâkim'in
Ebû Hureyre'den merfû olarak rivayet ettikleri; "üç rekatle vitir
kılmayınız, beş veya yedi rekatle kılınız. Akşam namazına benzetmeyiniz"
mealindeki hadis yukarıdaki rivayetlere muhalif gibi görünmektedir. Ancak
âlimler bunu kılınış itibariyle akşam namazına benzetilmesinden nehyedildiği
şeklinde yorumlamışlar ve sadece üçüncü rekatin bitiminde oturulup selâm
verileceğini söylemişlerdir.
b. Biri
ikinci rekatin sonunda diğeri de üçüncü rekatin bitiminde olmak üzere iki defa
oturulur ve sonunda bir defa selâm verilir. Bu, Hanefîlerin tatbikatıdır. Sevrî
de aynı kanaattedir. Üç rekat kılarak akşam namazına benzetilmekten nehyeden
hadisi, gece namazını terkten nehye hamletmişlerdir. Dârekutnfnin İbn
Mes'ûd'dan rivayet ettiği, "Resûlullah (s.a.) gecenin vitri de gündüzün
vitri sayılan akşam namazı gibi üç rekattir" buyurdular" mealindeki
hadis bu görüşün delillerindendir.
c. İki
rekatin bitiminde oturulup selâm verilir. Sor ra kalkılıp bir rekat daha
kılınır ve bundan sonra da selâm verilir. Bu görüş de îmam Mâlik, İmam Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûye'nin mezhebidir. Ancak bunlardan, İmam
Mâlik'in dışındakilere göre bir rekatle de vitir sahihtir.
Hadis-i şerif vitrin
bir tek rekat olarak kılınmasının meşru olduğuna da delildir. Şafiî
âlimlerinden İmam Nevevî, "Bizim ve cumhurun mezhebi budur. Ebü Hanife,
"bir rekatle vitir sahih değildir" demişse de, sahih hadisler onun
görüşünü reddetmektedir" demiştir. Aynî ise, İmam-i A'zam'ın dayandığı
hadisleri sıralayarak Nevevî'nin iddiasını red cihetine gitmiştir. Bu
hadislerden bazılarını çeşitli münâsebetlerle yukarıdaki maddelerin muhtevası
içerisinde naklettik.
Aliyyü'1'Kaarîise
Mişkât Şerhi'nde "Vitir namazının bir rekat olduğuna delâlet eden ne
sahih ne de zayıf hiç bir hadisin mevcut olmadığını, aksine "tek rekatle
vitir kılmaktan men eden hadisler bulunduğunu, bunların mürsel olmakla birlikte
cumhura göre hüccet olduğunu söyler.
Şu hadis
Aliyyu'l-Kaarî'nin işaret ettiği rivayetlerden biridir:
"Ebû Said
el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber(s.a.) tek rekatle vitir
kılmaktan nehyetmiştir.
İbnü'l-Esir'in
Nihâye'sindeki şu hadisi bu kabildendir: "Sa'd bir rekatle vitir kılmış.
İbn Mes'ûd onu görünce hoş karşılamayıp sadece bir rekat kâfi değil"
demiştir." Bu rivayet mevkuf olmakla beraber, Aliyyu'l-Kaarî'nin dediğine
göre merfû hükmündedir.
Görüldüğü gibi vitrin
rekat sayısı konusunda biri birinden farklı adedlere işaret eden birçok hadis
vârid olmuştur. Bu hadislerin hepsi gösteriyor ki, vitir namazının rekat sayısı
çift değil tekdir. Ama bunun, 1, 3, 5, 7, 9, 11 rekat olması caizdir. Ancak
müctehidlerin görüşü ellerindeki delillere göre farklılık göstermektedir.
Yukarıda biraz dağınık olarak verilen bu farklı görüşlerin özeti şudur:
İmam Ebû Hanife'ye
göre vitir üç rekattır.
İmam Mâlik'e göre bir
rekatle de caizdir. Ancak bu Hattâbî'nin nakline göre mekruhtur.
İmam Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'e göre bir rekatle caiz olmakla beraber, bir ile on bir arasındaki herhangi
bir tek rakam adedince de caizdir. Onbir rekat kılınması halinde üç keyfiyet
ortaya çıkar:
1. Her iki
rekatte bir selâm verilir. Onbirinci rekat tek olarak kılınır.
2. Onuncu
rekate kadar hiç oturmadan kılınır, onuncu rekatte teşehhüd yapılıp kalkılır ve
onbirinci rekat kılınıp selâm verilir.
3. Sadece
onbirinci rekatın sonunda oturulup selâm verilir. Beş, yedi, dokuz rekat
kılındığında da aynı şeyler mevzuu bahistir. Ancak efdal olan, beşinci ve
yedinci rekatın sonunda oturmaktır.
Tirmizî Hz. Peygamberdin
on üç rekat vitir kıldığına dâir de rivayet olduğunu söyler. İshâk b. İbrahim
bunun gece namazı olduğunu ve vitrin de bu namazın içinde bulunduğunu
söylemiştir.[21]
1. Geceleri
kılınan nafile namazlar ikişer rekattır.
2. Vitir
namazı bir, uç ve beş rekat olarak kılınabılır.[22]
1423. ...Ubey
b. Ka'b (r.a.)'den demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)
el-A'la, el-Kâfirûn ve el-İhlas süreleriyle vitir kılardı.[23]
Hadis-i şerifin açıkça
delâlet ettiği gibi Peygamber (s.a.) vitir namazını kılarken birinci rekatte,
el-A'la (87), İkinci rekatte el-Kâfirûn (J09) ve üçüncü rekatte de el-îhlâs
(112) surelerini okurdu.
Görüldüğü gibi hadiste
Kâfirûn suresine ifâdesi ile işaret edilmiştir. Ebû Dâvûd nüshalarının çoğunda
bu şekilde vârid olmuştur.
Ebû Hanîfe'nin
Müsned'inde bu hadis mürsel olarak tahriç edildikten sonra "ikinci rekatte
yani İbn Mes'ûd'un kıraatinde böyledir" denilmektedir.
sözünden maksat
(İhlâs) süresidir.
Vitr namazında bu
surelerin okunması, farz veya vâcib değildir. Bir sonraki hadiste tafsilât
gelecektir.
Hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin vitir namazını üç rekat kıldığına ve sojıunda sadece bir defa selâm
verdiğine delildir. Nitekim Nesâî'nin Sâid b. Abdurrahman'dan yaptığı
rivayetinin sonunda "Sadece bunların sonunda selâm verirdi"
denilmektedir.
Hadis-i şerif bu
durumda vitrin üç rekat ve tek selâmla ifâ
edileceğini söyleyen İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin görüşüne delildir.[24]
1. Vitr
namazında sırayla A'Iâ, Kâfirun ve İhlâs surelerim okumak mustehabtır.
2. Vitir
namazı üç rekattır.[25]
1424.
...Abdulaziz b. Cüreyc[26]'den;
demiştir ki:
Mü'minlerin annesi
Aişe (r.anha)ya Resûlüllah (s.a.)'in hangi surelerle vitir kıldığım sordum...
[Abdulaziz önceki
hadisin mânâsını zikredip]
"Ve üçüncü rekatte
ve el-Muavvizeteyn (Felak ve Nas)le dedi.[27]
Bu rivayette Hz.
Peygamber'in vitir namazının ilk iki rekatında A'la ve Kâfirûn surelerini
okuduğuna işaret bakı-
mından bir önceki
rivayetin aynısıdır. Fakat üçüncü rekatte önceki rivayette sadece ihlâs
suresinin okuduğu bildirildiği halde burada ihlâsa ilaveten mu-avvizeteyn
(Felak ve Nâs) surelerini de okuduğu beyan edilmektedir.
Tirmizî'nin
"hasen-garib" dediği Abdulazizrtarikiyle yaptığı rivayet de, üzerinde
durduğumuz rivayete uygun düşmektedir. Tirmizi'nin rivayeti şöyledir:
"Aişe (r.anha)'ye Resulüllah'ın vitir namazında hangi sureleri okuduğunu
sorduk;
”Birinci rekatte ikinci
rekatı üçüncüde de ve muavvizeteyı
okurdu" cevabını verdi.
Bu hadis-i şerif,
Abdulaziz b. Cüreyc hakkındaki tereddütlerden dola; zayıf sayılmıştır. Ancak
Taberânî'nin Mikdam b. Dâvud tarikiyle Ebû Hi reyre'den Dârekutnî'nin; Yahya b.
Said ve Amre vasıtasıyle Hz. Aişe'de İbn Hıbban ve Hâkim'in ve yine Said b. Ebî
Meryem kanalıyla Yahya b Eyyûb'den Hâkim'in rivayet ettikleri aynı mânâdaki
hadisler bu hadisi tak viye etmektedirler.
Bu rivayetler, vitir
namazında anılan sureleri okumanın müstehab ol duğunu göstermektedir. Mâliki ve
Şâfiîler bu hadislerin muhtevasını görüş lerine esas almışlardır. Hanefilerle
Hanbeliler ise, ilk iki rekatte öbürleri ilt aynı görüşte olmakla beraber
üçüncü rekatte sadece İh I a.s okunacağını, buna Muavvizeteyn'i ilâve etmenin
sünnet olmadığım söylerler. Hanefi fıkıh kitaplarından Bahr'da "Sünende ve
diğerlerinde Muavvizeteynin de okunacağı hakkında vâki olan şeyleri Ahmed b.
Hanbel ve Yahya b. Main inkâr etmişlerdir. Onu ulemanın çoğunluğu caiz
görmemiştir" denilmektedir. Ancak yukarıda işaret ettiğimiz hadisler bunun
sabit olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamberin, vitir
namazında başka sureleri de okuduğuna dair rivayetler vardır. Bunlardan
bazılarını aşağıya alıyoruz:
Muhammed b. Nasr'ın
Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre:
"ResulüIIah
(s.a.) dokuz sure ile vitir kılardı. Bunlar: Birinci rekatte Tekâsiir. Kıt dr
ve Zilzâl sureleri; İkincide Asr, Nasr ve Kevser; üçüncüde de Kâfirûn, Leheb ve
İhlâs sureleridir."
Yine Muhammed b..Nasr,
Said b. Cübeyr'in vitir namazının birinci re-katinde Bakara suresinin sonunu;
ikincide, Kadr-Bazan Kâfirûn- üçüncüde de Ihlâs surelerini okuduğunu rivayet
ediyor.
Muhammed b. Nasr'ın
Said b. Cübeyr'den yaptığı bir başka rivayet de şöyledir:
"Ömer b.
el-Hattab, Übey b. Ka'b'a, ramazanda cemaate namaz kıldırmasını emrettiği
zaman, Übey onlara vitri de kıldırır ve birinci rekatte, Kadr; ikincide
Kâfirûn; üçüncüde de İhlâs surelerini okurdu."
Bu rivayetler bazı
surelerin okunması konusunda müttefik olmakla birlikte bazılarında farklılık
arz etmektedir. Bu durum vitir namazında okunması şart koşulan belli bir
surenin olmadığını göstermektedir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, A'lâ,
Kâfinin, ve İhlâs surelerini mezheblere göre de üçüncü rekatte İhlâs'a ilâveten
Müavvizeteyn surelerini okumak müstehab'tır.[28]
1425. ...Hasan
b. Ali (r.anhuma)[29]'dan
demiştir ki: Resulüllah (s.a.) bana vitir namazında, -İbn Cevvâs'ın dediğine
göre vitrin kunutunda- okuyayım diye şu sözleri öğretti:
"Ey Allah'ım,
hidayete erdirdiklerin içerisinde beni de hidâyete erdir. Afiyet verdiklerin
arasında bana da afiyet ver. Gözettiklerinin içinde beni de gözet. Verdiğin şeylerde
benim için bereket kıl. Hükm (takdir) ettiklerinin şerrinden beni koru.
Şüphesiz sen hükm (takdir) edersin. Senin takdirine karşı gelinmez. Senin işini
üzerine aldığın kişi alçalmaz ve senin düşman olduğun da şeref bulamaz.
Rabbimiz, senin hayrın pek çoktur ve sen sana lâyık olmayan şeylerden münezzehsin."[30]
Bu hadis-i şerif vitir
namazındaki kunutun meşru oluşuna işaret ettiği gibi bu kunutta okunacak duayı
da bildirmektedir. Resul-ü Ekrem tarafından Hz. Hasan'e öğretilen duayı yapan
kul, Cenab-ı Hak'tan kendisine nebiler, sıddîklar, şehidler ve salihler
arasında hidâyete erdirmesini, belâ ve musibetlerden afiyet vermesini,
kendisini koruyup gözetmesini, iki cihan hayrından kendine verdiğini
artırmasını, takdir ve hükm ettiği şeylerin şerrinde korumasını istemektedir.
Sonra da Cenab-ı Hakk'ın yegâne hâkim olduğunu, onun koruyup gözettiği
kişilerin dâima şerefli olup zillete düşmeyeceklerini, düşmanlık yaptıklarının
ise, dünya ve âhirette rezîl ve rüsvây olacağını tasdik ve takrir ile Allah
Teâîa'yı O'na lâyık olmayan sıfatlardan tenzih etmektedir.
Müslümanların kunutda
okudukları dua tek değildir. Bu dualara geçmeden önce kunutun zamanı ve yeri
konusundaki farklı görüşleri ortaya koymakta fayda görüyoruz.
Hanefilere ve
Hanbelilere göre, kunut tüm sene boyunca, herhangi bir aya ya da güne mahsus
olmadan bütün vitir namazlarında mevcuttur. Üzerinde durduğumuz hadiste
herhangi bir zaman kaydının olmayışı bu görüşe delildir. Tirmîzîbunu İbn
Mes'ud'dan; Muhammed b. Nasr da, Ali ve Ömer (r.anhuma)'dan rivayet
etmişlerdir. İbnü'l-Münzir'in nakline göre İbrahim en-Nehâî ve Ebû Sevr de aynı
görüştedirler.
Ali, İbn Şirin, Said
b. Ebi'l-Hasen, Zührî, Yahya b. Sabit, İmam Mâlik ve İmam Şafiî kunutun sadece
ramazan ayının ikinci yansında yapılacağı görüşündedirler. Delilleri İbn
Ömer'in sadece ramazanın ikinci yarısında sabah ve vitir namazlarında kunut
yaptığını bildiren Muhammed b. Nasr'ın rivayetidir.
Şâfiîlerden
bazılarının ramazının tümünde kunut yapılacağı görüşünde oldukları da rivayet
edilmektedir.
Katâde, ramazının ilk
yansı hâriç, senenin tamamında vitrin meşru olduğu görüşüne zahib olmuş, Tavus
ise, asla vitrin meşru olmadığını söylemiştir.
Kunutun meşru'iyetini
kabul edenler onun yeri konusunda farklı görüştedirler:
İbn Mes'ûd, Ebu Hanife,
Süfyan es-sevrî, İbnü'l-Mübârek, İshak, Kû-feliler, Bera', Ebu Musa, İbn Abbas,
Enes, Ömer b. Abdulaziz, Ubeyde, Abdurrahman b. Ebi Leyla ve Humeyd et-Tavil,
kunutun rükû'dan evvel olduğunu söylerler. Hanefîlerde fetva budur.
Bu görüşün delili,
Nesâî'nin Abdurrahman b. Ebzâ kanalıyla Übey b. Ka'b'dan rivayet ettiği şu
hadistir:
"Resulüllah
(s.a.) üç rekatle vitir kılar, birinci rekatte ikincide üçüncü de de surelerini
okur ve rükû'dan önce kunut yapardı."
İbn Mâce'nin de Übey
b. Ka'b (r.a.)'den rivayet ettiği "Resulüllah (s.a.) vitir kılar ve
rükû'dan Önce kunut yapardı" mealindeki hadis de aynı görüşe delâlet
etmektedir.
Said b. Cübeyr, Ahmed
b. Hanbel ve Şâfillerin meşhur olan görüşüne göre kunut rükû'dan kalktıktan
sonra yapılır. Bunlar Beyhakî ve Hâkim'in Hasen b. Ali (r.a.)'dan rivayet
ettikleri şu habere dayanırlar: "Resulüllah (s.a.) bana vitrimdeibaşımı
kaldırdığım ve geriye secdeden başka bir şey kalmadığı zaman diye dua etmemi,
emretti."
Görüldüğü gibi bu
haber kunutun rükû'dan doğrulduktan sonra okunacağını ön görmektedir. Hulefa-i
Râşidinin de bu şekilde yaptıkları rivayet edilir.
Kunutun rükû'dan önce
olduğunu bildiren rivayetlerle, sonra olduğuna işaret edenler arasındaki
farklılık bir tezadın bulunduğuna delâlet etmez. Çünkü kunut mubah bir fiildir
ve Resulüllah'ın hem rükû'dan önce, hem de sonra kunut yaptığı vâriddir.
Nitekim İbn Nasr'ın Humeyd'den yaptığı şu rivayet bunu açıkça ortaya
koymaktadır: "Enes'e kunutun rüku'dan önce mi, yoksa sonra mı olduğunu
sordum.
"Biz hem önce hem
de sonra kunut yapardık" cevabını verdi."
Vitir namazında kunutu
meşru görenler, tekbir alınarak ellerin kaldırılacağını söylemişlerdir.
Hanefi, Şafiî ve hanbeliler bu görüştedirler. Ellerin kaldırılmayacağını veya
rüku'dan evvel ya da sonra olması durumuna göre el kaldırmanın değişeceğini
ifade eden rivayetler varsa da bunlar pek şuyû bulmamıştır.
Kunut için yapılacak
dua konusunda Ahmed Nâim merhumun Tecrid-i Sarih Tercemesi'nde yazdıklarını
biraz sadeleştirerek nakletmeyi uygun buluyoruz:
"Şimdi sıra
me'sûr olan kunut duasına geliyor. Bu dua, me'sur olarak ezberlediğimiz
dualardan ibaret değildir. Nitekim Ömer (r.a.)'in kunut olarak yüz âyet
miktarı uzunluğunda dualarda bulunduğu rivayet edilmiştir. Me'sur olanlar
arasında rivayet yönünden en kuvvetlisi Şâfiîlerin sabah namazında okudukları: duasıdır
ki, bunu Hasan b. Ali (r.anhumanın) "mükerrem dedem sallellahu aleyhi
vesellem vitir kımıltımda söyleyeyim diye bana şu kelimeleri öğretti..."
diyerek bu duayı haber verdiği Tirmizî'nin ve İbn Mâce ile Neseî'nin
"Sünen" kitablarında rivayet edilmiştir.
Tirmizî, "bu
bâbda Ali b. Ebi Talib (r.a.)'den de rivayet vardır. Bu, yalnız bu vecihten
yani Ebu'l-Havrâ es-Sa'di tarikinden bize ulaşmış bir hadis olup Nebiyy-i
Ekrem (s.a.)'den kunut hakkında rivayet edilmiş bulunan bundan daha hasen bir
hadis bilmiyoruz" diyor.
Hanefilerce senenin
her gecesi vitrinde rüku'dan önce okunan duası hakkındaKütüb-i Sitte'de hiç bir
rivayete muttali olmadimsa da, Âbdurrezzâk ile Muhammed b. Nasr ve Tahâvî ve
İbn Ebî Şeybe'nin rivayetlerinde, bu duaları Ömer ve Ali (r.anhuma)'nın sabah
namazında okudukları anlaşılıyor.
Ömer (r.a.)'in
rüku'dan sonra (fakat hangi namazda olduğu belli değil) "(Ey Allahım! Bizi
ve mü'min erkekleri ve mü'mine kadınları müslüman erkek ve kadınları bağışla,
onların aralarını birleştir. Islâh et. Senin ve onların düşmanlarına karşı onlara yardım et.Ey Allahım! kullarını senin yolundan
ayıran resullerini yalayanlayan ve dostlarınla harb eden kâfirlere ehl-i kitaba
lanet et- Ailahım! Onların sözlerinin arısını ayır, ayaklarım kaydır, günahkâr
kavimlerden çevirmediğin azabını onlara indir.
Hüseyin b. Ali (r.anhuma)'ın
salat-ı vitirde "ilâhî, sen görürsün görülmezsin. En yüksek görecek
mevkidesin. Dönüp dolaştıktan sonra nihayet varılacak sensin. Her şeyin sonu
gibi önü de senindir. İlâhî! Zelil olmaktan rüsvây olmaktan sana sığınırız,"
kunutunu da İbn Ebî Şeybe Musannef inde rivayet etmektedir. İbn Mâce ile Nesâî,
Sünelilerinde Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Hazretlerinin vitrin
sonunda "İlâhi, senin gazabından rızana sığınırım; ukubetinden affına
sığınırım; Hâsılı senden sana sığınırım. Lâyık olduğun gibi tam senalarla
medihlerini sayamam. Sen kendini nasıl sena ettinse öylesin. Yâ Rab!"[31]
buyurmak âdetleri olduğunu Ali keremellahü veçhe'den rivayet etmişlerse de bu
dua kunut duası mıdır, yoksa tahiyyeden sonra mı, yoksa selam verdikten sonra
mı, böyle niyaz edildiği sarâheten anlaşılamıyor. Zira vitrin sonu tâbiri bu
mânâların üçüne de şâmildir.
Şâfiîlerin sabah
namazlarında okudukları -Hasen b. Ali (r.anhûma)'den rivayet edilen- kunutun
meali âlisi şudur:[32]
Neseî'nin rivayetinde
duanın sonunda ziyâdesi de vardır ki, salât-ü selâm, evvelce edilen duaların
kabulüne vesile olur. Zira duanın tamamı ya makbul ya merduddur. Resul-i
Müctebâ'ya salât ü selâm ise, behemehal makbuldür. Evvelki dua şayet merdud
olacak gibi ise bu sayede -İnşa Allah- O da karîn-i kabul olur.
Hanefilerin vitirde
her gece Şâfiîlerin ise yalnız ramazanın son yarısında okudukları duayı şerif
ile yüksek meali şöyledir:
"Allah'ım! Biz
senden yardım, ettiklerimizden dolayı senden mağfiret dileriz. Sen'den hidâyet
isteriz. Sana imanımız var. Sana tevekkül ederiz. Her türlü medh sıfatlan ile
sana sena ederiz. Sana şükrederiz. Sana küfür etmeyiz. Sana muhalefet ve isyan
edeni başımızdan atıp terk ederiz. Allahım! İbâdeti sana ederiz. Namazı senin
için kılar, secdeyi senin için ederiz. Koşup çabaladığımız hep sana doğru
gelmek içindir. Senin rahmetini umar, azabından çekiniriz. Zira senin ciddi
azabın kâfirlere bulaşır."
Şafiîler buna Ömer
(r.a.)'in üçüncü olarak irad ettiğimiz duasını da ilave ederler.[33]
Ancak den sonra: = kalblerinde iman ve hikmet yarat. Resulünün dini üzere
kendilerini sabit kıl. Her ne üzerinde kendileri ile ahdetmiş isen, o ahde vefa
etmeyi gönüllerine ilham et. Kendi düşmanlarına ve senin düşmanlarına karşı
onlara yardım et. Ey Hak îlâhî! bizleri de onlardan kıl," cümlelerini de
ilâve ederler.[34]
Kunut duaları
konusunda Tecrid Tercemesi'nden naklettiğimiz bilgiye ilâveten, "kunut
için belli bir dua yoktur, herkes istediği duayı okur" diyenlerin şu
sözlerini aktarmayı da uygun buluyoruz: İbrahim en-Nehaî: "Ku-nutta
muayyen bir dua yoktur" der. Hişam b. Urve, babasının "Ben sizin dua
etmeniz, ihtiyaçlarınızı istemeniz için kunut yapıyorum" dediğini rivayet
eder. İmam Malik'in şu sözleri de kunut için belli bir dua olmadığı görüşüne
uygun düşer: "Kunut için belli bir dua yoktur. Kişi farz namazlarda
oturarak, ayakta veya secdede dünya ve âhiret için her türlü ihtiyacını isteyebilir."[35]
1426.
...Abdullah b. Muhammed en-Nüfeyli, Zuheyr'den, o da Ebu îshak'dan önceki
hadisi aynı isnâd ve mana ile rivayet etti. Züheyr rivayetinin sonunda, Hasan
bu (kunut duasını) "vitirdeki kunutta" söylerdi dedi. "Onları
vitirde söylüyorum" sözünü zikretmedi.[36]
Ebü'l-Havra, Râbi'a b. Şeybândır.[37]
Müellifin bunları
söylemekteki maksadı, Ebu'l-Ahvas'ın İbn İshak'tan yaptığı (önceki) rivayetle,
Zuheyr b. Harb'in Ebu İshak'tan yaptığı (bu) rivayet arasındaki farka işaret
etmektir. Buna göre Ebu'l-Ahvas'ın rivayetinde "onları vitirde
söylüyorum" sözünü söyleyen Ha-sen b. Ali'dir. Züheyr'in rivayetinde ise
bu, yer almamıştır. Ancak Hz. Ha-san'ın bu duayı okuduğu hadisin sonunda râvî
Ebü'l-Havran'ın bir sözü olarak hikâye edilmiştir.[38]
1427. ...Ali
b. Ebi Tâlib (r.anh)'den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (s.a.) vitir
namazının sonunda şöyle dermiş:
"Allahımî Senin
gazabından rızana, cezandan affına, senden sana sığınırım. (Lâyık olduğun gibi)
senin senalarını sayamam, sen kendini nasıl sena (medh) ettînse öylesin."[39]
Ebu Dâvûd dedi ki:
"Hişam, Hammad'ın en eski hocasıdır. Bana Yahya b. Main'in "Ondan
Hammad b. Seleme'den başka kimse (hadis) rivayet etmedi" dediği
ulaştı."
Yine Ebâ Dâvud şöyle
dedi: "İsa b. Yunus, Said b. Ebi Arûbe'den; o Katâde'den; Katâde, Said b.
Abdirrahman b. Ebzâ'dan; o da babası vasıtasıyle Übey b. Ka’b'den, Resulüllah
(s.a.)'in vitirde rüku'dan önce kunut yaptığını rivayet etti.[40]
Ebu Dâvud şunu da
söyledi: "İsab. Yunus bu hadisi aynı şekilde Fıtr b. Halîfe'den; O,
Zübeyd'den; Zübeyd, Said b. Abdirrahman b. Ebzâ'dan, o da babası kanalıyla Übey
(b. Ka'b)'den; Übey (r.a.) Resulüllah (s. a.)'in (Önceki talikteki olduğu gibi
rüku1 dan önce kunut yaptığını) rivayet etti.[41]
Ha/s b. Gıyas, Mis'ar,
Zübeyd, Said b. Abdirrahman b. Ebzâ ve babası isnadı ile Übey b. Ka'b
(r.a.)'den Resulüllah (sM.yin vitirde rükudan Önce kunut yaptığı rivayet
edildi.[42]
Ebû Dâvud devamla
şöyle dedi: "Said'in Katâde'den rivayet ettiği hadisi Yezid b. Zürey,
Said*den; o, Katâde'den; Katâde, Azre'-den; Azre, Said b. Abdirrahman b.
Ebzâ'dan; o da, babası vasıtasıyla Nebi (s.a.)'den rivayet etmiş, kunutu
zikretmemiş, Übeyy'i de anmamıştır.[43]
Aynı şekilde bu hadisi
Abdul-A 'lâ ve Muhammed b. Bişr el-Abdt (Said b. Ebû Arûbe'den) rivayet etmiş,
kunutu zikretmemişlerdir.-Muhammed b. Bişr'in bu hadisi işitmesi İsa b. Yunus
ile beraber Küfe'de gerçekleşmiştir.-Yine bu hadisi Hişam ed-Destevâî ve
Şu'be, Katâde'den rivayet etmişler, kunut'u anmamışlardır.[44]
Zübeyd'in hadisini
Süleyman el-A smeş, Şu 'be, Abdulmelik b. Ebi Süleyman ve Cerir b. Hazım -hepsi
Zübeyd'den rivayet etmişlerdir-onlardan hiç biri kunutu zikretmemiştir. Ancak
Ha/s b. Ğıyas, ve Mis'-ar vasıtasıyla Zübeyd'den rivayet edilen bundan
müstesnadır. Çünkü Mis'ar hadisinde "Resulüllah rüku'dan önce kunut
yaptı" demiştir.
Ebu Dâvud: "Ha/s
hadisi olarak meşhur olan bu değildir, Onun Mis'ar'dan başkasından olduğunu
zannediyoruz" dedi. Yine Ebu Dâvud: "rivayet olunuyor ki:
"Übeyy Ramazan
ayının (ikinci) yarısında kunut yaparmış" dedi.[45]
Hadis-i şerifin
esas metni ile
sonunda zikredilen talik arasında pek irtibat görünmemektedir. Hz. Ali
(r.a.)'den rivayet edilen esas metinde Hz. Peygamber (s.a.)Jin, vitir
namazından sonra metinde görülen duayı okuduğu bildirilmektedir. Ancak bu
duanın kunut duası mı, yoksa tahiyyeden sonra mı, ya da selâm verildikten sonra
mı olduğuna dair açık bir işaret yoktur. Dolayısıyla bunlardan herhangi birine
ihtimal vardır. Çünkü "vitrin sonu" tabirinden, bunların hepsi
anlaşılabilir. Ebû Davud'un bu hadisi bundan sonra gelecek olan "vitirden
sonra dua" babında değil de kunut duası babında zikretmesi, onun bu duayı
kunut duası saydığına delâlet etmektedir.
Ancak Nesâî'nin
rivayetlerinden birinde Mirek, "Namazım bitirip yatağına yatmaya
hazırlandığı zaman şöyle derdi: "..." diyerek bu duayı okuduğunu söylüyor.
Bu, yukarıdaki duanın vitir bittikten sonra okunmuş olduğunu gösterir.
İbnü'l-Kayyım de Zâdül-Meâd'de bu konuda şunları söyler: "Sindî'nin Nesâî
hâşiyesindeki sözleri, Resulüllah'ın bunu kıyamın sonunda okumuş olmasının
muhtemel olduğunu gösterir. Buna göre bu dua kunut duası olmuş olur."
Nitekim musannifin sözünün muktezası da budur. Ancak bunun teşehhüd için
oturulduğunda söylenmiş olması da mümkündür. İbarenin zahiri buna delâlet
etmektedir.
Hadisin sonunda Ebu
Davud'un aldığı taliklerden ilk üçü, kunut duasının rüku Man önce olduğuna
işaret etmektedir. Sonrakilerde ise, bu konuya hiç temas edilmediği görülüyor.
Bu talikler arasındaki farklılıklara her birinin tercemesinin dipnotunda temas
edilmiştir. Aslında şerhlerde bunlar hakkında daha geniş malûmat mevcuttur.
Ancak o tafsilâtın daha çok araştırıcılar için gerekli olacağı ve araştırıcının
müracaat yerinin de esas kaynaklar olduğu mülahazasıyla o tafsilatı buraya
almaya lüzum görmedik. Çünkü bu, meal ve şerh okuyucusu olan Türk okuyucusunu
sıkacaktır. Zâten kunut duasının münâkaşası daha önceki hadislerin şerhinde
ortaya konulmuştur.[46]
1428.
...Muhammed (b. Şirin) arkadaşlarından birinden rivayet ettiğine göre:
Ubey b. Ka'b onlara
-ramazanda- imam olmuş ve ramazanın son yansında kunut yap(ar)mış.[47]
Muhammed b. Sîrin'in
bir sahâbî fiilini yansıtan bu eseri aldığı arkadaşınm kim olduğu belli
değildir. Onun için ulema katında bu tip hadisler delil olarak ele alınmaz.[48]
1429.
...Hasen (el-Basrî)'den rivayet edildiğine göre: Ömer b. el-Hattab (r.a.)
insanları, Übey b. Ka'b'in arkasında topladı, Ubey onlara (ramazandan) yirmi
gece teravih kıldırır, sadece sonraki yarısında kunut yaptırırdı. (Ramazanın)
son on günü olunca (mescidden) ayrılıp namazını evinde kılardı. Bunun üzerine
insanlar da "Übey kaçtı" derlerdi.[49]
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Bu kunut konusunda zikredilenlerin önemli olmadığını gösterir. Bu iki
hadis "Resûlullah (s.a.)Hn vitir'de kunut yaptığına dair” olan Ubey
hadisinin zayıf olduğuna delildirler.[50]
İlk zamanlarda
sahâbiler teravih namazlarını kendi kendilerine münferiden kılarlardı. Hz. Ömer
bu durumu hoş karşılamamış Übey b. Ka'b (r.a.)'i imam tayin ederek cemaate
teravih ve vitir namazını kıldırtmaya başlamıştı. Metinden anladığımıza göre
Übey (r.a.) bu vazifeye yirmi gün devam etmiş, son on gününde ise, mescide
gelmeyerek evine çekilmişti. Onun bu şekilde hareket etmesindeki maksad,
kendini tam olarak ibâdete vermek ve başka şeylerle vakit geçirmemek arzusu
olsa gerektir. Nitekim Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz de ramazanın son on günü
gelince hanımlarına yaklaşmayı dahi terk ederek kendisini ibâdete verir ailesini
de ibâdete teşvik ederdi.
Rivayetten
anlaşıldığına göre Hz. Übey, teravih kıldırdığı bu yirmi günün sadece son
yarısında yani ikinci on gününde kunut yaptırmıştır.
Müellif Ebu Dâvûd
rivayetin sonuna koyduğu talikte bu ve bundan önceki eserlere dayanarak kunut
konusunda zikredilen şeylerin delil olmaya elverişli olmadığını, Hz.
Peygamber'in kunut yaptığını ifâde eden Übey hadisinin zayıf olduğunu söylemiştir.
Ebu Davud'un, bu eserlerle Ubeyy'in merfû hadisini zayıf olarak nitelemesi,
"sahâbinin ameli, rivayetine ters düşerse, o rivayetin zafına
hükmedilir" düşüncesine dayalı olmalıdır.
Fakat, Ebu Davud'un
dayandığı her iki rivayet delil olmaya uygun değildir. Çünkü önceki eserde
Muhammed b. Sîrîn'in kendisinden haber aldığı zâtın meçhul olduğunu, dolayısıyla
haberin ihticaca elverişli bulunmadığını ifâde etmiştik. Bu eser, ise,
munkatidir. Çünkü Hasen el-Basri Hz. Ömer (r.a.) ile görüşmemiştir. Hasen
el-Basrî H. 21 yılında doğmuştur. 23.yılın sonunda veya 24. yılın başında, daha
çocukken Hz. Ömer'i görüp de yaptığından haberdar olması elbette düşünülemez.
Üstelik Buhârî ve
Müslim, Asım b. el-Ahvel vasıtasıyla Enes b. Mâlik'-ten bizzat Hz. Peygamber'in
kunut yaptığını rivayet etmişlerdir. Gerçi bu kunut Bi'r-i Mâ'ûne faciasında
yetmiş sahâbinin şehid edilmeleri üzerine müşriklere beddua için yapılmıştır
ama Hz. Peygamber'in kunut yaptığına delildir.
Mezkûr rivayetin
tercemesi şöyledir: Enes b. Malik (r.a.)'e kunutu sordum:
Kunut vardı cevabını
verdi,
Rüku'dan evvel mi,
yoksa sonra mıydı? dedim.
Evveldi, dedi.
Ama filan senin
kunutun rüku'dan sonra olduğunu söylediğim haber verdi, ne dersin? dedim.
Yanlışı var. Resulullah
(s.a.) yalnız bir ay kunut yaptı. Takriben yetmiş kişiye varan ve kendilerine
kurra denilen bazı kimseleri müşriklerden bir kavmin yanma göndermişti. Onlar
müşriklerden daha azdı. Onları müşrikler öldürmüştü. Onlarla Resulullah
arasında anlaşma vardı, zannediyorum. (Bundan dolayı) Resulüllah (s.a.) bir ay
o müşrikler aleyhine beddua ederek kunut yaptı.
Bu rivayet, Hz.
Peygamberin kunut yaptığını gösterir. Dolayısıyla Resulüllah'ın kunut yaptığına
dâir bir şeyin olmadığını söylemek pek isabetli değildir.[51]
1. Teravih
namazının hem cemaatle hem de münfenden kılınması caizdir.
2. Teravihin
cemaatle kılınması halinde vitir namazı da cemaatle kılınır.
3. Ramazanın
ikinci on gününde kunut yapmak meşrudur.
4. İdarecinin
cemaatin namazını kıldırmak için imam tâyini meşrudur.[52]
1430.
...Ubey b. Ka'b (r.a.)'den; demiştir ki:
Resulullah (s. a.)
vitir namazında selâm verince
= Ayıplardan âri, melik olan Allah'ı her türlü noksandan tenzih
ederim" derdi.[53]
Hadis-i şerifin
Nesâfdeki rivayeti
buradakinden dan; uzuncadır.
Orada Ebû Davud'un rivayet ettiği kısmın evvelinde Hz. Peygamber'in vitir
namazında A'lâ, Kafirim ve İhlâs surelerini okuduğu, sonunda da ibaresini üç
defa söylediği, bir başka rivayetinde de bunu söylerken sesini yükselttiği
zikredilmektedir. Üçüncü bir rivayetinde ise, Hz. Peygamberin üçüncü
söyleyişinde sesini uzattığı ifade edilmektedir.[54]
1431. ...Ebu
Said el-Hudrî (r.a.)'den; demiştir ki: Resulüllah (s.a.) şöyle buyurdu:
Her kim vitrini
kılmadan uyuyakalir veya onu unutursa hatırladığı zaman kılsın."[55]
Hadis-i şerifin
Tirmizî'deki rivayeti "Her kim vitri kılmadan uyuyakahrsa, sabah olunca
kılsın"; Hâkim'inkinde ise, "Kim vitrini klimadan uyuyakalırsa veya
onu unutursa, onu sabah olunca veya hatırlayınca kılsın" şeklinde vârid
olmuştur. Bunlara göre hadisin Ebû Dâvûd'daki bu rivayetini de "vitrini
kılmadan uyuyakalan veya onu unutan kimse hatırladığı (ya da uyandığı) zaman
kılsın" şeklinde anlamak gerekir.
Hadis-i şerîf vitrin
vâcib olduğunu söyleyen Ebû Hanife'nin delillerin-dendir. Çünkü "vâcib
olmayan bir şeyin kaza edilmesi meşru değildir."
Yine bu hadis-î şerif,
vaktinde kıhnamayan vitir namazının kaza edilmesi gerektiğine delâlet
etmektedir. Bu, sahâbilerin, tâbiûnun ve onlardan sonrakilerin cumhurunun
görüşüdür. Sufyân es-Sevrî, Ebû Hanife, İmam Mâlik, el-Evzâî, İmam Şafiî, Ahmed
b. Hanbel ve İshak'ın mezhepleri de bu merkezdedir. Ancak âlimler kaza vaktinde
ihtilaf etmişlerdir.
İbn Abbas, Mesrûk,
Hasen el-Basrî, ibrahim en-Nehaî, Mekhûl, Katâ-de, İmam Mâlik, İmam Ahmed ve
îshak'a göre fecrin doğuşundan sonra fakat sabah namazı kılınmadan önce kaza
edilmelidir.
Delilleri Tirmizî'nin
merfu' olarak rivayet ettiği "Sabah namazından sonra vitir yoktur..."
mealindeki hadistir. Tirmizî, bu hadisi verdikten sonra "Ulemadan çoğu bu
görüştedir. Şafiî, Ahmed ve İshak da böyle diyorlar" der.
Hz. Peygamber'in sabah
vakti girdiği halde vitir kıldığını bildiren birçok hadis vârid olmuştur.
Beyhakî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği "Nebi (s.a.) sabah vakti vitir
kıldı", Ahmed ve Taberânî'nin Aişe (r.anha)dan rivayet ettikleri
"Resulüllah (s.a.) sabahleyin vitir kılardı", Hâkim'in
Ebû'd-Derdâ'dan rivayet ettiği, "Bazan cemaat sabah nama/ı için kalktığı
halde ResûlullatTı vitir kılarken gördüm" tarzındaki ri\ âyetler, sabah
olunca \ ıtri kaza etmenin meşru olduğunu gösteren delillerdendir.
Yukarıda isimlerini
saydığımız âlimlere göre şayet vitir namazı sabah namazından evvel kıhnmamışsa,
artık kaza edilmez. Fakat nafile olarak sonradan kılınsa iyi olur.
İbrahim en-Nehaî'ye
göre, sabah namazı kılınmış bile olsa, güneş doğmadan önce vitir kaza
edilebilir.
Şâbî, Hasen, Tâvûs,
Mücâhid ve Hammâd b. Ebi Süleyman'a göre ze-vâle kadar vitir kaza edilir.
Zahirîlerden İbn Hazm,
uyumaktan dolayı geçirilenle unutarak geçirilen ve kasden geçirilenin arasını
ayırmış, her birini ayrı hükümlere tâbi tutmuştur. Uyuyarak veya unutarak
geçirenin hatırlayınca veya uyanınca istediği zaman kaza edebileceğini, kasten
geçirenin ise, kaza imkânının olmadığını söylemiştir.
Şafiî mezhebinin meşhur
görüşüne göre: Gece ve gündüz her an için vitir kaza edilir.
Evzâî'nin sabah
kılındıktan sonra güneş doğmadıkça kaza edilemeyeceği görüşünde olduğu
nakledilmiştir.
Hane filere göre
mekruh vakitlerin dışındaki tüm vakitlerde vitrin kazası caizdir. Üzerinde
durduğumuz hadis-i şerifin mutlak oluşu, bu görüşün delilidir. Fecir'den sonra
fakat sabah namazından önce kılınacağı görüşün-dekilerin .delili olarak
zikrettiğimiz hadisler, kazanın sadece o vakte tahsisini gerektirmez. Hz.
Peygamberin o vakitte vitir kaza ederken görüldüğünü gösterir. Bu başka zamanda
kazanın caiz olmadığını göstermez. Fecirden sonra vitrin olmadığını bildiren
bazı rivayetler varsa da bunlar zayıftır.
Her ne kadar hadis-i
şerifte sadece uyuyarak ve unutarak geçirenin vitri kaza etmesi istemiyorsa da,
kasden geçirenin kaza etmesi de öncelikle gereklidir. Cumhur bu görüştedir.[56]
1. Vitir
namazı vaciptir.
2. Vaktinde
kılınmayan vitir namazının kaza edilmesi gerekir. Ne zaman kaza edileceğine
dair ihtilaflar yukarıda özetlenmiştir.[57]
1432. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki:
Dostum (s.a.) bana üç
şey vasiyet etti: Onları seferde de hazarda da asla terk etmem! Bunlar, iki
rekat kuşluk namazı, her ay üç gün oruç tutmak ve vitri kılmadan uyumamaktır.[58]
Halil dost demektir.
Dostun muhabbeti kalbe girdiği (hulul ettiği) için böyle denilmiştir.
Ebû Hureyre (r.a.) bu
sözü ile mutlak sohbet ve sevgiyi kast etmiştir. Bir kimsenin başkasına
"halîlim" (dostum) diyebilmesi ,için mutlaka bu sevginin iki taraflı
olması gerekmez. Dolayisıyle bu hadis, "Eğer rabbimden başka dost
edinseydim, Ebu Bekir'i edinirdim" mealindeki hadise muhalif değildir.
Ebû Hüreyre (r.a.)
Resulüllah'ın kendisine vasiyyet ettiği bu üç şeyi hazarda ve seferde ihmâl etmediğini
söylemiştir. "Hazarda ve seferde" sözünün yerine, Buhârî'deki
rivayette "ölünceye kadar", Müslim'in Ebu'd-Derdâ'dan rivayetinde
ise, "yaşadığım müddetçe", NesâTde de: "İnşallah
ebediyyen" sözleriyle yer almaktadır.
Hz. Peygamberin
tavsiye ettiği üç şeyden birincisi iki rekatlik kuşluk namazıdır. Bu namazın
iki rekatle kayıtlanması ya en azına işaret etmek içindir, ya da maksat,
mutlak mânâda kuşluk namazıdır. Çünkü kuşluk namazının daha fazla rekatle
meşru olduğu daha önce geçmişti. Buhârî'nin rivayetinin mutlak mânâda
"kuşluk namazı" şeklinde olması da buna delildir.
Efendimizin Ebu
Hureyre (r.a.)'e her ay tutmasını tavsiye ettiği üç gün orucun "eyyâm-ı
bîyz" denilen her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde olması
muhtemeldir. Ayrıca güne işaret edilmeden mutlak mânâda "üç gün"
başında, ortasında ve sonunda birer gün, her on günün başında bir gün olarak üç
gün olma ihtimâli vardır.
Hz. Peygamber
(s.a.)'ın bu orucu tavsiye etmesindeki hikmet, nefsi oruca alıştırmaktır. Bunun
üç günle tahdidi de ayın tamamında oruç tutmuş gibi sevab elde etmek içindir.
Çünkü Cenab-ı Allah'ın bir haseneye en az on misli sevab ile mukabele edeceği
bilinmektedir.
Resul-i Ekrem'in Ebu
Hüreyre (r.a.)'e, vitri "uyumadan önce" kılmasını tavsiye etmesi,
onun, gecenin sonunda uyanamayacağını bildiğinden dolayı olsa gerektir. İbn
Hacer'in beyânına göre Ebû Hureyre (r.a.) akşamları geç vakte kadar, öğrendiği
hadisleri unutmamak için tekrarlamakla vakit geçirir, bu yüzden de geç
yatardı. Onun için yattıktan sonra gece yarısından sonra uyanıp da vitri
kılamama ihtimali vardı. Bu yüzden Efendimiz (s.a.)'in tavsiyesi sadece ona
mahsustur. Dolayısıyla bu hadis, bundan sonraki bâbda gelecek olan ve vitri
gecenin nihayetine te'hir etmenin efdâl olduğunu bildiren hadislere muhalif
değildir.
Fahr-i Kâinât'ın
tavsiyelerinin sadece namaz ve oruca münhasır olması onların bedenî ibâdetlerin
en şereflileri olduğu içindir. Namazlar içerisinde vitir ve kuşluk namazlarını
seçmesi, vitrin bazı âlimlere göre vâcib, ulemânın cumhuruna göre de
sünnetlerin en kuvvetlisi olduğu içindir. Kuşluk namazının da insanın
mafsalları için istenilen günlük sadakaya kâfi gelmesi yönündendir.[59]
1. Kuşluk
namazı kuvvetli bir nafiledir ve en az iki rekattır. Hz. Peygamber m bu namaza
devam etmemesi bunun müstehab olmamasını gerektirmez. İbn Hacer el-Askalanî
Fethü'l-Bârî isimli eserinde bunu şöyle izah eder:
"Hz. Peygamber'in
kuşluk namazına devam etmeyişi onun müstehap olmadığına delâlet etmez. Çünkü
onun müstehab oluşu, sözünün delaletiyle sabittir. Bir hükmün sübûtu için hem
sözün hem de fiilin bulunması gerekmez. Ancak Resûlüllah'ın bizzat yapmaya
devam ettiği, devamlı yapmadığından daha çok tercihe şayandır."
2. Her ayın
üç gününde oruç tutmak müstehabtır. Buradaki hikmet yukarıda da temas edildiği
gibi, nefsi oruca alıştırmak, zamanı tüm oruçlu geçirmiş gibi sevab almak ve
farz oruçlarda olması muhtemel noksanları telâfi etmektir.
3. Vitir
namazını uyumadan önce kılmak müstehabtır. Fakat bu, yattıktan sonra
uyanamamaktan korkanlar hakkındadır. Genel mânâda ise, vitri gecenin sonuna
bırakmak müstehabtır. Bundan sonraki bâbda gelecek olan "gece namazınızın
sonuncusunu vitir yapınız" hadisi buna delildir.[60]
1433.
...Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan; demiştir ki:
Dostum (Nebi)
sallellahu aleyhi ve sellem, bana üç şey tavsiye etti. Onları hiç bir sebeple
terk etmem. Bunlar, her ayda üç gün oruç; vitir kılmadan uyumamak; hazarda ve
seferde kuşluk nâfilesidir.[61]
Görüldüğü gibi bu ve
önceki hadisler mânâ yönünden tam bir mutabakat içindedirler. Yalnız öncekinde
Ebû Hureyre (r.a.)'nin, "hazarda ve seferde terk etmem" ifadesi,
Resulüllah'ın tavsiyelerinden önce zikredilmiştir. Ebu'd-Derdâ (r.a.)'nın
rivayetinde ise, aynı ifâde metnin sonunda, kuşluk namazına bitişik olarak
zikredilmiştir. Ayrıca kuşluk namazı önceki rivayette "iki rekat kuşluk
(namazı)" şeklinde vârid olmuş iken, burada rekat adedi zikredilmeden ve
nafile olduğu açıkça belirtilerek "kuşluk nafilesi" diye ifâde
edilmiştir.
Aynı mânâ. ve
lâfızlarla vârid olan bir hadisin ayrı ayrı iki sahâbiden rivayet edilmesi
şaşılacak bir şey değildir. Çünkü Resulüllah'ın aynı şeyleri birden fazla
kişiye tavsiye etmesi ve onların bunu aynı ya da biri birine benzer ifadelerle
başkalarına aktarmaları pek tabiîdir.[62]
1434. ...Ebû
Katâde (r.a.)'den rivayet edildiğine göre;Resulullah (s.a.) Ebû Bekir (r.a.)'e:
“Vitri ne zaman
kılıyorsun?" diye sordu. O da:
Gecenin başında
kılıyorum, dedi. (Sonra) Ömer (r.a.)'e: "(Ya sen) Hangi vakitte
kılıyorsun?" dedi.
Gecenin sonunda,
karşılığını verdi.
Bunun üzerine Resülullah
(s.a.) Ebu Bekir (r.a.) için, "Bu, ihtiyatı tuttu"; Ömer (r.a.) için
de, "Bu, da kuvvete (azimete) sarıldı" buyurdu.[63]
Hâkim'in rivayetinde
Hz. Ebû Bekir'in cevabı "uyumadan önce kılarım" şeklinde vârid
olmuştur.Hz. Peygamber (s.a.)'in Ebu Bekir için söylediği "Bu, ihtiyatı
aldı" sözündeki "ihtiyat" kelimesinin karşılığı olan kelimesi,
Ebu Dâvûd'un bazı nüshalarında şeklinde zabt edilmiştir. Buna göre bu sözün
mânâsı, "bu evlâ olanı aldı" şeklinde olur.
Efendimiz Hz. Ömer'e
söylediği de İbn Nasr da "Kuvvetlinin işini tuttu, kuvvetli mü'minin
yaptığını yaptın" şekillerinde vârid olmuştur.
Bu hadis-i şerif
uyuduktan sonra uyanamamaktan korkan kimsenin vitir namazını yatmadan önce,
uyanacağım bilen kimsenin ise, gecenin sonunda kılmasının efdal olduğunu
göstermektedir. Hz. Ömer (r.a.) de, akıllıların vitri uyumadan önce:
kuvvetlilerin ise, gecenin sonunda kıldıklarım ve bunun efdal olduğunu
söylemiştir.
Uyumadan önce vitir
kılma konusunda daha başka hadisler vârid olmuştur. İbn Nasır'in şu
rivayetleri bunlardan ikisidir:
Eş'as b. Kays, Ömer b.
el-Hattâb'ın, kendisine hitaben şöyle dediğini haber veriyor: -
Resûlullah(s.a.)'den duyduğum şu şeyi benden öğren: "Karısını döven
kimseye sebebini sakın sorma, vitri kılmadan önce uyuma!"
Ali (r.a.)'den;
"Resulüllah (s.a.) vitri kılmadan önce uyumaktan beni m enetti."[64]
Yatsı namazı ile fecir
arasındaki vakit, vitrin vaktidir.Uyanabileceğim bilen kimsenin bu namazı
gecenin sonunda bundan emin olmayanın ise, uyumadan önce kılması müstehabtır.[65]
1435. ...Mesrûk'dan;
demiştir ki:
Aişe (r.anha)'ya;
Resulüllah (s.a.) vitri hangi vakitte kılardı? dedim.
Gecenin başında,
ortasında ve sonunda kılardı. Bunların hepsini yaptı. Ama vefatına doğru sehere
kadar geciktirirdi[66]
dedi.[67]
Buhârî'nin rivayetinde
ifâde "gecenin her vaktinde veya her gece vitir kılmıştır"
şeklindedir. Müslim'deki bir rivayette de:
"sehere
kadar" yerine "gecenin sonuna kadar" denilmektedir.
Hadis-i şerif vitir
namazını gecenin herhangi bir vaktinde kılmanın caiz, ama fecrin doğmasından
hemen evvelki vakitte kılmanın efdâl olduğunu göstermektedir. Bu konuda başka
hadisler de vârid olmuştur.
Vitrin ilk vakti
cumhura göre, yatsı namazı kılındıktan sonradır. Ebû Hanife rahimehüllah'a göre
ise, vitirle yatsının vakti aynıdır. Ancak bile bile yatsıdan evvel kılınamaz.
Bu tertibe rivayet açısından gereklidir. Ama unutarak yatsıyı kılmadan önce
vitri kılarsa tekrar etmez. Aynı şekilde bir kimse yatsı namazını kılıp uyuşa
sonra uyanıp abdest alarak vitri kılsa ve sonradan yatsıyı abdestsiz kıldığını
hatırlasa İmam-ı Azam'a göre, sadece yatsıyı iade eder. Sahibeyn ise, her
ikisinin de iade edileceği görüşündedirler.[68] Bu
ihtilâfa vitrin vakti konusundaki görüş ayrılığı olduğu kadar vitrin hükmü yani
vâcib mî, yoksa sünnet mi olduğu hakkındaki ihtilâf da müessirdir.
Vitrin vakti konusunda
Bedâi'de (özet olarak) şu bilgi verilmektedir:
"Vitrin vaktine
gelince, bu konudaki söz iki mevzuda toplanacaktır. Birisi asıl vaktin diğeri
de müstehab vaktin beyânıdır:
Asıl vakti: Ebü
Hanife'ye göre, yatsı namazının vaktidir. Ancak yatsıdan sonra kılınmak üzere
meşru kılınmıştır. Hatta, şartı olan tertib bulunmayacağı için yatsıdan evvel
kılınması caiz değildir. Ama unutarak kıhnırsa başka. Ebu Yusuf, Muhammed ve
Şafiî'ye göre ise, vitrin vakti yatsı namazı edâ edildikten sonradır. Bu
ihtilâf vitrin Ebu Hanife'ye göre vâcib, diğerlerine göre sünnet oluşu
görüşüne dayanır.
Vitrin Müstehab vakti:
Gecenin sonudur. Delili Aişe (r.anhaydan rivayet edilen şu hadistir:
"Aişe (r.anha)'ya Resulüllah (s.a.)'in vitri soruldu. O da 'hazan gecenin
başında, bazan ortasında, bazan da sonunda kılardı" cevabını verdi. Bu
vitri kaçırmaktan korkmadığı zamandır. Ama onu kaçırmaktan korkarsa, vitri
kılmadan uyumaması gerekir."[69]
1. Vitrin
vakti yatsı namazının vakti ile veya yatsı kılındıktan sonra başlar. Gecenin
sonuna kadar devam eder.
2. Uyanacağından
emin olan kimsenin vitri gecenin sonuna bırakması efdaldir.[70]
1436. ...İbn
Ömer (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Vitir namazını
sabahın vakti girmeden önce kılınız."[71]
Tirmizî'nin rivayeti
Ebû Said'den = s^hah vakti girmeden vitri kılınız şeklindedir.
Hadis-i şerifin izaha
muhtaç yonu yoktur. Vitri vaktinde kılmanın önemine ve fecrin doğması ile
vitir namazının vaktinin çıkacağına delâlet etmektedir.[72]
1437. ...Abdullah
b. Ebî Kays'dan; demiştir ki: Aişe (r.anha)'ye, Resulullah (s.a.)'in vitrini
sordum:
Bazan gecenin başında,
bazan da sonunda kılardı, dedi.
Kıraati nasıldı? Gizli
mi, okurdu, yoksa açıktan mı? dedim.
Bunların hepsini
yapardı. Bazan gizli, bazan da açıktan okurdu. (Cünüb olunca) Bazan gusleder
de uyur, bazan da abdest alıp da uyurdu, cevabını verdi.[73]
EbûDâvûd; "Aişe
(r.anha)'nın "bazan gusleder de uyur" sözüyle "cünüp
olunca" demek istediğini Kuteybe değil, bir başkası söyledi" dedi.[74]
Bu hadis-i şerîf Ebu
Dâvûd'da "cünüb guslü te'hir eder" başlığı altında daha uzun olarak
223 ve 224 numaralarda da geçmişti.
Hadis-i şerîf vitrin
gecenin başında da sonunda da kılınmasının cevazına işaretin yanında, gece
namazlarında kıraatin hem cehrî (açık), hem de gizli olmasının caiz olduğuna da
işaret etmektedir.
Aynı hadîs daha önce
de geçtiği için burada fazla tafsilata girmeğe ihtiyaç yoktur. Yalnız şu
noktaya işarette fayda-görmekteyiz:
Hz. Aişe, Resul-i
Ekrem'in cünüp olduğu zaman bazan guslederek bazan da gusletmeden sadece abdest
alarak yatıp bilâhere guslettiğini söylemiştir. Aslında bu sözde Abdullah b.
Ebi Kays'in bir sorusuna cevab olarak söylenmiştir. Burada zikredilmeyen
sorunun Müslim'in rivâyetindeki ifâdesi şöyledir:
"Cünübken ne
yapardı? Uyumadan önce yıkanır mıydı, yoksa yıkanmadan evvel mi uyurdu? diye
sordum. "Bunların hepsini yapardı. Bazan yıkanır, bazan abdest alıp da
uyurdu" diye cevab verdi. Ben de; "işte genişlik ferahlık veren
Allah'a hamd olsun" dedim."[75]
1. Vitri gecenm
herhangi bir vaktinde kılmak caizdir.
2. Gece namazlarmda
hem gİ2İİ hem de açıktan okunması caizdir.
3. Cünüp
olan bir kişinin uyumadan önce gusletmesi şart değildir. Abdest alarak da
uyuyabilir.[76]
1438. ...tbn
Ömer (r.anhuma)'dan; Resulüllah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Gece en son
kıldığınız namaz vitir olsun."[77]
Hadis-i şerifde
bahis konusu edilen
gece namazından muradın mutlak
nafile olması muhtemel olduğu gibi teheccüd namazı olması da mümkündür.
Cumhura göre buradaki
"olsun" emri vücûba değil, nedbe delâlet eder.
Hadis-i şerîf gece
namazlarını vitir ile bitirmenin müstehab olduğuna delâlet etmektedir. Bundaki
hikmet, gece namazlarını tek ile başlayıp tek ile bitirmek olsa gerektir. Çünkü
gecenin ilk namazı olan akşam namazı üç rekattır. Yani tekdir. Gece
ibâdetlerinin sonuncusunun da ilkine uygun düşmesi için Resulüllah (s.a.) bunu
emretmiş olabilir. Gecenin girmesiyle birlikte tek rekatlı bir namaz ile
ibâdete başlamaktaki sır bitimine de teşmil ediliyor demektir. Amellerin
başlangıç ve bitimindeki önemin, ortasından daha fazla olduğu = gündüzün iki
tarafında, gecenin de (gündüze) yakın saatlerinde (dosdoğru) namaz kıl”[78]
âyet-i kerimesi ile Müslim'in Câbir (r.a.)'den rivayet ettiği "gecenin
sonundaki namaz meşhuddur" hadis-i şerifinin delâleti ile bu vakitlerde
yapılan duanın daha çok kabûlu umulduğu içindir.
Bazı âlimler, bu hadise
dayanarak vitir namazını kılan bir kimsenin buna bir rekat daha ilâve ederek
istediği kadar nafile kılıp sonunda vitri iade etmesinin caiz olduğunu
söylerler. Hatta İshak b. Râhûye'nin de içinde bulunduğu bu grub "vitri
kılıp da uyuyan bir kimse uyanıp vitre bir rekat ilâve ederek çiftlemeden
ikişer ikişer nafile kılsa ve bunların sonunda vitir kılma-sa bu hadise
muhalefet etmiş olur" derler.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayet ettiğine göre, İbn Ömer (r.anhuma) böyle yapanlardandır. Bizzat îbn
Ömer'in ağzından yapılan rivayet şöyledir: "Eğer ben vitri kıldıktan sonra
uyur, sonra da gece namaz kılmak istersem, bir rekat ilave ederek evvelki
vitri çiftlerim. Bilâhere ikişer ikişer nafile kılar, bitince de tek rekatle
vitir kılarım. Çünkü Resulüllah( s.a.) bize gece namazımızın sonuncusunu vitir
olmasını emretti."
Ulemânın çoğunluğu
ise, vitri kılıp uyuduktan sonra teheccüde kalkan kimsenin, bundan sonra
gelecek olan "iki vitir yoktur," hadisine dayanarak vitri iade
etmeyeceğini söylerler. Çünkü iade etse, vitir çift rekate dönüşeceğinden tek rekatlı
kılmadaki hikmet ortadan kalkacaktır. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in vitri kılıp
uyudukları ve teheccüdü kıldıktan sonra vitir kılmadıkları rivayet edilir. Bu
büyük sahâbîlerin fiilleri Müslim'in rivayet ettiği "gecenin sonunda
kalkamayacağından korkan kimse, vitri gecenin başında kılsın..."
mealindeki hadise tamamen uygundur.
İmam Şafiî'nin Hz.
Ali'den naklettiği şu cümleler, yukarıdaki görüşlerin tümünü bünyesinde
toplamaktadır: "Vitir üç çeşittir: a.İsteyen gecenin başında vitri kılıp
uyur. Uyanırsa, isterse bir rekat ilâve ederek onu çiftler ve fecre kadar
ikişer ikişer nafile kılar. Sonunda vitri kılar.
b. İsterse
uyanınca sabaha kadar ikişer ikişer nafile kılar, vitri iade etmez.
c. İsteyen
de vitri gecenin sonunda kılar."
Bu mesele bundan
sonraki hadiste daha etraflı olarak ele alınacaktır.
Üzerinde durduğumuz
hadis-i şerifi Hanefiler vitrin vâcib olduğuna delil saymışlardır.[79]
1439.
...Kays b. Talk'dan; demiştir ki:
(Babam) Talk b. Ali
(r.a.) bir ramazan günü bizi ziyaret edip yanımızda akşamladı ve iftar etti.
Bize o gecenin namazını (teravihini) ve vitri kıldırdı. Sonra (imamı olduğu)
mescidine gidip cemaatine namaz kıldırdı'. Nihayet, vitir kalınca bir adamı
önce geçirip,
Arkadaşlarına vitri
kıldır. Çünkü ben Resulüllah (s.a.)ı:
"Bir gecede iki
vitir olmaz" buyururken işittim, dedi.[80]
Hadis-i şerifteki
"bir gecede iki vitir olmaz" sözü, "bir gecede iki vitir
birleşmez" manasına gelebileceği gibi, "bir gecede iki vitir caiz
değildir" mânâsına da olabilir. îkinci anlayışa göre nefî nehy mânâsına
kullanılmış olur.
Bu hadis-i şerîf
kılınan bir vitrin bozulamayacağına da delildir. Yukarıdaki hadis-i şerifin
şerhinde de bir nebze temas edildiği gibi, ulemanın çoğunluğu bu
görüştedirler. Kılınan vitrin bozulmasından maksat, vitir namazını kıldıktan
sonra nafile kılmak isteyen bir kimsenin, "gece namazının sonunu vitir
yapınız" hadisine uymak maksadıyla önceki vitre bir rekat ilâve edip
çiftleştirmesi ve nafileleri kıldıktan sonra vitri iade etmesidir. Oysa buna
gerek yoktur. Çünkü zikri geçen hadisteki emir, nedb ifâde eder. Şevkânî'-nin
nakline göre, ulemanın çoğunluğu vitri kılıp bundan sonra başka namaz kılmak
isteyen kimsenin vitri bozamayacağı, ama sabah namazına kadar ikişer ikişer
nafile kılabileceği görüşündedir.
Ebu Bekir, Ammâr b.
Yâsir, Râfi b. Hadic, Ebu Hüreyre, Aişe (r.an-hum) gibi büyük sahâbiler; Said
b. el-Müseyyeb, Alkame, Şa'bî, İbrahim en-Nehâî, Said b. Cübeyr, Mekhûl ve
Hasan el-Basrî gibi tâbiûnun ileri gelenleri ve Süfyan es-Sevrî, Mâlik,
İbnü'l-Mübârek ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler bu görüştedirler. Ayrıca
Irakî bu görüşü Evzâî, Şafiî ve Ebu Sevr'den nakletmiştir. Kadı İyaz da fetva
ehlinin tümünün bu görüşte olduğunu ifâde ettikten sonra şöyle demiştir:
"Âlimler gecenin başında vitir kılıp sonra teheccüde kalkan kişinin vitri
iade etmeden sabaha kadar ikişer ikişer nafile kılacağını söylediler. Çünkü
bir adam gecenin başında vitri kılar uyur, bundan sonra kalkıp abdest alır ve
bir rekat daha eklerse, bu namaz öncekinden tamamen ayrılır. Bu rekatın
öncekine bağlanarak tek namaz olması caiz değildir. Çünkü aralarında uyku,
hades ve abdest bulunan iki namazı tek namaz saymak mümkün değildir. Böyle
yapan bir kimse bir gecede, biri başında, biri ilave ettiği bu rekat biri de
nafilelerden sonra kıldığı olmak üzere üç kere vitir kılmış olur ki bu
"bir gecede iki vitir olmaz," hadisine muhaliftir. "Gece
namazınızın sonunu vitir yapınız" hadisindeki emrin nedbe delâlet ettiği
daha önce ifade edilmişti. Müslim'in Hz. Aişe (r.anha)'den rivayet ettiği
uzunca bir hadisteki şu bölüm de buna delildir:
"Dokuzuncu rekatı
kılar, sonra oturur, Allah'ı zikreder, ona hamd eder dua eder ve bizim
duyacağımız bir sesle selâm verirdi. Daha sonra da oturduğu yerden iki rekat
daha namaz kılardı." Musannifin gece namazı bahsinde geçen bunun benzeri
rivayeti, Tirmizî'nin Ümmü Seleme'den rivayet ettiği "Resulüllah, vitirden
sonra iki rekat namaz kılardı" mealindeki haber, Ahmed b. HanbePin Ebû
Ümâme'den "O iki rekatı vitirden sonra oturduğu yerden kılar (jjyiOı ı^ıı
ji ve ^^ oijij w ) surelerini okurdu" tarzındaki rivayeti hep son namazın
vitir olması konusundaki emrin nedbe delâlet ettiğini göstermektedir.
Kadı îyaz bundan sonra
İbn Nasır'ın aynı konuda bazı büyük sahâbî-lerden rivayet ettiği eserleri ve
Evzaî, Malik ve Ahmed b. Hanbel'in bu konudaki tatbikat veya sözlerini
nakleder.
Yukarıda aktardığımız
haber, eser ve ulema sözlerinden anlaşıldığına göre vitri gecenin son namazı
olarak kılmak vâcib değil, müstehabtır. Dolayısıyla namazım kılıp da uyuyan bir
kimse teheccüde kalkarsa, eski kıldığı vitre bir rekat ilâve ederek bozamaz.
İkişer rekat olmak üzere canının istediği kadar nafile kılabilir.
Üzerinde durduğumuz
eser'de Talk b. Ali'nin, oğlunun evinde teravihi kıldıktan sonra mescide çıkıp
cemaate de namaz kıldırdığı ifâde edilmektedir. Talk (r.a.)'in daha önce
teravihin tamamını kılmayıp kalan kısmı mescidde tamamlamış olması muhtemel
olduğu gibi, önce teravihi, camiye gidince de nafile kıldığını anlamak da
mümkündür. Talk evde iken vitri kıldığı için mescidde onu tekrar etmemiş ve bir
gecede iki defa vitir kılınamayacağına dâir olan hadis-i şerifi hatırlatmıştır.[81]
1. Teravihi
kılan bir kimsenin kendisi başka bir nafile kıldığı halde teravih kılanlara
imam olması caizdir.
2. Teravihi
bir imamın, vitri de bir başka imamın kıldırması caizdir.
3. Bir
gecede iki defa vitir namazı kılmak meşru değildir.[82]
Dokuz ayrı bab
içerisinde ortaya konulan vitir namazı ile ilgili fıkhî esasları burada
maddeler halinde özetlemeyi uygun bulmaktayız:
1. Vitir
namazı Ebu Hanife'ye göre vâcib, diğer üç mezheb ile Hanefilerden Ebu Yusuf ve
Muhammed'e göre sünnet-i müekkededir. Geniş bilgi 1416. hadisin açıklama
kısmında verilmiştir.
2. Resulüllah
(s.a.) vitir namazı kılmayanları "bizden değildir'* şeklinde tehdit
etmiştir.
3. Hanefilere
göre vitir namazı üç rekattir. İki rekatten sonra teşehhüd yapılır, üçüncü
rekate kalkılır, bir rekat daha kılınıp selâm verilir.
Şafiî ve Hanbelilere
göre, vitir üç rekat olarak kılınabileceği gibi, bir rekat olarak da
kılınabilir. Üç rekat kılınması hâlinde iki rekat kılınıp bir rekat daha
kılınır. Sonraki meselede İmam Mâlik de aynı görüştedir.
Vitir namazının beş,
yedi, dokuz ve onbir rekat'olarak kılınması konusunda da rivayetler mevcuttur.
4. Vitir
namazının birinci rekatında el-A'lâ, ikincisinde: Kâfirûn, üçüncüsünde İhlâs
surelerini okumak müstehabtır.Mâlikî ve Şâfiîlere göre, üçüncü rekatte ihlâsa
ilâveten müavvizeteyn surelerini de okumak müstehabtır.
5. Hanefî ve
Hanbelîlere göre sene boyu bütün vitir namazlarında kunut okumak vâcibtir.
Şafulerle Mâlikîler ise, sadece Ramazanın ikinci yarısındaki vitir
namazlarında kunut yapılır, görüşündedirler.
6. Hanefilere
göre, kunut rüku'dan önce yapılır, Şâfiîler ve Han bel ile re göre ise kunutun
yeri rüku'dan kalktıktan sonradır.
7. Kunut
yapılırken eller kaldırılarak tekbir alınır.
8. Kunut
esnasında okunacak dualar konusunda farklı rivayetler vardır. Bu rivayetlerin
burada özetlenmesi uzun sürer, bu bakımdan konunun tafsilâtı için 1425. hadise
müracaat edilmelidir.
9. Vitir
namazından sonra üç defa demek müstehabtır.
10. Vaktinde
kılanamayan vitir namazı, kaza edilir. Bunda bütün mez-hebler müttefiktir.
Ancak kazanın hangi vakitte yapılacağında ihtilaf vardır.
Mâliki ve Hanbelilere
göre vaktinde kılmamayan vitir namazı fecrin doğmasından sonra fakat sabah
namazı kılınmadan önce kaza edilir. Bu esnada kaza edilmemişse, artık bir daha
kılınmaz. Fakat nafile olarak kılınması iyi olur.
Hanefilere göre,
mekruh vakitlerin dışındaki tüm vakitlerde kaza caizdir.
11. Gecenin
sonunda uyanabileceğinden emin olanların vitri gecenin sonunda, bundan emin
olmayanların ise, yatsıyı kıldıktan sonra uyumadan kılmaları müstehabtır.
12. İmam Ebû
Hanife'ye göre vitir namazının vakti yatsı namazının vakti ile girer. Fakat
tertip itibariyle vitir, yatsıdan sonra kılınır. Diğer âlimlere göre ise, yatsı
namazı kılındıktan sonra giren vitrin vaktinin sonu -ittifakla-fecre kadar
devam eder.
13. Gece
namazlarının sonuncusunun vitir olması müstehabtır.[83]
1440. ...Ebû
Seleme b. Abdirrahman'dan rivayet edildiğine göre:
Ebû Hüreyre (r.a.)
"Vallahi size Resulullah (s.a.)'in namazı gibi namaz kıldıracağım"
dedi (ve kıldırdı).
Ebû Seleme dedi ki:
"Ebu Hüreyre
(r.a.) öğle, yatsı ve sabah namazlarının son re-katinde kunut yapar, mü'minler
için dua, kâfirlere de lanet ederdi."[84]
Hadis-i şerifteki
cümleciği, Ebû Davud'un başka bir nüshasında ve Müslim'de, Buharî'de harf-i
cersiz olarak, Nesaî'de, Tahâvî'de “ = Size göstereceğim" şekillerinde
vârid olmuştur. Bütün bu farklı kayıtların mânâları aşağı-yukarı aynıdır.
Yine Buharı ve
Müslim'deki rivayette Ebu Hüreyre'nin bu dua ve laneti rükû'dan doğrulup dedikten
sonra yaptığı bildirilmektedir.
Metinde görüldüğü
üzere Ebu Hüreyre (r.a.) etrafındakilere Hz. Peygamberin nasıl namaz kıldığını
göstereceğini söyleyip dediğini yapmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.)'nin kaç vakit
namaz kıldırdığı açıkça beyân edilmemiştir. Bununla beraber, rivayetten en az
üç vakit kıldırmış olduğu anlaşılmaktadır. Zira Ebû Seleme, Ebu Hüreyre
(r.a.)'irı sabah, Öğle ve yatsı namazlarında kunut yaptığını bildirmiştir. Bu,
onun en az adı geçen üç namazı kıldırdığını gösterir. Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinde yatsı namazının yerinde "ikindi namazı" yer almıştır.
Anılan namazlardaki kunut konusu ilerideki hadislerde teferruatıyla
incelenecektir.[85]
1. Hadis-i
şerif sabah, öğle ve yatsı namazlarında kunut yapmanın caiz olduğunu
göstermektedir.Bu konu İslâm fukahası arasında oldukça ihtilaflıdır. Bu
ihtilâfları ve ulemanın görüşlerini 1443 numaralı hadisin açıklamasında ortaya
koyacağız.
2.
Mü'minlere dua, kâfirlere lanet etmek caizdir.[86]
1441.
...Bera b. Azib (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resulüllah (s.a.) sabah
namazında kunut yapardı.[87]
(Râvi) İbn Muaz; "Ve akşam namazında" (sözünü)
ilâve etti.[88]
Bu hadis-i şerif musannif
Ebü Davud'a iki ayrı üstâd kanahyla intikal etmiştir. Bunlardan Ebu'l-Velîd,
Müslim b.
İbrahim ve Hafs b.
Ömer vasıtasıyla gelen de Efendimizin sâdece sabah namazında kunut yaptığı
bildirildiği halde, İbn Muaz'dan gelen rivayette sabah namazına ilâveten
"akşam namazında" da kunut yaptığı bildirilmektedir. Hadis-i şerif
sabah ve akşam namazlarında kunut yapmanın cevazına delildir.[89]
1442. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki:
Resulüllah (s.a.) bir
ay yatsı namazında kunut yaptı. Bu kunutunda:
"Allahım! Velîd
b. el-Velîd'i[90] (kâfirlerden) kurtar. Ey
Allahım, Seleme b. Hişam'ı[91]
kurtar. Ey Allahım, zayıf görülen (diğer) müminleri kurtar. Mutlar kabilesini
daha kuvvetli çiğne (onlara olan azabını artır) Allahım! (içinde bulundukları
bu yılları) onlara Yusuf'un seneleri gibi (şiddetli) senelere benzet" diye
dua etti.
Bir gün Resulüllah
(s.a.) onlar için dua etmedi .Sebebini kendisine sordum:
"Onların
geldiklerini bilmiyor (musun)?" buyurdu.[92]
Hadis"i şerîfde
Hz- Peygamber (s.a.)'in müşriklerden kaçan ya da onların elinde mahsur kalan
müslümanlarm kurtulmaları için dua, onlara işkence edenlere de azabı ilâhinin
inmesi için beddua ettiği görülmektedir.
Ebû Davud'un
rivayetinde Hz. Peygamber'in kurtulmaları için isimlerini anarak dua ettiği
kişiler Velîd b. el-Velîd ve Seleme b. Hişâm'dir. Buhâ-rî ve Müslim'deki
rivayetlerde ise, bunlara ilâveten Ayyaş b. Ebi Rabiâ'nm ismi de bulunmaktadır.
Ebû Davud'un
rivayetinden farklı olarak Buharî'de Ebû Hüreyre (r.a.) Resulüljah (s.a.)'ın
namaz kılışını en ince teferruatına kadar tarif etmekte, sonra hadiste
bahsedilen duayı haber vermektedir. Ayrıca oradaki rivayetin sonunda Efendimizin
bu kunutu yaptığı esnada Mudâr kabilesi müşriklerinin Hz. Peygamber (s.a.)'e
olan muhalefetlerinin devam etmekte olduğuna işaret edilmiş ve Ebû Davud'un
rivâyetindeki Resulüllah'ın kunutu terk ettiğine dâir ifâdeye ise, temas
edilmemiştir.
Ebû Bekir b. Ziyâd
en-Nisabûrî, Resul-i Zişan'm bu kunutunu Câbir (r.a.)'den naklen şöyle
anlatmaktadır:
"Resûlüllah
(s.a.) Ramazanın on beşinci günü sabahı, sabah namazının son rükû'undan başını
kaldırıp : Ey AHahım! Velîd b. Velîd'i kurtar...” (Câbir (r.a.) duanın geri
kalan kısmını söyledikten sonra sözlerine şöyle devam eder: Hz. Peygamber
(s.a.) on beş gün bu duayı yapıp bayram günü sabahleyin terketti. Hz. Ömer
(r.a.) Resûlüllah (s.a.)'a bunun sebebini sorunca;
"Onların, yani
Velid b. Ayyaş ve Seleme'nin geldiklerini bilmiyor musun?" buyurdu.
Onlar bu şekilde
konuşurken üçü birden gözüküverdiler. Arkadaşları Velid'i sürükleyerek
getiriyorlardı. Parmakları taşlara basmaktan dolayı param parça olmuştu. Yaya
olarak üç gün yol yürümüşlerdi; Velîd (r.a.) Resulüllah'ın huzuruna gelince:
"Ya Resûlüllah!
Ben ölünce beni, bedenine değmiş fazla elbisenle kefenle" deyip vefat
etti. Hz. Peygamber-(s.a.);
"Şehid işte bu.
Ben buna şahidim" buyurup onu gömleğine kefenledi.
Nisâbûrî'nin
rivayetinde kunutun sabah namazında yapıldığı söylendiği halde, Ebû Dâvûd da
kunut vakti olarak yatsı namazı geçmektedir. Demek ki Hz. Peygamber hem sabah
hem de yatsı namazında kunut yapmıştır. Yine Resûlüllah (s.a.)'a kunutu terk
edişinin sebebini soran Ebu Davud'a göre, Ebu Hüreyre (r.a.) olduğu halde,
Nisâbûrî soruyu Hz. Ömer (r.a.)'in sorduğunu bildirmektedir. Bu aynı soruyu her
ikisinin de sorduğunu gösterir.
Resul-i Ekrem
(s.a.)’in kurtuluşları için dua ettiği bir grup da “Mustaz’afin” denilen
Mekke’de kalmış zayıf ve aciz görülen
müslümanlardır.Müşrikler bunları
hicretten men’ediyorlar ve kendilerine olmadık işkenceleri reva görüyorlardı.
Hz.Peygamber’in
duasına mazhar olanların yanında bir de bedduasına uğrayan zümre vardı ki
bunlar, Mu’darlardı.Hz.İsmail (a.s.)’in soyundan olan arablar, Mudar ve Rabia
adlarındaki iki büyük kola ayrılırlar.Kureyş kabilesi Mudar kolunun en halisidir.Ebu Hureyre
(r.a.)’nin Buhari’deki rivayetinden anlaşıldığına göre, bu kola mensup olup da henüz müslüman olmamış
arap kabilelerinin Hz. Peygamber’e karşı olan muhalefetleri devam ediyor ve bu
muhalefet mü’minlere eziyet etmelerine sebep oluyordu.bundan dolayı
Hz.Peygamber kendilerine beddua buyurmuş ve onların Yusuf (a.s.) zamanında
Mısırlıların başlarına gelen kıtlık ve kuraklık senelerine mübtela olmalarını
niyazetmiştir.
Buhari’nin Ebu
Hureyre’den yaptığı bir rivayette de”
Resulullah (s.a.) bir kimse için dua veya beddua etmek istediğinde ruku’dan
sonra kunut yapardı.” Denilmekte, daha sonra hadis metnindeki dua misal
gösterilmektedir.Yinew aynı yerde Hz.Peygamber’in bazı Arap kabileleri hakkında
“Allah’ımfalana falana lanet et!” diye
sabah namazlarında beddua ettiğive Al-i İmran suresinin “(kullarım) i.inden
hiçbir şey sana ait değildir.(Allah) ya onların tevbesini kabul
eder,yahutta onları kendileri zalim
(kimse)ler oldukları için azaplandırır”
meali ndeki 128.ayetinin nüzulu ile buna son verdiği naklediliyor.
Buahari’deki bu
rivayetle üzerinde durduğumuz hadis ayrı ayrı zaman ve hadislerle ilgili olsa
gerektir.Üzerinde durduğumuz hadisin delaleti ve yukarıya Nisaburi’den naklen
verdiğimiz Cabir hadisinin zahirinden anladığımıza göre, Hz.Peygamber (s.a.)
zikri geçen kunuta ramazan ayının başında veya on beşinde başlamış ve bayramın
birinci günü son vermiştir.Bu kunuta son veriş sebebbini soran zata (ebu Hureyre veya Ömer –r.anhuma-)
Efendimiz, kunuta sebep olan hadisenin son bulduğunu, kurtuluşu istenen
sahabilerin Medine’ye döndüğünü söylemiştir.Bu, bir bela ve musibetten dolayı
yapılan kunuta, o bela ve musibetin ortadan kalkması ile son verileceğini
gösteririr.Kunut yapılacak zaman ve vakitler konusundaki görüşler sonraki
hadisin açıklamasında gelecektir.[93]
1. İhtiyaç
halinde yatsı namazında kunut yapmak caizdir.İhtiyacın son bulması ile kunuta
son verirlir.
2. Bir
grubun adını anarak dua etmek namazı bozmaz.
3. Kafir ve
fasıklar için beddua etmek caizdir.Onlar için yapılan beddua da namazı bozmaz.
Ancak fasıklara bedduanın caiz olup olmadığı ulema arasında hayli
ihtilaflıdır. Bu ihtilâflar akâid kitablannda ele alınmıştır.[94]
1443. ...İbn
Abbâs (r.anhuma)'dan; demiştir ki: "Resulullah (s.a.) bir ay aralıksız
öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarında, her namazın sonunda sonuncu
rekatte (semiallahu limenhamideh) deyince kunut yaptı. (Bu kunutta) Benû Süleym
kabilelerine, Ri'l, Zekvân ve Usayya'ya beddua eder, arkasındakiler de
"âmin" derler(di)."[95]
Hadis-i şerif metninde
işaret edilen kunuta sebeb tarihde Bi'ru Mâune faciası denilen vak'adır. Bu
vak'ada kurrâ denilen yetmiş Kur'an öğreticisi şehid olmuştur.
Tarih ve Meğazi
kitablannda hayli tafsilatlı bir şekilde yer alan bu hâdisenin özeti şudur:
Hicretin 4. senesi
Kilâb kabilesinden Ebû Bera adında bir adam Hz. Peygamber (s.a.)'le görüşmüş,
kendisine yapılan müslüman olma teklifini açık olarak kabul etmemekle beraber,
bu teklifi kabule meyilli görünmüştür. Bir rivayete göre, Hz. Peygamber
(s.a.)'e iki deve ile iki kalkan takdim etmek istemiş fakat bu arzusu, "Ben
müşrikten hediye kabul etmem" cevabı ile reddedilmişti. Bunun üzerine adı
geçen şahıs ResulüJlah'tan kabilesi arasında irşadda bulunacak, onlara İslâmı
öğretecek kimseler göndermesini istemiş, fakat Resul-i Ekrem, "Ben Necid
havalisinden endişe ederim, ben ashabımın hayatından sorumluyum” karşılığını
vermişti. Ancak Ebû Bera, gönderilecek kişileri himayesine alacağını söylemiş,
Resul-i Ekrem de ensârdan 70 kişiyi oraya göndermişti. Bunların hepsi Suffe
ashabındandı. Zühd ve takvanın timsâli olan bu seçkin insanlar, gündüzleri odun
toplayıp akşamleyin satarlar ve geçimlerini bu şekilde te'min ederlerdi.
Bunlar "Bi'r-i
Mâ'une" (Mâ'une kuyusu)'ye kadar ilerliyerek orada konaklamışlar ve Heram
b. Milhânı, Amir b. Tufeyl'e göndererek Hz. Pey-gamber'in mektubunu ona
ulaştırmışlardı. Fakat Âmir, Heram'ı öldürtmüştü. Herâm (r.a.) ölmeden önce
vücûdundan akan kanları avuçlayip başına ve yüzüne gözüne sürmüş Allahü ekber.
Ka'be'nin Rabbine yemin ederim ki ben kazandım" demiş.
Âmir b. Tufeyl işin
büyüyeceğini anlayınca kendi kabilesini imdada çağırdı. Fakat onlar "biz
Ebu Berâ'nın tın anını bozmayız," diyerek reddettiler. Bunun üzerine
amir, Benû Süleym'den Ri'1-Zekvân ve Usayya'ya müracaat etti. Onlar bu
müracaatı kabul ederek âmir'in yanına koştular ve müslümanlara âni bir baskın
vererek onları kuşattılar ve Amr b. Ümeyye ile Ka'b b. Zeyd en-Neccârî dışındakileri
şehid ettiler. Bunlardan Amr b. Ümeyye'yi Âmir b. Tufeyî esir etti ve
"Annem bir köle âzad etmeyi adamıştı, ben de seni âzâd ediyorum"
diyerek serbest bıraktı. Ka'b b. Zeyd en-Neccârî (r.a.) ise, ağır yara almıştı.
Kâfirler nasıl olsa bu yaradan ölür diye bırakıp gitmişler fakat o ölmemiş ve
Medine'ye dönmüştü. Burada enteresan bir nokta Amr b. Ümeyye kurtulduktan sonra
Medine'ye dönerken Âmir b. Tufeyl'in kabilesinden olduklarını söyleyen iki kişi
ile karşılaşmış onlarla bir gölgelikte oturmuş onların uyumasından istifâde
ederek, şehid edilen arkadaşlarının intikamını almak için her ikisini uyurken
öldürmüştü. Durumu Resulüllah'a bildirince, onca acısına rağmen fahr-i kâinat
bunu hoş karşılanmamış "sen iki adam öldürmüşsün, diyetlerini mutlaka ödeyeceksin"
buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.)
tslâmı tebliğ için gönderdiği seçkin sahâbîlerinin şehid edilişini duyunca
fevkalâde müteessir olmuş ve bir ay müddetle bu katiller için beddua etmişti.
Bazı rivayetlerde
ifâde edildiğine göre Maûne kuyusu yanında kuşatılan müslümanlar, kendileri
İçin kurtuluş ümidi kalmayınca Cenab-ı Hakka sığınarak "Resul-i Zişân'a
selâmımızı iletecek senden başka kimse bulamayız. Ya Rabb! Selâmımızı sen
tebliğ et. Ya Rabb! Bizim tarafımızdan ona haber ver, biz sana kavuştuk, senden
razı olduk, sen de bizden razı ol" diyerek dua etmişler. Enes b. Mâlik
(r.a.)'in nakline göre Hz. Peygamber (s.a.) vak'a gününün gecesi Cibrîl-i Emin vasıtasıyla
durumdan haberdâr edilmiş ertesi gün kalkıp Allah'a hamd ve sena ettikten sonra
hadiseyi şöyle haber vermiştir: "Kardeşlerimiz müşriklerle karşılaşıp
şehid oldular. Ya Rab! Bizim sana kavuştuğumuzu ve senden razı olduğumuzu
senin nzanı kazandığımızı kavmimize tebliğ et, dediler. Onların Allah'dan razı
olduklarını, Allah (c.c.)'m da onlardan razı olduğunu size haber vermek üzere
ben elçiyim."
Bu bâbdaki hadislerin
tümü Hz. Peygamber'in vitir namazı hâricinde de kunut yaptığına delâlet
etmektedir. Bunlardan ilkinde üç, ikincisinde iki, üçüncüsünde ise, sadece bir
vakit namazdaki kunuttan bahs edilmesine rağmen, bu son rivayet, Efendimizin
günün beş vaktinde kunut yaptığını ortaya koymaktadır. Yalnız bu hadislerin
tümünde kunutun meydana gelen musibetler üzerine yapıldığı görülmektedir.
Ulemanın çoğunluğu
belâ ve musibet anlarında farz namazlarda kunut yapıp dua etmenin meşru olduğu
görüşündedirler. Böyle bir musibet olmadığı zamanlarda ise, öğle, ikindi,
akşam ve yatsı namazlarında kunutun yapılmayacağı konusunda yine tüm âlimler
hemfikirdirler. Fakat sabah namazındaki kunutta ihtilâf etmişlerdir. Yukarıda
sayılan vakitlerde kunut yapıldığım gösteren hadislerin neshedildiği ulemaca
kabul edilmiştir.
Bir grub ulema diğer
namazlardaki kunutların mensûh olduğu fakat sabah namazındakinin devam ettiği
görüşündedir. Ashab-ı Kirâm'ın büyüklerinden Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, İbn
Abbâs, Berâ b. Âzib (r.anhum)'in daha sonrakilerden İbn Ebî Leylâ, Hasen b.
Salih, İmam Mâlik, Evzâî, ve Şâfiîlerin mezhebi budur.
Bu görüşte olanlar,
üzerinde durduğumuz bâbm hadisleri ile Buharı'-nin Enes'ten rivayet ettiği
"kunut akşam ile sabah namazlarında okunurdu'1 mealindeki mevkuf hadistir.
Diğer hadis kitablarında da aynı mânâyı ifade eden rivayetler mevcuttur.
İbnu'l-Mübârek, İbn
Abbâs, Ebu'd-Derdâ, Ebû İshak ve Süfyan es-Sevrî'nin içinde bulunduğu bir grub ise,
önemli bir olay veya musibet olmadığı zamanlarda sabah namazında da kunutun
yapılmayacağı fikrindedirler. Bunların delillerinden bazıları şunlardır:
Tirmizî, İbn Mâce ve
Ahmed b. Hanbel, Ebû Mâlik el-Eşcaî'den şöyle rivayette bulunmuşlardır: Babama;
"Sen Resulüllah
(s.a.) Ebu Bekir, Ömer, Osman (r.anhum) arkasında ve beş sene de Kufe'de Hz.
Ali (r.a.)'nin arkasında namaz kıldın. Onlar kunut yaparlar mıydı? dedim. (O
da bana:)
Oğulcuğum, O sonradan
ihdas edilmiştir, dedi. Nesaî'nin rivayetine göre, Ebu Mâlik'in babası:
Resulüllah (s.a.)'ın
arkasında namaz kıldım, kunut yapmadı, Ebu Bekir (r.a.)ın arkasında namaz
kıldım, kunut yapmadı... diyerek diğer râşid halifeleri de saymış sonunda da:
Ey oğulcuğum!
O'bid'attir demiştir.
İbn Hıbbân'm Ebû
Hureyre (r.a.)'den yaptığı rivayet de şu mânâdadır: "Resulullah (s.a.)
sadece bir kavnı için dua veya beddua edeceğinde sabah namazında kunut
yapardı."
Hatîb ve İbn
Huzeyme'nin Enes (r.a.)'den yaptıkları bir rivayet de aynen Ebu Hureyre'nin
rivayetine benzemektedir.
Aynı konuda Taberânî,
Beyhakî ve Hâkim'de de rivayetler mevcuttur.
Bu görüşte olanlar
Enes (r.a.)'ın "Resulüllah (s.a.) ömrünün sonuna kadar sabah namazındaki
kunuta devam etti'1 tarzındaki rivayetinin senedindeki Ebû Câ'fer er-Râzi
sebebiyle delil olamayacağını söylerler.
Hanefi ve Hanbelîler
sonraki görüşü, yani musibet olmadığı zamanlarda vitir haricindeki hiç bir
namazda kunut yapılmayacağı görüşünü kabul etmişlerdir. Ancak musibet anlarında
yapılacak kunut konusunda bazı ha-nefi kitablarında sabah namazı tahsis
edilmişken bazılarında imamın bütün cehrî namazlarda kunut okuyarak dua
edebileceği bildirilmektedir.
Durru'l-Muhtar'da
"Vitrin hâricinde kunut yapılmaz ancak musîbet hâli bundan müstesnadır.
Çünkü o zaman imam cehrî namazlarda kunut yapar, hepsinde kunut yapacağı da
söylenir" denilirken, Eşbah'da Gâye'den naklen "sabah namazında
kunut yapar" ibaresi yer almaktadır.
Ebu Cafer
et-Tahâvî'nin bu konudaki sözleri de şöyledir: "Zikrettiklerimizin
sonunda sabit oldu ki harb hâlinde de başka bir zamanda da kunut yoktur. Bu,
Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüdür.[96]
Hanefilere göre
felâket anlarında yapılması meşru olan kunutun sabah namazına has olduğu
anlaşılmaktadır. Tahtavî de Dürrü'I-Muhtar Haşiyesinde Bahr sahibinin
ifâdesini naklettikten sonra, "Onun Bahr'de, "Müslümanların başına
bir felâket gelirse îmam Cehrî namazlarda kunut yapar", şeklindeki sözü
bana öyle geliyor ki, müstensîhlerin hatasıdır. Doğrusu sabah namazı
olmalıdır," demiştir. Bahr sahibi îbn Nüceym'in el-Esbâh'da bu kunutu
sabah namazına hasretmiş olması Tahtâvî'nin sözüne güç katmaktadır.
Özet olarak
denilebilir ki Hz. Peygamber (s.a.) bazı felâket ve musibet anlarında günün beş
vaktinde de kunut yapmış, müslümanlar için dua, kâfirler için ise, beddua
etmiştir. Bu sahih hadislerle sabittir. İçlerinde Şafifle-rin de bulunduğu bir
kısım ulema, felâket anlarında yine aynı şeyin yapılmasını meşru görürler.
Bunlara göre normal zamanlarda bu vakitlerde kunut nesh edilmiştir. Ancak
musîbet olsun olmasın sabah namazında kunut yapılır.
Hanefilerle birlikte
bazı âlimlere göre ise, musîbet anlarında sâdece sabah namazlarında kunut
yapılabilir. Normal zamanlarda vitrin haricindeki hiç bir zamanda kunut
yapılmaz. Efendimizin kunutuna delâlet eden hadisler mensuhtur.
İbnu'l-Kayyim
Zâdü'l-Mead'de iki görüş arasında bir yoldan giderek şöyle der:
"Hz. Peygamber
(s.a'.)'in yolu sadece felâket anlarında kunut yapmak, normal hallerde terk
etmekti. Fakat bu sadece sabah namazına has değildir. Çokça o namazda kunut
yapması o namazda uzun şeyler okumanın meşru, gece namazına bitişik seher ve
icabet vaktine yakın oluşundan dolayıdır. Ayrıca o namaz Allah'ın gece ve
gündüz meleklerinin şahid olduğu meşhûd namazdır."
Şevkânî'nih tercihitde
İbnu'l-Kayyim'ınkinden farklı değildir. Şevkânî şöyle der: "Doğrusu,
kunutun felâket zamanlarına has olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Ancak o
belirli bir namaza mahsûs değildir."
İbn Abbâs (r.a.)'den
rivayet edilen bu üzerinde durduğumuz hadis, imamın kunutta yaptığı duaya
cemaatin âmin demesinin caiz olduğunu gösterir. Ebû Davud'un ifâdesine göre
Ahmed b. Hanbel kunut sorulunca; "İmamın kunut yapıp, cemaatin âmin demesi
hoşuma gider," demiştir.
Bu hadisin
delâletinden ve Ahmed b. Hanbel'in ifâdesinden kunutun cehrî olması gerektiği
ortaya çıkar. Çünkü cemaatin duayı duymadan "âmin" demesi pek
tasavvur edilemez. Muhammed b. Nasr'ın Ebu Osman en-Nehdî'den rivayet ettiği şu
haber de yukarıdaki görüşü güçlendirmektedir: "Sabah namazında Ömer
(r.a.)'ın sesi mescidin arkasından işitilirdi."
Mâlikîlerle Evzâî, kunutun
gizli olacağını söylerler.[97]
1. Felâket anlarında bütün namazlarda
kunut yapılabilir, farklı görüşlere açıklamada işaret edilmiştir.
2. Kunut
namazların son rekatında ve rükudan sonra yapılır. Bu konu da daha evvel
geçmiştir.
3. İmamın
kunutuna cemaatin "âmin" demesi meşrudur.[98]
1444.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, kendisine:
Resulüllah (s.a.)
sabah namazında kunut yaptı mı? diye soruldu. O;
Evet, dedi.
Rüku'dan evvel mi,
yoksa sonra mı? denildi.
Rüku'dan (Müseddedîn
rivayetine göre) -biraz- sonra dedi.[99]
Ebû Dâvud bu hadisi
şerifi Süleyman b. Harb ve Müsedded'den işitmiştir Süleyman b. Harb'in
rivayetinde sadece "Rüku'dan sonra" denildiği halde, Müsedded bunu
"Rüku'dan biraz sonra" şeklinde "biraz" kelimesinin
ilâvesiyle nakletmiştir. Buharı ve Müslim'in rivayetleri de Müsedded'in nakline
uygundur.
Rivayet bu şekliyle
kunutun rüku'dan sonra olduğuna delâlet eder. Hulefâ-i Râşidin'İn bu görüşte
olduğu nakledilmektedir. Şâfiîlerin mezhebinin de bu olduğunu daha önce
söylemiştik. Hz. Peygamber'in kunutu rüku'dan sonra yaptığına işaret eden
başka hadisler de vardır. Ama onların tümünde sözü edilen kunutun, belâ ve
musibet esnasında yapılan kunut olduğu göze çarpmaktadır.
Nitekim, Buharî'nin
Âsım'dan yaptığı şu rivayet açıkça bunu bildirmektedir: Enes b. Malik'e,
kunutu sordum.
Kunut vardı dedi.
Rüku'dan önce mi,
yoksa sonra mı? dedim.
Önce dedi.
Falan senin rüku'dan
sonra dediğini söyledi, dedim.
Yanlış söylemiş. Resulullah
(s.a.)'in kunutu sadece bir ay rüku'dan sonra idi karşılıyım verdi.
Enes b. Malik'in
işaret ettiği bu kunut Bi'r-i Mâ'ûne faciasını müteâkib yapmış olduğu kunut
olsa gerektir.
İbn Abbas, Berâ, Ömer
b. Abdilaziz, îmam Malik, İbn Ebî Leylâ ve Hanefilere göre kunut rüku'dan evvel
yapılır. Buna da daha evvel kısaca temas etmiştik. Bu görüş sahibleri de
Peygamber (s.a.)'in veya sahabe-i kiramın kunutu rüku'dan evvel yaptıklarını
ifâde eden haberlere dayanırlar. Bu rivayetlerden bazıları çeşitli
münâsebetlerle daha evvel geçmişti. İbn Nasr'ın Esved'den, "Ömer b.
el-Hattâb vitirde rüku'dan evvel kunut yaptı" ve îbn Mes'ud'dan "O
vitirde rüku'dan önce kunut yaptı" tarzındaki rivayetlerini burada
hatırlatmakla iktifa ediyoruz.
Bu farklı rivayetler
göz önüne alınınca Resülullah (s.a.) ve ashabının hem rüku'dan önce hem de
sonra kunut yaptığının sabit olduğu ortaya çıkıyor. Yukarıda naklettiğimiz
rivayetlere bakıp da rüku'dan önceki kunut vitir namazına, sonraki de felâket
anlarına mahsustur demek pek uygun düşmüyor. Çünkü herhangi bir ayırım
yapılmadan ashabın rükudan önce de sonra da kunut yaptığını bildiren rivayetler
mevcuttur. İbn Mâce ve Ta-havî'nin Humeyd vasıtasıyla Enes b. Malik'ten
yaptıkları rivayetler bu kabildendir.
İmam Mâlik'in sabah
namazmdaki kunut konusunda el-Miidevvenetü'l-Kübrâ'daki şu sözleri de onun
kunutu hem rükudan önce hem de sonra caiz gördüğünü ortaya koyar:
"Bütün bunlar
kunutu rüku'dan önce ve sonra yapmanın caiz olduğunu gösterir, ama ben şahsen
rüku'dan önce yapmayı uygun bulurum."
İbnu'l-Kayyım da
Zâdü'l-Meâd'de şöyle der: "Enes'in hadislerinin tümü şahindir
birbirlerini doğrularlar. Bunlar arasında bir tenakuz yoktur. Enes'in rükudan
önce olduğunu zikrettiği kunutlar sonra olduğunu söylediklerinin aynısı
değildir, vaktini tayin ederek haber verdikleri mutlak olarak
naklettiklerinden başkadır. Rüku'dan önce olduğunu söylediği kunut, kıraat için
kıyamı uzatmadır. Resulullah (s.a.)'ın "En efdal namaz, kunutu uzun
olandır" hadisinden maksat işte budur. Rüku'dan sonra yaptıkları ise, dua
maksadıyla kıyamı uzatmaktır ki, bunu bir ay, kimilerine dua, kimilerine de
beddua ederek yapmıştır."
Hâsılı, kunutun hem
rük'udan önce hem de sonra olduğuna delalet eden haberler mevcuttur. Kimi
âlimler rüku'dan önce olduğuna işaret eden haberleri alıp onu tercih etmişler,
kimileri de sonra olduğunu bildiren haberleri görüşlerine esas almışlardır.[100]
1445.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) bir ay
kunut yapmış, sonra terk etmiştir.[101]
Bu haberde işaret
edilen kunut 1443 nolu hadiste zikr ediler Ri'l, Zekvân ve Usayya'ya beddua
için yapılan kunuttur. Müslim ve İbn Mâce'nin rivayetleri "Resülullah
(s.a.) Arab kabilelerinden bazılarına beddua ederek bir ay kunut yaptı. Sonra
terk etti” şeklindedir.
Hz. Peygamber'in tüm
kunutu terk ettiğinin farz edilmesi hâlinde hadis-i şerif, farz namazlarda
kunutun nesh edildiğini söyleyen Hanefilerin görüşüne delildir. Karşı görüşte
olanlar bu terki, kunutu terke değil de adı geçen kabilelere bedduayı terke
hamletmişlerdir. Hattâbî, terkedilenin kunut olduğunun kabulü halinde, bunu
sabah namazı dışındaki farzlarda terk edildiğine işaret sayar. Ancak bu,
mezhebin görüşünü kurtarmak maksadıyla yapılan bir te'vîl olarak
değerlendirilir. Çünkü ulemânın çoğunluğu ancak felâket ve musibet anlarında
sabah namazındaki kunutu meşru görürler.[102]
1446.
...Muhammed b. Sîrîn'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sabah namazım Resulullah
(s.a.) ile beraber kılan birisi bana, (Resülullah a.s.)’ın ikinci rekatten
başını kaldırınca birazcık durduğunu haber verdi."[103]
Burada adına işaret
edilmeyen sahâbinin Enes b. Mâlik (r.a.) olduğu diğer rivayetlerin yardımıyla
anlaşılmaktadır.Bu ilk bakışta kunutun rüku'dan sonra olduğuna işaret
sayılabilir.
Ravinin Resulüllah'ın
okuduğu bir şeyden bahsetmemesi bu esnada yapılan dua veya okunan hamdü
senanın gizli olduğuna işaret sayılabileceği gibi, duyduğu halde râvinin bunu
mevzuu bahs etmemiş olmasıyla da yorumlanabilir.[104]
1447.
...Zeyd b. Sabit (r.a.)'clen; demiştir ki:
Resulüllah (s.a.)
mescidde bir oda edindi. Geceleyin çıkıp orada namaz kılar, erkekler de onunla
birlikte onun (kıldığı) namazı kılarlardı. Cemaat her gece ona gelirdi. Bir
gece Resülullah (s.a.) yanlarına çıkmadı. Bunun üzerine onlar öksürdüler,
seslerini yükselttiler ve Resulullah (s.a.)'ın kapısına çakıl (taşlan) attılar,
Efendimiz öfkeli bir halde yanlarına çıkıp;
"Ey insanlar!
Sizin şu yaptığınız o kadar devam etti ki, bu namazın size farz kılınacağını
zannettim, (korktum). Siz bu namazı evlerinizde kılınız. Çünkü kişinin farz
namazın hâricinde kıldığı namazların en hayırlısı, evinde kıldığı
(namaz)dır" buyurdu.[105]
Hadis-i şerîfin Ebü
Dâvud'daki rivayetinde Hz. Peygamber'in hücresinin neden olduğuna temas
edilmemektedir. Müslim'de ise, bu odacığın hurma yaprağından veya hasırdan
olduğu beyân edilmektedir.
Fahr-i Kâinatın bu
odacığı yaptırması ramazan ayına rastlar. Maksadı i'tikâfa girip ibâdetle
meşgul olmak, kalbini ibâdete hasretmek ve yiyip içmesini, uyumasını insanlara
göstermemektir.
Efendimizin bu
hareketi mescid içerisinde bir bölümü ayırıp orada odacık veya odacıklar
meydana getirmenin caiz olduğunu gösterir. Ancak bu hücre ihtiyâçtan fazla yer kaplamamalı
ve cemaatin izdihamına sebep olmamalıdır. Aksi halde böyle bir yer yapılması
haramdır. Çünkü cemaatin camide namaz kılmasına engel olmak mânâsına gelir.
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre Hz. Peygamber bu hücreden çıkar ve cemaate teravih namazını
kıldırırmış. Ancak bu mânâ hadis metnine pek uygun düşmemektedir. Çünkü orada
"Resülullah geceleyin çıkar ve orada namaz kılardı..."
denilmektedir. Fakat bu ifâde de bir müşkil görülüyor. Çünkü Hz. Peygamber’in
hem oradan çıktığı hem de orada namaz kıldığı şeklinde bir mânâ bulunmaktadır.
Çıksa, namazı orada değil, dışarıda kılmış olmalıdır. Bezlü'l-mechud sahibi bu
müşkile işaret ettikten sonra, "Zannederim ibarede şöyle bir takdim te'hir
var: Resulullah (s.a.) orada namazını kılıp geceleyin
çıkardı...""Şeyhaynın şu rivayeti de bunu gösterir” der ve Buharı ve
Müslim'deki şu ifâdeyi nakleder: "Resulullah (s.a.) mescidde hasırdan bir
hücre edindi, geceleri cemaat toplanıncaya kadar orada namaz kılardı."
Menhel sahibi ise,
hadis-i şerifteki "geceleyin çıkardı..." cümlesindeki çıkışın
Efendimizin hane-i saadetlerinden olduğunu söylemiştir. Ancak Efendimizin bu
odacığı itikâfa girmek için edindiği ve zarurî ihtiyaçların dışında i'tikâf
mahallinden çıkılmayacağı gözönüne alınırsa, Bezlu'I-mechûd sahibinin yukarıya
naklettiğimiz ifâdeleri daha uygun görünmektedir.
Müslümanlar, Resul-i
Ekrem'in kendilerinin yanına çıkıp namaz kıldırmasına alıştıkları için her gün
mescid-i Nebevi'de toplanmaya başlamışlardır. Sarihler Resulüllah'ın
kıldırdığı bu namazın teravih namazı olduğunu söylerler. Fakat birgün Efendimiz
yanlarına çıkmamış cemaat da onun uyuduğunu zannederek uyandırmak ve hazır
olduklarını bildirmek için öksürmeye, ses çıkarmaya hatta kapısına çakıl
taşları atmaya başlamışlardır.
Yukarıya aldığımız iki
görüşten birincisine göre bu kapı mescidin içindeki hücrenin, ikincisine göre
ise, hane-i saadetin kapısıdır.
Efendimiz cemaatin bu
davranışına öfkelenmiş ve dışarıya çıkıp yanlarına gelmemiş ki, bunun
sebebinin uyku veya başka bir mazeretten olmadığını, devamlı kılınması halinde
teravihin farz olmasından korktuğu için yanlarına gelmediğini söylemiş,
farzlardan başka namazların evlerde kılınmasının daha efdal olduğunu beyân
eylemiştir.
Bu olay, diğer
nafilelerle birlikte teravih namazını da evlerde kılmanın efdal olduğunu ve bu
namazın cemaatle de münferiden de kılınabileceğini gösterir. Ancak ulemanın
cumhuru bugün için insanların ibâdete karşı olan tenbellik ve kayıtsızlıklarım
gözönüne alarak teravihi camide cemaatle kılmanın daha iyi olacağını söylerler
ve Hz. Peygamber'in teravihi evde kılmanın daha efdal olduğunu açıklamasını,
bu namazın farz olma korkusuna hamlederler. Fahr-i kâinat'ın vefatıyla bu
korkunun ortadan kalktığını bayram, kusûf ve istiska namazlarında olduğu gibi
teravihin de artık camide cemaatle kılınmasının efdal olduğunu kabul ederler.
İbn Hacer el-Askalânî yukarıda naklettiğimiz bilgiye dair şöyle der:
"İmamlarımız (Şâfiîler) bunu alıp cemaatle kılınması sünnet olmayan
namazları evde kılmanın efdal olduğunu söylediler. Nafileyi evde kılmak kâbeyi
muazzama ve Ravza-i Mutahhara'da kılmaktan daha efdaldir. Çünkü sünnete uymanın
fazileti buralardaki namazın faziletinden daha üstündür. Ayrıca bu riyadan daha
uzaktır ve o namazın bereketi eve döner."
Hanefi mezhebi
ulemasından Aliyyü'l-Kaari ise, Mescid-i Haram'la Mescid-i Nebevî'yi yukarıdaki
hükmün dışında tutarak şunları söyler: "Zahir şu ki Kabe ve Ravza-i
Mutahhara yabancılar için müstesnadır. Onların nafileyi bu mescidlerde
kılmaları efdaldir. Çünkü bu mescidler başka yerlerde mevcut değildir.
İmamlarımızın (Hanefılerin) yabancılar için tavaf, nafile namazdan daha üstündür,
sözlerine kıyasla onların nafilelerini bu mescidlerde kılmaları daha efdaldir,
denilebilir."
Netice olarak
denilebilir ki, bugün teravihin camide cemaatle kılınması ihtiyata muvafıktır.
Diğer nafilelerin ise evlerde kılınması daha efdaldir. Nafileyi evde kılmanın
faziletine dâir Efendimizden vârid olan bir çok hadis-i şerif vardır. Kütüb-i
Sitte'nin tümünde yer alan ve bundan sonra gelecek olan "Namazlarınızın
bir kısmım evlerinizde kılınız. Oraları kabirlere çevirmeyin" mealindeki
hadis, bunların en sarihlerindendir.[106]
1. İhtiyaca
binaen cemaate zarar vermemek şartıyla rnescidlerde odacıklar ihdas etmek
meşrudur.
2. Teravih
namazının münferiden ve cemaatle kılınması caizdir.
3. Nafile
namazları evlerde kılmak camide kılmaktan daha efdaldir.Ancak sonraki âlimler,
zamanlarındaki insanların tenbelliğini ve Efendimizin evlerde kılınmasını
tavsiye sebebinin ortadan kalktığını göz önüne alarak teravihin cemaatle
kılınmasını daha efdal görmüşlerdir.[107]
1448. ...İbn
Ömer (r.anhuma)nın rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Namazlarınızın
bir kısmını evlerinizde kılınız, oraları kabirlere çevirmeyiniz."[108]
Hz. Peygamber'in
evlerde kılınmasını tavsiye buyurduğu namazlar nafile namazlardır. Efendimizin
"oraları kabirlere çevirmeyin" sözünde çok güzel bir temsil vardır.
Fahr-i Kâinat içerisinde namaz kılınmayan evleri kabirlere; taat ve ibâdetten
gafil olanları da ölülere benzetmiştir.
Bu cümlenin
"mevtalarınızı evlere defnetmeyiniz" mânâsına geldiğini söyleyenler
de vardır. Bu durumda ifâdede bir temsil veya teşbih söz konusu olmaz.
Bu hadis nafile
namazları evde kılmanın daha efdal olduğunu göstermektedir. Bu konu
"kişinin nafile namazı evindedir" başlığı altında daha evvel
incelenmiştir, (bk. 1043 nolu hadis).[109]
1449.
...Abdullah b. Hubşî el-Has'amî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre;
Resulüllah (s.a.)'a:
(Namazdaki) amellerin
hangisi daha efdaldir? diye soruldu. “Kıyamı uzun olanı" buyurdu.
Hangi sadaka daha
efdaldir? denildi.
"Malı az olanın
takati nispetinde verdiği" dedi.
Hangi hicret daha
üstündür? denildi.
"Allah'ın
kendisine haram kıldığı şeyleri terk edenin hicreti" cevabını verdi.
Hangi cihâd daha
efdaldir? denildi.
"Malı ve canı ile
müşriklerle cihâd edenin cihâdı" buyurdu.
Hangi maktul daha
şereflidir? diye soruldu.
"Kanı akıtılan ve
atının ayakları kesilen" karşılığını verdi.[111]
Bu hadis-i şerif,
namaz, sadaka, cihâd ve ölüm konularında en efdal olanın ne olduğuna dâir
sorular ve Hz. Peygamber (s.a.)'in bu sorulara verdiği cevablan ihtiva
etmektedir.
Namazla ilgili olan
bölümü yani (namazdaki "amellerin en efdali") konusu 1325 numarada
müstakil bir hadis olarak yine Abdullah b. Hubşi el-Has'amî (r.a.)'den
nakledilmiş ve orada konunun izahı yapılmıştır. Burada hadis-i şerifin ihtiva
ettiği diğer konuları teker teker ele ahp izaha çalışacağız:
1. Hz.
Peygamber (s.a.) Efendimize sorulan ikinci soru, en efdal sadakanın tâyini
olmuştur. Efendimiz bu soruya hadisin tercemesinde görüldüğü üzere "malı
az olanın takati nisbetinde verdiğidir" cevabım vermiştir. Bu •mânâ
Nesaî'nin Ebu Zer (r.a.)'den Hâkim ve İbn Hıbban'ın da Ebû Hüreyre'den rivayet
ettikleri "Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçti, bir adamın iki dirhemi var;
birisini alıp diğerini sadaka olarak verdi. Birinin de çok malı var, malından
yüzbin dirhem alıp tasadduk etti," mealindeki hadisin bir benzeridir. Bu
hadisler fakirin sadakasının zenginin sadakasından daha efdal olduğuna
delildir. Çünkü fakir muhtaç olduğunu; zengin ise, malının fazlasını verir.
Bu hadis ile Buharî ve
Müslim'in Hâkim b. Hizâm'dan merfu olarak rivayet ettikleri "sadakanın en
hayırlısı ihtiyaçtan fazla olanıdır" hadisi arasında bir ihtilafın olduğu
zannedilebilir. Ama aslında mezkûr hadisler arasında hiçbir ihtilâf yoktur.
Çünkü üzerinde durduğumuz bâbm hadisi ve aynı mânâyı ifade eden diğer hadisler
aza kanaat edip de elde edemediğine sabreden kuvvetli iman sahibine; Hâkim b.
Hizâm'ın hadisi ise imanı zayıf olana hamledilir.
Hakîrn'in hadisindeki
"zenginlik"den muradın, sahibinin açlık ve şiddete sabrettiği kalb
zenginliği olması da muhtemeldir. Bu üzerinde durduğumuz hadisteki
"mukıl: malı az olan" da bu mânâyadır. Buna göre mânâ "şüphesiz
kalbi zengin olanın sadakası, az bile olsa, zenginin çok sadakasından daha cfd
aldır" şeklinde olur.
Bu hadis sabreden
fakirin şükreden zenginden daha efdal, az bile olsa ibâdetinin de zenginin çok
ibadetinden daha üstün olduğuna delâlet etmektedir.
2. Hadis-i
şerifteki üçüncü soru ve cevab hicretle ilgilidir.Hicret; kelime olarak
"terk etmek, ayrılmak" manalarına gelir, ıstılah olarak ise iki
mânâsı vardır:
a. Kendi
vatanını terk edip başka bir memlekete göç etmek, eğer bu Allah rızası için
yapılmışsa bu hicret şer'îdir.
b. Allah'ın
haram kıldığı şeyleri terk etmek.
Hadis-i şerifteki
"Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk edenin (hicreti)" ifadesiyle
kast edilen, bu ikinci mânâdır. Buradan anladığımıza göre haramları terk etmek,
Allah rızası için vatanı terk etmekten daha efdaldir. Tabiî Allah rızası için
vatanı terk etmenin yanında haramları terk de bulunursa, onun daha efdal
olacağı aşikârdır.
3. Resul-i
Zişân en efdal cihadın hangisi olduğuna dâir olan soruya da "mal ve cam
ile müşriklere karşı savaşanının cihadı" cevabını vermiştir. Kâfirlere
veya görüşlerinin sapıklığını ortaya koymak suretiyle bid'atçilere karşı
yapılan cihadlar da bu cevabın altına girerler. Bu savaşın kalemle, dille veya
silahla olması arasında fark yoktur.
Ebu Dâvud, Tirmizî ve
İbn Mâce'nin Ebu Said'den rivayet ettikleri: "En üstün cihâd, zalim
sultana karşı hakkı söylemektir" mânâsındaki hadis, üzerinde durduğumuz
hadise muhalif sayılmaz. Çünkü ya üstünlük nisbîdir, ya da mal ve can ile
kâfire karşı yapılan savaş daha meşakkatlidir.
4. Hadis-i
şerifin son soru ve cevabı ise, en şerefli ölü ile ilgilidir. Hz.Peygamber
(s.a.) bu soruya "hayvanın ayakları kesilip kendisinin kanı akıtılmak
suretiyle şehid edilendir" diye cevab vermiştir. Bu söz kendisi hayatta
iken gözleri önünde en değerli hayvanının öldürülüp sonra da kişinin şehid
edilmesine hamledilir. Sanki o şerefe erişen hem süvari hem de yaya olarak
savaş etmiş malını ve canını Allah için ortaya koymaktan kaçınmamıştır. İfâdeden
şu mânâyı anlamak da mümkündür: Hayvanın ayaklarının kesilmesi, sahibinin
kahramanlığından kinayedir. O hayvanı öldürülmeden hakkından gelinemeyecek
kadar cesur ve kuvvetlidir. Bu şekilde kahraman olan birinin harb meydyanmda
ölümü de ölümlerin en şereflisidir.[112]
1. Hadis-i
şerif:
a. Namazda
kıyamı uzatmayı,
b. Sadaka
vermeyi,
c. Haramları
terk etmeyi,
d. Allah
yolunda cihâdı teşvik etmektedir.
2. Fakirin
sadakası zenginin sadakasından daha efdaldir.
3. En güzel
ölüm Allah yolunda şehid olmaktır.[113]
1450. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki:
ResuluIIah (s.a.)
şöyle buyurdu:
"Geceleyin kalkıp
namaz kılan ve karısını uyandırarak ona da kaldıran, şayet kalkmak istemezse,
yüzüne su serpen erkeğe Allah rahmet etsin (günahlarını bağışlasın). Yine
geceleyin kalkıp namaz kılan ve kocasını uyandıran, kalkmak istemezse yüzüne su
serpen kadına da Allah rahmet etsin.”[114]
1451. ...Ebu
Sâid el-Hudrî veEbu Hureyre (r.anhuma), Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu
demişlerdir.
"Kim geceleyin
uyanır, karısını da uyandırır ve beraberce iki rekat namaz kılarlarsa, Allah1!
çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar."[115]
Bu iki hadisten
birincisinin açıklaması 1308 nolu hadiste, ikincisinin açıklaması ise 1309
nolu hadiste geçmiştir.[116]
1452.
...Osman (r.a.)'den; demiştir ki: Resul-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizin en
hayırlınız Kur'an-ı Öğrenen ve öğretendir."[117]
Öğrenen ile Öğreten
kelimeleri arasındaki atıf edatı, rivayetlerin çoğunda burada olduğu gibi
vav"dır.Bazı rivayetlerde ise bu atıf Ev şeklinde vârid olmuştur. Bu
takdirde "ev" ya vâv manasına kullanılmış olur ya da "yahut"
mânâsına tenvi’ içindir. Bu ikinci mânâya göre, Kur'an'ı öğrenme veya öğretme
işlerinden birini yapan ve onları en güzel biçimde yerine getiren, mü'minlerin
en hayırlıları cümlesine dâhil olmuş olur. Öğrenme ile öğretme arasıdaki ortak
nokta kendisini ve başkasını kemâle erdirme yönüdür.
Onun için bu,
"(insanları) Allah'a davet ve (kendisi de) iyi amel (ve hareket) eden ve
ben, müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?"[118]
âyeti kerimesinin ifade ettiği mânâ cümlesindendir.
Hadis-i şerifin zahiri
Kur'an-ı Kerim'i öğrenen ve öğretenin mutlak olarak başkalarından daha efdal
olduğuna delâlet etmektedir. Buna sebeb bu durumda olan mü'minin kendisinden
kemâle ermiş ve başkasını da erdirmiş olmasıdır. Ancak şu hatırdan
çıkarılmamalıdır ki, öğrenme ve öğretme Kur'-an'ın muktezasmca amel edilmek
suretiyle gerçekleşir. Bu sebeple ulema, Allah'a isyan edenin ne kadar çok
Kur'an okursa okusun, câhil olduğunda ittifak etmiştir.
Hadisteki ifadeden
mutlak olarak manasını anlamadan Kur'an-ı Kerim'i öğrenip öğretenlerin
fakihlerden daha üstün olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü bu hadise muhatap
olanlar aynı zamanda fakih idiler. Onlar arab lisanını o kadar güzel
biliyorlardı ki, okur - okumaz Kur'an'ı anlıyorlardı. Fıkıh onlar için bir
seciye olmuştu. Günümüzde de eğer ashâb-ı kiram gibi lisan ve fıkıh seciyesine
sahib olanlar varsa, onların Kur'an öğrenen ve öğretenleri de hayırlılar
cümlesine dâhildirler.
Hadis-i şerifin
ifâdesinden Kur'an-ı Kerim'i öğrenen ve öğretenin İslâm için cihad edenlerden,
emir bü'-ma'ruf ve nehiy ani'l-münker yapandan daha efdal olduğuna dair bir
sonuca varılabilir. Ama bu izaha muhtaçtır.
Fethü'l-Bârî'deki
ifâdeden anladığımıza göre hatırdan çıkarmamalıdır ki, bir hareketin üstünlüğü,
İslama sağladığı menfaatin azlık veya çokluğu ile orantılıdır. Faydası çok olan
amel ve o ameli işleyen, faydası daha az olandan daha efdaldir. Dolay isiyle
Allah için can ve mal ile cihâd veya insanlara iyiliği emredip kötülükten
sakındıran, eğer tslâm açısından daha çok faydalı ve faydası daha şümullü ise,
daha efdal demektir. O zaman bu hadis-i şerifteki hayırlılık ya sadece
Kur'an-ı Kerim öğrenme ve öğretme hitabına tahsis edilen belirli bir cemaatle
mukayettir, yahut da Kur'an-ı Kerim'den başka şeyler öğrenip öğretene nisbetle
Kur'an-ı Kerim öğrenen ve öğretenin üstünlüğü kast edilmiştir. Çünkü Kur'an-ı
Kerim, sözlerin en güzelidir. Onu öğrenen de başka şeyler öğrenenlerden daha
üstündür.
Hadisin mutlak
ifâdesini göz önüne alarak Kur'an-ı Kerim Öğretmeyi diğer bütün amellerden
üstün tutanlar da vardır. Süfyan es-Sevrî'ye göre, Kur'an-ı Kerîm öğretenle
cihad edenden hangisinin daha üstün olduğu sorulduğunda, üzerinde durduğumuz
hadisi esas alarak Kur'an öğreteni tercih etmiştir. Buna göre bir âyet bile
olsa Kur'an-ı Kerim öğretimi ile meşgul olmak, başka her şeyden daha üstündür.
Çünkü yukarıda da temas edildiği gibi Allah Teâlâ'nın kelâmı diğer tüm
sözlerden daha efdal, Allah'ın kelâmım öğrenen ve öğreten de nebilerden sonra
insanların en Üstünüdür. Zira Kur'an'ı öğrenen âlimdir, âlimler de nebilerin
vârisleridir. Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim'in rivayet ettikleri şu hadis-i şerif bu
gerçeği gözler önüne sermektedir: "Kur'an ehli olanlar, Allah'ın ehli ve
sevgilileridirler."
Manasım hiç anlamadan
Kur'an-ı Kerim'i okuyup okutmak mı, yoksa ahkâm-ı şer'iyyeye tealluk eden
ilimlerle meşgul olmak mı daha efda-dir? Sorusuna İbnu'I-Cevzî şu cevâbı
vermiştir:
"Kur'an-ı Kerim
ve ahkâm-ı şe'iyyeden kişiye lâzım olanları öğrenmek, herkes için farz-ı
ayındır. Bunların tamamım öğrenmek ise, farz-ı kifâyedir. İnsanlardan bir kısmı
öğrenirse, diğerlerinden sorumluluk düşer, ama kişiye lâzım olacak olandan
fazlasında fıkıhla meşgul olan daha efdaldir. Bu, insanların ihtiyacı ile
alakadardır. İnsanların fıkha olan ihtiyaçları da daha fazladır. Hz. Peygamber
zamanında Kur'an-ı Kerim okuyanlar cemaatin en fakîhi oldukları için namazda
imamet konusunda Kur'an'ı iyi okuyanlar takdim edilmiştir."[119]
1. Meşgul
olacak ilimlerin en şereflisi Kur'an-ı Kerim'dir
2. Kur'an-ı Kerim'i
öğrenip öğretenler insanların en hayırlılarıdır.[120]
1453.
...Sehl b. Muaz el-Cühenî, babası Muaz (r.a.)'den, demiştir ki: Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu:
“Kur'an-ı Kerim'i
okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir.
Bu tacın ışığı -güneşi evlerinizin içinde farzetseniz- dünya evlerindeki güneş
ışığından daha güzeldir.
O halde Kur'an'ı
bizzat öğrenen hakkında ne düşünürüsünüz?
(Onun sevabını siz
takdir edin).[121]
Münzirî hadisin
râvilerinden Zebbân b. Fâid ve Sehl b. Muaz'ın zayıf olduklarını söyler. Ancak
insanları iyi amellere teşvikte bu za'fın önemi büyük değildir. Çünkü
içerisinde ahkâma teallük eden bir şey yoktur.
Hadis-i şerifde beyân
edilen Kur'an okumaktan maksat, tertîl üzere okumaktır. Çünkü ikrama lâyık
olan okuma bu okumadır."...Kur'an'ı da açık açık tane tânel oku”[122]
ayet-i kerimesi de yukarıda söylediğimize açıkça delâlet etmektedir. Kur'an'ı
tertîl üzere değil de aceleyle harfleri yutarak okuyanlar ise, sevaba değil
günaha müstehaktırlar. el-Askerî'nin Mevâiz'de Hz. Ali'den tahric ettiğine göre
yukarıdaki âyetin mânâsı sorulunca Resûlullah (s.a.) şu cevabı vermiştir:
"Onu iyice beyân et, katı hurmanın saçıldığı gibi saçma, şiir okur gibi
acele etme, hayrete düşüren yerlerde durunuz, onunla kalbleri harekete
geçiriniz. Sizden birinizin maksadı (bir an evvel) surenin sonunu getirmek
olmasın."
Metindeki ifâdeden
anlaşıldığına göre hadisi şerifteki mükâfata nail olmak için Kur'an-i Kerim'i
tertîl üzere okumak da yeterli değildir. İlâve olarak Kur'an-ı Kerim'in
içindeki ahlâk, âdâb ve ahkâmın gereğini yerine getirmek, emirlerini kabul ve
tatbik edip yasaklarından kaçınmak, va'zlarından ibret almak da lâzımdır.
îşte Kur'an-ı Kerim'i
bu şekilde okuyup gereğince amel edenlerin ana ve babalarına kıyamet günü bir
tâc giydirilecektir. Tıybî tâç giydirmenin milk ve saadete nail olmaktan kinaye
olduğunu söyler ama, ulemânın çoğunluğu ifâdeyi hakiki mânâsında almayı daha
münâsib görürler. Zâten cümlenin devamındaki temsil, hakiki mânâya almayı gerektirir.
Fahr-i Kâinât'ın
ifâdesine göre bu tâc çok parlak olacaktır. Efendimiz bu parlaklığı şu şekilde
temsil buyurmuştur:
"Şayet güneş
gökyüzünde değil bir evin içinde olsa, bu tacın ışığı güneşin o eve vereceği
ışıktan daha güzel daha aydınlık olacaktır. Taçlar adetâ zümrüt, yakut (vs.)
gibi mücevherlerle süslü olacağı için Hz. Peygamber (s.a.) bu benzetmeyi
yaparken "daha parlak daha aydınlık, daha nurlu" gibi ifâdeler
kullanmamıştır. "Daha güzel" sözünü tercih buyurmuştur.
resul-i Ekrem,
Kur'an-ı Kerim'i okuyup içindekilerle amel edenin ebeveynine verilecek
mükâfatı beyan etmekle birlikte bizzat okuyanın kendisine verilecek mükâfatı
açıkça ortaya koymamış sadece "mı işi yapanın kendisi hakkında ne
düşünürsünüz? Onun mükâfatını da siz takdir edin" buyurmakla iktifa
etmiştir. Bu ifâde Kur'an'ı okuyup Kur'an'Ia amel edene verilecek mükâfatın
üstünlüğünü ifâde yönünden mükâfatı ismen söylemekten çok daha beliğdir.[123]
1. Kur'an-ı
Kerim'i öğrenip içerisindekilerle amel en büyük ibâdettir.
2. Kur'an
okuyanın ebeveyni de sevaba nail olacaktır.
3. Ana
babalar çocuklarına Kur'an öğretmelidirler.[124]
1454.
...Âişe (r.anha)'dan; demiştir ki: Resulullah (s.a.): "Kur'an okuyan ve bu
hususta maharetli olan kişi sefere (denilen) kerîm ve itaatkâr meleklerle
beraberdir. Kendisine zor geldiği halde Kur'an okuyana ise, iki kat ecir
vardır."[125] buyurdu.[126]
Metnin daha iyi
anlaşılması için bazı kelimelerin teker teker ele alınıp açıklanmasında rayda
görüyoruz. Onun için önce bu kelimelerin izahını yapıp sonra ihtiyâç duyulan
diğer konulara temas edilecektir.
Maharet: "Bir işi
iyi yapan usta, mütehassıs" mânâlarına gelir. Burada kastedilen Kur'an'ı
iyi okuyan, hıfzı işlek olan hafızdır. Sefere: Bu kelimenin tefsirinde bir kaç
görüş ileri sürülmüştür:
a. Kâtib
melekler levh'i taşıyan meleklerdir. Bunlar mukaddes kitapları peygamberlere
aktardıkları için bu ismi almışlardır.
b. Kulların
amellerini yazan yazıcı meleklerdir..
c. Allah'la
Peygamberler arasında elçilik yapan meleklerdir,
d. Allah'ın
insanlara gönderdiği Peygamberlerdir.
e. Hz.
Peygamber'in ashabıdır.
Kelimenin tefsirindeki
bu farklı anlayışlar, kelimenin mânâsından kaynaklanmaktadır. Çünkü
"sefere" kelimesi "Safir" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime
de "aracı" mânâsını içine alır. Onun için bu farklı anlayış biçimleri
ortaya çıkmıştır. Ama hepsinde müşterek olan nokta, her grubun gıb'taya lâyık,
beraber olunmaya değer efdal yaratıklar oluşlarıdır.
"Kiram"
Kerim kelimesinin çoğuludur. Günahlardan uzak oldukları için Allah'a
yaklaştırılanlar, ikram edilenler demektir. Ya da Kiramdan maksat, müslümanlara
acıyan onlar için istiğfar eden ve onları doğru yola sevk edenlerdir.
"Berara",
müttakiler, itaatkârlar demektir, bu iki kelime (kiram ve berara)
"sefere"nin sıfatıdırlar.
Hadis-i şerifden anladığımıza
göre, Kur'an-i Kerim'i süratle okuyan selîka sahiplerinin Kur'an-ı Kerim
okumaları onları güzel vasıflarla övülen meleklerle birlik olma mertebesine
çıkartacaktır. Okuması işlek olmadığı için kendisine zor geldiği halde Kur'an
okuyanlara ise, iki sevab vardır. Ancak bu ifade kötü okuyanın iyi okuyandan
daha fazla sevab alacağı şeklinde bir kanaate götürmemelidir. Bundan maksat,
okuması zayıf olup da okumakta güçlük çekenleri okumaya teşviktir. Bu durumda
olanlar bir Kur'an okudukları, bir de meşakkate katlandıkları için iki ecir
alırlar. İyi olanların iki katı ecir değil, Hadisin Buhârî ve Müslim'deki
rivayetinde okuyuşu zayıf olanın okuması, "Kur'an-ı Kerim i kekeleyerek,
zorlukla okuyan" şeklinde ifade edilmiştir.[127]
1. Kur'an-ı
Kerîm okumak kişiyi meleklerle beraber olacak bir seviyeye çıkarır.
2. Okumakta
güçlük çekenler, hem Kur'an-i Kerim okudukları, hem de zorluğa katlandıkları
için iki ecir alırlar.[128]
1455. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
''Allah'ın evlerinden
birinde toplanıp Allah'ın kitabını okuyan ve onu aralarında öğrenip öğreten bir
gruba mutlaka sekinet iner. Kendilerini rahmet kaplar, melekler çevreler ve
Allah (c.c.) onları kendi yanındakiler arasında zikreder."[129]
Hadis-i şerifin diğer
kitaplardaki rivayeti çok daha uzundur.Ebu Davud'un bu rivayeti öbürlerinin
sonundaki bir bölümden ibarettir. Müslim'in rivayeti şu mânâyı verecek
şekildedir: "Kim bir mü'-minin dünya kederlerinden bir sıkıntısını giderirse,
Allah da onun kıyamet gününün sıkıntılarından birini giderir. Her kim bir
fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve âhirette kolaylık verir. Kim
bir müslümanın (ayıbını) gizlerse, Allah da onun dünyada ve âhirette(ki
ayıplarım) örter. Kul, müslüman kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da
onun yardımındadır. İlim öğrenmek için yola giren kimseye Allah Cennete giden
bir yolu kolaylaştırır..." Hadisin bundan sonraki kısmı Ebu Davud'un
üzerinde durduğumuz rivayetidir. Ancak sonunda "ameli geri (noksan) olanı
soyu sopu ileri geçiremez" ilâvesi vardır.
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre mescidlerde toplanıp Kur'an-ı Kerim okuyan birbirlerine
tekrarlayan ve öğretenlere bir takım mükâfatlar vardır. Bu mükâfatların izahına
geçmeden önce iki noktaya temasta yarar vardır:
Birincisi: Burada
sadece Allah'ın evlerinin zikredilmesi, camilerin şerefine mebnîdir. Evler de
aynı hükmün içine girer. Yani Kur'an okumak için evlerde de toplamlsa aynı ecre
nail olunur.
İkincisi: Camilerde
Kur'an okumak ve okutmak namaz kılanlara zarar vermemekle kayıtlıdır. Çünkü
namaz kılanın zihnini karıştırıp yanılmasına sebep olacak derecede sesli okumak
ona zarar vermektir. Resûlullah (s.a.) müslümana zarar verme konusunda şöyle
buyururlar; "Bir mü si umana zarar veren kişiye Allah zarar verir, kim de
müslümana meşakkat verirse, Allah da ona meşakkat verir/' (Bu hadisin bir
benzeri 3635 numarada gelecektir.) Hadisten, başkasına zarar vermeden camilerde
Kur'an-ı Kerim okumak için toplananlara şu mükâfatların verileceği anlaşılmaktadır:
a. Onlara
"sekinet" inecektir. Kadı İyaz sekinetten maksadın rahmet olduğunu
söylemiş, Nevevî ise, rahmetin sekinetin hemen peşinden zikredildiğini
söyleyerek bu görüşü zayıf bulmuştur. Nevevî'nin tercihine göre, se-kînet,
"vakar ve sükûn'Mur. Onun kalb temizliği ve nefsânî zulmetlerin gitmesi
olduğunu söyleyenler de vardır. Bazıları ise, sekinetten maksadın, melekler
olduğunu, çünkü onların zikri dinlemek için Kur'an-ı Kerim okuyanların
yanlarına indiklerini söylerler. Buhârî ve Müslim'in Berâ (r.a.)'den rivayet
ettiği olay bu son mânâyı destekler: "Bir adam Kehf Suresini okuyordu atı
da yanında iki iple bağlı idi. Bir bulut peydahlanıp üstünde dönmeye ve ona
yaklaşmaya başladı. Adamın atı da o buluttan ürktü. Sabah olunca adam Resulüllah'a
gelip durumu bildirdi. Efendimiz "O bulut seki-netti. Kur'an-ı Kerim için
indi" buyurdu.
b. Kur'an
okuyanları rahmet kaplar. Bundan maksat, onlara fazl ve ihsanın yayılmasıdır.
c. Kendilerini
rahmet melekleri çevreler. Kur'an dinlemek için gelip onların etrafını
doldururlar.
d. Cenab-ı
Allah bu kullarını kendisine yakın olanlar arasında sayar.Onlar da mukarreb
melekler ve Peygamberlerdir. Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir kutsi
hadiste Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Kim beni kendi kendine anarsa, ben de
onu kendi kendime anarım. Kim de beni bir topluluğun içinde anarsa, ben onu
ondan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım" bu hadis-i kudsî son
maddeyi başka hiç bir kelimeye ihtiyaç duyurmayacak derecede açıklamaktadır.[130]
1. Kur'an-ı
Kerim okumak için camilerde toplanmak efdaldır.Nevevî bu hüküm için, "o
bizim (Şâfiiler) ve cumhurun mezhebidir. Malik ise, bunu mekruh sayar,"
der. Ancak bu toplanma namaz kılanlara zarar vermemelidir. Evlerde toplanmak
da camide toplanmak hükmündedir.
2. Kur'an
okumak ve Kur'an öğrenmek için camilerde toplananlara bir takım mükâfatlar
vardır. Bu mükâfatlar yukarıda maddeler halinde beyan edilmiştir.[131]
1456.
...Ukbe b. Amir el-Cühenî (r.a.)'den; demiştir ki:
Biz Suffa'da iken
Resûlullah (s.a.) yanımıza çıkageldi ve;
"Hanginiz
sabahleyin Buthan veya Akik'a gidip Allah'a (karşı) günah işlemeden ve
akrabalık bağlarını kesmeden iri hörgüçlü, gösterişli iki deve almak
isler?" buyurdu. Oradakiler:
Hepimiz ya Resulüllah
(s.a.) dediler. Efendimiz;
“Vallahi birinizin
hergün sabahleyin mescide gidip Allah'ın kitabından iki âyet öğrenmesi, onun
için iki deveden daha hayırlıdır. Eğer üç âyet öğrenirse üç deveden hayırlıdır.
(Okunacak her âyet) kendi sayısınca deveden daha hayırlıdır" buyurdu.[132]
Hadis-i şerifin Müslim'deki
rivayetinde buradakinden farklı olarak hadisin son tarafında "iki âyet
öğrenmeyi" söz
lerinin yanında
"veya okumayı" ve en son olarak da "dört âyet dört deveden
hayırlıdır" ilâveleri vardır.
Ayrıca Ebû Dâvud'daki
"iri hörgüçlü, gösterişli iki deve olayı" yerine "iri hörgüçlü
iki dişi deve getirmeyi..." ifâdesi yer almıştır. Hadiste geçen bazı
tabirleri izah edelim: Suffa: Medine'deki mescid-i Nebevi'nin geri tarafında
mescide bitişik gölgeliktir. Dilimizde "Sofa" diye tâbir ettiğimiz yerdir.
Mekke'den Medine'ye göç eden Muhacir fakirler, kimsesizler burada yatarlar
kalkarlar. Kur'an-ı Kerim öğrenmekle meşgul olurlardı. Bu şahıslara
"Ashab-ı Suffa (suffa ashabı)" denilirdi. Bu zâtlar müslümanların
müsâfirleri idiler. Çoğu vakitlerini Hz. Peygamber'in sohbetlerinde bulunup
onun hadislerini ezberleyerek Kur'an okuyarak ibâdet ederek geçirirlerdi.
Sırtlarında odun getirerek geçimlerini te'min ederlerdi. Hz. Peygamber (s.a.)
burada barınan Müslümanlara eğitmek ve Kur'an-ı Kerîm'i öğretmek için özel
muallimler tâyin eder, ilmî seviyesi yeterli hâle gelenleri Medine dışındaki
müslüman kabilelere muallim olarak gönderirdi. Bu yüzden Suffa ashabının
sayısında devamlı değişiklik olurdu. Sayılan bazan ikiyüze kadar çıktığı halde,
cihâda veya Kur'an öğretimine gönderildikleri zamanlarda da oldukça azalırdı.
Ebu Nuaym "Hılyetü'l-evliya" adındaki kitabında bu zatlardan yüzden
fazlasının adını verir. Resûlullah (s.a.)'den en fazla hadis rivayet eden Ebu
Hüreyre, Suffâ ashâbındandır.
Buthan ve akîk:
Medine-i Münevvere'de iki vadinin isimleridir. Resülullah (s.a.)'m başka
vadileri değil de bu iki vadiyi söz konusu etmesi buralarının deve satılan en
yakın pazarlar olması sebebiyledir.
Hadisi şerifteki
"Hanginiz Buthan veya Akik'a gitmeyi ister" şeklindeki ifâdeden
"veya" sözünü Hz. Peygamber (s.a.)'in söylediği anlaşılıyor. Halbuki
Câmiu'l-UsuPdaki ifâde tarzı ise, "veya" sözünün Resulullah (s.a.)'a
değil, râviye ait olmasını gerektirir, şekildedir.
Zehrâveyn: Tercemeye
"gösterişli" diye geçtiğimiz bu kelimenin tam karşılığı
"semizliklerinden dolayı beyaza meyilli" demektir.
Hadisden anladığımıza
göre, Fahr-i Kâinat bir gün ashab-ı suffanın yanına teşrif buyurup onları
Kur'an-ı Kerim öğrenmeye teşvik etmiş, ancak bu teşviki bir temsille
ifadelendirmiştir. Hadis metninde açık olarak görülen bu anlatımdaki
"Allah'a karşı günah işlemeden ve akrabalık bağlarını kesmeden"
kaydından maksad, alınan develerin ister akrabaya ister yabancıya ait olsun,
gasb veya hırsızlık gibi günâha daldıran akrabalık bağlarını kesen haram bir
yolla değil, helâl bir şekilde olmasıdır. Akrabanın malını çalmak veya
gasbetmek, akrabalık bağlarının kesilmesine sebeptir.
Peygamber (s.a.)
Efendimiz önce karşısındakilerin helal yolla iki kıymetli deveye sahib olma
arzularım görünce onlara çok daha hayırlı olan bir yol göstermiş ve mescide
gidip iki âyet öğrenmenin iki deveden,|üç ayet öğrenmenin üç deveden sayı ne
kadar çoğahrsa çoğalsın, Öğrenilen âyetlerin kendi sayılarında deveden daha
hayırlı olduğunu bildirmiştir. Efendimizin bu sözleri bir temsildir. Yoksa
Kur'an-ı Kerim’in bir tek âyeti, değil bir iki deve, tüm dünyadan daha
kıymetlidir. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.)
"Eğer dünyanın
Allah katında bir sivri sineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfirlere bir
yudum su bile vermezdi" buyurmuştur. Dünyanın bu değersizliğine rağmen
sahâbilerin deve sahibi olmayı istemekteki arzuları dünya ve dünyalığa
bağlılıklarından değil, ahireti kazanma isteklerinden dolayıdır. Onlar
fakirlere vermek, Allah yolunda savaşanlara harcamak için mal sahibi olma
arzusu duymuşlardır depolamak için değil.
Üzerinde durduğumuz
hadis, "Kur'an-ı Kerim okumanın sevabı" konusunun son hadisidir. Bu
konudaki hadis-i şeriflerin hepsi Allah'ın kelâmı Kur'an-ı Kerim'i okumanın,
öğrenmenin ve öğretmenin ne derece büyük se-vablara vesile olduğunu ortaya
koymaktadır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.)'in bu mevzudaki hadisleri bunlardan
ibaret değildir. Ebû Davud'un Sünen'inde yer almayıp diğer sahih hadislere ait
kitaplarda mevcut olan birkaç hadise işaret ederek konuya son vermek
istiyoruz:
Ebu Zer (r.a.)'den;
Dedi ki: Resulüllah'a:
Bana (birşey) tavsiye
et, ey Allah'ın Resulü! dedim.
"Allah'dan sakın
çünkü takva her işin başıdır", buyurdu.
(Tavsiyeni) artır, ya
Resûlüllah, dedim.
"Çok kuran oku,
çünkü o senin için dünyada nur, semada hazırlıktır." "Kur'an
okuyunuz. Çünkü kıyamet günü sahibine şefaatçi olarak gelir."[133]
"Kur'an-ı Kerim
okuyan mü'minin tadı ve kokusu güzel ütrücce (ağaç kavunu) gibidir. Kur'an
okumayan mü'm in ise, hurma gibidir ki, onun kokusu yok fakat tadı
lezzetlidir, kur'an okuyan münafık ise kokusu güzel fakat tadı acı reyhana
benzer. Kur'an okumayan münafık ise, tadı acı kokusu da olmayan Ebû Cehil
karpuzu gibidir."[134]
1. Kişi
anlatmak istediği bir şeyi temsil getirerek ifade edebilir.
2. Kur'an-ı
Kerim okumanın hayrı, dünya ehli nazarında kıymetli görünen her şeyin
üstündedir.
3. Camilerde
Kur'an-ı Kerim okumanın ve başkalarına öğretmenin sevabı büyüktür.[135]
1457. ...Ebu
Hüreyre (r.a.); "Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir:
"Fatiha Suresi,
ümmü'I-Kur'an, ümmü'l-kitab ve seb'ü'l-mesânîdir."[136]
Kur'an-ı Kerimin ilk
suresine' Fatiha adının verilmesine sebep, Kur'an-ı Kerimin tertibine,
yazılmasına ve namazda okunmasına bu sure ile başlanılmasıdır.
Müfessirlerin çoğuna
göre bu sure Mekke'de; İmam Mücâhid'e göre ise, Medine'de nazil olmuştur. Biri
Mekke'de biri de Medine'de olmak üzere iki defa nazil olduğunu söyleyenler de
vardır.
Fatiha Suresinin başka
birçok isimleri vardır. Bunlardan üçü, üzerinde durduğumuz hadis-i şerifde
zikredilmiştir.
Ümmü'l-Kur'an:
Kur'an'ın aslı, Kur'an'ın anası demektir. Bu sure Ümmü'l-Kur'ân denilmesinin
çeşitli sebepleri vardır. Bunlar:
1. Fatiha
suresi Kur'an-ı Kerim'in diğer surelerinin aslı, menşe'i ve tohumu gibidir. Bir
şeyin aslına ve menşe'ine "ümm (ana)" denildiği için bı sureye
"Ümmü'l-Kur'an" denilmiştir.
2. Kur'an-ı
Kerim'in asJ ve maksatları dörttür: Bunlar ilâhiyyât, âhiret Peygamberlik, kaza
ve kaderin Allah'a ait olduğudur. Fatiha suresi bu dört unsuru öz olarak
sinesinde toplamaktadır:âyetleri bütün kemal sıfatlarım üzerinde toplayan,
icattan yani ilahiyattan bahseder. O Allah (c.c.)'dir. " -din gününün
mâliki" âyeti, âhirete delâlet eder. “- sadece sana ibâdet eder ve ancak
senden yardım dileriz" âyeti de, her şeyin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu
bildirmektedir.”- = Bizi doğru yola ilet..." ve devamı da yine kaza ve
kaderi Allah'a nisbetle birlikte Peygamberliğin de ispatına delâlet
etmektedir.
îşte İslâm'ın temeli
bu dört esastır. Kur'an-ı Kerim de asıl olarak bunlardan bahsetmektedir. Diğer
meseleler bu dört temel etrafıkıda dönmektedir. Bu dört esas Kur'an-ı
Kerim'deki en büyük maksatlar olunca ve Fatiha Suresi de bu esasları içine
alınca bu sureye "Ümmü'l-Kur'an = Kur'an'ın aslı" denilmesinin sebeb
ve hikmeti ortaya çıkar. Fatihanın ilk yarısı, Mekke'de nazil olan; son yarısı
da Medine'de nazil olan sûrelerdeki mânâların özünü ihtiva etmektedir.
3. Kullaktan
maksat ya ilâhî izzeti veya kulluğun zilletini bilmektir. Bu sure bunların her
ikisine de şâmil olduğu için "Ümmü'l-Kur'an" denilmiştir.
4. Beşeri
İlimler: Ya Allah'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini bilmek olan usul ilmi;
ya Allah'ın hüküm ve teklifleri olan fürû' ilmi ya da ruhanî nurların
görülmesi için içi tasfiye eden ilimdir. Fatiha Suresi bu üç şeyi kendisinde
toplamaktadır. Onun için "Ümmü'l-Kur'an" denilmiştir.
5. "el-Ümm"
Arabça'da "sancak" mânâsına da gelir. Sancak askerin harekâtında esas
olduğu gibi Fatiha Suresi de mü'minlerin sığınağıdır. İnsanların hayatta ve
öldükten sonra dönüş yeri yeryüzü olduğu için arza da "Ümm" denilir.
"Ümmü'I-Kitâb"
bu terkibin mânâsı'da "kitabın aslı, kitabın anası" dır.
"Ümmü'l-Kur'an" ile aynı mânâyı İfade eder. Çünkü bu terkibteki kitabdan
maksat, Kur'an'dır.
Hadis-i Şerifte Fatiha
Suresine ad olarak zikredilen üçüncü söz de “sebü 'I-mesânî' 'dir.
Seb'ü'I-mesânî:
"Tekrarlanan yedi (âyet)" demektir. Fatiha Sûresi yedi âyettir ve her
namazın her rekatında tekrarlanmaktadır. Onun için "her namazda
tekrarlanan yedi âyet" mânâsına olmak üzere Fatiha Suresine
"Seb'ü'l-Mesânî" denilmiştir.
Fatiha Suresinin yedi
âyet oluşunda ittifak olmakla beraber, âyetlerin işâretlenişinde görüş ayrılığı
vardır. Hanefîlere göre Fatihanın başındaki besmele Kur'an-ı Kerim'den
değildir.Buna karşılık müstakil bir âyettir. Şâfiîlere göre ise, besmele Kur'an'dan
bir âyettir. Ancak müstakil bir âyet değildir. Fatiha Suresine Sebü'l-mesânî
adını bizzat Cenab-i Allah vermiştir. Hicr suresinin 87. âyetinde "And olsun
ki sana daima tekrarlanan yedi (âyetli fatiha) ile Kur'an-ı azîmi verdik buyrulmuştur.
Bu sureye
"Seb'ul-Mesânî" denilmesinin hikmeti olarak şunlar da zikredilmektedir:
"Mesânî" "Müstesna" ile alakalı bir kelimedir. Fatiha Suresi
tüm diğer kitaplardan müstesnadır. Peygamber (s.a.) bir hadisinde "Yemin
ederi.n ki, Allah Tevrat'ta, İncil'de, Zebur'da ve Kur'an'da O (fatiha)nun bir
benzerini indirmemiş t ir. Şüphesiz o Seb'ü'l-Mesânî ve Kur'an-ı azimdir"
buyurmuştur.
Fatiha yedi âyettir.
Cehennemin de yedi kapısı vardır. Fatihadan her bir âyet okunduğunda okuyan
için Cehennemde bir kapı kapanır.
Fatiha Sûresinde
Allaha medh ü sena olduğu için bu isim verilmiştir. İbn Abbas'tan yapılan bir
rivayete göre Seb'ü'l-Mesânî el-Bakara'mn başından el-A'raf m sonuna kadar olan
altı uzun sure ile birlikte "Berae veya Yunus sureleridir." Bu
görüşün geniş izahı 1459 numaralı hadisin açıklamasında gelecektir.
Fatiha Suresinin
bunlardan başka da isimleri ve bu isimlerin her birinin verilişinde hikmetler
vardır. Aşağı-yukarı tüm tefsir kitaplarında veriliş sebepleri belirtilen bu
isimlerin en önemlileri: "el-Hamd", "Esas",
"el-Vafıye", "el-Kâfiye", "Kenz",
"es-Salat", "Sure-i Şükür", "Sure-i Dua",
"Sûre-i Şifa" ve "Sûre-i Sual"dir.
Hanelilere göre Fatiha
Suresini farz namazların ilk iki rekatında, nafile namazların her rekatında
okumak vâcibtir.
Şâfiîlere göre ise,
her rekatte Fatiha Suresinin okunması farzdır. Bu mezhep mensublarına göre
imama uyan muktedî ile tek başına kılan münferid arasında fark yoktur. Sadece
imama sonradan uyan mesbûk bu hükmün dışındadır. Mesbûk yetişemediği rekatin
fatihasından mes'ul değildir. Ayrıca hızlı okuyan imamın peşindeki orta hızla
okuyan muktedi, tamamlayama-dığı fatihanın kalanından muaftır. Şâfiîlere göre
Fatihayı bilmeyen kişi Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir yerinden yedi âyet okur,
onu da bilmezse Allah'ı zikreder.[137]
1458. ...Ebu
Said b. el-Muallâ[138]
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre; o namaz kılarken, Resulullah (s.a.)
kendisine uğrayıp onu çağırdı.
Ebu Said dedi ki:
Namazı kıldım (bitirdim) sonra Resul-i Ekrem (s.a.)'e geldim. Efendimiz:
"Bana cevab
vermene ne manî oldu?" dedi.
Namaz kılıyordum,
dedim. "- Allah Azze ve Celle;
"Ey Mü'minler!
Sizi, kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resulüne
icabet ediniz.”[139]
buyurmadı mı? Şüphesiz mescidden çıkmadan önce sana Kur'an'dan -Halid şüphe
etti- veya Kur'an'daki (sevabı) en büyük sureyi öğreteceğim, buyurdu.
Ebu Said devamla şöyle
dedi:
Sözünü bekliyorum
(sözünü hatırla) ya Resulullah! dedim.
"O bana verilen
seb'ül-mesânî, namazlarda tekrarlanan yedi âyet ve Kur'an-ı azimdir"
buyurdu.[140]
Hadis-i Şerifin
Buharı'deki rivayetinde bazı küçük farklılıklar göze çarpmaktadır. Bunların en
önemlisi burada mevcut olmamakla birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in mescidden
çıkmak isteyince râvi Ebu Said b. el-Mualla (r.a.)'nın elinden tutmasının
Buhârî'nin rivayetinde mevcut olmasıdır. Ayrıca Ebû Davud'un rivayetinde Tabiî
râvinin sözü olarak geçen "Ebu Said b. el-Mualla, namaz kılarken
Resulullah (s.a.) ona uğrayıp çağırdı" şeklindeki ifâdeler, Buhâri'de
bizzat Ebu Said'in sözü olarak "ben mescidde namaz kılıyordum. Resulullah
(s.a.) beni çağırdı fakat icabet etmedim" tarzında vârid olmuştur.
Gerek Ebû Davud'un
gerekse Buhârî'nin rivayetlerinden anlaşılıyor ki Ebu Said b. el-Mualla (r.a.)
Mescidi Nebevî'de namaz kılarken Fahr-i Kâinat (s.a.) gelmiş ve Ebu Said'i
çağırmıştır. Ebû Said, Efendimize cevab verdiği takdirde namazının bozulacağım
zannederek karşılık vememiştir. Namazını tamamlamak istemiştir. Namazını
bitirip de Resulüllah'ın yanına varınca, çağırdığında gelmeyişine namazda
olduğunu sebep göstererek özür beyân etmiştir. Buna karşılık Hz. Peygamber
(s.a.): "Allah (c:c.) Kur'an-ı Kerim'de; "Ey iman edenler sizi,
kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah'a ve Resulüne icabet
ediniz" buyurmadı mı?" diyerek tarizde bulunmuştur. Şüphesiz adı
geçen sahâbi Efendimizin hatırlattığı âyet-i kerimeyi biliyordu. Fakat namazda
iken namazı terkedip Hz. Peygamberin dâvetine uyulacağını bilmiyordu.
Resülullah Efendimiz
bu âyeti okuduktan sonra "Ya Ebâ Saîd! Şüphesiz sana mescidden çıkmadan
önce Kur'an'daki en büyük sureyi öğreteceğim" buyurmuş, fakat susmuştur.
Bu ifadedeki “en büyük sure"den maksat, "sevabı en büyük
sure"dir. Bazı âlimler Efendimizin bu sözüne dayanarak Kur'an-ı Kerim'deki
surelerin bir kısmını diğerlerinden üstün tutmanın caiz olduğuna
hükmetmişlerdir. Eş'arî ve diğer bazı âlimler ise, buna karşı çıkarak
"aşağı görülen sure efdal derecesinden daha noksandır. Halbuki Allah'ın
isimlerinde sıfatlarında vekelâmında noksanlık olamaz" demişlerdir. Ancak
bazı-surelerin diğerlerine nisbetle daha efdal olabileceğini bildiren birçok sahih
hadîs vardır. Bu hadisler Eş'ârî ve onun görüşünde olanların sözlerine muhalif
düşmektedirler. Sonra sureler arasındaki üstünlük sıfat yönünden değil, mana
yönündendir. Allah'ın kelâmı ve sıfatı olmaları yönünden ise hiçbir surenin
diğerinden üstünlüğü yoktur. Bu konuda 1460 nolu hadiste biraz daha tafsilat
gelecektir.
Hadis-i şerifin
siyakından anlaşıldığı üzere, Hz. Peygamber "sana Kur'-atı'daki en büyük
sureyi öğreteceğim" dedikten sonra, bu sözünü unutmuş Buhârî'nin
rivayetine göre Ebu Said'in elinden tutup mescidden çıkmak istemiştir. Bunun
üzerine Ebu Said "Ya Resulalah! Sözünü hatırla (sözünü bekliyorum)"
diyerek Efendimiz (s.a.)'e biraz evvel söylediğini hatırlatmıştır. Bu
hatırlatma Buhârî'de "Ya Resulallah! Sana kurandan bir sure öğreteceğim
ki, O Kur'an'daki surelerin en büyüğüdür, demedin mi?" şeklinde İfâde
edilmektedir. Bu hatırlatma üzerine Hz. Peygamber (s.a.) "- (O sure)” dir
ki, o bana verilen Seb'ül-Mesânî namazlarda tekrarlanan yedi âyet ve Kur'an-i
azimdir" buyurmuştur.
Seb'ül-Mesânî
konusunda bundan evvelki hadisin şerhinde yeterli bilgi verilmiştir.
Resulüllahın bu son sözünde "Kur'ân-ı Azim"in
"Seb'ül-Mesânî" terkibi üzerine atfedilmesi, iki şeyin arasını ayıran
atıf değil, atf-i murâdif-tir. Yani hem "Seb'ül-Mesani" hem de
"Kur'an-ı azîm"den maksat, Fatiha Süresidir. Fatiha Suresine
"Kur'an-ı azim" denilmesine sebep, Fatihanın Kur'an-ı Kerim'in
tamamında tahakkuku istenilen mânâları öz olarak ihtiva etmesidir. Bu konuda
bundan önceki hadisin şerhinde açıklanmıştır.
Bu hadiste mevzuu
bahsedilen olay, Ebu Said b. el-Mualla'nm başından geçmiştir. Tirmizî'nin Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği başka bir haberde ise, aynen buradakine benzer
bir olayın Übey b. Ka'b için vaki olduğu bildirilmektedir. Tirmizî'deki bu olay
şu şekildedir:
Ebu Hureyre (r.a.)'den
rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.) Ubey b. Ka'b (r.a.)'in yanına çıkıp
o namaz kılarken "Ey Übey!" diye seslendi. Übey döndü (fakat) cevab
vermedi. Namazını kısa kesip Resülullah (s.a.)'a geldi ve "es-Selamü
aleyke ya Resulullah!" diye selâm verdi. Efendimiz Übeyy'in selamım alıp:
"Ey Übey! Ben
çağırdığım zaman bana cevab vermene mani olan nedir?" buyurdu. Übey:
Ya Resulullah! Namazda
idim diye özür beyân etti. Bunun üzerine Re-sülullah (s.a.)-:
"Bana vahyolunan
(Kur'an)da, Resulullah sizi, size hayat verecek bir şeye çağırdığı zaman,
Allah'a ve Resulüne icabet ediniz, diye (bir âyet) bulmadın mı?" buyurdu.
Übey:
Evet Ya Resulallah,
inşallah bir daha tekrarlamam cevabını verdi. Beyhakî, aynı olayın bir defa Ebu
Said b. el-muaüâ'mn bir defa da Ubey b. Ka'b'ın başından geçtiğini söyleyerek
iki hadisin arasını bulma yönüne
gitmiştir. el-Askalânî
de her iki hadisin çıkış yerlerinin ve siyaklarının farklılığına dikkati
çekerek Beyhakî'nin dediğini almak gerektiğini bildirir.
Aynı olayın Ebu Said
el-Hudrî (r.a.)'nin başından da geçtiğini söyleyenler de olmuş ise de, bu
el-Askalânî'nin dediği gibi vehimdir.[141]
1. Fatiha son
derece faziletli bir sûredir.
2. Kur'an-i
Kerim surelerinin birbirine nisbetle sevab yönünden üstün olmaları caizdir.
3. Hz.
Peygamber (s.a.) bir müslümanı çağırdığı zaman, derhal cevab vermek vâcibtir.
Müslümanın namazda olması hükmü değiştirmez. Ancak Resulüllahın dâvetine uymak
için namazı kesen bir kimsenin namazının bozulup bozulmadığı Hanefî ve Şafiî
âlimleri arasında ihtilaflıdır. Bu ihtilaflardan birini diğerine tercih etmeyi
gerektiren bir özellik yoktur. Malikîlerdeki esah olan görüşe göre, namaz bâtıl
olur.
4. Bir şeyi
emr veya nehyetmekle görevli olan kişi davetini hikmet ve mev'izâ-i hasene ile
yerine getirmelidir.[142]
Bu başlığın iki ayrı
mânâya ihtimali vardır. Bunlar:
1. Fatiha
Suresi ihtiva ettiği geniş mânâlar itibariyle uzun surelerdendir.
2. Seb'ül-mesânî,
uzun surelerdir. Bu durumda başlıktaki zamiri bundan önceki hadis-i şerifteki
"Seb'ül-mesânî" terkibinin yerini tutar, harf-i cerri de zâid olur.
Aşağıdaki hadis-i
şerifin anlaşılması bu iki ihtimâle göre farklılık gösterecektir.[143]
1459. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki:
Resûlullah (s.a.)'a
uzun seb'ül-mesânî verilmiştir. Musa (a.s.)'a da altı levha verilmişti. Ancak o
levhaları atınca ikisi kaldırıldı. Dört tane kaldı.[144]
Yukarıda da işaret
edildiği gibi Seb'ül-Mesânî’nin iki mânaya ihtimali vardır; Birincisi: Fatiha
süresidir. Buna göre uzun olan, onun âyetlerinin ihtiva ettiği mânânın
genişliğidir.
İkinci ihtifal de, bu
haberdeki Seb'ül-mesânî'den maksadın, Kur'an-ı Kerim'in baş tarafındaki uzun
sureler olmasıdır. Bu durumda hadisin mânâsı; "Resulullah (s.a.)'a yedi
uzun sure verilmiştir" olur. Bu sureler, el-Bakara, Âl-î İmrân, en-Nisâ,
el-Mâide, el-En'am, el-A'raf ve et-Tevbe sureleridir. Nesâî'deki bir rivayette
İbn Abbas Hazretleri, Seb'ül-Mesânî'yi bu yedi sûrenin isimlerini sayarak
tefsir etmiştir.
İbn Cerîr'in,
Tefsirinde yine İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir haber de Nesâî'nin rivayeti
ile aynı mânâyı ifade etmektedir. Ancak İbn Cerîr'in rivayetinde râvilerden
İsrail, ilk altı surenin isimlerini saymış "îbn İshak yedincisini de
söyledi ya unuttum" demiştir.
Ebû Dâvûd
"Seb'ül-mesânî" konusunda birinci görüşü, yani onun, yedi âyetli
fatiha suresi olduğunu tercih etmiş, sarihler de ona uymuşlardır. Yine İbn
Cerir'in İbn Abbas'tan yaptığı başka bir rivayet de bu tercihi desteklemektedir.
İşaret edilen rivayet şöyledir: İbn Abbas (r.anhuma) " = Şüphesiz biz sana
Seb'ül-mesânFyi verdik"[145]
âyet-i kerimesi hakkında, "O ıseb'ül mesânî) fatiha süresidir..."
demiştir.
Hadis-i şerifin
devamında Hz. Musa'ya altı levha verildiği ve Musa aley-hisselâm'ın bu
levhaları yere atınca ikisini kaldırıp geriye dört levha kaldığı
bildirilmektedir. Süyûtî'nin Dürrü'l-Mensûr'daİbn Abbâs'dan rivayet ettiği bir
haberde bu bölüm şu şekilde ifâdelendirilmiştir:"Hz. Musa (a.s.) levhaları
atınca, onlar kırılıp kaldırıldı. Ancak altıda biri kaldı." Yine İbn Abbas'tan
rivayet edilen başka bir haber de şöyledir: "Allah Azze ve Celle Musa
(a.s.) için içerisinde mev'iza ve herşeyin tafsili olan levhalar yazdı. Ancak
Musa (a.s.) onları atınca Allah (c.c.) o levhaların yedide altısını kaldırdı sadece
yedide biri kaldı. Allah azze ve celle onların nüshasında hidayet ve rahmet
vardır" buyurur. O, levhalardan kalandadır."
Hz. Musa'nın zikri
geçen levhaları atması, Cenab-ı Hak ile münacâttan döndüğü zaman olmuştur.
Kavminin yanına gelip de onların buzağıya taptıklarını görünce sinirlenmiş ve
Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları fırlatmıştır. Bunun üzerine bu levhalardan
ikisi Allah tarafından kaldırılmış, geriye dört tanesi kalmıştır. Beğavî
kaldırılan levhalarda gayba ait haberlerin, kalanlarda da va'z, ahkâm helâl ve
haramın bulunduğunun râviler tarafından nakledildiğini söylemektedir.[146]
1460.
...Ubey b. Ka'b (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) (bana);
"Ya Ebe'l-Münzir!
Allah'ın kitabından senin ezberinde olan hangi âyet (sevab yönünden) daha
büyüktür?" dedi.
Allah ve Resulü daha
iyi bilir, dedim. Resülullah (s.a.) tekrar:
“Ya Ebe'l-Münzir!
Allah'ın kitabından ezberinde olan hangi âyet (sevapça) daha büyüktür? diye
sordu.
= Hayy ve kayyum olan
Allah'tan başka ilâh yoktur" (âyetidir,) dedim.
Bunun üzerine
Peygamber'(s.a.) göğsüme vurdu ve;
"İlim sana
mübarek olsun, ey Ebe'l-Münzir" buyurdu.[147]
Hadis-i şerifte bahsi
geçen "Ebu'l-Münzir", Übey b. Ka'b (r.a.)'in künyesidir.Buradaki
rivayette bu terkibin başında nida harfi (yâ) hazfedilmiştir. Müslim'in
rivayetinde ise bu harf mevcuttur.
Peygamber (s.a.) Ubeyy
(r.a.)'e "Senin ezberinde olan hangi âyet..." diye sorarken onun
bildiklerini öğrenip şeref ve faziletini ortaya koymak istemiştir. Hz. Ubey,
Resûlullah devrinde Kur'an-ı Kerim'in tamamını bilen hafızlardandır.
Metinde açıkça
görüldüğü gibi Peygamber (s.a.)'in ilk sorusuna, Übey (r.a.) "Allah ve
Resulü daha iyi bilir" karşılığını verdiği halde Efendimiz aynı soruyu
tekrarlayınca, yani âyetü'l-Kürsî cevabını vermiştir. Hz. Übeyy'in somya ilk
sorulduğunda cevap vermeyip Allah'a ve Resulüne havale etmesi edebinden dolayı
olabileceği gibi, en efdal âyetin kendi bildiğinden başkasının olabileceği
ihtimali veya bu büyük âyeti Resûlullah'ın ağzından duyma arzusu da olabilir.
Fahr-i Kâinât'ın cevab
kendisine havale edildikten sonra aynı soruyu tekrarlaması, vahy yoluyla
Übeyy'in bu sorunun cevabını bildiğine muttali olmasından dolayı olsa gerektir.
Hz. Übeyy de Resûl-i Ekrem (s.a.)'in soruyu tekrarladığını görünce, cevabın
kendi bildiği olduğunu hissetmiş ve söyleyivermiştir.
Übeyy'in, soru ilk
sorulduğunda cevabı bilmediği halde keyfiyeti Allah ve Resulüne havale ettikten
sonra Allah'ın bir lutfu olarak kendisine ilham edilip, onun da bu ilham
üzerine cevab vermiş olması da mümkündür.
Hadîs-i Şerifte
görüldüğü gibi Hz. Peygamber Übey (r.a.)'ın cevabını pek beğenmiş ve eli ile
göğsüne yavaşça vurarak "ilim sana mübarek olsun" buyurmuştur. Bu,
Übeyy'in ilminin yüksekliğine işarettir.
Hadis-i şerif
Âyetü'l-Kürsî'nin sevab itibariyle Kur'ân-ı Kerim'in en büyük âyeti olduğunu
bildirmektedir. Nevevî'nin beyânına göre, bu üstünlük mezkûr âyetin Allah'ın bütün
isim ve sıfatlarının asıllarını yani ilâhtık, vahdaniyet, hayat, ilim, mülk,
kudret ve irâdeyi kendisinde toplamış olmasıdır. Bu yedi sıfat, Allah (c.c.)'ın
isim ve sıfatlarının esaslarıdır. Bu âyet-i kerime tüm kemâlâtm Allah'a ait
olduğuna ve Cenâb-ı Hakk'ın bütün noksanlıklardan münezzeh bulunduğuna delâlet
eden ana meseleleri içinde toplamaktadır. Allah'ın birliği, azameti, yüce isim
ve sıfatları hep bu âyette yer almıştır. İçerisinde Allah'ın adı açık ve gizli
onyedi defa zikredilmektedir.
Âyetü'I-kürsî, kelime
kelime incelendiğinde Kur'an'ın en büyük âyeti oluşunun sebebi ortaya çıkar:
" = kendinden başka ilâh olmayan Allah diridir", Cenâb-ı Allah'ın zât
ve celâline işarettir. kendi kendine kâim olan demektir. Bu, azamet ve celâlin
son haddidir. " = Onu ne bir uyuklama ne de bir uyku tutar." Bu,
Allah'ı yaratıkların sıfatlarından tenzih ve takdîsdir. " = Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi onundur," fiillerin birliğine işarettir. Çünkü bütün
fiiller O'ndandır ve O'na dönücüdür. " = Onun izni olmadan yanında şefaat
edecek kimmiş?" âyeti Allah'ın hüküm, emir ve mülkte tek olduğuna, onun
yanında kendisinin izin vermediği hiçbir kimsenin şefaat edemeyeceğine delâlet
etmektedir. Bu âyet, mülk ve emirde Allah'a ortak olmayacağını kesin olarak
göstermektedir .O"(yarattıkîanmn) önlerindekini, arkalanndakini bilir.
Onun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi
kavyaramazlar." Cenabı Hakk'm ilim sıfatına, bazı bilgilerin tafsilinin ve
ilminin sadece ona ait olduğuna işarettir. Gerçek şu ki, Allah'tan başka
hiçbir kimsede, onun irâde ve dilemesiyle verdiğinden başka ilim yoktur. "
= O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır." Allah'ın mülkünün
büyüklüğüne ve kudretinin kemâline işarettir. " = Bunların muhafazası ona
ağır gelmez." Onun izzetinin kemâline za'f ve noksanlıklardan münezzeh
olduğuna işarettir. = O çok yüce, çok büyüktür." O Allah, yaratıkların
sıfatlarından münezzeh, kibriyâ ve azametle muttasıftır. Bu da işte bu iki
büyük sıfata işaret etmektedir.
Görüldüğü gibi
âyetü'l-kürsîson derece yüce mânâları, sinesinde toplayan bir âyettir. Bu
mânâlara sahib olan başka hiçbir âyet mevcut değildir. Gerçi Haşr Suresinin
sonundaki ve Hadîd Suresinin başındaki ayetler, yukarıda zikr edilen mânâları
ihtiva etme yönünden âyetü'l-kürsî'ye yakındırlar, ama bunlar bir tane değil,
birkaç tane âyettir. Üstelik âyetü'l-kürsî bu işaret edilenlerden sıfatları ile
farklılık göstermektedir ki, bu isimler, -âlimlerin çoğuna göte- ism-i
a'zamdır.
Yalnız şunu
hatırlatmak gerektir ki, Âyetü'l-Kürsî'nin bu derece büyük faziletlere sahib
olması diğer âyetlerin noksanlığını gerektirmez. Çünkü Allah'ın kelâmında
noksanlık tasavvur edilemez. Öyleyse üstünlük ya sevap yönündendir ya da
birbirine nisbetledir. 1457. hadisin şerhinde bir nebze temas edilen bu konu,
"hadisten çıkarılabilecek hükümler" kısmında tekrar ele alınacaktır.
Âyetü'l-kürsî'nin
büyüklüğüne delâlet eden başka hadisler de vardır. Bunlardan birkaç tanesini
aktarmakta fayda görüyoruz.
Ebû Hüreyre (r.a.)
anlatır: "Peygamber (s.a.) ramazan (ayında) zekâtını korumak üzere beni
vekil tayin etti. Birisi gelip yiyecekten avuçlamaya başladı. Adamı yakalayıp:
Seni mutlaka
Resulüllah (s.a.)'a götüreceğim, dedim.
Bırak beni çünkü
muhtacım, çoluk çocuğum ve çok ihtiyacım var dedi. Bırakıverdim gitti. Sabah
olunca Hz. Peygamber;
"Ey Ebâ Hüreyre!
Dün gece esirine ne yaptın?"" diye sordu.
Ya Resulellah! Çok
muhtaç olduğundan şikâyet etti, acıdım, salıverdim, dedim.
“Dikkat et, o
yalancıdır, tekrar gelecektir" dedi.
Resûlullah (s.a.)'m
"O tekrar gelecektir" sözü üzerine onun yine geleceğini anlayıp
gözetledim. Adam yine zahireden avuçlamaya başladı, ben de onu yakaladım ve:
Seni mutlaka
Resulullah (s.a.)'ın huzuruna çıkaracağım, dedim.
Beni bırak muhtacım,
çoluk çocuğum var, bir daha dönmeyeceğim, dedi.
Acıdım ve yine serbest
bıraktım. Sabah olunca Hz. Peygamber (s.a.); "Ey Ebâ Hüreyre! Esirine ne
yaptın?" dedi.
Çok ihtiyacı ve
çoluk-çocuğu olduğundan şikâyet etti, ben de acıyıp salıverdim, dedim.
"Ama o şüphesiz
sana yalan söyledi, tekrar gelecek" buyurdu. Onu üçüncü kez gözetledim.
Adam zahireden yine avuçlamaya başladı. Hemen onu yakalayıp:
Bu sefer seni mutlaka
Resulüllah'ın huzuruna çıkaracağım. Bu üçüncü kerredir ki, bir daha
dönmeyeceğini söyleyip yine dönüyorsun, dedim.
Beni bırak sana birkaç
kelime öğreteyim. Allah onlarla sana fayda verir, dedi;
Onlar nedir?"
dedim.
Yatağına uzandığın
zaman âyetü'l-kürsî'yi bitinceye kadar oku. O zaman senin üzerinde devamlı
olarak Allah'tan bir muhafız bulunur ve sabah oluncaya kadar sana şeytan
yaklaşamaz dedi.
Adamı yine salıverdim.
Sabah olunca Resulüllah (s.a.); "Dün gece esirine ne yaptın?" diye
buyurdu.
Ya Resulallah!
Allah'ın kendileri sebebiyle bana menfaat vereceğini söylediği bazı kelimeler
Öğretti, ben de serbest bıraktım, dedim.
"Onlar
nedir?"dedi.
Bana '"yatağına
uzandığın zaman başından sonuna kadar âyetü'l-kürsîyi oku, devamlı olarak
üzerinde Allah'dan bir muhafız bulunur ve sabah oluncaya kadar sana şeytan
yaklaşamaz, dedi.
[Râvi dedi ki: Onlar
zaten hayır işlemeye hırslı idiler]. "- O yalancı olduğu halde, işte bunu
doğru söylemiş, üç geceden beri konuştuğun adamın kim olduğunu biliyor musun,
ey Ebâ Hüreyre?"
Hayır!
"O
şeytandı."
İbn Hıbban'ın, Ubey b.
Ka'b'm babasından rivayet ettiği haber de şöyle:
Ka'bların bir hurma
harmanı vardı. Orada ne kadar hurma olduğunu biliyordu. Hurmanın eksildiğini
görüp bir gece bekledi. Bir de ne görsün erginlik çağına giren bir gence
benzeyen bir canlı!
Übey dedi ki, babam
ona selâm vermiş o da selâma karşılık vermiş: Übeyy'in babası Ka'b bundan
sonrasını şöyle anlatır:
Sen insan mı, yoksa
cin misin?
Cin.
Elini bana var, dedim
bir de ne göreyim. Bir köpek eli ve bir köpek kılı.
Cin böyle mi olur?
Benim bildiğim cinler
arasında benden daha kıllıları var.
Bu işi (hurma çalmayı)
niçin yapıyorsun?
Senin sadakayı sevdiğini
duydum da, senin yemeğinden bana da nasip olmasını istedim.
Bizi sizden ne korur?
Şu âyet yani
âyetü'l-Kürsî. Bunun üzerine ben de onu bıraktım.
Übey dedi ki:
Sabahleyin babam Resulüllah (s.a.)'a gidip olayı haber vermiş. Hz. Peygamber
(s.a.) "Habis doğru söylemiş” buyurmuş.
Görüldüğü gibi bu iki
olay âyetü'l-Kürsî'nin cinlerin ve şeytanların belâsını def eden bir âyet
olduğuna delâlet etmektedir.
Ebû Zer (r.a.)'den
rivayet edilmiştir. Dedi ki:
Hz. Peygamber'e:
Ya Resulullah! Sana
indirilen âyetlerin hangisi daha büyüktür? dedim. "Âyetü'î-Kürsî, yani
Resulüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim namazın
ardında âyetü'l-kürsiyi okursa, diğer namaza kadar Allah'ın
zimmetindedir."
Hz. Ali şöyle der:
"Eğer,
âyetü'l-kürsfnin faziletini bilseydiniz onu hiç bir halde terk etmezdiniz.
Şüphesiz Resulullah (s.a.) "âyetü'I-kürsi bana arşın altındaki bir
hazineden verildi. O benden evvel hiçbir peygambere verilmedi," buyurdu."[148]
Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur:
"Bakara suresi
(var ya) işte Kur'ân âyetlerinin en üstünü ondadır. Bir evde âyetü'l-kürsî
okunur da orada şeytan olursa, mutlaka çıkıp gider."[149]
1. Bir
insanı yüzüne karşı övmek caizdir. Ancak bu maslahat bulunduğu ve karşıdakinin
kibre kapılmasından korkulmadığı zaman olur.
2. Âyetü'l-Kürsî
Kuf'an-ı Kerim'in sevapça en büyük âyetidir.
3. Kur'an-ı
Kerim'in bazı âyetlerini diğerlerine üstün tutmak caizdir.
1458 numaralı hadisin
açıklamasında da kısaca temas edildiği gibi Kur'-an'ın bir kısmının diğer
kısmına üstün tutulması cumhura göre caizdir. Ne-vevî bu konuda Kadı İyaz'dan
şunları nakleder: "Bu hadis Kur'an'ın bir kısmını bir kısmına üstün
tutmanın caiz olduğuna delildir. Aynı şekilde, buna göre Allah'ın kitaplarının
birbirine üstün olması da caizdir. Ancak konu âlimler arasında ihtilaflıdır.
Ebu'l-Hasen el-Eşârî, Ebu Bekir Bakıllanî, fa-kih ve âlimlerden bir grub Kur'an
âyetlerinin birbirine nisbetle efdal olmalarını caiz görmezler. Çünkü onlara
göre Kur'an'ın birkısmını üstün görmek diğerlerinin noksan olmasını gerektirir
ki, Allah kelâmında noksanlık bulunamaz. Bunlar hadislerdeki bazı âyetlerin ve
surelerin üstünlüğüne delâlet eden ifâdeleri büyüklük ve fazilet olarak te'vil
etmişlerdir.
Şerhu Akâid'de
Teftezanî şöyle der: "Hadiste vârid olduğu üzere bazı surelerin daha efdal
olması caizdir. Üstünlüğün hakikati, bir sûrede Allah'ın zikri çok olduğu ve
okuyana daha faydalı olduğu için okumasının efdal oluşudur. Diğer kitapların
okunması-yazılması ve hükümleri Kur'an'la neshedilmiştir."[150]
Samed Suresi diye
başlayan îhlâs süresidir. Bu sureye "Samed suresi" denilmesine sebep
ise, içerisinde "samed" isminin geçmesidir.
Samed'in âlimler
tarafından bir çok mânâsı nakledilmektedir. Bunlar içerisinde en meşhur olanı
"herkesin ve herşeyin daima kendisine muhtaç olup müracaat ettiği,
kendisinden daha üstünü olmayan ebedî ve daimî olan efendi" demektir.
Samed, Allah (c.c.)'in 99 isminden birisidir.
Bu surenin
"Samed" ve "İhlâs" dan başka bir çok isimleri vardır. Bazı âlimler
bunların sayısını yirmiye kadar çıkarırlar. Bu isimlerin en meşhurları;
Tevhîd, Marifet, Tefrîd, Tecrîd ve Necât'dır.[151]
1461. ...Ebu
Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre;
Bir adam başka birinin
suresini tekrar tekrar okuduğunu duydu. Sabah olunca Resülullah (s.a.)'a gelip
bunu azımsa-yarak arz etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"Bana sahib olan
Allah'a yemin ederim ki, O (sure) Kur'an-i Kerim'in üçte birine denktir"
buyurdu.[152]
Hadis-i şerifte ne
Kur'an okuyanın ne de dinleyenin isimleri verilmemiştir. el-Askalânî ve İbn
Abdilber, Kur'an'ı dinleyenin bizzat hadisi nakleden Ebu Said el-Hudrî,
okuyanın da onun ana bir kardeşi olan Katâde b. en-Nu'man olduğunu söylerler.
Aynı hadisi Dâre-kutnî'nin yine Ebu Said'den, "Benim bir komşum vardı.
Geceleri kalkar dan başka birşey okumazdı" şeklinde Ahmed b. Hanbel'-in de
"Katâde b. Numan tüm geceyi okuyarak geçirdi" ifadeleriyle rivayet
etmeleri, Askalânî ve İbn Abdilberr'in söylediklerinin doğru olduğunu
gösterir.
Bu durumda hadis-i
şeriften anladığımıza göre, Ebu Said el-Hudrî (r.a.) komşusu ve aynı zamanda
kardeşi olan Katâde b. en-Numan (r.a.)'in geceleyin İhlâs suresini tekrar
tekrar okuduğunu duymuş ve bunu kendince az bulmuştur. Kur'an-ı Kerim'in bunca
uzun sure ve âyetleri dururken onun bu küçük sureyi okuması Ebu Said'i böyle
bir hisse itmiştir. Sabah olunca Ebû Said el-Hudrî, durumu Hz. Peygambere arz
etmiş fakat hiç ummadığı
bir cevab ile
karşılaşmıştır. Çünkü onun az bulduğu İhlâs Suresi için Resulullah (s.'a.)
yemin ederek, "O, Kıır'an'in üçte birine denktir" karşılığını vermiştir.
İhlâs Suresinin,
Kur'an'ın üçte birine denk oluşunun muhteva yönünden mi, yoksa okuyana
verilecek sevab itibariyle mi olduğu konusunda değişik görüşler ortaya
atılmıştır.
el-Askalânî'nin
ifâdesine göre, bazı âlimler İhlâs Suresinin zahiri olarak yani muhteva
itibariyle Kur'an'ın üçte birine denk olduğunu söylerler. Çünkü Kur'an-ı Kerim
kıssalar, ahkâm ve akâid olmak üzere üç ana mevzu-yu ihtiva etmektedir. İhlâs
suresi, akaidi öz olarak içinde topladığına göre, Kur'an-ı Kerim'in üçle biri
olmuş olur. Müslim'in Ebu'd-Derdâ vasitasıyle Peygamber (s.a.)'den rivayet
ettiği şu hadis-i şerif bu anlayışa kuvvet vermektedir:
“Sizden biri hergün
Kur'an'ın üçte birini okumaktan âciz mi?"
Evet, dediler. Buna
karşılık Resûlullah (s.a.):
"Şüphesiz Allah
Teâlâ, Kur'an'ı üç bölüme ayırdı ve ı Onun üçte biri kıldı," karşılığını
verdi.
Zürkânî'nin
kaydettiğine göre, İbn Abdilber yukarıdaki görüşe itiraz ederek şöyle demiştir:
"Kur'an-ı Kerim'de itikad ve tevhide âit esasları İhlâs suresinden daha
detaylı ihtiva eden âyetler vardır. Meselâ âyetü'l-kürsî, Haşr suresinin sonu
bunlardandır. O halde yukarıdaki mülâhazalarla İhlâs suresine Kur'an'ın üçte
biri demek, uygun değildir."
Ebu'l-Abbâs el-Kurtubî
de İbn Abdilberr'in bu itirazını şu şekilde reddetmiştir: Bu sure Allah
(c.c.)'in tüm kemâl sıfatlarını bünyesinde toplayan iki ismini ihtiva
etmektedir: "Ehad ve Samed"... Bu iki isim, başka hiç bir surede bir
arada bulunmamıştır. Bu iki is*Si-i celâlin üstünlüğü, tüm kemâl sıfatlarla
muttasıf olan Allah'ın birliğine delâlet etmeleri yönündendir. Çünkü bunlardan
"el-Ehad", onun kendisine hiçbir eş olmayan hâs varlığına;
"Samed" de kemâl sıfatların tamamına delâlet etmektedir. Çünkü o
şeref ve üstünlüklerin kendisinde son bulduğudur. İsteklerin merciî onadır ve
ondandır. Bu durumda olan biri de ancak tüm kemal sıfatların sahibi Allah
(c.c.)'dır. Bu sure Allah'ın zat-ı mukaddesini bilmeyi gerektiren şeyleri şâmil
olduğuna göre, Allah'ın zatî ve fiilî sıfatlarına nisbetle üçte bir olmuş Olur.
Bir başka görüşe göre
İhlâs suresinin Kur'an'ın üçte birine denk olması, okuyanın alacağı sevab
yönündendir. Yani îhlâs suresini bir defa okuyan Kur'an-ı Kerimin üçte birini;
üç defa okuyan da tamamını okumuş gibi sevab alır.
Bu görüşe de itirazlar
yapılmış ve o itirazlara cevaplar verilmiştir. Bunların özeti şudur:
Hz. Peygamber bir
hadiste: "Kur'an-ı Kerim'i okuyan kimseye her harf için on hasene
vardır" buyurmuştur. O halde Kur'an-ı Kerim'i okuyan kimse İhlâs
suresinden alacağı sevabdan kat kat fazla alır. Öyleyse hadisi bu mânâya almak
doğru değildir.
Devvânî, bu itiraza şu
şekilde cevab verir: *'Kur'an-ı Kerim'i okuyana iki türlü sevab verilir: Bunlar
tafsili ve icmalidir. Tafsilî olanı her bir harfe mukabil verilen sevâb;
icmalisi de Kur'an'ın hatminde verilen sevaptır. İhlâs suresini okuyana
Kur'an'ı hatmetmenin üçte bir sevabı verilir."
Bu konuda
söyleneceklerin en güzeli şudur: Cenab-ı Allah'ın, kendisinde güçlük olmayan
bazı ibadetler için, onlar ayarında hatta onlardan çok daha meşakkatli
ibâdetlere verdiğinden daha fazla sevab vermesine hiçbir mani yoktur. Çünkü bu,
Allah için hiç de zor değildir. Onun fazl ve kereminin hududu yoktur. Allah
Teâlâ'nın Kur'an okuyana her harf için on ecir, İhlâs okuyana da bundan kat kat
fazla ecir vermesi hiç de garipsenecek bir durum değildir.O halde İhlas
Suresini okuyana, Kur'an'ın üçte birini okuyana verilen sevabın verilmesi
gayet normaldir. En iyisi bu ve benzeri konuları Allah'ın ilmine bırakmaktır.
Allah'ın bilgisini kendisine tahsis ettiği müteşâbihlerden murad budur. İhlâs
okuyanın, Kur'an'ın üçte birini okuyana denk sevab alması keyfiyeti mâhiyet
itibariyle aynı olan bazı zaman ve yerlerde yapılan ibâdetlerin başkalarında
yapılandan daha çok sevaba mukabil olmasından daha zor anlaşılır bir şey
değildir. Hatta bazı ibâdetlerin bazı zaman ve yerlerde ifâsının vâcib,
bazılarında ise, haram oluşundaki hikmeti anlamak daha zordur. İşte bütün
bunların hikmetini en iyi bilen Allah (c.c.)dır.
el-Askalânî,
Fethü'l-Bârî'de İhlas Suresini okuyana, sevabının katlanıp Kur'an'ın üçte
birini okuyana verilecek olan sevabın denginin verileceği görüşünü tercih etmiştir.Ukaylî'nin
rivayet ettiğ i üç kere okuyan Kur'an'ın tamamını okumuş gibidir" mânâsına
gelen hadis bu tercihi takviye etmektedir.
İshak b. Râhûye ve
Ahmed b. Hanbel bu hadisin müteşâbih olduğunu ve bu konuda susmanın konuşmaktan
daha doğru olacağını söylerler.
Hadis-i şerif thlas
Suresinin faziletine delâlet etmektedir. Aynı konuda bir çok hadis vârid
olmuştur. Bunlardan bazılarının mealleri şöyledir:
Ebu Hüreyre (r.a.)'den
rivayet edilmiştir. Der ki: "Resülullah (s.a.)'le beraber geliyorduk.
Efendimiz okuyan bir adamı duyup "Vâcib oldu" buyurdu.
Ne, Ya Resulellah?
diye sordum.
"Cennet"
buyurdu.
Adama gidip müjdelemek
istedim fakat Resülullah (s.a.)'le birlikte kahvaltıyı kaçıracağımdan korkup
onunla kahvaltı etmeyi tercih ettim. Kahvaltıdan sonra gittim ama adam
gitmişti.
Resülullah şöyle
buyurmuş:
"on defa okuyana*
o sayede cennette bir köşk yapılır. Yirmi defa okuyana iki, otuz defa okuyana
da üç köşk yapılır." Hz. Ömer bunu duyunca:
Ya Resûlallah, öyleyse
biz köşklerimizi çoğaltırız, deyince: Hz. Resul: " Allah bundan çok daha
geniş (çok fazlasına muktedir)dir" cevabım vermiştir.[153]
Bir adam Resülullah
(s.a.)'a:
Ey Allah'ın Resûlu!
Kur'an'ın hangi suresi daha büyüktür? diye sormuş. Efendimiz:
cevabım vermiştir.
Hz. Aişe'den rivayet
edildiğine göre:
Peygamber (s.a.)
ashabdan bir zatı askeri bir birliğe komutan tayin ederek savaşa göndermişti.
Bu zat arkadaşlarına kıldırdığı namazlarında Kur'an okur ve devamlı olarak
(ikinci rekatı) ile bitirirdi. Birlikte-kiler Medine'ye döndüklerinde durumu
Hz. Peygamber'e arz ettiler. ResuIüllah (s.a.):
"Sorun ona
bakalım, niçin böyle yapıyormuş?" buyurdu. Onlar da gidip kumandana
sordular. Şu cevabı verdi:
Çünkü o sure Rahmanın
sıfatıdır. Onun için bu sureyi okumayı severim. Kumandanın cevabım Resülullah
(s.a.)'a ilettiklerinde Efendimiz:
"Ona haber
veriniz, Allah da onu seviyor," buyurdu.
Cabir (r.a.),
Resulüllah'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Üç şey var ki, her
kim mü'min olduğu halde onları yaparsa Cennete islediği kapısından girer ve
dilediği kadar huri ile evlenir. Bunlar:
(Yakınının) katili(ni)
affeden, gizlice (aldığı) borcu ödeyen ve her farz namazın arkasında
"İhlâs" suresini on defa okuyandır." Ebu Bekir (r.a.):
O üçünden birini
yapan? (O üçünden birini yapan da cennete girer mi)? dedi. Hz. Peygamber:
“Evet birini yapan
da..." buyurdu.[154]
Bütün bu hadisler
ihlâs suresinin kadrinin ne kadar yüce olduğunu göstermektedir. Onun için bu
surenin nüzul sebebini ve mealini de buraya almak yerinde olacaktır.
Beydavî Tefsir'inde
bildirildiğine göre, Mekke müşrikleri Peygamber (s.a.)'e:
"Bizi inanmaya
davet ettiğin Rabbini bir anlat" dediler. Bunun üzerine bu sure nazil
oldu. Meali şöyledir:
"(Habibim
müşriklere) de ki: O bir Allah'tır, Allah uludur ve her varlığın merci'idir. O
doğurmadı ve doğrulmadı. Ona hiçbir şey denk de olmadı. (Zatında ve sıfatında)
onun eşi ve örneği yoktur."[155]
1. Hadis-i
şerif îhlâs Sûresinin faziletine delâlet etmektedir.Bu fazilete sebeb,
kendisine lâyık olma-yün sıfatlardan Allah'ı tenzih eden ifâdeleri ihtiva
etmesidir. Çünkü bu sure kısalığına rağmen Allah'ın teklik sıfatını içine
almakta, babalık, evlâdhk ve benzerlik gibi Allah'a yakışmayan sıfatları
reddetmektedir.
2. Bir surenin
aynı namazda birden fazla okunması caizdir.
3. Allah
azze ve celle, çok amele vermediği mükâfatı az amele verebilir.
4. İnsan
kendince uygun olmadığını zannettiği hareketi, hemen yapanın yüzüne vurmamah,
önce bunu bilen birisine sormalıdır.[156]
1462.
...Ukbe b. Amir (r.a.)'den; demiştir ki:
Ben seferde Resulüllah
(s.a.)'in devesini yediyordum. Efendimiz bana:
"Ey Ukbe! Sana
okunulan iki hayırlı sure öğreteyim mi?" buyurup, ve surelerini öğretti.
(Ancak) benim bunlarla pek fazla sevinmediğimi gördü. Sabah namazı için
konaklayınca cemaate namazı o iki sure ile kıldırdı. Namazı bitirince bana
dönüp;
"(Bu sureleri) Nasıl
gördün, ey Ukbe?" buyurdu.[157]
"İki hayırlı
sure"diye terceme ettiğimiz
terkibini "en hayırlı iki sure" şeklinde ifâde etmek de
mümkündür.O zaman mânâyı "Allah'a sığınma konusundaki en hayırlı iki sure”
şeklinde düşünmek gerekir. Çünkü Felak ve Nâs surelerine denk hatta onlardan
daha hayırlı bir çok sure vardır.
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre, Ukbe b. Âmir Hazretleri, Resülullah (s.a.) kendisine
"hayırlı iki sureyi" öğreteceğini söyleyince, çok daha uzun sureler
öğreteceğini zannetmiş fakat Hz. Peygamber Felak ve Nâs surelerini söyleyince,
buna fazla memnun olmamıştır. Nesâî'nin rivayetinde bu durum daha açık olarak
Ukbe (r.a.)'nin ağzından şu şekilde ifâde edilmiştir: "Resulullah (s.a.)
binici olduğu halde peşine düşüp elimi ayağına koydum ve:
Bana Hûd ve Yusuf
surelerini okut ya Resulellah! dedim.
“Sen Allah katında Felak
ve Nâs surelerinden daha belîğ olanı okumadın", buyurdu.
Hz. Peygamber (s.a.),
Ukbe'nin fazla sevinmediğim görünce sabah namazında Muavvizeteyn'i okumuş ve
Ukbe'ye dönerek "Sen bunları küçümsedin ama, gördün mü ben sabah namazında
daha uzun sureler okumak âdetim olduğu halde bu iki sure ile namaz
kıldırdım" mânâsına gelmek üzere: "Nasıl gördün?'* buyurmuştur.
Bu surelerin iniş
sebebi bundan sonraki hadis-i şerifin izahında gelecektir.[158]
1463.
...Ukbe b. Âmir (r.a.)'den; demiştir ki:
Ben Resûlullah (s.a.)'le
birlikte Cuhfe ile Ebvâ arasında giderken, birden bire bizi rüzgâr ve zifiri
bir karanlık kapladı. Bunun üzerine Resûiullah (s.a.) süreleriyle (Allah'a)
sığınmaya başladı. (Bir taraftan da) Bana;
“Ey Ukbe! O ikisiyle
korun, hiçbir sığıma (korunucu) onların benzeri ile korunmadı." (Allah'a
sığınılacak en efdal sureler bunlardır) buyuruyordu.
(Sonra) Ben,
Resulullah (s.a.)'i, bize o iki sûre ile namaz kıldırırken dinledim.[159]
Cuhfe: Mekke ile
Medine arasında Râbiğ yakınlarında bir yerin adıdır. Burası Mısır ve Suriye
istikâmetinden, hacca gidenlerin ihrama girdikleri yer (Mikat)dır. Sel, bu
bölgenin ahâlisini alıp götürdüğü için "Cuhfe" adı verilmiştir.
Bugün cuhfenin tam yeri bilinmemekte, onun için ihram yeri olarak Rabiğ
kullanılmaktadır. Rabiğ, Kızıl Deniz istikâmetinde meşhur bir yerdir.
Ebvâ: Burası da Mekke
ve Medine arasında bir yerdir. Cuhfenin biraz kuzeyindedir. Hz. Peygamber
(s.a.)'in annesi Âmine'nin kabri Ebvâ'dadır.
Hadis metninde açıkça
görüldüğü gibi Ukbe b. âmir, Hz. Peygamberle beraber Cuhfe ile Ebvâ arasında
giderlerken, birden bire bir rüzgâr çıkıp karanlık çökmüş Resulullah (s.a.) de
Felâk ve Nâs surelerini okuyarak gelecek olan belâlardan Allah'a sığınmaya
başlamıştır. Efendimiz Ukbe b. Amir (r.a.)'e de aynı şeyi yapmasını tavsiye
etmiş ve musîbet anlarında okunacak, Allah'a sığınılacak surelerin en
Önemlilerinin Felak ve Nâs sureleri olduğunu bildirmiştir. Hz. Ukbe'nin
"ben Resulüllah'ı o iki sureyi okuyarak bize namaz kıldırırken
dinledim" demesi, hem o surelerin faziletine hem de bu surelerin
Kur'an'dan olmadığına dâir olan çok zayıf bir iddianın geçersizliğine işaret
etmektedir.
Sığınmak yönünden bu
surelerin seçilmesi, her iki surenin kendisine sığınılacak zat (Allah) ve
kendisinden korunulacak şeyleri ihtiva etmekte olmalarındandır. ,
Felak Suresine: "
= Sabahın Rabbine sığınırım" diyerek başlayan bir kimse, itikat ve
ameldeki her türlü zulmeti yok etmesi için ilâhî feyzi istiyor demektir. Çünkü
sabah, ışıkların yayıldığı bereketlerin indiği, rızıklann taksim edildiği
vakittir. Bütün bunlar kendisine sığınılan Zat-ı Bâriye münâsibtir.
" = Yaratıkarm
şerrinden" ifadesi, canlı cansızlardan dünyada ve âhirette bedene veya
mala zararı dokunanların tümünün şerrini içine almaktadır. Bu bakımdan genel
bir ifadedir." = Karanlığı çöküp bastığı zaman gecenin şerrinden"
cümlesi, tüm yaratıkların genel olarak anılmasından sonra özel olarak zikr
edilmiştir. Çünkü gece ve karanlık, insanların en gafil olduğu, etraflarında
olup bitenlerden haberdâr olmadıkları zamanlardır. Dolayısıyla kötülük ve
şerre gündüzden daha uygundur." =
Düğümlere üfürenlerin şerrinden." Bundan maksat, büyücü sihirbazlardır.
İnsanlara zarar vermek için entrikalar çevirerek büyü yaptıklarından dolayı bu
zümre de özel olarak zikredilmiştir. " = Ve hased edenin, hased ettiği
zaman şerrinden." Bu cümlede de, hased edenlerin vereceği zarar özel
olarak anılmıştır. Çünkü kalbini hased ateşi saran gözü dönmüş insanların
veremeyecekleri zarar yoktur.
Nas sûresindeki İnsanların
göğüslerine dâima vesvese veren cin ve insandan olan sinsi şeytanın
şerrinden" ifadeleri, şerlerinden korunulacakları en belîğ bir şekilde
ortaya koymaktadır. Çünkü şeytanın şerri, tüm insanların serlerine denk, belki
daha fazladır. Zira şeytan bir kimsenin kalbine vesvese verip oraya te'sir
ettiği zaman küfür, dalâlet, bid'at gibi tüm kötülüklerin doğmasına sebeb olur.
Bundan dolayı kendisine sığınılan Allah da " = De ki insanların Rabbine,
insanların mâlikine, insanların Ma'budunu sığınırım" ifadeleri ile
anılmıştır. Nas suresini okuyarak şeytanın şerrinden korunmak isteyen kişi
sanki, "İnsanlara vesvese veren sinsî şeytanın şerrinden onları
nimetleriyle besleyip büyüten, kahr ve kuvveti ile onlara sahib olan,
kendisinden başka sığınılacak biri olmayan ma'budlanna sığınırım" demiş
olur. Bu ifadelerin kendisine sığınanı korumak için Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin
inmesine vesile olması yönünden ne kadar belîğ olduğu açıktır.
İşte bunlardan dolayı
Felak ve Nâs sureleri kendileri ile Allah'a sığınılan surelerin en
efdalleridir.
Bu surelerin nüzulüne
sebeb Lebîd b. el-A'sam adındaki bir Yahudinin Hz.Peygamber'e büyü yapmış
olmasıdır. Müfessirlerin ifâde ettiklerine göre Yahudiler Hz. Peygamber'e büyü
yapmak için uğraşmışlar fakat muvaffak olamamışlar. Sonra Lebîd b. el-A'sam'a
giderek üç dinar karşılığı Hz. Peygambere büyü yapmasını istemişler. Lebîd de
denileni yapmıştır. Lebîd'in büyüsü, Hz. Peygamber'in suretinde yapılmış bir
heykelciğe saplanmış on bir iğne ve bir kirişe (bükülmüş barsaktan yapılmış
sağlam ipe) vurulmuş on bir düğümden ibaretti. Hz. Peygamber (s.a.)'e sihir
yapılmış olarak kırk gün veya altı ay ya da bir sene geçti. Buhârî, Müslim ve
İbn Mâce'nin Hz. Aişe'den rivayet ettikleri haberden anlaşıldığına göre,
Resûlullah bunu bir'1 gece yanına gelen iki melekten öğrendi. Bunun üzerine beş
âyetten ibaret oları "Felak" ve altı âyetlik "Nas" sureleri
nazil oldu. Efendimiz bu surelerden bir ayet okudukça kirişteki bir düğüm
çözüldü, heykelcikteki her bir iğneyi çıkarınca da vücudunda bir acı akabinde de
bir rahatlık duydu.
Buharî, Müslim ve İbn
Mâce'nin yukarıda işaret edilen rivayeti şöyledir: Hz. Aişe der ki:
ResulüIIah (s.a.)'a
büyü yapıldı. O kadar ki, yapmadığı bir şeyi yaptığını zanneder hale geldi.
Bir gün -veya gece- Allah'a tekrar tekrar dua etti. Sonra bana:
"Ey Aişe! Biliyor
musun Allah bana kendisinden istediğim -bana şifa verecek- şeyi verdi"
buyurdu.
O nedir, ya
Resulellah? dedim. Şu karşılığı verdi;
"Bana iki adam
gelip birisi baş ucuma, diğeri de ayak ucuma oturdu. Baş ucumda olan ayak
ucumdakine -ya da ayak ucumdaki baş ucumdakine-;
Bu zâtın hastalığı ne?
diye sordu.
Sinirlenmiş dedi.
Ona kim sihir yapmış?
Lebîd b. el-A'sam.
Ne ile?
Bir tarak saç ve sakal
tarantısı, erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığında,
O nerede?
Zervân
kuyusunda."
Hz. Aişe dedi ki:
"Resulullah (s.a.) ashabından bir grubla o kuyuya gitti. Geldiğinde bana:
“Ya Aişe! Vallahi o
kuyunun suyu sanki kına şırası, etrafındaki hurma da şeytanların başı
gibidir," buyurdu.
Onu yakmadın mı? Ya
Resulullah! dedim.
"Hayır, ama Allah
bana şifa verdi. İnsanlara ondan bir şer yaymak istemedim. Ancak o kuyunun
gömülmesini (kapatılmasını) emr ettim."[160]
İbn Merdûye'nin îbn
Abbas'tan yaptığı rivayetten anlaşıldığına göre hadis-i şerifte bahsi geçen iki
adam, Cebrail ve Mikâil'dirler.
Bazı âlimler Peygamber
(s.a.)'e büyü yapıldığını söylemenin doğru olmayacağını, çünkü bunun, onun
güvenirliğini ihlâl manasına geldiğini söyleyerek yukarıdaki Aişe hadisini
inkâr etmişlerdir. Asrımız mütefekkirlerinden Seyyid Kutub da FizUâli'l-Kur'an
adındaki tefsirinde Hz. Peygamber'e büyü yapıldığını bildiren haberin âhad
olduğunu ahadın da akide konusunda delil olmayacağını söyleyerek bu konudaki
rivayetleri doğru bulmadığını söyler.[161]
Bazı âlimlere göre, bu
iddialar hem sahih hadisler hem de ashab-ı kiramın icmâı ile reddedilmiştir.
Onların Hz. Peygamber'e büyü isnadını, onun doğruluğuna olan güvenin
sarsılmasına sebeb olacağı tarzındaki endişeleri yerinde değildir. Çünkü
Efendimize yapılan büyünün eseri, kalbinde ve aklında değil, vücudunun diğer
uzuvlarında idi. Bu da diğer hastalıklar gibi beşerî arazlardandır.
Peygamberlik makamına zarar vermez.
Kadı Iyaz bu olay
hakkındaki itirazları ve onlara verilen cevabı özet olarak şöyle ifade eder:
Âişe (r.anha)
hadisinin çeşitli rivayetleri, sihrin Hz. Peygamberin aklına ve kalbine değil,
cesedine musallat olduğunu gösterir. Onun bazı hanımlarına yaklaşmadığı halde
yaklaştığını zannettiği veya yapmadığı bazı şeyleri yaptığını zannettiğine dâir
olan rivayetler, onun bedenî rahatsızlıkları ile alakadardır. Meselâ
hanımlarından birisini arzu edip ona yaklaştığı anda, sihir tesirini gösterip
cima imkânı bulamıyor, fakat cima etmiş gibi oluyordu. Ya da o yanılmaları akıl
ve kalb yanılması değil, göz yanılması idi. Zaten Hz. Peygamber'in defalarca
dua etmesi ve neticede gördüklerini Hz. Aişe'ye anlatması büyünün Hz.
Peygamber'in aklına tesir etmediğini gösterir.
Âlûsî, Rûhu'l-Meânî
adındaki tef şirinde,Hz. Peygambere büyü yapılması hâdisesine
temas ederek bunu
kabul etmeyenleri reddeder ve: Zâlimler,siz
ancak büyülenmiş adama uyuyorsunuz derler"[162]
âyet-i kerimesinin, üzerinde durduğumuz büyü hâdisesi ile alakalı olmadığım
söyler. Çünkü kâfirlerin âyet-i kerimede geçen "büyülenmiş adam"
sözlerinden maksat, "deli adam" olmalıdır, ki Resu-lüllah (s.a.)
bundan tamamen uzaktır. Şayet onların "büyülenmiş" sözünün hakiki
mânâsını kast ettikleri kabul edilse bile, yine âyet-i kerime ile bu büyü
olayı arasında münâsebet yoktur. Çünkü işaret edilen âyet, Resûlüllah (s.a.)'a
büyü yapılmasından çok önce nazil olmuştur.
Ehl-i sünnetten birkaçı
ve Mu'tezile dışındaki tüm âlimler, sihrin mevcut olduğu hususunda
müttefiktirler.
Sihir yapanın itikadî
durumu ve ona uygulanacak ceza konusunda, islâm alimleri muhtelif görüşlere
sahiptirler. Allâme Teftezânî çoğunluğun, büyücünün kâfir olacağı görüşünde
olduklarını söyler. Ebu Mansûr el-Mâturidî, eğer sihir imanın ihlâline sebeb
oluyorsa küfür, olmuyorsa değildir" der. Yine âlimlerin çoğuna göre
büyücünün cezası ölümdür.
Sihir ve sihirbazlık
konusunda 2874 ve 3883 numaralı hadislerde izahat gelecektir.
Bu ve bundan evvelki
hadisler, Felak ve Nâs surelerinin faziletine ve bunların Kur'an'dan iki sure
olduğuna işaret etmektedirler. İbn Mes'üd (r.a.)'dan, bunların Kur'an'dan
olmadığına dair rivayetler varsa da, bu konudaki hadisler ve onların Kur'an'dan
olduğuna dair rivayetler varsa da, bu konudaki hadisler ve onların Kur'an'dan
olduğuna dair sahabenin icma'ı karşısında bu rivayetlerin hiçbir değeri yoktur.
Âlûsî bu surelerin Kur'an'dan oldukları konusunda icma olduğunu, dolayısıyle
bugün onların Kur'an'dan olmadığını iddia edenin kâfir olacağını, İbn
Mes'ud'un muhtemelen sözünden dönmüş olduğunu söyler. Şerhu'l-Mevâkıf ta da
bazı surelerin Kur'an'dan olmadığına dair mevzu rivayetler olduğu fakat
bunların Kur'an'ın tümünün tevâtüren nakledilmiş olması karşısında hiçbir mânâ
ifade etmediği vurgulanmaktadır.
Muavvizeteyn'in
faziletine işaret eden başka hadisler de vardır. Bunlardan bir iki tanesinin
mealleri şöyledir:
"Bu gece
indirilen âyetleri görmedin mi? Onların bir benzeri hiç görülmedi: ve
Ukbe (r.a.) dedi ki
"Ya Resulullah! Bana Hud ve Yusuf surelerinden âyetler okut" dedim.
Resûlullah (s.a.):
"Ey Âmir'in oğlu
Ukbe! Sen Allah'a karşı Felak ve Nas surelerini okumaktan daha sevimli ve onun
yanırida daha belîğ bir şey okuyamazsın. Eğer her namazda onları okuyabilirsen
oku" buyurdu.[163]
Câbir b. Abdullah
(r.a.)'den; demiştir ki:
Resulüllah (s.a.)
bana:
"Ey Cabir,
oku" buyurdu.
Anam babam sana feda
olsun ya Resulallah, neyi okuyayım, dedim.
buyurdu, ben de onları
okudum. Sonra Efendimiz (s.a.):
"O ikisini oku,
çünkü sen onlann bir benzerini daha okuyamayacaksın" buyurdu.[164]
1464. ...Abdullah
b. Amr (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kur'an sahibine,
"oku ve yüksel, dünyada tertil üzere okuduğun gibi (burada da) tertil
üzere oku. Şüphesiz senin makamın okuyacağın son âyetin yanındadır" denilir."[166]
Buradaki "Kur'an
sahibi"nden maksad, Kur'an-ı Kerim'i okuyup gereğince amel edenlerdir.
Düşünmeden, muhtevâsını bilip gereğini yapmadan okuyan değil. Hele hele, onu
para kazanmak için gelir vasıtası yapan hiç değil. İbn Hacer
"Fetâva'l-hadisiyye" adındaki kitabında, Kur'an sahibi'nin sadece
hafızlar olduğu görüşüne meyi etmiştir. Tertil: Kur'an-ı Kerim'i ağır ağır
harfleri yerli yerince çıkararak harekeleri iyice belirterek yani Kur'an'ın
hakkını vererek okumaktır.
Hadis-i şerifte
belirtildiğine göre, Kur'an sahibine Cennete girerken ve herkes amellerine göre
mertebelerine doğru yönelirken, "oku ve yüksel" ancak buradaki okuman
da, dünyada olduğu gibi, tertil üzere olsun. Okuyacağın son âyetin yanı senin
makamın olacaktır" denilecektir.
Beyhakî'nin Hz.
Aişe'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) "Cennetin
derecelerinin sayısı Kur'an'in âyetleri adedincedir. Eh!-i Kur'an'dan Cennete
girenin üstünde derece yoktur" buyurmuştur. Bu hadis de gösteriyor ki,
Kur'an ehli cennete girince dünyadaki okuyuşu gibi okumaya başlayacak ve
okudukça da derecesi yükselecektir. Bu hal, bildiği son âyeti okuyup cennetteki
son mertebeye çıkıncaya kadar devam edecektir.
ed-Dâni, tüm âlimlerin
Kur'an âyetlerinin altı binin üzerinde olduğunda müttefik olduklarım, ama
bundan sonrasında farklı görüşler ortaya çıktığım söyler. Kur'an âyetlerinin
adedi konusunda da şu görüşler vardır: 6236, 6666, 6204, 6214, 6219, 6225.
Cennetteki
mertebelerin Kur'an-ı Kerim'in harfleri sayısınca olduğunu söyleyenler de
vardır. Bazı müfessirlerin söylediklerine göre Kur'an-ı Kerim'in harflerinin
sayısı bir milyon yirmi beşbindir.
Kur'an sahihlerinin
Cennette Kur'an okumaları, meleklerin teşbihleri gibi olacak, onları hiçbir
surette diğer zevklerinden alıkoymayacaktır. Hatta bu okuma onların en büyük
zevklerinden olacaktır. Buradaki okuyuş da hadis metninden anlaşıldığına göre,
tertil üzere olacaktır. Ancak şu hususa tekrar temas etmekte yarar var:
Tıybî'nin ifade ettiğine göre, kulun Cennetteki mertebeden elde ettiği makam,
Kur'an'ı ezberlemedeki mertebesine göredir. Yalnız Allah'ın kitabı ile amel
eden onun muhtevasını düşünen kişi onunla amel etmeyip sadece ezberleyen ve güzel
okuyandan daha efdaldir. Nitekim sahabiler arasında Hz. Ebu Bekir (r.a.)'den
daha kuvvetli, hafız, daha iyi okuyan bir çokları vardı. Ama Ebû Bekir
münakaşasız sahabilerin en efdali idi. Çünkü o Allah'ı ve Kur'an'ın ruhunu en
iyi bilen, hayatını Kur'-an'ın muhtevasına en çok uydurandı. Nitekim bir âyet-i
kerimede (Bu Kur'an) âyetleri iyiden iyiye düşünsünler temiz akıl sahihleri
ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitabtır"[167]
buyrulur.
Hadis-i şerif Kur'an-ı
Kerim'i ezberleyip tertil üzere güzelce okumaya teşvik etmekte ve Kur'an'la
amel eden Kur'an ehlinin mertebesinin yüceliğine delalet etmektedir. Kur'an
ehlinin faziletine dâir daha bir çok hadis-i şerif vârid olmuştur. Bunlardan
bir kısmı Kur'an-ı Kerim kokumanın sevabı konusunda geçmiştir. Bu konuda Ebû
Dâvud'da bulunmayan hadislerden bir kaçının meali şöyledir:
"Kur'an-ı Kerim'i
okuyup da ezberleyemeden ölen kişiye iki melek gelir ve kabrinde ona öğretir.
Cenab-ı Allah, onu Kur'an'ı ezberlemiş bir halde diriltir." (Buhari).
"Kur'an'ı
öğreniniz. Onu okuyunuz gafil olmayınız. Çünkü Kur'an'in ve onu öğrenip de
gereğince amel edenin hâli, kokusu her tarafa yayılan mis dolu bir kuyunun hâli
gibidir. Kuran’ı öğrenip de o içinde olduğu halde Kur-an'dan gafil olanın hâli
ise, içinde mis olan ağzı kapalı kuyunun hali gibidir.[168]
1. Kur'an
tertü üzere okunmalıdır.
2. Cennette
Kur'an-ı Kerim ayetlerinin sayısınca mertebe vardır.
3. Cennetteki
en üst mertebeler, hükmüyle amel eden Kur'an hafızlarının olacaktır.
4. Cennette
de Kur'an-ı Kerim okunacak ve bu erbabı için en büyük zevk olacaktır.
5. Sahibini
yücelten okuyuş tane tane harfleri mahreçlerinden çıkararak tertîl üzere olan
okuyuştur.[169]
1465.
...Katâde'den (r.a.); demiştir ki: Enes (r.a.)'e ResulüIIah (s.a.)'in okuyuşunu
sordum:
(Çekilmesi gereken
harfleri) iyice çekerdi dedi.[170]
Bu rivayette Enes b.
Mâlik (r.a.) Hz. Peygamberdin Kur'an-ı Kerim okuyuşunu tarif etmektedir. Ancak
bu tarifte Resulullah (s.a.)'in sadece çekilmesi gerekli olan harfleri çektiği ifâde
edilmiş onun teğannisinden sesini dalgalandırmasından, tane tane okuyuşundan
bahsedilmemiştir.
"Med"
lugatta uzatmak, çekmek mânasındadır. Istılahta, Kur'an-ı Kerim okurken
çekilecek yerleri çekmektir. Med aslî ve fer'î olmak üzere ikiye ayrılır:
Aslî Med: Tabiî med
olarak bilinen med'dir.Kendisinden sonra med harfi denilen (vav-ya-elif)
harflerinden biri olan bir harfi çekmek demektir.(Nühîhâ) sözünde, her üç
harfin meddine örnek vardır.
Fer'î Med: Vav-ya-elif
harflerinden sonra hemze veya sükûnun bulunmasıdır.
Med harflerinden biri
ile hemzenin bir arada bulunmasından meydana gelen med'leri medd-i muttasıl ve
medd-i munfasıl olmak üzere ikiye ayrılır:
Medd-i Muttasıl: Med
harflerinden biri ile hemzenin aynı kelimede bulunmasıdır.gibi.
Medd-i Munfasıl: Med
harfi ile hemzenin ayrı ayrı kelimelerde yanya-na bulunmasıdır: gibi.
Med harfi ile sükunun
yanyana gelmesinden meydana gelen fer'î med de Medd-i Lâzım ve Medd-i arız
olmak üzere iki kısımdır:
Medd-i lâzım: Med
harfi ile aslında sakin olan bir harfin bir kelimede bulunmasıdır gibi.
Medd-i arız: Med harfi
ile sonradan sakin olan bir harfin yanyana bulunmasıdır gibi.
Bir de Medd-i liyn
vardır ki, liyn harflerinden biri ile sakin harfin yan yana bulunmasıdır. Lîn
harfleri kendisinden önceki harf üstün olan sakin vav ve ya harfleridir. gibi.
Bu medlerden kimisi caiz kimisi de vaciptir. Konu tecvîd kitaplarında
mufassalan mevcuttur.
Kur'an okurken bazı
harflerin çekilmesindeki hikmet âyet-i kerimelerin manalarının anlaşılıp
düşünülmesine imkân vermektir.
Buhârî'deki bir
rivayette Katâde şöyle der: "Enes (r.a.)'e Resûlullah (s.a.)'in nasıl
okuduğu soruldu? "Çekerek" deyip bismillâhi, errahmâni ve errahimi
uzatarak Bismiilâhirrahmânirrahim okudu."
el-Askalânî bu tarifi
izah ederken Hz. Enes Hâ harfinden evvelki (lamı), da nun
harfinden önceki (mîm)'i ve (ha) harfini çektiğini söyler
Buhârî'nin bu rivayeti
Hz. Peygamberin okuyuşunu nazari olarak tatbikle kalmayıp aynı zamanda fiilen
göstermektedir.
Hadisin, üzerinde
durduğumuz konu ile irtibatı; tertil'in, çekilmesi gereken yerlerde çekmeyi de
içine alması yönündendir.[171]
1466.
...Ya'lâ b. Memlek[172]'den
rivayet edildiğine göre; O: Ümmü Seleme (r.anha)'ya Resulullah (s.a.)'in
(Kur'an) okuyuşunu ve gece namazını sordu. Ümmü Seleme (r.anha):
Onun namazından size
ne? Namaz kılar namaz kıldığı kadar uyur sonra uyuduğu kadar namaz kılar, sonra
namaz kıldığı kadar yine uyurdu. Bu hal sabah oluncaya kadar (böylece devam
eder)di, dedi. Ve Resulüllah'ın okuyuşunu tarif etti: öyle ki Onun okuyuşunu
harf harf tarif ediyor(du.)[173]
Ümmü Seleme
(r.anha)'nın, kendisine Peygamber (s.a.)'in Kur'an okuyuşunu ve gece namazını
soran zâta "onun namazından size ne?" demesi, soruyu lüzumsuz görmek
veya onu inkâr değildir. Aksine soru sahibini hayrete düşürmek, bunu öğreneceksin
de ne olacak, sanki sen onun yaptığını yapabilecek misin?" diye
Resulüllah'ın kıldığı namazın çokluğuna işaret etmektedir. Ümmü Seleme'nin bu
sözü Peygamber (s.a.)'in hallerini hatırlayıp teessüründen söylemiş olması da
mümkündür. Sonradan Ümmü Seleme (r.anha)'nin Hz. Peygamberdin namazım anlatması
bunu gösterir.
Hadis metninde
görüldüğü üzere Ya'Iâ'mn sorusuna Ümmü Seleme (r.anha) ilk anda sadece namazı
anarak "Onun namazından size ne?" demiş, Kur'an-ı Kerim okuyuşuna
temas etmemiştir. Tiybî bu cümlenin mukadder bir cümleye bağlı olduğunu, bu
mukadder cümle ile birlikte sözün tamamının "Onun okumasından ve
namazından size ne?" şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler.
Ümmü Seleme'nin
bildirdiğine göre, Hz. Peygamberin geceleri kıldığı namazla uykusu denkti. Yani
bir miktar namaz kılar sonra namazda geçen vakit kadar uyuyup tekrar kalkar ve
uyuduğu kadar namaz kılar tekrar uyurdu. Bu hal aynı vaziyette sabaha kadar
devam ederdi. Muhammed b. Nasr'ın Abdurrahman b. Avf (r.a.) vasitasıyle ismi anılmayanı
bir adamdan rivayeti de Ümmü Seleme'den yapılan rivayete çok benzer. Anılan
rivayet şöyledir:
"Bir adam
yolculuklarından birinde nasıl namaz kıldığım görmek için Resulüllah (s.a.)'i
gözetledi. Hz. Peygamber (s.a.) geceleyin bir müddet uyudu sonra (kalktı biraz)
gidip oturdu. Gökyüzüne baktı ve Âl-i İmrân suresinden âyetinden itibaren beş
âyet okudu.[174] Sonra dişlerini
misvaklayıp abdest aldı ve (uyuduğu kadar) bir müddet namaz kıldı. Akabinde
yine bir müddet uyudu (ve kalktı) tekrar gidip gökyüzüne baktı ve evvelki
okuduğu âyetleri okuyup dişlerini misvakladı, abdest aldı, namaz kıldı. Bunu üç
defa tekrarladı."
Yalnız şunu kaydetmek
gerektir ki, Hz. Peygamber'in gece namazı konusundaki âdeti devamlı olarak
yukarıdaki rivayetlerde anlatıldığı gibi değildi. Bazan farklı uygulamalarının
olduğu da olurdu. Nitekim yine İbn Nasr'm Ya'lâ b. Memlek'ten yaptığı bir
rivayette Ümmü Seleme (r.anha) Hz. peygamberin gece namazını şu şekilde haber
vermiştir: "Yatsı namazını kılar teşbih çeker, istediği kadar gece namazı
kılar, sonra çekilip namaz kıldığı kadar uyurdu. Sonra uykusundan uyanıp
uyuduğu kadar namaz kılardı. Resulüllah (s.a.)'in bu sön namazı sabaha kadar
sürerdi."
Üzerinde durduğumuz
Ebu Dâvud hadisinin sahabi ve tabii râvileriyle İbn Nasr'ın yukarıdaki
rivayetinin râviieri aynı zatlardır. Ayrıca her iki hadis de aynı konudan
bahsetmektedir. Bu yüzden aralarında bazı farklılıklar olan iki rivayetin
asıllarının bir olması muhtemel olduğu gibi, Ümmü Seleme'nin aynı zatın ayrı
ayrı zamanlarda soru sorduğundan her birine, Hz. Peygamberin değişik iki
uygulamasını haber vermiş olması da mümkündür. Hz. Peygamberin gece namazı ile
ilgili daha geniş malumat "Gece namazı" konusunda geçmiştir.
Hadis-i şerifin bu
konu ile ilgili olan bölümü Resulüllah'ın okuyuşunun tarif edildiği bölümdür.
Mü'minlerin annesi, Fahr-i Kâinatın okuyuşunu harf harf tane tane okuyarak
göstermiştir." Öyle ki dinleyen, okunan âyetlerin harflerini saymak,
okuyan da okuduğunu düşünmek imkânına sahib olurdu. İşte bu okuyuş şekli
"tertîl" üzere okuyuştur. İbn Nasr'ın naklettiği bir haberde Hz. Aişe
(r.anha) Efendimizin okuyuşunu "okuduğu zaman diye okuyuşunu âyet âyet
keserdi" sözleriyle tarif etmiştir.[175]
Kur'an-ı Kerim okurken
acele etmemek gerekir, ağır ağır, okuduğunu anlayıp düşünebilecek şekilde
tertil üzre okunmalıdır.[176]
1467.
...Abdullah b. Muğaffel (r.a.)'den; demiştir ki:
Resulullah (s.a.)'i
Mekke'nin fethi günü devesinin üzerinde sesini dalgalandırarak Fetih Suresini
okurken gördüm.[177]
"Sesini dalgalandırarak"
diye terceme ettiğimiz kelimesinin kökü terci'dir. Terci', boğazda sesi dalgalandırmak,
sesi titretmek, nağme yapmak önce gizli, sonra açıktan okumak, ezan okurken
şehâdet kelimelerini tekrarlamak. Bir musîbet esnasında demek gibi birçok
manalara gelir. Aynı hadisin Buhâri'deki bir rivayetinden "terci "in
buradaki manasının, "sesi dalgalandırmak, titretmek" olduğu
anlaşılmaktadır. İbnu'1-Esir en-Nihaye'de, bu sesin Hz. Peygamber'in bindiği
devenin sallamasından dolayı meydana geldiğini söyler.
Buhâri'nin yukarıda
işaret edilen, Şu'be'nin Muaviye b. Kurra el-Muzenî'den, onun da Abdullah b.
Mugaffel'den yaptığı rivayet şöyledir: Abdullah der ki:
"Resulullah
(s.a.)'i Mekke'nin fethi günü devesinin üzerinde fetih suresini -veya fetih
suresinden- okurken gördüm. Onda sesini titretti." Şu'be:
Sonra Muaviye b. Kurra
İbn Mugaffel'in okuyuşunu tarif ederek okudu ve:
Eğer insanlar sizin
etrafınıza toplanmayacak olsalar, Muaviye'nin yaptığı gibi nağme yapardım dedi.
Muaviye'nin tercFi
nasıldı? dedim.
Meftuh hemze ve sakin
elifle üç defa dedi.
Fethü'l-Bâri'de
"Resulüllah'ın sesinde meydana gelen bu dalgalanmanın ya yukarıda
Nihâye'den nakledildiği gibi devenin salmasından, ya da Resulüllah'ın medleri
yerli yerince çekmesinden olduğu söylenmekte ve ikinci ihtimalin hadisin
akışına daha uygun olduğu belirtilmektedir. İbn Nasır'ın Hâni (r.anhadan)
rivayet ettiği, "Ben çardağımda uyurken Resulüllah'ın okuyuşunu
işitirdim. O, Kur'an'ı sesini dalgalandırarak okurdu" mealindeki hadis İbn
Hacer'in tercihine kuvvet katmaktadır.
Şeyh Muhammed b. Ebi
Cemre ise, terci'den maksadın nağme yapmak değil, güzel okumak olduğunu, çünkü
nağmenin Kur'an okumakta maksat olan, hudu ve huşu'a manî olduğunu söyler.
İbn Battâl'ın
ifadesine göre, bu hadisi şerif, Kur'an-ı Kerim'i nağme ile sesi titreterek
kokumanın caiz olduğunu göstermektedir. Buharî'nin rivayetinden naklettiğimiz
hadiste Muaviye'nin "eğer insanlar toplanmayacak olsaydı ben de terci
yapardım" demesi, sesi titreterek makam yaparak okumanın insanların
gönüllerine tesir edip onları dinlemeye sevk edeceğini Kur'an-ı Kerim'in
tesirinde kalmalarına sebeb olacağım gösterir. Ancak nağme yapacağım diye işi
çığırından çıkarmak Kur'an-ı Kerim'i hâşâ bir mûsiki havasına sokmak caiz
değildir. Çünkü bu dinleyenleri ses ve makamı takibe sevk ile. mânâ ve ruhtan
mahrum eder. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da en uygun tarz itidaldir.[178]
Kur'an-ı Kerim okurken
kıraati güzelleştirmek için makam yapmak sesi titretmek caizdir.
Hanefi fıkıh
kitablarmdan Fetava-yi Hindiyye'de bazı âlimlerin terci'-in mekruh değil, bir
çoğunun ise, mekruh dediği kaydedilmektedir. Lahn'le okumak ise ittifakla
haramdır.[179]
1468.
...el-Bera b. Azib (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
“Kur'an-ı (kerimi)
seslerinizle süsleyiniz."[180]
Hadis-i şerifteki
Kur'an'ı süslemekten maksat, okunuşunu süslemektir.Hadis bu şekliyle güzel
sesin Kur'an'ı süsleyeceğine delâlet etmektedir. Aynı mânâyı ifâde eden başka
hadisler de vardır. Ancak hadisin ifâde edildiği biçimde anlaşılmasına karşı
çıkıp "Kur'an-ı Kerim zâten süslü ve güzeldir onun seslerle süslenmeye
ihtiyacı yoktur"[181]
diyenler de vardır. Önce bu itirazı inceleyip sonra hadisin zahirî mânâsını
takviye eden diğer rivayetlere işaret edeceğiz.
Hadisin zahirî
manasının anlaşılması gerektiğini söyleyenlerden Hattabî şöyle der: Hadisin
mânâsı "seslerinizi Kuranla süsleyiniz" demektir. İmamlardan bir çoğu
hadisi bu şekilde tefsir etmişler ve bunu maklub[182] nevinden
olduğuna hükm etmişlerdir.
Bu "Havuz deveye
arz olundu, manasına gelmek üzere demeye benzer. Halbuki bu ifadenin zahir
mânâsı, "Deve havuza arz olundu" demektir. Hattâbî bu konu ile ilgili
başka misaller verdikten sonra Eyyüb'ün bu hadisi metinde olduğu şekilde
rivayetten men'ettiğini Talha'nın da seslerin Kur'an'dan önce söylenmesini yâni
"seslerinizi Kur'an'la süsleyiniz" şeklinde rivayet edilmesini emr
ettiğini nakleder. Hattâbî bu şekilde anlaşılmasının doğru olacağını kayd
ettikten sonra: "Muhammed b. Hâşim Deberî, Abdurrezzak, Ma'mer, Mansur,
Talha, Ab-durrahman b. Avsece ve Bera (r.anhuma) senediyle Hz. Peygamber
(s.a.)'in, "Seslerinizi Kur'an'la süsleyiniz" buyurduğunu söyler.
Hattâbî'nin bu
ifadesine göre hadisin manası "seslerinizi Kur'an'la meşgul ediniz, onu
okumayı kendinize şiar ve zinet edin" şeklinde olmuştur.
Ancak hadisin zahirî
manasını destekleyen rivayetlerin çokluğu, Hattâbî'nin anlayışına zıt
düşmektedir. Bu rivayetlerin yardımıyla Hadisin mânâsının metinde olduğu gibi
"Kur'an'ın okunuşu nü* seslerinizle süsleyiniz" veya "Onun
zinetini güzel seslerinizle açığa çıkarınız? olmuş olur. Çünkü güzel sözün
güzelliği güzel sesle artar.
Şu rivayetlerin hepsi
bu söylenilen mananın mu'teber olduğuna şahitlik ederler: Resulullah (s.a.)
şöyle buyurur:
"Kur'an’ı
seslerinizle giizelleştiriniz. Çünkü güzel ses, Kur'an'ın güzelliğini
artırır."
"Sesin güzelliği
Kur'an'ın zinetidir."
"Her şeyin bir
zineti vardır. Kur'an'ın zineti de güzel sestir."
Alkame'nin şöyle
dediği rivayet edilir:
"Allah (c.c.)
bana güzel sesle Kur'an okumayı nasİbetmişti. Abdullah b. Mes'ud bana: "Anam-babam
sana feda olsun oku!" diyerek okumamı ister ve ben Resulullah (s.a.)'in,
"Şüphesiz sesin güzelliği Kur'an'm zinetidir" buyurduğunu duydum,
derdi."
Aişe (r.anha)'dan
rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.), Ebû Musa'nın Kur'an okuyuşunu duyup
"Şüphesiz buna Davud'un nağmelerinden biri verilmiş" buyurmuştur.
Hz. Aişe'den rivayet
edilmiştir, der ki:
"Bir gece
yatsıdan sonra Resulullah (s.a.)'in yanına biraz geç geldim.
"Neredeydin?"
dedi.
Mescidde ashabından
birinin Kur'an okuyuşunu dinledim. Onunki gibi bir ses ve okuyuş hiç
duymamıştım, dedim. Resulullah kalktı, onunla birlikte ben de kalktım.
Efendimiz o zâtı dinledi ve bana dönüp;
"Bu Huzeyfe'nin
azatlısı Sâlim'dir. Ümmetimin içinde böylelerini bulunduran Allah'a hamd
ederim" dedi.
Görüldüğü gibi bütün
bu rivayetler Kur'an-ı Kerim'i güzel sesle okumanın arzu edilen bir haslet ve
hadis-i şerife zahiri mânâsını vermenin caiz olduğunu göstermektedir.[183]
Kur'an-ı Kerim'i güzel
sesle okumak, buna bağlı olarak da Kuran okurken sesi güzelleştirmek caizdir.Ancak
bu güzelleştirme tecvîde ve tertile riâyet ederek olmalı, harflerin
özelliklerini bozmamalı, işi teğanniye boğmamalıdır. Çünkü harflerin sıfatlarını
ihlâl edecek derecede nağme yapmak, harfleri azaltmak veya çoğaltmak haramdır.
Hem bu şekilde okuyan hem de bunu dinleyen günahkâr olur.[184]
1469.
...Said b. Ebî Said'den -veya Said b. Ebi Vakkas'tan- Resulüllah (s.a.)'ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kur'an-ı Kerim'i
ahenkle okumayan bizden değildir."[185]
Bu hadis-i şerif musannif
Ebû Dâvûd, Ebu'l-Velid et- Taylâlisî, Kuteybe b. Said ve Yezid b. Halid
adlarındaki üç ayrı üstaddan duymuştur. Bunların rivayet ettikleri hadisler
ifade yönünden bazı farklılıklar gösteriyorlarsa da mânâ itibariyle aynıdırlar.
Bu üstadların hadisi rivayet ederken saydıkları isimler arasında bazı
farklılıklar görülmektedir. Hadis metninde işaret edilen bu farklılıkların
hulâsası şudur:
Ebû Velîd et-Tayalîsî
hadisi İbn Ebî Müleyke, İbn Ebî Nehiyk, Sa'd İbn Ebî Vakkas senediyle; Kuteybe
b. Said ve Yezid b. Hâlid ise, İbn Ebî Müleyke, Said b. Ebi Said el-Makbürî
senediyle Resulüllah'dan merfu olarak rivayet etmişlerdir. el-Askalanî,
Ebu'l-Velid et-Tayalisfnin rivayetinin doğru olduğunu söyler.
Kuteybe ve Yezid'in
rivayetlerinin sabit olduğu kabul edildiği takdirde, hadise Mürsel ve m un kat
i demek gerekir. Çünkü Said b. Ebî Said, Hz. Peygamber (s.a.)'e yetişememiş
Abdullah b. Ebî Müleyke de Ubeydullah b. Ebî Nehiyk'i atlayarak Said b. Ebî
Said'i zikretmiştir. Nitekim Tahâvî'nin Müşkilü'I-Asar'daki rivayeti...
Abdullah b. Ubeydullah b. Ebî Müleyke, Abdullah b. Ebî Nehiyk, Said b. Ebi
Said senediyle Hz. Peygamber'e varmaktadır.
Hadis-i şerifte Hz.
Peygamber (s.a.) Kur'an-ı Kerim okurken, "tegannî yapmayan bizden
değildir" buyurmuştur. Bundan maksat, "bizim yolumuzda gidenlerden
bizim sünnetimizi izleyenlerden değildir" demektir. Çünkü bu söz, ilk
bakışta Kur'an okurken tegannî yapmayanın islâm dairesi dışına çıktığını
gösterir ki, bu mümkün değildir. Kur'an okuyan bir kimse tegannî yapmasa günahkâr
olmaz, öyleyse "bizden değildir" sözünü yukarıda ifade ettiğimiz
şekilde anlamamız gerekir.
"Tegannî
yapmak" tan maksadmne olduğunda çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Bunlardan bazılarım şöylece sıralayabiliriz:
a. Sesi
güzelleştirmek,
b. Kur'an-ı
Kcrim'den başka şeye ihtiyaç duymamak,
c. Kur'an
lâfızlarını tecvid ve tertile riâyet ederek açık okumak,
d. Kur'an'ı
açıktan okumak,
e. Allah'tan
korkarak ve kalbini Allah'a vererek okumak,
f. Kur'an
okumak suretiyle gam ve kederleri üzerlerinden atmak,
g. Kur'an
okurken hüzün duymak...
Tegannîye bunlardan
başka mânâlar verenler de olmuştur. Ancak bunlar içerisinde kabule şâyân olanı
birinci maddede zikredilendir. Fakat bu harflerin aslî hüviyetine bir zarar
vermemekle ve lahn'e kaçmayacak şekilde okumakla kayıtlıdır.
Hadisin zahirine göre
Kur'an-ı Kerim'i sesi güzelleştirerek okumak müstehabtır. Nevevî'nin ifâdesine
göre bütün âlimler bunda müttefiktirler. Sesi güzel olmayan yapabildiği
kadarıyla sesini güzelleştirmeye çalışmalıdır.
Nağme yapmak bir takım
makamlar tatbik etmek, imam Malik ve birçok âlimlere göre mekruhtur. Çünkü bu
Kur'an-ı Kerim'i okumayı huşu, hudû ve düşünme olan asıl maksadından
uzaklaştırıp bir musikî havasına büründürür.
İmam Ebu Hanife ve
seleften bir grub, makamın kalbi yumuşatacağını, gönülleri onu dinlemeye sevk
edeceğini gözönüne alarak ve esas itibariyle bu konudaki hadis-i şeriflere
dayanarak Kur'an okurken makam yapmanın caiz olduğunu söylemişlerdir.
Fethü'I-Bâri'de
makamla Kur'an okuma konusunda eski âlimlerden farklı nakiller yapıldığı
kimilerine göre haram, kimilerine göre mekruh, diğer bazılarına göre de caiz
olduğu isimler verilerek bildirilmektedir.
Bu ihtilaf harflerin
tam yerlerinden çıkartılması, tecvîde riâyet edilmesi suretiyle harflerin
özelliklerinden bir şey kaybedilmemesi ile kayıtlıdır. Ama makam veya nağme,
harflerin aslî hüviyetlerini kaybetmeye sebep olacaksa bu, ittifakla haramdır.
Buna göre Kurra'nm
tesbit ettiği esaslardan çıkılarak bilhassa zamanımızdaki bazı okuyucuların
yaptıkları gibi, harfleri kaybetmek, çekilmeyecek yerlerde haddinden fazla
çekmek, dinleyenleri Kur'an-ı Kerim'den uzaklaştırıp ses ve nağmenin cazibesine
kapılmasına sebeb olacak şekildeki okumak caiz değildir. Beyhakî'nin
Şuabu'l-İman'da Huzeyfe (r.a.)'den yaptığı bir rivayette Resulullah (s.a.)'m
şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Kur'an-ı Kerim i Arab nağmeleri ve
sesleriyle okuyunuz” aşıkların ve ehl-i kitabın makamlarından sakınınız.
Benden sonra bir grub gelecek Kur'an-ı Kerim okurken şarkıcıların ve ölüye
ağlayanların yaptıkları gibi nağmeler yapacaklar. Kur'an-ı Kerim onların
ümüklerinden aşağı inmez. Onların ve onların hâlini beğenenlerin kalbleri
örtülmüş (mühürlenmiş)tür."
İbn Kesir'in sanki bu
hadis-i şerhedermiş gibi söylediği şu sözler, bu konuda söylenecek son sözdür.
"Şer'an istenilen, dinleyenleri Kur'an'ı düşünmeye, anlamaya, boyun
eğmeye ve itaate sebeb olacak şekilde sesi güzelleştirmektir. Ama musikî
kanunlarına, eğlence havalarına benzeyen nağmeler haramdır. Kur'an-ı Kerim
bundan çok daha yüce ve münezzehtir."[186]
1470.
...Osman b. Ebi Şeybe ve Süfyan b. Uyeyne, Amr'dan; Amr, İbn Ebî Müleyke
vasıtasıyla Ubeydullah b. Ebi Nehiyk'ten; O da, Sa'd (b. Ebi Vakkas)'dan
Resulullah (s.a.)'ın önceki hadisinin aynısını rivayet etmişlerdir.[187]
1471.
...Ubeydullah b. Ebi Yezid'den; demiştir ki:
Ebû Lübâbe[188]
yanımızdan geçti, biz de onu evine girinceye kadar tâkib edip yanma girdik. Bir
de gördük ki, evi eski, kendisi zayıf bir adam. O şöyle dedi:
Resulullah (s.a.)'m
"Kur'an-ı Kerim'le tegannî etmeyen bizden değildir" buyurduğunu
işittim.
(Râvilerden
Abdulcebbâr) dedi ki: îbn Ebi Müleyke'ye:
Ya Ebâ Muhammed. Sesi
güzel değilse ne yapsın? dedim.
Elinden geldiğince
güzelleştirir dedi.[189]
Ebû Lubâbe (r.a.)'ın,
evinin eski ve bakımsız, kendisinin gösterişsiz, elbiselerinin de eski oluşu ve
bunu görüp hayret edenlere karşı Hz. Peygamberin "Kur'an-ı Kerim'e tegannî
etmeyen bizden değildir" hadisini nakletmesi, onun "teğanni"den
istiğnayı anladığını gösterir. Bu durumda Ebu Lübâbe'nin anlayışına göre
hadisin mânâsı: "Kur'an-ı Kerim'le yetinmeyip başka şeylere değer veren
bizden değildir" şeklinde olmuş olur. Nitekim bundan sonraki rivayetten
İbn Uyeyne ve Vekî'in de aynı kanaatte olduğu anlaşılmaktadır. Bu konu sonraki
rivayette ele alınacaktır. Râvilerden Abdullah b. Cebbâr'ın İbn Ebi Müleyke'ye:
Sesi güzel olmayan ne
yapacak ya? diye sorup onun da:
Gücü yettiği kadar
güzelleştirsin cevabını vermesi, bu zatların tegannîden ses güzelleştirmeyi
anladıklarını göstermektedir. Bundan bir evvelki hadisin şerhinde ifade edildiği
gibi çoğunluk bu kelimeden ses güzelleştirmek manasını anlamışlardır.Nitekim
1473 numarada gelecek olan Ebu Hüreyre'nin rivayeti bu manayı münakaşaya meydan
bırakmayacak şekilde açıkça ortaya koymaktadır.[190]
1472.
...Muhammed b. Süleyman el-Enbârî, dedi ki; Vekî ve İbn Üyeyne teğannî'den
maksadın, istiğna (ihtiyaç duymama, itibâr etmeme) olduğunu söylediler.[191]
Bu babın hadislerinde
geçen "tegannf'den anlaşılabilecek mânâların bir kaçını 1469 nolu hadisin
açıklamasında belirtmiştik. Bunlardan birisinin "Kur'an'la yetinip başka
bir şeye ihtiyaç duymamak" olduğu, orada ifade edilmişti. Bundan evvelki
rivayette Ebu Lübâbe'nin de bu son manayı anladığı belirtilmişti.
Üzerinde durduğumuz bu
rivayet de Vekî b. el-Cerrah ve Süfyan b. Üyeyne'nin de aynı manayı anladığını
göstermektedir. Zaten Ebu Davud'un bu rivayeti kitabına almaktaki maksadı, bu
anlayışa işaret etmektir. Ancak bu anlayışa göre istiğna (ihtiyaç duymamak)dan
maksad, gönlün zenginliğidir, fakirliğin karşılığı olan zenginlik değildir. Çünkü
maddi zenginlik (ihtiyaç duymama) Allah'ın ikram edeceği sayılı vak'alar hariç,
sadece Kur'an-t Ke-rim'le elde edilmez. Sonra bu hadis buradaki teğanniyi maddi
zenginlik olarak anlamaya hiç de müsait değildir. Çünkü o zaman ifâdenin
"Kur'an-ı Kerim okumak suretiyle dünya zenginliğini istemeyen bizden
değildir" manasını verecek şekilde olması gerekir ki bu, mümkün değildir.
Ebu Ubeyd, Vekî' ve
Süfyan b. Uyeyne'nin tefsirlerini beğenip "tegan-nî'nin istiğna manasına
kullanıldığını arab şiirinden misaller getirerek isbat etmiştir, tbn Mes'ud'un
"Al-i İmrân suresini okuyan zengindir" manasına gelen sözü de Ebu
Ubeyd'in şahitleri arasındadır.
Daha önce de işaret
edildiği gibi bazı âlimler ise, hadisteki "teğannî" kelimesinin
istiğna (zenginlik ihtiyaçsızlık) ile tefsirini kabul etmemektedirler.
Taberi'nin naklettiğine göre Şafiî'ye İbn Uyeyne'nin yukarıda geçen te'vili
sorulduğunda buna razı olmamış, eğer Resulüllah (s.a.) bu sözüyle istiğnayı
kast etmiş olsaydı demez derdi. Efendimizin maksadı sadece sesi güzelleştirmektir"
demiştir.
îbn Battal, îbn Ebî
Müleyke, Abdullah b. el-Mübârek ve Nadr b. Şumeyl de Şafiî gibi tefsir
etmişlerdir. "Allah (c.c.) Kur'an okurken nağme yapan bir peygamberi
dinlediği gibi hiç bir peygamberi dinlememiştir" manasın-daki rivayet de
bu anlayışı desteklemektedir..." der Taberi, terennümün ancak güzel ses
ve makamla olabileceğini söyleyerek eğer teğannînin mânâsı istiğna olsaydı, o
zaman hadislerde ne sesini ne de açıktan okumanın zikredilmesine lüzum
kalmazdı" der. İbn Mâce'deki şu rivayet de Şafiî, Taberi ve îbn Battal'm
anlayışlarına yardımcı olmaktadır. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah (c.c.)
güzel sesle Kur'an okuyan adamı şarkıcı kadının sahibinin o kadım
dinlediğinden çok daha fazla dinler."
Netice olarak denilebilir
ki, aslında arapçada tegannî kelimesi, hem Ve-kî ve Süfyan b. Uyeyne'nin
dedikleri gibi "istiğna", hem de Şafiî, Taberi ve İbn Battal'in
dedikleri gibi, sesi güzelleştirmek, makam yapmak mânâlarına gelir. Ancak
diğer rivayetler anılan kelimeyi sesi güzelleştirmek ve makam yapmak
manalarına almanın daha uygun olacağını göstermektedir. Bu kelimenin ifade
edebileceği tüm manaları birleştirerek "teğanniyi sesi güzelleştirip
açıktan hüzün verici bir makamla başka bir habere ihtiyaç duymadan kendisi ile
gönül zenginliği isteyip mal zenginliği umarak okumak şeklinde ifadelendirmek
de mümkündür. Ancak metin tercemeye bütün bunların yansıtılması mümkün
olmadığı için hadiste kelime tercüme edilmeden "tegannî yapmayan" ifadesi
kullanılmıştır.[192]
1473. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah (c.c.)
güzel sesli bir Peygamberin sesini güzelleştirerek (nağme
yaparak)-[açıktan]-okuduğu Kur'an'ı dinlediği kadar hiçbir şeyi
dinlemedi."[193]
Hadis-i şerifteki
Allah'ın dinlemesinden murat okuyandan razı olması amelini kabul edip sevabını
kat kat vermesidir. Çünkü kulak vermek manasında olan dinlemenin şahıslara göre
farklılık göstermesi Allah için muhaldir. Zira bu dinleme türü ilginin azlık
ve çokluğuna göre durumu değişen insanın halidir. Halbuki Cenab-ı Allah'ın
dinlemesi farklılık göstermez. O halde hadisi "Allah (c.c.) Kur'an'ı
makam ile okuyan Peygamberden razı olduğu kadar hiçbir şeyden razı
olmadı" şeklinde anlamak gerekir.
Hadis-i şerifteki
"Kur'an" sözü ile tüm mukaddes kitapların kast edildiği Nebi
kelimesinin nekre (belirsiz) oluşunun buna delil olduğu söylenmektedir.
Metindeki "Onu
açıktan okur" sözü Ebu Davud'un rivayetine göre, hadisin aslından gibi
görünmektedir. Ama bu doğru değildir. Çünkü o söz râvilerden Ebu Seleme veya
bir başkasına aittir. Hadisin Buhâri'deki rivayetinde bu söz "bir arkadaşı
ona açıktan okur dedi" şeklindedir. İbn Hacer el-Askalânî Ona'daki zamirin
Ebu Seleme'ye ait = arkadaş kelimesinin de Abdulhamid b. Abdurrahman olduğunu
söyler.EbuDâvûd' un oğlunun aynı hadisi Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'i makam
yaparak okuyan bir Peygamberi dinlediği (razı olduğu) kadar hiçbir şeyi
dinlemedi" sözleriyle yaptığı rivây etinin sonunda Ibn Şihab
"Abdulhamid b. Abdurrahman Ebî Seleme'den Kur'an'ı makam yaparak (yani) açıktan
okuyan" diye haber verdi" dedi" şeklindeki sözler de, üzerinde
durulan sözün hadis metninden değil, Ebu Seleme tarafından ilâve edilmiş
olduğunu gösterir. Bu tip hadislere "Müdrec hadis” denilir. Hadis metninde
kasdî olarak yapılan bu tür eklemeler hoş karşılanmamaktadır.[194]
1. Kur'an-ı
Kerim'i, makam yaparak sesi güzelleştirerek okumak meşrudur.Her ne kadar
hadiste sadece Peygamberlerin okuyuşuna temas edilmişse de aynı şekilde okuyan
diğer insanlar da Peygamberlere ilhak edilirler.
2. Babın
hadislerinde geçen den maksad, sesi güzelleştirmek, makam yapmaktır.[195]
1474.
...Sa'd b. Ubâde (r.a.)'den; "Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu"
demiştir.
"Kur'an-ı Kerim'i
okuyup da (ezberleyip) sonra unutan kimse, kıyamet gününde Allah (c.c.) ile
ancak eli kesilmiş olarak karşılaşır.”[197]
Hadis-i şerifteki
"unutnıak"dan maksat, konusunda ayrı görüşler vardır.Bunun hakiki
mânâsıyla Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip de unutmak olması muhtemel olduğu gibi,
Kur'an okumayı bırakıvermek, gereğince amel etmemek, helâl dediğini helâl,
haram dediğini haram tanımamak mânâlarında söylenmiş olması da muhtemeldir. Bu
ikinci ihtimâl "böylece âyetlerimiz sana geldi de sen onları
unuttun"[198] âyetinin hamledildiği
mânâ olmuş olur.
Hadis-i şerif zahirî
manâsıyla az çok ayırımı yapmadan, Kur'an-ı Ke-rim'den bir bölümü unutmanın
büyük günâh olduğunu ve bu günahtan ancak tevbe ve unutulanı ezberlemekle
kurtulmanın mümkün olduğunu söyleyen Şafiîlere delildir. Malikîlere göre,
kişinin namazını kılabileceği miktardan fazlasını unutması mekruh, namaz
kılabileceği kadarını unutması haramdır.
Hanefiler ve Han
belilere göre ezberlenen bir Kur'an-ı Kerim bölümünü, bir âyet bile olsa,
unutmak büyük günâhlardandır.
Bu mesele
"mescidin süpürülmesi" konusunda 461. hadiste daha geniş olarak ele
alınmıştır.
Metin tercemesine
"eli kesilmiş olarak" diye geçtiğimiz kelimesine çok farklı mânâlar
verilmiştir. "Dişleri dökük", "elleri hayırdan boş",
"azaları kesilmiş", "delili yok", "cüzzamlı" ,
"başı önüne düşmüş", "unutmasına özür bulamayarak" gibi
manalar bunlardandır. Ancak görüldüğü gibi ifâdeler farklı olsa da, bu sözlerin
hepsindeki ortak mana her birinin bir kusur, bir noksanlık ifâde ettiğidir.
Buna göre hangi mânâ ele alınırsa alınsın, Kur'an-ı Kerîm'i ezberleyip de
unutan kıyamet günü Allah'ın huzuruna bir kusurla çıkacaktır.
Hadis-i şerif
senedindeki râvilerden Yezîd b. Ebî Ziyâd hakkındaki ten-kidlerden ve İsâ b.
Fâid'in, Sa'd b. Ubâde (r.a.)'yi görüp görmediği konusundaki münakaşalardan
dolayı zayıf kabul edilmiştir. İbn Abdilberr, "bu manada bu isnad kötüdür.
İsa b. Faid Sa'd b. Ubâde'ye yetişmemiş ve ondan hadis duymamıştır" der.[199]
Hadis-i şerif Kur'an-ı
Kerim okumayı tenbellikle terk etmenin ezberleneni unutmanın ve gereğince amel
etmemenin kötü bir şey olduğuna delâlet etmektedir.[200]
1475.
...Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'dan; demiştir ki: Hişâm b. Hakim b. Hizâm'ı, Furkan
suresini benim okuduğumdan farklı bir şekilde okurken duydum. Halbuki onu bana
Resulullah (s.a.) öğretmişti. Bu yüzden nerdeyse üzerine atılacaktım. Sonra
(vazgeçip) okumasını bitirinceye kadar mühlet verdim ve cübbemi göğsü üzerinde
toparlayıp (yakalayıp)[201]
Resulüllah (s.a.)'a getirdim:
Ya Resulullah! Ben
bunu Furkan suresini senin bana okuttuğundan başka bir şekilde okurken duydum,
dedim. Hz. Peygamber ona:
"Oku!"
buyurdu.
O da aynen benim
duyduğum gibi okudu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.):
"Bu sure, böylece
nazil oldu," buyurdu. Sonra bana: "Sen oku! dedi. Ben de okudum.
(Bana) da: "- Bu sure böylece nazil oldu. Şüphesiz bu Kur'an yedi harf üzere
nazil olmuştur. Onlardan hangisi kolayınıza gelirse öyle okuyunuz"
buyurdu.[202]
Hadis-i şerifin
Müslim'deki rivayeti Ebu Dâvud'unki ile hemen hemen aynıdır. Buhârî'de üç ayrı
yerde yer alan rivayetler biri birine pek yakın ise de, Ebu Dâvud'dakirden bazı
ayrılıklar göze çarpmaktadır. Hişam b. Hakim'in Furkan suresini namaz kılarken okuduğu
açıkça ifâde edilen Buhâri'nin bir rivayeti şu şekildedir:
Ömer b. el-Hattâb
(r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"ResulüJlah
(s.a.) hayatta iken Hişam b. Hakim'i Furkan suresini okurken işittim.
Okuyuşuna kulak verdim bir de ne göreyim, Resulüllah (s.a.)'in bana öğretmediği
bir takım lehçelerle okuyor. Neredeyse namazda üzerine atılacaktım. Selâm
verinceye kadar zor sabredebildim. (Selamı verir vermez) cübbesinin yakasını
topladım ve:
Bu sureyi benim
duymadığım şekilde sana kim öğretti? dedim.
Bana onu Resulüllah
(s.a.) okuttu, (öğretti) dedi.
Yalan söylüyorsun.
(Çünkü) onu bana Resulüllah senin okuduğundan başka bir şekilde okuttu, deyip
yakasından tutarak Resulüllah (s.a.)'a götürdüm ve:
Ya Resulallah, bunu
Furkan suresini senin bana öğrettiğinden başka lehçelerle okurken işittim,
dedim.
“Onu bırak",
buyurdu ve (Hişam'a):
"Oku ya Hişam*'
dedi. Hişam da aynen benim duyduğum gibi okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Bu sure böyle nazil
oldu," buyurdu. Sonra bana (dönüp):
"Ya Ömer! (Bir
de) sen oku" dedi. Ben de kendisinin bana öğrettiği şekilde okudum.
Efendimiz yine:
"Bu sure böylece
indirildi. Şüphesiz bu Kur'an yedi harf (lügati lehçe) üzere indirilmiştir.Bunlardan
hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz" buyurdu.
Buhari'deki rivayeti
terceme ederken "lehçe" tâbirini kullandığınız "harf"
kelimesi haddizatında çok daha umumî bir kelimedir. Onun için Bsıs metnin
tercemesinde herhangi bir karşılık verilmemiş, olduğu gibi alınması uygun
bulunmuştur. Buhari'deki rivayeti terceme ederken "lehçe" tâbirim
kullanmamız merhum Kâmil Miras'm Tecrid tercemesindeki ifâdesine tebaan
olmuştur.
Metinde görüldüğü gibi
Peygamber (s.a.) Furkan suresini kendi bildiği gibi okumadığı için Hişam b.
Hakim'i yakalayıp huzuruna getiren Hz. Ömer'e hem kendisinin hem de Hişam'ın
okuyuşunun doğru olduğunu, çünkü Kur'an-ı Kerim'in yedi harf üzere indirilmiş
bulunduğunu söylemiştir.
Âlimler bu yedi
harfden kastedilen mânâ konusunda hayli farklı şeyler söylemişlerdir. Ebu Hatim
b. Hibbân bu görüşleri otuz beşe kadar ulaştırır. Bunlardan bazılarını şu
şekilde özetleyebiliriz:
a. Yedi
vecih, bu Hafız İbn Hacer'in ifadesidir. Ancak bundan maksat, her kelime veya
her cümlenin yedi vecih üzere okunacağı değildir. Bu bir kelimenin ulaşabileceği
vecih sayısı en son yedi olur demektir. Eğer bazı kelimelerde yediden fazla
vecih görülürse, bu ya med ve imâlede olduğu gibi eda keyfiyetindeki
ihtilaftandır veya yediden ziyâdesi sabit değildir.
b. Yedi
harften murat, sayı tahdidi değil kolaylık ve suhuletteki çokluğa işarettir.
Nasıl ki onluklarda yetmiş çokluğu delalet için kullanılırsa, yedi de
birliklerde çokluğa delâlet için kullanılır.
c. Aynı
lehçeden de olsa, bir mananın mürâdif lâfızlarla ifâde edilmesidir. Hem
Hişam'ın hem de Hz. Ömer'in Kureyş kabilesinden oldukları halde
birbirlerininkinden farklı okumaları bu görüşü te'yid etmektedir. İbn Abdilber
bu görüşün, ulemanın çoğunluğuna âit olduğunu söyler. İbnu'l-Esîr, en-Nihâye'de
İbn Mesûd'un "Ben (çeşitli) kıraatleri dinledim. Onları birbirlerine,yakın
buldum. O halde nasıl öğretildi iseniz, o şekilde okuyun. Bu sizden birinizin
demesine benzer" dediğini nakleder. Bu kelimelerin her üçü de
"gel" manasınadır.
d. Yedi harften
maksat, yedi lehçedir.İbn Atiyye, Zührî, Ebu Ubeyd ve başkalarının görüşü
budur. Ancak bu yedi lehçe arab lehçelerinin en fasihi olan yedisidir. Çünkü
Arab lehçelerinin sayısı daha fazladır. Arab lehçelerinin en meşhurları
Kureyş, Yemen, Hevâzin ve Huzeyl lehçeleridir.
Bu izaha göre
Kur'an'ın her kelimesinin ayrı ayrı yedi lehçe üzere indirildiği
anlaşılmamalıdır. Bundan maksat, Kur'an-i Kerim'in bir kısmının bir lehçe diğer
bir kısmının da başka bir lehçe ile indirilmiş olmasıdır. Şüphesiz ki her
lehçenin Kur'an-ı Kerim'deki payı eşit olmaz. Kimisi ile inen âyet sayısı daha
fazla, kimisi ile inen daha azdır.
Bazı âlimler bu yedi
lehçenin Mudar Lehçeleri olduklarını söylerler. Bu lehçeler Huzeyl, Kinâne,
Kays, Dabbe, Teymu'r-rabab, Esed b. Huzeyme ve Kureyş lehçeleridir.
Fethü'l-Bâri'de Ebû
Şâme'nin bazı âlimlerinden naklen şunları söylediği kaydedilir:
"Kur'an-ı Kerim
önce Kureyş ve ona komşu olan Fasih Arab lisanla-nyla nazil oldu. Sonra diğer
Arabların kendi adetlerine göre farklı i'rablar ve farklı lâfızlarla
okumalarına müsaade edildi. Onlardan hiçbiri kendi lehçesini bırakıp da başka
bir lehçe kullanmak mecburiyetinde bırakılmadı. Buna sebeb, onları zorluğa
koşmamak, âlicenabhk ve mânâların kolayca anlaşılması arzusudur. Ancak bu
farklılık mana birliğini bozmaz. İşte onların okumadaki ihtilafları ve Hz.
Peygamberin herbirini tasvib etmesi bu esasa dayanır."
Ancak burada hemen
şunu hatırlatmak yerinde olur, her bir kabilenin kendi lehçesi ile okuması
tamamen kendi arzusuna bağlı değildir. Aksine o okuyuş tarzını mutlaka Hz.
Peygamber (s.a.)'den duymuş olmalıdır. Üzerinde durulan hadiste birbirlerinden
farklı okuyan iki şahabının her ikisinin de okuduğu tarzı Hz. Peygamber'den
aldığını göstermesi bunun delilidir.
e. Yedi
harften maksat» kıraat-i seb'adır. Bazı müfessirler kıraat-ı seb'-a'nın
sahabiler tarafından Resulüllah'tan nakledildiğini ve Hz. Osman'ın bunu
mushafında tesbit ettiğini söyleyerek hadise en uygun mânânın bu olduğunu
söylerler.
Ebu Şâme ise,
hadisteki yedi harften maksadın bugünkü anlaşılan mânâda (Asını, Nâfi'
kıraatleri gibi) kıraati seb'a olduğunu söyleyenleri cahillik ile itham ederek
Mekkî İbn Ebi Tâlib'in böyle anlayanların büyük bir yanılgı içerisinde
olduklarını söylediğini nakleder.
f. Yedi harf
Kur'an-ı Kerim'deki imâle, inceltme ve kalınlaştırma, izhar, idgâm, med, kasr
gibi şeylerdir. Çünkü arablar bu konularda çeşitli usullere sahibtirler. Allah
onlara kolaylık olsun diye bu vecihlerden istedikleri şekilde okumalarına
müsaade etmiştir.
Yedi harf konusunda
ileri sürülen fikirlerin en önemlileri bunlardır. Mudakkik âlimlerden Şah
Veliyullah ed-Dihlevî bu konudaki görüşlere temas ettikten sonra kendi
tercihini özetle şu şekilde ifade eder: "Bu ihtilaflardan benim tercihime
göre, hadisteki "yedi" sözünün zikri, sayı tahdidi değil, çokluğu
beyân içindir. Arablar nazmın tertibini gözetmek şartıyla bir sözü çeşitli
üsluplarla ifâde ederler. Bu üsluplardan herbiri "harftir. Bu farklılık
bazan maharici harûfun ihtilâfı, bazan da uzatma kısaltma, ince ve kalın okuma
yönlerinden olur. Bazan da günahkâr manasmdaki "fâcir ve esîm'-'de olduğu
gibi müteradif kelimelerin kullanılması suretiyle olur. Hz. Osman'ın
mushafında yazılı olan yedi kurranın ihtilafları da "harf"
ihtilâftndandır. Hz. Osman'ın mushafında olmamakla beraber sahabe ve ta-biundan
bir kelimenin edası konusunda nakledilen ihtilaflar da bu cümledendir. Ama
nazmın tertibini bozacak derecede büyük ayrılıklar gösteren ihtilaflar yedi
harf tabiri içerisinde düşünülemez. Çünkü o Kur'an olmaktan çıkar."
Görüldüğü gibi Şah
Veliyullah aşağı yukarı tüm ihtilaflara öz olarak temas ederek, "yedi
harf'den maksadın sadece bunlardan biri değil, hepsinin olduğuna işaret
etmiştir.
Kur'an-ı Kerim
âyetleri Hz. Peygambere bir defada nazil olduğu halde, yedi harfin ne şekilde
tesbit edildiğine dâir bir soru akla gelebilir. Akla gelmesi muhtemel bu
soruya cevaben deriz ki: Bilindiği gibi her dilin kendine has lehçeleri ve
ifade farklılıkları vardır. Arabcada lehçe farklılıkları yönünden en zengin
dillerden biridir. Kur'an-ı Kerim genellikle Kureyş lehçesi üzerine inmekle
beraber Huzeyl, Hevâzin ve Yemen lehçeleri ile inenler de vardır. Hz.
Peygamber, tüm Arab kabilelerinin Kur'an'ı benimseyip gönülterinde yer etmesini
istediği için ısrarla Cenab-ı Hak'tan Kur'an'ın öbür lehçelerle de
gönderilmesini istemiş ve bu isteği1 kabul edilmiştir. Bu durumu Buhâri'nin
rivayetine göre Peygamberimiz şu şekilde ifade etmiştir:
"Bana Cebrail
(a.s.) Kur'an'ı bir okunuş üzerine okuttu. Ben de ısrarla bunun artmasını ve
Arabiarın diğer okuyuşuyla okunmasını isterdim. Ta yedi türlü okunuşa
ulaşıncaya kadar bu isteğimde ısrar eltim.”
Ancak lehçeler
arasındaki farklılık hiç bir zaman âyetler arasında bir tezatın bir tenakuzun
olmasına sebeb değildir.
Hadiste konu edilen
yedi harf (lehçe), Resuİullah devrinden sonra da var mıdır? Yoksa bir müddet
şayi' olup sonra bazıları mı yerleşmiştir? Konusunda ihtilaf vardır. Süfyan b.
Uyeyne, İbn Vehb, Taberi ve Tahavî gibi âlimlere göre yedi lehçenin tamamı o
gün mevcûd değildir. BabÜlânî, İbn Abdilber ve İbn Arabî gibi âlimlerin
ifadelerine göre, daha Hz. Peygamber zamanında Kur'an-ı Kerim bir lehçe üzere
karar kılmıştır. Buhârî'nin Hz. Fatma (r.anha)'dan rivayet ettiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.) Cebrail'in Kur'an-ı Kerim'i her sene kendisi ile birlikte bir
defa mukabele ettiği halde vefat ettiği yıl iki defa mukabele ettiğini söyleyip
bunu irtihaline işaret saymıştır. Hz. Peygamberle Cebrail arasındaki
mukabeleye "arz" tâbir edilir. İşte bu son Arz'da Kur'an-ı Kerim şu
anda elimizde olan şekli ile yerleşmiş ve daha evvel müsaade edilen diğer
lehçeler Allah tarafından neshedilmiştir. Üzerinde durduğumuz hadiste olduğu
gibi sahâbilerin birbirlerinin okuyuşunu yadırgayarak, müdâhele ettiklerini ve
durumu Hz. Peygambere intikal ettirdiklerini bildiren daha başka rivayetler de
vardır. Sahih hadis kitablannda belirtildiğine göre Ubey b. Ka'b ile İbn Mes'ud
arasında NahI suresinde, Amr b. el-As ile adı verilmeyen biri arasında bir
âyette, Zeyd b. Erkam ile yine adı verilmeyen biri arasında bir başka âyette
buna benzer olaylar geçmiştir.[203]
1. Müslüman,
dininin esaslarım muhafazada titiz olmalı, onların yanlış öğrenilip
öğretilmesine ve aslı mecrasından saptırılmasına göz yummamalıdır.
2. Müslüman
için iyiliği emredip kötülükten sakındırmak bir vazifedir.
3. Bir kimse
dinî bir gayretten dolayı kendisine yapılan müdâhaleyi, biraz kabaca da olsa,
hoş görmeli, işin açıklığa kavuşmasına yardımcı olmalıdır.
4. Kendisinden
bir meselenin halli istenilen zat, sadece hal çaresini göstermekle kalmamalı vardığı sonucun sebebini de
bildirmelidir.
5. Kur'an-ı
Kerim yedi harf üzere inmiştir.Çeşitli görüşler olmakla beraber bu yedi harften
maksat, yedi lehçedir. Konu yukarıda geniş olarak ele alınıp incelenmiştir.[204]
1476.
...Zührî demiştir ki:
Bu harfler (vecihler)
ancak aynı hükümdedir. Helal ve haram konusunda farklılık göstermezler.[205]
Ziihrî bu eserde
bundan evvelki hadîste bahsi geçen vecih ya da lehçe farklılıklarının lâfız farklılıkları
olduğunu, bir veçhe göre helal olan şeyin başka bir vecihte haram olmayacağını
belirtmektedir.
Zührî'nin bu sözleri
Buharî ve Müslim'de İbn Abbas (r.anhuma)'dan merfuân rivayet edilen aynı
konudaki bir hadisin sonunda şu ifadeye yer verilmektedir:
İbn Şihab dedi ki:
Bana bu yedi harfin aynı hükümde olup helal ve haram konusunda farklılık
yaratmadığı ulaştı."
Zühri'den rivayet edilen
bu sözler, yedi harften maksadın mana farklılıkları olduğunu söyleyenlerin
sözlerini reddetmektedir. Bundan sonraki hadis, Zührî'nin görüşünü takviye
etmektedir.[206]
1477.
...Übey b. Ka'b (r.a.)'den; demiştir ki:
"Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu:
"Yâ Ubey,
şüphesiz Kur'an-ı Kerim bana okutulup bir harf üzere mi yoksa iki harf üzere mi
(okumak istediğim) soruldu? Benimle birlikte olan melek:
“İki harf üzere
de," dedi. Ben de:
"İki harf
üzere" dedim. Bu sefer:
“İki harf üzere mi
yoksa üç harf üzere mi? denildi. Yine yanımdaki melek:
“Üç harf üzere
de," dedi. Ben de;
“Üç harf üzere"
dedim. (Bu hâl) yedi harfe ulaşıncaya kadar (devam etti). Resûlullah (s.a.)
sonra şöyle buyurdu:
“Sen azab âyetini
rahmet, ya da rahmet âyetini azabla bitirmedikçe, in yerine desen bile, o harflerden
her biri ancak şâfî ve kâfidir."[207]
Hadis-i şerifte geçen
"harf" kelimesinin çeşitli mânâları bu babın ilk hadisinde
belirtilmiştir. Bu mânâların her birine muhtemel olması yönünden kelime terceme
edilmemiş, aynen alınmıştır.
Ebu Davud'un bu
rivayetinde Hz. Peygamberce Kur'an-ı Kerim'in, kimin tarafından okutulduğu ve
kendisine telkinde bulunan meleğin hangi melek olduğu belirtilmemektedir.
Nesâî'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber (s.a.)'e Kur'an-ı Kerim okutanın Cebrail,
Efendimiz'e Harfleri artırmasını tavsiye edenin de Mikâil olduğu
bildirilmektedir. Nesâî'nin bu rivayetinin meali şöyledir:
"Cebrail ve
Mikâil bana gelip Cebrail sağıma Mikâil soluma oturdu. Cebrail bana:
"Kuranı bir harf
üzere oku," dedi. Mikâil ise;
"Yedi harf
ulaşıncaya kadar artmasını iste, artmasını iste," diyordu.
Tercemede görüldüğü
üzere Hz. Peygamber Ubey b. Ka'b'a, Kur'an'ın yedi harf üzere inmesinin nasıl
olduğunu anlattıktan sonra azab âyetini rahmet, rahmet âyetini de azabla
bitirmedikçe gibi Allah'ın sıfatlarının yerine yine Allah'ın sıfatlarından gibi
başkalarını okumanın ancak şifa verici ve yeterli olduğunu söylemiştir. Bu
âyetlerin şifâ oluşu meşhur anlayışa göre cehalet hastalığına karşıdır. Dini
hükümleri bilmekte mü'minlerin kalblerine veya müzminlere istenileni verme
konusunda şifa verici biçimde de anlaşılabilir. Bu vecihlerin kâfi oluşu
konusunda da şu görüşler vardır: Namazlarda kâfi, Resulullah (s.a.)'m
doğruluğunu tasdike ve kâfirlerin şüphelerini silmeye kâfi veya kâfirlere karşı
hüccet olmaya yeterlidir. Rahmet âyetini azabla bitirmekten maksat, o âyetin
sonuna, = "ıkâbı şiddetli",
gibi azaba delalet eden bir sözün getirilmesidir. Azab âyetini rahmetle
bitirmek de azabla ilgili bir âyetin sonuna = Bağışlayıcı, merhamet edici"
gibi Allah'ın rahmet sıfatlarına ait kelimelerin getirilmesidir. Hz.
Peygamber'in bu hadisi bu tür değiştirmelerin kesinlikle caiz olmadığım
göstermektedir. Yine bu hadis bir âyette geçen Allah'ın bir sıfatı yerine başka
bir sıfatının okunmasının caiz olduğunu gösterir. Ancak Aynî'nin beyânına
göre, bu cevaz Hz. Osman mushafındaki tertibi üzerine icmâın vücudundan önceki
ile alakalıdır. Bu icma'dan sonra, bile bile Allah'ın bir sıfatının yerine
başka bir sıfatı meselâ yerine, okumak caiz değildir. Ama bile bile değil de,
hata ile okunsa, mahzuru yoktur. Hatta hata ile olan bu yanlışlık, namaz
içerisinde olursa, namazı bozmaz. Allah'ın sıfatları ile ilgili olmayan
yanlışlıkların namaz içerisinde hatâen yapılması halinde Ebu Hanife ile tmam
Muhammed'e göre mânânın fazlaca değişmesi durumunda namaz bozulur, değilse
bozulmaz. Ebu Yusuf'a göre yapılan yanlışlığın benzeri Kur'an-ı Kerim'de varsa,
mânâ bozulsa bile, namaz sahihtir. Hanefi mezhebinde bu konuda Ebu Yusuf'un
görüşüne göre fetva verilmektedir.[208]
1. Kur'an'ın
yedi harf üzere indirilmesi Hz. Peygamber’in isteği ile olmuştur.
2. Kur'an-ı
Kerim'deki vecihier mü'minler için şifa ve hüccettir.
3. Azab
âyetlerini rahmet kelimeleriyle rahmet âyetlerini de azab kelimeleriyle
bitirmek caiz değildir.
4. ayet-ikerimelerdeki
Allah'ın bazı sıfatlarının yerine başka sıfatlarının okunması caizdir. Ancak
konu izaha muhtaçtır. Açıklama kısmına bakılmalıdır.[209]
1478.
...Ubey b. Ka'b (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.) Gıfar
oğullan göletinin yanında iken Cebrail (a.s.) gelip:
"Şüphesiz Allah
(c.c.) sana ümmetine (Kur'an'ı) bir harf üzere okutmanı emrediyor" dedi.
Resulullah (s.a.);
"Allah'tan onu
bağışlayıp affetmesini iste, şüphesiz ümmetimin buna gücü yetmez"
karşılığım verdi. Sonra Cebrail ikinci kez gelip öncekinin benzerini söyledi.
(Bu hal Kur'an'ın okunması) yedi harfe ulaşıncaya kadar (devam etti). Nihayet
Cebrail:
Şüphesiz Allah (c.c.)
sana ümmetine yedi harf üzere okutmanı emrediyor. Hangi harfle okurlarsa doğru
yapmış olurlar" dedi.[210]
Hz. Übeyy'in bu
rivayeti bir önceki rivayetin farklı bir ifâdesi gibi görünmejctedir.Ancak önceki rivayete göre
Hz. Peygamber'e Kur'an'ın okunuş vecihlerinin artırılmasını istemesini yanında
bulunan bir melek (Mikaîl) telkîn ettiği halde, bu rivayette Hz. Peygamberin,
ümmetinin aczini öne sürerek bizzat kendisinin istediği belirtilmektedir. Bu
durum Tirmİzi'deki bir rivayette daha açık olarak şu şekilde ifâde edilmiştir:
"- Ya Cibril! Ben okuma yazma bilmeyen bir topluma gönderildim. Onlar
arasında ihtiyarlar, kocakarılar, çocuklar ve ömründe hiç kitab okumayan
adamlar var...'* Hz. Peygamber bu sözleriyle Kur'an-ı Kerim'in sadece Kureyş
lehçesi ile inmesinin ümmeti için zorluklar doğuracağını söyleyerek Cebrail'den
bu lehçeleri artırmasını Cenab-i Hakk'tan istemesini arzu etmiş, neticede
dileği yerini bulmuştur.
Hadisin Ebû Dâvud'daki
rivayetinde Cebrail'in Hz. Peygamber'e birinci ve ikinci gelişleri
zikredilmiş, bundan sonrakiler anılmamıştır. Müslim'deki rivayette ise, üçüncü
ve dördüncü gelişleri ve her gelişinde Kur'an-ı Kerim'in okunuşunun bir harf
(lehçe) artırıldığını haber verdiği bildirilmiştir. Bu hadisin aslında
Cebrail'in her gelişinin açıkça ifâde edildiği halde kısaltma için sonradan
anılmadığı izlenimini vermektedir.[211]
1. Hadis,
Hz. Peygamberin ümmetine olan şefkat ve sevgisine delalet etmektedir.
2. Allah
(c.c.) Resulullah (s.a.)'in ümmeti hakkındaki şefaatini kabul etmiştir.
3. Kur'an-ı
Kerim'in indirildiği yedi harften hangisi ile olursa olsun okunması caiz ve
her okuyuş doğrudur. Ancak son arza ile Kureyş lehçesi dışındaki kıraatler
neshedilmiştir. Hz. Osman'ın yazdırdığı nüsha üzerinde ashabın ittifakı ile
Kureyş lehçesi dışındaki vecihler Kur'an-ı Kerim'e alınmamıştır.[212]
1479.
...Nûman b. Beşîr (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Duâ ibadetin tâ
kendisidir. Rabbiniz (c.c.) "Bana dua ediniz, size icabet (ve duanızı
kabul) edeyim"[213] buyurdu.[214]
Hadislerini terceme ve
izah etmeye çalıştığımız konu dua ile ilgilidir.Hadis-i şerifin muhtevası ile
ilgili açıklamaya geçmeden önce, duanın mânâ ve lüzumu ile, duaya karşı
çıkanların fikirleri ve bunlara verilen cevapları Elmalık Hamdi Efendi'nin
tefsirinden sadeleştirerek ve biraz kısaltarak nakletmek istiyoruz:
"Duâ davet gibi
çağırmak manasınadır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya olan istek ve
niyaz mânâsına kullanılmıştır.
Duanın hakikati, kulun
Rabbi celle celâlühû'dan imdâd istemesi, inayet ve yardımını dilemesidir.
İlimden dem vuran bazı
câhiller duayı fâidesiz bir şey zannetmişlerdir. Bunların başında, yaratıcı
kudreti, kör bir kuvvet zanneden kör kuvvetçiler vardır. Fakat bunlardan başka
icab veya cebir nazariyelerine saplananlardan da bu konuda bir takım şüpheler
ileri sürmeye kalkışanlar olmuştur. Şöyle ki:
1. Dua ile
istenilen şeyin Allah katında olup olmayacağı bellidir. Olacağı belli olan
şeyin olması vaciptir. O halde duaya ihtiyaç yoktur. Olmayacağı belli olan
şeyin ise, olması mümkün değildir. Bu durumda yine duaya ihtiyaç yoktur.
2. Bu
âlemdeki bütün hâdiselerin başlangıcı olmayan bir müessirde son bulduğunda
şüphe yoktur. O halde bu evveli olmayan müessirin, ezelde olmasını gerekli
kıldığı şey mutlaka olacaktır. Olmasını gerekli kılmadığı şeyin olması ise,
mümkün değildir. Bunlar ezelde sabit ve mukadder olunca duanın da elbette
tesiri olmaz... Hz. Peygamber (s.a.) Efendimiz bile "Allah kâinatı
yaratmadan şu kadar ve şu kadar sene evvel kaderleri takdir etti"
"Olacak olan şeyle kalem kurudu" buyurmamış mıdır? "Dört şeyden
feragat hâsıl olmuştur: Ömür, rızık, halk ve ahlâk" hadisi de mervî değii
midir? O halde duadan ne fâide?
3. Allah
(c.c.) gaybları bilicidir. Gözlerin hâin bakışını, sînelerin gizli tuttuğu
niyetleri bilir. O halde duaya ne hacet? Cibril (a.s.) bile bu mealdeki söz ile
ihlâs ve kulluğun en yüksek derecesine ermiş. Hz. İbrahim ateşe atılırken
"Onun benim hâlimi bilmesi benim istememe gerek bırakmaz" demekle,
dostluk makamım kazanmış diyenler, aklî şahitler ve sahih hadisler ile sabit olduğuna
göre sadıkların makamlarının en yükseği Allah'ın kazasına rıza değil mi? Duâ
ise, nefsin muradını Allah'ın muradına tercih ve beşerî hisseyi istemek ve
sarılmak demek olduğuna göre buna zıt olmaz mı? Bir hadis-i kudsî'de “Kimi,
beni anması benden istemekten meşgul ederse, ona isteyenlere verdiğimin en
efdâlini veririm" buyurulmamış mıdır? O halde duayı terketmenin evlâ
olduğu bu vecihlerle sabit olmaz mı? demeğe kadar varanlar olmuştur. Bunlara
karşı akıllıların ve âlimlerin kahır ekseriyeti duanın, kulluğun en önemli
makamı olduğunda tereddüt etmemişlerdir ve buna aklî ve naklî pek çok deliller
vardır:
1. Görülüyor
ki, yukarıdaki şüphelerin başı kader meselesinden Cebr ve İcâba dayanmaktadır.
Halbuki bununla duayı inkâra kalkışmak tenakuz olur. Zira bu surette insanın
dua etmesi ve duaya iman etmesinin vukuu ezelde biliniyorsa, o dua herhalde
yapılacaktır. Buna şüphe karıştırarak ibtâle çalışmak Cebr ve Kaderden
bahsetmek manasız ve eğer duanın yapılamayacağı belli ise, o zamanda inkâra
kalkışmağa ihtiyaç yoktur. O dua zâten yapılmayacaktır. Ezelde duaya bağlı
olarak takdir olunan isteklerin de herhalde dua şartıyla olacağının bilinmesi
gerekir. Meselâ yemek yemek şartıyla doyması takdir edilen bir kimsenin
istemek ve azmetmek şartıyla başarıya ulaşması takdir olunanın, doyması ve
başarı sağlaması, yemeğe ve isteyip azmetmeye bağlı olduğu gibi, duâ da
böyledir. Dolayısıyla birinci ve ikinci maddelerde ortaya atılan itirazlar
eksiktir. İstekle ve dua ile kayıtlı olarak vuku bulacağı bilinen mukadderat
vardır.
2. Cenab-ı
Allah herşeyin evvelidir. Bu mânâ iyi düşünülünce anlaşılır ki, kadere mahkûm
olan Allah değil, yaratıklardır. Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da kaza ve
kaderden daha öncedir. Dua bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk
makamlarının en önemlisidir. Bize gelince Allah Teâlâ'nın ilmi ve keyfiyeti
kaza ve kaderini akıllarımız bilmez. Kaderin sırrı vukuun'-dan evvel belli
olmaz. Bu yüzden ilâhî hikmet kulun umut ve korku arasında koşup durmasını
gerektirmiştir. Umut başarıya sevk edici, korku ve sakınmada başarıyı düzene
koyucudur. Yaşamak bu iki hasletin dengesidir. Varlıkla yokluk arasında dönüp
dolaşan mümkünün mahiyeti budur. Bunun için ilm-i ilahî her şeyi kuşatıcı,
ilâhî kader ve kaza da her şeyde carî olmakla beraber teklifler sahihtir. Ümit
ve sakınma, istek ve azm kanunlarının biri de duadır. Bütün olaylar sebeplere
bağlı ise, dua da o sebeplerden birisidir.
3. Ashâb-ı
Kiram ResülüIIah (s.a.)'a Cebr ve kader meselesini sormuşlar:
Ya Resulallah ne
dersin? Bizim amellerimizin işi bitti mi? yoksa yeni başlayan bir iş midir?
demişler. "O, bir şeydir" denilince,.
O halde amel nerede
kalır (amele ne lüzum var, amelin ne faydası var)? sorusunu sormuşlardı. Bunun
üzerine "Çalışınız, herkes yaratılış gayesine müyesserdir"
buyurulmuştu. Hem kaderin önceden olduğunu hem de müyesser olmak için çalışıp
amel etmenin lüzumunu göstererek işin ne sadece Cebr ve icbar ne de mutlak
serbestlik olmadığını belki ikisi arasında orta ve icab ile ihtiyacın neticesi
"İki şey arasında birşey" olduğunu göstermiş ve m usa h h ar değil,
müyesser buyurmuştur. Şaşıranlar bu orta noktanın ya ifrat veya tefritine
düşenlerdir.
4. Duadan
maksat, ihtiyaç bildirme değil, kulluk gösterme, zillet ve düşkünlük arz
ederek müracaat etmektir. Maksat bu olunca, kaza ve kaderin rıza ile birlikte
Allah'a dua etmek beşerî hisseyi tercih değil, İlahî kudreti her şeyden daha
fazla ta'zimdir. Bu da en büyük makamdır. Cebrail'in ve Hz. İbrahim'in
zikredilen sözleri de yerine göre duanın en beliğidir. Kişinin istediğini
açıkça söylemesi duada şart değildir. Zaman olur edeb ve makamını bilen ehl-i
huzur için hâl, sözden daha üstündür. "Ya Rab! Huzurun-dayım, hâlim sana
malûm" demek, söyleyenin makamına kalbinin doğruluk ve samimiyeti
derecesine göre en şümullü dualardan daha belîğ olur. Daha doğrusu dua açık
sözlerle olabileceği gibi. kinaye ve imâ ile de olur. Bundan dolayıdır ki,
cömert olana hamd ve sena arzetmek duayı da içine alır. Bu sebepten "en
efdal dua el-HamduIilIah (demek)tir" buyurulmuştur.
5. Dua
hakkındaki naklî deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler inkâr
edebilir. Şu âyetler bu cümledendir: "Bana dua edince, duacının duasını
kabul ederinm.”[215] "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua
edin"[216] "Bana dua ediniz,
size icabet edeyim"[217]
"Yoksa darda kalana
kendisine dua ettiği zaman icabet edene mi?"[218]
"De ki, dua (ve ilticanız) olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?"[219]
İşte onlar kendilerine (öyle) bir azabımız gelip çattığı zaman olsun
yal-varmalı değil midirler? Fakat yürekleri katılaşmış."[220]
Sonuncu âyet
gösteriyor ki, Allah istemeyenlere gazab eder. Daha evvel Fatiha Suresinin dua
ve istemeyi Öğretme suresi isimlerini de hâiz olduğu ve bununla duâ âdabının
öğretildiği geçmişti. Kur'an-ı Kerim'in 14 yerinde geçen soru ve cevap
âyetlerinde “ = sana soruyorlar..." şeklinde başlayan soruya çokça veya =
(de).." kelimesiyle başlayan cevaplar verilmiştir. Halbuki üzerinde
olduğumuz âyette "Kullarım sana benden sordukları zaman" sorusuna,
veya denilmeden cevabında doğrudan doğruya = şüphesiz ben yakınım”[221]
buyurulmuş, vasıta hazfedilmiş ve yakınlık duayı kabul etmekle beyan edilmiştir
ki, bunda büyük bir nükte vardır. Cenab-ı Allah, kulu ile kendisi arasına bir
aracının girmesini istemiyor ve sanki şöyle buyuruyor: "Kulum, vasıtaya
dua vaktinden başkasında muhtaç olabilirse de dua vaktinde benimle onun
arasında aracı yoktur. Ben ona böyle yakınım." "Ben yakınım"
buyurup da "kullarım bana yakındır" buyurulmaması gayet manidardır.
"Dua eden
kimsenin gönlü Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe hakikaten dua etmiş
olmaz...
İşte dua böyle bir
yakınlık vasıtasıdır. Dolayısıyla ibâdetlerin en efdalidir.Nitekim
aleyhissalatü vesselam Efendimiz = “Dua
ibadetin özüdür” buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise = "İbâdet duadan
ibarettir"[222] buyurarak âyetini okumuştur.
Dikkat edilirse
görülür ki, duayı mühimsemeyenler ibâdeti önemsemeyenlerdir. Bunlar ise,
Allah'ın yakınlığı gerekli kıldığım bilmeyen ve hatta Allah'a eşler
koşanlardır. Bunlar Allah'a yalvarmaktan kaçınırlar da yaratıkların teveccühüne
mazhar olmayı cana minnet bilirler. İşte Cenab-ı Allah bu bab-taki bütün
şüpheleri def ve kullarım irşad için duanın ehemmiyetine ve oruç-luluk halinin
buna en uygun bir hal olduğuna işâreten oruç emrinden sonra Resulüne buyuruyor
ki: "Kullarım, sana benden sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua ettiği zaman
dua edenin duasına icabet ederim..."[223]
Hamdi Efendi merhumun
duanın tarif ve önemi ile ilgili bu nefis beyânından sonra sadedinde olduğumuz
hadis-i şerifle ilgili açıklamalara geçebiliriz.
Hadis-i şerifte
ibadetin duaya hasredilişi, duanın önemine delâlet etmek içindir. Yoksa dua
ibâdet olmakla beraber, duadan başka birçok ibâdetler vardır. Duanın bu derece
büyük kıymeti hâiz olması, duanın bütün ihtiyaçlarda Allah'a karşı küçülüp ona
yalvarmaktan ibaret olan mahiyetinden ileri gelmektedir. Çünkü Allah'ın
huzurunda küçülmek, ona yönelmek ve ondan başkasından yüz çevirmek
demektir." Bu da ibadetin aslı ve özüdür. Çünkü dua eden kişi, dua
esnasında kulların haklarını yerine getirerek ilâhî hakları itiraf ederek
Allah'tan başkasından birşey ummaz.
Peygamber (s.a.)
duanın ibadet olduğunu söyledikten sonra bana dua ediniz size karşılığım
vereyim..” âyetini sözüne delil olarak okumuştur. Ancak âyetin, duanın ibâdet
oluşuna delâlet eden kısmı hadiste zikredilen kısmı değil, devamındaki "Çünkü
bana ibâdetten büyüklük taslay(ıp uzaklaş)anlar hor ve hakir olarak Cehenneme
gideceklerdir" bölümüdür. Bu âyetteki ibâdet dua manasınadır.
Burada şöyle bir soru
akla gelebilir: "bana dua ediniz" emirdir. Emir vücûbu gerektirir.
Yine “Cehenneme hor ve hakir olarak gireceklerdir" bölümündeki şiddetli
tehdid de duanın farz olmasını gerektirir. Halbuki duanın farz olmadığı
konusunda icma vardır. Duaya niçin farz denilmemiştir?
Bu soruya şu
şekillerde cevap verilmiştir:
1. Dua mefhumu
farz ve nafile tüm ibadetleri içine alır. İbadet de farzdır.
2. Buradaki
emir istihbâba delâlet eder. Duayı terk edenle ilgili tehdid de mutlak mânâda
dua etmeyenle ilgili değil, büyüklenerek duayı terk edenlerle alakalıdır.
3. Ayet-i
kerimedeki "dua"dan maksadın ibâdet olması muhtemeldir. O zaman
âyetin manası, "Bana ibâdet ediniz, size sevap vereyim” olur. Ancak bu
mânâ hadisin siyakına uygun düşmemektedir. Onun için gelmesi muhtemel soruya
ilk iki maddedeki cevaplar daha uygundur.[224]
1. Hadis-i
şerif duanın fazilet ve lüzumuna delalet etmektedir.
2. Dua bir
ibâdettir.
Duanın faziletine
delâlet eden başka birçok hadis-i şerif vardır. Bir kaç tanesini aktarıyoruz:
"Dua ibadetin
özüdür".
"Allah katında
dua (Hm daha kıymetli bir şey yoktur.*'
"Kazayı sadece
dua defeder, ömrü de ancak iyilik uzatır.'*
"Allah
kendisinden istemeyene gazap eder."
"Dua gelen ve
gelmeyen herşeye fayda eder. O halde ey Allah'ın kulları, duaya
sarılınız."[225]
1480.
...Sa'd (b. Ebi Vakkas)’ın oğlunun şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Babam, benim "Ey
Allahım! Senden cenneti, nimetlerini, güzelliğini, şunları ve şunları isterim.
Cehennemden, cehennemin zincirlerinden, bukağılarından, şunlarından ve
şunlanndan... sana sığınırım" dediğimi duydu da şöyle dedi:
Yavrucuğum! (Böyle
yapma), ben Resulullah (s.a.)'i: "Duada haddi aşan bir topluluk
gelecek" derken işittim. Sakın sen onlardan olma! Şüphesiz sana cennet
verilirse içindeki hayırlarla birlikte verilir. Cehennemden korunursan ondaki
serlerden de korunursun."[226]
Hadisin Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'indeki rivayeti şu şekildedir:
Sa'd (b. Ebi Vakkas
-r.a.-) oğlunun "Ey Allahım! Senden cenneti, cennet nimetlerini, atlasını
ve benzer şeylerini istiyorum. Cehennemden, zincirlerinden ve bukağılarından
da sana sığınırım" diyerek dua ettiğini duyup şöyle dedi: "Gerçekten
sen Allah'tan çok hayırlar istedin ve çok serlerden ona sığındın. Halbuki ben
Resulullah (s.a.)'i "Şüphesiz duada haddi aşan bir grup gelecek"
buyurup; = "Rabbinize yal-vara yalvara gizlice dua ediniz. Şüphesiz o
haddi aşanları sevmez"[227]
âyetini okuduğunu duydum. Senin şunları söyleyivermen kâfi: "Ey Allah'ım!
Senden cenneti ve cennete yaklaştıran söz ve işi isterim. Cehennemden ve cehenneme
yaklaştıran söz ve işten de sana sığınırım."
Her iki rivayette de
görüldüğü üzere, Sa'd b. Ebi Vakkas oğlunun duayı çok uzattığını cenneti
istemekle kalmayıp cennetin içindekileri de tek tek istediğini, cehennemden
korunmayı isterken de cehennemdeki çeşitli azab şekillerini saydığını duymuş
ve bunu uygun görmemiştir. Hz. Sa'd'm, oğlunun duasını yadırgayışı Hz.
Peygamberden duyduğu, "Duada haddi aşacak bir grup gelecek"
mealindeki sözlerden dolayı olmuştur. Duada haddi aşmak birkaç türlü tefsir
edilmiştir. Bunlar:
a. Hadis
metninde olduğu gibi topluca istenilen şeyin teferruatını tekrar sayıp dökmek;
b. Şer'an
veya âdeten olması mümkün olmayan şeyleri istemek.Meselâ: Hz. Muhammed'den
sonra bir Peygamberin gelmesini istemek, insanlığın olmamasını dilemek,
gökyüzünün yere inmesini yerin de gökyüzüne çıkmasını arzu etmek... Âlimler
kişinin semalara çıkmak, bir dağın altına dönüşmesi ve ölülerin kendilerine
geri gelmesi için dua etmenin caiz olmadığında icma etmişlerdir.
c. Duada
haddi aşmak söylenilen sözlerin seçili olmasına çalışmak, birbirine benzeyen
kelimeleri sıralamak için gayret sarfetmektir.
Dua ederken bağırıp
çağırmaktır.
Gerçi şerhlerde duada
haddi aşmanın bu sayılanlardan biri olabileceği belirtilmekte ise de, hepsinin
kastedilmiş olmasına hiç bir rnânî yoktur. Özellikle son iki tefsir, zamınımız
duahanlarının yaptıklarına pek uygun düşmektedir.
Biraz evvel geçen,
Bakara suresinin 186. âyetinden anlaşılıyor ki, dua sağıra seslenir gibi
bağırıp çağırarak değil, mütevazı bir şekilde yalvara yakara gizlice
yapılmalıdır. Dua ederken çok şeyler istemek, bağırıp çağırmak da hüner
değildir. Üzerinde durduğumuz hadis-i şerifteki Sa'd (r.a.)'ın sözlerinin
yamsıra şu âyeti kerime de duada teferruata dalmanın doğru olmadığını ortaya
koymaktadır: " = Kim o ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o muhakkak
muradına ermiş olur."[228]
Dua ederken haddi
aşacak davranışlardan kaçınmak gerekir.Bu davranışların neler olduğu şerhde
izah edilmiştir.[229]
1481.
...Peygamber (s.a.)'in sahâbisi Fedâle b. Ubeyd[230]
(r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Resûlüllah (s.a.) bir
adamın namazında Allah (c.c.)'a sena etmeden ve Peygamber'e salevât getirmeden
dua ettiğini duyup;
"Şu adam acele
etti'* buyurdu.
Sonra adamı çağırıp
ona -veya bir başkasına-[231];
"Sizden biriniz
namaz kıldığı zaman önce Rabbi'ni tazim ve sena etsin, sonra Nebî (s.a.Ve
salevât getirsin, bundan sonra da artık istediği şekilde dua etsin" buyurdu.[232]
Hadis-i şerifte, Hz.
Peygamber'in bir adamı namazda dua ederken duyduğu belirtilmekte, fakat namazın
neresinde olduğuna temas edilmemektedir. Ancak bu duanın ya selâmı verdikten
sonra ya da selâm vermek için oturduğunda, tahiyyat ve salli-barik dualarını
okumadan yapmış olması gerekir. Çünkü namaz içerisinde dua edilecek başka bir
yer yoktur. Şevkânî bu hadisin İbn Mes'ûd'un teşehhüd konusundaki rivayetinin
mânâsına uygun düştüğünü söyler. Bu anlayış Hz. Peygamber'in, adamın teşehhüd
için oturduğunda dua ettiğini duyduğunu kabul etmeyi gerektirir.
Tirmizî'nin aynı
sahâbî'den yaptığı şu rivayet ise, adamın namazı bitirdikten sonra dua etiğine
işaret etmektedir:
Resûlüllah (s.a.)
otururken içeriye bir adam girdi. Namaz kılıp, "Alla-hım, beni bağışla
bana merhamet et" diye dua etti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.):
"Ey namaz kılan
adam! Acele ettin. Namazını kılıp da oturduğun zaman lâyık olduğu şekilde
Allah'a hamdet, sonra bana salevât getir. Sonra da ona dua et" buyurdu.
Daha sonra başka bir adam namaz kıldı. Namazdan sonra Allah'a hamdetti,
Peygamber'e salevât getirdi. Resûlullah (s.a.) bu zata:
"Ey namaz kılan!
Dua et, karşılık görürsün" buyurdu.
Görüldüğü üzere
Tirmizî'nin bu rivayeti hadiste bahsi geçen zâtın namazdan sonra dua ettiğine
delâlet etmektedir.[233]
1. Namazını
kılıp bitiren bir kimsenin Allah a dua etmesi sünnettir.Ancak duaya hemen
isteyeceği şeyleri sıralayarak başlamamak, önce Allah'a hamdu sena etmeli,
sonra Hz. Peygamber'e salevât getirmeli ve daha sonra da âdabına uygun şekilde
dua etmelidir.
2. Açıklama
bölümünde de temas edilen anlayışlardan birine göre namazda selam vermek için
oturan kişi, önce Ettehiyyatuyu sonra "salli-bârik" dualarını
okumalı, akabinde de arzu ettiği şekilde dua etmelidir.[234]
1482.
...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki:
"Resûlullah
(s.a.) cami (kapsamlı ve toplayıcı) olan duaları sever bunun dışındakileri terk
ederdi."[235]
Duanın cami
(toplayıcı) olmasından maksat, dünya ve âhiretin hayırlarını, sahih gaye ve
maksatlarını toplayan kelimelerle olmasıdır. Lafızları az fakat manaları çok
olan duaların murad edilmiş olması da muhtemeldir. Şu dualar anılan türdendir:
"Ey Rabbimiz, bize dünyada ve âh i re İte iyilik ver, bizi cehennem
azabından koru." "Ey Allah'ım, Beni haramından helalin ile muhafaza
et, fazlınla senden başkalarına muhtaç etme."
"Ey Allahım,
dünya ve âhirette bana rahatlık ihsan et."
"Ey Allahım,
senden cenneti ve cennete yaklaştıran söz ve işi istiyorum. Cehennemden ve
cehenneme yaklatıran söz ve işten de sana sığınırım."
"Ey Allah'ım!
Senden bildiğim, bilmediğim, acele, vadeli tüm hayırları istiyorum."
Hadis-i şerifteki
"duanın toplayıcı" olmasını hamd, salevât ve dua adabını toplayıcı
yeya butun mü'minlere şâmil olanlar şeklinde izah edenler de vardır.[236]
Dua ederken sözü
fazla uzatmaktan kaçınmalı, şümullü kelimeler kullanılarak Cenab-ı Hakk
a yalvanlmahdır. Önemli olan lâf kalabalığı değil, samimiyet ve tevâzudur. Bu
babın ilk hadisinde de geçtiği gibi bütün istenildiği zaman, parçalar da içine
girer. Meselâ cennet istenilince, içindekiler de istenilmiş olur. Ayrıca Cennet
nimetlerini saymaya lüzum yoktur.[237]
1483. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Sizden biri
sakın "Allahım dilersen beni bağışla, Allahim dilersen bana merhamet
et" demesin. İstediğini kararlı olarak istesin. Çünkü Allah için bir
zorlayıcı yoktur."[238]
Peygamber (s.a.)
ümmetini dua ederken istediği şeyi Allah'ın dilemesine bağlamaktan menetmiştir.
Çünkü isteği, dileğe bağlamak, ancak zorîanabiîen kişilere mahsustur. Halbuki
Allah bundan münezzehtir. Ayrıca "Allahım, istersen beni bağışla"
sözü, "istemezsen bağışlama" ifâdesini akla getirir. Bu da hâşâ kulun
Allah'a muhtaç olmadığı şeklinde bir vehme götürür ki, bu asla caiz değildir.
Zira bütün yaratıklar her işlerinde Allah'a muhtaçtırlar. Bir şeyi arzuya
bağlamak tahakkuku mutlaka gerekli olmayan şeyler de olabilir. Ama duada
istenilenler mutlaka olması istenilen şeylerdir. Dua haricindeki şeylerin
dilemeye bağlanması caizdir. Nitekim bir âyeti kerimede "Hiç bir şey
hakkında "ben bunu herhalde yarın yapıcıyım" deme. Sözünü Allah'ın
dilemesine bağlarsan müstesna" buyurulur.[239]
Hz. Peygamber bundan
sonra duanın azm ve kararlılıkla olması gerektiğini Allah'ı zorlayacak hiç bir
güç olmadığı için "Allahım, beni bağışla, bana merhamet et, bana ver..."
gibi emir ifade eden sözlerin Allah'ı zorlama sayılamayacağını ifade ediyor.
Bu bölüm Müslim'in rivayetinde "dua kararlı olsun, çünkü Allah zaten
dilediğini yapar" şeklinde ifâde edilmiştir.[240]
Hadis-i şerifte dua
ederken istenilen şeyin Allah'ın dileğine bağlanması men edilmektedir. Bu nehy,
men edilen şeyin haram olmasını gerektirir. İbn Abdilberr bu görüşü benimsemiştir.
Nevevî ise, bu yasağı kerahete hamletmiş ve duada istenilen şeyi Allah'ın
dileğine bağlamanın mekruh olduğunu söylemiştir. İbn Battal, Hadis-i şerifin
dua edenin kararlı ve ısrarlı olmasını, duasının kabul edileceği umudunda olup
rahmetten umudunu kesmemesi gerektiğine delâlet ettiğini söyler. Çünkü dua
edilen varlık, son derece âlicenabtır.[241]
1484. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, ResulülIah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Sizden biriniz
"dua ettim fakat kabul olunmadı" diye acele etmedikçe duası kabul
olunur."[242]
Hadis-i şerif, gecikse
bile kul acele etmedikçe duasının mutlaka kabul edileceğini bildirmektedir.
Kulun acele etmesi, Peygamber (s.a.) tarafından kulun "dua ettim fakat
kabul edilmedi" demesi ile tefsir edilmiştir. Müslim'in rivayetine göre
acele etmenin ne olduğu sorusuna Resûlullah (s.a.);
"Kul, "dua
ettim, dua ettim, hiç kabul edildiğini görmedim" der kırılır ve bu anda
dua etmeyi terk eder" diye cevap vermiştir.
Duayı terk etmek
yavaşlatarak veya ye'se düşerek dua etmekten usanç göstermektir.
Dua eden bir kimsenin
duasının karşılığı geciktiği veya başka bir şekilde tecelli ettiği için,
"dua ettim fakat kabul edilmedi" demesinde iki büyük hata vardır:
Bunlar yaptığı duayı başa kakmak ve kabulünden ye'se düşmektir. Halbuki bu
kişiyi küfre götürebilir. Zira âyet-i kerimede "Allah'ın Rahmetinden
ancak kâfirler güruhu ye'se kapılır" buyurulur.[243]
İbn Battal, hadis-i
şerifte beyân edilen kişinin halini açıklarken şunları söyler: "O usanıp
duayı terk eder ve duasını başa kakan gibi olur. Ya da kabule lâyık bir dua
yapar da karşılık vermekten âciz olmayan ve ihsanı kendisinden hiç bir şey
noksanlaştırmayan Allah Teâlâ'yı cimri zanneder."
Hadis-i şerif duanın
kabul edilmesini, acele etmeme şartına bağlamaktadır. Halbuki Kur'an-ıKerim'de
= bana dua ediniz, kabul edeyim"[244] Bana dua ettiği zaman dua edenin duasını
kabul ederim"[245]
buyurulmaktadır. Bu âyetler herhangi bir şarta bağlamadan dua edenin duasının
kabul edileceğini bildirmektedir. Bu durumda, duanın kabul edilmesi için acele
etmemenin şart olduğunu bildiren hadisle âyetler arasında bir tezat olduğu
görünümü ortaya çıkmaktadır. Ama aslında böyle bir tezat mevzuu bahis değildir.
Çünkü âyetlerin hükmü hadisin muhtevasıyla kayıtlıdır. Ayrıca duanın kabulü bir
kaç şekilde olur. Bunlar:
1. İstenilenin
aynının istenildiği vakitte verilmesi,
2. Allah'ın,
İstenilen şeye mukabil bir şerri defetmesi veya istenilenden daha iyisini
vermesi,
3. Allah'ın
bilip kulun bilmediği bir hikmetten dolayı duanın kabulünün geciktirilmesi.
4. Duaların
kıyamet günü için biriktirilmesi.Çünkü dua eden o günde her zamankinden daha
çok sevaba muhtaçtır.
Görüldüğü gibi geç de
olsa veya başka türlü tecellî ederek de olsa, kulun yaptığı dualar mutlaka
kabul edilecektir. İbnu'l-Cevzî bu durumu şöyle ifâde eder:
"Mü'minin duası
asla geri çevrilmez. Ancak bazan kabulün gecikmesi veya istenilenin yerine,
hemen veya gecikerek daha önemli bir bedelinin verilmesi daha efdal olabilir.
O halde mü'minin vazifesi, rabbinden istemeyi kesmemektir. Çünkü o herşeyi
Allah'a teslim ve havale ettiğinde olduğu gibi duasında da kulluk
göstermiştir."
Tirmizî ve Hâkim'in
Ubâde b. Sâmit'ten Hz. Peygambere isnad ederek rivayet ettikleri şu hadis
yukarıda söylenenleri isbat etmektedir: "Yeryüzünde, dua edip de Allah'ın
ona istediğini vermediği veya ondan istediğinin benzeri bir kötülüğü
engellemediği bir tane Müslüman yoktur."
Buharî Şârihi Kırmam,
üzerinde durduğumuz hadis-i şerifi şerhederken duanın kabul edilmesi için acele
etmeme ve "dua ettim kabul olunmadı" dememenin şart olduğunu söyler.
Ancak başka hadis-i şerifler de gözönüne alındığında yapılan duanın kabul
edilmesi için başka şartların da bulunması gerektiği görülür. Yukarıdakilere
ilâveten şunlar da duanın şartlarındandır:
a. Günah
işlemek için duada bulunmamak,
b. İçerisinde
günâh veya akrabalık bağlarını kesen bir şeyin bulunmaması,
c. Haram
olan bir şeyi istememek,
d. Olması
mümkün olmayan şeyleri istememek,
e. Dua
edenin duasının kabul edileceğine bütün benliği ile inanması, Tirmizî'nin
rivayet ettiği şu hadis bunu ortaya koyar: "Siz kabul edileceğine inanarak
Allah'a dua ediniz. Biliniz ki Allah (c.c.) gafil ve samimiyetsiz kalb-den
gelen duayı kabul etmez."
f. İstediği
şeyde kötü bir maksat olmamalıdır.Meselâ övünmek için mal istemek makbul
değildir.
g. Yiyeceği
ve giyeceği haramdan olmamalıdır.
h. Dua eden
kişi istediğini Allah'dan başkasının veremeyeceğini bilmelidir.
ı. Duadan
evvel Allah'a hamdetmek ve Peygamber'e salevât getirmek,
j. Dua
edenin sesi ne çok yüksek ne de çok alçak olmalı.
k. Kıbleye
karşı durup eller kaldırmalı.
Bu saydıklarımız duada
gerekli olan şartların en önemlileridir. Bunların dışında başka şartlar ileri
sürenler de vardır. Ancak hepsinde ortak olan nokta, duanın samimiyetle ve
Allah'ın kabul edeceği umud ile yapılmasıdır.
Bütün şartlarına
riâyet ederek dua ettiği halde duasının kabul edilmediğini söyleyen mutlaka
yanılmıştır. Ya kendisinde bir kusur vardır ya da duası, yukarıda işaret
ettiğimiz yollardan biri ile kabul edilmiştir. Çünkü bu Kur'an-ı Kerim'in
âyetiyle sabittir. Hz. Peygamberin hadisleri ile bildirilmiştir. Daha önce
zikrettiklerimize ilâve olarak, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'in-de, Ebû Said
el-Hudrî (r.a.)'nin Resûlullah'tan rivayet ettiği şu sözler yukarıdaki gerçeği
bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır: "İçerisinde günah ve akrabalık
bağlarım kesen bir şey olmadan dua eden müslümanın duası mutlaka kabul edilir.
Ancak bu, ya hemen olur, ya duası biriktirilir, ya da istediğine mukabil bir
kötülük kendisinden men'edilir."
Kurtubî'nin ifadesine
göre, hadiste zikredilen günah sözü, her türlü günahı içine alır. Akrabalık
bağlarına da tüm kul haklan girer.
İbn Atâ, duanın
rükünleri, kanatlan, sebepleri ve vakitleri olduğunu söyler. Duanın rükünleri
tam olursa, kuvvetlenir; kanatları uygun olursa, semâlara uçar; vakitlerine
rastlarsa, kazanır; sebepleri bulunursa, kurtulur. Duanın hükümleri kalb
huzuru, şefkat, itaat ve huşu; kanatlan, doğruluk; vakti, seher; sebepleri, de
Hz. Muhammed (s.a.)'e salevâttır" der.
Allah yoluna
girenlerin yapmaları gereken şeylerden biri de Allah'a tam olarak teslim olup
ondan gelen herşeye razı olmaktır. Onun için Allah'tan istemek mi, yok a
herşeyi ona bırakıp ondan gelene razı olmak mı, daha ef-daldir, konusunda
ihtilaf edilmiştir. Kuşeyrî her iki tarafı tercih edenlerin de bulunduğunu
söyledikten sonra, duayı üstün tutmanın açık delillerin gereği olup ihtiyaç ve
tevazu eseri olduğundan, rızayı tercih etmenin de teslimiyetten dolayı
olduğunu söyler. Duanın lüzumu bu babın ilk hadisinin izahında geniş bîr
şekilde geçmiştir.[246]
1. Duanın
kabul edilmesi için acele etmemek gerekir.
2. Dua eden
"dua ettim de kabul edilmedi" demeyip duaya devam etmelidir.[247]
1485. ...Abdullah
b. Abbas (r.anhuma), Resulüllah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Duvarlara örtü
asmayınız, kardeşinin kitabına onun izni olmadan bakan, ancak ateşe bakmış
olur. Allah'tan avuçlarınızın içi ile isteyiniz, dışları ile istemeyiniz. Duayı
bitirince avuçlarınızı yüzlerinize sürünüz."[248]
Ebu Dâvud dedi ki:
"Bu hadis Muhammed b. Ka'b'den birçok senedle rivayet edilmiştir. Bu
rivayetlerin hepsi zayıftır. İçlerinde en üstünü bu (bizim rivayet
ettiğimizdir, ama bu da zayıftır."[249]
Hadis-i şerif,
birbirinden ayrı üç mevzüdan bahsetmektedir.Bunlardan ilki duvarlara asılan
Örtülerle ilgilidir. Efendimiz duvarlara kumaş, halı, seccade (vs.) gibi bir
şey asılmasını men'etmiştir, örtünün üstünde de cami manzara veya canlı resim
olan diye bir ayırım yoktur. Çünkü bu israftır, gösterişe vesiledir. Gösteriş
meraklılarının yaptığı işlerdendir. Örtü soğuktan veya sıcaktan korumak ya da
duvardaki nahoş birşeyi kapatmak gibi bir maslahata binâen aşılırsa, mahzur
yoktur.
İmam Nevevî duvara
asılan şeyin ipekten olması halinde haram başka bir şeyden olursa, mekruh
olduğunu söyler.
Hadiste mevzu
bahsedilen konulardan ikincisi, başkasının kitabına sahibinin izni olmadan
bakmakla alakalıdır. Bazı âlimler ilmî kitapları sakınmanın doğru olmadığını
ileri sürerek buradaki kitaptan maksadın, sahibinin sırlarını yazdığı defter
olduğunu söylerler. Çoğunluk ise, bakılmaktan men edilen kitabın, sadece
sırlarla ilgili olan değil, genel mânâda kitaplar olduğu görüşündedirler.
Bunlar birinci gruptakilerin itirazına cevaben; "sakınılması caiz
olmayan, ilimdir. Kişinin kitabı diğer mallan gibidir. Herhangi bir mal ile
sahibinin izni olmadan istifâde caiz olmadığı gibi, izni olmadan kitabından
istifâde de caiz değildir. Ancak ilim öğrenmek isteyenin başka bir umudu yoksa,
o zaman sahibi okumak isteyene müsaade etmelidir" derler.
Hz. Peygamber
başkasının kitabına izinsiz bakmayı "ateşe bakmak"
ifadesiyle temsil
etmiştir. Hattabî, bu ifâdenin bir kaç türlü anlaşılabileceğini söyler.
Bunlar:
1. Bu bir
temsildir. Kişi ateşten sakındığı gibi bu huydan da sakınsın. Nasıl ateşe
bakmak göze zarar verirse, başkasının kitabına izinsiz bakmak da öylece zarar
verir.
2. "Ateşe
bakmak" sözü ile, ona yaklaşma kastedilmiştir. Çünkü bir şeye bakmak ancak
ona yaklaşmakla mümkündür. Bu anlayışa göre hadisin mânâsı; "başkasının
kitabına izinsiz bakan, ancak ateşe yaklaşmış olur" şeklinde anlaşılır.
3. "Ateşe
bakar" sözünün manası "Ancak ateşi gerektiren şeye bakar” demektir.Cümlede
"gerektiren" sözü gizlidir.
Bu ihtimallerden
hangisi kastedilirse edilsin, hepsinden anlaşılan ortak sonuç, başka birinin
kitabına, sahibinin izni olmadan bakılamayacağıdır.
Hadisteki üçüncü
mesele, dua ile alakalıdır ki, hadisin konu ile ilgisi de bu bölüm
itibariyledir.
Metinde görüldüğü
gibi, Efendimiz dua ederken avuç içlerinin semâya karşı tutulmasını, ellerin
üstünün yukarıya getirilmemesini emretmiştir. îbn Hacer bunu, duanın hayrı
isteme ile ilgili olduğu hallere hamletmiştir. Çünkü birşey elde etmek isteyen
kişiye yakışan, ellerini kendisinden istediği varlığa uzatması, mütevazı ve
acınacak bir tarzda ellerini yaymasıdır. Bir kötülüğü def için yapılan dualarda
ise, avuç içlerini yere doğru tutmak sünnettir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)
böyle yapmıştır. Bu konu "Yağmur duası" bahsinde izah edilmiştir.
Hadis-i şerifin
zahiri, dua eden kimsenin ellerini kaldırması gerektiğine işaret eder. Çünkü
elleri kaldırmadan avuçları yukarıda tutmak mümkün değildir. Bu durumda
üzerinde durduğumuz hadisle Müslim'in, Sahih'inde Enes (r.a.)'den rivayet
ettiği hadis arasında bir tezat görünmektedir. Çünkü orada Hz. Enes
"Peygamber (s.a.) yağmur duasının dışında koltuk altlarının beyazlığı
görününceye kadar ellerini kaldırmazdı" demektedir.
Nevevî, bu hadisin Hz.
Peygamber'in yağmur duası dışında ellerini kaldırmadığı izlenimini verdiğini,
fakat durumun öyle olmadığını söyleyerek şöyle der: "Resûlullah (s.a.)'in
yağmur duasının haricinde birçok yerlerde ellerini kaldırdığı sabittir. Hatta
bu sayılamayacak kadar çoktur. Ben Buhârî ve Müslim'den veya birinden bunu
gösteren otuz kadar haber toplayıp Muhazzeb şerhinde "Sıfatü's-salat"
konusunun sonunda zikrettim. Enes hadisinin yağmur duasından başka hiçbir
yerde koltuklarının beyazlığı görünecek derecede fazla kaldırmadı"
veyahutta "... ben kaldırdığını görmedim ama başkaları görmüş
olabilir" şekillerinde te'vil edilmesi gerekir."
Dua esnasında ellerin
birleşik mi, yoksa aralarının açık mı tutulacağı konusu 1489. hadiste
gelecektir.
ResulüIIah (a.s.)'ın
dua konusundaki ikinci tavsiyesi de duanın bitiminde ellerin yüze sürülmesidir.
Elleri yüze sürmek rahmet ve bereketlenin yüze ulaşmasına vesiledir. îbn
Abdisselâm bunun sünnet olmadığını söylüyorsa da, pek muteber değildir. Gerçi
üzerinde durulan hadis zayıftır ama faziletle ilgili konularda zayıf hadis
delil kabul edilir.
Ebü Dâvûd hadisin
sonuna aldığı talikte, bu hadisin Muhammed b. Ka'b'den buradakinden başka
yollarla da rivayet edildiğini, fakat üzerinde durduğumuz rivayet dahil
tümünün zayıf olduğunu söylemektedir. Bu rivayetlerin en üstün olanı zayıf
olmasına rağmen kitabına aldığı bu rivayettir.[250]
1. Duvarlara
örtü veya levhalar asarak böbürlenmek caiz değildir.Nevevî'nin ifâdesine göre,
örtü ipektense haram, değilse mekruhtur.
2. Başkasının
kitabına sahibinin izni olmadan bakmak doğru değildir.
3. Dua
ederken elleri kaldırmak ve avuç içlerini semaya çevirmek sünnettir.Ellerin
tutuluş şekli ile ilgili malumat 1489. hadisin izahında gelecektir.
4. Dua
bittikten sonra ellerin yüze sürülmesi sünnettir.[251]
1486. ...Mâlik
b. Yesâr es-Sekûnî (el-Avfî)[252]'den
rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'tan
istediğiniz (dua ettiğiniz) zaman, avuçlarınızın içiyle isteyiniz, dışıyla
istemeyiniz."[253]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Süleyman b. Abdulhamid "Bize göre Mâlik b. Yesâr şahabıdır" dedi.[254]
Hadisin muhtevası ile
ilgili açıklama bir önceki hadisin izahında geçmiştir.
Ebû Davud'un Süleyman
b. Abdulhamid'in sözünü buraya alması Mâlik b. Yesar'ın sahabî olup olmadığı
konusundaki münâkaşaya ışık tutmak ve hadisin muttasıl olduğuna işaret etmek
içindir. Ancak bazı nüshalarda buradakinin tam aksine Süleyman'ın "Bize
göre Mâlik b. Yesâr sahâbi değildir" dediği söylenir.
Begavî "Bu
isnadla bundan başka bir hadis bilmiyoruz. Onun sahabî olup olmadığını da
bilmiyoruz," demektedir.[255]
1487.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.)'ı şöylece
avuçlarının içi ve dışıyla dua ederken gördüm.[256]
Hadis-i şerif
Peygamber (a.s.)'in dua ederken avuçlarını bazan göğe bazan da yere doğru
çevirdiğini gösterir. Ancak avuçlarının içini yere, dışını göğe doğru tutması
yağmur duasında olmuştur. Istiskâ (yağmur duası) babında yine Enes'ten rivayet
edilen haber buna delâlet eder. Avuçlarını yukarıya tutarak yaptığı dualar
ise, yağmur duası dışındakilerdir.
Hz. Enes Resulüllah'ın
duasını tarif ederken, "böylece" dedikten sonra avuçlarını aşağı
yukarı çevirerek işaret etmiştir. Ancak hadisin metninde böyle bir açıklık
olmadığı için "avuçlarının içi ve dışıyla" cümlesi, Enes'in sözü imiş
gibi terceme edilmiştir.
Münzirî hadisin senedindeki
Ömer b. Nebha'nın, hadisi hüccet olmayacak derecede zayıf biri olduğunu
söyler.[257]
1488.
...Selman (r.a.)'den; demiştir ki; Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz
Rabbiniz son derece haya ve kerem sahibidir. Kulu ona elini kaldırdığı zaman, o
elleri boş çevirmekten haya eder."[258]
Allah'ın haya sahibi
olarak vasfedilmesi mecazîdir. Çünkü haya ayıplanmaktan korktuğu için insanda
meydana gelen değişmedir. Allah azze ve celle bundan münezzehtir. Burada Allah
için haya sahibi denilmiş, hayanın gereği kast edilmiştir. O da isteyene
istediğini vermektir.[259]
1. Allah
kendisine dua eden kulunu boş çevirmez.Duaları kabul eder. Anacak bu kabul bu
babın geçen hadislerinde izah edildiği gibi gecikebilir, başka türlü tecelli
edebilir veya âhiret için azık olur.
2. Dua
ederken elleri kaldırmak meşrudur.[260]
1489. ...İbn
Abbâs (r.anhuma)'dan; demiştir ki: "(Duada bir şey) isteme(nin edebi)
ellerini omuzlarının hizasına veya onlara yakın bir şekilde kaldırman;
istiğfar(ın edebi) bir parmağınla işaret etmen; (azabı defetmek için) yalvarıp
yakarma(nm edebi) de ellerini iyice uzatmandır."[261]
İbn Abbas (r.anhuma)
bu haberde Allah'a dua eden kimsenin ellerini nasıl tutması gerektiğini tarif
etmiştir. Bu tür şeylerin akıl yoluyla bilinmesi mümkün olmadığı için haber Hz.
Peygamberin hadisi hükmündedir. İbn Abbas'ın bu söylediklerini Resulüllah'tan
duyduğuna hükmedilir. 1491 nolu hadisde de bu hadisin bir benzerinin rivayet
edildiği belirtilir. Münziri o rivayet için Hz. Peygamber'den nakledildiğine
işaret olmak üzere "merfu olarak" kaydını koymuştur.
Bu habere göre, dua
eden bir kimsenin Allah'tan birşey isterken ellerini omuzları hizasına
kaldırması duanın adabındandır. Ancak kaldırılan ellerin ne şekilde tutulması
gerektiğine, aralarının açık mı yoksa kapalı mı olacağına dair bir işaret
yoktur. Taberânî'nin tbn Abbas'tan rivayet ettiği bir haberde Hz. Peygamber'in
ellerini yüzüne doğru tutup yumduğu belirtilmekte ise de, Irakî İhya'nın
hadislerini tahkik ederken bu habere "zayıf" demektedir.[262]
Hanefi fıkıh
kitaplarının bazılarında duanın adabı anlatılırken, ellerin birbiri üzerine
konulmayıp aralarında bir açıklığın bulunması gerektiği ifâde edilmekte,
bazılarında ise elleri birleştirmenin efdal olduğuna dâir nakiller
yapılmaktadır. Fetevâ-yi Hindiye'de aynen şöyle denilmektedir: "Duada
efdal olan, elleri yaymak ve az da olsa aralarında bir açıklık bulundurmaktır.
Birini diğeri üzerine koyamaz..."[263]
Merâki'l-Felah
haşiyesi Tahtavî'de Nehr'den naklen; "az da olsa eller arasında bir aralığın
bulunması duanın müstehap olan keyfiyetlerindendir" denilmiş, sonra da
Hısnü'l-Hasîn şerhinde "elleri birleştirip parmakları kıbleye doğru
tutmak âdâbdandır" sözleri nakledilmiştir. Tahtavî devamla Mişkat şerhinde
"Hz. Peygamber (s.a.)'in arafe günü dua ederken ellerini birleştirdi"
denildiğini söyledikten sonra, "bu farklı rivayetleri şu şekilde te'lif
etmiştir: "Bu birleştirmeden maksat, elleri aynı seviyede tutmak, elleri
birleştirmenin daha iyi olduğunu söyleyenlerin muradı, elleri aralarında az da
olsa biraz açıklık kalması kaydıyla birbirine yaklaştırmaktır" der.[264]
Görüldüğü gibi Tahtavî
de ellerin arasında bir açıklığın bulunması gerektiği görüşünü
benimsemektedir. Ancak ellerin arasını birleştirmeyi daha iyi sayanlar da
tamamen mesnetsiz değildirler. Ne var ki dua esnasında ellerin şekli ne farz ne
vacip ne de sünneti ir. Yalnız bunu bahane ederek tefrika çıkarmak veya bir
tarzı bir gruba alâmet yapıp öyle yapmayanları günaha nisbet etmek hatadır.
Gelen haberlerin hepsi sahih ise, Hz. Peygamberdin ellerini bazan açtığı bazan
da birleştirdiği olmuştur. Bir art niyet taşımamak ve fitne ve ayrılığa sebeb
olmamak şartıyla ellerini birleştirenler de açanlar da sünnete uygun davranmış
olurlar.
Avuç içlerini
istikameti konusunda da farklı rivayetler göze çarpmaktadır. Meraki'1-felah'da
"eller göğüs hizasında ve yönü yüze gelecek şekilde tutulur"
denildiği halde, Hısnü'l-Hasin'de ve şerhinde ellerin omuz hizasında ve
avuçlann semâya doğru açılacağı, çünkü du&nın kıblesinin gökyüzü olduğu
söylenmektedir.
Üzerinde durduğumuz
haberde istiğfar edenlerin parmağıyla işaret etmesinin de âdâbtan olduğu
belirtiliyor. Sarihlerin ifâdesine göre söz konusu parmak işaret parmağıdır.
Çünkü "Sebbâbe" de denilen bu parmak, hakaret ve sövme için de
kullanılırdı. İstiğfar eden kişi bu parmağı kaldırınca kendisini günaha
düşüren nefis ve şeytanı kötülemiş onlara hakeret etmiş olur.
Yine haberde azaptan
korunmak içir tazarru ve niyazda bulunan kişinin ellerini daha fazla
kaldırmasının efdâl olduğu belirtilmektedir. Bundan sonraki rivayet bunu daha
açık olarak ortaya koymaktadır.[265]
1490.
...Süfyân, Abbas b. Abdullah b. Ma'bed b. Abbas'dan önceki hadisi rivayet edip
"(azaptan korunmak için) yalvarma(mn edebi) şöyledir" dedi ve
ellerini, üstleri yüzü tarafına gelecek şekilde kaldırdı.[266]
Bu ve bundan önceki
rivayetlerin manası aynıdır. Ancak Ebû Davud'a iki ayrı yoldan gelmiştir.
Öncekinde Abbas b. Abdullah'tan hadisi nakleden Vüheyb olduğu halde İbn
Abbas'ın "azab'm defi için yalvarmanın edebini" diliyle tarif ettiği,
Süfyan'ınkinde ise, bizzat yaparak gösterdiği görülüyor.
Bu rivayetlerden
anlaşıldığına göre yalvarıp yakarmak tazarru ve niyazda bulunmak için yapılan
dualarda eller koltukların beyazlığı görülecek derecede kaldırılır. Avuçlar
baş hizasına kadar getirilip üstleri yüze doğru gelecek şekilde tutulur.
Tıybî, buradaki "=
Yakarma" ile "karşılaşılması tasavvur edilen azabı defetmek murad
edilmiştir. Kişi bu şekildeki duasında ellerini kalkan yapıp onunla kötülükten
korunur" der.[267]
1491.
...Abdulaziz b. Muhammed, Abbas b. Abdullah b. Ma'bed b. Abbas'dan o, kardeşi
İbrahim b. Abdullah'dan o da İbn Abbas (r.anhüma)'dan, "Resulullah (s.a.)
şöyle buyurdu" deyip bir önceki hadisin benzerini nakletti.[268]
Bu rivayete göre dua
eden kişinin ellerini kaldırış şeklini bildiren haberi, îbn Abbas değil bizzat
Hz. Peygamber öğretmiş oluyor.
Demek oluyor ki, duada
elleri kaldırma ölçüsü konusunda İbn Abbas'dan üç ayrı rivayet nakledilmiştir.
Bunlardan ikisi mevkuf (kendisinde son bulmakta), bu sonuncusu da merfu (Hz.
Peygamberden nakledilmektedir.[269]
1492. ...es-Sâib
b. Yezid[270] babasından, Resulüllah
(a.s.) ellerini kaldırıp da dua ettiğinde onları yüzüne sürerdi" diye
rivayet etti.[271]
Hadis-i şerif dua
ederken elleri kaldırmanın ve duanın bitiminden sonra yüze sürmenin sünnet
olduğunu göster-
mektedir.
Tıybî hadisteki
ifadeden elleri kaldırmadan dua edilmesi halinde onların yüze sürülmemesi
gerektiğinin anlaşıldığını söyler. Peygamber (a.s.)'in namazda tavaf yaparken
yatağa yattığında ve yemekten sonra olmak üzere çokça dua ettiği ve her
seferinde ellerini kaldırmadığı sonunda da yüzüne sürmediği bellidir. Buna göre
Tıybî'nin koyduğu kayıt gayet yerindedir.
Bu hadis zayıftır.
Çünkü senedinde Abdullah b. Lehî'a ve Hafs b. Hâşim vardır.[272]
1493. ...Abdullah
b. Büyerde, babasından rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) bir adamın:
"Allah'ım, senden, doğmayan doğurmayan, dengi ve eşi olmayan, bütün
ihtiyaçları gideren ve tek olan senden başka ilâh olmadığına şehâdet ederek
istiyorum" dediğini işitti. Bunun üzerine;
“Şüphesiz sen
Allah'tan kendisi ile istenildiğinde mutlaka verdiği, dua edildiğinde de kabul
ettiği bir ismi ile istedin" buyurdu.[273]
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre dua ederken Allah'ın hoşlanacağı bazı sözleri söylemek,
duanın kabul edilmesine sebeb olur. İhlâs sûresinin ihtiva ettiği sözler de,
Allah'ın duaları kabule vesile kıldığı sözlerdendir. Hadis-i şerifin Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'indeki rivayeti, buradakinden daha geniştir. Hadisin daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olması bakımından bu rivayetin tercemesini buraya
alıyoruz:
İbn Büreyde'nin
babasından rivayet ettiğine göre:
Büreyde bir gece yatsı
vakti çıkıp Resulüllah (a.s.)'la karşılaştı. Resu-lüllah (s.a.) Btireyde'nin
elini tutup mescide soktu. Orada Kur'an okuyan bir adamın sesini duydular.
Peygamber (a.s.) Büreyde'ye;
"Onun miirâî
olduğunu zannediyorsun" dedi. Ama Büreyde ses çıkarmadı. Birden
mesciddeki adam dua etmeye başladı: "Allahim! Senden, doğmayan
doğurmayan, dengi ve benzeri olmayan, ihtiyaçlan gideren ve tek olan senden
başka ilah olmadığına şehadet ederek istiyorum" diyordu. Efendimiz bunu
duyunca:
"Nefsimelinde
olan -veya Muhammed'in nefsi elinde olan-[274]
Allah'a yemin ederim ki, bu adam Allah'dan kendisi ile istenildiğinde mutlaka
verdiği, dua edildiğinde kabul ettiği ism-İ azamı ile istedi" buyurdu.
Ertesi gün akşamdan
sonra Büreyde yine dışarı çıktı ve Peygamber (a.s.)'le karşılaştı. Efendimiz
yine onun elinden tutup mescide soktu. Orada Kur'an okuyan bir adamın sesini
duydular. Hz. Peygamber:
“Buna nıüraî der
misin?" buyurdu.
Büreyde: "Ya sen,
müraî der misin ya Resulüllah?" cevabını verdi.
Resulüllah (a.s.);
"Hayır aksine bu
samimi bir mü'mindir" buyurdu.
Gördüm ki (Ebu Musa
el) Eş'arî de mescidin bir köşesinde kendine has sesiyle Kur'an okuyordu. Hz.
Peygamber (s.a.):
"Şüphesiz
Eş'ari'ye veya Abdullah b. Kays'a -Davud'un nağmelerinden bir nağme
verilmiş" buyurdu.
(Bunu) ona haber
vereyim mi Ya Resulullah! dedim.
Evet haber ver"
dedi. Ben de haber verdim. Bunun üzerine Eş'arî bana;
Sen bana dostsun, Resulüllah
(a.s.)'ın bir hadisini haber verdin, dedi.[275]
1. Dua
ederken Allah'ın bazı isim ve sıfatlarını vesile yaparak istemek caizdir.
2. Allah
(c.c.)'in İhlâs süresindeki isim ve sıfatları duaların kabulüne vesile olan
sözlerdendir.[276]
1494.
...Zeyd b. el-Hubâb bu (önceki) hadisi Mâlik b. Miğvel'den rivayet edip
(Resulüllah -s.a.-'in):
"Şüphesiz Allah
azze ve celleden, onun ism-i azamıyla istedi(n)[277]
(buyurduğunu) söyledi.[278]
Bu hadis bir öncekinin
farklı bir naklidir. Bu farklılığın önceki rivayete t?ir ilâve olması muhtemel
olduğu gibi o rivayetteki "şüphesiz Allah'tan kendisi ile istenildiğinde
mutlaka verdiği, dua edildiğinde kabul ettiği bir isimle istedin"
cümlesinin yerine konulmuş olması da muhtemeldir. İkinci ihtimâl gözönüne
alınırsa Hz. Peygamber mes-cidde dua eden adamın dediklerini duyunca önceki
rivayete göre yukarıdaki sözlerini buna göre ise, "şüphesiz Allah'tan onun
ism-i azamıyla istedi" sözünü söylemiş olur. Müellif bu farka işaret için
bu rivayeti kitabına almıştır.
Bu hadis ism-i âzamin
Allah'ın isimlerinden biri olduğunu gösterir. Mün-zirî, Muhtasarı Ebû Dâvud'da
şeyhi Hafız Ebu'l-Hasen el-Makdisî'nin şöyle dediğini kaydeder: "Bu
(hadisin) isnad(ı) ta'nı mümkün olmayan bir isnaddir. Bu konuda bu isnaddan
daha güzel bir isnadla rivayet edilen bir hadis bilmiyorum. Bu Allah (c.c.)'in
ismi azam diye bir ismi olduğunu kabul etmeyenlerin görüşlerinin bâtıl
olduğuna delâlet etmektedir."
Allah'ın isimlerinden
birisinin ism-i âzam olduğunu kabul etmeyenler, Allah'ın tüm isimlerinin âzam
(en büyük) olduğunu bunlar arasında üstünlüğün bulunmadığını söylerler. Bunlar
hadislerdeki "âzam: en üstün, "en büyük" kelimesinin "Azîm:
büyük" manasına geldiğini söylerler. Ancak bu şekilde bir te'vile hiç
ihtiyaç yoktur. Çünkü bazı sûre ve âyetlerin diğerlerine nisbetle daha üstün
olması caiz olduğu gibi sadece Allah'ın bildiği hikmetlerden dolayı bazı
isimlerin diğerlerinden üstün olması da mümkündür.
İsm-i âzamin Kur'an-ı
Kerim'in neresinde olduğuna dâir malumat 1496. hadiste gelecektir.[279]
1495.
...Enes (b. Mâlik) (r.a.)'den rivayet edildiğine göre:
O Resulullah (s.a.)
ile birlikte otururken adamın biri namaz kılıyordu. Adam (namazdan) sonra:
"Ey Allahım! Hamd
ancak sanadır senden başka ilah yoktur. Gökleri ve yeri yaratan, bol bol veren
(sensin) ey Celal ve İkram sahibi! Ey Hayy (diri) ve kayyum! diyerek senden
istiyorum" diye dua etti. (Bunu duyan) Resulüllah:
"Şüphesiz Allah'a
kendisi ile dua edildiği zaman mutlaka kabul ettiği ve istenildiğinde verdiği
ism-i azam ile dua etti" buyurdu.[280]
Hadis-i şerifte adı
açıklanmayan şahıs îbn Asakir'in Tarik'indeki beyâna göre, Ebû Ayaş
ez-Zerkî'dir.
Hadisi terceme ederken
bazı kelimelerin Allah'ın isimleri olduğu için ter-ceme etmeden aynen aldık.
Bunların karşılıkları şöyledir:
Sâhibü'l-celâl:
Büyüklük saltanat ve heybet sahibi.
Sâhibü'l-İkrâm: İhsan
sahibi, cömert.
Hayy: Diri, bekası
dâim.
Kayyum: Mahlukatını en
güzel şekilde tedbir ve idare ederek kâim olan hiçbir şey kendisim meşgul
etmeyen en gizli şeylerin kedisine gizli olmadığı mânâlarına gelir.
Hadisin Nesafdeki
rivayeti buradakinden biraz daha tafsilatlıdır. Şöyle ki:
Enes (r.a.) dedi ki:
Resulüllah (a.s.)'le beraber oturuyorduk. Bir adam da ayakta namaz kılıyordu.
Rükû* secde ve teşehhüdden sora dua etti. Duasında şöyle dedi:
"Allah'ım senden
istiyorum" (Ebu Davud'daki rivayetin aynısı).
Bunun üzerine
Peygamber (a.s.) ashaba;
"Bu şahıs ne ile
dua ediyor? Biliyor musunuz?" diye sordu. Sahâbiler:
"Allah ve Resulü
daha iyi bilir" dediler. Efendimiz:
“Nefsim elinde olan Allah'a
yemin ederim ki Allah'a kendisiyle istenildiğinde mutlaka verdiği, dua
edildiğinde de kabul ettiği ism-i azamı ile dua etti" buyurdu.
Bu hadiste anlatılan
hâdise bundan evvelki rivâyetlerdeki Büreyde'nin anlattığından ayrı olmalıdır.
Çünkü dua eden şahsın söylediği sözler ve hadisin sahâbî râvisi rivayetlere
göre farklılık göstermektedir. Peygamber (s.a.)'in farklı sözlerden her
birisinin, duanın kabulüne vesile olduğunu söylemesi ve bunlara Allah'ın
"ism-i azîm" veya "ism-i âzami" demesi rivayetler arasında
bir tezatın olmasını gerektirmez. Çünkü duanın kabulüne vesile olma, bazı
sözlere münhasır olmadığı gibi Allah'ın ism-i azîmi de tek değildir.[281]
1496.
...Esma bint Yezîd[282]
(r.anha)'den rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah (c.c.)'in
ism-i azâmi şu iki âyettedir: "Hepinizin ilahı, tek bir olan ilâhtır.
Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O hem rahmandır, hem rahimdir"[283] ve Âl-i
İmrân suresinin başı = Elif Lâm Mim.
Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. (O) diridir,
zatiyle kemaliyle kâimdir."[284]
Hadisin Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'indeki rivayeti Muhammed b. Bekir tarikiyledir. O rivayette
Resulüllah'ın içerisinde ism-i azamın
bulunduğunu söylediği el-Bakara süresindeki âyet, buradaki değil, âyetü'I-Kursî
yani âyetidir.
Ebû Dâvud'daki bu
hadise göre Allah'ın ism-i azamı metinde zikredilen âyetlerdedir. Bu ismin her
iki âyette müşterek olan kelimeyi tevhid olmalıdır. İsm-i azamın olduğunu
söyleyenler de vardır.
Allah'ın ism-i
azaminin nerede olduğu konusunda başka görüşler de vardır. Bunların en
meşhurları şunlardır:
a. İsm-i
azam: Allah ismidir. Çünkü bu esmâü'I-hüsnâ'mn aslıdır. Cenâb-ı Hak'tan başka
hiç kimseye ad olarak verilemez.
b. (Allahü
er-Rahmanü'r-Rahim)dir.
c. (el-Hayyü'l-Kayyum)dur.
Bu görüş, İbn Mace ve Hâkim'in[285] Ebû
Ümâme'den rivayet ettikleri bir hadise dayanır. Sözkonu-su rivayette Resulüllah
(a.s.):
-"Şüphesiz
Allah'ın ism-i azamı Kur'an-i Kerimdeki üç surededir. Bu sureler: Bakara, ÂI-i
İmran ve Taha'dir" buyurmuştur.
Râvi Kasım b.
Abdirrahman bu sureleri araştırdığını bu üç suredeki müşterek İfadelerin Bakara
suresinde âyetü'l-Kursî âl-i İmrân'da ayeti, Taha'da da = insanlar diri olan ve her an yarattıklarını
gözetip duran Allah'a boyun eğmiştir"[286]
âyeti olduğunu söyler. Bu âyetlerdeki "Hayy" ve "Kayyum"
isimleri Rubûbiyet sıfatlarına delâlet ettikleri ve bu isimlerin yerini başka
bir şey tutmadığı için Fahreddin Râzî ve Nevevî de bu görüşü tercih
etmişlerdir.
4. (Lâilâhe
iIlahüve'l-Hayyü'l-Kayyûm)'dur.
5. (Rab)dır.
Bu görüş Hâkim'in İbn Abbâs ve Ebü'd-Derdâ'dan rivayet ettiği bir habere
dayanır.
(Allahû lâ ilahe illâ
huve'I-ehadü's-Samed ellezî lem yelid ve lem yûled ve Iem yekûn lehû kü-füven
ehad)'dir. Bu görüş 1493 numarada geçen Büreyde hadisine dayanır.
7. (el-Hannânü'l-mennân,
bedî'üVSemâvâti ve'1-Ardı zü'l-Celâli ve'1-ikrâm el-hayyü'I-Kayyûm)dür. Ahmed
b. Hanbel'in rivayet ettiği bir hadise dayanır
8. (Allahu
Allahu, AUahu ellezî lâ ilahe illâ huve Rabbü'l-Arşi'l-azîm)'dir. Bu görüş
îmam Zeyne'l-Abidin'den nakledilmiştir.
9. Kelime-i
tevhîd Lâilâhe illalîahû. Bu görüşü Kadı İyâz bazı âlimlerden nakletmektedir.
10. Ism-i
Azam, esmâ'ül-hüsna içerisinde gizlidir.
11. İsm-i
Âzam, Cenab-ı Allah'ın isimlerinin tamamıdır. Kul Allah'a dua ederken kendisini
tamamen ona verir ve hatırına Allah'tan başka hiçbir şey getirmezse, ism-i
âzamin bereketine nail olur.
12. îsm-i
âzam'ın ne olduğunu sadece Allah bilir, onu hiç kimseye öğretmemiştir.
Taberânî bu görüşlerin
hepsinin doğru olduğunu, çünkü bunlardan hiçbiri için onun ism-i azam olup,
o.ıdan daha büyüğü olmadığına dair bir haberin vârid olmadığını söyler. Sanki
Taberî Allah'ın isimlerinden her birine ism-i azam demenin caiz olduğunu
"âzam" kelimesinin "azîm" manasına geldiğini benimser.
Bazı âlimler ise,
Allah'ın isimleri arasında tercihin söz konusu olmadığı dolayısıyla ism-i azam
diye bir ism-i ilâhinin olmadığı görüşündedirler.[287]
1. Allah
(c.c.)'in ism-i a'zamı vardır. Bu isimler Bakara ve Âl-i îmrân surelerindedir.
Diğer görüşler hadisin izahı esnasında beyan edilmiştir.[288]
1497.
...Aişe (r.anha), çarşafının çalındığını, bunun üzerine onu çalana beddua
etmeye başladığını, Efendimizin de "Ondan hafifletme" buyurduğunu
rivayet etmiştir.
Ebû Dâvûd dedi ki:
demek, “ = Ondan hafifletme" manasındadır.[289]
Metinde görüldüğü
üzere Hz. Aişe (r.anha) çarşafını çalana beddua etmeye başlayınca ResulüIIah
(s.a.) "Ona beddua ederek hafifletme bedduayı bırak" buyurmuştur. Bu
ifâdenin akla ilk getirdiği mânâ "beddua etme de öbür dünyadaki azabı
hafiflemesin. Çünkü senin yaptığın beddua onun yaptığı hırsızlığın cezasının
hafiflemesine sebeb olacaktır" şeklindedir. Fakat Peygamber (s.a.)'in
ümmetine karşı olan şefkat ve merhameti gözönüne alındığında Resulüllah'm
kastettiği mânânın hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Çünkü Hz. Peygamberin bir
müslümanın azab görmesini istemesi tasavvur edilemez. O halde Resul-i Ekrem'in
maksadı, Aişe (r.an-ha)'mn hırsıza beddua etmeyi kesip onu tamamen
affetmesidir. Tabiatiyle bu af, hırsızlığın kul hakkı ile ilgili olan kısmına
aittir. Allah'ın hakkını ancak tevbe veya Allah'ın affetmesi düşürür.
Aslında Resûlüllah'ın
Hz. Aişe'ye söylediğinin faydası sadece hırsıza değil, aynı zamanda Aişe
validemizin kendisine de dokunur. Çünkü o bedduayı artırdıkça, hırsızın azabı
azalacak, hatta bir an gelecek beddua hırsızlığın suçunu geçecek ve hırsız
beddua sahibinden alacaklı hale gelecektir. Ama onu affederse böyle bir ihtimal
de ortadan kalkacaktır.[290]
Mazlumun, zalime
ettiği beddua onun azabının ha-fitlemesine sebep olur.[291]
1498. ...Ömer
(r.a.)'den; demiştir ki:
"Resulullah
(s.a.)'den Umre için izin istedim. Bana izin verdi ve "-Kardeşçiğim bizi
de duadan unutma."buyurdu. Bana öyle bir söz söylemiş oldu ki, onun yerine
tüm dünyaya sahip olmam beni o kadar sevindirmezdi."[292]
(Râvilerden) Şube dedi
ki:
Daha sonra Medine'de
Asım'la karşılaştım, aynı hadisi bana nakletti (fakat bu sefer) "Duana
bizi de ortak et, ey kardeşim"
dedi.[293]
Hz. Ömer'in umre
yapmak için izin istemesi Aliyyü'l-Kaari'ye göre Medine'de olmuştur. İbn Hacer
ise, Kaza umresinde olduğunu Hz. Ömer'in câhiliye devrinde nezrettiği bir
umreyi yapmak için izin istediğini söyler.
Hz. Ömer'in dünyalara
değişmediği söz, ya Rasulullah’ın, kendisine "Kardeşciğim" buyurması,
ya da duada kendisini de unutmamasını istemesidir. Çünkü her ikisi de Hz. Ömer
için paha biçilmez bir iltifattır. Resûlül-lah, değer vermediği, kadr ve
kıymetini takdir etmediği bir kimseye bu şekilde iltifat etmez.
Hz. Peygamber Hz.
Ömer'e, "beni de duadan unutma" dememiş, çoğul olarak, "bizi
de..." buyurmuştur. Bu ya azamete delâlet eder, ya da Re-sulüllah (s.a.)
kendisiyle birlikte ümmetini de kasd etmiştir.
Şu'be'nin, hadisinin
sonundaki sözlerinden anlaşıldığına göre, kendisi hadisi Asım'dan iki kerre
işitmiştir. Bunların birincisinde Asım, Resulüllah'ın Hz. Ömer'e "duadan
bizi de unutma ey kardeşciğim"; ikincisinden ise, "duana bizi de
ortak et, ey kardeşciğim" buyurduğunu söylemiştir.
Ebû Dâvûd bu son
bölümü, Şu'be'nin hafızasının Âsım'ınkinden daha kuvvetli olduğuna işaret etmek
için kitabına almış olabilir. Ancak Resulul-lah her iki cümleyi de söylemiş
olabilir. Nitekim İbn Mâce'nin Süfyân kanalıyla Asım'dan yaptığı nakle göre
Resulüllah, "Ey kardeşciğim! Duadan bir şeye de bizi ortak et, bizi
unutma" buyurmuştur. Buna göre Asım'ın Şube'-yi ikinci görüşünde önceden
söylemediği ikinci cümleyi hatırlattığı anlaşılmaktadır. Bu ise, Asım'ın
hafızasının zaafına değil, kuvvetine delildir.[294]
1. Hz. Ömer
faziletli bir sahâbîdir.
2. ResulüHah
(s.a.) son derece tevazu sahibidir.
3. İnsan ne
kadar âbid ve sâlih olursa olsun, duadan müstağni kalamaz.
4. Salih
kişilerin duasını istemek meşrudur.
5. Kişi
duasını sadece kendisine tahsis etmemeli, dostlarını, akrabalarını hatta tüm
müslümanları hatırına getirmelidir.
6. Kâ'be-i
Muazzama'da yapılan dualar kabul edilme yönünden başka taraflardaki dualardan
daha üstündür.[295]
1499.
...Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'dan; demiştir ki; İki parmağımla dua ederken
Resulüllah (s.a.) bana rastladı, işaret parmağını göstererek;
"Birle,
birle" buyurdu.[296]
Hadisin Nesâi'deki
rivayeti teşehhüdle ilgili konular arasındadır. Bu, Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)'m
parmaklarını te-
şehhüdde dua ederken
kaldırdığını gösterir.
Bezlü'I-Mechûd'da
belirtildiği üzere Mevlânâ Muhammed Yahya'nın hocasından nakline göre Hz. Sa'd'm
kaldırdığı parmaklar bir elin iki parmağı değil, her iki elin de işaret
parmaklarıdır. Resûlüllah (s.a.) Sa'd'ın iki parmağını kaldırdığını görünce,
diliyle birisini kaldırmasını söylemiş, eliyle de kaldıracağı parmağın işaret
parmağı olduğunu göstermiştir.
Nesâî, hadisi iki defa
rivayet etmiştir. Birisi, Ebu Dâvud'da olduğu gibi Sa'd b. Ebî Vakkas'tan;
diğeri ise, Ebu Hüreyre'dendir. Ebu Hüreyre'nin rivayeti, "bir adam iki
parmağı ile dua ediyordu" şeklindedir.
Tirmizî'nin rivayeti
de Ebu Hüreyre'dendir.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi buradaki duadan maksat, teşehhüd esnasında, yani ettehiyyatüyü
okurken edilen duadır. Yani teşehhüd esnasında işaret parmağını kaldırmaktır.
Yoksa dua ederken eller yerine parmaklan kaldırmak değildir.[297]
1500.
...Sa'db. Ebî Vakkas'tan rivayet edildiğine göre Sa'd(r.a.) Resulullah
(s.a.)'le birlikte bir kadının yanına girdi. Kadının önünde hurma çekirdekleri
veya çakıl taşlan vardı. Onlarla teşbih çekiyordu. Bunu gören Resulüllah (s.a.):
"Sana bundan daha
kolayım -veya[298] daha üstününü- Haber vereyim:
"Allah'ın gökyüzündeki yaratıkları sayısınca (Sübhanallah), yeryüzündeki
yaratıkları adedince, bunlar arasındaki yaratıkları sayısınca, yine bunlar
kadar )t bunlar
kadar (el-hamdü lillah) onlar miktarınca
"la ilahe illallah" ve yine
onlar kadar "la havle vela kuvvete illa billâh" buyurdu.[299]
Resulüllah (s.a.)'ın
Sa'd b. Ebi vakkas'la birlikte yanına girdiği kadının kim olduğu kesinlikle
belli değildir. Ancak ya Sa'd'ın bir mahremi veya Resulüllah'ın hanımlarından
biri olmalıdır. Onun Efendimizin hanımlarından Cüveyriye (r.anha) veya Safiyye
(r.anha)'dan biri olduğuna dair görüşler de vardır.
Bu hâdisenin, tesettür
âyetinin nüzulünden önce olması da muhtemeldir. Ayrıca içeriye girmek, görmeyi
gerektirmeyeceği gibi görmek de şehveti gerektirmez. Onun için söz konusu
kadının, ikisine de yabancı biri olması da mümkündür.
Hz. Peygamberle Hz.
Sa'd, kadının önünde söylediği teşbih sayısını şaşırmamak için koyduğu hurma
çekirdekleri veya çakıl taşları görmüşlerdir. Buradaki veya edatı şekle
hamledildiği takdirde şüphenin, râvîlerden birine ait olduğunu söylemek
gerekir. Ya da bu edat "ve" mânâsındadır. O zaman bahsi geçen kadının
çakıl taşları ile hurma çekirdeklerini beraber bulundurduğu anlaşılır.
Sa'd (r.a)'ın
bildirdiğine göre Resulullah (s.a.) bu durumu görünce kadını yaptığı işten
men'etmemiş, onun vaziyetini yadırgamamış fakat bundan daha kolay ve daha üstün
bir şey öğreteceğini söylemiştir. Bunun mânâsı onun öğreteceği şeylerin
külfetçe daha az, fakat sevapça daha fazla olması demektir. Efendimizin
öğrettiği şeyler daha efdaldir. Çünkü onda, kulun Cenab-ı Hakk'a övgüyü
sayamayacağının itirafı vardır. Çokluk âleminden teklik âlemine yükselme
vardır.
Bazı âlimler Hz. Peygamberin
öğrettiği şeylerdeki üstünlüğün kemmiyet (adet) yönünden değil, keyfiyet
(muhteva) yönünden olduğunu söylerler. Ancak bu üstünlüğü hem kemiyyet hem de
keyfiyet yönünden almanın daha uygun olduğunu söyleyenler de yok değildir. Bu
görüş bizce daha tercihe şayandır. Çünkü kişinin hangi zikrin daha efdal
olduğunu Resulullah kadar bilemeyeceği aşikârdır. Bu, Efendimiz'in öğrettiğini
muhteva üstünlüğünü gösterir. Ayrıca insan tek tek sayarak ne kadar çok zikir
yaparsa yapsın yer-gök ve bunlar arasındaki varlıklar sayısına ulaşamaz. Bu da
Efendimizin öğrettiği zikirlerin adet yönünden üstünlüğüne delalet eder.
Metinde görüldüğü
üzere Hz. Peygamber kadına, Allah'ın semadaki (melekler) yerdeki (insanlar,
hayvanlar ve cansızlar), bunlar arasındaki (hava, kuşlar, bulutlar vs.)
yaratıkları ve Allah'ın yaratacağı varlıklar sayısınca Süb-hanellah, Allahü
ekber, el-Hamdulillah, lâ ilahe i İleli ah ve lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh demesini tavsiye etmiştir. Hadisi nakleden râvi bu zikirlerden
"Sübhaneliah"ı, "yer, gök ve arasındaki yaratıklar
adedince" diye açıkça ifâde ettiği halde diğerlerini kısaca "Onlar
kadar" sözü ile yukarı kısma bağlamıştır. Bundan maksat, "onlar
kadar" sözünün kendisi değil, "Sübhanallah" da söylenenlerin
sayısıdır. O zaman takdir şöyle olur; "Allah'ın gökyüzündeki yaratıkları
sayısınca Allahü Ekber, yeryüzündeki yaratıkları sayısınca Allahü Ekber,
bunların arasındakilerin sayısınca Allahü Ekber, Allah'ın yarattığı ve
yaratacakları sayısınca..." Tabii aynı şeyler el-Hamdulillah, lâilahe
illellah ve lâ havle velâ kuvvet illâ billâh için de söylenecektir.
Hadis-i şerif okunan
teshillerin sayısının bilinmesi için çakıl taşı veya hurma çekirdeği
kullanmanın meşru olduğuna delildir. Şimdiki "teşbih" dediğimiz âlet
de aynı hükmün altına girer. Çünkü elimizdeki teşbihlerle[300]
hadis-i şerifte mevzuu bahs edilenler arasındaki fark, sadece ipliğe dizmedir
ki bu, hükmün değişmesini gerektirecek kadar önemli değildir. Dolayısıyle
hadis-i şerif teşbihin bid'at olduğunu iddia edip kullanılmasını caiz görmeyenlerin,
onun için "şeytanın kamçısı" tâbirini kullananların aleyhine bir
delildir. Deylemî'nin Müsnedü'l-Firdevs'te Hz. Ali (r.a.) kanalıyla
Resulül-lah'tan rivayet ettiği şu haber daha açıktır: "Teşbih ne güzel
hatirlatıcıdır."
Hasan el-Basrî'nin de
teşbih kullandığı rivayet edilir. Salim b. Abdullah, "el-İmdâd li
uluvvi'l-îsnâd adındaki eserinde bildirdiğine göre, Ömer el-Mekkî, Hasan
el-Basrî'yi elinde teşbihle görüp: "Ey üstad, şanının yüceliği ve
ibâdetinin güzelliğine rağmen, sen şu âna kadar teşbih mi kullanıyorsun?"
demiş. Hasen el-Basrî de şu cevâbı vermiştir: "Bu bizim başlangıçta
kullandığımız bir şeydir. Sonunda terk edecek değiliz. Ben Allah'ı elim, dilim
ve kalbimle zikretmeyi severim."
Ebu'l-Abbâs,Hasan
el-Basri'nin bu sözleri için, "bundan teşbihin sahabe devrinde mevcûd
olduğu anlaşılır. Çünkü Hasan el-Basri'nin ilk günleri sahabe
devridir..." der.
Suyûtî de bu konuda
şunları söyler: "Selef ve haleften zikri teşbih ile saymayı men'ettikleri
nakledilmemiştir. Aksine onların çoğu teşbihi kullanırlar ve onu mekruh
saymazlardı."
Teşbihin cevazı
konusunda söylenilen bu sözler onun riya ve gösterişe vesile olmaması
şartiyladır. Böyle yapılırsa, veya boyuna takılırsa ya da elde oyuncak gibi
çevrilirse, buna müsaade edilmez.
"Medhal" sahibi
şöyle der: "Zamanımızdaki bazı mutasavvıfların teşbihi boyunlarına
asmaları en çirkin bid'atlerdendir. Âlim zannedilen bazılarının, kadınların
kollarındaki bilezikler gibi ellerine teşbih almaları, bu halde insanlarla bazı
ilmî veya başka mes'eleleri konuşmaları, kollarım sağa sola sallamaları,
boyunlarına teşbih asan mutasavvıfların hâline benzer. Bir kısım insanlar da
teşbihi ellerine alıp sanki zikir yapıyormuşlar gibi tek tek çekerler. Buna
rağmen onlar, insanlarla lüzumsuz şeyler konuşurlar, gıybet ederler. Malûmdur
ki, insanın bir tek dili vardır. Başkasıyla konuşurken zikir yapması
düşünülemez. O halde bu durumda elde teşbih tutma riyadır, gösteriştir,
bid'attir."
Görüldüğü gibi
yukarıdaki ifâdeler, yapılan zikirleri saymak için teşbih çekmenin caiz,
gösteriş veya oyuncak için elde tutmanın bid'at olduğunu gösterir. Zaten yolda
sokakta elinde teşbihle gidenleri müslümanlar ya hafifliğe ya da gösterişe
hamlederler. Bu tip davranışlardan hoşlanmazlar.[301]
1. Okunan
teşbih, tahmid ve tehlillerin yapılan zikirlerin sayısını bilmek için teşbih
denilen aleti kullanmak caizdir.
2. Teşbih
bazılarının dediği gibi bid'at değildir.[302]
1501.
...Yüseyra[303] (r.anha)'dan rivayet
edildiğine göre Resûlullah (s.a.) kendilerine (kadınlara) tekbir, takdis ve
tehlili gözetip devam etmelerini ve parmaklarının uçlarıyla saymalarını
emretmiştir.Çünkü bu azalardan (yaptıkları) sorulacak, konuşmaları
istenecektir.[304]
Tekbîr: "AUahti
ekber", takdîs, "Sübhane'l-Melikü'l-
Kuddûs-, veya "Sübhûhun kuddûsun"; "tehffi, "Lâilâhe
illellâh"
demektir.
Hadisin Tirmizî'deki
rivayeti "Ey kadınlar taifesi! parmak uçlanyla sayınız, çünkü onlara
sorulacak, konuşmaları istenecektir" şeklindedir. Ahmed'in rivayeti ise,
Hz. Peygamber'in "ey mü'min kadınlar..." şeklindeki hitabıyla
başlamaktadır.
Hadis-i şerifte
kadınlara, Allahü ekber, Sübhane'l-Melikül kuddûs ve lâilahe illellâh diyerek
zikre devam etmeleri, bunları terketmemeleri tavsiye edilmektedir. Şüphesiz bu
tavsiye, aynı zamanda erkekleri de ilgilendirir. Çünkü İslama göre bazı özel
hallerin dışında ibâdetin emir veya tavsiye edilmesinde erkeklerle kadınlar
arasında fark yoktur. Hitabın kadınlara yönelik olmasına sebep, sözün kadınlara
karşı yapılan bir konuşma esnasında söylenmiş olmasıdır.
Hadis-i Şerifte
tavsiye edilen ikinci konuda söylenen zikirlerin parmak uçlanyla sayılmasıdır.
Bu ifâdeden, yapılan zikirlerin teşbihle değil, parmaklarla sayılmasının daha
efdal olduğu anlaşılmaktadır. Bu üstünlüğe sebeb hadisin devamından
anlaşıldığına göre, insan vücudundaki organların dünyada yaptıklarını hesap
gününde haber verecekleri gerçeğidir. "O günde kendi dilleri elleri ve
ayakları aleyhlerinde yapıyor içliklerine şahitlik edecektir"[305] mealindeki
âyet bu hususa delâlet etmektedir.
Zikrin teşbihle
sayılmasının caiz olduğu bundan evvelki hadiste geçmiştir.[306]
1. Müslümanlar
Allah'ı zikre devam etmelidirler.
2. Zikrin
parmak uçlanyla yapılması daha efdaldır.
Çünkü bu uzuvlar
kıyamet günü yaptıklarını haber vereceklerdir. Ancak bu farz veya vâcib
değildir. Onun için parmaklarıyla sayıyı saymaktan korkan kişinin teşbih veya
buna benzer birşey kullanması daha iyidir.
3. Uzuvlar
taatte kullanılmalıdır.[307]
1502.
...Abdullah b. Amr (r.anhuma)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'ı (parmak
uçlarıyla) sayarak teşbih çekerken gördüm.[308]
İbn Kudâme: "sağ
eliyle" dedi.[309]
Buradaki
"tesbih"den maksat elde çekilen 33 veya 99 taneli âlet değil, zikir olarak söylenen
"subhanellah" veya buna benzer sözlerdir.
Hadis-i şerifin tümüne
râvîlerden İbn Kudâme'nin kaydı ile birlikte bakıldığında mânânın
"Resulullah (s.a.)'ı sağ eliyle sayarak teşbih çekerken gördüm"
şeklinde anlaşılması gerekir.
Hadis-i şerif söylenen
zikirlerin sağ el parmaklarıyla sayılmasının daha iyi olduğuna delildir.[310]
1503. ...İbn
Abbas (r.anhuma)'dan; demiştir ki:
Resulüllah (s.a.)
Cüveyriye[311] -ismi Berre iken
Efendimiz adını değiştirdi- (r.anhaj'nın yanından o namazgahında iken çıktı.
Geri döndüğünde Cüveyriye yine namazgahında idi. Bunu görünce:
"Sen hâlâ namazgahında
mısın? diye sordu.
Evet.
"Halbuki ben
senden ayrılırken dört kelime söylemiş ve onları üç kere tekrarlamıştım. Eğer o
kelimeler senin (sabahtan beri) söylediklerinle tartılsa onlardan daha ağır
gelir. Onlar:Yaratıkların sayısınca Allalı'a hamd ve teşbih ederim. Zatının
(salih kullarından) rızası ade-dince Allah'ı hamd ve teşbih ederim. Arşının
ağırlığınca onu teşbih ve ona hamd ederim kelimelerinin sayısınca Allah'ı
teşbih ve ona hamd ederim."[312]
Hadis-i Şerifin
Sahih-i Müslim'deki bir rivayetinde hâdiseyi anlatan şahıs İbn Abbas (r.anhuma)
değil, Cüveyriye (r.anha)dır. Yani hâdiseyi bizzat Cüveyriye, "Ben
namazgahımda iken Resülullah..." gibi ifâdelerle nakletmiştir. Nesaî ve
Tirmizfde ise, İbn Abbas'tan, ama Cüveyriye'den naklen rivayet edilmiştir.
Nesâî'deki rivayette
Cüveyriye (r.anha) mescidde namaz kılarken Resûlullah’ın kendisine uğradığı
ikinci gelişinde "sana söyleyeceğim bazı kelimeler öğreteyim mi?"
buyurup peşinden üç defa: dediği kaydedilmektedir. Sahih-i Müslim'de de Hz.
Peygamber'in Cüveyriye (r.anha)'nın yanından sabahleyin erkenden çıktığı
söylenmektedir.
Rivayetlerin tümü
gözönüne alınınca anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber sabahleyin hanımı Cüveyriye,
evinin namaz için ayırdığı bölümünde namaz kılarken sevabı pek büyük bazı sözler
söylemiş ve dışarı çıkmıştır. Resulullah (s.a.) sabah namazını kılmış biraz
oyalanmış ve kuşluktan sonra evine döndüğünde Hz. Cüveyriye'yi hâlâ
namazgahında namaz kılarken görüp şaşırmış ve "Sen, ben gideli beri
namaza devam mı ediyorsun?" diye sormuş, ondan "evet" cevabını
alınca, sabah giderken söylediği sözleri hatırlatarak o sözlerin Cüveyriye
(r.anha)'nm sabahtan beri söylediği sözlerin tamamından daha efdal olduğunu
bildirmiştir.
Hz. Peygamberdin
öğrettiği bu sözler, esas itibariyle teşbih ve hamd ifâde eden
"sübhanellafıi ve bihamdihî" kelimeleridir. Ancak bunların yanma ya
sayılması çok zor ya da imkânsız olan meblağlar eklenmiştir. Allah'ın yanına
ya sayılması çok zor ya da imkânsız olan meblağlar eklenmiştir. Allah'ın
yaratıklarını saymak mümkün fakat son derece güçtür. Allah'ın Peygamberler,
sıddıklar, şehidler ve salih kullara karşı olan rızasını saymak ise, mümkün
değildir. Allah'ın kelimelerinin ve arşının ağırlığının zikredilmesi de aynı
şekilde mübalağa ve çokluk ifâde etmesi içindir. Nitekim bir âyet-i kerimede
şöyle buyurulur: "De ki: "Rabbimin sözleri(ııi yazmak) için (bütün)
deniz(lerin suyu) mürekkeb olsa, ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilâve
etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o deniz(ler) tükenir."[313]
1. Metinde
geçen sözlerle zikir yapmak teşvik edilmektedir.
2. Zikre
mahsus kelimeler tekrarlanmasa bile bu sözlerin çokluk ifâde eden terimlere
bağlanması zikrin katlanmasına sebeb olur. Meselâ gökteki yıldızlar sayısınca
"sübhanellah" demek, bu sözü üç beş yüz defa tekrarlamaktan daha çok
sevaba vesile olabilir.[314]
1504. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: Ebu Zerr-i Gıfârî:
Ya Resûlullah!
Zenginler sevapta (ileri) gittiler. Bizim kıldığımız gibi namaz kılıyorlar,
bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyorlar. Bir de fazla malları var, onunla sadaka
veriyorlar. Bizim ise, sadaka verecek (fazla) malımız yok, dedi. Resulüllah
(s.a.):
“Ya Ebâ Zerr, sana
birkaç söz öğreteyim mi? Onlarla seni geçene yetişirsin. Senin yaptığım
yapmayan (o sözleri söylemeyen) hiç kimse de senin ardından yetişemez."
Evet ya Resulullah!
öğret.
"Her (farz)
namazın peşinde otuz üç kere tekbir getirir (Allahu ekber der), otuz üç kere
hamd eder (elhamdülillah der), ve otuz üç kere teşbih
okursun (sübhanelallah dersin).Sonunu da Allah'tan başka ilah
yoktur. Yalnız o vardır, onun eşi ve ortağı yoktur. Mülk onundur, hamd o'nadır,
o herşeye kadirdir" ile bitirirsin. Her kim bunları söylerse denizin
köpükleri kadar bile olsa (küçük) günahları bağışlanır."[315]
Hadis-i şerifte tekbir,
teşbihten önce zikredilmiştir. Müslim ve diğer kitaplardaki rivayetlerin
çoğunda ise, teşbih tekbirden önce söylenmiştir. Her iki türlü uygulama caiz
olduğu için rivayetler birbirlerine zıt sayılmaz. Üstelik kelimeler arasındaki
"vâv" tertib ifâde etmez. Teşbih (sübhanellah)'in önce, tekbir
(Allahu ekber)'in ise, en sonda söylenmesi efdal görülür.
Hadisin Buhârî ve
Müslim'deki zabtına göre zenginlerin ileri gittiğini söyleyerek onların
aldıkları ecre gıbta eden burada olduğu gibi Ebû Zerr değil, muhacirlerden bir
grup fakirdir. Buhârî'nin rivayetinde zenginlerin -ileri gidişlerine sebeb
olarak- sadaka vermelerinin yanında haccetmeleri, umre yapmaları ve cihad
etmeleri de zikredilmiştir. Müslim'de ise, sadakaya ilâve olarak, köle azad
etmeleri zikredilmiştir. Yine Müslim'in bir rivayetinin sonunda,-hadisi Ebu
Hüreyre (r.a.)'den nakleden Ebû Salih, muhacirlerin fakirleri Re-sülullah'a
dönüp "zengin kardeşlerimiz bizim yaptıklarımızı duyup aynısını
yaptılar" dediler. Efendimiz de "Bu Allah'ın bir fazlı ihsanıdır. Onu
dilediğine verir" âyetin[316]
okuyarak cevap verdi" demektedir.
Müslim'in
rivâyetindeki bu ifâdelerden şükreden zenginlerin, sabreden fakirlerden daha
efdal oldukları anlaşılır. Tıybî buna işaret ettikten sonra, "Evet gerçek
de bu. Çünkü zengin bir sürü tehlike ile karşı karşıyadır. Ama sabreden fakir,
güven içerisindedir" der. İmam Gazali, ulemanın bu konuda ihtilaf
ettiklerini söyledikten sonra Cüneyd, bazı Allah dostları ve bir çok alimin,
fakirlerin daha efdal; İbn Ata'mn ise zenginlerin üstün olduğunu söylediklerini
kaydederler.Aliyyu'l-Kaari Mişkat şerhi Mirkâtü'l-Mefâtih'de bu mesele
üzerindeki ihtilafları uzun uzadıya saydıktan sonra Hz. Ömer'in "Zenginlik
ve fakirlik iki binektir. Hangisine bindiğime bakmam bile" dediğini
kaydeder. Aliyyü'I-Kaari devamla, "şüphesiz ki, Rabbin kimi dilerse rızkım
genişletir, daraltır. Çünkü o kullandım herhali)nden gerçekten haberdârdır.
(Herşeyi) hakkıyla görendir"[317]
mealindeki âyete işaret etmiş ve şöyle demiştir: "Evet Allah, nebilerinin,
velilerinin ve seçkin kullarının çoğuna fakirliği seçti. Zenginliği ise
düşmanlarının çoğuna ve pek az dostuna tercih etti. Artık sen ister onu, ister
bunu seç. Zaten Allah dilediğini yapacaktır."
Yaptıkları hayır ve
hasenat sebebiyle daha çok sevaba nail olan zenginlerin fakirlerin okudukları
zikirleri de okuyarak yine onlardan ileri olmaları konusunda Buhârî şârihi
Kirmanı de şunları söyler: Fakirlerin maksadı, yüksek derece ve nimetlerin
kendileri için de olmasını istemekti, zenginlerden daha üstün olma arzusu
değildi. Bu da şükreden zenginin, sabreden fakirden daha efdal olduğuna işaret
eder.
Şeyh Takiyüddin de
hadisteki "ileri o!mak"tan maksadın derece yönünden üstünlük olduğunu
söyleyerek Kirmânî'nin fikrine iştirak eder. Sindî, ileri gitmenin amel ve
ömürle olduğunu, çok çalışmakla zenginlere yetişmenin mümkün olduğunu
söylemenin daha uygun olacağı kanaatindedir. Bazı âlimler ise, bu öncelik ve
sonralığı zaman itibariyle ele almışlar, "gecenler'in sahâbîler,
sonrakilerin de daha sonra gelen nesiller olduklarını söylemişlerdir.
Hadisin Buhârî ve
Müslim'deki rivayetleri içinde bu farklı görüşlerden her birini haklı çıkaracak
ifâdeler vardır. Ebû Davud'un rivâyetindeki ifâdelere göre, Hz. Peygamberin
Ebu Zerr'e söylediği "seni geçene yetişirsin... senin ardındakiler sana
ulaşamaz" sözlerindeki "öncelik ve sonralığı" sevab ve mertebe
yönüne hamletmek daha uygundur.
Hadis-i şeriften,
namazlardan sonra otuz üçer defa sübhanellalfe elhamdülillah ve Allahü ekber
deyip sonuna da "Lâ ilahe illellahü vehdehû lâ şerike lehû'l-Mülkü
velehü'l-hamdü ve hüve alâ küllî şey'in kadîr" sözlerini İlâve etmenin ne
derece büyük sevaba vesile olduğu anlaşılmaktadır. Namaz sonunda söylenecek
virdler konusunda bir çok hadis-i şerif gelmiştir. Bunlardan kimi üzerinde
durduğumuz hadisteki söz ve sayılara uygun düştüğü halde, bazılarında daha
değişik söz ve rakamlar görülmektedir. Bu hadisin İbn Mâ-ce'deki rivayetinde
Sübhanellah, el-Hamdiilillah ve Allahu ekber sözlerinden ikisinin otuz üçer,
birinin ise, otuz dört defa söyleneceği belirtilmiş fakat hangisinin otuz dört
olacağı açıklanmamıştır. Nesâî'nin Zeyd b. Sâbit'ten yaptığı rivayette ise,
tekbirin otuz dört defa söyleneceği açıkça ifade edilmiştir. Yine Nesâî'nin
Abdullah b. Amr'den rivayetinde bu sözlerin her birinin farzlardan sonra onar
defa söyleneceği, böylece her gün tamamının dilde yüz elli, mizanda ise, bin
beşyüz edeceği söylenmiştir. Ayrıca sübhanellah, elhamdülillah, Allahu ekber ve
lâilâhe illellâh sözlerini her namazdan sonra yirmi beşer, diğer bir rivayete
göre yüzer; başka bir rivayete göre ise, ilk üçünü on birer defa söylemenin
günahların bağışlanmasına vesile olacağı belirtilmektedir.
Bütün bu rivayetler
gösteriyor ki, namazlardan sonra teşbih çekmek Hz. Peygamberden beri vardır.
Fakat sayıları konusunda farklı rivayetler gelmiştir. Bunlardan hangisi
uygulanırsa sünnete uyulmuş olur. Ancak şunu da kayd etmek gerekir ki, bu
rivayetler içerisinde en kuvvetli olanı teşbih esnasında söylenen sözlerin otuz
üçer defa olduğunu bildirenidir. O halde bunu yapmak daha efdaldir.
Yine bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki teşbih çekerken sayıyı gözetmek gerekir. Meselâ otuz üç kere
sübhanellah demenin yerine otuz iki defa söylemekle sünnete göre hareket
edilmiş olunmayacağı gibi, otuz dört kere söylendiğinde de sünnet uygulanmış
sayılmaz. Askalânî'nin Fethü'l-BârTdeki ifâdelerinden bu anlaşılır. Ancak
Ebu'1-Fadl, Tirmizî şerhinde Askalânî'ye itiraz ederek hadiste belirtiler,
sayıdan daha fazla söylemenin kusur değil, meziyet olduğunu, dolayısıyla daha
fazla sevabı gerektirdiğini söyler.
Bu meselede niyeti
esas alarak her iki görüşün isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Şöyle ki,
kişi hadiste belirtilen adede mesela otuz üçe gelindiğinde sünnete imtisale
niyet eder, fakat bu sayıdan sonra sevabını artırmak için zikrine devam ederse,
hem sünnete uymuş hem de fazla sevabı hakketmiş olur. Ama otuzüçün bitiminde
sünnete imtisale niyet etmemiş, rastgele zikrine devam etmişse, sünnete uymuş
olmaz.
Karafi, Kavâid'inde
daha titiz davranmış, hadiste tesbit edilen rakamı geçmenin bid'at olduğunu
söylemiştir. Bazı âlimler bu sayılara uyarak teşbih çekmeyi, doktorun
tavsiyesine uyarak ilaç kullanmaya benzetirler. Hastalık, günde üç kere hap
alınmasını gerektiriyorsa, bir tane almak faydasız, beş tane almak da zararlı
olabilir. Hz. Peygamber'in teşbih konusunda belli rakamlar vermesinin, bizim
kavrayamadığımız hikmetleri de olabilir.[318]
1. Fakirlerin,
"bizim de zenginler gibi malımız olsa da sadaka versek'' tarzında bir
temennide bulunma-' lan caizdir. Buna gıpta denir.
2. Allah'ın
verdiğini Allah yolunda harcayan zengin, sabreden fakirden üstündür. Ancak konu
ihtilaflıdır.
3. Beş vakit
namazın peşine otuz üçer defa sübhanellah, elhamdlillah ve Allahü ekber demek
ve sonuna "Lâ ilahe illellahü vahdehû lâ şerike leh, Iehü'I-mülkü ve
lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr"i ilâve etmek, zenginlerin
yaptıkları hayır hasenata denk bir ibâdettir.
4. Bu
sözler, denizlerin köpükleri kadar çok bile olsa, küçük günâhların
bağışlanmasına vesiledir.[319]
1505.
...Muğire b. Şube (r.a.)'nin azatlısı Verrâd'dan şöyle rivayet edilmiştir:
Muaviye, Muğire b.
Şube'ye mektup yazıp Resûlullah (s.a.)'m namazda selâm verince ne söylediğini
sordu. Muğire bana şunları yazdırıp
Muaviye'ye gönderdi:
"Tek olan Allah'tan
başka ilâh yoktur. Onun hiç bir ortağı yoktur. Mülk sadece onun hamd sadece
ona'dır. O, her şeye muktedirdir. Ey Allahım! Senin verdiğine engel olacak ve
vermediğini verecek hiç bir (güç) yoktur. Senin yanında zengine zenginliğinin
faydası yoktur."[320]
Hadisin diğer hadis
kitaplarındaki rivayetlerinde bazı küçük farklar görülür. Müslim'in bir
rivayetinde Verrâd'ın Muğire b. Şube'nin kâtibi olduğuna işaret edilmiştir.
Ebu Dâvud'daki metinde buna delâlet eder.
Anlaşıldığına göre Hz.
Muâviye halife iken, Küfe valisi olan Muğire b. Şube'ye bir mektup yazarak Hz.
Peygamber'in, namazdan sonra dua ederken ne okuduğunu sormuş Muğire de
yanındaki azatlısı ve kâtibi olan Ver-râd'a metinde geçen sözleri yazdırıp
göndermiştir.
Taberânî'nin
buradakinden başka bir senetle rivayet ettiği haberde: "hamd onadır" sözünden sonra "o yaşatır
ve öldürür. Kendisi diridir, ölmez. Hayır sadece onun elindedir" ilâvesi
vardır.
Abd b. Humeyd'in
Müsned'inde de "vermediğini verecek" cümksinden sonra "senin
hükmettiğini çevirecek yok" ilâvesi mevcuttur.
Buhârî'nin bazı
rivayetlerinde Muğîre'nin, Muaviye'ye verdiği cevapta "Resulüllah (s.a.),
dedikodudan, çok soru sormaktan, malı telef etmekten, verilmesi gerekeni
vermeyip hakkı olmayan şeyi almaktan, analara itaatsizlikten ve kız
çocuklarını diri diri gömmekten men'etti" ilâveleri de bulunmaktadır.
Tercemeye "zengine
zenginliği" diye geçtiğimiz terkibi âlimlerin ekserisi tarafından bizim
ifade ettiğimiz şekilde izah edilmiştir."Cedd" kelimesi, zenginlik,
nasîb, azamet, saltanat mânâlarına gelmektedir. Rağıb ise, buradaki ceddin
"dede" mânâsına olduğunu nakledip hiç kimseye nesebinin faydası
yoktur şeklinde izah etmiştir. Kurtubî de Ebu Amr eş-Şeybânî'nin bu kelimeyi
cimin kesresi ile "cidd" şeklinde rivayet ettiğini söyler. Bu
okuyuşa göre cümlenin mânâsı "çalışana gayreti fayda vermez"
şeklinde olur.
Taberî, Ebu Amr
eş-Şeybânî'nin rivayetini tasvib etmemiş, Nevevî de ulemânın cumhurunun ilk
görüşte olduğunu nakletmiştir. Nevevî "cedd" kelimesini mal, çocuk
ve saltanat gibi dünya nasibleri olarak mânâlandırmıştır.
"Senin
yanında" diye terceme ettiğimiz kelimesi de ayrıca bir mahzûf takdiri ile
"senin azabından" veya "senin yerine" şeklinde anlaşılmıştır.
Bu izahların ışığı
altında üzerinde durduğumuz cümleyi şu şekilde de ifade etmek mümkündür:
"Dünyalık sahiplerinin sahip oldukları, senin lütuf ve ihsanına bedel
olup kendisine fayda veremez." Hiç bir dünyalık senin azabına karşı
sahibine fayda veremez aksine ona fayda verecek senin fazlın ve kendisinin
salih amelidir.[321]
Hadis-i şerif metinde
geçen zikirlerin namazdan sonra okunmasının ve bunu bir defa söylemenin meşru
olduğuna delâlet etmektedir. Selam verdikten sonra söylenmesi sünnet olan
başka sözler ve dualar da vardır. Nitekim bunlardan bir kısmı sonraki hadislerde
gelecektir.[322]
1506. ...Ebû
Zübeyr'den; demiştir ki:
Abdullah b. Zübeyr
(r.a.)'i minberde şunları söylerken işittim:
Resulüllah (s.a.)
namazdan ayrıldığında şöyle derdi:
"Tek olan
Allah'tan başka ilâh yoktur. Onun bir ortağı da yoktur. Mülk sadece onun, hamd
sadece onadır, o her şeye muktedirdir. Samimiyetle (ibâdet edilecek) Allah'tan
başka ilâh yoktur. Kâfirler istemese bile din (taat) sadece onadır. O, nimet,
fazl ve güzel övgüye ehildir. Samimi olarak (ibâdet edilecek) Allah'tan başka
ilâh yoktur. Kâfirler istemese de dîn (taat) sadece onadır."[323]
Müslim'in rivayetinde
bu sözleri İbn Zübeyr'in söyleyip peşinden de "Resulüllah (s.a.) her
namazdan sonra bu sözleri yüksek sesle okurdu" dediği belirtilmektedir.
Efendimizin bu sözleri yüksek sesle söylemesi ümmetine öğretmek maksadına
mebnî olmalıdır.
Hz. Peygamber metinde
geçen sözleri farz namazlardan sonra söyledi.
Hadis-i şerifteki terkibinin
ehlü veya ehle" şekillerinde okunması mümkündür.Terceme birinci şekle göre
yapılmıştır. İkinci şekle göre olarak okunursa, mânâ "Ey nimet, fazl ve güzel
övgü sahibi Allah! Kâfirler istemese bile din (tât) sadece ona
(sana)dır..."
Bu rivayet de Hz.
Peygamber'in namazlardan sonra tekrarladığı bir zikri haber vermektedir. Bu
konudaki hadislerin farklılığı Hz, Peygamber'in namazlardan sonra değişik
şeyler söylediğini gösterir.[324]
1507.
...Bize Muhammed b.Süleyman el-Ensari, Abde’den
Oda Hişam b. Yrve’den Ebu’z-Zübeyr’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Abdullah b. Ez-Zübeyr
her namazın sonunda yüksek sesle tehlil
getürdi.(la ilahe illallah derdi.)
Hişam önceki
rivayette duanın benzerinin söyleyip: =
Allah’tan başkasında güç kuvvet yok, Allah’tan başka ilşah yok.Biz ondan başka
hiçbir şeye ibadet etmeyiz.Nimet sadece onundur.” Sözlerini ilave etti ve
hadisin kalanını sevketti.[325]
Bu rivayet bir evvelki
hadisin başka bir senetle nakledilmiş şeklidir.Metin yönünden de önceki rivayetten bazı farklar vardır.Burada hadisn
tamamı alınmamış, “bir önceki duanın benzeri” denilerek oraya havale
edilmiştir.Ve orada olmayan kısım eklenmiştir.
Hadisin Müslim’deki
zaptı rivayetin tamamını içine almaktadır.Müslim’in Muhammed b. Abdullah b. Numeyr, Nümeyr, Hişam
ve Ebu’z-Zübeyr senediyle rivayet ettiği metin şöyledir:”İbnu’’z-Zübeyr her
namazdan sonra selam verince şöyle derdi:
İbnu’z-Zübeyr daha
sonra Resulullah (s.a.)’ın her nanazın arkasından bu sözleri ytüksek sesle
söylediğini ilave etti.[326]
1508. ...Ebu
Davud dedi ki:
Bize Müsedded ve
süleymen b. Davud ei-Ateki haber verdiler.-Bu metin Müseddded’in
rivayetidir.-Onlara Mu’temir haber vermiş.Mü’temir Davud et-Tuvafi’den duymuş
ona da Ebu Müslim el-Beceli Zeyd b. Erkam (r.a.)’den naklen haber vermiş ki
Zeyd şöyle demiş:Namazlarının sonunda Resulullah (s.a.)’ın şöyle dediğini
işittim:-Süleyman b. Davud Resulullah (s.a.) şöyle derdi,diye rivayet etti.-
“Ey bizim ve her şeyin
Rabbi olan Allah’ım! Senin yegane Rab olduğuna ortağının olmadığına ben
şahidim.Bizim ve her şeyin Rabbi olan Allah’ım! Ben bütün kulların kardeş
olduğuna şahidim.Ey bizim ve her şeyin Rabbi olan Allah, beni ve ailemi dünya
ve ahirette devamlı olarak sana ihlasla bağlı kıl.Ey yücelik ve ikram sahibi
Allah! (Beni kabul etmek üzere) dinle ve karşılk ver.Allahu ekber, Allahu
ekber, “Allah göklerin ve yerin nurudur.”[327]
Süleyman b. Davud'un
rivayeti şöyledir:
"Rabbüssemâvât
ve'l-ard (göklerin ve yerin Rabbi) Allahü ekber, Allahii ekber ve ni'mel vekîl.
Hasbiyellahü ve ni'mel vekîl (Allah bana yeter ve ne güzel vekildir) Allahii
ekber, Allahii ekber."[328]
Aslında senedin tamamını
terceme etmek âdetimiz değildir.Ancak bu hadisi Ebû Dâvud, Müsedded ve Süleyman
b. Dâvûd el-Atekî olmak üzere iki ayrı üstaddan işitmiş, Müsedded'in metnini
esas almıştır. Ancak Süleyman'ın ayrıldığı noktalara da dikkat çekmiştir. Bu hususlara
işaret etmek ve terceme esnasında geçen isimlerin tanınmasını sağlamak için bu
kez sened tümüyle terceme edilmiştir.
Dârekutnî, Mü'temir b.
Süleyman'ın "Dâvud et-Tufâvî, Ebu Müslim el-Becelî, Zeyd b. el-Erkam"
senedinde yalnız kaldığını söylemiş, el-Münzirî ise, "isnad"ında
Dâvûd et-Tufâvî var" diyerek hadisin zayıf olduğuna işaret etmiştir.
Yahya b. Main son görüş olarak Dâvud için "leyse bi şey'in" tâbirini
kullanmıştır.
Hadis-i şerif
namazlardan sonra, metinde geçen sözlerle dua etmenin meşru olduğununa delâlet
etmektedir.[329]
1509. ...Ali
b. Ebî Tâlib (r.a.)'den; demiştir ki: ResulüIIah (s.a.) namazda selam verince,
"Allah'ım benim işlediğim ve işleyeceğim gizlediğim ve açıktan yaptığım,
yapmakta ileri gittiğim ve senin bilip benim bilmediğim tüm günahlarımı bağışla.
Öne geçiren de sensin geride bırakan da. Senden başka ilâh yoktur" dedi.[330]
Hz. Peygamber'in duası
içerisinde Cenab-ı Hakka "Öne geçiren de sensin geride bırakan da"
şeklinde bir hitab vardır.Bundan maksat şudur: Kullarından dilediklerine üstün
özellikler vermek suretiyle derecelerini yükselten, onları kendisine
yaklaştıran Allah azze ve celledir. Aynı şekilde düşmanlarının derecesini
düşüren, onlarla kendi arasına perdeler geren, kâfirleri hayvanlardan daha
alçak kılan da yine Allah'tır. Müslim'deki bir rivayet Hz. Peygamber'in bu
duayı son teşehhüde oturduğunda ettehiyyatü'den sonra, selâmdan önce okuduğu
belirtilmektedir. Burada ise, açık olarak duanın selamdan sonra olduğu ifade
edilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber'in hadis-i şerifteki duayı bazan selâmdan
önce bazan da selâmdan sonra okuduğunu söylemek mümkündür.[331]
1.
Namazlardan sonra metinde geçen duayı okumak meşrudur.
2. Günahsız
olmakla birlikte Hz. Peygamber'in istiğfar etmesi günahlarının bağışlanmasını
istemesi vâkidir. Efendimizin maksadı ümmetine öğretmektir.[332]
1510. ...İbn
Abbas (r.a.)'den; demiştir ki: Resulüllah (s.a.) şu sözlerle dua ederdi:
"Ey Rabbim! (Sana
ibadet ve şükürde ve düşmanlarına karşı) bana yardım et, benim aleyhimde (olan
şeytana) yardım etme. Düşmanlarıma değil, bana yardım et. Bana değil,
aleyhimde olanlara tuzak kur. (Azabım bana değil, düşmanlarıma indir). Bana
doğru yolu göster ve hidayetini nasib et. Bana düşmanlık yapanlara karşı bana
yardım et.
Ey Allah'ım! Beni sana
şükreden, seni zikreden, senden çekinen, sana çok çok ibâdet eden, sende huzur
bulan -veya[333] sana dönen- biri kıl.
Ey Rabbim! Tevbemi
kabul et, kusurlarımı yıka (yok et), duamı kabul et, delilimi sağlam kıl,
kalbime hidâyet ver, dilimi doğrult, kalbimin haset ve kinini çıkar."[334]
Hadis-i şerif oldukça
açık olmakla beraber bir kaç noktaya işarette fay(ja vardır: Hz. Peygamber bu
duasında daha çok Cenab-i Hakk'm yardımını istemiş aleyhinde olanlara yardım
etmemesini de özellikle zikretmiştir. Efendimizin "Bana değil, benim
düşmanlarıma tuzak kur" niyazından maksat, Allah'ın belâsını düşmanları
üzerine havale etmektir. Çünkü tuzak bir hile ve kandırmadır. Allah azze ve
celle bundan münezzehtir. Burada tuzağın lâzımı kast edilmiştir. "Bana
düşmanlık yapanlara karşı bana yardım et" diye terceme ettiğimiz cümle
sarihler tarafından "hakkı kabul etmekten kaçınan İslama karşı büyüklük
taslayan" veya "bana savaş açan" diye izah edilmiştir. Terceme
ikinci manaya göre yapılmıştır.
“Sende huzur bulan''
diye terceme ettiğimiz sözünün "sana boyun eğen", "korku ve umut
arasında olan" şekillerinde anlaşılması da caizdir. Çünkü mevzu bahs olan
kelimenin bu mânâlara ihtimâli vardır,
"Delilimi sağlam
kıl" sözünden maksat da dünyada sözümü ve imanımı kabirde münker ve nekir
meleklerine karşı cevabımı sağlamlaştır demektir.[335]
1. Metinde
geçen sözlerle Allah (c.c.)'a dua etmek
2. Kişinin
düşmanları için beddua etmesi caizdir. Ancak bu düşmandan maksat, din ve iman
düşmanı olan kâfirler ve şeytanlardır. Çünkü Hz. Peygamber'in mü'minlerden
hiçbir kimseye düşman olduğu vaki değildir.
3. Aslında
müslüman olduğu için hidâyeti bulmuş olan mıf minin "bana doğru yolu
göster, hidâyetimi nasib et" şekillerinde dua etmesi caizdir. Bu ya îslâma
bağlılık ve tâatin kuvvetlenmesini ya da devamını istemek demektir.[336]
1511.
...Süfyan (es-Sevrî), (yukarıdaki hadisi) Amr b. Mürre'den "işittim"
diyerek aynı isnad ve aynı mana ile rivayet etti. (Ancak bu rivayette) Amr;
"hidâyeti bana hazırla" ifadesini kullanmış "hidâyetimi"
dememiştir.[337]
Bu rivayet onceki
rivayetin mânâ olarak ifadesidir. Ancak Ebu Dâvûd onu Süfyan'dan Muhammed b.
Kesir vasıtasıyla aldığı halde bunu müsedded ve yahya nakletmiştir.
İki rivayet arasında
da sema’ ve an'ane farkına ilâveten bir de evvelkisinde Resulüllah (s.a.)'in
duası nakledilirken: “ = hidâyetimi bana nasib et" denildiği halde bunda
" = bana hidâyeti nasib et" denildiği görülmektedir.[338]
1512.
...Aişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre, Resulüllah (s.a.) (namazda) selam
verdiği zaman: "AUahümme entesselamü ve minkes-selam, tebarekte ya
zel-Celali ve'1-İkrâm = Ey Allahım! Selâm sensin, selâmet sadece sendendir.
Sen (zâlimlerin söylediklerinden) çok çok yücesin, (hayır ve bereketin çoktur)
ey ululuk ve ihsan sahibi" derdi.[339]
Ebû Dâvûd dedi ki:
Süfyan (es-Sevrî) Amr
b. Mürre'den sema' yoluyla hadis almıştır. Ulema bu hadislerin sayısının
onsekiz olduğunu söylerler.[340]
Selâm: Allah'ın
isimlerinden birisidir. Kulların karşılaştıkları ayıp, yokluk ve kusur gibi
hallerden salim olmak manasınadır. Burada: "Peygamberleri dünyada,
müslümanları da âhirette selâmlayan" manasında olduğunu söyleyenler de
olmuştur.
Metindeki "
ifâdesini = selâmet sendendir" şeklinde terceme ettik. Buna sebep,
selâmetin Allah'tan olması dünya ve âhiret huzurunun sulh ve sükûnun sadece
ondan umulup beklenmesidir. Çünkü Allah'tan başka, huzur verecek, insanlığı
sulh ve sükûna kavuşturacak hiçbir güç yoktur. Son derece hırslı nefsine esir,
üstünlük duygusu bütün benliğini kaplayan bütün bunların ötesinde Allah'ın izni
olmadan parmağını kıpırdatmaktan âciz olan insanın gerçek huzuru sağlaması,
sulhu gerçekleştirmesi mümkün değildir. İşte bu şuur içerisinde müslüman, her
devirde günde beş kere Allah'ına yönelir, huzur ve sükunun sadece ondan
olduğunu tasdik ederek huzur ister. Arkasından da "Ya Zel-Celali
ve'1-ikram!" diyerek onun yüceliğini ve ihsanının bolluğunu söyleyerek
boyun büküp nazlanır ve niyazlanır.
"Sen çok yücesin"
diye terceme ettiğimiz fiilini
"hayır ve bereketin çok oldu" şeklinde izah edenler de olmuştur. Bu
mânâya parantez içinde işaret edilmiştir.
"Ululuk,
yücelik** diye terceme ettiğimiz "Celâl" kelimesi de aynı zamanda
"lâyık olmayan sıfatlardan münezzeh" mânâsına da gelir. Bu kelime
Allah'tan başkaları hakkında kullanılamaz. Resulüllah (s.a.) bu sözleri
selâmdan sonra daha yönünü kıbleden çevirmeden söylerdi. Hatta Müslim ve
Tirmizî'nin rivayet ettikleri bir başka hadiste Hz. Aişe, Resulüllah'ın selâmdan
sonra ancak "Allahümme entesselâmü tebârekte yazel-celali vel ikram"
diyecek kadar oturduğunu bildirir.
Ebu Davud'un, hadisin
sonunda görülen talikinin yeri aslında bir önceki hadisin sonudur. Nitekim
bazı nüshalarda orada verilmiştir. Ancak terce-meye esas aldığımız nüshanın
yamsıra, elimizdeki matbu dört nüshadan üçünde üzerinde olduğumuz hadisin
sonunda bulunduğu için yerini değiştirmedik.
Bu talik, Süfyan
es-Sevrî'nin Amr b. Mürre'den onsekiz tane hadis duyduğunu ifade ediyor.
Müellifin kitabında buna yer vermekteki maksadı, 1496. hadisin munkati*
olmadığım dolayısıyla oradaki an'anenin, hadisin sıhhatine zarar vermeyeceğine
işarettir.[341]
1513.
...Resulüllah (s.a.)'in azatlısı Sevbân (r.a.)'ın rivayetine göre, Nebî (s.a.)
namazından ayrılmak istediği zaman üç defa istiğfar eder sonra da şöyle derdi:
"Allahümme... ey Allahım..." Ravi (önceki) Aişe hadisinin manasını
zikretti.[342]
Hadisin zahiri,
Peygamber (s.a.)'in namazdan ayrılmak isteyince, üç defa istiğfar edip sonra
"Allahümme entesselâmü ve minkesselâm tebârekte yazel celâli
ve'1-ikrâm" dediği hissini vermektedir. Tirmizî'nin rivayeti de aynen
buradaki gibidir. Ama maksad, Resulüllah'ın namazdan ayrılması değil, selâmı
verdikten sonra namaz kıldığı yerden ayrılmak istemesidir. Çünkü Efendimiz'in
bu sözleri selâmdan sonra söylediğini belirten başka rivayetler vardır. Hz.
Aişe'nin yukarıdaki hadisi bunlardan biridir. Nitekim üzerinde durduğumuz
hadisin Müslim, Nesaî ve İbn Mâce'deki rivayetlerinde "Resuülllah namazdan
ayrıldığı zamanı...” denilmektedir.
Hadis-i şerifte
Efendimizin selâmdan sonra üç kere Allah'a istiğfar ettiği bildirilmektedir.
Hadisin râvilerinden olan imam Evzâî'ye buradaki istiğfarın nasıl olduğu sorulmuş
o da üç defa "Esteğfirullah..." demiştir.[343]
1. Namaz
kılındıktan sonra üç defa istiğfar etmek sünnettir. Daha evvel geçen bazı
hadislerin işaretine göre istiğfar Allah'ı senâlve Resulüllah'a salât ve
selâmdan sonra söylenir. Namazın peşinde istiğfar edilmesinden maksad, kulun
kıldığı namazla gururlanmayıp yaptığı taatleri azımsaması ve nefsini itham
etmesi gereğine işarettir. Çünkü kulun sorumlu tutulduğu şeylerin tamamını
gereğince yapması mümkün değildir. İstiğfarın üç defa tekrarlanması amelde
noksanlık olduğu inancındaki mübalağadan dolayıdır.
2. İstiğfardan
sonra "ÂHahümme entesselamii ve minkesselam tebârekte ya zel celâli vel
ikram" demek sünnettir.
Namazdan sonra
okunacak dua konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bu, Hz. Peygamber'in
değişik zamanlarda başka başka dualar okuduğunu gösterir. Ancak bunlardan bir
kısmına diğerlerinden daha çok devam etmiş ve meşhur olmuştur. Üzerinde
durduğumuz hadiste beyân edilen zikir, bunların en meşhurlarındandır. Nitekim
zamanımızda aynıyla uygulanmaktadır.[344]
1514. ...Ebû
Bekir es-Sıddîk (r.anha)'den; demiştir ki: Resullülah (s.a.) şöyle buyurdu:
"İstiğfar eden
kimse, günde yetmiş kere (günahı) tekrar etse bile, günahta ısrar etmiş
sayılmaz."[345]
Hadis-i şerif bir
günâh işlediği takdirde, peşinden tevbe istiğfar eden bir kimsenin, günahı
tekrarlasa bile günahta ısrar etmiş hükmünde olmayacağım bildiriyor. Buradaki
"günahın yetmiş kere tekrarlanması..." sayı ifade etmek için değil,
çokluğa işaret içindir. İstiğfar, Allah'tan bağış dilemek mânâsına gelir.
Günahta ısrar etmiş
sayılmama mü'minler için büyük bir nimettir. Çünkü bazı günahlarda ısrarın
Allah'ın affından mahrumiyeti gerektireceği şeklin-' de tehditler bulunduğu
gibi, küçük günahlarda ısrarın, onu büyük günah hâline getireceğini belirten
haberler de vârid olmuştur. İşte günahtan sonraki istiğfar, günahı bu duruma
düşmekten kurtarır.
îbn Ebi'd-Dünya'nın
rivayet ettiği bir hadiste günahta ısrar ettiği halde istiğfar edenin, Allah'ın
âyetleriyle alay etmiş gibi olduğu belirtiliyor. Buna göre iki hadis arasında
bir tezadın olduğu hissi doğuyor. Gazzâîî, günahta ısrarla birlikte Allah'ın
âyetleri ile alaya benzetilen istiğfarın, kalbin haberi olmadan dil ile
söylenen estağfirullah sözü olduğunu ve bunun hiç bir değeri bulunmadığını
söyler. Rabiatü'l-Adeviyye de "Bizim istiğfarımız bir çok istiğfara
muhtaçtır" derken, aynı şeyi kast etmiştir. Yine Gazali'nin ifadesine göre
üzerinde durduğumuz hadisteki istiğfar kalb ile samimiyetle yapılan
istiğfardır.
Şunu da belirtmek
gerekir ki, birbirine zıt gibi görünen bu hadislerin ikisinin de senedi
zayıftır. Üzerinde olduğumuz hadis için Tirmizî "Garib bir hadistir. Onu
sadece Ebu Nusayrâ'mn hadisi olarak biliyoruz. Senedi kuvvetli değildir"
demiştir. Diğer hadis için de Irakî "Senedi zayıf" tabirini kullanmıştır.
İstiğfarın önem ve
faziletine dair vârid olan hadisler, sayılamayacak kadar çoktur. Burada bu
hadislerin bir kısmı gelecektir. Diğerlerine de yeri geldikçe açıklamalarda
işaret edilecektir.[346]
Hadis-i şerif Allah'ın
rahmetinden umudu kesmemeye kulun; günah ne kadar çok olursa olsun istiğfar ile
bağışlanacağına işaret ediyor. Ancak bu günaha teşvik değil, istiğfara teşviktir.
Çünkü günâha teşvik Allah'a karşı fevkalâde bir cür'et ve onun azabından emin
olmaktır; değil Allah'ın Resulünün, herhangi bir müslümanın bile, böyle bir
şeye teşvik etmesi düşünülemez. Tirmizî'nin Ebû Eyyûb'dan rivayet ettiği bir hadiste
de Resulüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Eğer siz günah işlemezseniz.
Allah (c.c.) günah işleyip de günahlarından istiğfar edecekleri yaratır."
Bu hadis de mü'minleri istiğfara teşvik için söylenmiştir. Zaten
Peygamberlerden başka tüm insanların hata ve günahtan salim olmadıkları herkes
tarafından kabul edilen bir husustur.
İnsanoğlu yaratılış
icâbı şehvetin peşinde gitmeye, nefsin heva ve heveslerine tâbi olmaya
meyyaldir. Bu meylin sonucu olarak zaman zaman hata etmesi, günaha dalması
mümkündür. Nitekim bir hadisi şerifte Peygamberimiz "Her insan hata eder,
hata edenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir"
buyurmaktadır.
Allah'ın emrine aykırı olan her davranış günah olduğuna göre yapılan her hata
insanın kalbine bir kara nokta halinde geçer. Bu noktaların birikimi orada bir
kir tabakası meydana getirir. Eğer o kir temizlenmezse, günah insanda bir huy
bir mizaç halini alır. Bu kirin temizlenme yolu tevbedir.
Tevbe lügat olarak
"dönmek rücû etmek" manalarınadır. Istılah olarak çeşitli tarifleri
yapılmıştır. Bunların en meşhurları şunlardır: "Tevbe, kabahatten kabahat
olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmektir."
Sehl b. Abdullah
el-Tüsterî tevbeyi "Çirkin davranışları güzelleriyle değiştirmek",
Gazali ise, "Allah"tan uzaklaştırıp şeytana yaklaştıran yoldan
dönmek" diye tarif etmişlerdir. Kamus müellifinin Besfiir'deki ifâdesine
göre tevbe, "en güzel şekilde günah ve mâsiyeti terk etmek"ten
ibarettir. Bu özür çeşitlerinin en güzelidir. Çünkü özür üç suretle beyân
edilir:
a. Suçlunun
yaptığını ikrar etmesi,
b. Suçunu
kabullenip af dilemesi,
c. Suçu
kabullenip af dilemesinin yanında bir daha işlememeye söz vermesi. İşte tevbe
bu üçüncüsüdür.Tevb metâb tâbe ve tettibe kelimeleri de tevbe mânâsınadırlar.
Tevbe sadece günahı
terketmek değil, aynı zamanda geçeni telâfi etmektir. Salih kulların
kalblerinin Allah'tan gafil olması da hatadır. Bu yüzden Gazali tevbenin
herkese her zaman ve her yerde vâcib olduğunu söyler.
Tevbenin Hükmü:
Tevbenin farz-ı ayn olduğunda bütün imamlar müttefiktirler. Delilleri
"Hepiniz Allah'a tevbe ediniz, ey mü'minler!"[347] mealindeki
âyet-i kerimedir. Gazalî, Buharı ve Müslim'in müştereken rivayet ettikleri
"zina eden, mü'min olduğu halde zina etmez" mânâsına gelen hadis-i
şerife dayanarak, günahın; imanın bir parçasını yok edeceğini ve dolayısıyla
işlenilen her günahın hemen peşinden tevbe etmenin vâcib olduğunu söyler.
Yine Gazâlî'nin
nakline göre, Lokman oğluna öğüt verirken "tevbeyi geciktirme, çünkü ölüm
aniden gelebilir. İleride tevbe ederim diyerek tevbeyi geciktirenler iki
tehlike ile karşı karşıya kalırlar. Bunlar:
a. İsyanlar
kalbde birikir ve bu onda bir mizâc halini alır.
b. Hastalık
veya ölüm aniden gelebilir," der.
Hz. Peygamber
(s.a.)'in şu hadis-i şerifi tevbede acele etmenin faziletini ortaya
koymaktadır. "Bir kul günah işlediği zaman onu yazmakla görevli olan melek
üç saat bekler. Eğer o kul bu müddet zarfında Aflah'dan bağış dilerse, Melek o
günahı kıyamet günü açığa çıkarmaz."
Tevbede acele etmek
efdal ise de, hayattan umut kesilmedikçe yapılan tevbeler makbuldür. Bu husus
bizzat Resulullah (s.a.) tarafından şöyle ifâde edilmiştir. "Can boğaza
çıkmadıkça Allah, yapılan tevbeleri kabul eder." Ancak kötülükleri işleyip
de can boğaza geldikten, hayattan umut kesildikten sonra "işte şimdi
tevbe ettim" demenin faydası yoktur. Bu, Kur'an-ı Kerim'le sabittir.[348]
Tevbenin Usûlü:
Yapılan tevbenin makbul olması için bazı esaslara riâyet edilmesi gerekir.
Şartları yerine getirilen tevbeye tevbe-i Nasûh denilir.
Nasûh tevbesinin
tefsiri sadedinde âlimlerden yirmi üç ayrı görüş nakledilmiştir. Bunlardan en
meşhuru Resulullah (s.a.)'ın ifâdesi ile, "sağılan süt, memeye dönmediği
gibi bir daha günaha dönmemektir" şeklinde olanıdır.
Kamus sahibi Besâir'de
"Nasuh" kelimesinin kökü olan "nush" maddesini izah
ederken esas itibariyle iki mânâ üzerinde durur. Bunlardan birisi:
"Halislik ve saflık" mânâsıdır. Nitekim mumu alınmış saf bala
"aselün nasih" denilir. Buna göre nasûh, çok hâlis ve temiz demektir.
İkincisi de: "Söküğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle onarıp
düzeltmek" manasınadır. Bu mânâya göre ise, "nasuh" çok ıslah
edici, hiç bir gedik bırakmayacak şekilde eksikleri düzeltip onarıcı demek
olur.
Bu mânâlar gözönüne
alınınca, bütün eksikleri düzeltip onaran bir daha dönülmemeye kesinlikle
karar verilen hâlis tevbeye "nasuh tevbesi" denildiği sonucuna
varılır. İşte bu tevbe Cenab-ı Hakk'ın müzminlere emrettiği tevbe şeklidir.[349]
Yapılan tevbenin
"nasuh" hüviyetini kazanabilmesi için önce işlenen günah (namaz ve
orucu terk gibi) Allah hakkı olur ve dünyalık bir cezayı gerektirmezse,
pişmanlıkla birlikte geçirilen şeyin kazası; dünyalık cezayı gerektiren bir
suçsa, o cezanın tatbikine imkân verilmesi gerekir. Eğer günah kul hakkına
taalluk eden cinsten ise, önce kula hakkı ödenmelidir. Bu hazırlıktan sonra şu
şartların tahakkuku gerekir:
a. Pişmanlık,
b. Derhal
günâhı terk etmek,
c. Bir daha
günah işlememeye azmetmek,
d. Bunu
Allah'tan haya ederek yapmak.Bazı âlimler bu şartlara günahı itiraf ve çokça istiğfar
etmeyi de ilâve ederler.
Büyük müfessir
Kurtubî'nin maddeleşurdiği bu şartları başka bir büyük müfessir Elmalılı Hamdi
Yazır şu beliğ cümlelerle ifâde eder:
"Nasuh tevbesi
tevbe ederken teessüfünden dolayı dünya başına dar gelmeli, nefsi kendisini
sıkmalı da sıkmalı ve herşeyden kesilip Allah'a öyle sıdk-u sadâketle iltica
etmelidir... Bu tevbe nasıl olmalıdır? Kabahatlerden, başka bir sebeple değil,
mahza çirkinlikleri yani Allah'ın rızasına muhalif bir kabahat oldukları için
vicdanında nedamet ederek ve irtikabından şiddetli gam duyarak bir daha bir
çirkinlik yapmamağa azmederek vazgeçmek ve nefsini buna alıştırıp hiç bir
sebeb ve mania karşısında dönmemeğe karar vermekle olur."
Rivayet edildiğine
göre Hz. Ali (r.a.) bedevinin birisini "ben senden bağış diler, sana tevbe
ederim" derken işitmiş ve "be adam! tevbede dil çabukluğu,
yalancıların tevbesidir" demiş, karşısındaki "o halde tevbe
nedir?" deyince, şu karşılığı vermiştir:
Onu altı şey
toplamıştır: Bunlar geçmiş günahlara pişmanlık, farzları iade, zulümleri redd,
hasımlarla helallaşmak ve bir daha dönmemeye azmetmen nefsi masiyette
büyüttüğün gibi Allah'a taat ettirmen ve ona isyanların tadını taddırdığm gibi
taatın da acısını tattırmandır."
Yukarıdaki ifâdelerden
de anlaşıldığı gibi kötülüklerin telâfisi için sadece onların terk edilmesi
yeterli değildir. Aksine kalbde yerleşen günah lekelerinin giderilmesi de
gerekir. Bu dil ile "Tevbe ettim, istiğfar ettim" demekle değil,
ancak tâat nuru ile mümkündür. Tirmizî'nin rivayet ettiği "kötülüğün
hemen peşinden, onu mahvedecek bir iyilik yap" mealindeki hadis bunu ifâde
etmektedir. Hiç bir fiilî hareket göstermeden belirli günlerde merasim icra
eder gibi söylenilenlerin bir çoğunu anlamadan dil ile "tevbe ettim,
istiğfar ettim" demek, durduğu yerden çamaşır yıkıyorum demeye benzer.
Nasıl ki "yıkıyorum" demekle çamaşır yıkanmazsa, "tevbe
ediyorum" demekle de tevbe edilmiş olmaz. Ama, gerçekten pişmanlık
duyularak şartlarına riâyet edilerek yapılan tevbenin Allah tarafından kabul
edileceği bizzat Allah'ın va'didir. Ancak bu Allah için vacip değildir. Dilerse
kabul eder, dilerse etmez. Ne var ki, Allah tevbeleri kabul edeceğini vadetmiştir
ve vadine muhalefet etmez.[350]
Resûlullah Efendimiz de bir hadis-i şerifte, "Günahtan tevbe eden kişi hiç
günahı olmayan gibidir" buyurmaktadır.
Tevbeye başlamadan
önce tevbe namazı denilen iki rekat namaz kılmak menduptur. Bu namazın kırlarda
tenha yerlerde kılınması efdaldir. 1521 numaralı hadiste bu namaz teşvik
edilmektedir.
Tevbe ve istiğfarın
günahın hemen peşinden yapılması, günahın affı bakımından daha uygundur. Bu,
Resulüllah'm hadislerinden anlaşılıyor. Bunun haricinde istiğfar için seher
vaktinin seçilmesi tavsiye edilmektedir. Allah (c.c.) rnüttakilerin
özelliklerini sayarken "onlar seher vakitlerinde istiğfar ederler"[351]
buyurur. Enes b. Mâlik'in de: "Biz seherde yetmiş kere istiğfar etmekle
emrolunduk" dediği rivayet edilir. Nâfi'nin bi/dirdiğine göre İbn Ömer,
geceyi ibâdetle geçirir, seher vaktinin geldiğini öğrenince oturup istiğfar
ederdi.
Hz. Peygamber'den
çeşitli istiğfar metinleri bize kadar ulaşmıştır. Bu-hârî'nin Şeddâd b. Evs'den
rivayet ettiği şu sözler efendimizin ifadesiyle istiğfarların en üstünüdür:
"Ey Allah'ım! Sen
benim Rabbimsin, senden başka Hah yok. Beni sen yarattın, ben senin kulunum.
Gücüm yettiği şekilde ben senin vadin ve ahdin üzereyim, yaptığımın şerrinden
sana sığınırım. Bana nimetin sebebiyle sana dönerim. Günahımı ikrar ederim,
beni bağışla. Şüphesiz senden başka hiç kimse günahları bağışlamaz."
Peygamber (s.a.) bunları
söyledikten sonra:
"Kim bunları
gönülden inanarak gündüz okur ve o gün akşamdan evvel ölürse, o
cennetliklerdendir. Kim de inanarak geceleyin okur ve sabaha varmadan ölürse, o
kimse de cennetliklerdendir" buyurmuştur.[352]
1515.
...el-Eğar el-Müzenî[353]'nin
(ki Müsedded, "sahabidir" dedi) rivayetine göre Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur:
"Gerçek şu ki
benim kalbim de perdelenir de ben hergün yüz defa Allah'tan bağışlanma dilerim
(İstiğfar ederim)".[354]
Tercemede "perdelenir"
diye ifadelendirilen daima mechul olarak kullanılır.Perdelendi, örtüldü, kapladı
manalarına gelir. Gökyüzünü ince bir bulut kapladı" manasına denilir.
Resulüllah'ın kalbinin
perdelenmesinden maksat, beşer olarak ^kaçınılması mümkün olmayan
dalgınlıkların arız olmasıdır. Resulullah (s.a.)'ın kalbi her ân için Allah'ın
zikri ile meşgul olurdu. Ashabın işleri ile meşguliyeti, kalbini Allah'ın
zikrinden alıkorsa bunu kendi mevkiine göre günah sayar ve derhal istiğfar
ederdi Maksadı kalbine gelen bu gafleti silmekti. Efendimiz için bu hâl
"Hasenâtü'l-ebrâr seyyiâtü'l-mukarrabîn = iyilerin hasenatı mukarrabûn
(Allah'a yakın olanlar) için seyyiattır" kabilindendir.
Peygamber (s.a.)
devamlı olarak bir halden bir hale yükselir derece elde ederdi. Onun için
evvelki hâli sonraki haline nisbetle günâh gibi olur, derhal istiğfar ederek
önceki hâlini sanki yaşanmamış duruma getirirdi.
Aliyyü'l-Kaarî bu
hadisle ilgili olarak şunları söyler:
"Gayn, örtü
demektir. Efendimizin sözü "kalbimi beşerin kaçınamayacağı dalgınlık,
yeme, içme ve cinsî arzulardan nefsin nazlarına iltifat hâli kaplar
"manasınadır. O kalbi kaplayan bulut ve örtü gibidir. Kalble mele-i a'lâ
arasına girer. Resulullah, kalbini tasfiye ve örtüyü kaldırmak için istiğfar
eder. Bu her ne kadar günâh değilse de diğer hâllerine nisbetle bir noksanlık
ve günaha benzer bir düşüştür. Onun için istiğfar münâsib olur... Ancak muhtar
olan görüşe göre bu kelime, mânâsı iyice anlaşılamayan müteşabihlerdendir."
Hadis-i şerif
müslümanları çok istiğfar etmeye teşvik etmektedir. Müslim'in İbn Ömer'den
rivayet ettiği başka bir hadiste de Resülullah "Ey insanlar, tevbe ediniz
çünkü ben Allah'a günde yüz kere tevbe ederim" buyurmuştur.[355]
1. Peygamberler
günâh işlememekle beraber bazan kalblenne hafif dalgınlıklar gelebilir.
2. Kişi
bilerek ve bilmeyerek işlediği günâhlardan dolayı çokça tevbe istiğfar
etmelidir.[356]
1516. ...İbn
Ömer (r.anhuma)'dan; demiştir ki:
Biz Resulullah
(s.a.)'in bir mecliste yüz defa:
Rabbim beni bağışla,
tevbemi kabul et, şüphesiz sen tevbeleri kabul edensin, merhametlisin"
dediğini sayardık.[357]
Resûl-i Ekrem'in
yaptığı aslında ümmetini teşvik ve onlara öğretmek maksadına mebnîdir.Çünkü o
masumdur günahsızdır. Efendimizin istiğfarında, "Ona istiğfar et çünkü o
tevbeleri kabul edendir"[358]
emrine imtisal vardır. Hz, Peygamberin istiğfarı konusunda bir önceki hadiste
biraz daha geniş bilgi verilmişti.
Günahsız olan
Peygamberin bu yaptığına karşılık, hayatları serapa günah olan kulların ne
kadar çok istiğfar etmeleri gerektiği insaf ile düşünülmelidir.[359]
1517.
...Hilalb. Yesarb. Zeyd[360]
babası Yesâr'dan, Rasulullah’ın azatlası olan dedesi Zeyd'in, Hz. Peygamber'i
şöyle buyururken işittiğini rivayet etmiştir:
"Kim = Kendisinden başka ilâh olmayan hayy ve
kayyûm olan Allah'tan beni bağışlamasını dilerim, ona tevbe ederim" derse,
-savaştan kaçmış bile olsa- günahları bağışlanır.[361]
Hadis-i şerif,
istiğfarın ehemmiyetine işaret etmek için bu bölüme alınmıştır.Efendimizin
beyânından anladığımıza göre, tevbe etmek Allah'tan bağışlanmasını dilemek
büyük ve küçük tüm günahların affedilmesine vesiledir. Resûlullah bu manayı
"Savaştan kaçmış bile olsa" diye ifadelendirmiştir.
Savaştan kaçmanın
büyük günah oluşunda bütün ulema müttefiktir. Hz. Peygamber (s.a.) helak edici
olarak vasıflandırdığı yedi büyük günahı haber verirken harpten kaçmayı da
saymıştır.
Buhârî'nin Ebû
Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.):
“Helak eden yedi
şeyden sakının", buyurmuş. Yamndakilerin:
Ya Resulullah, bunlar
nelerdir? sorusuna;
“Allah'a şirk koşmak,
sihir yapmak Allah'ın haksız yere öldürmeyi haram kıldığı bir adamı öldürmek,
faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak ve hiç bir şeyden haberi olmayan
iffetli müslüman bir kadına iftira etmek" cevabını vermiştir. Şu âyet-i
kerime meali de savaştan kaçmanın ne derece büyük bir günah olduğunu ortaya
koyuyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka
topluluğa katılmak maksadı dışında o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan
bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer Cehennemdir. Ne kötü bir
dönüştür."[362]
Savaş diye terceme
ettiğimiz ( ou-yı ) zahf kelimesi aslında "yavaş yavaş yaklaşmak kalça
üzerinde ilerlemek" manalannadır. Enfâl suresinin 15. âyetini tefsir
ederken Elmalılı Hamdi şöyle der: "Kâfirlere zahf halinde rast geldiğiniz
vakit, -yani sizden çok olarak, geldikleri saff-ı harp nizamında
karşılaştığınız zaman = onlara arkalarınızı çevirmeyiniz- sizin kadar veya daha
az oldukları zaman şöyle dursun, çok bulundukları zaman bile arkanızı dönüp
kaçı vermeyiniz, derhal vaziyet alıp tutununuz." Elmalılı'mn bu
ifâdelerinden zahf kelimesinin kalabalık, müslümanlardan daha fazla düşmanla
karşılaşmak, demek olduğu anlaşılır. Kurtubî müslümanların kaçmalarının haram
olmasının düşman topluluğunun İslâm ordusunun iki mislinden az olmasıyla kayıtlı
olduğunu söyler. Ama düşmanın sayısı müslümanların iki katından fazla olursa,
çaresizlik yüzünden kaçan, yukarıdaki âyet ve hadisin hükmüne girmez. Tabiî
bu, ruhsattır. Sabredip şehîd olmak daha efdâldir. Mûte muharebesinde sayıları
üç bini geçmeyen müslümanlar, iki yüz bin kişilik düşman ordusunun karşısında
mücâdele etmiş onlardan kaçmamıştır. İspanya'yı fetheden Târik b. Ziyâd, yetmiş
bin kişilik düşmana bin yediyüz kişi ile hücum etmiş ve onları perişan
etmiştir.
Yukarıdaki âyet-i
kerime ve Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği hadis, savaştan kaçmanın ne kadar
büyük bir günâh olduğunu ortaya koymaktadır. Üzerinde durduğumuz hadis-i şerif
de samimiyetle yapılan tevbe ve istiğfarın bütün günahları hatta harpten
kaçmanın günahını bile affettireceğini bildirmektedir.
Tirmizî bu hadisin
garip olduğunu bundan başka hiç bir yolla bilinmediğini söyler.[363]
1. Samimiyetle
yapılan tevbe tüm günahların affedilmesine vesiledir.
2. Harpten
kaçmak büyük günahtır ama tevbe ile o da affedilir.[364]
1518. ...İbn
Abbâs (r.anhuma) Resûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah (azze ve
celle), istiğfara devam eden kimsenin her sıkıntısı için bir çıkış yolu ve her
keder için bir ferahlık sağlar. Onu hiç beklemediği bir yerden
rızıklandırır."[365]
Hadis-i şerif
istiğfara devam eden kimseye sıkıntılarının giderilmesi, kederlerinin izâlesi
ve kendisine ummadığı yönlerden rızık verilmesi gibi, dünyevi mükâfatların
verileceğini beyân ediyor. Nefis sahibi kulun, her an günah işleyebileceği keyfiyetinden
dolayı 'İstiğfar eder" denilmemiş, "istiğfara devam eden" tabiri
kullanılmıştır. 1515 nolu hadis-i şerifte belirtildiği üzere ismet sıfatını
üzerinde taşıyan masum Peygamberin günde yüz kere istiğfar ettiği gözönüne
alınırsa, diğer müslümanların istiğfara ne kadar muhtaç oldukları ortaya çıkar.
Bu hadis, Talak
Süresindeki şu âyet-i celilelere işaret hüviyeti taşımaktadır:
"Allah (c.c.)
kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği
yerden rızık verir..."[366]
Bu âyet-i kerime esas
itibariyle karısını üç talakla boşayan kimse ile ilgilidir. Bu yüzden bazı
âlimler buradaki "kurtuluş" yolunun sadece karısını boşayana ait
olduğunu söylerler. Bir kısım âlimler ise, bu kurtuluşun dünya ve âhiretin tüm
sıkıntılarına şâmil olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca bunu cehennemden Cennete
bir çıkış yeri, Allah'ın yasak ettiği şeylerden kurtuluş, tüm şiddetlerden
kurtuluş insanları sıkıntıya sevk eden her şeyden kurtuluş" şekillerinde
tefsir edenler de olmuştur. Ayrıca "Allah'a karşı gelmekten sakınma,
farzlarını eda etmek, sünnete uymak rızık konusunda Allah'a karşı
gelmemek" ve "kurtuluş yolu sağlamak" da aynı sıraya göre
"cezadan kurtuluş, bid'atçilerin çarptırılacakları cezadan kurtuluş,
yetecek kadar rızık
vermek"
şekillerinde izah edilmiştir.
Bu durumda olan bir
kimseyi, "Allah'ın, hiç beklemediği bir yerden rızıklandırması" da
değişik biçimlerde ifadelendirilmiştir. Bu ifâdeler, önceki terkiplerdeki
anlayış farklılığına göre özellik arzeder. Bu ifâdelerin en yaygınları
"Allah'ın ona sevap verip sevabını çoğaltması, ummadığı yerden Cenneti
vermesi, rızkını artırması"dır.
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre Resulullah (s.a.) yukarıdaki âyeti okumuş ve "hem dünyanın
şüphelerinden hem ölümün sıkıntılarından ve kıyamet gününün şiddetinden
kurtuluş" buyurmuştur.
Ebû Zerr-i Gıfârî
(r.a.) şöyle der: "Resulullah (s.a.):
"Şüphesiz ben bir
âyet biliyorum eğer insanlar buna sanlsaydı onlara yeterdi" buyurup bu
(yukarıdaki) ayeti okudu."
Bu âyet üzerinde bu
kadar durmamıza sebep, üzerinde durduğumuz hadis ile aşağı-yukarı aynı mânâyı
ifade etmeleridir.
Hadis-i şerif
müslümanları bilhassa günah işledikleri veya bir musibete uğradıkları zaman bol
bol istiğfar etmeye teşvik etmektedir.
Bazı âlimler
râvîlerden Hakem b. Mus'ab'ın tenkid edildiğini ileri sürerek, bu hadisi zayıf
saymışlardır. Ancak Ibn Hıbbân bu zatı güvenilir kabul etmiş, Buhârî de
herhangi bir kusuruna işaret etmemiştir.[367]
1519. ...Katâde,
Enes (r.a.)'e:
Resûlullah çokça ne
şekilde dua ederdi? diye sormuş, Enes de şu cevabı vermiştir: = Allah'ım! Bize dünyada ve âhirette iyiyi ver,
bizi ateşin azabından koru."
(Ebu Davud'un
hocalarından) Ziyâd şunu da ilave etti: "Enes (r.a.) kısaca dua etmek
isterse bu sözlerle dua ederdi. Daha uzun dua etmek istediğinde ise, diğerleri
arasında *bu duayı da okurdu."[368]
Enes (r.a.)'in Hz.
Peygamberden naklen haber yerdiği bu dua Bakara sûresinin 201. âyetidir. Bazı
insanların sadece dünya nimetlerini istedikleri, böylelerine âhirette herhangi
bir nasibin olmadığına işaret edildikten sonra, bir kısım insanların ise, hem
dünyanın hem de âhire-tîn iyilik ve güzelliklerini isteyip "bizi âteşin
azabından koru" diye dua ettikleri bildirilmektedir.
Kelime olarak iyi,
güzel, iyilik ve güzellik manalarına gelen "hasene" insanın nefsinde,
bedeninde ve hallerinde elde etmekle sevineceği her türlü nimettir. Esasen
"güzel" demok olan "hasen", sevinç ve arzuyu gerektiren
herhangi bir şeydir. Hüsün onun nefsinde müessir olan özel haldir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalanî, "hasene"nin bu makamdaki tefsirinde âlimlerin ihtilaf
ettiğini söyler. Bu konuda nakledilen görüşler şunlardır:
a. Dünyada
faydalı ilim, helal rızık ve ibâdet, âhirette de Cennettir.
b. Dünya ve
âhirette afiyettir.
c. Dünyanın
hasene(iyi)si:bol ve helal rızık, âhiretin hasenesi sevab ve bağışlanmadır.
c. Dünyanın
hasenesi ilim ve ilimle âmel; âhiretin hasenesi, hesabın kolay olması ve
Cennete girmektir.
e. Dünya
hasenesi kişinin dünyada arzu ettiği herşey sıhhat, geniş ev, güzel hanım,
salih evlât, bol rızık, faydalı ilim ve salih amel; âhiretin hasenesi Cennete
girmek, hesabın kolay olması,Arasat'taki büyük korkudan emniyet gibi âhirete
müteallik şeylerdir.
f. Dünyanın
hasenesi sâliha hanım; âhiretin hasenesi hûrî, ateşin azabı da, kötü karıdır.
g. Dünyanın
hasenesi, helal rızık ve ilim, âhiretin hasenesi Cennettir.
h. Dünyanın
hasenesi, ilim ve ibâdet; âhiretin hasenesi, af ve mağfirettir.
Görüldüğü gibi bu
görüşlerin birçokları birbirine çok benzemektedir.
Hatta bazıları aynı
kelimelerle ifâde edilmiştir. Dünyanın hasenesi olarak ileri sürülen görüşlerin
hepsinin, insanın arzusuna uygun düşüp, âhiretin amellerine yardım eden
peylerde, âhiret hasenesinin de cennete girme veya buna vesile olan şeylerde
birleştiği görülmektedir.
Ateşten korunmayı
istemek, haramlardan kaçınmak, şüpheli şeylerden uzaklaşmak gibi daha dünyada
gerçekleştirilmesi gereken sebepleri de içine alır, o halde "bizi ateşin
azabından koru" diye dua eden bir kimse, aynı zamanda dünyada iken
haramlardan kaçınma konusunda Allah'a dua etmiş olur.
Hadis-i şerif
Peygamber (s.a.)'in çok kere bu âyet-i kerimeyi okuyarak dua ettiğini
bildirmektedir. Buna sebep âyet-i kerimenin öz bir şekilde dünya ve âhiretin
tümüne şâmil olmasıdır. Bu ifadeler 1482. nolu hadiste ifâde edilen Hz.
Peygamber'in birçok mânâları ihtiva eden özlü sözlerle dua etmekten
hoşlandığım bildiren Hz. Aişe'nin haberiyle tam bir uyum sağlamaktadır.
Bu hadisin bir başka
rivayetine göre Hz. Enes'den bir dua etmesi istenmiş, o da "Allahümme
âtina...." duasını okumuş. "Biraz daha artır" şeklindeki
isteklere, "Daha ne istiyorsunuz? Hem dünya hem de âhireti istedim"
karşılığım vermiştir.
Bir rivayette Ömer
(r.a.)'in Kabe'yi tavaf ederken bu âyet-i kerimeyi okuyarak dua ettiği
bildirilmekte, sonra da onun bundan başka duada devamlı tekrarladığı bir
âyetin olmadığı ilâve edilmektedir.
îbn Abbâs
(r.anhuma)'ın da şöyle dediği nakledilir: "Allah (c.c.) yeri ve gökleri
yarattığından beri, Rüknün (Kâbe-i Muazzamanın Rükn-ü Yemânî denilen köşesi)
yanında duran bir melek vardır, o devamlı olarak "âmin" der.Onun için
siz deyiniz."
îbn Mâce'nin Ebû
Hüreyre'den rivayet ettiği bir hadiste belirtildiğine göre, Resulullah (s.a.): [369]
diyen kimseye âmin
demek üzere yetmiş melek vekil edilmiştir" buyurmuştur.
Ebu Dâvûd, hadis-i
şerifi Müsedded ve Ziyad b. Eyyûb olmak üzere iki ayrı üstaddan almıştır.
Müsedded'in rivayetinde Enes b. Mâlik (r.a.)'in kendisine sorulan soruya
karşılık Hz. Peygamber'in çokça okuduğu duayı haber vermesinden başka bir şey
yer almamaktadır. Ziyâd'ın rivayetinde ise, Katâde'nin Hz. Enes'in sadece bir
defa dua etmek istediği zaman bu âyeti okuduğu, fazlaca dua etmek istediğinde
ise, söylediklerinin arasında bu âyetin de bulunduğunu haber verdiği ilâve
edilmektedir. Müslim'in rivayeti Ziyâd'ın rivayetine benzemektedir.
Ebû Davûd nüshalarının
bazısında Enes'in Peygamber (s.a.)'den naklettiği dua, diye bazılarında ise, şeklinde
başlamaktadır. Bu farka tercemede köşeli parantez ile işaret edilmiştir.[370]
1. Dua ederken
hem dünya nem de âhiretin iyiliklerini istemek meşrudur.
2. Kur'an-ı
Kerim'de geçen dua âyetlerini okuyarak dua etmek meşrudur.
3. Peygamber
(s.a.)'in değişik ifadeler kullanarak yaptığı çeşitli duaları vardır.Bunlardan
bazılarını sıkça tekrarlardı.[371]
1520. ...Ebû
Ümâme b. Sehl b. Huneyf, babası Sehl b. Huneyf (r.a.)'den, Resulullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu dediğini rivayet etmiştir.
"Allah’tan şehîd
olmayı samimiyetle isteyen kişiyi, yatağında ölse bile Allah, şehidlerin
derecesine eriştirir.”[372]
Metindeki lafzatuUah lardan
birincisi bazı nüshalarda mevcut değildir. Ayrıca buradaki kelimesi bazı nüshalarda
şeklindedir.
Hadis-i şerifte can-ü
gönülden şehîd olarak ölmek isteyenlere Allah azze ve cellenin şehidlik
mertebesini vereceği belirtilmektedir. Ancak savaşa gitme arzusu duymadan,
oturduğu yerden şehidlik mertebesini umanlar, bu hükmün şümulüne girmezler.
Nitekim Tirmizî'nin Muaz b. Cebel (r.a.)'den yaptığı rivayete göre Resulullah
(s.a.):
"kul Ih! en
samimiyetle Allah yolunda öldürülmeyi isteyen kişiye Allah şehidlik ecri
verir" buyurur.
Hadis-i şerif, bir
müslümanın hayır işlemeye niyetlenip de o hayrı işlemese bile, o hayrı yapmış
gibi sevab alacağına delâlet etmektedir. Bu, Allah azze ve cellenin kuluna
ihsanıdır.
Buharî'nin İbn Abbâs
(r.anhuma)'dan rivayet ettiği şu hadis-i şerif, bu keyfiyeti açık bir şekilde
ortaya koymaktadır:
Resulullah (s.a.)
kutsi bir hadiste şöyle buyurur: "Allah (c.c.) tüm iyilik ve kötülükleri
takdir etti, sonra da bunları açığa çıkardı. Bir İt a sen e (iyilik) yapmayı
kasd edip de onu yapmayan kimseye Allah (c.c.) kendi katında tara bir iyilik
(sevabı) yazar. Eğer o kimse iyiliğe niyetlenir ve iyiliği yaparsa Allah kendi
katında onun için ondan yedi yüze kadar kat kat iyilik (sevabı) yazar. Bir
kimse de kötülük yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah (c.c.) onun için
tam bir iyilik yapmış gibi sevab yazar. Eğer kötülüğe niyetlenir ve o kötülüğü
işlerse kendisine sadece bir kötülük günahı yazar."[373]
Allah azze ve cellenin
yapmamakla beraber iyilik yapmaya niyetlenene ve kötülüğe niyetlenip de
vazgeçene sanki bir iyilik yapmış gibi sevap vermesi, Allah'ın bir lutfudur.
Zaten öyle olmayıp da kui sadece yaptığının karşılığını alsaydı, o zaman
cenneti hakkeden çok az olurdu. Çünkü insanların yaptıkları kötülükler
iyiliklerine nisbetle çok fazladır.
Buhârî şârihi Aynî'nin
belirttiğine göre, niyet ettiği kötülüğü yapmamaktan dolayı sevab alacak olan
kişi bu kötülükten Allah için vazgeçendir. Yapamadığı için ya da başkasının
zorlamasıyla kötülüğü terk eden kişi bu hadis-i şerifin muhtevasına giremez.
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, "Hemm" ve "azm" ayrı ayrı şeylerdir.
Hemm, bir şeyin gönle gelmesi, fakat orada yerleşmemesi, azm ise, yapılmak
istenilen bir şeyin kalbe iyice yerleşip karar kılmasıdır. Nitekim, "yirmi
sene sonraki falan namazı kılmayacağım" diye azmeden bir kimsenin derhal
günahkâr olacağında tüm âlimler müttefiktir. O halde Buhârî'-nin rivayet ettiği
bu hadiste belirtilen "kötülüğü kastetmek"ten maksat, kalbe gelen
fakat oraya iyice yerleşmeyen kötülüktür.
Ebu Davud'un hadis-i
şerifi "istiğfar" konusu içerisine alması kişinin kendisinin manevî
derecesini yükseltecek şeyleri istemesinin cevâzj ile ilgili olsa gerektir.[374]
1521.
...Esma b. el-Hakem; Ali (r.a.)'ı şöyle derken işittim demiştir:
"Ben Resulullah
(s.a.)'den birşey duyduğum zaman Allah (c.c.)'ın dilediği ölçüde onunla amel
etmeye çalışan biriyim. Efendimizin ashabından birisi bana bir hadis haber
verirse, ondan yemin etmesini ister, yemin ederse kabul ederim. Ebu Bekir
(r.a.) -o doğru söyler- bana şöyle haber verdi: "Resulullah (s.a.)'ı:
"Bir kimse bir
günah işler de akabinde güzelce abdest alır sonra kalkıp iki rekat namaz kılar
ve Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah onu mutlaka bağışlar" derken
işittim. Resulullah devamla: "Onlar fena bir şey yaptıklarında veya
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar..." mealindeki âyeti sonuna
kadar okudu.[375]
Hadis-i şeriften Hz.
Ali'nin bir sahabiden bir hadis duyarsa onu bizzat Hz. Peygamber'den duyduğuna
yemin ettirdiği anlaşılmaktadır. Buna sebeb sahâbilerin yalan söyleme
ihtimalleri değil, hadîse, yanılma veya unutma eseri bir şeyin karışmasını
önlemektir. Yine hadis metninden Hz. Ebu Bekir'in Hz. Ali'nin bu âdetinin
dışında olduğu anlaşılıyor. Çünkü onun "Ebü Bekir doğru söyler"
demesi, "Ona yemin teklif etmeye lüzum yok" manasınadır. Tabi Hz. Ali'nin
bu sözünü "Ebu Bekir'den başkaları yalan söyler" şeklinde anlamamak
gerekir. Hz. Ali bu sözü ile Ebu Bekir (r.a.)'in sıdk konusundaki derecesini
ifade etmek istemiştir. Nitekim Peygamber (s.a.) ona "Sıddîk" lâkabım
vermiştir.
Hz. Ali'nin Hz. Ebû Bekir'e
rivayet ettiği bir hadisi takviye için yemin teklif etmeyişine sebep onun
hadisleri hem lâfız hem de mânâ olarak rivayet etmeye son derece itina
etmesidir. Bu yüzden Hz. Ebu Bekir fazla hadis rivayet etmemiştir. İmam Azam
Ebu Hanife de bu konuda Hz. Ebu Bekir'i takib etmiştir.
İbn Cerîr'in Ali b.
Ebi Tâlib'den rivayet ettiği şu haber de Hz. Ali'nin bu huyunu bildirmektedir:
"Kim bana Resulüllah'tan bir hadis haber verdi ise, onu bizzat Hz.
Peygamber'den duyduğuna yemin etmesini isterdim. Ebu Bekir bundan müstesna.
Çünkü o, yalan söylemez."
İmam Buharı, Hz.
Ali'nin kendisine hadis rivayet edenlere yemin ettirmesini kabul etmeyerek,
"Ali, Ömer, Mikdâd, Ammâr ve Fatıma (r.anhuma)'den hadis işitmiş fakat
hiçbirinden yemin etmesini istememiştir" der.
Ukaylî de Buhârî'nin
görüşünü benimsemiştir.
Hadis-i şerif işlenen
bir günahtan sonra yapılan tevbe istiğfarın o günahın bağışlanmasına vesile
olacağına işaret etmektedir. Ancak tevbeden önce güzelce abdest alınması
peşinden de iki rekat namaz kılınması gereklidir. Güzelce abdest almaktan
maksat, sünnet ve âdaba riâyet edilmesidir. Tevbe ve istiğfardan önce kılınan
iki rekat namaz, kişiyi dünya ve dünya zevklerinden uzaklaştırıp Allah'a
yaklaştırır. Yaptığı rüku ve secdeler Allah azze ve celle'nin huzurunda ihtiyaç
ve zaafına, onun gücü karşısında mevkiinin düşüklüğüne işaret eder. Bu halet-i
ruhiye içerisinde Rabbine el açıp dua eden, af dileyen kişinin dua ve tevbesi
kabul edilmeye daha lâyıktır. Ayrıca yapılan kötülükten sonra namaz kılmakta
"...iyilikler kötülükleri giderir..."[376]
mealindeki âyet-i kerimenin ifade ettiği mânânın tahakkuku görülmektedir.
Hz. Ebu Bekir'in haber
verdiğine göre Resulullah (s.a.) işlenen bir günahtan sonra âdâb ve erkânına
riâyet ederek abdest alıp iki rekat namaz kılan bir kişinin bağışlanacağını
bildirdikten sonra, Âl-i İmrân sûresinden bir âyet okumuştur. Hadisin metninde
bir bölümü verilmiş olan âyet-i kerimenin tamamının meali şöyledir:
"Onlar fena bir
şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde, Allah'ı anarlar,
günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahlan Allah'tan başka bağışlayan kim
vardır? Onlar yaptıklarında bile bile direnmezler."[377]
Bu âyet-i kerimedeki
"( i^.u ) = fena bir şey" kelimesi "zina gibi çok çirkin olan
fiiller, büyük günahlar, başkasını da ilgilendiren günahlar" olarak,
nefse zulüm de "küçük günah, zina kaydı olmadan herhangi bir günah veya
zararı başkasına dokunmayan günâhlar" olarak tefsir edilmiştir.
Bu âyet-i kerimede
bahsi geçen "onlar", daha önceki âyetlerden anlaşıldığına göre,
Allah'a karşı gelmekten sakınan muttaki mü'minlerdir. Bunlar hasbel-beşer bir
kötülük yaparlar bir günah işlerlerse, derhal Allah'ı hatırlarlar. Haya ve
korkularından dolayı günahlarına hemen tevbe ederler. Yaptıklarına pişman
olarak kalben ve Iisânen mağfiret isterler. Bununla da kalmayıp günahı
örttürecek iyilik yapmaya koşarlar. Bütün bunları Allah (c.c.)'ın günahları
bağışlayacağını bilerek ve umud ederek yaparlar. Çünkü günahları, Allah
(c.c.)'dan başka hiç kimse affedemez. Ancak âyet-i kerimenin sonunda işledikleri
bir günahtan sonra tevbe edenlerin müttekîler sınıfına girmeleri için işlemiş
oldukları günahta bilerek ısrar etmemeleri şart koşulur.
Bu âyet-i kerime ve
hadis-i şerifin ihtiva ettiği mânâ ve hükümler müslümanlar için son derece
büyük bir lütuf ve genişliktir. Âyetin nüzul sebebi olarak rivayet edilen bazı
görüşler vardır. Bunlardan İbn Mes'ud'dan yapılan rivayete göre sahâbîler
Resulullah (s.a.)'a gelip:Ya Resulullah! Allah katında İsrâîl oğullan bizden
daha ikrâmlı idiler. Çünkü onlardan bir günahkâr, sabahleyin kalktığında
günâhının cezasını kapısına, (bir rivayete göre de günâhmın keffaretini evinin
eşiğine)yazılmış olarak bulurdu.'Burnunu kes, kulağını kes, şöyle yap diye
yazılı oluyordu dediler. Bunun üzerine İsrail oğullarına yapılan bu muameleye
bedel olarak hatta onlarınkinden daha da merhametli olmak üzere bu âyet-i
kerime nazil oldu. Bu âyet indiği zaman şeytanın ağladığı rivayet edilir.
Meşhur olan görüşe
göre yukarıda belirtilen âyet-i kerimeyi bizzat Hz. Peygamber okumuş, Hz. Ebu
Bekir Hz. Ali'ye nakletmiştir. Diğer bir görüşe göre ise, âyeti şâhid olarak
okuyan Resuîüllah (s.a.) değil, Hz. Ebu Bekir'dir.
İbn Cerîr'in
rivayetinde Hz. Peygamber'in “ = kim fenalık yaparsa cezasını görür..."[378]
veya (rivayetteki) âyetlerinden birisini okuduğu bildirilmektedir.[379]
1. Hadis
rivayet eden bir kişiye doğruluğunu ispat için yemin ettirmek caizdir.
2. İşlenilen
bir günahın hemen peşinden tevbe edilmelidir.
3. Tevbe
etmeden önce iki rekat namaz kılınması müstehabtır.
4. Şartlarına
riâyet edilerek samimiyetle yapılan tevbeler Allah katında makbuldür.
5. Müslüman,
duyduğu hadisi hayatında uygulamalıdır.[380]
1522.
...Muaz b. Cebel (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resuîüllah (s.a.) onun
elini tutup:
"Ya Muaz! Vallahi
seni seviyorum. Sana bir şeyler tavsiye edeyim, onları her (farz) namazın
sonunda oku, kat'iyyen terk etme":
"Allah'ım! Seni
zikretmekte, sana şükretmekte ve sana güzelce ibâdet etmekte bana yardım
et" dersin" buyurdu.[381]
Muaz (r.a.) bu duayı,
(râvi) es-Sunabihî'ye, o da (râvi) Ebu Abdurrahman 'a tavsiye etti.[382]
Hadis-i şerif
Peygamber (s.a.)'in Muaz b. Cebel1 e olan sevgisine ve ona gösterdiği ihtimama
delâlet etmektedir. Bu sevgi ve ihtimamın eseri olarak Resulullah (s.a.) ona
dua etmesi için bazı sözler öğretmiş ve bunları tüm farz namazların sonunda
okumasını tavsiye etmiştir. Resul-i Ekrem'in yemin ederek sevdiğini söylediği
bir kimseye, yukarıda geçen sözleri okumasını tavsiye etmesi, bu sözlerin
kadrinin yüceliğini göstermeye kâfidir.[383]
1. İnsanın
sevdiği bir kimseye sevgisini haber vermesi müstehabtır.
2. Sevdiğini
yemin ederek bildirmesinde bir sakınca yoktur.
3. Müslümanlara
hayır yollarını tavsiye etmek dinî bir vazifedir.
4. Farz
namazların peşinde diyerek dua etmek
müstehabtır.[384]
1523.
...Ukbe b. Âmir (r.a.)'den; demiştir ki: "Resulullah (s.a.) bana her
namazın sonunda muavvizeteyen (Fe-lak ve Nâs) sûrelerini okumamı emretti."[385]
Hadis-i şerif için
Tirmizî "Hasen garib" derken Hâkim, Müslim'in şartlarına uygun
olduğunu söyler.
Felak ve Nas
sûrelerine "Muavvizeteyn" denilir. "Koruyucu iki sure"
manasınadır. Bu sûreler iki tane olduğu için genellikle tesniye (ikil) olarak
kullanılır. Nitekim Tirmizî'nin rivayetine göre Ukbe (r.a.) " = bana iki
koruyucu sûreyi okuma-
mı emretti"
demektedir. Halbuki Ebü Davud'un rivayetinde bu kelime cem' (çoğul) olarak
" = koruyucular" şeklinde görülmektedir. İki sûre için çoğul
sığasının kullanılması iki şekilde izah edilebilir.
a. Buradaki
çoğul, birden fazlasına işaret içindir. İki birden fazla olduğu için çoğul
kullanılmıştır.
b. Adı geçen
iki sûre ile birçok şeyden korunulmakta, onların şerrinden Allah'a
sığınılmaktadır.Onun için kelime çoğul olarak kullanılmıştır.
Muavvizetân
sûrelerinin fazîleti ve bu sûrelerin ihtiva ettiği mânâlar 1462. hadisin
şerhinde geçmiştir.[386]
Hadis namazlardan
sonra Felak ve Nas sûrelerinin okunmasını teşvik etmektedir.[387]
1524.
...Abdullah (b. Mes'ûd -r.a.-)'den rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.)
üç defa dua ve üç defa istiğfar etmekten hoşlanırdı.[388]
Hadisten anladığımıza
göre Peygamber (s.a.) dua ettiği zaman söylediklerini istiğfar ile ilgili
sözlerini üçer defa tekrarlamaktan hoşlanırdı. Bu dua ve istiğfar edenin acz
ve kararlılığını ispat yönünden önemli bir davranıştır. Çünkü isteyicinin
isteğini tekrarlaması onun ihtiyacının şiddetini ifâde ettiği gibi, istenilen
kişinin merhamet ve şefkatinin de artmasına vesiledir.
Hadis-i şerif dua ve
istiğfarın tekrarlanmasının meşru olduğuna delildir.[389]
1525.
...Esma bint Umeys (r.anha)'dan; demiştir ki:
Resulullah (s.a.)
bana;
"Sana sıkıntı
esnasında -veya[390]
sıkıntıda- okuyacağın bir kaç kelime öğreteyim mi?" dedi ye Allah,
Allah, Rabbim! Ona hiçbir şeyi ortak koşmam" buyurdu.[391]
Ebu Davud dedi ki:
"Bu Hilal, Ömer
b. Abdu'l-Aziz'in azatlısı olan Hilâl'dir. îbn Ca'fer de Abdullah b. Cafer'dir.
"[392]
Taberî'nin rivayetinin
sonunda "üç defa" ilâvesi vardır.İbn Hıbbân'in rivayeti ise Hz. Aişe'den ve şu
lâfızlarladır: "Resulullah (s.a.) aile efradını topladı ve "Birinize
bir gam veya keder gelirse Allahü, Allahü, lâ üşrikü bihi şey'en, desin"
buyurdu.”
Aynı mânâyı ifade eden
bir rivayeti de Taberanî el-Mü'cemü'l-Kebir ve el-Mü'cemü'l-Evsât'ında İbn
Abbâs'dan şu ifâdelerle nakletmektedir: "Resulüllah (s.a.) biz evde iken
kapının iki pazvant (yanlardaki dikme)ını tuttu ve "Ey Abdulmutîalib
oğulları! Size bir sıkıntı veya meşakkat ya da maişet darlığı gelirse, Allahü,
Allahü, Rabbi lâ üşrikü bihi şey'en" deyiniz" buyurdu."
Görüldüğü gibi üç ayrı
sahâbîden rivayet edilen bu haberlerde sıkıntı ve meşakkate uğrayanların
yukarıda geçen "Allahü, Allahü, lâ üşrikü bihi şey'en" demesi teşvik
edilmiştir.[393]
1526. ...Ebu
Musa el-Eş'âri'den; demiştir ki:
Bir seferde Resulullah
(s.a.)'la beraberdim. Medine'ye yaklaşınca insanlar yüksek sesle tekbir getirdiler.
Bunun üzerine Resülullah (s.a.):
"Ey insanlar! Siz
sağıra ve gâib olan birine dua etmiyorsunuz. Şüphesiz, dua ettiğiniz Allah,
sizinle develerinizin boyunları arasındadır (o kadar yakındır)" buyurdu.
Sonra Resulüllah (s.a.) bana:
"Ya Ebâ Musa, sana
Cennet hazinelerinden bir hazine göstereyim mi?" dedi.
O nedir?
"O hazine Lâ
havle velâ kuvvet illâ billâh'dır" buyurdu.[394]
Hz. Peygamberle
birlikte Medine'ye dönerken yüksek sesle tekbir getiren ashabın dediği;
Buhârî'nin rivayetinde ve Ebu Dâvud'da bundan sonra gelecek olan rivayette
açıkça belirtildiğine göre “Allahü ekber, Allahü ekber, Lâilâhe illellahü
vellâhu ekber" sözleridir.
Hz. Peygamber, ashabın
sesli tekbirlerini hoş karşılamamış ve onlara, Allah (c.c.)'ın sesli ve sessiz
herşeyi duyduğunu, uzakta olmayıp aralarında olduğunu hatırlatmıştır.
"Sizin dua ettiğiniz Allah, sizinle develerinizin boyunlun
arasındadır," sözü, Allah'ın kullarına olan yakınlığından kinayedir.
Allah'ın gerçekten orada olduğunu ifâde değildir. Bu, "Biz ona (insana)
şah damarından daha yakınız"[395]
âyet-i kerimesinde işaret edilen mânâya benzemektedir.
Allah ile yaratıkları
arasındaki nisbet, yaratıklar ile kendi nefsi arasındaki nisbetten daha
öncedir. Çünkü yaratıkların varlığı kendi zâtları ile değil, Allah'ın
kudretiyledir.
Şah damarı esas
itibariyle kalbe kan getiren toplar damardır. Boyunda gırtlağın yanlarından
geçen damarlara şah damarı denilir. însan vücudunun çeşitli organlarından gelen
kanlar bu damar vasıtasıyla kalbde toplandığı için yakınlıktaki mübalağa bu
damarla ifade edilmiştir.
Nitekim bir şâir "Ölüm ona şah damarından daha
yakındır" der.
Buna göre âyet-i
kerimenin manası "Allah insana kalbine kan akıtan en yakın damarından,
yahut canından daha yakın" demektir.
Allah'ın kuluna
yakınlığı zatî yakınlıktan ziyâde hissî yakınlıkla izah edilmektedir. İbn
Cerîr et-Taberî arapçaya vâkıf ulemanın bu (üzerinde durulan) âyet-i kerimede
kast edilen yakınlığın manasında ihtilâf ettiklerini belirttikten sonra,
bazılarına göre "Allah'ın kul üzerinde kudretinin infazı ve tesirinin
icrasındaki yakınlık ve mâlikiyet", bazılarına göre ise, "nefsin-deki
vesveseyi bilmekte daha yakın" demek olduğunu söyler.
Fahreddin*Râzî,
Allah'ın kuluna canından daha yakın oluşunu ilim ve kudret yönünden izah eder.
Bu izaha göre Allah (c.c.) ilmi ile kişiye dama-rmdaki kandan daha yakındır.
Çünkü damarın önünde örtü vardır, o sahibine gizli kalabilir ama Allah'ın
ilminin önünde hiçbir örtü ve engel yoktur. Allah'ın emrinin insana sirayeti de
darnarındaki kanın akışı gibidir. Bu da kudret yönünden yakınlığa işaret eder.
Zemahşerî, Beydâvî ve
Ebu's-Suûd Efendi de yukarıdaki izahlara benzer ifadeler ile, Allah'ın insana
yakınlığından maksadın ilmî yakınlık olduğunu, insandan ve insanın
hallerinden, sanki yakın bir zat imiş gibi haberdâr olduğunu söylemişlerdir.
Allah tüm mekânlardan münezzeh olduğu halde, "Allah her yerdedir"
denilmesi de onun ilminin heryeri kuşatması manasınadır. "Ey Muhammedi
Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki ben şüphesiz onlara yakınım. Benden
isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim..." âyet-i kerimesi de[396]
Allah'ın kullarına yakınlığına işaret etmektedir.
Allah (c.c.)'ın bu
hadis-i şerîfte belirtilen yakınlığından maksat da mânevi yakınlıktır. Resûl-i
Ekrem'in bunu söylemesine sebeb olan tekbirde seslerin yükseltilmesi hâdisesi
ve bunu men'etmek için kullandığı ifâdeler, Cenab-i Hakk'ın manevî yakınlığına
işaret edildiğini göstermektedir.
Buhârî'nin rivayetinde
Hz. Peygamber'in ashabına müdâhelesi, "Kendinize acıyınız. Çünkü siz
sağır veya gaib birine dua etmiyorsunuz. Aksine her şeyi duyup görene -bir
rivayette her şeyi duyan sizinle beraber olana- dua ediyorsunuz" şeklînde
ifâde edilmiştir.
Hz. Peygamber'in sesli
olarak tekbir getirenleri tenkid etmesine sebep, Allahü âlem, onların haddinden
fazla bağırmış olmalarıdır. Çünkü mutlak mânâda sesli zikir meşrudur. Bazı
âlimler, "sahâbilerin seslerini yükseltmeleri dua ederken olmuştur,
burada geçenlerin açıktan söylenmesi ise, zikir yoluyladır" diyerek sesli
zikrin meşru, fakat yüksek sesle duanın caiz olmadığına işaret ederler.
Rûhu'l-Beyân'da zikrin
açık veya gizliliğinde meşreb ve manevi derecelerin göz önüne alınacağı
belirtildikten sonra, "gaflette olanların kalblerin-dekini silmek için
lâyık olan cehrî zikirdir. Huzur ehline münasib olanı ise, gizli olanıdır"
denilir. Ruhu'l-beyân sahibi* sâhâbilerin cehrî zikre ihtiyaç duyacak
mertebede olmadıkları için sûfiyyenin, müşahede mertebesine erişenleri cehrî
zikirden men' ederek ona murâkebeyi emrettiklerini söyler ve cehrî zikrin cevazına
delâlet eden bazı hadisleri sıralar: Ebu Said'in Hz. Peygamber'den rivayet edip
Hakim'in sahih dediği "Allah'ı çok çok zikredin o kadar ki, size deli
desinler" mealindeki hadis ile Ebu Davud'un cenâiz bölümünde (no: 3164)
rivayet ettiği şu hadis bunlardandır. "İnsanlar kabristanda bir ışık
görüp oraya geldiler bir de baktılar ki, Resulullah (s.a.)'ın bir kabrin içinde
"Bana arkadaşınızı (cenazeyi) getirin" diyor. Meğer cenaze
zikrederken sesini yükselten adammış".
Abdul-Hayy el-Leknevî
cehrî zikir konusunda elliye yakın ladis zikretmiştir.
îmam Nevevî de
el-Ezkâr'ında, efdal olan zikrin hem kalb hem de dil ile yapılanı olduğunu; ama
birisi tercih edilecekse, kalbî olanı tercih etmenin gerektiğini söyler.
Hadis-i şerifte
Resulüllah'm ashabına tekbir getirirken seslerini kısmalarını tenbih ettikten
sonra Ebu Musa el-Eş'arî'ye dönüp:
"- Sana Cennet
hazinelerinden bir hazine göstereyim mi?" buyurduğu bildirilmektedir.
Bilindiği gibi hazine ihtiyaç anında çıkarıp kullanmak için saklanılan kıymetli
mallara denir. Hz. Peygamber'in sözünde murad ettiği mânâ, Cennette azık olacak
Cennet için saklanacak, sevabı büyük ameldir. Resulüllah'm öğreteceği amel
sahihlerine cenneti hazırlayacağı' ve onu cennete götürecek ameli biriktireceği
için Efendimiz onu "hazine^' diye isimlendirmiştir.
Metinde görüldüğü gibi
Hz. Peygamberin "hazineye benzeterek ifâde ettiği söz "Lâ havle veiâ
kuvvet illâ billâh"dır ki, "Allah'a isyandan dönmek ancak onun
koruması ile, tâate kuvvet ve iktidar da ancak onun yardımı ile olur." manasınadır.
Bu sözlerle kul
kendisini Allah'a teslim ve işlerini ona havale etmektedir. Allah'tan başka
bir yaratıcı ve onun emrini geri çevirecek bir gücün olmadığını itiraftır.
Kulun kendisi için hiç bir şeye muktedir olmadığı Allah'ın dilemesi olmadan hiç
bir şerri def edemeyeceği ve hiç bir hayrı elde edemeyeceğinin ifadesidir.
Onun için Cennetteki bir defineyi, Cennete götürecek bir amele benzetilmiştir.
Bu hadisle ilgili
olarak İbn Battal şöyle der: "Hz. Peygamber ümmetinin muallimi idi,
onların bir davranışını gördüğü zaman daha ziyâde hayra vesile olan şeyi
yapmalarım isterdi. Sahâbilerin tekbir ve ihlas okurken seslerini
yükselttiklerini duyunca, buna havi ve kuvvetten sıyrılmalarını da eklemelerini
böylece tevhid ile kadere imanı birleştirmelerini istemiştir."[397]
1. Zikir ve
dua esnasında sesi haddinden fazla yükseltmek caiz değildir.
2. Allah
insanların hallerine kendilerinden daha çok vâkıftır.
3. "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah" demek büyük sevaba vesiledir.[398]
1527. ...Ebû
Musa el-Eş'ârî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Ashâb Resulullah (s.a.) ile
birlikte bir yokuşa tırmanırlarken bir adam her tümseği çıkışta yüksek sesle
"Lâ ilahe illellahü vellahü ekber" diye bağırmaya başladı. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.);
"Şüphesiz siz
sağır veya gâib birine seslenmiyorsunuz" buyurdu. Sonra da;
"Ya Abdullah b.
Kays!.." dedi...
Süleyman et-Teymî önceki
hadisin mânâsını zikretti.[399]
Görüldüğü gibi bu
hadis-i şerif bir öncekine bir çok yönden
benzemektedir.Yalnız evvelkinde ashâb-ı kiramın Medine'yi görünce sesli
olarak tekbir getirmeye başladıkları bildirildiği halde, bu hadiste tekbir
getirenin bir kişi ve yokuşu çıkarken tekbir getirdiği ifade edilmektedir. Bu
durumda rivayetin birinde tekbir getirirken sesini yükseltenin bir kişi,
diğerinde ise, topluluk olduğu görülüyor. Bu farklılık, hadisler arasında bir
ihtilâfın olduğu intibaını veriyorsa da aslında bu hadislerin arasını te'lif
gayet basittir. Haddizatında Resul-i Ekrem ile beraber olan ashabın tümü
seslice tekbir getirdiği halde içlerinden birisinin sesini daha çok yükselttiği
ve Ebu Musa'nın hâdiseyi bir anlatışında özellikle o zatı anmış olduğu
muhtemeldir.
Peygamber (s.a.)
yüksek sesle tekbir getirenlere seslerini kısmalarını emrettikten sonra önceki
hadiste de belirtildiği gibi Ebu Musa el-Eş'ari'ye dönmüş ve ona bir tavsiyede
bulunmuştur. Ebu Musa'nın asıl ismi olan "Abdullah b. Kays" diye
başlayan bu tavsiye, üzerinde durduğumuz rivayette tekrarlanmamış, önceki
hadisteki ile aynı mânâda olduğuna işaret edilmekle iktifa edilmiştir. Hadisin
tamamının yer aldığı Müslim'in rivayeti şöyledir:
“Ya Abdullah b. Kays!
Sana Cennet hazinesinden olan bir sözü haber vereyim mi?"
O nedir? Ya
Resulullah?
"Lâ havle velâ
kuvvet illâ biIlâh'Mır.
Hadisin açıklaması bir
önceki hadiste geniş olarak ele alınmıştır. Burada tekrarlanmasına gerek
görülmedi.[400]
1528.
...Asım (el-Ahvel) bundan önceki hadisi Ebu Osman vası-tasıyle Ebu Musa
(r.a.)'den rivayet etmiş ve rivayetinde şöyle demiştir: Resûlallah (s.a.):
"Ey insanlar!
Kendinize acıyınız” buyurdu.[401]
Bu hadis de
yukarıdakilerin biraz değişik bir rivayetidir.İsnadlan farklı olan bu üç rivâyetin-metinlerinde
de bazı ayrılıklar görülmektedir. Bu rivayetin diğerlerinden farklı olan yanı,
onlardan fazla olarak metinde görülen cümleyi ihtiva etmesidir. Çünkü bu cümle
önceki iki rivayette mevcut değildir. 1526. hadisin şerhinde işaret edildiği
gibi bu ziyâde Müslim'deki rivayete uygun düşmektedir.
Ebû Musa (r.a.)'dan
rivayet edilen bu farklı rivayetler bir araya getirilince şöyle bir netice
elde edilebilir: "Peygamber (s.a.) ashabıyla birlikte bir seferden
dönerken Medine yakınındaki engebeli bir yere gelmişlerdi. înişli-yokuşlu bir
yer olan bu bölgede ilerlerken ashab sesli olarak tekbir getirmeye başladı,
ama içlerinden birisinin sesi daha çok çıkıyordu. Peygamber (s.a.) ashabın
yüksek sesle tekbir getirmesini uygun bulmadı ve:
"Kendinize
acıyınız siz sağıra veya gaib olan birine dua etmiyorsunuz. Şüphesiz dua
ettiğiniz Rabbiniz sizinle develerinizin boyunları arasındadır.
(size çok
yakındır)" buyurmuştur. Daha sonra da Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.)'ye
dönerek, ona Cennet hazinelerinden birini öğreteceğini haber verip bunun
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" demek olduğunu bildirmiştir.
Ancak olay değişik
isnadlarla nakledilirken ufak tefek farklılıklar ortaya çıkmıştır. Fakat bu
farklılıklar mânâya tesir edecek ve tenakuz teşkil edecek derecede değildir.
Birbirlerine nisbetle eksiklik veya fazlalık ihtiva etmektedirler.
Üzerinde durduğumuz
rivayetten anlaşıldığına göre, Peygamber (s.a.)'in ashabı tekbir esnasında
seslerini yükseltmelerinden men'etmesine sebep, gereksiz yere kendilerine
eziyet etmiş olmalarıdır. Çünkü Allah azze ve celle değil fısıltı halinde
söyleneni, kalbden gelip geçeni bile duyar, insana şah damarından daha
yakındır. Yapılan zikri, okunan duayı ona duyurmak için bağırmak, sesi
yükseltmek boş yere yorulmaktır. Haddizatında tekbir veya zikirde sesi
yükseltmek meşru olmakla beraber, sesi kısmak vakar ve tâzîme daha uygun düşen
bir tavırdır.[402]
1529. ...Ebû
Sâid el-Hudrî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Rab olarak Allah
(c.c.)'ı, din olarak İslâmı ve Peygamber olarak da Muhammed sallellahü aleyhi
vesellemî seçip beğendim" diyen kimseye cennet vâcib oldu."[403]
Hadis-i şerif, Allah'a
inanıp İslama gönül veren Hz.Muhammed'e ümmet olmaktan şeref duyan kimsenin
mutlaka cennete gireceğini haber veriyor. Bu sözleri söylemek iman etmek
demektir.Ancak bunları sadece dil ile söylemek kişinin kurtuluşu için kâfi
değildir.
Allah'ı Rab olarak
seçmekten maksat, ona itaat edip başkasına ibâdet etmemektir. Din olarak
İslâm'dan hoşnut olmak, onun esaslarına uyup İslâm dışı ideolojilerden uzak
kalmakla olur. Hz. Muhammed'in ümmeti olmaktan şeref duymak da onun sünnetini
tâkib etmeyi gerektirir. Bu hadisin mânâsı: "Ey habibim, de ki;
"Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin. Ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder"[404] mealindeki
âyet-i kerime düşünüldüğü zaman daha iyi anlaşılacaktır.
Hadiste, belirtilen
sözleri söyleyerek iman eden ve bu iman üzere ölen kişinin o anda Cenneti
hakettiği anlaşılmaktadır. Ancak bu hakediş, o sözü söyledikten sonra azabı
gerektiren bir hareketin yapılmaması, yapılmışsa bile Allah'ın affına mazhar
olunmuş olması şartı ile kayıtlıdır. Eğer imana delâlet eden bu sözler
söylendikten sonra azabı gerektiren bir suç İşlenmiş ve bu suç affedilmemişse,
Cennetin neticede yani ceza çekildikten sonra vacip olduğunu anlamak icab
eder.
İman üzere ölen bir
mü'minin günahkâr bile olsa, günahının cezasını çektikten sonra Cennete
gireceğini bildiren ehl-i sünnet itikadının gereği budur.[405]
1. Allah'a
ve Resulüne inanan müslüman, er-geç mutlaka cennete girecektir.
2. Şu anda
Cennet mevcuttur, yaratılmıştır. Eğer mevcut olmasaydı Hz. Peygamber geçmiş
zaman sîgasiyle "...Cennet vacib oldu" demez, geniş veya gelecek
zaman bildiren bir ifade kullanırdı.[406]
1530. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bana bir defa
salevât getirene Allah (c.c.) on salevât sevabı verir."[407]
Hz. Peygamberce
salevât getirmek "Allahümme salli alâ Muhammed'in ve alâ ali
Muhammed" demek suretiyle olur.
Hadis-i şerifte bu
şekilde bir defa salevât getirene Allah'ın rahmetinin on misli olacağı yani
Allah'ın o kimseye on kat sevab vereceği anlaşılmaktadır. Bu mana "- Bir
iyilik yapan kimseye on katı verilir..."[408]
âyet-i kerimesindeki va'dle ilgilidir.
Bazı âlimler âyet-i
kerimedeki "on kafin belirli bir adede delâlet etmeyip katlanmadan kinaye
olduğunu söylerler. "Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu her
başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah
dilediğine kat kat verir, Allah'ın lutfu geniştir. O, herşeyi bilendir."[409]
mealindeki âyet-i kerime bu görüşe delildir. Bazı âlimler ise, âyet-i
kerimedeki "on kat"ın en azın beyân olduğunu, iyilik işleyenlere on
katından az olmamak üzere kat kat sevap verileceğini söylemişlerdir.
Hz. Peygamber'e bir
salevât getirene on salevât sevabı verileceğini bildiren bu hadisin yukarıdaki
izahlar muvacehesinde düşünülmesi gerekir.
Tıybî: “ =
Allah ona on defa rahmet eder," sözünün "Ona on salevât sevabı
verir" mânâsının yanı sıra, Allah'ın söz olarak salevât getirmesi mânâsına
da gelebileceğini söyler. Buna göre Allah (c.c.) salevât getiren kuluna ikram
olarak salevât ile mukabele eder ve onu melekler dinler, bu anlayış "Eğer
kulum beni bir topluluk içerisinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk
içinde anarım" mealindeki kutsî hadise uygun düşmektedir.
Hadis-i şerif Resurüllah
(s.a.)'e salevât getirmenin ne kadar büyük ecirlere vesile olduğunu ortaya
koymaktadır. Aynı mevzuda birçok hadis-i şerif vârid olmuştur. Bazı vesilelerle
şimdiye kadar bir kısmına temas edilmiş olan bu hadislerden bir kaçını meal
olarak naklediyoruz:
"Kıyamet gününde
bana insanlann en yakını en çok salevât getirenidir."
"Şüphesiz dua yer
yüzü ile gök yüzü arasında durdurulur, sen Peygamberine salevât getirinceye
kadar o duadan hiçbir şey (Allah katına) yükselmez.”
"Cuma günü bana
çok salevât getiriniz. Çünkü ona melekler şahidlik ederler. Salevât getiren
sözünü bitirir bitirmez, salevâtı bana arz olunur." Râvi der ki:
"Ölümünden sonra da mı?" dedim. "Şüphesiz Allah (c.c.) Peygamberlerin
cesetlerini çürütmeyi yeryüzüne haram kıldı" buyurdu.
"Cuma günleri
bana çok çok salevât getiriniz. Çünkü her cuma ümmetimin salevâtı bana arz
olunur."
"Allah tebareke
ve teâla Hazretleri benim kabrimde bir melek görevlendirip ona tüm
yaratıkların isimlerini öğretti. O melek kıyamet gününe kadar bana salevât getiren
herkesi babasının ismiyle birlikte "Falan oğlu falan sana salevât
getirdi" diye haber verir."
Hz. Peygamber'e
salevât getirmenin fazlına delâlet eden hadisler, buraya yazılmayacak kadar
çoktur. Ancak yukarıda aktardıklarımız salevâtın faziletine delâlet için
yeterlidir, zannediyoruz.[410]
Tenvirü'l-Ebsâr'da
belirtildiğine göre bir kimsenin ömründe en az bir defa salevât getirmesinin
farz olduğunda tüm âlimler müttefiktir. Durru'l-Muhtâr'da Hz. Peygamber'in
isminin her anıhşında anan ve işitene salevâtın vâcîb olup olmaması konusunda
Tahâvî ve Kerhî'nin ihtilaf ettikleri Ta-hâvî'ye göre vâcib olduğu kaydedilir.
Durru'l-Muhtâr,
Tenvir'deki "Muhtar olan vücubudur" ifâdesini "Tahâvi'ye
göre" diye kayıtlamış fetvanın müstehap olduğuna göre verileceğini
söylemiştir.
Yine Dürrû'l-Muhtâr'da
aynı mecliste Hz. Peygamberdin adının tekrarlanması halinde esah olan görüşe
göre, salevâtm tekrarlanmasının gerekli olduğu belirtilmektedir. Kâfî'de ise,
salevât tilavet secdesine benzetilerek bir mecliste bir salevâtın yeterli
olduğu söylenmiştir.
İbn Abidîn, Hanefi
mezhebinde muteber görüşün Efendimizin adının her anıhşında salevât getirmenin
müstehaplolduğunu belirttikten|sonra Hanefi ve Şafiîlerden bir grub âlimin
Mâlikîlerden el-Lahmî ve Hanbelilerden İbn Batta'nın da Tahâvî'nin görüşünde
olduklarını söyler. Bahr'de salevâtın ömürde bir defa farz, Hz. Peygamberin
adı her anıhşında esah görüşe göre vâcib, namazda sünnet, sair vakitlerde
müstehab, müşteriye mal satarken haram olduğu söylenilir.
Mâlikîlerden
İbnu'l-Arabî de "Resulüllah'ın adının her anıhşında salevât getirmek daha
ihtiyatlıdır" der.
Bir topluluk
içerisinde Peygamberimizin ismi anıldığında salevâtı vâcib gören Tahâvî'ye
göre, bu vâcib kifâîdir. Yani içlerinde bir veya bir kaç kişi salevât getirdiği
takdirde diğerlerinden sorumluluk düşer.
İbn Âbidin'in
Merzûkî'den naklettiğine göre salevatta söylenecek sözlerin en efdali
"AHahümme sallı ala Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed" şeklinde
olanıdır. Hamevî'nin ifâdesine göre, "Ve seli eme aleyhi" ya da
"Ve sel I i m aleyhi" sözünü eklemek âdaba uygundur. Çünkü
Resulullah'a salevât getirirken salât ve selâmı birleştirmenin şart olup
olmadığı konusunda ihtilâf vardır. Bu ihtilaftan korunmak için en iyisi salât
ve selâmı birleştirmektir.
Fetevây-i Hindiye'de
bildirildiğine göre sadece selâm yani "aleyhisselâm" demek de salevât
yerine geçer.
Yukarıda Bahr'den
naklen imkân bulunan her vakitte salevât getirmenin müstehab olduğu
söylenmiştir. Ancak bunun "bir mâninin olmadığı hallerde" müstehap,
diye kayıtlanması gerekir. Çünkü şu yedi halde salevât getirilmesi mekruhtur:
Cinsî temas esnasında,
abdest bozarken, ticâret malını övmek için hayret ifâdesi olarak, hayvan
keserken, tıksıran kişi "elhamdülillah" yerine ve yanılma esnasında...
Kur'an-ı Kerim okurken
ve hutbe esnasında Hz. Peygamber'in adını söyleyen veya duyan kişinin salevât
getirmesi gerekmez. Sonradan getirirse, iyi olur. Namaz kılarken son teşehhüdün
haricinde de mekruhtur.
Diğer amellerin kabul
veya reddedilmesi muhtemel olduğu halde salevât mutlaka kabul edilir,
reddedilmez. el-Bâcî, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Allah azze ve
celleye dua ettiğin zaman, içerisinde Hz. Peygam-ber'e salevât da bulundur.
Çünkü salevât makbuldür."[411]
1531. ...Evs
b. Evs (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.):
"Şüphesiz cuma
günü sizin en faziletli günlerinizdendir. O gün bana çok çok salevât getiriniz,
çünkü sizin salevâtınız bana arz olunur" buyurdu.
Yanındakiler:
Ya Resûlallah, sen
(ölüp) çürüdüğün halde bizim salevatımız sana nasıl arzolunacak? diye sorunca:
"Şüphesiz Allah
tebâreke ve teâla, yeryüzüne Peygamberlerin cesetlerini (çürütmeyi) haram
kıldı" cevabım verdi.[412]
Bu hadis az bir fark
ile l047 numarada geçmiştir.Oradaki rivayette cumamn faziletine delil olarak
Hz. Adem'in o günde yaratılıp o günde ruhunun kabzedildiği, birinci ve ikinci
sûrların o günde üfürüleceği bildirilmiştir.
Hadisin şerhi ve
tahrici için işaret edilen numaraya (1047) müracaat edilmelidir.[413]
1532.
...Câbir b. Abdillah (r.a.)'den; demiştir ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kendinize,
çocuklarınıza, hizmetçilerinize ve mallarınıza beddua etmeyiniz. Olur ki,
Allah'tan istenilenlerin ihsan edildiği bir zamana rastlarsınız da Allah
dilediğinizi kabul ediverir."[414]
Ebu Dâvûd dedi ki:
"Bu hadisin
senedi muttasıldır. Çünkü Ubâdeb. Velîd b. Ubâde Câbir (r.a.) ile
görüşmüştür."[415]
Hadis-i şerif
özellikle sabırsız, aceleci insanların, bilhassa kadınların yapageldikleri bir hatanın caiz
olmadığına işaret etmektedir. O hata metinde görüldüğü gibi insanın kendi
nefsine, çocuklarına, emrinde çalışan hizmetçilerine ve mallarına beddua
etmesidir. Peygamber (s.a.) insanları bundan men'ederken sebebini de, bedduanın
Allah katında duaların kabul edildiği, müstecab bir vakte rastlayıp beddua
sahibinin de istediğinin verilebileceği ihtimali ile açıklamıştır. Zira kişi
canından ne kadar bezerse bezsin, çocuklarından ne kadar canı yanarsa yansın,
şahsına veya evladına gelecek musibetten rahatsız olur ve yaptığı bedduaya
pişman olur.
Müslim bu hadisi
Kitâbu'z-Zühd'de "Câbir'in uzun hadisi ve Ebu'l-Yüsr'ün kıssası" babı
altında, gerçekten uzun bir hadisin içerisinde zikretmiştir. Müslim'deki
rivayete göre bir yolculuk esnasında sahâbilerden biri devesine Iânet etmiş,
Resulüllah (s.a.) bunu duyunca, "ondan in, lânetliyi bizimle birlikte
götürme. Kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyiniz..."
buyurmuştur. Görüldüğü gibi Müslim'in rivayetinde "hizmetçiler" zikredilmemiştir.
Aliyyu'l-Kaari hadis-i
şerifi Mirkat'ta şerh ederken kişinin kendisine bedduasını, ölümünü isteme,
çocuklarına bedduasını da "Gözün kör olsun" gibi şeyler söylemekle
izah etmiştir.[416]
1. Bir
müslümanın nefsi, çocukları, malı ve hizmetçileri için beddua etmesi caiz
değildir.
2. Allah
azze ve cellenin yapılan duaları kabul ettiği, istenilenleri verdiği bazı özel
vakitler vardır.[417]
1533.
...Cabir b. Abdillah (r.a.)'den; rivayet edildiğine göre, bir kadın Resulullah
(s.a.)'a, ben ve kocama dua et dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Sailallahü
aleyki ve alâ zevciki: Allah sana ve kocana salat (merhamet) etsin"
buyurdu.[418]
Hadis-i şerifin zahiri
Peygamberlerden başkasına duâ ederken
"Allahümme salli ala fülânın: Allahım filana salat et" demenin
caiz olduğuna delâlet etmektedir. Ahmed b. Hanbel ve bir grup âlim, üzerinde durduğumuz
hadis-i şerif ve " = onlara dua et, senin duan onlar için güvendir"[419]
âyetine dayanarak Peygamberlerden başkaları için müstakılen dua edilirken
salat sözünü anarak dua etmenin caiz olduğunu söylerler. 1590 numarada gelecek
olan, "Allahım, Ebû Evfâ ailesine salat (merhamet) et" mânâsındaki
hadis de bu görüş sahiplerinin delilleri arasındadır.
Diğer mezheblere göre,
müstakülen, yani peygamberlerle birlikte olmadan "Allahım, filana salât
et" diyerek Peygamberlerden başkası için sale-vât getirmek caiz değildir.
Ama peygamberlerle birlikte anılarak meselâ, "Allahümme salli alâ
Muhammedin ve alâ fülamn..." gibi bir ifâde kullanılması caizdir. Çünkü
salevât, dua edilen zatı tazim için söylenilir. Tazim ve tazize lâyık olanlar
da sadece Peygamberlerdir. Onun için Peygamberlerden başkaları kendi başlarına
salevâta konu olamazlar.
Bu görüş sahihleri Peygamberler
dışındaki insanlara salevâtın cevazına işaret eden bu ve benzeri hadislerdeki
"salât"in dua mânâsında olduğunu söylemişlerdir.
Hattâbî 1590 numarada
gelecek olan hadisi şerhederken şöyle der:
"Bu hadis dua ve
tebrik mânâsında olan "salat"in, Peygamberlerden başkaları için
kullanılmasının caiz olduğuna delildir. Ama Resulüllah (s.a.)'in zikrini
selamlamak olan salevât tazim ve tekrim manasınadır. O sadece Hz. Peygambere
hastır. O'nun âlinden başkası buna ortak edilemez. " =Peygamberin
çağrısını kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi yapmayınız"[420]
âyeti de cumhurun görüşüne delildir. Bu âyete göre Hz. Peygamber için yapılan
duanın insanların birbirleri için yaptıkları duadan farklı olması gerekir.
Kadı Iyaz şöyle der:
"Muhakkîk âlimlerin görüşü Mâlik ve Süfyân'ın İbn Abbas'tan naklettikleri
görüştür ki, benim meylim de onadır. Fukaha ve kelamcıların çoğu tarafından
tercih edilen bu görüşe göre, Peygamberlerden başka hiç bir kimseye salevât
getirilmez. Nasıl ki tenzih ve takdis sadece Allah için söylenirse, saîevât da
sadece Peygamberlere hastır. Ashab, tabiûn veya müctehid imamlar anıldığında
onlar için, "Radıyellahü anh" veya "Gaferelehullah" denilebilir.
Allahü Teala “ = " Rabbimiz bizi ve bizden önceki inanmış olan
kardeşlerimizi bağışla..."[421]
derler, buyurur. Bir başkaâyet-i kerimede şöyle denilir: "Onlara güzelce
uyanlardan Allah hoşnud olmuştur. Onlar da ASlah'dan hoşnuddurlar.”[422]
Zaten müstakil olarak
Peygamberler'den başkaları için salat ve selâm getirmek İslâmın ilk
devirlerinde bilinmiyordu. Bunu Râfizî ve Şiîler bazı imamları için ihdas
ettiler. Meselâ Ali (r.a.) için "Ali aleyhissalatü vesselam" diyerek
onu Resulüllah'la aynı seviyede tutarlar. Ehl-i bid'ate benzemek yasak olduğu
için de onların yaptıklarına muhalefet bizim için vâcibtir.
Kâcjı İyaz'dan özet
olarak aktardığımız bu ifadeler İslam ulemasının cumhuru (büyük çoğunluğu)nun
görüşüdür.
Beyhakî
Şuabu'l-İmân'da ve Saîd b. Mensur da Sünen'inde İbn Abbas (r.anhüma)'ın,
"Bizim Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'den başka Peygamber için salat ve
selam getirmek caiz değildir" dediğini rivayet etmişlerdir.
Aüyyü'l-Kaarî, İbn
Abbas'dan nakledilen bu sözü izah ederken şöyle der: "Her halde İbn Abbas
(r.a.) bu sözünü Cenab-ı Hakk'ın Peygamberler hakkında buyurduğu = âlemlerin
içinde Nuh'a selâm olsun."[423]
" = İbrahim'e selam olsun"[424] “ =
Musa ve Harun'a selâm olsun"[425]
" = Peygamberlere selâm olsun"[426]
âyetlerinin zahirinden ve " = ey iman edenler, siz de ona (Re-sulullaha)
salat ve selam getirin"[427]
âyetinin mefhumundan istifâde ederek söylemiştir. Çünkü bu âyet-i kerimelerden
salât ve selâmın (ikisi birden) sadece Hz. Muhammed (s.a.) hakkında
söylenebileceği anlaşılmaktadır."
îbn Hacer el-Askalânî
Muhammed (s.a.)'den başkalarına salât getirmenin hükmünde ihtilâf edildiğini
belirttikten sonra, kullanış biçimlerine göre farklı hükümleri zikreder.
îbn Melek de dua ve
teberrük mânâsında olmak üzere Hz. Peygamberden başkalarına salât getirmenin
caiz olduğunu söyler.
Durru'l-Muhtâr'ın
metninde "Peygamberlerin ve meleklerin dışındakilere salevât ancak tebeiyyet
yoluyla olabilir" denilmektedir. İbn Abidîn bu hükmün illetine işaret
ettikten sonra Peygamberler ve meleklerin dışındakilere salevât getirmenin
tahrimen mekruh mu, tenzihen mekruh mu, yoksa evlânın hilafı mı olduğu
konusunda ihtilaf olduğunu, Nevevî'nin Ezkâr'da ikinci görüşü benimsediğini
söyler."[428]
1. Hadis-i şerif
Peygamber (s.a.)'in tevâzuuna delildır.
2. Dua
maksadı ile Peygamberlerden başkaları için de "allahümme sallı'* diyerek
salât getirmek caizdir. Ama muhatabı tazim için bu ifâde kullanılarak salevât
getirilemez.[429]
1534.
...Ümmu'd-Derdâ (r.anhâ) demiştir ki; Efendim Ebu'd-Derdâ (r.a.) Resulüllah
(s.a.)'ı şöyle buyururken dinlediğini bana haber verdi:
"Bir kimse
müslüman kardeşi için onun gıyabında dua ettiği zaman, melekler "Amin,
benzeri sana da verilsin" derler."[430]
Müslim, bu hadisi
birbirinden küçük farklarla ayrılan üç değişik lâfızla rivayet etmiştir. Bunlardan
ikisinde Ebu Davud'un rivayetinden fazla birşey yoktur. Üçüncüsü ise, şu
şekildedir: "Müslümanın müslüman kardeşi için onun gıyabında yaptığı dua
kabul edilir. Onun başucunda görevli bir melek vardır. Müslümanın din kardeşi
için yaptığı her hayırlı duaya o görevli melek, "âmin, onun bir misli de
sana olsun” der.
Hadis-i şerifte
müslümanların din kardeşleri için onların gıyabında ettikleri duaların mutlaka
kabul edildiği, ayrıca dua edene de kardeşine istediğinin mislinin verilmesi
için bir meleğin dua ettiği bildirilmektedir.
Bir kimsenin gıyabı
denildiği zaman, önce "ondan uzakta, onun bulunmadığı yer" akla
gelir. Burada zikr edilen gıyabdan maksat ise, Aliyyül Kaari'nin ifâdesine
göre, dua edilen kişinin dua edenin duasını işitmemesidir. Bu bedenî uzaklıkla
olabileceği gibi dua edenin kalbiyle veya dua edilenin duyamayacağı kadar kısık
bir sesle dua etmesi ile de mümkündür.
Taberânî'nin bir
rivayetinde Yusuf b. Esbât "ben uzun zaman bu hadisin bedenî uzaklığa
delâlet ettiğini zannettim. Ama şimdi anladım ki sesi duyulmayan kişi aynı
sofrada bile olsa gâibdir." demiştir.
Nevevî, müslümanlardan
bir grup için hatta tüm müslümanlar için yapılan duaların da bu hadisin
hükmüne gireceğini söyler. Nevevî'nin bildirdiğine göre eskilerden bazıları
kendileri için dua etmek istedikleri zaman, onu diğer müslümanlar için isterlerdi.
Çünkü bu şekilde yapılan dualar makbuldür ve isteğinin bir misli de kendisine
verilecektir. Bezzâr'ın İmrân b. Husayn (r.a.) vasıtasıyle yaptığı bir
rivayette de Peygamber (s.a.) "Kardeşin (din) kardeşi için onun gıyabında
yaptığı dua geri çevrilmez" buyurmaktadır.
Müslümanlar için
onların haberi olmadan yapılan dualar tam bir samimiyet taşıdığı, gösteriş ve
riyadan uzak olduğu için bu derece önemli bir özellik arz etmektedir. Üstelik
bu, dua edenin âli cenabhğına delâlet eder. Onu kıskançlık ve hırs gibi kötü
huylardan uzaklaştırır. "Sizden biri kendisi için istediğini müslüman
kardeşi için de istemedikçe kâmil imana sahib olmuş olmaz" hadis-i
şerifindeki yüce duyguyu gerçekleştirir. Müslümanı fedakârlığa ulaştırır.
Müslümanların
birbirleri için dua etmelerini emreden ve bize yapacağımız duayı öğreten
âyetler konunun Önemini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.Bunlardan sonra
gelenler de şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden evvel iman eden
kardeşlerimizi bağışla"[431]
"Hem kendinin hem de erkek ve kadın mü'minlerin günahları için
mağfiret dile."[432]
"Ey Rabbimiz!
Hesap sorulduğu gün beni, anamı babamı ve bütün mü'minleri yarlığa."[433]
1. Hadis, müslümanlan
birbirleri için dua etmeye teşvik etmektedir. Gösterişten uzak olduğu için yapılacak
bu dua, dua edilenin gıyabında olmalıdır.
2. İnsanların
etrafında onların duasına "âmin" diyen ve müslümanlar için dua eden
melekler vardır.
3. Müslüman
kardeşinin gıyabında dua eden kimseye, istediğinin bir benzerinin verilmesi
için melekler dua eder.[434]
1535.
...Abdullah b. Amr b. el-As (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"En çabuk kabul
edilen dua, gaibin gâib için yaptığı duadır"[435]
Tirmizi, hadis için
"Hasen garibdir. Bu vecihten başka bir
yolla tanımıyoruz." der.
Seneddeki Abdurrahman
b. Ziyâd bazı yönlerden tenkîd edildiği için bu hadis zayıf kabul edilmiştir.
Ancak bu za'fiyet, aynı mânâyı işaret eden diğer rivayetlerle takviye
olmaktadır.
Hadis, kabul edilmeye
en yakın duanın, bir müslümanın diğer bir müs-lümanın haberi olmadan onun için
yaptığı dua olduğunu beyân etmektedir.
Buna sebeb bir önceki
hadisin şerhinde izah edildiği üzere, bu tür duaların ihlâslı, gösteriş ve
riyadan uzak olmasıdır.
Fazla bilgi için
önceki hadise müracaat edilmelidir.[436]
1536. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Kesinlikle kabul
edilen üç dua vardır: Babanın duası, müsafi-rin duası ve mazlumun duası"[437]
Peygamber (s.a.)
metinde belirtilen üç sınıfın dualarının mutlaka kabul edileceğim bildirmiştir.
Buna sebep, onların
duadaki samimiyetleri ve Allah'a sığınmadaki ilerilikleridir. Buradaki üç
sınıf, duası mutlaka kabul edilenlerin sayısını sınırlandırmak için sayılmış
değildir. Bunlardan başka da duası makbul olanlar vardır. Tirmizî'nin Ebu
Hüreyre'den rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber adaletli
devlet başkanının, oruçlunun iftar ettiği zamanki ve mazlumun dualarının geri
çevrilmeyeceğim haber vermiştir.
Hadis-i şeriflerde
mutlaka kabul edileceği bildirilen duaların hayırla mı, yoksa şerle mi ilgili
olduğuna dair bir açıklık olmadığı için hükmün hem dua, hem de beddua için aynı
olduğu söylenmektedir. Buna göre sayılan sınıfların hem duaları hem de
bedduaları makbuldür.
Burada baba, duası
makbul olanlar arasında sayıldığı halde, anadan söz edilmemiştir. Çünkü ananın
duası, babaya nisbetle öncelikle kabule şayandır. Zira ananın, evlâdı için
katlandığı sıkıntılar, babanın katlandıklarından daha çoktur.
Şu mealdeki âyet-i
kerime bu hakikati ortaya koyar: "Biz insana, ana ve babasına karşı iyi
davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten, güçsüzlüğe
uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.
Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş banadır."[438]
Annenin evlâdına
şefkati daha fazla olduğu için ona karşı olan bedduası makbul değildir. Çünkü
ana, evladı için ne kadar beddua ederse etsin, bu gönülden olmaz. Hadis-i
şerifte ananın zikredilmemesine bu da bir sebeb olabilir.
Müsâfirin kendisine
iyilik yapana duası ya da kötülük yapana bedduasının kabulü, onun aczi ve
tevâzuundan dolayıdır. Çünkü bir yerin yabancısı garibtir. Garibin yüreği
yufka olur.
Duası makbul üçüncü
kişi de mazlumdur. Mazlum, haksızlığa uğratılan kişidir. Bunun duasının kabule
şâyân oluşuna sebep de onun acz ve düşkünlüğüdür. Şüphesiz mazlumun makbul
olan duası, kendisine zulmedene yaptığı beddua ve iyilik yapana ettiği duadır.
Buhârî ve Müslim'in
îbn Abbas (r.anhuma)'dan rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (s.a.) Muaz b.
Cebel (r.a.)'i Yemen'e gönderirken "- mazlumun bedduasından sakın, çünkü
onunla Allah k'.c.) arasında örtü yoktur," buyurmuştur.
Mazlumun duasının
makbul olması için onun müslüman ve muttaki olması şart değildir. Mazlum kâfir
veya günahkâr bile olsa, duası makbuldür. Ebû Dâvûd el-Tay âlisi'nin Ebu
Hüreyre vasıtasıyla Resulüllah'tan rivayet ettiği şu hadis, bunu açık olarak
ortaya koymaktadır: "Fâcir bile olsa, mazlumun duası kabul edilir. Onun
fiskı kendisini ilgilendirir." Aynı hadisin Bez-zâr, İbn Hibbân ve
Ahmed'deki rivayetinde "Kâfir bile olsa" ilâvesi de vardır.[439]
Hadis-i şerifte
babanın evlâdına, mazlumun kendisine zulmedene veya yardım edene ve musanrın ev
sahibine dua ve beddualarının makbul olduğu bildirilmektedir.[440]
1537.
...Abdullah b. Kays (Ebû Musa el-Eş'arî)'dan rivayet edildiğine göre,
Resulullah (s.a.) bir
kavmden korktuğu zaman; "Allahım! Senin, onların karşısına dikilmeni
istiyoruz. Onların şerlerinden sana sığınıyoruz" derdi.[441]
"Senin onların
karşısına dikilmeni istiyoruz" diye terceme ettiğimiz cümlesi, Allah dan düşmanların
yönünü geri çevirmesini, serlerini defetmesini, müslümanlarla kâfirler arasına
girmesini istemek mânâsına bir duadır. Çünkü Allah'ın kendilerine hasım olduğu
bir milletin iflah olması mümkün olmadığı gibi, Allah'ın taraftan olduğu
milletler için de yenilgi ve zillet söz konusu olmaz. Hadis-i şerif düşmandan
korktuğu hallerde, Hz. Peygamber'in metinde geçen ifâdelerle Allah'a dua
ettiği anlaşılmaktadır. "İnsan ve cinlerin şerrinden korunmuş olan Allah
Resulü, nasıl olur da düşmandan korkar ve öyle dua etme ihtiyacını
hisseder?" şeklindeki muhtemel soruyu şu şekillerde cevaplamak mümkündür.
1. Peygamber
(s.a.)'in beşer olma haysiyetiyle böyle bir korkuya düşmesi muhtemeldir. Çünkü
korkma insanda psikolojik bir vakıadır.
2. Hz.
Peygamber'in korkusu kendisi açısından değil, ashabı yönündendir.
3. Resulullah
(s.a.) korkmamıştır. Bu duayı ümmetine öğretmek için yapmıştır.[442]
1. Peygamberler
de korku hissederler.
2.Bir
topluluktan korkan kışı dua etmeli, Allah'a sığınmalıdır.[443]
İstihare lügatte, “hayr"
kökünden türeme olup "hayır isteme" manasınadır.
Istılahta, yapılmak
istenilen bir şeyin hayırlı olup olmadığına dair mânevi bir işaret elde
etmek.için yapılan duaya denir. Bu duadan önce "istihare namazı"
denilen iki rekat namaz kılınır.
Bir kimse yapmayı
tasarladığı mubah bir işin hayır veya şer mi, faydalı ya da zararlı mı olduğunu
önceden kestiremez. Kendisi için hayatî önemi hâiz konularda karar vermekten
âciz kalır, karar verme noktasında mütereddid ve tedirgin olabilir. Bu hal,
insan yaratılışının gerçeğidir. Bu yüzden insanlar eskiden beri verecekleri
mühim kararlardan önce bazı müsbet işaretler almak istemişler ve bu işaretlerin
yollarını aramışlardır. İslâm-dışı toplumların bu durumlarda başvurduğu yol,
genellikle falcılık ve kâhenet olmuştur. Eski Arablar arasında
"Ezlâm" denilen bir fal çeşidi yaygındı. Arabların ezlâmi üç oktan
ibaretti. Bunlardan birincisinde; "Emeranî Rabbî: Rabbim bana
emretti"; ikincisinde "nehânî Rabbi: Rabbim beni nehyetti"
üçüncüsünde de "Gaflet" yazılı idi. Bir iş yapmayı tasarlayan kişi
belirli bir ücret veya kurban karşılığı bu oklardan çeker, birincisi çıkarsa
tasarladığı işi tatbike koyulur, ikincisi çıkarsa vazgeçer, üçüncüsü çıkarsa
fal tekrarlanırdı.
İslâm dini, "Ey
inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir.
Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz"[444]
âyeti ile falcılığı yasaklamış hüsnü zan, iyi söz ve istihareyi tavsiye
etmiştir.
İstihare namazı ve
duası mü'mine ruhî bir dayanak olduğu için Hz. Peygamber falcılığa ve kehânete
karşı istihareye büyük önem vermiştir. Bu babdaki hadis de geleceği üzere Hz.
Câbir'in tabiriyle istihare duasını Kur'an-ı Kerim öğretir gibi öğretmiştir.
Ebû Davud'un Hz.
Câbir'den naklettiği istihare duası ayrıca İbn Mes'-ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî,
Hz. Ebû Bekir, Ebû Saîd el-Hudrî, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Abbâs,
Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre ve Enes b. Mâlik gibi büyük sahâbiler tarafından
da rivayet edilmiştir. Bu durumda istiharenin önemine işaret eder.
Enes b. Mâlik'in
rivayet ettiği bir hadisde Peygamber (s.a.); "İstihare eden ziyan etmez,
danışarak hareket eden pişman olmaz, tutumlu olan da muhtaç duruma düşmez"
buyurmuştur.
Evlenme, ticârete
atılma, uzun yolculuğa çıkma gibi önemli olayların sonucu, işin başında
kestirilemez. Kâr mı zarar mı elde edileceği, hayırlı olup olmayacağı önceden
bilinemez. Kişinin yapıp yapmamakta serbest olduğu bu durumlarda istihare
mü'min için önemli bir dayanaktır. Gönlün sonu bilinmeyen şeye yönelmesi kadar
zor bir şey yoktur. Hepimizin başından geçen ve geçmekte olan akıl ve
bilgimizle halli mümkün olmayan böyle müşkül zamanlarda mü'minler için
istihare, ruhu takviye eden ilâhî bir sığınaktır. Fikrî karışık ve kararsız
olduğu bir sırada mü'minin Allah'ın huzurunda el bağlayarak iki rekat namaz
kılması peşinden diz çöküp duâ etmesi, Rabbin-den, kendisim hayır ve saadete
yöneltmesini dilemesi şüphesiz gönlünde bir hafiflik doğurur. Allah'ın, duâ
edenin duasını kabul edeceğine dair va'dini bilip inanarak ona dua etmesi,
kendisine hayrın geleceğinden emin olarak irâdesini kuvvetlendirir, istihare
ettiği iş hakkında gönlünde bir genişlik ve huzur belirir. Eğer ilk istiharesi
sonunda tam bir huzura kavuşamazsa, istiharesini yediye kadar tekrar eder.
Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber; "Ey
Enes! Bir işe teşebbüs etmek istediğinde o iş hakkında yedi kere istihare et.
Sonra gönlünden geçen temayüle bak. Çünkü hayır gönlündeki temayüldedir,"
buyurur.
İstiharenin kabule
şâyân olup olmamasında istihare edenin imanı ve samimiyetinin büyük tesiri
vardır. Seçkin kişilerin vicdanlarındaki safiyet, ahlâk ve inançlarındaki
sağlamlığın tesiri ile kalbleri ilâhî feyzlere hazır olur. Kendilerinde böyle
faziletleri görmeyenlerin iman ve ahlâkları konusunda hüsn-ü zan besledikleri
kişilere istihare ettirmeleri daha uygundur, diyenler dahi vardır.
İstiharede tüm
işlerimizi Allah'a bırakmak gibi fevkalâde önemli bir ahlâkî ve dinî davranış
vardır. "Sizin hoşlanmadığınız nice şeylerin hakkınızda hayır olması
umulur"[445] âyetinin delaletiyle
anlıyoruz ki, insanlığın idraki, henüz tahakkuk etmemiş olayların sonucunu
anlamaya yeterli değildir. Nitekim bizim şer zannettiğimiz nice olayların
sonucunun hayır, ya da hayır zannettiklerimizin neticesinin şer olduğu çok çok
karşılaştığımız olaylardandır. İşte istihare kişinin yapacağı işte, o işin
sonucunu ta evvelden bilen Rabbin-den kendisini hayra yöneltmesini dilemesidir.
İstiharede bulunan
kişi, "Ya Rabbî! Yapmayı tasarladığım şu işin sonunun hayır mı yoksa şer
mi olacağını bilmekten âcizim" diyerek kendisinin bilmediğini itiraf
edip, aczini ortaya koyması ehl-i sünnet akidesidir. İnsanların bilmesi
Allah'ın bildirmesiyledir. Bu inançla işlerini Allah'a havale eden kişi,
işlerin sonunda sıkıntıya düşmez.
Şunu belirtmek gerekir
ki, istihare sonunun hayır mı yoksa şer mi olduğu bilinmeyen mubah işlerde
veya yapılıp yapılmamakta muhayyer olunan ya da vakti geniş olan vâcib ve
müstehaplarda meşru ve menduptur. Ama ilim tahsil etmek gibi sonunun hayır
olduğu belli olan durumlarda yâ da mekruh veya haramları terk ve vakti sınırlı
olan farz ve vâcibleri eda konusunda istihare yapılmaz.
İstiharenin şekli,
zamanı, istihare namazı şartları vs. babın hadisinin tercemesinden sonra şerh
bölümünde verilecektir.
İstiharenin mânâ ve
önemine dâir olan bu girişten sonra şimdi hadisin terceme ve izahına
geçebiliriz.[446]
1538.
...Câbir b. Abdullah (r.a.)'dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) bize Kur'an-ı
Kerim'den bir sure öğretir gibi istihareyi öğretir ve buyururdu ki:
"Biriniz bir işe
kalben azmettiğinde, farzın dışında (nafile olarak) iki rekat namaz kılsın ve
şöyle dua etsin: Allah'ım bilgin ile bana hakkımda hayırlı olanı bildirmeni
dilerim. Gücün yettiği için bana güç vermeni isterim. Hayırlı olan tarafın bana
açıklanması için senin o büyük fazl (ve kerem)inden isterim. Çünkü senin gücün
yeter, bense güçsüzüm. Sen bilirsin, bense bilmem. Sen gayblan da pek yakından
bilirsin.
Allah'ım! Eğer şu işin
-yapmak istediği şeyi isim olarak söyler-benim dinim, yaşayışım, âhiretim ve
işimin sonu açısından bana hayırlı olduğunu bilirsen (ki, şüphesiz bilirsin)
bunu bana nasib ve müyesser eyle, o işte bana feyz ve bereket ver.
Allah'ım! Eğer
bilirsen ki (bildiğinde şüphe yoktur) şu iş -evvelkinde olduğu gibi (benim
dinim, yaşayışım^ âhiretim ve işimin sonu itibariyle)- şer ise, beni o işten ve
onu benden çevir. Benim için hayır nerede ise, onu bana mukadder ve müyesser
eyle. Gönlümü o işten hoşnut kıl."
Yada istihare yapan
kişi sözlerinin yerine, " = dünya ve âhiretim hakkında da" diyebilir.[447]
İbn Mesleme ve İbn
İsa, (hadisi rivayet ederlerken) Muhammed b. el-Münkedir ve Câbir
kelimelerinden önce "ân"lafzını kullanmışlardır.[448]
Hadis-i şerif
Müslümamn tüm işlerinde istihare yapmasını emretmekte ve istihare dua ve
namazını tarif etmektedir. Hz.Peygamberin bu emri bir tavsiye niteliğindedir.
Vücüba değil, nedbe delâlet eder. Ayrıca hadis-i şerifte istihare için herhangi
bir iş ayırımı yapılmamıştır, genel bir ifade kullanılmıştır. Buharı'deki:
"Resûlullah
(s.a.) bize tüm işlerde istihareyi öğretirdi" mealindeki hadis de
istiharenin ayırım yapılmadan bütün işlerde müstehâb olduğu zannı vermektedir.
Fakat bu hadiste umum kast edilmemiş istiharenin meşru olduğu tüm işler murad
edilmiştir. Hangi tür işlerin istihareye konu olacağı hadisten önceki
mukaddimede belirtilmiştir.
Râvî Hz. Câbir'in;
"Resûlullah bize istihareyi Kur'ân'dan bir sûre öğretir gibi
öğretirdi" demesi, Hz. Peygamberdin istihareye ne derece önem verdiğini
gösterdiği gibi insanların ona olan ihtiyacına da işaret etmektedir.
Peygamber (s.a.)
istihare için bir işe kalben azmedilmesini şart koşmuş ve bu azmi
"hemm" ile ifâde etmiştir. Bu demektir ki, "hemm"in dışında
kalbe gelen duygu ve arzulardan dolayı istihare yapılmaz.
İnsanın kalbine gelen
his ve arzuların bir kaç derecesi vardır. Bunlar:
1. Hâcis:
Kalbde belirip sür'atle geçen his,
2. Hatır:
Kalbde belirip kısa bir müddet eğlenen duygu.
3. Hadisü'n-nefs:
Bir duygunun kalbde belirip beğenilmesi, güzel görülmesidir.
Kalbe gelen bu arzular
ister iyi, ister kötü olsun, sevab veya günaha konu değildir. Ceza ve mükâfatı
gerektirmez.
4. Hemm:
Kalbe gelen bir arzuyu yapmanın tercih noktasına gelinmesidir. Bu dereceye ulaşan
iyi arzular için sevab yazılır, kötüleri için günah yazılmaz.
5. Azm:
Kalbde beliren bir şeye kat'î olarak karar verilmesi, O şeyin kalbde tam olarak
yerleşmesi. Bu dereceye ulaşan arzuların hem iyileri hem de kötüleri yazılır,
sevab veya günâha sebeb olur.
îşte istihare bu
derecelerin dördüncüsü yani "hemm" ile ilgilidir. Çünkü iş
"azm" derecesine ulaşmışsa kişi onu yapmaya kesin karar vermiş, irâdesini
bir tarafa çevirmiştir. Bu merhalede olan bir kararı için istihare yapan bir
kişi arzusuna aykırı bir sonucun belirmesinden çekinir. Dolayısıyle bu şekilde
bir kararlılığa sahip olan kişinin istiharesinden sağlıklı bir sonucun alınması
güçtür.
Kalbindeki arzu ilk üç
derecede olan kişinin istiharesi ise, gereksizdir. Çünkü bu durumda olan kişi
henüz bir işi arzu etme noktasına gelmiş değildir.
Hadisteki “hemm"den
maksadın, azm olmasının muhtemel olduğu görüşünde olanlar da vardır.
İbn Ebî Cemre kalbin
eğilimlerini "hemme, lemme, hatre, niyet, irâde ve azimet" olmak
üzere altıya ayırmış, bunlardan ilk üçünün kalbe bir doğuş olup orada
kalmadığını dolayısıyla bunlara hiçbir şer'î hükmün terettüp etmediğini
söylemiştir. Son üçünde ise, şuurun, yapıp yapmamaktan bir tarafa kesin olarak
temayülü ve sahibinin o emre tamamen teveccühü vardır. Bu çeşit ruhî haller
sevab veya günaha sebeptir.
İbn Ebi Cemre
istiharenin ikinci gruptaki dereceleri olmadan ilk üç derece esnasında
yapılması gerektiğini söyler ve hadis-i şerifteki "hemm" tâbirinden
Resûlullah'ın muradının da bu olduğunun anlaşıldığını kayd eder.
Hz. Peygamber, bir
şeyi yapmak isteyen kişinin önce iki rekat namaz kılacağını ama bu namazın
farzların hâricinde bir namaz olacağını belirtmiştir. Bu ifâdeden, revâtib
sünnetlerin de istihare namazı yerine geçebileceği anlaşılmaktadır. Ancak bu
durumda Nevevî'nin beyânına göre, sünnetin istihare niyeti ile kılınması
gerekir.
Zeynuddin îrâkî,
istihare hadisinin çeşitli rivayetlerinin hiçbirisinde istihare namazında
okunacak sûre veya âyet konusunda hiçbir açıklığın olmadığını söyler. Nevevî
ve Gazâlî ise, istihare namazının birinci rekatında Fâtiha'dan sonra
"Kâfirim" ikincisinde ise, "İhlâs" sûrelerini okumanın müstehab
olduğunu belirtirler. Birinci rekatte Fâtiha'dan sonra Kasas Sûresinin (sure
28) 68. ve 69. ayetlerini, ikincisinde de; Ahzab suresinin (sure 33) 36.
ayetini okumanın müstehab olduğunu söyleyenlerde vardır.
En güzelinin bu farklı
rivayetleri birleştirerek; birinci rekatte Kâfirim suresi ile Kasas suresinin
6. ve 69. âyetlerini; ikinci rekatte de İhlâs Suresi ile Ahzab Suresinin 36.
âyetini birlikte okumak olduğu da belirtilmektedir.
Hadis-i şerifte
istihare namazı için bir zamanın tayin edilmemiş olmasından, namaz kılınması
mekruh olan vakitlerin dışında herhangi bir vakitte istihare namazının
kılınabileceği sonucuna varılmıştır. Ama uygulama genellikle namazın gece
yatmadan evvel kılınıp abdestli olarak yatılması biçimindedir. İstihare
namazının duadan önce olması istihare edenin dünya ve âhiret saadetlerini
müştereken istediğine işaret hikmetine dayanır.
İstihare duâsındaki şart
cümlesinin tam Türkçe karşılığı "Allah'ım, eğer sen bflirsen"dir.
Allah'ın bilmediği hiçbir şey olmadığı halde, ibarenin sanki Allah'ın ilminde
şüphe varmış gibi bir ifâde ile sunuluşu üç ayrı yolla tefsir edilmiştir:
a. Bu sözün
mânâsı "senin ezeli ilminde bu işin benim hakkımda hayırlı olduğu takdir
edilmişse" demektir. Bu tefsir Aliyyü'l-Kaari'ye aittir.
b. Tiybî'ye
göre mânâ: "Allah'ım, sen bilirsin" demektir.
c. Burada
"tecâhül-i arif" denilen edebî sanat vardır. Bu san'at kişinin
bildiğini daha kesin olarak ifade etmek için kullandığı bir söz şeklidir.
îlk iki tefsir sözü
zahirinden çıkarmayı gerektirdiği halde, üçüncüsünde böyle bir zorunluluk
yoktur. Onun için terceme üçüncü şıkka göre yapılmıştır. Allah'ın her şeyi
bildiğine parantez içerisinde işaret edilmiştir.
Duadaki "bana nasib
et" diye terceme ettiğimiz ifâdesi de ulemânın izahına konu olmuştur:
sözünü dâl'inötresiile
zabt edenler olmuştur: "Bu işi bana makdur ve müyesser eyle"
demektir. Dua, lügavî konulusu itibariyle geleceğe bağlıdır, geçmişe şâmil
olmaz. Çünkü duâ bir talebtir, geçmişi taleb ise, muhaldir. Buna göre istihare
duasının gereği ilahî takdirin gelecek zamanda vücudunu kabul demek olur.
Halbuki ilâhî takdirin tümü ezelîdir. Ezelde vaki olmuştur, kulun duâsıyle veya
başka bir sebeble Allah'ın takdirini baştan istemesi mümkün değildir. Bundan
dolayı istihare duâsındaki takdir, mecaz olarak ' 'teysir: kolaylık"
manâsına hami olunur. Bu suretle ifâdesi atf-ı tefsir olur. Bazıları ise,
üzerinde durulan
tâbiri;
"Allah'ım! Bu işi benim kudretimin altına koy, bana bu işi başaracak güç
ver" diye tefsir etmişlerdir.
Nevevî, istiharede
bulunan bir kimsenin istihare neticesinde kalbinin karar kıldığı şeyi yapması
gerektiğini söyleyerek şöyle der: "Kişi istihareden önce gönlüne gelen
açık arzuya itimad etmemeli, şahsî ihtiyarını terk etmelidir. Aksi halde Allah
için değil, kendi hevesi için istihare etmiş olur."
Aliyyu'l-Karî'nin
ifâdesine göre, "bir iş için istiharede bulunan kişi, istihareden sonra
gönlünde nefsinin isteklerinden ayrı bir genişlik ve meylin uyanması için bir
müddet beklemesi gerekir. Bu müddet zarfında gönlünde açık bir temayül
belirmezse, zahir olan, bu açık meyi belirinceye kadar istihare namazına devam
etmesidir. Bazıları yediye kadar tekrar edeceğini söyler, îş acele olur da
tekrara tahammül bulunmazsa, şu şekilde duâ edilmelidir: "Allah'ım, bana
hayır ver, benim için hayrı seç ve beni kendi ihtiyarıma bırakma."
İstihare namazım
kılmak mümkün olmaz ise, sadece duâsıyle iktifa edilir. Bazı rivayet farkları
yüzünden çeşitli kaynaklarda zikredilen istihare duaları arasında ufak tefek
ayrılıklar varsa da bunlar mânâya tesir edecek ehemmiyette değildir ve bu
duaların hepsi istihare duasıdır. Herhangi birisinin okunması caizdir.
İstihare yapmak
isteyen kişi yukarıda izah edildiği şekilde önce iki rekat namaz kılar. Bu
namazın birinci rekatinde (Meşhur görüşe göre) Kâfirûn, ikincisinde de İhlâs
sûresini okur. Namazdan sonra istihare duasını okur ve abdestli olarak kıbleye
doğru yönelip yatar. Rüyasında beyaz veya yeşil görmesi hayra, siyah veya
kırmızı görmesi ise, şerre alâmet sayılır. Ancak, bunun dayanağım bilmiyoruz.
Bu şekilde yedi gece tekrarlanması ve kalbe ilk gelene bakılması bir hadis-i
şerifte belirtilmiştir.[449]
1. Hadis-i
şerif Hz. Peygamberin ümmetine olan şefkatine ve onun her fırsatta ümmetine
hayır yollarını gösterdiğine delildir.
2. İyiliği
veya fenalığı bilinmeyen işler için istihare namazı ve duası müstehabtır. Bu
konudaki bazı hadislere şerh esnasında temas edilmiştir. Hâ-kim'in Sa'd b. Ebi
Vafckâs (r.a.) vasıtasiyle Resûlullah (s.a.)'dan rivayet ettiği bir hadisi de
şu mealdedir: "Çok istihare yapması ve Allah'ın hükmüne razı olması
Ademoğlumın saadetinden, istihareyi terk etmesi ve Allah'ın hükmüne rızasızlığı
da onun bedbahtlığındandır."[450]
3. Kul tüm
işlerini Allah'a havale etmelidir.
4. Kulların
bilgi ve güçleri Allah'ın bildirmesi ve kuvvet vermesine bağlıdır. Bu, ehl-i
sünnet akidesidir.
5. İstihare
için muayyen bir vakit yoktur. Mekruh vakitler dışında her zaman yapılabilir.[451]
1539.
...Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'den; demiştir ki:
Resûlullah sallellahu
aleyhi ve sellem, beş şeyden (Allah'a) sığınırdı: Korkaklıktan, cimrilikten,
kötü ömür (ihtiyarlık)dan, kalb fitnesinden ve kabir azabından.[452]
Hadis-i şerif,
Peygamber (s.a.)'in beş şeyden Allah'a sığındığını göstermektedir. Ancak bu
sayı Resulüllah'ın Allah'a sığındığı şeyleri tahdid anlamında alınmamalıdır.
Nitekim ileride gelecek olan hadislerde Hz. Peygamber'in başka şeylerden de
Allah'a sığındığı belirtilmektedir. Hz. Ömer'in Efendimizi bu beş şeyden
istiâze ederken işitip haber vermesi başka şeylerden istiâze etmediğine delâlet
etmez.
Resul-i Ekrem'in bu
beş şeyden Allah'a sığınmasındaki hikmetleri şu şekilde izah etmek mümkündür:
Korkaklık: Müslümamn
cihâd etmesine, emir bil-ma'ruf nehy-i ani'l-münker vazifesini yerine
getirmesine ve zâlim sultan karşısında hakkı söylemesine mânidir. Kişinin
âsileri cezalandırmasına, mazlumlara yardım etmesine engeldir. Onun için
müslümana yakışmayan bir haslettir. Bu yüzden Resul-i Ekrem korkaklıktan
Allah'a sığınmıştır.
Korkaklığın zıddı
cesarettir. Korkaklık ne derece beğenilmeyen bir huysa, cesaret de o nisbette
övgüye lâyık bir haslettir. Cesaretli kişiler, ihtiyaç zamanında tehlikelerden
yılmazlar. Cesaretin aşırı derecesine "tehevvür" denilir. Bir şeyin
ilerisini gerisini düşünmeden heyecanla atılmak tedbirsizliktir, tehevvürdür.
Korkaklık gibi tehevvür de kötü bir özelliktir.
Resul-i Ekrem bir
hadis-i şerifte: "Korkaklıkta ar, ileri gitmekte şeref vardır. İnsan korku
ile kaderin hükmünden kurtulamaz" buyurur.
Cimrilik: Aklın ve
dinin maddi yardım yapılmasını gerekli kıldığı yerlere yardım etmemektir. Örf
itibariyle "mâlî görevleri ifa etmemek" şeklinde tarif edilen
cimriliğe arablar, "ihtiyacından fazla olan şeyi, isteyenden
kıskanmak" demişlerdir. Türkçede cimriliğe, pintilik de denilir.
Cimrilik, müslümamn
mâîî ibâdetleri yapmasına mani olur. Fakir ve muhtaçlara yardım duygusunu
köreltir. Kişiyi bencilleştirir. Mal ve dünya sevgisini artırıp âh'reti
unutturur. Şu mealdeki âyet-i kerime, cimriliğin ne kadar kötü olduğunu en açık
şekilde ortaya koymaktadır. "Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde
cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar,
bilakis bu, onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü
boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden
haberdârdır."[453]
Cimriliğin kötülüğü
konusunda bir çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan en şümullüsü "Mü'min
cimri olur mu?" sorusuna Resûlullah'ın verdiği "Hayır"
cevabıdır.
Cimriliğin zıddı
cömertliktir. Cömert insanlar, muhtaçlara ve hayır kurumlarına yardım ederler.
Müsafire ikram etmekten zevk duyarlar. Ferdî ve sosyal her türlü hayırlı
şeylere koşarlar. Bunu bir başkasının ayıplamasından veya zorlamasından değil.
İçten gelerek yaparlar. Cömert olanlar aynı zamanda tasarruf sahibi de olurlar.
Çünkü tasarruf hiç sarfetmemek ya da vara yoğa saçıp savurmak değil, kişinin
şahsiyet ve mevkiine göre harcaması demektir.
Hz. Peygamber bir
hadis-i şerifte "Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği ise,
hastalıktır" buyurarak, bu iki hasletin mevkilerini gayet güzel bir
şekilde ifâde etmiştir.
Cömertliğin aşırısı
israftır, saçıp savurmadır. İslâm bunu da yasaklamıştır. Bir âyet-i kerimede,
"Yeyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz, şüphesiz O (Allah) israf edenleri
sevmez"[454] buyurulmaktadır.
Kötü ömür: Tercemede
de işaret edildiği üzere ihtiyarlıktan kinayedir. Ancak maksat, şuurun
kaybedilmesine sebeb olan arzu ve duyguların çocuk arzu ve duygularına
dönüştüğü derecedeki ihtiyarlıktır. Kur'an-ı Kerim bu devreyi diye tanımlar. Allah
(c.c.) şöyle buyurur: "Allah (c.c.) sizi yaratmıştır. Sonra öldürecektir,
içinizden bir kısmı da ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken
bilmez olurlar, doğrusu Allah bilendir, her şeye kadirdir"[455]
Buharî'nin Sa'd b. Ebi
Vakkas (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste belirtildiğine göre Peygamber
(s.a.), "Allahım! Erzel-i ömre (ömrün en rezil haline) döndürülmekten de
sana sığınırını"[456]
diye dua etmiştir.
Söylediğini bilmez,
şuuruna sahib olamaz, ibâdetleri hakkıyla yapamaz bir hale gelen, çocukların
maskarası olan bir ihtiyar gözönüne alınırsa, Hz. Peygamber'in duasındaki
hikmet daha kolay anlaşılır.
Kalbin Fitnesi: Kalbe
gelen şeytânı vesveseler, günâh işleme ve isyan arzusu, kin, kıskançlık, bozuk
inanç ve kötü ahlâk gibi kalbi kaplayan şeylerdir. İbnu'l-Cevzî kalbin
fitnesini "kişinin tevbe etmeden ölmesi" diye tarif etmiştir. Tıybî
ise, maksadın; "Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini
İslâmiyete açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi kalbini dar
ve sıkıntılı kılar. Allah böylece inanmayanları küfür bataklığına bırakır"[457]
âyet-i kerimesindeki darlık olduğunu söyler.
Bu anlayışa göre
kalbin fitnesi, dünyaya sarılmak, âhiretten yüz çevirmektir. Çünkü bu durumda
olan kişinin iman ve İslama gönül vermesi, taate devam etmesi dikine göğe
tırmanmak gibi imkânsız hâle gelir. İslâm ve istikâmet deyince canı sıkılır,
daralır, bunalır. Tıkanır, yan büker, yoldan çıkar, içinden çıkılmaz bataklara
batar, gider.
Resûlullah'ın kalbin
fitnesinden Allah'a sığınmasına sebeb, kalbin bozukluğunun bedenin tümünün
bozukluğuna sebeb olmasıdır. Çünkü onun bozulması ile tüm beden bozulur, onun
düzelmesiyle tüm vücud düzelir. Bundan dolayı: "Kalb melik, beden ve
uzuvlar tebaa gibidir. Tebaa melikin düzgünlüğü ile düzgün, bozukluğu ile
bozuk olur" denilmiştir. Aynı şekilde kalb tarlaya, vücudun hareketleri de
bitkiye benzetilir; arazi ne kadar iyi olursa, mahsulü de o ölçüde iyi olur.
Arazinin bozukluğu bitkinin de bozukluğuna sebeb olur. Nitekim Cenab-ı Allah
şöyle buyurmuştur: "İyi toprak Ruh bini ti izniyle bitki verir, çorak
toprak kavruk bitki çıkarır. Şükredecek millet için böylece âyetleri yerli
yerince açıklarız."[458]
Buhârî ve Müslim'in
Nu'man b. Beşir (r.anhuma)'dan rivayet ettikleri bir hadiste Peygamber (s.a.);
"...Haberiniz olsun! Bedende bir et parçası vardır; o iyi olduğu zaman tüm
beden iyi olur, o bozulduğu zaman da tüm vücud bozulur. Dikkat edin o
kalbtir" buyurmuştur.[459]
Bu izahlar ve nakiller
gözönüne alınınca, Hz. Peygamberin, vücudun azalarının yaptıklarından değil de
kalbin fitnesinden Allah'a sığınmasında-ki hikmet daha iyi anlaşılır.
Kabir Azabı:
Hadisimize göre, Hz. Peygamberin Allah'a sığındığı şeylerin sonuncusu kabir
azabıdır. Ölen kişinin Cennet mükâfatından önce alacağı bir mükâfat veya
Cehennem azabından evvel göreceği bir azab vardır. Bu azab öldükten hemen sonra
münker-nekir denilen meleklerin sorularından itibaren başlar.
Her ne kadar bu azaba
kabir azabı deniyorsa da, haddizatında kabre mahsus değildir. Ceset bir denizin
dibinde veya bir canavarın karnında bile olsa, bu azab ile karşılaşacaktır. Bu
azaba kabir azabı denilmesi insanların büyük çoğunluğunun karada ölüp kabre
gömülmesinden dolayıdır.
Kabir bir azab yeri
olduğu gibi bir mükâfat yeri de olabilir. Nitekim Tirmizî'nin Ebû Said
el-Hudrî'den rivayet ettiği uzunca bir hadisin sonunda Hz. Peygamber'in
"Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından
bir çukurdur" buyurduğu belirtilmektedir. Kişinin kabirde karşılaşacağı
şeyin ceza da mükâfat da olması muhtemel olduğu halde, daha çok kabir azabı
diye meşhur olmasına sebep, allâme Taftazânî'nin ifâdesine göre; ya kabir
azabı konusundaki hadislerin çokluğu ya da ölenlerin büyük çoğunluğunun azabı
hakkeden kâfirler ve âsiler olmasıdır.
Ehl-i Sünnet
ulemasının tümüne göre kabir azabı haktır. Bazı Mu'tezilelerle Peygamberliğin
aslında Hz. Ali'nin hakkı olduğunu fakat Cebrail'in yanlışlıkla Muhammed
(s.a.)'e getirdiğini iddia eden Râfizîler, kabir azabını inkâr ederler.
Kabir azabının
varlığına delâlet eden âyet ve hadislere geçmeden önce kabul etmeyenlerin
itirazlarını ve bu itirazlara verilen cevablara kısaca göz atalım.
Kabir azabını kabul
etmeyenlerin itirazları aklî ve naklî olmak üzere iki grubta toplanabilir:
a. Aklî itirazlar: Ölü taş gibidir, kendisinde ne hayat ne de idrâk mevcûddur. Hayat ve
idrâk olmayan câmid bir şeye azab mümkün değildir.
Bu itiraza şu şekilde
cevab verilmiştir:
Allah (c.c.) tüm
azablarda veya bir kısmında azabın vereceği acıyı veya nimetin vereceği lezzeti
alacak kadar bir hayat halk edebilir. Bu, yeşil ağaçta ateşi gizlemekten daha
zor değildir. Azab için ruhun bedene iadesi, azabın, izinin görülmesi şart
değildir. Nitekim suda boğulan veya vahşi hayvanlar tarafından yenilenler de
azab çekerler, ama bu görülmez. Allah (c.c.)'ın gücünü kudretini ve onun akü
almaz eser ve sırlarını düşünen kişi bunu garib bulmaz.
b. Naklî itirazlar: Bunlar da şu âyetlere dayanır:
1. Cenab-ı
Allah Kur'an-ı Kerim'de “ = (Cennetlikler) orada ilk ölümden başka bir Ölüm
tadmazlar.,."[460]
buyurmaktadır. Bu âyet insanların dünyadakinden başka ölüm tadmayacaklarını
bildirmekte, dolayısıyle de kabir hayatının olmadığına işaret etmektedir.
2. “Rabbimiz!
Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin... derler"[461]
âyeti iki ölüm ve iki dirilme olduğunu haber veriyor. Eğer kabir hayatı
olsaydı dirilişin üç olması gerekirdi. Biri dünyada (doğum), biri kabirde, biri
de haşirde.
3. “Sen
kabirlerdekilere işittiremezsin"[462] Bu
âyette Cenab-ı Hak iman etmeyen inatçı kâfirleri kabirdeki ölülere benzetmiş
ve kabirdeki ölülerin işitmeyeceği gibi bu kâfirlerin de söz dinlemeyecek
derecede hissiz olduklarını belirtmiştir. Bu âyet de kabir hayatının olmadığına
delâlet etmektedir.
Kabir hayatını inkâr
edenlerin görüşlerine esas aldıkları bu âyet-i kerimeleri şimdi sırayla kabir
hayatının varlığına işaret eden âyetlerin ve bunu açıkça belirten hadislerin
ışığı altında, kabir azabını ve mükâfatını kabul eden ulemânın çoğunluğunun bu
âyetleri izahına göz atalım.
1. İlk
âyetteki birinci ölüm muhale bağlanarak, cennetliklerin ebediyyen
ölmeyeceklerine dair olan hükmü kuvvetlendirmekten ibarettir. Maksat şudur:
"Cennette ölüm farzedilse dünyadaki ölüme kıyasla bir kere olması gerekir.
Halbuki Cennette o tek ölüm bile yoktur". Ayrıca birin veya ikinin isbâtı,
daha fazlasının olmamasını gerektirmez. Dolayısıyla bu âyet kabir hayatının
olmamasını gerektirmez.
2. İkinci
âyetteki iki ölüm ve iki diriltmeden maksat dünyadaki ve kabirdeki hayatlar ve
ölümlerdir." = Bizi dirilttin" sözlerinde âhiret hayatı açıkça zahir
olduğu için o hayat âyetteki "iki kere" ifâdesinin şümulünde
değildir.
3. Üçüncü
âyetten istifâde ile kabirdekilerin duymaması da onların azab görmeyeceklerine
delâlet etmez. Çünkü onların duymamaları, idrak etmemelerini gerektirmez. Öyle
olsaydı, sağırların hiçbir şey idrak etmemeleri gerekirdi. O halde .bu âyet de
kabir azabının olmayışına delâlet etmez.
Şimdi de kabir
hayatının ve bunun neticesi olarak kabir azabının varlığına işaret eden
delillere bakalım.
ayetler:
l. Kim de
beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve biz onu
kıyamet günü kör olarak hasrederiz"[463] İbn
Hıbbân'ın tahricine göre Hz. Peygamber (s.a.) buradaki “ = dar bir geçim"i kabir aza-
bıyla tefsir etmiştir.
2. " =
Çoğunlukla övünmek sîzi o kadar oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret
ettiniz"[464]
Tirmizî'nin rivayetine
göre Hz. Ali: "Biz kabir azabı hakkında şüphe edip duruyorduk, nihayet
Allah (c.c) sûresini indirdi"
demiştir.
3. = Biz onlara
iki kere azab edeceğiz."[465]
Katâde ve Rabî b. Enes, bu âyetin tefsirinde azabın birinin dUnyada, diğerinin
kabirde olacağını söylemişlerdir.
4. Nihayet
Allah (c.c.) onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden bu zatı korudu.Fir'avun'un
kavmini ise, kötü azab kuşatıverdi. (Azabdan biri de) ateştir ki, onlar sabah
akşam buna arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de "Fir'avn âlini azabın en
çetinine sokun" denilecek."[466]
Âyet-i kerimeler
Fir'avn ve peşinden gidenlerin uğrayacakları üç azabı haber vermektedir.
Bunlardan birincisi, Fir'avn'ın kavmini "kötü bir azabın
kuşatması"dır ki, dünyada uğratıldıkları denizde boğulma (vb.)
azabla-rıdır. İkincisi, "Sabah akşam arz olunacakları ateştir."
Kurtubî, bu azaba arz
olunmanın berzahta vuku bulacağı hususunda müfessirlerin cumhurunun ittifakı
olduğunu söyler. Mücâhid, İkrime, Mu-kâtil, Muhammed b. Ka'b gibi eski
müfessirler ise, bu azabın, kabir azabı olduğunu söylerler. İbn Mes'ud
(r.a.)'un "Fir'avn âline ve kâfirlerden Fir'avn ayarında olanlara sabah
akşam cehennemdeki duraklan gösterilecek ve işte ilerideki eviniz burasıdır
denilecektir" dediği rivayet edilir.
Üçüncüsü,
"Fir'avn ehlini azabın en çetinine sokun" denilecektir. Bu azab da
âhiretteki Cehennem azabıdır. Bu grubda zikredilen azabın öncekine atıf
edâtiyle bağlanması iki azabın ayrı ayrı olmasını gerektirir. Çünkü ma'tûf,
mâtufün-aleyhden başka olur.
Hadîsler:
1. Üzerinde
durduğumuz hadiste Efendimiz kabir azabından Allah'a sığındığına göre kabir
azabı vardır.
2. "Namazda
dua" konusunda (hadis no: 880) Peygamber (s.a.)'in namazda iken, kabir
azabından, Deccâl'in fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden günâhtan ve
borçtan Allah'a sığındığı bildirilmektedir.
3. Kitâbü's-Sünne'de
gelecek olan 4753 numaralı hadiste Hz. Peygamberin iki veya üç kere
"kabir azabından Allah'a sığınınız" buyurduğu rivayet edilmiştir.
4. Yine
Kitâbü's-Sünne'de 4750 numaralı hadiste belirtildiğine göre Peygamber (s.a.)
müslümana kabirde soru sorulacağını haber vermiştir.
5. "Kabir
azabının çoğu idrardandır."
6. İbn Abbas
(r.anhuma)'ın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber iki yeni kabrin yanından
geçerken "şüphesiz bu ikisine azab ediliyor..." buyurmuştur. Aynı
mânâda Ebü Bekre'den de bir rivayet vardır.
7. "...Kabir
ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir
çukurdur."
8. Hz.
Âişe'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) "Kabir azabı
haktır" buyurmuştur.
9. Buhârî'nin
rivayetine göre, bir yahudi karısı Aişe (r.anha)'ya gelip "Allah seni
kabir azabından korusun" diye dua etmiş, bunun üzerine Hz. Aişe,
Resulüllah'a "insanlar kabirlerinde azab edilecekler mi?" diye
sormuş. Efendimiz de "ondan (kabir azabından) Allah'a sığınırım"
buyurmuştur.
Serrâc'ın Müsned'inde
Mesrûk'dan bu hâdise nakledilirken, Peygamber (s.a.)'in "Evet kabir azabı
haktır" buyurduğu rivayet edilir.
Kabir azabının
varlığına açıkça işaret eden başka hadisler de vardır. Bunların tamamım buraya
nakletmek geniş yer kaplayacaktır. Onun için bu kadarla iktifa ediyoruz, Akâid
ulemâsının kabir azabı hakkındaki hadislerin çokluğundan dolayı bunun manen
mütevâtir sayıldığım söyledikleri de göz-önüne alınırsa, artık bunu inkâra
mecal kalmadığı ortaya çıkar.
Kabir azabının
tahakkuku için ölünün diriltilmesinin şart olup olmadığında farklı görüşler
vardır. Sahih görüşe göre ölünün diriltilmesi gerekir. Bunu gerekli görenler de
ruhun iadesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Ebû Hanîfe'nin bu konuda görüş
beyân etmediği nakledilir.[467]
1. Hadis-i
şerif, günahlardan masum olmasına ve devamlı surette Allah in kontrol ve
gözetimi altında bulunmasına rağmen, Rasulullah'ın devamlı olarak dua ettiğine
ve kendisini kötülüklerden koruması için Allah'a yalvardığına delalet
etmektedir.
Hz. Peygamberin bu
duası ümmetine öğretmek ya da Allah karşısındaki muhtaçlığını hissettirmek
gayesine mebnî olmalıdır.
2. Kabir
azabı haktır.[468]
1540.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet edildiğine göre; Resülullah (s.a.);
"Allahım! Şüphesiz ben acizlikten, tenbellikten, korkaklıktan, cimrilik
ve ihtiyarlıktan sana sığınının. Kabir azabından, ölümün ve hayatın fitnesinden
sana sığınırım" diye dua edermiş.[469]
Bundan evvelki hadisin
açıklamasında Peygamber (s.a.)'in değişik ifâdelerle hayatın bazı
sıkıntılarından Allah'a sığındığı belirtilmişti. Bu hadis-i şerifte belirtilen
ve tab'an insanın hoşuna gitmeyen şeyler de Efendimizin isti'âzesine konu
olmuştur. Bunlardan bir kısmının izahı önceki hadiste geçti orada geçmeyenler
şunlardır:
Acizlik: Bu terim esas
itibariyle bir şeye güç yetirememe manasınadır. Burada kast edilen hayır ve
ibâdetten düşmana karşı durmaktan acizliktir. Yoksa mutlak manâsıyla Allah'tan
başka her varlık âcizdir. Aczin insandan soyutlanması mümkün değildir.
Tenbellik: Bundan
murad, dünyevî işlerdeki tenbellik olabileceği gibi hayır ve hasenatta ağır
davranma anlamındaki tenbellik de olabilir.
Korkaklık, cimrilik ve
ihtiyarlık ile kabir azabı önceki hadisin açıklama kısmında geçmiştir. Ancak
ihtiyarlık evvelki hadiste "Sû'ül-ömr" olarak ifâde edilmişti.
Ölüm ve hayatın
fitnesinden maksadın ne olduğuna dair bilgi de "Namazda dua"
konusunda 880. no'lu hadiste yer almıştır.[470]
1541. ...Enes
b. Mâlik (r.a.)'den; demiştir ki:
Ben Resûlullah
(s.a.)'a hizmet ederken onun çokça şöyle dediğini işitirdim:
"Allah'ım geçmişe
ve geleceğe âit sıkıntılardan, borçların ağırlığından ve düşmanların
galebesinden sana sığınırım."[471]
(Râvî) Ya'kûb b.
Abdurrahman, rivayetinde TeymVnin zikrettiklerinin bazılarım zikretti.[472]
Hemm ve Hazen; Hüzn, üzüntü,
keder mânâlanndandır.Ancak hemm de, çok ileride olacak üzüntülerle, hüzn veya
hazen ise geçmişte kaçırılan dünya ve ahiret hayırlarından dolayı duyulan kederlerle
ilgilidir.
"Borçların ağırlığı"
diye terceme ettiğimiz, kelimesi, bazı nüshalarda ilk harf olmak üzere şeklinde
zabt olunmuştur.Eğrilik, da aksaklık, topallık mânâlarına gelir. Ağırlık, yük
altındaki kişinin bükülmesine ya da aksamasına sebeb olduğu için borcun
vereceği ağırlık mecazen bu şekilde ifâde buyurulmuştur. Borç, borçluyu düzgün
yoldan ayıracağı için yukarıdaki ifâde şeklinin tercih edilmiş olması da
mümkündür. Bu hâl ancak alacaklının ısrarla istemesi karşısında borçlunun
borcu ödemekten âciz olması hâlinde tasavvur edilir.
"Düşmanların galebesi"
olarak terceme edilen terkibinin tam
karşılığı "insanların galebesi" ya da "insanlara
galebe"dir. Birinci mana kelimesinin failine, ikincisi de mef ûlüne
izafesi suretiyle verilebilecek mânâlardır. Bu durumda Efendimiz hem insanların
zulmüne uğramaktan hem de insanlara zulmetmekten Allah (c.c.)'a sığınmış demektir.
İki türlü anlayışa tercemede işaret zor olacağı için sadece "insanların
zulmü" mevzuu bahs edilmiş, kişiye zulm düşman tarafından geleceği için
insan "düşman" diye tahsis edilmiştir.
Buharı sarihlerinden
Kirmanı, bu dua ile ilgili olarak şöyle der: "Bu dua, geniş mânâları içine
alan veciz sözlerdendir. Çünkü kötülükler, aklî, gazabî ve şehevî kuvvetlere
göre nefsî, bedenî ve haricîdirler. Kederler, aklî; aşağılıklarla korkaklık,
gazabî; kötülüklerle cimrilik, şehevî; rezilliklerle acz ve tenbellik, bedenî;
borcun ağırlığı ve galebe de haricî kötülüklerle alakalıdır. Son ikisinden
birincisi mal, ikincisi de çevre ile ilgilidir. Dua işte bunların tümünü
kapsamaktadır."
Nesâî'nin rivayeti
"Allahım! Düşmanın ve borcun üstünlüğünden düşmanların şamatasından sana
sığınırım" mânâsını verecek şekildedir.
Hadisin sonunda Yakub
b. Abdurrahman'ın, Teymî'nkı zikrettiklerinden bazılarını söylediği ifâde
edilmiştir. Teymî bir önceki hadisin râvilerin* dendir. Mutemir'in babası
Süleyman b. Tarhân et-Teymî'dir.
Bu izahtan
anlaşılacağı üzere üzerinde durduğumuz hadisin râvisî, önceki hadiste
zikredilenlerin bazılarını da söylemiştir. Ancak bu kısımların neler olduğuna
dâir bir açıklık mevcut değildir.[473]
1542.
...Abdullah b. Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.)
ashaba şu duayı Kur'an-ı Kerim'den bir sûre öğretir gibi öğretirdi:
"Allah'ım! Cehennem azabından, kabir azabından sana sığınırım.
Mesîhu'd-Deccârin fitnesinden, ölüm ve hayatın fitnesinden sana
sığınırım."[474]
Bu hadis-i şerifte
zikri geçen duanın ihtiva ettiği bölümler daha evvel geçen bazı hadislerde de
geçmiştir. O hadislerde gerekli bilgiler verilmiştir.[475]
Hadiste Deccâl için
"Mesîh" tâbiri de kullanılmıştır. Buna sebeb Deccal'in gözünün
silinmiş (mesh edilmiş) olmasıdır.
Deccâl, "yalan
söyleyen, hakkı çokça örten, karıştıran" manalarına gelir. Bilindiği gibi
Deccâl âhir zamanda çıkacak, tanrılığını iddia edip insanları buna davet
edecektir.
Peygamber (s.a.) onun
geleceğini haber vermek ve insanların onun fitnesinden sakınmalarını temin
etmek maksadıyla, onun fitnesinden Allah'a sığınmıştır.
Bu konuda da geniş
izah 880 nolu hadisde geçmiştir. Ayrıca 4315 ve devamında gelecek olan
hadislerde Deccâl'le ilgili bilgiler gelecektir.[476]
1543.
...Âişe (r.anhâ)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şu sözlerle
duâ ederdi:
"Allah'ım!
Cehennemin fitnesinden (Cehenneme götürecek kötü amellerden) Cehennemin
azabından zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım."[477]
Hadis-i şerifin İbn
Mâce'deki rivayeti şu mânâyı verecek lafızlar ihtiva etmektedir: "Şüphesiz
Resülullah (s.a.) şu sözlerle dua ederdi: Allah mı, cehennemin fitnesinden ve
azabından, kabrin fitnesinden ve azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden ve
fakirlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Mesihü'd-Deccâl'in fitnesinden de
sana sığınırım. Allah'ım! Hatalarımı kar ve dolu suyuyla yıka, beyaz elbiseyi
kirlerden temizlediğin gibi, benim kalbimi de hatalardan temizle. Doğu ile
batının arasım açtığın gibi benimle halalarımın arasım da aç. Allah'ım!
Tenbellikten, ihtiyarlıktan, günahtan ve borçtan sana sığınırım."
Görüldüğü gibi İbn
Mâce'nin rivayeti oldukça uzundur.
Hadis-i şerifte beyân
edilen "Cehennemin fitnesi"nden maksat, "kişinin Cehenneme
girmesine sebeb olacak olan kötü amellerdir." Efendimiz hem bu amellerden
hem de Cehennem azabından Rabbine sığınmıştır. Çeşitli vesilelerle ifâde
edildiği gibi, Hz. Peygamber'in bu şekilde dua etmesi Cehenneme gireceği
korkusundan değil, ümmetine öğretme maksadına mebnidir.
Zenginliğin Şerri:
Allah'ın verdiği malda cimrilik edip onun istediği yollarda harcamamak, zekât,
fitre gibi mâli görevleri ihmal etmek ya da malı haram yollarda harcamak ve mal
sebebiyle kibirlenmek, övünmektir.
Fakirliğin Şerri:
Allah'ın verdiğine razı olmamak, Allah'ın taksimine isyan etmek, yoksulluğa
sabretmemek, zenginlerin elindekini kıskanıp ona göz dikmektir.
Fakirliğin çeşitli
mânâları vardır:
a. Mal azlığı
zekâtın sarf yerlerinin belirtildiği âyette geçen fukara, malı az olanlardır.
b. Nefsin
fakirliği. Bu, nefsin tama ve aç gözlülüğüdür. "Kanaati yitiren kişiyi
mal zenginleştirmez" diye meşhur olan sözde kast edilen bu fakirliktir.
c. Allah'a
muhtaçlık: Bu nevi fakirlik, zengin-fakir, zayıf-kuvvetli tüm insanlığa
şâmildir. = Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız"[478]
âyet-i kerimesinde bu fakirliğe işaret edilmiştir.
Hz. Peygamberin
duasında, Allah'a sığındığı fakirlik şüphesiz ilk iki sınıf fakirliktir.
Allah'ın koruması olmasa, mal ya da nefis fakirliğinin sebeb olmayacağı
kötülük, doğurmayacağı fitne yoktur. Bugün insanlığın başına belâ olan bazı
rejimler, zenginlik-ve fakirlik fitnelerinin eseridir. Büyük düşünürlerden
Sadî'nin Gülistan adındaki eserinde "fakir zorla almaya kalkmadan önce ona
ver" mânâsındaki sözü, bugünün fitnesine senelerce evvel yazılmış bir
reçetedir.[479]
Hadis-i şerif,
Cehenneme girmeye sebeb olacak amellerden ve Cehennem azabından fakirlik ve
zenginliğin fitnesinden Allah'a sığınmanın gerektiğine delildir.[480]
1544. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım,
fakirlikten (hayrımın) azlığından, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan
sana sığınırım"[481]
Hadis-i şerifteki "azlık"
kelimesinin önüne bir takdir yapılmış ve ona göre terceme edilmiştir. Kelimenin
ken disinden önceki " = fakirlik" kelimesinin tefsiri olması da mümkündür.
Bu takdirde "aziık"tan maksadın, "mal azlığı'* olduğu anlaşılır
ki o da fakirliktir.
Bu hadiste
öncekilerden fazla olarak Hz. Peygamberin zilletten, zulmetmekten ve zulme
uğramaktan da Allah'a sığındığı görülmektedir. Zillet; hor, hakîr olmak,
meskenet mânâlarına gelir. Burada kast edilen Allah'tan başkalarının
karşısında küçülmektir.
Zulüm: Lügatte
"bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak" demektir. Istılah
olarak, "haddi aşmak" veya "başkasının malında haksız yere
tasarruf etmek" şekillerinde tarif edilir.
Zulmeden kişiye zâlim,
zulme uğrayana da mazlum denilir. Zulmün zıddı adi, zâlimin mukabili de
"âdil"dir. Adalet Allah'ın sevdiği haslet, âdil de Allah'ın rızasına
nail olmuş kişidir. Peygamber (s.a.), Allah'ın gölgesinden başka hiçbir
gölgenin bulunmayacağı haşr gününde, Cenab-ı Hakk'ın himayesinde gölgelenecek
yedi sınıftan birinci olarak âdil idareciyi saymıştır.
Zâlim, Allah'ın
gazabını haketmiş, mazlum da duası makbul kişiler arasında sayılmıştır.[482]
1. Fakirlikten
Allah'a sığınmak meşrudur.
2. Allah'tan
| başkasının] karşısında zillet caiz değildir.
3. Müslüman
zulme uğramayı istemediği gibi zulmetmekten de kaçınmalıdır.
4. Kişinin
kötülüklerden sakınması, ancak Allah'ın yardımıyla mümkündür.[483]
1545. ...îbn
Ömer (r.anhumâ)'dan; demiştir ki:
Şu sözler Resûlullah
(s.a.)'ın duasındandır:"Allah'ım! (Bana verdiğin) nimetlerinin yok
olmasından, (bahşettiğin) sıhhati nin değişmesinden, cezanın aniden
gelivermesinden ve gazabm(a) sebep olan herşeyden sana sığınırım.”[484]
"Sıhhatinin değişmesi"
diye terceme ettiğimiz terkibi,
bazı nüshaıarda şeklindedir.kelimesi hem lâzım, hem de müteaddi
olarak kullanıldığı için kelimesi ile aralarında manayı değiştirecek fark
yoktur.
Hadiste Allah'ın
nimetinin yok olmaması istenmektedir. Bu nimetten maksat, dine ve âhirete
faydası olan tüm dünyevî nimetlerdir.
Efendimiz Cenab-ı
Hakk'ın genel mânâda azabından Allah'a sığınmanın yerine cezasının aniden
gelivermesinden Allah'a sığınmaktadır. Çünkü cezanın aniden gelivermesi, onun
peyderpey gelmesinden çok daha şiddetlidir.[485]
1546. ...Ebû
Hüreyre (r.a.) demiştir ki:
Resûlullah (s. a.)
şöyle diyerek dua ederdi: "Allah'ım, ihtilaf ve düşmanlıktan, nifaktan ve kötü
ahlâktan sana sığınırım."[486]
Nifak asıl itibariyle
kalpteki küfrü gizleyip mü'min görünmektir. Bu itikadı nifaktır. Ancak burada
hem itikadı hem de amelî nifakın kast edildiğini söylemek daha uygundur.
Amelî nifak, Peygamber
(s.a.)'in hadislerinden anlaşıldığına göre, yalan söylemek, emânete hiyânet
etmek ve va'dinde durmamaktır.
Tıybî, hadisteki
"nifak"tan maksadın "kişinin arkadaşına içindekinin aksini izhar
etmesi" olduğunu söyler. "Amelde gösteriş" diye tefsir edenler
de olmuştur.
Efendimizin Allah'a
sığındığı üçüncü sıfat da "kötü ahlak”tır. Aslında düşmanlık ve nifak da
kötü huylardandır. İfâde âmrnın hâss üzerine atfı ka-bilindendir.
Ahlâk, hulk
kelimesinin çoğuludur. Türkçede karşılığı "huy"dur. Daha geniş bir
ifâdeyle nefse yerleşen ve fiillerin kendisinden kolaylıkla çıktığı
melekedir." Eğer bu melekeden aklen ve dinen güzel görülen işler zuhur
ederse, bu ahlâk güzel ahlâk; hoş görülmeyen hareketler çıkarsa: kötü
ahlâktır. Meselâ edeb, tevazu, cömertlik (vs.) birer güzel meleke neticesidir.
İslâmiyet ahlâk ve
fazilet dinidir. Onun için güzel ahlâka fevkalâde önem vermiştir. Hz.
Peygamber'in "ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim,",
"sizin imanca en güzeliniz Ahlâkça en güzel olanınızdır." "Allah'a
kullarının en sevgilisi ahlâkça en güzel olanıdır" hadisleri, İslâmın
ahlâka verdiği önemi açıkça ortaya koyar. Peygamber (s.a.)'in, "Allahım!
Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk isterim" diye dua etmesi de bu
gerçeğin en güzel örneğidir.
Alimler, ahlâkın
değişip değişmeyeceği konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, meşhur
olan görüşe göre ahlâkın değişmesi, güzelleşmesi mümkündür. Öyle olmasaydı,
Resulullah (s.a.) "Ahlâkınızı güzelleştiriniz," buyurmazdı. Onun için
güzel ahlâkın en güzel şekilde temsil edildiği İslâm dinine mensup olan
müslümanların ahlâklarını güzelleştirmek için bir taraftan ruhî terbiyeye önem
vermeleri, diğer taraftan da Allah'a dua etmeleri gerekir.[487]
Düşmanlık ve
ikiyüzlülük kötü ahlâkın en çirkinlerindendir.Çünkü zararları sadece
sahipleriyle sınırlı değildir, başkalarına da dokunur.[488]
1547. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den, rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) şöyle duâ
edermiş;
"Allah'ım,
açlıktan sana sığınırım. Şüphesiz o kötü bir yatak arkadaşıdır. Hıyanetten de
sana sığınırım. Çünkü o pek kötü bir sırdaştır."[489]
Hz.Peygamberdin
Allah'a sığındığı açlık, bilinen mânâda midenin boşluğundan dolayı hissedilen
elemdir.Bu insanın görünen ve görünmeyen güçlerine tesir edip, taât ve ibâdete
engel olduğu için Allah'a sığınmıştır.
Efendimiz açlık için
"yatak arkadaşı" tabirini kullanmıştır. Bu manayı verdiğimiz kelimesi
manasınadır ki, yattığı yerde arkadaşından ayrılmayan" demektir. Açlık,
gece gündüz, uykuda ve uyanıkken tesirini hissettirdiği, sahibinden hiç
ayrılmadığı için "yatak arkadaşı" diye ifade edilmiştir.
Bu ifadeden, Allah'a
sığınılacak açlığın insana zarar veren, ibâdetine mani olacak derecede onu
zayıflatan açlık olduğu anlaşılır.
Üzerinde durduğumuz
hadise göre, Hz. Peygamber'in Rabbine sığındığı ikinci sıfat, hıyanettir.
Hıyanet, emânetin
karşıtıdır. Tıybî hiyâneti, "O kimse yokken ahdi bozmak suretiyle hakka
muhalefettir" diye tarif eder. Ahd ve tüm şer'î teklifleri kapsayan bir
terimdir. Buna göre hadiste kast edilen hıyanet birisinin bıraktığı emanete
hıyanetten çok daha şümullüdür. İnsanın yüklendiği tüm şer'î mükellefiyetlerin
hakkını edâ etmemesidir ki, bildiğimiz anlamdaki emânete hiyânet de bu mânânın
alanına girer.
"Sırdaş"
diye terceme ettiğimiz kelimesi, aslında "elbisenin astarı"
demektir.Burada sırdaş mânâsına gelebileceği gibi, "insanın içinde
gizlediği şer" mânâsı da kast edilmiş olabilir.
Bu babın başından beri
Hz. Peygamberin Allah'a sığındığı sözler tedkik edilirse, bunların ya tüm
kötülüklere şümulü olan muhtevalı kelimeler ya da zararı umûmu ilgilendiren
kötülükler olduğu görülür. Efendimizin sözlerinden dünyalık gibi görünenler,
aslında, âhirete mütealliktir. Meselâ açlık, ilk bakışta dünyevi bir sıkıntı
olarak görülebilir ama, Resul-i Ekrem'in açlıktan Allah'a sığınmaktaki gayesi
dünya lezzetlerini kaybetme endişesi değil, ibâdetlerim ifâya mâni olacağı
korkusudur. Hz. Peygamberin yemek konusundaki sünneti tedkik edilirse, bu
gerçek açıkça ortaya çıkar.[490]
1548. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den Resûlullah (s.a.)'uı şöyle duâ ettiği rivayet edilmiştir:
"Ey Allah'ım!
(Şu) dört şeyden sana sığınırım. Faydası olmayan ilimden, huşu duymayan
kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan."[491]
Hadiste açıkça
görüldüğü gibi Hz. Peygamber dört şeyden Allah'a sığınmıştır. Bunlar:
a. Faydasız ilim: Şüphesiz bundan maksat, para kazandırmayan bilgi değildir.Dünyada
amele, âhirette de sevaba vesile olmayan ilimdir. Bu durumda olan bilgi, sahibi
için zarardan başka birşey değildir. Çünkü o, sahibinin Cehenneme atılmasına
sebeptir. Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiklerine göre, Fahr-i Kâinat Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
"Kişi kıyamet
günü getirilip cehenneme atılır, bağırsaktan dökülür, eşeğin değirmeni
döndürdüğü gibi sahibi onları döndürür durur. Bunun üzerine cehennemlikler onun
etrafına toplanıp, "Ey filan, bu hâlin ne? Sen bize iyiliği emredip,
kötülükten sakındırmıyor muydun? derler. Adam da "Evet, size iyiliği
emrediyordum, fakat kendim yapmıyordum. Kötülükleri men ediyordum ama kendim
yapıyordum" der."
Yine Buhârî ve
Müslim'in rivayet ettiklerine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İsra gecesi dudakları ateşten makaslarla kırpılan bir topluluğa uğradım.
Bunlar kimler ya Cibril? diye sordum."
"Bunlar
ümmetimin, söylediklerini yapmayan
hatipleridir" dedi.
Taberânfnin ceyyid bir
isnadla rivayet ettiği hadiste de Efendimizin:
"İnsanlara hayrı
öğretip de kendileri yapmayanlar,kendisi yanıp başkalarını aydınlatan kandile
benzerler" buyurduğu bildirilmektedir. Bilgisi kendisine fayda vermeyen,
bir başka ifadeyle, ilmiyle amel etmeyenlere verilecek cezanın şiddeti yukarıda
tercemelerini naklettiğimiz hadislerden gayet net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Onların son derece çetin azablarla karşı karşıya kalmalarına sebep, cemiyet
içerisinde önder sıfatını haiz olmaları, davranışlarının başkaları için misal
teşkil etmesidir. Çünkü onların davranışlarını gören cahiller, "bu âlimdir
bir ruhsat olmasa böyle yapmazdı, mutlaka onun bir bildiği var" diyerek,
âlimin yaptığı kötülükleri işlemeye kalkacaktır. Böylece kötülükler onu yapan
bilgin vasıtasıyla yapılacaktır. Hz. Ali "iki kişi belimi kırdı: İlmiyle
amel etmeyen âlim ve kendisini ibadete veren câhil" der. Çünkü bunların
ikisi de insanların sapmasına sebeb olabilir. Zira insanların bir alimin
yaptığına uymaları, sözünü tutmalarından daha yaygın olabilir. Kendini ibadete
veren câhile de insanlar meylederler, onun peşinden giderler, neticede onun
cehli kendisine uyanların tümüne sirayet eder.
İlmi ile âmil
olmayanları kötüleme sadedinde âyetler de vardır. Şu mealdeki âyetler
bunlardandır:
"Yapmayacağınızı
söylemeyiniz. Allah yanında şiddetli bîr buğza sebeb olur.”[492]
"(Ey bilginler)
Sizler kitabı (Tevrat'ı) okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği
emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz?"[493]
Huşu Duymayan Kalb:
Yani Allah'ın adı anıldığında itaat etmeyen, haz duymayan, şeriatın hükümlerine
bağlanmayan kalbten Efendimiz Allah'a sığınmıştır. Nitekim Allah da şu âyet-i
kerimede kalplerin katılaşıp huşu duymamasını kötülemiştir:
"...Kalbleri
Allah'ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık
bir sapıklık içindedirler."[494]
Doymayan Nefis:
Dünyaya düşkün olan doymak bilmeyen, Allah'ın taksimine razı olmayan aç gözlü
nefis.
Kabul Edilmeyen Duâ:
Aslında bu mânâyı ifade eden sözün tam karşılığı "işitilmeyen
dua"dır. Kabul edilmeyen dua, sanki hiç işitilmemiş gibi olduğu için bu
şekilde ifâde edilmiştir. Bu ifâdenin aynı manaya kullanıldığı başka yerler de
vardır. Meselâ rükûdan kalkarken söylediğimiz sözü, "Allah kendisine hamd
edene karşılık verir" demektir.[495]
1. Duada
seci'li sözlerin söylenmesi meşrudur. Bunun doğru olmadığına dair olan hadis,
secili söz söylemek
maksadıyla gayret
sarfetmeyi, tekellüfe girmeyi hoş görmemektedir. Çünkü tekellüf kalbin huşûunu
giderir.
2. Faydası
olmayan ilimden, huşu duymayan kalbden, dünyaya doymayan nefisten ve kabul
olunmayan duadan Allah'a sığınmak meşrudur.[496]
1549.
...Ebu'l-Mu'temir dedi ki: Zannediyorum Enes b. Mâîik (r.a.) Peygamber
(s.a.)'in; “Allah'ım, fayda vermeyen (kabul edilmeyen) namazdan sana
sığınırım" dediğim haber verdi ve başka bir dua (daha) söyledi.[497]
Hadisin tâbiûndan olan
râvisi hadisi kimden duyduğunu kesin olarak hatırlayamamış. Ancak Enes b.
Mâlik'ten dinlediğini zannederek rivayetinde buna işaret etmiştir.
Rivayetten
anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber "Allah'ım, fayda vermeyen namazdan sana
sığınırım" diye dua etmiştir. Namazın fayda vermesinden maksat, kabul
edilip sevaba vesile olmasıdır. Metinde görüldüğü üzere Enes başka bir dua
ilâve etmiş, fakat bu ilavenin ne olduğuna işaret edilmemiştir. Hadisin Ebû
Dâvud'dan başka bir yerde rivayeti olmadığı için o ilâvenin ne olduğunu
öğrenmek mümkün olamamıştır.[498]
1550.
...Ferve b. Nevfel el-Eşca'î'den[499];
demiştir ki: - Mü'minlerin anası Âişe (r.anhâ)'ya Resûlullah (s.a.)'in nasıl
dua ettiğim sordum, şöyle cevap verdi:
"Allah'ım,
yaptıklarımın ve yapmadıklarımın şerrinden sana sığınırım" derdi.[500]
Hz. Âişe validemizin haber
verdiği bu hadise göre Hz.Peygamber (s.a.) iki şeyden, yaptıklarının ve
yapmadıklarının şerrinden Allah'a sığınırmış.
"Yaptıklarının
şerrF'nden maksad, yaptığı hareketlerin, dünya ve âhi-rette cezayı gerektirecek
cinsten olmasıdır. Çünkü şer iyi hareketlerin değil, kötülüklerin neticesidir.
"Yapmadıklarının
şerri"ndan kast edilen mânâ, âlimler tarafından üç şekilde izah
edilmiştir:
a. Duâ
ettiği âna kadar yapmadığı halde ileride yapması muhtemel olan kötülüklerin
şerrinden Allah'a sığınmak, yani Allah'tan ileride kendisini kötülük yapmaktan
konımasmı islemek.Bu izaha .göre Resulüllahf s.a.)'in duası, "Allah'ın
tuzağından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah'ın
tuzağından (mühlet vermesinden) emin olmaz”[501] mealindeki
âyet-i kerimeyi hatırlatmaktadır.
b. İnsan
kötülükleri işlemediğinden dolayı kendisinde bir ucub kendini beğenme hasıl
olabilir. Bu da aslında kaçınılması gereken bir huydur. İşte Efendimiz
yapmadığı şeylerden dolayı kendisine bir kibrin gelmesinden Rabbine sığınmıştır.
c. Kişi
kendisi kötülük yapmadığı halde başkalarının yaptıklarının zararı ona da
dokunur. Buna göre mânâ, "Ben yapmadığım halde başkalarının yaptıkları
kötülüklerin şerrinden sana sığınırım" demek olmuş olur. Nitekim bir
âyet-i kerimede Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Bir de öyle bir
fitneden sakının ki, o içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz
(umûma sirayet ve hepsini perişan
eder). Biliniz ki Allah'ın
azabı şiddetlidir"[502]
1551.
...Şuteyr b. Şekel[503],
babası Şekel b. Humeyd[504]
(r.a.)'den; onun şöyle dediğini haber verdi:
Ya Resûlallah, bana
bir dua öğret, dedim.
"Allah'ım!
Kulağımın, gözümün, dilimin, kalbimin ve menimin şerrinden sana sığınırım
de" buyurdu.[505]
Tirmizî bu hadis için
"hasen-garibdir, bu senedden başka bir yolla bilmiyoruz, der.
Ebû Dâvûd hadisi Ahmed
b. Hanbel'den işitmiş, Ahmed b. Hanbel ise, Muhammed b. Abdullah b. Zübeyr ve
Vekî’ olmak üzere iki ayrı üstaddan almıştır. Bunların rivayetleri mânâ
itibariyle aynıdır. Rivayetin Muhammed b. Abdullah (Ebû Ahmed) kanalıyla gelen
isnadında Şüteyr b. Şekel'in babasının Şekel b. Humeyd olduğu açıkça
belirtilmiş, Vekf kanalıyla gelen is-nadda ise, Şekel b. Humeyd hiç anılmadan
Şüteyr b. ŞekePin babasından
rivayet ettiği
belirtilmiştir.
Hadis-i şerife göre
Efendimiz üç duyu organı ile kalb ve meninin şerrinden Allah'a sığınmayı
tavsiye etmiştir. Şüphesiz bu duyu organlarının Allah'a sığınılacak serleri o
organların kötülükleridir. Meselâ:
Kulağın şerri; hakkı
duymamak iyiliği emr, kötülükten sakındıran sözlere kulak asmamak, va'z ve
nasihati dinlememek, yalan, iftira gibi günah
olan şeylere rağbet
etmektir.
Gözün şerri: Bakılması
haram olan yerlere bakmak, baktığına hakaret-
âmiz bir şekilde
bakmak, ibret almak için bakılması gereken yer ve şeylerden sarf-ı nazar
etmektir.
Lisanın Şerri: Dil
vasıtasıyla işlenen tüm günahları işlemek ve dilin yapabileceği hayırları terk
etmektir. Yani dili maksadına aykırı kullanmaktır.
Yalan, küfür, gıybet,
söz taşıma, kötülüğü emretme, hakaret etme, müslümanlara üzücü sözler sarfetme
(vs.) dilin işleyebileceği günahlardandır. Ayrıca Kur'an-ı Kerim okumak,
Allah'ı zikretmek, hakkı tavsiye etmek, müslümanlann gönlünü alıcı sözler
söylemek gibi dilin işleyeceği hayırları terk etmek de lisânın şerlerindendir.
Kalbin şerri: Kalbin Allah'tan
başkasıyla, özellikle Allah'ın haram kıldığı şeylerle meşgul olmasıdır. Kin,
kıskançlık, riya, büyüklük taslamak, buğz, düşmanlık (vs.) kalbin belli başlı
şerlerindendir.
Meninin Şerri: Meniyi
meşru olmayan yerlere akıtmaktır. Bundan maksat, zina olabileceği gibi, harama
bakmak veya harama dokunmak gibi zinayı hazırlayan yollara akıtmayı da içine
alabilir.
Meniden maksadın,
meninin mahalli olan tenasül uzvu olması da muhtemeldir.[506]
1. İnsan
vücudundaki organların her birinin kendine göre işleyebileceği günahlar vardır.
2. Organların
işleyebilecekleri günahların şerrinden Allah'a sığınmak gerekir.[507]
1552. ...Ebu'l-Yeser[508](r.a.)'den
rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) şöyle dua edermiş:
"Allah'ım!
Yıkıntı (altında kalmak)dan, (yüksek bir yerden) düşmekten, boğulmaktan,
yangından ve ihtiyarlıktan sana sığınırım. Beni ölüm esnasında şeytanın
çiğnemesinden, senin yolunda (harbederken) düşmana arka dönerek ölmekten ve
(akrep ve yılan tarafından) sokularak ölmekten sana sığınırım."[509]
Şeytanın ölüm anında
kişiyi çiğnememesinden maksat, Hattabî'nin ifadesine göre, kulun dünyadan
ayrılışı esnasında şeytanın onu sarması, tevbe etmesini engellemişidir. Çünkü
şeytan onun halini düzeltmesini ve düştüğü karanlıktan çıkmasını önler.
Allah'ın rahmetinden ümidini kesmesini ölümü kötü görmesini temin eder. Dünyada
ebedî kalmama konusundaki Allah'ın takdirine razı olmamasını, böylece onun
Allah'a, Allah'ın gazabını haketmiş olarak kavuşmasını sağlar. Rivayet
edildiğine göre, şeytan insanoğluna en çok ölüm hâlinde musallat olur ve
yardımcılarına "bunu yakalayınız, zira bugün kaçırırsanız, bir daha ele
geçiremezsiniz," dermiş.
"Allah yolunda
arka dönerek ölmek"den maksat, meşru bir mazeret ya da bir savaş
stratejisi gereği olmaksızın savaş meydanından kaçarken ölmektir. Murad'ın,
Allah'ın zikrine sırt çevirip başkalarına yönelmek, tâatleri terk edip
isyanlara dalmak, âhireti unutup dünyaya gönül vermek ve bu hâl üzere ölmek
olması da muhtemeldir.
Peygamber (s.a.)'in bu
duasında daha öncekilerden farklı olarak Allah'a sığındığı şeyler arasında suda
boğulmak, ateşte yanarak ölmek ve zehirli bir hayvanın sokmasından dolayı ölmek
de bulunmaktadır. Efendimizin "zehirli bir hayvan tarafından sokulmuş
olarak ölmekten" Allah'a sığınması, bu sokmanın ölüme sebeb olmaması
hâline de şâmildir. Yani o öldürmese bile zehirli hayvanların sokmasından
Allah'a sığınmıştır. Nitekim İbn Ebi Şeybe'nin rivayetine göre, Fahr-i Kâinat
(s.a.)'ı namaz kılarken bir akreb sokmuş bunun üzerine Efendimiz, "Allah
akrebe lanet etsin, ne bir nebî bırakır, ne de başkasını" buyurup tuz ve
su istemiş, sonra onu akrebin soktuğu yere sürüp kâfirûn, Felak ve Nâs
surelerini okumuştur.
Hz. Peygamber'in
metinde belirtilen musibetlerden Allah (c.c.)'a sığınması, ümmetine öğretme
maksadına mebnidir. Zira onun şeytanın tasallutuna uğramak ya da düşmandan
kaçmak gibi durumlara düşmesi mütesavver değildir.
Yıkıntı altında
kalmak, yüksek bir yerden düşerek ölmek, suda boğulmak, ateşte yanmak ve
akrebin sokması neticesinde ölmek şehitliğe sebeptir. Buna rağmen Hz.
Peygamberin bunlardan Allah'a sığınmasına sebep, onların vereceği azabın
şiddetli oluşu, bu yüzden kulun sabredememe endişesidir. Çünkü şeytan,
müslümanın zayıf bir ânını yakalamak için fırsat gözetlemekte, pusuda beklemektedir.
İşte böyle bir anda şeytanın musallat olması, imanın elden gitmesine sebeb
olabilir. Onun için Efendimiz bunlardan Allah'a sığınmıştır.[510]
1553.
...İbrahim b. Mûsâ er-Râzi (yukarıdaki hadisi) İsâ -Abdullah b. Saîd- Ebu
Eyyub'un azatlısı senediyle Ebu'l-Yeser (r.a.)Men rivayet etmiş ve ona;
"Ve kederden (Allah'a sığınırım)" (sözünü) ilâve etmiştir.[511]
Görüldüğü gibi bu
rivayet bir önceki hadisin farklı bir naklinden ibarettir.Bu farklılık
senetteki bazı ravi isimlerinde olduğu gibi, metinde de görülmektedir.
Metindeki farklılık, bundan önceki rivayetten fazla olarak, Hz. Peygamberin
Allah'a sığındığı şeyler arasında ' 'keder' 'in de zikredilmiş olmasıdır.
Müellif bu farka işaret için üzerinde durduğumuz rivayeti kitabına almıştır.[512]
1554.
...Enes (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım! Alaca
hastalığından, delilikten, cüzzamdan ve kötü (müzmin) hastalıklardan sana
sığınırım."[513]
Peygamber (s.a.)'in bu
duası ilmin ve amelin ihmalini gerektiren veya insanların nefretini celb eden
hastalıkladan Allah'a sığınmayı öğretmekte ve öğütlemektedir. Görüldüğü gibi
Efendimiz önce, alaca, delilik ve cüzzam hastalıklarını teker teker ismen
saymış, sonra da genel bir ifade ile, "kötü (müzmin) hastalıklardan sana
sığınırım" demiştir. Bu ifade tarzına, zikrü'1-âmm ba'del-has (özelden
sonra geneli anmak) denilir. Çünkü alaca, cüzzâm ve delilik zâten bizatihi
kötü hastalıklardandır. Sonraki ifâde öncekileri de içine aldığı halde,
bunların ayrı ayrı zikri, kullanılan ve san'at değeri olan bir ifâde tarzıdır bir uslubtur.
Hz. Peygamberin başka
hastalıkları bırakıp da yukarıda zikredilenleri anması, bunların o zaman
bilinen en tehlikeli hastalıklar olmasıdır. Zira, baş ağrısı, karın ağrısı
(vs.) gibi hastalıkların sıkıntı ve tesiri az, buna karşılık sebeb oldukları
sevap fazladır. Burada sayılanlar ise, tesiri ve eziyeti fazla hastalıklardır.
Şöyle ki:
Delilik: İnsanın en
büyük özelliği olan akıl nimetinin yok olmasıdır. Bu hastalığa müptela olan
kişi, çektiği fizikî sıkıntıların yanısıra çocukların oyuncağı haline gelir.
İnsan için en büyük şeref olan ilimden hiçbir nasib alamaz. Ayrıca amelî
hayırların tümünden mahrum olur.
Alaca: İnsan vücudunda
bir takım beyaz beneklerin zuhuruna sebeb olan bir hastalıktır. Arabçada
"Baras" denilir. Eskiden oldukça yaygın ve tedavisi mumkun
görülmeyen bir hastalıktı. Bu hastalığa tutulanları tedavi etmek, Hz. İsa'nın
mucizeleri arasındadır.
Cüzzâm: Zamanımızda da
aynı isimle anılan, adına haftalar düzenlenen bir hastalıktır. Bedende bir
takım siyahlıklar intaç eder. Organların çalışma tarzı bozulur. Hatta bazan
uzuvların dökülmesine sebeb olur.
Hz. Peygamber'in başka
hastalıkları bırakıp da bu hastalıklardan kendisini muhafaza etmesi için
Allah'a dua etmesi, yukarıda da işaret edildiği gibi, bunların bir takım
kusurlar bırakan, insanların kendilerinden uzaklaşmalarına, tiksinmelerine
sebeb olan, tedavisi oldukça güç hastalıklar olmalarıdır.[514]
İnsanın kendisini
amansız hastalıklardan koruması için Allah a dua etmesi caizdir.[515]
1555. ...Ebû
Saîd el-Hudrî (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) bir gün mescide girdi
ve orada Ensar'dan Ebû Ümâme[516]
denilen adamı görüverdi. Bunun üzerine:
“Yâ Ebâ Umâme! Namaz
vakti dışında mescidde niçin oturuyorsun? dedi.
Yakama, yapışan
kederler ve borçlar, (yüzünden) ya Resulallah! cevabını verdi.
Peygamber (s.a.):
"Sana bir söz
öğreteyim mi? Onu söylediğin zaman Allah (c.c.) kederlerini giderir ve borcunu
ödetir'* buyurdu. Ebû Umâme:
Evet ya Resûlallah,
dedi. Efendimiz (s.a.):
"Sabah ve akşam
Allah'ım! Gam ve kederden sana sığınırım, acz ve tenbellikten, korkaklık ve
cimrilikten, borcun baskısından ve adam (düşman)lann kahrından sana sığınırım,
de!" buyurdu.
Ebu Ümame dedi ki:
Bunu yaptım, hemen
Allah kederimi gideıdi, borcumu ödetti.[517]
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre Ebu Ümâme (r.a.) borçlarının ve sıkıntılarının baskısı
altında mescidi Nebevî'ye girip Rabbine iltica etmiş. Hz. Peygamber de mescide
gelip namaz vakti olmadığı halde, Ebû Ümâme'yi orada görünce, halini
sormuştur. Durumu öğrendiğinde ona, bir dua tavsiye etmiş ve bu duayı okuduğu
takdirde Allah'ın ondan kederleri gidereceğini ve borçlarını ödemeyi
kolaylaştıracağını bildirmiştir.
Metinde tercemesi
verilen duanın muhtevası, üzerinde durduğumuz babın ilk üç hadisinde dağınık
olarak geçmiş ve oralarda gerekli izah yapılmıştır. Burada o izahları tekrar
etmeden, yerine işaretle iktifa ediyoruz.[518]
Sonuç: Bu babın tüm
hadisleri duanın ve Allah'a sığınmanın meşru ve gerekli olduğuna delildir.
Ulemanın cumhuru bunda müttefiktir. Küçük bir grup ise, duayı terk edip
Allah'ın takdirine teslim olmanın daha efdal olduğu görüşünü benimsemiştir.
Bunlar 1479 numaradaki "dua ibadetin tâ kendisidir. Rabbiniz "bana
dua edin size icabet edeyim," buyurmuştur" manasına gelen hadisi
görüşlerine delil almışlar ve "dua edin" şeklindeki emirlerin
"ibâdet edin" mânâsında olduğunu söylemişlerdir.
Cumhur bu görüşe,
ifâdenin duada mübalağa ve duanın en büyük ibâdet olduğuna işaret etmekte
olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Dua ile ilgili bâblann başında Elmahlı
Hamdi Efendi'nin, duanın önemi konusunda söylediklerine temas etmiştik.
Bu hadis-i şerif ile
"Kitâbu'I-Vitr" bitmiş oluyor. Müellifin bu bölümü dua ve istiğfarı
ihtiva eden bablarla sona erdirmesi, şüphesiz manidardır. Biz de Allah'ın ihsan
ve inâyetiyle sonuna ulaşmaya muvaffak olduğumuz "Kitâbü'l-Vitr"i
bitirirken Peygamber (s.a.)'in duaları ile Allah'a dua ediyor ve kitabın
devamını da tamamlamayı nasib etmesini niyaz ediyoruz.
Bundan sonra
"Kitâbü'z-Zekât" gelmektedir. Bu tertip Lü'lüî'nin tertibidir. Aynî
ve Hattâbî'nin nüshalarında kitabü's-salât'ın sonunda
"Kitabü'l-Cenâiz" yer almıştır. Cenaze ile ilgili hükümlerin en
önemlisi namaz olduğu için Namazla ilgili bâblann peşinde cenâizin gelmesi
aslında daha uygundur. Nitekim Buhâri'nin ve fıkıh kitaplarının tertibi de bu
şekildedir. Ancak ter-cemeye esas aldığımız nüsha Lu'lu'î'nin rivayetine göre
tertib edildiği için biz de aynısını yapıyor ve "Kitabü'z-Zekâf'in
hadislerinin terceme ve şerhine başlıyoruz.[519]
[1] Müslim, zikr 5, 6; Tirmizî, vitr 2; Nesai,
kıyâmu'1-leyl 27; tbn Mâce, ikâme 114; Dârimî, sâlât 209; Ahmed b. Hanbel, I,
100, 110, 143, 144, II, 109, 155, 258, 267, 277.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/331.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/331-334.
[3] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/334-335.
[4] ibn Mace, ikâme 114.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/335.
[5] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/335-336.
[6] Hârice b. Huzâfe, Kureyşe mensuptur. Sâhâbidİr.
Resûlullah (s.a.)'den bir tek hadis rivayet etmiştir. Mısır fethinde hazır
bulunmuştur. Amr Îbnü'l-Âs'ın muhafızlarından idi. Amr'ı öldürmek için gelen
Haricî bunu öldürmüş ve "Ben Amr'ı öldürmeyi diledim, Allah Hârîce'yi
diledi" demiştir. Vefatı H. 40 senesindedîr.
[7] İbn Mâce, ikâme 114; Tirmizî, vitr 1; Dârimî, salât
208.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/336.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/336.
[9] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/337.
[10] Bureyd el-Eslemî. el-Bârûdî'nin zikrettiği zayıf bir
rivayete göre ashabdandır. Sıffîn'e Hz. Ali tarafından katıldığı zikredilir.
Bureyd b. Husayb b. el-Eslemî ile karıştırılmamalıdır. (İbn Hacer, el-İsâbe,
I, 146).
[11] Nesâî, kıyamu'1-leyl, 40; Ahmed b. Hanbel, V, 357.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/337-338.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/338.
[13] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/338.
[14] Nesâî, salât 6; İbn Mâce, ikame 194; Dârimî, salât
257; Muvatta, salâtu'1-leyl 14; Ah-med b. Hanbel, IV, 244; V, 315, 319, 322.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/338-339.
[15] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/339-340.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/340-341.
[17] Müslim, salâtu'l-müsâfirîn 153, 154; Nesâî,
kıyamu'1-leyl 34; İbn Mâce, ikâme 116; Ah-med b. Hanbel, II, 33, 43, 51, 83,
100, 154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/341.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/341-342.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/342-343.
[20] Nesâî, kıyâmü'1-leyl 40; îbn Mâce, ikâme 123; Ahmed b.
Hanbel. V. 357, Hakim, el-Müstedrek, I, 302; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, III,
23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/343.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/343-345.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/345.
[23] Nesâî, kıyâmü'I-ley] 47, 48, 50; îbn Mâce, ikâme 115;
Ahmed b. Hanbel, III, 406, 407; V, 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/346.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/346-347.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/347.
[26] Abdulaziz b. Cureyc tâbiundandır. Kureyş'e mensuptur.
Hz. Aişe, tbn Abbâs, Said b. Cübeyr, ve İbn Ebî Müleyke'den hadis rivayet
etmiştir.
[27] İbn Mâce, ikame 115.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/347.
[28] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/347-348.
[29] Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib, Peygamber (s.a.)'ın kızı
Hz. Fatıma (r.anha)'nın oğludur. Efendimizin bu sevgili torunu H. 3 veya 4
(625) senesi ramazan ayında dünyaya gelmiştir. Peygamber (s.a.) kendisini çok
severdi. Muteber hadis kitablannda bu sevgiye ışâ-ret eden'pek çok haber
vardır. Biri şöyledir:
Ebû Bekr (r.a.)
anlatıyor:
"Resulüllah (s.a.)
minber üzerinde hutbe irad ederken gördüm. Hasen b. Alı de onunla birlikte idi.
Efendimiz bir cemaate bir de ona bakıyor ve;
"Şüphesiz benim şu
oğlum seyyiddir. Umarım Allah onunla iki musluman toplumun arasını ıslâh
edecek" buyuruyordu." (Buhârî, fedailu ashab 22).
Hz. Hasan Sıfffn
savaşında bulunmuş fakat harekâta iştirak etmemiştir. Babasının sağlığında
devlet işlerine de pek itibar etmemiştir.
Babası Hz. Ali
(r.a.)'nin vefatı üzerine Iraklılar tarafından halife ilân edilmiştir. Öteden
beri muslumanlar arasında dökülen kanlara gönlü razı olmadığı için Hz. Mua-viye
ile anlaşarak bazı şartlar karşılığında hilâfetten çekilip Medine'ye yerleşti.
H, 49 (M.669) yılında vefat etti. Muaviye tarafından karısı vasıtastyle
zehirlenerek öldürüldüğü (şehid edildiği) rivayet edilir. Ancak bazı
müellifler, Hz. Muaviye'nin anlaşmadan sonra Hz. Hasan'dan çekinecek bir yonu
kalmadığını, ayrıca Muaviye'nin, lüzumsuz cinayet işleyecek biri olmadığını
söyleyerek zehirleme olayının asılsız olduğunu iddia ederler. Hz. Muaviye'nin,
Hz. Hasan'ın vefatını duyunca sevinmesi, her sene ona vermek zorunda olduğu
paradan kurtulduğuna hamledilmiştir.
Hasan, dedesi Fahr-i
Kâinat'tan başka, kardeşi Huseyn'den ve Hind b. Ebû Hâ-le'den de hadis rivayet
etmiştir. Kendisinden de oğlu Hasan, Aİşe, tkrime, İbn Şîrîn ve Cubeyr b. Nefir
hadis nakletmişlerdir. (Bilgi için bk. Buhârî, ct-Târihu'l-kebir, II, 286; Ebu
Nuaym, Hilyetu'l-evliya, II, 35; Îbnu'1-Esir, Üsdü'l-gâbe, II, 9; Zehebî,
Siye-ru a'lâmi'n-nübelâ, III, 245-279; İbn Hacer, el4sâbe, I, 328-331,
TehzîbıTt-Tehzîb, II, 295.)
[30] Nesâî, kıyamiı'1-leyl 51; Tirmizî, vitir 10; ibn Mâce,
ikâme 117; Darimî, salat214; Ahmed b. Hanbel, I, 199-200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/349-350.
[31] Bu dua Ebû Dâvud'da da bundan sonra gelecek hadiste
mevcuttur.
[32] Bu dua üzerinde durduğumuz hadisin aynısıdır. Yalnız
sonunda = Her neye hüküm ve kazanç taalluk ederse hatnd sana. Her ne ettimse
senden mağfiret dilerim, sana tevbe ve rücu ederim" cümleleri fazla
olarak bulunmaktadır. Aslında Tecrid Tercemesinde mevcut olan bu duayı tekrar
etmemek için buraya almadık.
[33] Bu duanın tercemesi yukarıda verildi.
[34] Tecrid-i Sarih tercemesi, III, 237-240.
[35] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/350-354.
[36] Sadece Ebû Davud rivayet etmiştir.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/354-355.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/355.
[39] Nesâî, kıyamü'Ueyl 51; İbn Mace, ikâme 116; Ahmed b.
Hanbel, I, 96, 150.
[40] Bu talikteki yani "ruku'4an önce" tefsiri,
râvilerden birine aittir. Bizzat musannif Ebu Davud'un sözü olması da
muhtemeldir. Muhammed b. Nasr bu taliki Übey b. Ka'b'a kadar vasletmiştir.
[41] İsa b. Yunus'un Fıhr'dan yaptığı bu rivayeti Dârekutnî
başka bir isnadla Übey b. Ka'-b'dan mevsul olarak rivayet etmiştir. Übey şöyle
der: "Rükudan Önce kunut yapar, selamı verince de üç defa derdi. Sesini
uzatır. Sonuncusunda da derdi. (el-Menhel, VIII, 61).
[42] Bu taiık kunutun rüku dan önce yapıldığını gösteren
üçüncü rivayettir.
[43] Bu talik Said b. Ebi Arûbe'nin Katâde'den yaptığı
rivayetin mevsuk olduğuna işaret etmektedir. Bunu Ha b. Yunus, Said b. Ebi Arûbe'den mevsul olarak ve kunutu zikrederek, Yezid b.
Zurcyc'den İse mürsel olarak ve kunutu anmadan rivayet etmiştir.
[44] Şu'be'nin bu rivayetini Nesâİ, şu lafızlarla tahric
etmiştir: Resûlüllah (s.a.) A'Iâ,
Kâfirûn ve Ihlas sureleri ile vitir kılar, bitirdiğinde de üç kerre
derdi."
Bu taliklerden çıkan neticenin hulasası: İsâ b. Yunus'un Said b. Ebi
Arûbe'den yaptığı rivayete, Yezid b. Zureyc, Abdul-A'lâ ve Muhammed b. Bişr
kunutu zikretmemek konusunda, Yezid b. Züreyc de übeyy'i anmamada muhalefet
etmişlerdir. Menhel sahibi, bunun İsa'nın vehmine delâlet ettiğini söyler.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/355-358.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/358-359.
[47] Beyhaki, es-Sunenu'1-kubrâ, II, 498.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/359.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/359.
[49] Beyhakî, es-Sunenu'1-kübrâ, II, 498.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/359-360.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/360-361.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/361.
[53] Nesâî, kıyamü'l-Ieyl 37, 47, 48, 50, 54; Ahmed b.
Hanbel, III, 406, 407; V. 123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/362.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/362.
[55] Tirmizî, vitir 10; tbn Mâce, ikâme 122; Ahmed b.
Hanbel, III, 44; Hâkim, el-Mustedrek, I, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/362-363.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/363-364.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/364.
[58] Buhârî, teheccüd 33; savm 60; musâfirin 84, 86;
Müslim, müsafirjn 76; Nesâî, siyam 81, kıyâmü'1-leyl 28; Dârimî, salat 151,
sâvm 38; Ahmed b. Hanbel, II, 258, 260, 271, 277, 329, 347, 402.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/364-365.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/365-366.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/366.
[61] Müslim, müsafirin 76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/366-367.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/367.
[63] Hâkim, el-Müstedrek, I, 301; Beyhaki,
es-Sünenü'1-kübrâ, III, 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/367-368.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/368.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/368.
[66] Buharı, vitir 2; Müslim, müsâfırin 136, 137, 138;
Tirmizî, sevâbü'l-Kur'an 33, Vitr 4; Nesaî, kiyâmü'1-leyl 30; İbn Mâce, ikâme
12); Dârİmî, salat 211; Ahmed b. Hanbel, I, 78, 86, 143, 144; IV, 110; V, 215,
272; VI 46, 10.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/369.
[68] Merginânî, el-Hidâye, I, 74.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/369-370.
[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/370.
[71] Müslim, musafirin 149; Tırmizî, salat 12; Ahmed b.
Hanbel, II, 37-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/370.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/371.
[73] Müslim, hayz 26; Tirmızî, sevabu'l-kur'an 23; Ahmed b.
Hanbel, VI, 47, 138, 167; Ebû Dâvud, tahâre 89.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/371.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/371-372.
[76] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/372.
[77] Buhâri, vitir, 4;-salat 84; Müslim, müsafirin
(benzeri) 148, 150, 152; Tirmizî, mevakit 206; Ahmed b. Hanbel, II, 20, 102,
143.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/372.
[78] Hûd (11), 114.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/372-374.
[80] Nesaî, kıyamu'I-leyl 29; Tirmizî, vitr 13; Ahmed b.
Hanbel, IV, 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/374.
[81] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/374-376.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/376.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/376-377.
[84] Buharî, ezan 126; Müslim, mesâcid 296; Nesaî, tatbik
28; Ahmed b. Hanbel, II, 255, 337, 470.
Sünen-i
Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/377-378.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/378.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/378.
[87] Müslim, mesâcid 305: Tirmizî, salat 177; Nesâî, tatbik
30; İbn Mâce, ikâme 145; Ahmed b. Hanbel, II, 280.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/379.
[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/379.
[90] Velîd b. el-Velîd: Hâlid b. Velid (r.a.)'in
kardeşidir. Bedr savaşma müşrikler safında iştirak edip müslümanların eline
esir düştü. Kardeşleri Hâlid b. Velid ve Hişam b. Velid tarafından dört bin
dirhem fidye verilerek kurtarılmıştır. Kurtulduktan sonra müs-lumanlığım ilan
etmiştir. Kendisine "Madem müsluman olacaktın, fidyen verilmeden evvel
olsaydın ya!" diyenlere, "esarete dayanamadığını için iman ettiğimi
zannederler diye korktum" cevabını vermiştir. Müslüman olduktan sonra en
yakın akrabaları da dahil müşriklerin eziyet ve hapislerine mâruz kalmış,
Hudeybiye'den bir sene sonra kaza edilen umre dönüşünde Ayyaş ve Seleme ile
birlikte Mekke'den kaçmaya karar vermiş ve Müslümanlara kavuşmuştur. Fakat
yorgunluğun ve Resulüllaha kavuşmanın verdiği heyecanla derhal vefat etmiş. H.
7. (Bilgi için bk. lbnu'1-Esîr, Üsdii'l-ğâbe, V, 454-455; tbn Hacer, el-İsâbe,
III, 636-637).
[91] Seleme b. Hişâm: tslâmı ilk kabul edenlerdendir. Ebu
Cehil'in ana-baba bir kardeşidir. Ebu Cehil bu öz kardeşini de göç etmesin diye
diğer zayıf müslümanlarla birlikte hapsetmiştir. Hafız Zehebî'nin bildirdiğine
göre Seleme, Habeşistan'a göç etmiş, Mekke'ye dönüşünde müşrikler tarafından
Medine'ye göçden menedilmiştir.
Kureyşten kurtulduktan
sonra Mûte muharebesinde bulunmuş, H. 25 senesinde Şam tarafındaki
MercuVSafferde şehid düşmüştür. Ecnâdin savaşında şehid olduğunu söyleyenler
de vardır.
Mü'minlerin annesi ve
Seleme'nin kızı Ümmü Seleme (r.anha)'nm rivayet ettiğine göre bu zât Mute
savaşının kesin sonucu alınmadan önce Medine'ye dönenlerdendir. Bunlara
"ferrânın: kaçaklar" diyenler bulunduğu için arlanmış ve mescide
çıkamaz olmuş. Bunun üzerine Resulüllah:
"- O ferrâr değil kerrardır" buyurmuştur. Mute'den döndükten
sonra Resulüllah'ın vefatına kadar Medine'den ayrılmamıştır. (Bilgi için bk.
lbnü'1-Esir, Üsdüi-gâbe, II, 435-436; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 68-69).
[92] Buhârî, ezan
128; istiska 2; cihad 98; enbiya 19, tefsirü sure (3), 9, 4, 21; edeb
11; Müslim, mesâcid 294, 295; Nesaî, tatbik 27; tbn Mâce, ikâme, 145.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/379-380.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/381-382.
[94] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/382-383.
[95] Ahmed b. Hanbel, I, 301.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/383.
[96] Şerhu meânil-âsâr. I, 254.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/383-387.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/387.
[99] Buhâri, vitir 7; Müslim, mesâcid 298; Nesaî, tatbik
26; tbn Mâce, ikame 120; Dârimî, salat 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/387-388.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/388-389.
[101] Müslim, mesacid 304; Nesâî, tatbik 3î, 33; İbn Mâce,
ikame 145; Ahmed b. Hanbel, III, 109, 115, 162, 217, 255, 261, 282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/389.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/390.
[103] Nesâî, iftitah 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/390.
[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/390.
[105] Buharî, ezan 81; libâs 43; edeb 75; Müslim, müsafirin
213, 214; Nesâî, kıble 13; Ahmed b. Hanbel, V, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/391-392.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/392-393.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/394.
[108] Buharî, salat 52, teheccûd 37; Müslim, müsafirin 208,
209; Tirmizî, salat 213; Nesâî, kıyamülleyl 1; Ibn Mâce, ikâme 186; Ahmed b.
Hanbel, II, 6, 16, 123; V, 192; VI, 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/394.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/394.
[110] Bütün nüshalarda bu babın tercemesî yer almaktadır.
Ancak hadisler nafilelerde kıyamı uzatmanın fazileti ile ilgili oldukları için
tercemeye esas aldığımız baskı bu başlığı koymuştur.Concordance bu babı diye
isimlendirmiştir.
[111] Nesâî, zekât 49; İbn Mâce, cihad 15, Dârimî, salat
135; cihad 3; Ahmed b. Hanbel, H, 19İ; III, 300, 302, 346, 391, 412; IV, 114,
385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/395-396.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/396-397.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/397.
[114] Buhârî, büyü'16; Tirmizİ, kiyâme 2; İbn Mâce, ikâme
175;ticârât 28; Ahmed b. Han-bel, I, 463; II, 247, 250,436.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/398.
[115] Müslim, zikir 4; Tirmizî, deavât 5; İbn Mâce, ikâme
175; Dârimî, fedâilu'l-Kur'an 30; Ahmed b. Hanbel, 111,75.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/398-399.
[117] Buhârî, fedailü'l-Kur'an 21; Tirmİzi, sevâbu'l-Kur'an
15; İbn Mâce, mukaddime 16; Darimi, fedâilü'l-Kur'ân 2; Ahmed b. Hanbel I, 57,
58, 69, 153.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/399.
[118] Fussılet (52); 33.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/399-401.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/401.
[121] Ahmed b. Hanbel, III, 440; Hakim, el-Müstedrek, I,
567.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/401-402.
[122] el-Müzemmil (73), 4.
[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/402-403.
[124] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/403.
[125] Buhari, tefsiriıssure (80); Müslim, müsafirîn 244;
Tirmizi, sevâbü'l-Kur'an 13; Ibıı Mace, edeb 52; Dârimî, fedâilü'l-kur'an 11:
Ahmed b. Hanbel, IV, 48, 94, 98, 110, 170, 192, 239, 266.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/403.
[127] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/403-404.
[128] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/404.
[129] Müslim, zikir 38, 39; Tirmizî, sevâbü'l-Kur'ân 10; İbn
Mâce, mukaddime 17, edeb 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/404-405.
[130] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/405-406.
[131] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/406.
[132] Müslim, musâfirin 251.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/407.
[133] Müslim, müsâfirin 202.
[134] Müslim, müsâfirin 243.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/407-409.
[135] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/409.
[136] Buhari, tefsirü sure (1), 1; (15), 3; fedailü'l-kur'an
9; Tİrmizî, sevâbü'l-kur'an 1; Ah-med b. Hanbel, II, 448; Dârimi,
fedailü'l-kur'an 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/411.
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/411-413.
[138] Ebû Said b. el-Muallâ: Ibn Abdilberr'İn sahih kabul
ettiği görüşe göre Haris b. Nefî el-Muailâ'dır. Medineli ensardan bir
sahâbidir. H. 74 yılında 84 yaşında iken vefat etmiştir. Buhârî, Ebu Dâvud,
Nesaî ve Ibn Mâce kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk.
Îbnu'1-Esir, Üsdu'1-ğâbe, VI, 142-143; Ibn Hacer, el-İsâbe, IV, 88).
[139] el-Enâl (8); 24.
[140] Buharı, tefsiru's-sure (1), (15), 3; fedailü'l-Kur'an
9; Nesaî, iftitah 26; Tirmizî, sevâbü'l-Kur'an 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/414-415.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/415-417.
[142] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/417.
[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/417.
[144] Nesâî, iftitah 36; Dârimî, fedâilu'l-Kur'an, 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/417-418.
[145] el-Hicr (15), 87.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/418-419.
[147] Müslim, musafirin 258.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/419-420.
[148] Hâkim, el-Müstedrek, I, 560-561; II, 259.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/420-424.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/424.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/424-425.
[152] Buhârî, fedailu'i-Kur'an 9; Nesaî, iftitah 69; İbn
Mace, edeb 52; Muvatta, Kur'an, 17,19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/425.
[153] bk. Dârimi, fedâil 24.
[154] Bu hadislerin metinleri için bk. el-Menhel, VIII,
114-115.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/425-429.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/429.
[157] Nesaî, istiâze 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 144, 148, 150,
158..
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/429-430.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/430.
[159] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, II, 394.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/431.
[160] Buharı, bed'ul-halk 11, tıb 47, 49-50; edeb 56; da'vet
58, Müslim, selâm 46.
[161] Fi Zılâli'l-Kur'ân, 30, 294.
[162] el-Isrâ, (17), 47.
[163] İbn Hibbân, Sahih, III, 159.
[164] İbn Hibbân, Sahih, II, 84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/431-436.
[165] Bu başlık bazı nüshalarda = (Okumakta tertil nasıl müstehab olur?)
şeklinde; bazılarında; bazılarında ise, şeklindedir. Mânâları aşağı yukarı
aynıdır.
[166] Tirmizî.'sevâbü'l-Kur'an 18; İbn Mace, edeb 52; Ahmed
b. Hanbel, II, 192.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/436.
[167] Saad (38), 29.
[168] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/436-438.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/438.
[170] Buharı, efdaılu'l-kur'an 29, Tırmızî, mevakıt 70,
menakıb 73, Nesaî, ıftıtah 82; Ibn Mâce ikâme 179, Darımı, siyer 78.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/438.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/438-439.
[172] Ya'Ia b. Memlek:Hicazh bir tabi'dir. Ümmü Seleme ve
Ümmü'd-Derdâ (r.anhâ)'dan hadis rivayet etmiştir. İbn Hibbâıı onu sika râviler
arasında sayar. Ebu Dâvud, Tirmizi ve Nesâî'nin Sünelilerinde, Buhari'nin
el-Edebii'1-Mufred'inde rivayetleri vardır.
[173] Tirmizî, sevâbü'l-Kur'an 23; Nesâî, iftitahü'l-Kur'an
13, kıyamü'1-leyl 13; Ahmed b. Hanbel VI, 294, 300. (Ayrıca bk Ebu Davud'da
4001, -badis).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/440.
[174] Al-i İmran (3), 190.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/440-442.
[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/442.
[177] Buhari, megazî, 48, tefsir sure (48); fezailıTI-Kur'an
24, tevhid 50; Müslim, müsâfırin 238; Ahmed b. Hanbel, V, 55, 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/442.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/442-443.
[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/443.
[180] Buharı, tevhid 52; Nesâî, iftitah 83; Ibn Mace, ikame
176, Ahmed b. HanbeL IV 283 285, 296, 304.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/443-444.
[181] Fakat bu konu düşünüldüğünde çirkin sesle Kur'an
okumanın kulağa hoş gelmediği bir gerçektir.
[182] Maklûb: Râvilerden birinin metindeki bir sözü veya
senetteki bir şahsın ismini ya da nesebinin yerini değiştirmek suretiyle önce
söylenmesi gerekeni sona bırakarak veya sonra söylenmesi gerekeni öne alarak
rivayet ettiği hadislere denilir. Zayıf hadis çeşitlerindendir.
[183] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/444-445.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/445.
[185] Buharı, tevhid 44; Dârimi, salat 171,
fezailü'l-Kur'an, 34; Ahmed b. Hanbel, 1, 172, 175, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/445-446.
[186] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/446-448.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/448.
[188] Ebû Lubâbe: Medineli <Ensarî)dir. Meşhur rivayete
göre, adı Beşr'dir. Bir rivayete göre, Bedir savaşına iştirak etmiştir. Diğer
bir görüşe göre savaşa gitmek için yola çıkmış. Hz. Peygamber onu Revha'dan
geri çevirip Medine'de vali bırakmıştır. Uhud ve ondan sonraki tüm savaşlara
katılmıştır. Hz. Peygamber ve Hz. Ömer'den hadis rivayet etmiştir. Hz. Ali'nin
hilâfeti esnasında vefat etmiştir. Ebû Dâvûd'dan başka, Buhâri, Müslim ve ibn
Mâce kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esİr,
Csdıi'I-ğabe, VI, 265; İbn Hacer, el-tsâbe, IV, 168).
[189] Beyhaki, es-Süneüü'l-Kübrâ, II, 54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/448-449.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/449.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/449-450.
[192] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/450-451.
[193] Buhâri, fedailü'l-kur'an 19; tevhid 32, 52; Müslim,
Müsâfirin 232, 233, 234; Nesâî, if-titah 83; Tirmizi, sevâbü'l-kur'an 17;
Dârimi, salât 71; fedailü'l-kur'an 34; Ahmed b. Hanbel, II, 271, 285.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/451.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/451-452.
[195] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/452.
[196] Bu başlık bazı nüshalarda kelimesi olmadan bazılarında
da bâb kelimesi olmadan şeklindedir.
[197] Dârimi, fezailü'İ-kur'an 3; Ahmed b. Hanbel, V, 212,
213, 284, 285, 323, 328; Ebû Dâvûd eymân 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/453.
[198] Taha (20), 126.
[199] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/453-454.
[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/454.
[201] Bu terkib bazı nüshalarda = "cübbesini göğsü
üzerinde topladım." (Yakasını topladım, yakasından yakaladım)
şeklindedir.
[202] Buhârî, istinbâbe 9, fedailü'l-kur'an 5, tevhid 37;
Müslim, müsafîrin 264, 270, 272, 274; Nesâî, iftitah 37; Tirmizî, kur'an 9;
Muvatta, kur'an 5; Ahmed b. Hanbel, I, 24, 40, 43, 264, 299, 313, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/454-455.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/455-459.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/459.
[205] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/460.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/460.
[207] Nesâî, iftitah 37; Ahmed b. Hanbel, V, 41, 51, 114,
122, 124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/460-461.
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/461-462.
[209] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/462.
[210] Müslim, müsafirin 274; Tirmizî, sevabu'l-kur'an 16;
Nesâî, iftitah 25; Ahmed b. Hanbel, V, 127, 128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/462-463.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/463-464.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/464.
[213] el-Mü'min (40), 60.
[214] Tirmizi, tefsirü sure (2), 16, 40; Ibn Mace, dua 1; Ahmed
b. Hanbel, IV, 267, 271, 276.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/465.
[215] el-Bakara (2), 186.
[216] el-A'raf (7), 55.
[217] el-Mu'min (40), 60.
[218] en-Neml (27), 62.
[219] el-Furkan (25), 77.
[220] el-En'am (6), 43.
[221] el-Bakara (2), 186.
[222] Üzerinde durduğumuz hadis.
[223] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 662-667.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/465-470.
[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/470.
[226] Ahmed b. Hanbel, I, 172, 183, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/470-471.
[227] el-Bakara (2), 186.
[228] Ali İmran (3), 185.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 5/471-472.
[229] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/472.
[230] Fedale b. Ubeyd: Ensardandır. Babası Nâfız b.
Kays'dır. Uhud ve ondan sonraki savaşlara katılmış. Mısır ve Suriye'yi
fetihlerinde bulunmuştur. Muaviye (r.a.) onu Di-meşk kazasına vali tâyin
etmiştir. H. 53 senesinde vefat etmiştir. Ebû Dâvûd'dan başka Müslim, Nesaî,
Tirmizî ve el-Edebü'1-Mufred'de Buhârî kendisinden hadis rivayet etmiştir.
{Bilgi için bk. Ibnu'1-Esir, Üsdii'I-ğabe, IV, 363; Ibn Hacer, el-îsâbe, III,
206).
[231] Şüphe râvilerden birisine aittir.
[232] Tirmizî, deâvât 64; sehv 48; Ahmed b. Hanbel, VI, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/472-473.
[233] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/473.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/474.
[235] Kutub-ı Sıtte içinde sadece Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/474.
[236] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/474.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/475.
[238] Buhari, deavât 21, tevhid 31; Müslim, zikr 8; Tirmizi,
deavât 77; Muvatta, Kur'an 28; Ahmed b. Hanbel, II, 243, 318, 463, 464, 468,
500, 530; III, 101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/475.
[239] el-Kehf (18), 23.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/475-476.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/476.
[242] Buharı, deavât 22; Müslim, zikir 90, 91;Tirmizî,
deavât 114; ibn Mace, dua 7; Muvat-ta', kur'an 29; Ahmed b. Hanbel, II, 487.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/476.
[243] Yûsuf (12), 87.
[244] el-Mu'min (40), 60.
[245] el-Bakara (2), 186.
[246] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/476-479.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/479.
[248] îbn Mâce, dua 13.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/479-480.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/480-482.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/482.
[252] Mâlik b. Yesâr es-Sekûnî: Ebu Davud'un üstadı Süleyman
b. Abdulhamid'in dediğine göre, şahabıdır. Bu onun sahabi olup olmadığında
kesinlik olmadığım gösterir. Önceleri Yemen'de bir kabile olan
"Sekun"a mensup iken sonraları "Avf'a mensup olmuştur.
[253] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/482.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/482-483.
[256] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/483.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/483.
[258] Tirmizî, deâvât 104; İbn Mâce, dua 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/483-484.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/484.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/484.
[261] Sadece Ebu Davud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/484-485.
[262] bk. Ihya'ü UlÛmi'd-Din, I, 398.
[263] Feteva-yi Hindiye, s. 318.
[264] Tahtavî Haşiye ala Meraki'I-Felah s. 257.
[265] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/485-486.
[266] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/486.
[267] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/486-487.
[268] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/487.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/487.
[270] Yezid b. Sa'id b. Sümâme: Mekke fethi günü müslüman
olmuştur. Hz. Ömer kendisine bazı resmi görevler vermiştir. Tirmizî ve Buharî
el-Edebü'I-Müfred'de kendisinden hadis rivayet etmişlerdir, (bk. et-Menhel,
VIII, 156-157).
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/487.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/488.
[273] Nesaî, sehv 58; Tirmizî, deavât 63 (64); Ibn Mâce, dua
9; Ahmed b. Hanbel, III, 120, 158, 225, 245; V, 349, 350, 360; Dârimi, cihad 6;
Fedailü'l-Kur'an 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/488.
[274] Tirmizî'deki rivayet bu şekildedir.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/488-489.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/489.
[277] Bu cümle bazı nüshalarda = şüphesiz Allah (c.c.)'den
onun ism-i azamiyle istedin" şeklinde muhatap sigasiyle kullanılmıştır.
Tercemede bu farka parantezle işaret edilmiştir.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/490.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/490.
[280] Nesaî, sehv 58; îbn Mâce, dua 9; Tirmizî, deavât 100.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/491.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/491-492.
[282] Esma b. Yezîd; Ümmü Seleme diye meşhurdur. Ensarın
Eşhel koluna mensuptur. Peygamber (s.a.)'e biat etmiş ve Yermük muharebesinde
hazır bulunmuştur. Ebû Dâvûd'-tan başka Müslim ve Buhârî'nin
d-Edebü'I-Müfred'inde rivayetler vardır. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esir,
Üsdü'î-ğâbe, VII, 343; Ibn Hacer, el-İsâbe, IV, 460).
[283] el-Bakara (2), 163.
[284] Tirmizî, deavât 64; İbn Mâce, dua 9; Ahmed b. Hanbel,
VI, 461; Dârimî, fedailü'I-Kur'an 14-15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/492-493.
[285] el-Müstedrek, I, 506.
[286] Taha (20), 111.
[287] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/493-494.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/494.
[289] Ahmed b. Hanbel, VI, 45, 136.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/494-495.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/495.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/495.
[292] Tirmizî, deavat 109 (I10);-Ibn Mâce, menâsik 5; Ahmed
b. Hanbel, I, 29, II, 59.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/495-496.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/496.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/497.
[296] Nesâî, sehv 37; Tirmizî, deavât 104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/497.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/497.
[298] Buradaki edatı, aslî manasında "veya" diye
anlaşılabileceği gibi vemânalarına da gelebilir.mânâsına alınırsa, daha kolay,
üstelik daha ustun" şeklinde terceme etmek gerekir.
[299] Tirmizî, deavât 113: Hâkim, el-Müstedrek, I, 548.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/498-499.
[300] Bu konuda gelecek olan "teşbih" kelimesinden
maksat ellerimizdeki 33'lük veya 99'Iuk teşbih âletidir, zikir değildir.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/499-501.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/501.
[303] Yüseyra bint Vâsir. Ensardan veya muhacirlerden olduğuna
dair rivayetler vardır. Mün-zirî, ensardan; Ibn Hıbban ise, Muhacirlerden
olduğunu söyler. Künyesi Ümmü Yâsir veya Ümmü Humeyza'dir. Ebu Dâvûd ve Tirmizî
kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esir,
Üsdii'l-ğâbe, VII, 296; İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 429).
[304] Tirmizî, deavât 71, 120; Ahmed b. Hanbel, VI, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/501-502.
[305] et-Tevbe (9), 24.
[306] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/502.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/502.
[308] Nesaî, sehv 91, 98; Tirmizî, deavat 6, 25, 71; îbn
Mâce, ikâme 32; Ahmed b. Hanbel, II, 161, 205.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/502-503.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/503.
[311] Cüveyriye Peygamber (s.a.)'in hammlanndandır. Huzar
kabilesinde Haris b. Dırar'ın kızıdır. Mıireysı gazvesinde esir olarak alınmış
bilâhere mu'minlerin annesi olma şerefini kazanmıştır.
tbn Sa'd'ın
Tabakal'ında Ebu Kılâbe'den fivâyet ettiğine göre, Hz. Peygamber Cu-veyriye'yİ
esir edince, babası ResuluIIah'a gelmiş ve "benim kızım gibi birisi esir
olmaz, onu serbest bırak" demiş. Hz. Peygamber de "Peki onu kendi
haline bırakalım, ne isterse öyle yapsın. Razı mısın?" teklifini yapmış,
adam da kabul etmiştir. Babası Cuveyriye'ye gelip durumu anlatınca o
ResûluIIah'ı seçmiştir.
ibn Abbas, Ubeyd b. es-Sibâk, Mucâhid, Kureyb ve Abdullah b. Şeddâd
kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. H. 55 yılında vefat etmiştir. (Bilgi
için bk. îbn Sa'd Taba-kaf, VIII, 116-120; Ibnu'1-Esır, Üsdu'l-ğâbe, VII, 56;
Zehebî, siyeru a'Iâmi'n-nubelâ, II, 26J-265; İbn Hacer, Tehzibu't-Tehzib, XII,
407; el-İsâbe, IV, 265; Ibnu'1-îmad, Şezerâtu'z-zeheb, I, 61).
[312] Müslim, zikr 79; Nesaî sehv 94; Tirmizî Davat 103; ibn
Mace edeb 56; Ahmed, I, 258, 353, VI, 325, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/503-504.
[313] el-Kehf (18), 119.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/504-505.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/505.
[315] Buhârî (benzen) ezan 155, deavât 17; Müslim (benzeri)
mesâcid 142, zekât 53; İbn Ma-ce, (benzeri) ikâme 32; Darimî, salat 90; Ahmed
b. Hanbel, III, 238, V, 167, 168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/505-506.
[316] el-Hadid (57), 21.
[317] el-İsrâ, (17), 30.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/506-509.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/509.
[320] Buhârî, ezan 155, i'tisam 3, kader 12, deavat 17;
Müslim, mesâcid 137, 138; Nesaî, tatbik 25, sehv 85, 89; Tirmizî, salat 108;
Muvatta', kader 8; Dârimî, salat 71, 77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/509-510.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/510-511.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/511.
[323] Müslim, mesâdd 139; Nesaî, sehv 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/511-512.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/512.
[325] Müslim, mesacid 139: Nesai, sevh 83.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/513.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/513.
[327] Ahmed b. Hanbel, IV, 369.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/513-515.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/515.
[330] Müslim, musafirin 201; Tirmizî, deavât 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/515.
[331] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/516.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/516.
[333] Buradaki "veya" mânâsına gelen kelime tüm
nüshalarda dir.Ancak sarihler bunun aslının"çok ah çekip ağlayan"
olduğu halde müstensih hatası olarak düşmüş olmasının kuvvetle muhtemel
olduğunu söylerler. Tirmizî ve Ibn Mace'nin rivayetlerinin şeklinde oluşu da bu
ihtimali kuvvetlendirmektedir. Hisnii'l-hasîn'deki ifadeler de bu yöndedir.
[334] İbn Mace, dua 2; Tirmizî, deavat 102; Ahmed b. Hanbel,
I, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/516-517.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/517.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/517-518.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/518.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/518.
[339] Müslim, mesâcid 135, 136; Nesaî, sehv 81, 82; Tirmizî,
salat 108; Ibn Mâce, ikâme 32; Dârimî, salat 88; Ahmed b. Hanbel, V, 275, 279;
VI, 62, 184, 235.
[340] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/518-519.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/519-520.
[342] Müslim, mesâcid 135; Nesai, sehv 81; Tirmizî, mevakit
108; ibn Mâce, ikame 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 5/520.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
5/520.
[344] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/520-521.
[345] Tirmizî, deavât 106.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/7.
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/7-8.
[347] en-Nur (24); 31.
[348] en-Nisâ (4), 18.
[349] et-Tahrim (66), 8.
[350] eş-Şûra (42), 25; en-Nisa (4), 92; Taha (20), 82.
[351] ez-Zârıyat (51), 18.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/8-12.
[353] el-Eğar el-Müzenî. Sahabidir. Müsedded onun sahabi
olduğuna işaret etmiştir. Hz. Peygamberden başka Ebû Bekir'den de hadis
rivayet etmiştir. Ebu Davud'un yanı sıra Müslim, Nesaî ve el-Edebu'l
-Müfred'de Buhârî kendisinden hadis rivayet etmişlerdir, (Bilgi için bk.
İbnu'1-Esir, Üsdü'1-gabe, 1, 124-125; tbn Hacer, el-İsâbe, I, 55-56).
[354] Müslim, zikir 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/12.
[355] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/12-13.
[356] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/13.
[357] Tirmizî, deavât 38; tbn Mâce, edeb 57; Ahmed b.
Hanbel, II, 21, 67; V, 191, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/13-14.
[358] en-Nasr (110), 3.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/14.
[360] Bu zâtın adının Bilâl veya Hilâl olduğu konusunda
farklı görüşler vardır. Tehzibü't-Tehzîb, Takrîb ve Hulâsa'da burada olduğu
gibi Bilal olarak zikredilmiştir. Ebu Davud'un tashih edilmiş bir yazma
nüshasında İse, Hilâl olarak zabdedilmiştir. İbnu'l-Esir, Üsdü'1-ğâbe, adındaki
eserinde Resûlullah (s.a.)'ın azatlısı Zeyd b. Bûlâ'dan (bu hadisin sahâbî
râvisi) bahsederken torunu olan bu zât konusundaki ihtilâflara temas etmiş sonra
da Tirmizî'nin buradaki senedle rivayet ettiği hadisi vermiştir, bu senedde
ismi "Bilâl b. Yesâr b. Zeyd" olarak zabt edilmiştir.
Bu hadisin sahâbî râvisi yukarıda da işaret edildiği gibi Zeyd b.
Bulâ'dır. Künyesi Ebu Yesar olan bu zâtı Hz. Peygamber (s.a.) Benî Sa'lebe
gazvesinde ele geçirip azâd etmiştir. Kendisi Sudan'lıdır.
[361] Tirmizî, deavat 117; Hakim, el-Müstedrek, II, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/14-15.
[362] el-Enfâl (8), 16.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/15-16.
[364] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/16.
[365] İbn Mâce, edeb 57; Ahmed b. Hanbel, I, 248.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/16.
[366] el-Talâk (65), 2, 3.
[367] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/16-17.
[368] Buharı, deavat 55; Müslim, zikir ve dua 23, 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/18.
[369] "Allah'ım! Senden dünyada afiyet âhirette af
istiyorum. Ey Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyiyi ver, bizi ateşin azabından
koru" demektir.
[370] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/18-20.
[371] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/20.
[372] Müslim, imara 154, 156, 157; Nesâî, cihâd 36; Tirmizî,
cihâd 19; İbn Mâce, cihâd 15; Dârimî, cihâd 15; Ahmed b. Hanbel, V, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/20-21.
[373] Buhârî, rikak 31.
[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/21-22.
[375] Âl-i lmrân(3), 135.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/22-23.
[376] Hud (11), 114.
[377] Âl-i imrân (3), 135.
[378] en-Nisâ (4), 123.
[379] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/23-25.
[380] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/25.
[381] Ahmed b. Hanbel, V, 245; İbn Hıbban, Sahih, III, 234;
Hakim el-Müstedrek I, 273.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/25-26.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/26.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/26.
[385]Tirrmızî, sevâbu'l-Kur'an 12; Nesaî, istiaze37; İbnHibban,
Sahih, III, 227; Hakim,el-Mustedrek, I, 253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/26.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/27.
[387] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/27.
[388] Ahmed b. Hanbel, I, 394, 397.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/27.
[389] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/27.
[390] Şubhe râvılerden birisine aittir.
[391] ibn Mâce, Dua 17; Ahmed b. Hanbel, VI, 369; İbn
Hibban, Sahih, 11, 112.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/28.
[393] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/28.
[394] Buhari, tevhid 9, meğazi 38, deavât 50, 68; Müslim,
zikir 44, 45, 46; Tirmizî, dua 57; Ibn Mâce, edeb 59; Ahmed b. Hanbel, II, 298,
309, 335, 355, 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/29.
[395] Kaf (50), 16.
[396] el-Bakara (2), 186.
[397] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/29-32.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/32.
[399] Müslim, zikir 44, 45, 46.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/32-33.
[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/33.
[401] Buhârî, cihad 131, meğazi 38, deavât 51, kader 7,
tevhid 9; Müslim, zikir 44, 45, 46; Ahmed b. Hanbel, IV, 394, 402, 418.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/33-34.
[402] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/34.
[403] Müslim, imâre 160; Nesâî, cihâd 18; Hakim,
el-Mtistedrek, I, 518; Ibn Hıbban, Sahih, II, 112.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/35.
[404] Âl-i İmrân(3), 31.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/35.
[406] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/36.
[407] Müslim, salat 70; Tirmizî, vitir 21; Dârimî, rikak 58;
Ahmed b. Hanbel, III, 102, 261; II, 172, 178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/36.
[408] el-En'âm, (6), 160.
[409] el-Bakara (2), 261.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/36-37.
[411] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/37-39
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/39.
[413] Oradaki kaynaklara ilâveten bk. İbn Hıbban, Sahih, II,
132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/39.
[414] Müslim, zühd 74.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/40.
[416] Mirkat'ul-mefâtih, II, 636.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/40-41.
[417] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/41.
[418] Darimî, mukaddime 7; Ahmed b. Hanbel, III, 303,
398;,Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, II, 153.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/41-42.
[419] et-Tevbe (9), 103.
[420] en-Nur (24), 63.
[421] el-Haşr (59),
10.
[422] et-Tevbe (9), 100.
[423] es-Saffât (37), 79.
[424] es-Saffât (37), 109.
[425] es-Saffât (37), 120.
[426] es-Saffât (37), 181.
[427] el-Ahzâb (33), 56.
[428] îbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, Vl, 753.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/42-44.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/44.
[430] Müslim, zikr 86.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/44-45.
[431] el-Haşr (59),
10.
[432] Muhammed (47), 19.
[433] İbrahim (14), 41.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/45-46.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/46.
[435] Tirmizî, birr 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/46.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/46-47.
[437] Tirmizî, birr 7; İbn Mâce, dua 11; Ahmed b. Hanbel,
II, 258, 305, 343, 348, 367, 434, 445, 478, 517, 523.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/47.
[438] Lokman (31), 14.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/47-48.
[440] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/48.
[441] Ahmed b. Hanbel, IV, 414, 415.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/48-49.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/49.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/49.
[444] eI-Mâide(5), 90.
[445] el-Bakara (2), 216.
[446] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/51-53.
[447] Buhârî, teheccüd 25, deavât 49, tevhid 10; Tirmizî,
vitir 18; İbn Mâce, ikâme 188; Ah-med b. Hanbel, III, 344.
[448] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/53-54.
[449] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/55-58.
[450] Hakim, el-Müstedrek, I, 518.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/58.
[452] Nesaî, istiâze 5, 34, 35; tbn Mâce, duâ 3; Ahmed b.
Hanbel, II, 167; III, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/58-59.
[453] Âl-i İmran (3), 180.
[454] el-A'raf (7), 31.
[455] en-Nahl (16), 70.
[456] Buhârî, deavat 38.
[457] el-En'âm (6), 125.
[458] el-A'raf (7), 58.
[459] Buhârî, iman 39; Müslim, musâkât 107; İbn Mace, fiten
14; Dârimî, buyu' 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 270, 274.
[460] ed-Duhân (44), 56.
[461] el-Mu'min (40), 11.
[462] el-Mü'min (40), 11.
[463] Taba (20), 124.
[464] et-Tekâsür (102), 1, 2.
[465] et-Tevbe (9), 101.
[466] el-Mu'min (40), 45-46.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/59-65.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/65.
[469] Buhârî, deavât 36, 38, 40, cihâd 25, 74; Müslim, zikr
49, 51, deavat, 48, 52, 73, 76; Nesâî, isti aze 6, 7, 8, 12, 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/65-66.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/66.
[471] Buhârî, cihâd 74, et'ime 38, deavât 35, 37, 40;
Müslim, zikr 51, 52, 73; Tirmizî, deavat 70; Nesaî, isti'âze 35, 45.
[472] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/66-67.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/67-68.
[474] Müslim, mesâcid 134; Nesaî, cenâiz 115; Tirmizî,
deavat 70, 76, 132; Muvatta, Kur'an 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/68.
[475] bk. 880, 1539 no'lu hadisler.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/68-69.
[477] Buharî, deavat 39, 44, 46; Müslim, zikr 49; Nesaî,
isti'âze 17, 26; Tirmizî, deavat 76; İbn Mace, dua 3; Ahmed b. Hanbel, VI, 57,
207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/69.
[478] Fâtır (35), 15.
[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/69-70.
[480] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/70.
[481] Nesâî, isti'aze 14, 16; îbn Mâce, dua 3; Ahmed b.
Hanbel, II, 305, 325, 354, 540.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/70.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/71.
[483] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/71.
[484] Müslim, zikir 96; Nesaî, sehv 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/71-72.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/72.
[486] Nesâî, isti'âze 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/72.
[487] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/72-73.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/73.
[489] Nesâî, isti'âze 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/73-74.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/74.
[491] Müslim, zikir 73; Tirmizi, deavat 68; Nesâî, isti'aze
13, 18, 21, 64; İbn Mâce, mukaddime 23, dua 2, 3; Ahmed b. Hanbel, II, 167,
198, 340, 365, 451; III, 192, 255, 283; IV, 371, 381.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/74-75.
[492] es-Saf (61), 3.
[493] el-Bakara (2), 44.
[494] ez-Zümer (39), 22.
[495] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/75-76.
[496] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/76-77.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 6/77.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/77.
[499] Ferve b. Nevfel el-Eşeai, el-Kûfî. Güvenilir (sika)
tabiilerdendir. Hz. Peygamberden mürsel olarak hadis rivayet etmiştir. Ayrıca
onun Hz. Aişe ve Hz. Ali'den rivayetleri vardır. Kendisinin rivayetleri
Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve ibn Mace'de yer almıştır. (Bilgi için bk. el-Cem'
beyne ricalis-sahihayn, II, 415).
[500] Müslim, dua 66, 67; İbn Mâce, dua 3; Nesaî, sehv 63;
Ahmed b. Hanbel, VI, 139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/77-78.
[501] el-A'râf (7), 99.
[502] el-Enfâl (8), 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/78.
[503] Şuteyr h. Şekel b. Humeyd el-Absî. Ebu tsa künyesi ve
kûfî nisbesi ile tanınan bir tabiidir. Babasından, annesinden, Ibn Mes'ud ve
Hafsa'dan hadis rivayet etmiştir. Az hadis rivayet etmiştir. Kendisinin
güvenilir olduğu kabul edilmektedir. Müslim, Ebu Davud, Nesâî, ve tbn Mace onun
rivayetlerine kitaplarında yer vermişlerdir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakât,
VI, 181).
[504] Şekel b. Humeyd el-Absî. Hz. Peygamberden hadis
rivayet etmiştir. Kendisinden de sadece oğlu Şuteyr rivayette bulunmuştur. Ebu
Davud, Nesâî, Tirnüzi, tbn Mace, ve el-Edebu'1-miıfred'de Buhârî kendisinden
hadis nakletmîşlerdir. (Bilgi için bk. İbn Sa'd, Tabakat, VI, 45.)
[505] Nesâî, İstİ'âze 4, 10, 11; Tirmizî, deavat 74.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/78-79.
[506] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/79-80.
[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/80.
[508] Ebu'l-Yeser. Adı ka'b, künyesi îbn Amr b. Irâd'dır.
Ensardandır. Akabe biatine ve Bedr savaşma iştirak etmiştir. Bedr'e iştirak
edenlerden en son vefat eden bu zat olduğu söylenir. H. 55 yılında vefat
etmiştir.
Ebu'l Yeser (r.a.)
peygamber (s.a.)'den hadis rivayet etmiştir. Oğlu Ammar, Musa b. Talha, Ubâde
b. el-Velîd ve Hanzala b. Kays da ondan rivayette bulunmuşlardır. Müslim, Ebû
Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, îbn Mâce ve Buhârî'(nin el-Edebü'1-Müfred'in) de rivayetleri
bulunmaktadır. [Bilgi için bk. Ibnu'1-Esir, Üsdü'1-ğabe, VI, 332; îbn Hacer,
el-isâbe, IV, 221.]
[509] Nesâî, isti'âze 61; Ahmed b. Hanbel, II, 171, III, 427; IV, 204.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/80-81.
[510] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/81-82.
[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/82.
[512] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/82.
[513] Nesâî, isti'âze 36; Ahmed b. Hanbel, III, 192, 218.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 6/82.
[514] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/83.
[515] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/83.
[516] Ebû Umâme asıl adı, İlyâs b. Sa'iebe'dir. Abdullah b.
Sa'lebe olduğu da söylenir. Hz. Peygamber'den ve Abdullah b. Üneys
el-Cühenî'den hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) onu anasının
hastalığı sebebiyle Bedir'den geri çevirmiş, fakat döndüğünde anasını ölü
bulmuştur. (Bilgi için bk. İbnu'1-Esir, Üsdü'1-ğâbe, I, 181; VI, 17; tbn
Ha-cer, el-İsâbe, IV, 9).
[517] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 6/83-84.
[518] bk. 1539, 1540, 1541 no'lu hadisler.
[519] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
6/85.