ـ5769 ـ1ـ عن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنِ
اقْتَبَسَ بَاباً
مِنْ عِلْمِ
النُّجُومِ
لِغَيْرِ مَا ذَكَرَ
اللّهُ
فَقَدِ
اقْتَبَسَ
شُعْبَةً مِنَ
السِّحْرِ،
الْمُنَجِّمُ
كَاهِنٌ، وَالْكَاهِنُ
سَاحِرٌ
والسَّاحِرُ
كَافِرٌ[.
أخرجه رزين .
1. (5769)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim, Allah'ın zikrettiğinin gayrısı için yıldızlar ilminden bir bab iktibas
ederse sihirden bir şu'be iktibas etmiş olur. Müneccim kâhindir; kâhin
sihirbazdır, sihirbaz da kâfirdir." [Rezin tahric etmiştir.][1]
ـ5770 ـ2ـ
وفي رواية:
]مَنِ
اقْتَبَسَ
عِلْماً مِنَ
النُّجُومِ
اقْتَبَسَ
شُعْبَةً
مِنَ السِّحْرِ،
زَادَ مَا
زَادَ[. أخرجه
أبو داود .
2. (5770)- Bir diğer
rivayette şöyle gelmiştir: "Kim yıldızlarla ilgili bir ilim iktibas
etmişse sihirden bir şûbe iktibas etmiş demektir. (Yıldız ilmi) arttıkça (sihir
ilmi de) artar." [Ebu Davud, Tıbb 22, (3905).][2]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetlerde Resulullah kendi devrinde ilm-i nücumun bir
nevi sihirbazlık olduğuna dikkat çekiyor. Yıldızlar ilmi diye tercüme ettiğimiz
bu ilim şubesini müneccimlik ilmi diye
de ifade edebiliriz. Şimdilerde gayr-ı ciddi gazetelerin meşguliyet sahasına
giren yıldız falı nevinden bilgiler. Hadisin üslubundan bu ilimle meşguliyetin
yasak olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), daha
önce teferruatlı olarak sunduğumuz üzere, sihirle meşguliyeti haram kılmıştır.
Müneccimliğin sihirden bir parça olduğunun söylenmesi onun da yasak
kılındığının ifadesi olmaktadır. Bu yasağın mahiyeti müteakip hadiste daha iyi
anlaşılacak ise de burada şunu belirtmede fayda var: Hadislerde yasaklanan
ilim, bugünün tabiriyle astronomi denen yıldızlar ilmi değil, astroloji
denen falcılık ilmidir. Astroloji'ye "ilim" denir mi diye zihne
gelebilecek bir soruyu hemen cevaplandıralım: "İlim" kelimesinin
günümüzde kullanılışı itibariyle astroloji, falcılık ve birkısım sanatlara
"ilim" demek yadırgansa da İslam alimlerinin ilim kelimesini kullanma
an'analerine göre yadırganmaz. Sözgelimi Taşköprüzade'nin mevzuatu'l-ulum adlı,
ilimleri tasnif eden eseri tedkik edildiği zaman günümüzde
"ilim" kelimesini izafede
zorluk çekeceğimiz nice bilgi şubelerine hep ilim dendiğini görürüz.
Resulullah tarafından yasaklanan yıldızlar ilmi hakkında şarihler
şu açıklamayı yapar: Yasaklanan ilm-i nücum, yıldıza bakanların,
henüz vukua gelmemiş olan yağmurun yağması, fiyatların değişmesi gibi hadisat
ve vukuat hakkındaki beyanlarıdır. Namaz vakitlerini hesaplamada, kıble
tayinini yapmada lazım olan ilimler bu
yasağa dahil değildir.
Begavî Şerhu's-Sünne'de der ki: "Yıldızlar ilminden
yasaklanan, müneccimlerce, henüz vukua
gelmeden gelecekte vukuunun bilindiği iddia edilen hadiseler ilmidir:
Rüzgârların ne zaman eseceğine, yağmur ve karın ne zaman yağacağına, sıcak ve
soğuğun ne zaman zuhur edeceğine, fiyatların (ne şekilde ne zaman) değişeceğine
dair bilgiler gibi. O kimseler bunları, yıldızların yürümesi, toplanmaları ve
ayrılmaları sayesinde bildiklerini iddia ederler. Bunlar, Allah'ın kendisine mahsus kıldığı bir
ilimdir. Kendisinden başka kimse bunları
bilemez. Nitekim ayet-i kerimede "Kıyamet vaktine dair bilgi Allah
katındadır. Yağmuru O indirir, Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın
ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse nerede
öleceğini bilmez. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir" (Lokman
34)buyurulur.
Begavî'nin bu
saydıklarının bir kısmı günümüzde ilim
ve araştırma mevzuudur. Hadis bunları yasaklıyor mu diye hatıra gelebilir.
Dikkat edilirse yasaklanan husus, içtimâî araştırmalara, istatistik ve
mukayeselere dayanarak yapılan yorum ve tahminler değildir. Mezkur meselelerin
"yıldızların seyrine, toplanıp dağılmalarına" dayanarak ileri sürülen
ilim iddiasıdır.
İslam alimleri bu hususu belirtmeyi de ihmal etmezler: "Müşahede ve rasat yoluyla anlaşılan ve zevalin ve kıble cihetinin bilinmesi gibi faydalı hususların bilinmesine yardımcı olan yıldızlar ilmi yasağa dahil değildir. Nitekim ayet-i kerimede: "Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için var eden de O'dur. Bilen bir kavm için biz delillerimizi böyle açıkladık" (En'am 97) buyrulmuştur. Böylece Aziz ve Celil olan Allah vakitleri bilmede takip edilecek yolları tesbitte yegâne vasıtanın yıldızlar olduğunu haber vermektedir. Eğer yıldızlar olmasaydı kıble istikameti bilinemezdi." Aliyyu'l-Kâri, bu hsusta şu dikkat çekici rivayeti Hz.Ömer (radıyallahu anh)'den kaydeder: "Yıldızlar ilminden kıble ve yolları tanıtacak kadarını öğrenin (astrolojiye, kâhinliğe kaçan kısmında) durun."
2- Hadisin sonunda yer alan
زَادَ
مَا زَادَ ibaresi
mübhemdir. Bu sebeple farklı yorumlar
yapılmıştır. Tercihimiz olan yorumu, tercümede parantez arasında kaydettik.
Ayrıca şu tahmin de burada kayda değer:
* Bu ravinin bir ilavesi de olabilir. Bu durumda mana şöyle olur: "Resulullah müneccimlik
ilmini kötülemede anlattı da anlattı."[3]
ـ5771 ـ3ـ
وعن زيد بن
خالد رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]صَلّى
لَنَا
رَسُولُ
اللّهِ #
الصُّبْحَ
بِالْحُدَيْبِيَةِ
في إثْرِ
سَمَاءٍ
كَانَتْ مِنَ
اللّيْلِ.
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
أقْبَلَ عَلى
النَّاسِ
فَقَالَ: هَلْ
تَدْرُونَ مَاذَا
قَالَ
رَبُّكُمْ؟ قَالُوا:
اللّهُ
وَرَسُولُهُ
أعْلَمُ. قَالَ،
قَالَ:
أصْبَحَ مِنْ
عِبَادِي
مُؤْمِنٌ بِي
وَكَافِرٌ؛
فأمَّا مَنْ
قَالَ:
مُطِرْنَا
بِفَضْلِ
اللّهِ
وَرَحْمَتِهِ
فذلِكَ مُؤْمِنٌ
بِي كَافِرٌ
بِالْكَوْكَبِ؛
وَمَنْ قَالَ:
مُطِرْنَا
بِنَوْءٍ
كَذَا
وَكَذَا فذلِكَ
كَافِرٌ بِي
مُؤْمِنٌ
بِالْكَوْكَبِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي.»النَّوْءُ«
هو طلوع نجم
وغروب آخر،
وإنما غلظ
النبي # في
أمرها ‘ن
العرب كانت تنسب
الفعل اليها،
فأما من جعل
المطر من فعل
اللّه وأراد
بقوله: مطرنا
بنوء كذا: أي
في وقت كذا،
وهو هذا النوء
الفني فذلك
جائز .
3. (5771)- Zeyd İbnu Halid
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Hudeybiye'de, bize geceleyin yağan yağmurun peşinden sabah namazı kıldırmıştı.
Namazı bitirince cemaatın önüne geçti ve:
"Rabbiniz ne dedi biliyor musunuz?" buyurdu. Cemaat:
"Allah ve Resulü bilir!" dediler.
"Allah Teala hazretleri: "Kullarımdan bir kısmı bana
mü'min, bir kısmı da kâfir olarak sabahladı. "Allah'ın fazlı ve rahmetiyle
bize yağmur yağdırıldı" diyen bana mü'min,
yıldızları da inkar edici olarak sabahladı. Kim de:
"Falanca falanca yıldız sayesinde bize yağmur yağdırıldı" dediyse o da bana kâfir, yıldıza mü'min
olarak sabaha erdi" dedi!"
buyurdular." [Buharî, Ezan 156, İstiska 28, Megazi 35, Tevhid 35;
Müslim, İman 125, (71); Muvatta, İstiska 4, (1,
192); Ebu Davud, Tıbb 22, (3906); Nesâî, İstiska 16, (3, 165).][4]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, yağmurun yıldızların tesiriyle yağdığı inancına
düşenler küfre nisbet edilmektedir. Bu hüküm sadece yağmurla sınırlı
olmamalıdır. Kişi, maruz kaldığı nimetleri veya müşahede ettiği hadiseleri
Allah'tan başka birşeyle açıkladığı takdirde küfre nisbet edilebilecektir.
Alimler buradaki küfürle iki ayrı küfrün kastedilmiş olabileceğini
belirtirler.
* Şirk koşma küfrü,
İmanla mukayese yapılmış olması bu ihtimale bir karîne olmaktadır.
* Nimete karşı küfr; buna küfân-ı nimet veya nankörlük de
diyoruz. Bu ihtimalin verilmesine
hadisin bir başka veçhinde gelen:
"Kim, suyuvermiş olmamıza karşı bana hamd ü senada bulunursa, işte bu bana
iman etmiştir" ibaresidir. Keza bir başka rivayette de: "...Bana veya
nimetime küfretmiş olur" ibaresinin gelmiş olmasıdır. İbnu Abbas'tan gelen
bir rivayette de: "...onlardan bir kısmı kâfir, bir kısmı şakir olarak
sabaha ermiştir" ibaresi vardır. Şu halde, hadiste geçen "küfür"den
maksadın imanî küfür olmayıp nimete nankörlük" olduğunu anlamayı haklı
çıkaracak karineler mevcuttur.
O halde hadisin değerlendirilmesinde her iki muhtemel mananın nazar-ı dikkate alınması gerekir. Mü'min, zaten şiddetle tahzir edildiği şirk-i hafiye düşmemek için,
hayır ve şer her şeyin yaratılış cihetiyle Allah'tan geldiğini bilecektir. Hele
hayır, nimet, saadet gibi hoş şeylerin Allah'ın hem iradî olarak takdiri hem de
yaratması olarak bilip hamdini, şükrünü eda etmesi gerekir. Belirtilen yanlış
inançlara başkasında rastlandığı zaman,
bu inancın küfran-ı nimet olabilme ihtimalini gözönüne alarak tekfir etme
cihetine gitmemesi uygun olur. Nitekim bazı şarihler, Resulullah yıldızlar
bahsinde şiddet göstermiştir. Çünkü Arapların hadisatı onlara nisbet etme
âdetleri vardı. Ama, yağmuru Allah'tan bilen bir kimsenin o yıldızın doğduğu
vakti kastederek: "Falanca yıldızda yağmura kavuştuk" demesi caizdir, demişlerdir.[5]
ـ5772 ـ4ـ
وعن أبى سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَوْ
أمْسَكَ
اللّهُ الْقَطْرَ
عَنْ
عِبَادِهِ
خَمْسَ
سِنِينَ
ثُمَّ أرْسَلَهُ
‘صْبَحَتْ
طَائِفَةَ
مِنَ
النَّاسِ
كَافِرِينَ،
يَقُولُونَ:
سُقِينَا
بِنَوْءِ
الْمِجْدَحِ[.
أخرجه النسائي.»المجدحُ«
بكسر الميم
وسكون الجيم
وآخره حاء
مهملة: نجم
يقال له
الدبران،
وبعضهم يضم
الميم .
4. (5772)- Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Eğer Allah Teala hazretleri, kullarından yağmuru beş yıl
tutup sonra gönderecek olsa, insanlardan bir grubu kâfir olur ve: "Micdeh
yıldızı sebebiyle yağmura kavuştuk!"
derdi." [Nesaî, İstiska 16, (3, 165).][6]
AÇIKLAMA:
Micdeh (veya mücdeh) yıldızı: Bu, eski Arap inancında yağmura
delalet ettiği kabul edilen bir yıldızın adıdır. Bu yıldıza Deberan yıldızı
dendiği de belirtilmiştir.[7]
ـ5773 ـ5ـ
وعن قتادة
قال: ]خَلَقَ
اللّهُ هذِهِ
النُّجُومَ
لِثََثٍ:
جَعَلَهَا
زِيْنَةَ
السَّمَاءِ،
وَرُجُوماً
لِلشَّيَاطِينِ،
وَعََمَاتٍ
يُهْتَدَى
بِهَا، فَمَنْ
تَأوَّلَ
فِيهَا
غَيْرَ هذَا
فَقَدْ أخْطَأَ
حَظَّهُ
وَأضَاعَ
نَصِيبَهُ
وَتَكَلَّفَ
مَاَ
يَعْنِيهِ
وَمَاَ
عِلْمَ لَهُ
بِهِ وَمَا
عَجَزَ عَنْ
عِلْمِهِ
ا‘نْبِيَاءُ
وَالْمََئِكَةُ
صَلَواتُ
اللّهِ
عَلَيْهِمْ
أجْمَعِينَ[ .
5. (5773)- Katâde
rahimehullah demiştir ki: "Allah bu yıldızları üç şey için yaratmıştır:
Onları semanın zineti kıldı, (semaya yükselip haber toplayan) şeytanlara
atılacak taşlar kıldı, kendileriyle istikamet
tayin edilen alâmetler kıldı. Kim yıldızlar hakkında başka yorumlar
yapmaya kalkarsa hata eder ve nasibini
zayi eder, kendisini
ilgilendirmeyen ve bilgisi olmayan hatta bilmekte peygamberler ve
meleklerin bile acze düştükleri bir hususta kendini külfete sokar."[8]
ـ5774 ـ6ـ
وعن الربيع
مثله وزاد:
]وَاللّهِ مَا
جَعَلَ
اللّهُ فِي
نَجْمٍ
حَيَاةَ
أحَدٍ وََ
مَوْتَهُ وََ
رِزْقَهُ؛
إنَّمَا
يَفْتَرُونَ
عَلى اللّهِ
الْكَذِبَ
وَيتَعَلَّلُونَ
بِالْنُّجُومِ[.
أخرجه رزين .
قالت:
وعلق منه
البخاري من
أوّله الى
قوله: ما علم
له به، واللّه
أعلم .
6. (5774)- Rebî de aynısını
rivayet etmiş ve şu ziyadeyi kaydetmiştir: "Allah'a yemin olsun. Allah hiç
kimsenin ne yaşamasını, ne ölmesini, ne de rızkını herhangi bir yıldıza
bağlamıştır. Bunu söyleyenler Allah hakkında yalan düzüyorlar ve kendilerine bahaneler
uydur(up avun)uyorlar." [Rezin tahriç etmiştir. Buhârî, önceki
kısmı, başından "...bilgisi olmayan" ibaresine kadar muallak
olarak kaydetmiştir (Bed'ü'l-Halk 3).][9]
AÇIKLAMA:
İbnu Hacer, Buhârî'nin bu muallak rivayetini Abd İbnu Humeyd'in
mevsul olarak kaydettiğini ve sonuna şu ziyadeyi eklediğini belirtir:
"Allah'ın takdirinden cahil birkısım insanlar bu yıldızlarla ilgili olarak
kehanet ihdas edip kim falan yıldızın doğmasında ağaç dikerse şöyle olur, kim
feşmekan yıldızın doğmasında sefere çıkarsa böyle olur diye laflar ettiler.
Ömrüme yemin olsun! Yıldızlardan hiçbir yıldız yoktur ki, onun doğması
sırasında hem uzun boylu hem kısa boylu hem kızıl hem beyaz, hem güzel hem çirkin dünyaya gelmemiş olsun. (İnsanların
olacak şeye alâmet kıldıkları) şu
yıldızların, şu hayvanın, şu kuşun gayba hiçbir delaletleri yoktur."
Görüldüğü üzere İslam, Kur'an'ıyla, hadisiyle, ulemasıyla
falcılık, kehanet, ruh çağırma gibi gayptan haber vermeye yönelik her çeşit meşguliyeti temelden reddedip, derecesine göre küfürden bir şube
addetmektedir.[10]
Bir İstidrad:
Gaybtan haber verme nevine giren ve günümüzde, bir kısım sosyetik ve
"ilimci" çevrelerde yaygınlık kazanan ruh çağırma hadisesiyle ilgili
bir tahlili, bu meseleler -mahiyetini bilmediği için- bulaşma temayülü gösteren
bir kısım dindarları ikaz için Bediüzzaman'dan kaydedeceğiz. Bediüzzaman burada
birkaç noktaya bilhassa dikkat çekmektedir:
1) Bunlarla uğraşanlar, esas itibariyle dinden uzak
çevrelerdir. Bunların ruhçumaneviyatçı görünümleri Müslümanları aldatmamalıdır.
2) Bu işlerle uğraşanlar, haber getirenler habis ruhlardır;
cinlerin kâfir takımıdır. Bu sebeple böylesi seanslarda İslam'a, şeriata,
Kur'an ve sünnete aykırı haberler gelebilir. Bu sebeple zayıf ve cahiller
imanlarını, İslamlarını zedeleyebilirler.
Bediüzzaman, ruhçuların haber alma hadisesini inkar etmiyor, fakat
haber getirenlerin ulvi ruhlar, mü'min cinler olmadığı için, getirdikleri
haberlerin yalan yanlış, imanları zedeleyici olduğunu söylüyor.
3) Peygamber, veli gibi âli ruhlar, bu işlerle uğraşan
mübtezel insanların ayağına gelmezler. Esasen, onları çağırmak edebe aykırıdır.
Belki nefis tezkiyesi yoluyla, Suyûtî hazretleri gibi ruhen yükselmek suretiyle
onlara yaklaşılabilir.
4) Her halukârda ruh çağırma gibi işlerle meşguliyet mü'min
kişinin harcı ve meşguliyeti olmamalıdır, faydası yoktur, zararı çoktur. بِاسْمِهِ
سُبْحَانَهُ
السََّمُ عََلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وَبَرَكَاتُهُ
اَبَداً
دَائِماً
"Aziz, sıddık
kardeşlerim!
Evvelen: Çok emarelerle ve
bazı hadiselerle katiyyen tahakkuk etmiş ki, Nurun has talebelerinden
bazılarının bir zaif damarını bulup Hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek veya
zaifleştirmek için Nurun ve Nur talebelerinin düşmanlarının çok planları var.
Medar-ı ibret bir-iki nümuneyi beyan ediyoruz:
Birinci nümunesi: Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin
nazarını, fikrini, başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhani
bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için
bazı şahıslar ispirtizma denilen
ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi hatta bazı büyük
evliyalarla, hatta peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda
kâhinlik denilen.. şimdi de medyumluk
nam verilen bu mesele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki:
Bu mesele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok
zararları olabilir. Ve çok su-i istimalata menşe' olmakla beraber içinde bir
doğru olsa on yalan karışıyor. Çünki, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir
mihenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı
habise ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul
olanın kalbine ve hem de İslamiyet'e zarar vermek ihtimali var. Çünkü:
Maneviyat namına hakaik-ı İslamiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat
oluyor. Ervah-ı habise iken kendilerini ervah-ı tayyibe zannettirip belki,
kendilerine bazı büyük veliler namını verip İslamiyet'in esasatına muhalif
sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam
aldatabilirler.
Mesela: Nasıl ki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasıyla,
hararetiyle, şekliyle görünüyor fakat, o küçücük camın içindeki güneşin o
küçücük timsali, kendi namına eğer
konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istila ediyor. Benim hararetim herşeyi
ısıtıyor ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese, ne derece
hilaf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen bu misal gibi; bir peygamber, güneş
gibi hakiki makamında iken o
ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre
bir cilvesinin tezahürü, o hakikat namına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece
muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz'î cilvesi, vahyin
mazharı olan o manevî güneşin kudsî mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz.
Çünki: Esfel-i safilindeki bir cam parçası manen a'layı illiyyinde olan o
manevî güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da
hürmetsizlikten başka bir şey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için,
Celaleddin-i Suyûtî ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü sülûk ile terakki ederek
o manevî güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nur'un
isbat ettiği gibi, peygamberin velayetiyle bir nevi sohbeti.. kendi
derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.
Fakat Nübüvvet hakikatı, velayetten ne derece yüksek ise,
ispirtizma vasıtasiyle veyahut
terakkiyat-ı ruhiyye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi
hiçbir cihette hakiki peygamberle muhabereye yetişemeyeceğinden yeni ahkâm-ı
şer'iyyeye medar-ı ahkâm olamaz.
Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen
celb-i ervah da; hem hilaf-ı hakikat, hem hilaf-ı edeb bir
harekettir. Çünkü a'layı illiyinde ve kudsî makamlarda olanları esfel-i safilin
hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir
ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adeta bir padişahı kulübeciğine çağırıp
getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celaleddin-i Suyûtî, Celaleddin-i
Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zatların seyr u sülûk u ruhanîleri gibi seyr u
sülûk ile yükselerek o kudsî zatlara
yanaşmak ve istifade etmektir.
Rü'yayı sadıkada ervah-ı habise ve şeytan, peygamber suretinde
temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin
lisanen ismini kendine takıp; sünnet-i seniyyeye ve ahkâm-ı şer'iyyeye muhalif
olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması
şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyyeye muhalif ise, tam delildir ki, o
konuşan, ervah-ı tayyibe değildir. Mü'min ve Müslüman cinnî de değildir.
Ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor.
Saniyen: Şimdi Nur talebeleri böyle meselelerde derse muhtaç
değildirler. Risale-i Nur, herşeyin hakikatını beyan etmiş. Başka izahata
ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kafidir. Fakat Nur talebesi
olmayanların aynı muhaberede; ahkâm-ı şeriat ve sünnet-i seniyye esasatına
muhalif telkinatı dinlememeleri lazım ve
elzemdir. Yoksa büyük hata olur.
Bir ihtar: Bu mektuptaki
ruhlarla muhabere meselesine karşı edilen şiddetli tenkid; ecnebiden, fen ve
felsefeden ve manyetizma ve ispirtizmadan gelen ve manevî bir şekil giyen bir
meşrebe karşıdır. Yoksa İslamiyet'ten ve tasavvuf ve ehl-i tarikattan gelen ve
bir derece ruhlarla muhabereye benzeyen ve nâehillerin girmesiyle bir derece
su-i istimal edilen ve pek az olan bir kısım sofuların sofiliğine karşı
değildir. Gerçi onlarda da bir cihette bazılara zarar olabilir. Fakat öteki
gibi hiçbir cihette aldatıcı değil ve
İslamiyet'e hiçbir cihette zarar niyeti yok. Hem o ecnebiden gelen meşreb
ise, hem tarikat ve hem İslamiyet
aleyhinde olduğu gibi, o sofuların meslekini de sükut ettirmeğe çalışıyor ve
adileştiriyor. Ehl-i tasavvufun zaif ve tam sünneti yerine getirmeyen kısmı
dikkat etsinler, kendilerini onlara benzetmesinler."[12]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/183.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/183.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/183-185.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/185-186.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/186.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/187.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/187.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/187.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/188.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/188.
[11] Bu mevzuya daha önce de temas etmiştik:
4.cilt s. 347 ve devamı.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/188-191.