ZEKATIN FARZİYETİ, TERKEDENİN GÜNAHI
HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER:
MALDAKİ ZEKÂTLA İLGİLİ HÜKÜMLER
TAHMİN-TAKDİR NEDİR, NASIL OLUR?
ZEKÂTLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
ZEKAT TAHSİLDARININ HAK VE VAZİFELERİ
DEVLET MALINDAN ÇALMAK (Gulûl)
(Bu bölümde beş bâb vardır)
BİRİNCİ BÂB
ZEKÂTIN FARZİYYETİ, TERKEDENİN GÜNAHI
*
İKİNCİ BÂB
MALDAKİ ZEKÂTIN AHKÂMI
*
(Bu bâb on fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
MÜŞTEREK HADİSLER
*
İKİNCİ FASIL
HAYVANLARIN ZEKÂTI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ZÎNETLERİN ZEKÂTI
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
MEYVE VE SEBZELERİN ZEKÂTI
*
BEŞİNCİ FASIL
MADEN VE DEFİNELERİN ZEKÂTI
ALTINCI FASILAT VE KÖLELERİN ZEKÂTI
*
YEDİNCİ FASIL
BALIN ZEKÂTI
*
ONUNCU FASIL
ZEKÂTLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
*
ÜÇÜNCÜ BÂB
SADAKA-İ FITR
*
DÖRDÜNCÜ BÂB
ZEKAT TAHSİLDÂRININ HAK VE VAZÎFELERİ
*
BEŞİNCİ BÂB
ZEKÂT KİMLERE HELÂL, KİMLERE HARAM?
(Bu bâb iki fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
ZEKÂTIN HELÂL OLMADIGI KİMSELER
*
İKİNCİ FASIL
SADAKANIN HELÂL OLDUGU KİMSELER
Zekât,
lügatte nemâ (büyüme, artma) mânasına gelir.
زَكَا
الزَّرْعُ "Ekin büyüdü" demektir. Sadece bitki
için değil mal için de kullanılır. Zekât ayrıca, temizlenme mânasına da
kullanılmıştır. Şer'an her iki mâna da mûteberdir. Birinci mânaya göre, zekâtın
verilmesi, malın artmasına sebeptir. Veya kişinin sevabı, zekât sebebiyle artar
demektir. Veya zekâtın mütealliki olan mallar, ticâret, ziraat gibi artmaya
mazhar şeylerdir demektir. Bu mânaları te'yîd eden âyet ve hadisler mevcuttur.
Temizlik mânasına gelince: Hadisler zekâtın insan nefsini cimrilik kirlerinden
temizleyeceğini, günahlardan paklayıp arıtacağını ifâde etmiştir. Bazılarını
kaydedeceğiz.
Âlimler
Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen vâcib ve mendub sadakalara nafaka, hak, afv gibi
kelimelerle ifâde edilen sadaka çeşitlerine zekât ıtlak edildiğini belirtirler.
Şöyle tarif edilmiştir: "Üzerinden bir yıl geçmiş nisab miktarı maldan bir
cüz'ünü Hâşimî ve Muttalibî olmayan bir fakire ve benzerine vermektir."
Zekâtın rüknü ihlas; şart ve sebebi, üzerinden bir yıl geçen mala sâhip
olmaktır. Bu mala sahip olanın da Müslüman, âkil, bâliğ ve hür olması lâzım
gelir. İhlas, Allah rızası için vermektir.[1]
İslâm
deyince imandan sonra ilk akla gelen iki rüknünden birincisi namaz farzı ise,
ikincisi de zekât farzıdır. Bu sebeple ulemâ "Zekât İslâm' ın üçüncü
rüknüdür" demiştir. Kur'ân-ı Kerîm baştan sona, namazla zekâtı hep yan yana
zikreder. "Namaz kılın!" derken, arkadan da "Zekâtı verin!"
diye emreder.
Zekâtın
namazla aynı ehemmiyet çerçevesinde emredilmesi, İslâm dîninin, sadece uhrevî
hayat ve ibâdetle meşgul olan bir din olmayıp bir medeniyet dîni olduğunun,
dünya hayatını âhiret hayatından, âhiret hayatını dünya hayatından ayırmayan,
ikisini bir mütâlaa eden bir hayat ve devlet dîni olduğunun te'vili mümkün
olmayan delili olmaktadır.
Evet
zekât verilerek hem maddî ve dünyevî hayatımız tanzîm edilecek, müstakil bir
ümmet olmanın fiilî ve maddî ifâdesi olan devletin hayat damarı kana kavuşacak,
hem de Allah'ın rızası elde edilerek ebedî hayat kazanılacak. Görüldüğü üzere
zekât ne sırf lâik bir vergi, ne de sırf uhrevî maksadlı bir ibâdettir. Ama her
iksidir de: Hem devletin hayatiyeti olan vergi, hem de âhiretin şartı olan
ibâdet.
Şu
halde zekât, Resûlullah'ın ifâdesiyle İslâm'ın köprüsüdür: Âhiret yakası ile
dünya yakası arasına atılmış, ikisini birleştiren bir köprü; fâni ile bâkiyi,
ümmetle devletini, fakirle zengini, madde ile mânayı, Allah'la kulu birleştiren
bir köprüdür. Zekâtla zenginin malı kirden, ruhu cimrilikten temizlendiği gibi,
fakirin de gönlü kinden temizlenir. Böylece cemiyetin iki zümresi sulha
kavuşur, Zekât farîzasına uyarak yardım elini uzattığı fakir zümreye zenginin
merhamet hisleri uyanır, fakir de zengine hürmet ve muhabbetle dolar,
müteşekkir olur. Bu, bir cemiyetin huzuru ve saâdeti için şartı olan içtimâî
barıştır. Batı cemiyetinde böyle bir müessesenin yokluğu, cemiyette proleter ve
burjuva olmak üzere birbirine düşman iki zümre ortaya çıkarmış, Fransız
ihtilâl-i kebiri ile kavgaya dönüşen bu sürtüşme ve hizipleşmeler, en sonunda
işçipatron ikiliğine yani beşerin müebbed kavgası demek olan komünistkapitalist
dünyalar safhasına ulaşmıştır. Zekât müessesesi sâyesinde İslâm dünyası
binbeşyüz yıldır böyle bir kavgadan uzak yaşamıştır. Müslümanlar bu müesseseyi
canlı tuttukları müddetçe ihtilâlci ve komünist fikirler İslâm cemiyetinde
gelişemeyecek ve tutunamayacaktır.[2]
Zekâtın
ne zaman farz kılındığı hususu münâkaşalıdır. Hicretten önce farz kılındığını
iddia edenler olduğu gibi, hicretin birinci yılından dokuzuncu yılına kadar çok
farklı yıllarda farz kılındığı iddiasında bulunan olmuştur. Hepsini te'yîd eden
rivâyetler mevcuttur. Münakaşaları veren İbnu Hacer dokozuncu yılda farz olduğu
iddiasını mâkul bulmadığını belirtir. Beşinci yıldan önceye ait olabileceğini
îmâ eder, kesin iddiadan kaçınır.[3]
Kur'ân-ı
Kerîm, "Ey îman edenler! Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır.
Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur!"
(Enfal 73) buyurarak Müslümanları yardımlaşmaya teşvik eder ve bunun terki
hâlinde cemiyetin huzurunu bozacak fitne, kargaşa ve ihtilâllerin olacağını
haber verir. Şu halde zekât, bu
yardımlaşmayı gerçekleştirerecek en mühim vasıta olarak, Kur'an'da otuzdan
fazla âyette emredilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ilâhî emrin
yerine getirilmesi için pek çok beyanlarıyla, Müslümanları zekâta teşvik
buyurmuştur. Bazılarını kaydediyoruz:
الزكاة
قنطرة اسم "Zekât, İslâm'ın küprüsüdür";
حََصِّنُوا
اَمْوَالَكُمْ
بِالزَّكَاةِ
وَدَاوُوا
مَرْضَاكُمْ
بِالصَّدَقَةِ
وَأعِدُّوا
لِلْبََءِ
الدُّعَاء
"Mallarınızı zekâtla koruyun,
hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Belaya dua ile karşı koyun"; اِذَا
اَدَّيْتَ
زَكَاةَ
مَالِكَ
فقَدْ
قَضَيْتَ مَا
عَلَيْكَ
"Malının zekâtını eda ettin mi,
üzerindeki borcu ödedin demektir"; إذَا
اَدَّيْتَ
زَكَاةَ
مَالِكَ فَقَدْ
اَذْهَبْتَ
عَنْكَ
شَرَّهُ
"Malının zekâtını ödedin mi kendinden
onun şerrini def ettin demektir"; إنَّ
الصَّدَقَةَ
َ تَزِيدُ
الْمَالَ إَّ
كَثْرَةً
"Sadaka malın miktarını eksiltmez,
artırır";
"Zekâtı
ödenen mal "kenz (hazine)" değildir, toprağa gömülmüş olsa
bile."[4]
"Zekâtı verilmeyen her mal, kenzdir, açıkta (yani yere gömülmemiş) bile
olsa"; مَا
اَدَّى
زَكَاتَهُ
فَقَدْ
اَدَّى الْحَقَّ
الَّذِى
عَلَيْهِ
وَمَنْ زَادَ
فَهُوَ
اَفْضَلُ
"Zekâtını ödeyen, üzerinde bulunan
(fakirin) hakkını ödemiş olur, fazla vermek efdaldir"; "Farz zekâtı
öde. Zira o seni temizler. Sıla-i rahmi eda et, dilenci, komşu ve fakirin
hakkını gözet"; اِنَّ
مِنْ تَمَامِ
اِسَْمِكُمْ
اَنْ
تُؤَدُّوا
زَكَاةَ
اَمْوَالِكُمْ
"Malınızın zekâtını vermeniz, İslâm'ınızı
tamamlar"; تَمَامُ
اِسَْمِكُمْ
اَدَاءُ
الزَّكَاةِ
"İslâm'ınızın kemâli zekâtın
ödenmesiyledir"; بَرِئَ
مِنَ
الشُّحِّ
مَنْ اَدَّى
الزَّكَاةَ
وَقَرَى
الضَّيْفَ
وَاَعْطَى في النَّائِبَةِ
"Zekâtı ödeyen, misâfire ikram eden, musibete
uğrayanlara veren cimrilikten kurtulur";
“Allah,
zekâtını ödemeyen kimsenin namazını kabûl etmez, ikisini birlikte yapıncaya
kadar. Zira Allahu Teâla Hazretleri namazla zekâtı (Kur’an’da yanyana birlikte
zikretmek sûretiyle) birleştirmiştir, siz aralarını açmayın!”;
“Allah îmânı ve namazı ancak zikâtla kabul
eder”;
"Kimin
zekât verecek malı yoksa: "Allahümme salli alâ Muhammedin abdike ve
Resûlike ve alâ'lmüminine ve'lmü'minât ve'lmüslimîne ve'lmüslimât. (Allah'ım,
kulun ve elçin Muhammed'e, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, Müslüman
erkeklere, Müslüman kadınlara salât (rahmet et!)" desin. Bu söz onun için
zekât yerine geçer."
"Eğer
zekâtını verirsen, üzerindeki borcu ödemiş olursun. Kim haram malı toplasa,
sonra da tamamen tasadduk etmiş bile olsa, o maldan kendisine bir sevap
ulaşmaz. Üstelik vebali üzerindedir."[5]
Kur'ân-ı
Kerîm'de, zekât, sadaka, nafaka ve hak gibi kelimelerin birbirine yakın
mânalarda kullanıldığını, hepsinin vergi mânasında zekâtla ifade edildiğini
söyledik. Hemen belirtelim ki, tefurruâta inince bunlar arasında bazı farkların
olduğu da görülür. Nitekim zekâtı tarif ederken, üzerinden bir yıl geçmiş
maldan alınma kaydı, Hâşimî ve Muttalibîlere haram kaydı geçti. Öte yandan
devletin humus, öşür, haraç gibi değişik adlar altında başka gelirleri, yani
"vergi"leri de var. İslâm devletinde bunların toplanma ve harcanma
şekli az çok farkeder. Sözgelimi humus Âl-i Beyt'e helal olduğu halde zekât
haramdır. Şu halde İslâm'ın ayırdığı bu gelir çeşitlerini gönümüz lâik espirisi
içerisinde "vergi" adı altında mütâlaa ederek zekât vergidir diye bir
hükme gitmek ve bu meşkûk hükme dayanarak devlete ödenen vergiyi zekâta mahsub
edip zekat vermekten kaçınmak, dînen tehlikeli bir durum ortaya çıkarabilir.
Müslüman böyle şüpheli durumlardan kaçmakla mükelleftir. Bu meselede tereddüdü
izale etmek için iki nokta bilinmelidir:
1)
Bugünkü vergilendirme şer'î esasa uygun mu? Yani, dinen vermemiz gereken
zekâtın tamamını veriyor muyuz? Meselâ devlet bugün öşür almıyor. Keza devlet
ticâret yapanlardan belli şartlarla vergi aldığı halde emvâl-i bâtına'ya giren
tasarruflardan, altın ve gümüş nev'indeki zinetlerden vergi almıyor. Ama
Müslüman kimse, dinin bu mallarda emrettiği zekâtı vermesi gerekir.[6]
2)
Vergiler, dinin istediği yerlere harcanıyor mu? Az sonra belirtileceği üzere
zekâtın, Kur'an'la tesbit edilen belli harcama kalemleri var. Bugün lâik devlet
onu düşünmüyor. Müslüman, bu noktadan da zekat gibi mühim bir rüknü
değerlendirmek zorundadır. Şüpheden emin olmak için, şeriatın emrettiği üzere
zekâtını hesaplayıp zâhir şartlara ve vicdanına uygun şeklide çevresindeki
fakirlere vermek çıkar yol gözükmektedir.
Bu
meselede iyice bilinmesi gereken husus şudur: Zekât, herşeyden önce bir
ibadettir ve öncelikle fakirin hakkıdır. Bu ibâdet de dinin emrettiği şekilde
yapılmalıdır.Din, zekâtın zenginlerden alınıp o bölgenin fakirlerine dağıtılmasını
emretmiştir. Artan miktar Beytu'l-Mâle (Devlet Hazinesine) gönderilir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususu -müteakip ilk hadiste görüleceği
üzere- Yemen'e irşâd, vergi ve kadılık işlerini yürütmek üzere gönderdiği Muâz
İbnu Cebel (radıyallâhu anh)'e açık bir şekilde emretmiştir: "Sen Ehl-i
Kitap bir kavme gidiyorsun... Onlara haber ver ki, Allah malları üzerine zekâtı
farz kılmıştır. Zenginlerinden alınarak fakirlerine iâde edilir..."
İslâm
ulemâsı zekâtın, alındığı bölgeden dışarı çıkarılıp çıkarılmayacağı hususunda
farklı görüşler ileri sürmüş, bu meyanda Hanefîler çıkarılabileceğini söylemiş
ise de Şafiîler, Mâlikîler ve "cumhur" çıkarılmaması gerektiği
görüşünde ittifak etmişlerdir. Şâfiîler çıkarıldığı takdîrde -orada muhtaç
kimse varsa- bunun te'diye edilmesi, gerisin geriye gönderilmesi gerektiğine
hükmeder. Mâlikîler ise muhtaç olup olmadığına bakılmaksızın iâdesine hükmeder.
Mahallî
ihtiyâç fazlası ve başka şekillerde hazînede toplanan paralar da öncelikle
yardıma muhtaç durumda olan "beşer unsuru"na harcanacaktır. İlgili
âyet şöyle: "Sadakalar (yani fukaraya temlîk edilmek üzere çıkarılan
vergiler) Allah'tan bir farîza olarak, ancak:
1-
Fakirlere,
2-
Miskinlere,
3-
(Toplanması ve sarfında sadakalar) üzerine me'mur olanlara,
4-
Kalpleri (Müslümanlığa) alıştırılmak istenenlere,
5-
Kölelere,
6-
Esîrlere,
7-
(Borcundan fazla nisâbı olmayan) borçlulara,
8-
Allah yolunda (harcamaya),
9-
Ve yol oğluna (yani memleketinde zengin bile olsa, meşru bir maksadla seyr-ü
sefer ederken muhtaç kalmış olan yolculara) mahsustur..." (Tevbe 60).
Burada
3, 4 ve 8. maddeleri istisna edersek, diğer altı kalemin muhtaç olan kimseler
olduğu görülür. Yani hazîne parasının sarfında önce insan unsurunun durumunu
düzeltmek emredilmektedir. Bugün vergilerin sarfında bu inceliklere yeterince
riâyet edilmediğine göre, Cenâb-ı Hakk' ın hitâbına doğrudan muhatap olan bu
hitaba uyup uymama ölçüsünden hesabını verecek olan Müslümanın, zekâtını, ilâhi
irâdeye uygun miktarda çıkarması gerekir. Bilhassa emvâl-i bâtınanın zekâtı
ferdin vicdanına bırakılmıştır. Hiç olmazsa bunların çevredeki fakirlere
sarfı... [7]
Bu
mevzuyu Ömer Nasuhî Bilmen merhum şöyle özetlemiştir: "Mallar, emvâl-i
bâtına (görülmeyen) ve emvâl-i zâhire (görülen) adıyla iki kısımdır. Nakit
paralar ile, evlerde, mağazalarda bulunan ticâret malları, emvâl-i bâtına'dır.
Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi muhsûlâtı ve mâdenler ile yer
altındaki hazîneler ve "gümrüklere uğrayan ticâret malları ile nukud"
da emvâl-i zâhiredendir. Bunların hepsi de birer muayyen nisbette zekâta
tâbidirler.
Bâtınî
malların zekâtlarını vermek, sâhiplerinin diyânetine havâle edilmiştir. Bunlar,
bu malların zekâtlarını diledikleri fakirlere, muhtaçlara bizzat verebilirler.
Zâhirî
malların zekâtlarını, muayyen nisbetteki vergilerini ise, veliyyü'l-emir,
hususî memurlar vâsıtasıyla tahsîl ederek şer'an muayyen yerlere
sarfeder..."
Bugünün
şartlarında, zekât deyince sadece emvâl-i batına'dan verilecek kırkta biri
anlayanların hatası açıktır. Dinin hassasiyetle durduğu bir meselede
mü'minlerin de hassas olmaları gerekir. Kabirde hesap ilâhî ölçülere göre
olacaktır.[8]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]بَعَثَ رسول
اللّه #
مُعَاذاً إلى
الْيَمَن. فقَالَ:
إنَّكَ
تَقْدُمُ
عَلى قَوْمِ
أهْلِ كِتَابٍ
فَلْيَكُنْ
أوَّلَ مَا
تَدْعُوهُمْ
إلَيْهِ
عِبَادَةُ
اللّهِ
تَعالى،
فَإذَا عَرَفُوا
اللّهَ
تَعالى
فَأخْبِرْهُمْ
أنَّ اللّهَ
تَعالى
فَرَضَ
عَلَيْهِمْ
زَكَاةً تُؤخَذُ
مِنْ
أغْنِيَائِهِمْ
وَتُرَدُّ
عَلى
فُقَرَائِهِمْ،
فَإنْ هُمْ
أطَاعُوا
لِذلِكَ
فَخُذْ مِنْهُمْ
وَتَوَقَّ
كَرَائِمَ
أمْوَالِهِمْ،
وَاتَّقِ
دَعْوَةَ
المَظْلُومِ،
وَاتَّقِ
دَعْوَةَ
المَظْلومِ،
فَإنَّهُ
لَيْسَ بَيْنَهَا
وَبَيْنَ
اللّهِ
حِجَابٌ[.
أخرجه الخمسة
.
1. (2010)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Muâz
(radıyallâhu anh)'ı Yemen'e gönderdi. (Giderken) ona dedi ki:
"Sen
Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey Allah'a ibâdet
olsun. Allah'ı tanıdılar mı, kendilerine Allah'ın zekâtı farz kılmış olduğunu,
zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılacağını onlara haber ver. Onlar buna
da ittaat ederlerse kendilerinden zekâtı al. Zekât alırken halkın
(nazarlarında) kıymetli olan mallarından sakın. Mazlumun bedduasını almaktan
kork. Zîra Allah'la bu beddua arasında perde mevcut değildir." [Buhârî,
Zekât 1, 41, Sadaka 1, 63, Mezâlim 9, Megâzî 60, Tevhid 1; Müslim, Îmân 31,
(19); Tirmizî, Zekât 6, (625); Ebû Dâvud, Zekât 4, (1584); Nesâî, Zekât 46, (5,
55).][9]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste öncelikle, Ehl-i
Kitap'tan olanları İslâm'a çağırırken hangi tertibe riâyet edeceğimiz
belirtilmektedir. Hadisin yine Buhârî'de gelen bir başka vechinde sırayla ele
alınacak meseleler daha vâzıhtır: "Sen Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun.
Yanlarına varınca, onları, önce Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet etmeye dâvet et. Bu meselede onlar sana itaat
ederlerse, onlara Allah'ın, her gece ve gündüzde beş vakit namazı farz
kıldığını haber ver. Eğer onlar bu meselede de sana itaat ederlerse,
kendilerine Allah'ın sadakayı farz ettiğini, bunun zenginlerinden alınıp
fakirlerine iâde edileceğini onlara haber ver. Onlar sana bu meselede de itaat
ederlerse (zekâtlarını alırken) mallarının kıymetlilerinden sakınasın..."
Şu
halde Ehl-i kitâb'a şu sırayla dâvet yapılacak:
*
Önce kelime-i şehâdet,
* Sonra beş vakit namaz,
* Sonra zekât.
2-
Dikkatimizi çeken bir husus, bu hadiste oruç, hacc gibi diğer farzların
zikredilmemiş olmasıdır. Halbuki Hz. Muâz'ın Yemen'e gönderilmesi Resûlullâh'ın
hayatının sonlarında (hicrî onuncu yılda
hacc'dan önce) vukûa gelmiştir.[10]
İbnu Salâh, bu eksikliğin râvilerden kaynaklanmış olabileceğini söyler. Kirmânî
ise, Şâri'in namaz ve zekâta daha çok
ehemmiyet vermesinden ileri geldiğini, bu sebeple bu ikisinin Kur' an'da çok
tekrar edildiğini, bu yüzden oruç ve hacc, dînin rükünlerinden olmasına rağmen
bu hadiste zikredilmediğini söyler. Ayrıca der ki: "Buradaki sır şudur:
Namaz ve zekât mükellefe bir kere vâcib oldu mu onun boyundan asla sâkıt olmaz.
Oruç ise böyle değil, başkası tarafından da niyâbeten yerine getirilebilir,
âcizlerde olduğu gibi..." Bazıları da şöyle demiştir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), dinin erkânını beyan etmek maksadıyla konuşunca
hepsini teker teker sayardı. Nitekim İbnu Ömer'in rivayet ettiği: "İslâm
beş esas üzerine bina edilmiştir..."
hadisi böyledir. Ancak burada davet maksadıyla konuşmaktadır. Üç erkânın
zikriyle yetindi: Şehâdet, namaz, zekât... Ayrıca şu hikmet de unutulmamalı:
"Beş rükün ya îtikâdîdir, şehâdet gibi; ya bedenîdir namaz gibi; ya da
mâlîdir zekât gibi. Bu sebeple Resûlullah İslâm'a dâvette bu üç şeyle iktifa etti, diğerleri zâten bunlardan birine
girer. Nitekim oruç mutlak sûrette bedenîdir, hacc ise bedenîmâlîdir. Esâsen
asıl olan, İslâm kelimesidir. Kâfire en zor gelen budur, namaz da tekerrürü
sebebiyle çok zor gelmektedir. Zekât ise, insan fıtratındaki mal düşkünlüğü
sebebiyle o da çok zor bir ibâdettir. Öyleyse kişi bu üç zor şeyi benimsedi mi
geri kalanlar bunlara nisbetle ona kolay gelir."
3-
Zekâtın bir başka yere nakli meselesinde âlimler ihtilâf eder. Ebû Hanîfe ve
Leys nakli câiz görür. Bunlara göre "fakirlerine iâde edilir"
ibâresindeki zamir Müslümanlara râcidir. Mâna şöyle olur:
"...Müslümanların fakirlerine iade edilir." Cumhur ise zamiri, Hz. Muâz'ın
muhataplarına hamlederek, "Bölge halkının fakirlerine iâde edilir"
demişlerdir. Mâlikîler, muhalefet vs. şeklinde başka bölgeye çıkması durumunda
"iâde şarttır" dememiş ise de, Şâfiîler "fakir olduğu takdirde
geri gelmesi şarttır" demişlerdir.
4-
Hz. Muâz'ın, Yemen'de karşısına çıkacak olanlar sâdece Ehl-i Kitap değildi.
Puta tapanlar da vardı. Ehl-i Kitâb'ın zikri, onların tafdili içindir.
5-Ehl-i
Kitap, Allah'a inandığı halde, onların Allah'a inanmaya dâvet edilmeleri,
İslâm'ın belirttiği ölçüde bir tevhid inancına sahip olmamalarından dolayıdır.
Hatta bazı rivayetlerde: "Onları önce Allah'ın birliğine çağır"
denmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, yahudîlerin Hz. Üzeyr'e, hıristiyanların da
Hz. İsa'ya "Allah'ın oğlu" dediklerini (Tevbe 30) haber verir.
Sadedinde olduğumuz rivayette öncelikle Allah'a ibâdete davet mevzubahistir.
Âlimler "Bundan tevhîd kastedilmiştir" derler. Öyleyse onlardan ilk
istenen şey, insana benzetilen bir Allah inancından (ki teşbîh denir), tevhîde
gelmeleri olmuştur. Tevhîd, onların inançlarında mevcut teşbîh'in gerektirdiği
her çeşit şirkin reddi demektir
6-
Bu hadisten hareketle, Müslüman olmak için sâdece Allah'ın birliğini îtiraf
etmenin yetmeyeceği, Hz. Muhammed'in risâletinin de te'yid edilmesi gerektiğine
hükmedilmiştir. Cumhur böyle demiştir. Bazıları: "Berinciyle Müslüman
olur, ikincisi de taleb edilir" demiştir. Bir kimsenin itikadına
hükmetmede bu ihtilafın önemi vardır.
7-
İbnu'l Arabî Tirmizî şerhinde (Ârızatu'l-Ahvazî) der ki: "Günümüzde
yahudîler Hz. Üzeyr'e Allah'ın oğlu demekdiklerini söylerler. Bu olabilir,
böyle bir inanca sahip olmayabilirler. Ancak, günümüzde o inanca sahip
olmamaları, Hz. peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, Medîne veya başka
bir yerde yaşayan yahudîler arasında böyle bir inancın olmadığı mânasına
gelmez. Nitekim, onların hiçbirinden Kur'an'daki bu ithamı reddettiklerine,
itiraz ettiklerine dair rivayet gelmemiştir."
İbnu
Hacer, bunu pek mâkul bulur ve o inaçta olan yahudî grubunun inkiraz etmiş
olabileceğini söyler ve: "Nitekim Yahudîlerden ekseriyetinin itikadı
teşbîh'ten ta'tîle dönmüştür. (Yani Allah'ı insana benzetmeyi bırakıp, daha da
ileri giderek Allah'a isim ve sıfat izâfesini reddetme noktasına gelmişlerdir.
Sıfattan, isimden mücerred bir ilâh anlaşılmayacağı için ta'tîl ile küfr-ü
mutlaka yakın bir noktaya gelinmiş olur.) Keza hıristiyanların inançları da
"oğul", "baba" mevzularında değişerek, bunların maddî
değil, mânevi meseleler olduğu noktasına gelmiştir. فَسُبْحَانَ
اللّهِ
مُقَلِّبِ
الْقُلُوبِ "Kalpleri çeviren Allah'ı tesbîh
ederiz."
8-
Hadiste geçen "...Allah'ı tanıdılar mı?..." tâbiri, ehl-i kitâbın
-her ne kadar ibâdet yapıp Allah'ı bildiklerini söyleseler de- gerçek mânada
Allah'ı tanımadıklarını göstermektedir. Kelam ilminin hâzıkları: "Allah'ı
mahlûkâta benzetenler, O'na "el", "çocuk" izâfe edenler
Allah'ı tanımamışlardır. Onların tapındıkları ma'budları Allah değildir, Allah
diye isimlendirseler de" demişlerdir.
9-
Dînî emirlerin toptan değil de tedricen taleb edilmesindeki bir hikmet,
muhatabı usandırmamak içindir. Hepsi birden istenseydi nefret etmeyeceğinden
emin olunamazdı.
10-
Hadiste gelen "... (zekât) zenginlerinden alınıp fakirlerine
dağıtılacağını..." ibâresinden zekât toplama ve sarfetme işinin imâma ait
olduğu, imâmın, bunu şahsen veya memuru vasıtasıyla yapabileceği hükmü
çıkarılmıştır. Keza, vermek istemeyen olursa, zorla alınacaktır.
11-
Hadiste geçen "... fakirlerine dağıtılır..." ibâresinden, zekâtın
tamamının, harcanması meşrû olan yerlerden sadece birine verilmesinin câiz
olacağı hükmüne varılmıştır. İbnu Dakîku'l-Îd, hadiste sadece fakirlerin
zikredilmiş olmasını, zekâtın masraf denen harcama kalemleri içinde en çoğunu
fakirlerin teşkil etmiş olmasıyla ve bir de zenginlerle fakirler arasında bir
mutâbakat sağlama gayesiyle îzâh eder. Keza: "Bir kimse borçlu ise,
elindeki parayı alacaklısına verdiği takdirde artan kısım zekât vermeyi vâcib
kılan nisabı bulmadığı takdirde, bu adama zekât farz olmaz" diyenler de bu
ibareye dayanırlar. Çünkü "Bu adam, borçlularına haklarını verdiği takdirde
geride kalacak parayla zengin sayılmaz."
12-
"Kıymetli mallarından sakın" ibâresinde zikri geçen kıymetli maldan
maksad, zekat düşecek mallar arasında şu veya bu sebeple mal sahibi tarafından
daha çok sevilen maldır. Bunlara "nefis" de denmiştir, kişinin nefsi
çektiği için. Kırk koyundan birini seçerken en göze geleni seçmek gibi veya mal
sâhibinin husûsi îtinâ gösterdiğini seçmek gibi... Bu yasaklanmakta, mal
sâhibinin gözü gönlü kalmayacak vasat bir şey alınması emredilmektedir.
13-
"Mazlumun bedduasını almaktan kork" ibâresi, vergi alırken zulümden
kaçınmayı emretmektedir. Gerçi, hadis mutlaktır, her çeşit zulümden kaçınmak
muraddır ama, zekat toplama ile ilgili tavsiyelerden ve bilhassa "halkın
kıymetli malını almaktan sakın" tenbîhinden sonra "mazlumun bedduasından
sakın" denmiş olması bilhassa zekât toplamada hassasiyetin ehemmiyetine
dikkat çeker. Şu halde "kıymetli malların alınması zulümdür" mânası
çıkmaktadır.
14-
"Allah'la beddua arasında perde yoktur" ibâresi, bedduânın Allah'a
ulaşmasını önleyecek hiçbir engel yoktur, yani "mazlumun duası
makbûldür" demektir. Başka rivâyetler, mazlum âsi de olsa, fâcir ve hatta
fakir de olsa duasının makbul olduğunu tasrîh eder. Ahmed İbnu Hanbel'in bir
rivâyetinde: دَعْوَةُ
الْمَظْلُومِ
مُسْتَجَابَةٌ
وَاِنْ كَانَ
فَاجِراً
فَفُجُورُهُ
عَلى
نَفْسِهِ "Mazlumun duası makbuldür, facir bile
olsa, zira onun fücûru kendini ilgilendirir" buyrulmuştur.
İbnu'l-Arabî
der ki: "Bu hadis, mazlumun duasına icâbet edileceği hususunda mutlak
gözüküyor ise de, aslında bir başka hadisle mukayyeddir. O hadis şudur:
"Duâ edenler üç kısımdır: Ya talebine hemen cevap verilir, ya bekletilip
daha iyisi verilir, ya da kendisinden duaya bedel, misliyle günah
affedilir."Nitekim, benzer bir durum bir üslûbla Zât-ı ilâhîlerini,
"darda kalana kendisine dua ettiği zaman icâbet edip sıkıntısını
alan..." olarak tanıtırken, bir başka âyette ise, "Dua ettiğiniz
şeyi, dilerse giderir" buyurarak "meşîetiyle"
kayıtlamaktadır" (En'âm 41). [11]
15-
HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
*
Savaşmadan önce tevhide davet uygundur.
*
İmâm âmiline, yapacağı işle ilgili tâlimat vermelidir.
*
Zekât toplamak için maddî durumu iyi olanlar gönderilmelidir.
*
Haber-i vâhid makbûldür, onunla amel vâcibtir.
*
Bâzı âlimler, "zenginlerinden" tabirinden hareketle çocuk ve delinin
de malından zekât alınacağını söylemiştir.
*
"Fakirlerine" tâbirindeki zamir Müslümanlara gittiği için kâfirlere
zekât verilemiyeceğine hükmedilmiştir.[12]
ـ2ـ وعن أبى
هريرة وجابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما
قا: ]قال رسول
اللّه #: مَا
مِنْ صَاحِبِ
إبِلٍ وََ
بَقَرٍ وََ
غَنَمٍ َ
يُؤْدِّى
حَقَّ اللّهِ
تَعالى فِيهَا
إَّ جَاءَتْ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
أكْثَرَ مَن
كَانَتْ
وَأُقْعِدَلَهَا
بِقَاعٍ قَرْقَرٍ
تَسْتَنُّ
عَلَيْهِ
بِقَوَائِمِهَا
وَأخْفَافِهَا
وَتَنْطَحُهُ
بِقُرُونِهَا
وَتَطَؤُهُ
بِأظَْفِهَا
لَيْسَ فِيهَا
جَمَّاءُ وََ
مُنْكَسِرٌ
قَرْنُهَا
كُلَّمَا
مَرَّتْ عَلَيْهِ
أُخْريهَا
عَادَتْ
عَلَيْهِ
أُوَهَا
حَتَّى
يُقْضى
بَيْنَ
الخَلْق. وََ
صَاحِبِ
كَنْزٍ َ
يَفْعَلُ
فِيهِ حَقّهُ
إَّ جَاءَ
كَنْزُهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
شُجَاعاً أقْرَعَ
يَتْبَعُهُ
فَاتِحاً
فَاهُ فَإذَا
أتَاهُ فَرَّ مِنْهُ
فَيُنَادِيهِ:
خُذْ
كَنْزَكَ
الَّذِى
خَبَّأْتَهُ
فَأنَا
عَنْهُ
غَنِىٌّ. فإذَا
رَأى أنَُّّ َ
بُدَّ لَهُ
مِنْهُ
سَلَكَ يَدَهُ
في فِيهِ
فَيقْضِمُهَا
قَضْمَ الْفَحْلِ[.
أخرجه الخمسة
والفظ لمسلم
والنسائى عن جابر.
وللباقين
بنحوه عن أبى
هريرة .
»القاعُ« المستوى
من ا‘رض
الواسع.
و»الْقَرْقَرُ«
ا‘مْلس.و»الظِّلْفُ«
للشاة
كالحافر
للفرس.
و»الشُّجَاعُ«
الحَيَّةَ.و»ا‘قْرَعُ«
صفة له بطول
العمر. ‘نه إذا
طال عمره
امَّرَقَ
شعره فهو أخبث
وَأشَدُّ
شَرّاً .
2. (2011)- Hz. Ebû Hüreyre ve Hz. Câbir
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Deve, sığır veya davar sâhibi olup da, bunlardaki Allah'ın
hakkını eda etmeyen herkese Kıyamet günü, bu mallar, olduğundan daha çok ve
mümkün olduğunca iri ve şişman olarak geleceklerdir. Adam, onlar için, düz ve
geniş bir yere oturtulacak, hayvanlar bacakları ve tabanlarıyla onun üzerinden
geçecekler. Geçiş sırasında boynuzlarıyla tosluyacaklar ve ayaklarıyla
ezecekler. İçlerinde boynuzsuz veya boynuzu kırık biri bulunmayacak. Bu şekilde
sonuncusu da onun üzerinden geçince, birincisi aynı geçişe tekrar başlayacak.
Mahlûkatın hesabı tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu hâl devam edecek.
Keza
"kenz"e (hazine) sâhip olup da ondaki (Allah'ın) hakkını ödemeyen
herkese, Kıyamet günü hazinesi, dazlak başlı bir yılan olarak gelecek, ağzını
açıp peşine düşecektir. Yılan yaklaştıkça adam ondan kaçacak. Sonunda yılan
ona:
"Gizlediğin
hazîneni al! Ben ondan müstağniyim!" diye bağırır. A-dam, neticede
yılandan kaçma çaresinin olmadığını anlaşınca, elini ağzına sokar. Yılan da
onu, aygırın (alafı) kemirmesi gibi kemiriverecek." [Buhârî, Zekât 3,
Tefsir, Âl-i İmrân 14, Berâet 6, Hiyel 3; Müslim, Zekât 26, (987); Muvatta,
Cihâd 3, (2, 444); Ebû Dâvud, Zekât 32, (1658, 1659, 1660); Nesâî, Zekât 2, 6,
(5, 12-14).][13]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, Kur'ân-ı
Kerîm'de, "kenz" yapanların Kıyamet gününde karşılaşacakları fecî
âkibetleri üzerine gelen âyeti açıklayan
bir hadistir. Âyet-i kerîme meâlen şöyledir: "...Altını ve gümüşü biriktirip
yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte bunlara pek acıklı bir
azâbı muştula. O gün bunlar, üzerlerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde
kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla
dağlanacak. İşte bu, (denilecek), nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız!
Artık saklayıp istifcilik ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın!"
(Tevbe 34-35).
Âyet-i
kerîme "kenz" edilen, yâni biriktirilip yığılan ve fakat Allah
yolunda harcanmayan altın ve gümüşlerin âhiretteki korkunç âkibetini haber
veriyor: Kıyamet günü bu mallar, sâhibine verilecek ezada, azab vâsıtası olarak
kullanılacaktır. Yani altın ve gümüşler ateşte kızdırılmış olarak vücudlar
dağlanacaktır. Âyet, her devirde ve her yerde en mûteber servet yığma vâsıtası
olan altın ve gümüşü misal vermektedir.
Sadedinde
olduğumuz hadis at, deve,sığır, davar gibi hayvan nev'inden "kenz"
edilen malların nasıl azab vâsıtası kılınacağını açıklamaktadır: "Bu
hayvanlar, sâhiplerini mahlûkâtın hesabı görüldüğü müddetçe ayaklarıyla
tekmeleyip çiğneyecek boynuzlarıyla toslayacak, ağızlarıyla dişleyip kemirecek.
Müslim'in bir rivâyetinde, bu azâbın sâdece mahşerdeki hesap sırasında olacağı
ve müddeten de dünya ölçüleriyle elli bin yıllık bir zamanı içine alacağı,
ondan sonra da çok daha berbat bir âkibet olan cehenneme atılabileceği
belirtilir. كُلَّمَا
مَضَى
عَلَيْهِ
اُخْرَاهَا
رُدَّتْ
عََلَيْهِ
اُوَهَا
حَتّى يَحْكُمَ
اللّهُ
بَيْنَ
عِبَادِهِ في
يَوْمٍ كَانَ
مِقْدَارُهُ
خَمْسِينَ
اَلْفَ
سَنَةٍ مِمَّا
تَعُدُّونَ
ثُمَّ يُرَى
سَبِيلُهُ إمَّا
الى
الْجَنَّةِ وَاِمَّا
الى النَّارِ
"...Herifin üzerinden (hayvanların)
sonuncuları geçince öncekiler tekrar geçmeye başlar. Bu hâl, Allah kullarının
arasında miktarı sizin senelerinizle ellibin sene olan bir günde hükmedinceye
kadar böyle devam eder. Sonra ya cennete veya cehennneme giden yol kendisine
göstirilir."
2-
Sadedinde olduğumuz hadis, meâlini verdiğimiz âyet-i kerîmede sözü edilen
"kenz" yapma, yani biriktirip yığma meselesine de açıklık
getirmektedir. Bu mal veya üzerindeki Allah'ın hakkı'nı vermemek, o maldan
Allah yolunda harcamamaktır.
Müslim'in
bir rivâyetinde, Ashabtan biri: "Devenin hakkı nedir?" diye sorar.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir: "Onu su başında
(herkesin uğradığı yerde) sağmak, süt kovasını (üzerinden almak üzere ihtiyaç
sâhibine) iâreten vermek, erkek develeri emâneten vermek (sütünden istifade
etmeleri için dişi develeri karşılıksız olarak) menîha sûretinde vermek, Allah
yolunda üzerlerinde yük taşımaktır."
Esâsen
kenz, "mal ve serveti toplamak", biriktirmek, yığmak veya toprağa
gömmek mânalarına gelir.
3-
Selef ulemâsı, zikri geçen âyet ve hadisi değerledirmede ihtilâf ederler.
Ekseriyet, bir kısım başka hadislere dayanarak kenz'den muradın zekâtı
verilmeyen mal olduğunu söylemiş, zekât verilen mala kenz denemeyeceğini belirtmiştir.
İbnu Abbâs, İbnu Ömer, Câbir, Ebû Hüreyre, Hz. Ömer vs. bu görüştedir.
Hz.Ali'nin
bir fetvâsına göre 4000 dirhemden fazla mal, zekâtı verilsin verilmesin
kenz'dir. Bazıları ihtiyaçtan fazla mala kenz demiştir. Kenz'le bunun lügat
mânasını anlayan bazıları, zikri geçen âyetin, zekâtın farziyetiyle
neshedildiğini ileri sürmüştür. Yarıdan îtibaren meâlini kaydettiğimiz âyetin
baş kısmında Ehl-i Kitâbın medâr-ı bahs edilmiş olmasını nazar-ı îtibâra alan
bazıları da kenz âyetinin ehl-i kitaba baktığını söylemiştir. (Süddî gibi).
Elmalılı
Hamdi Efendi, âyetle ilgili yaptığı kısa açıklamada, âyetin kâfir, Müslüman
herkese baktığını belirtmekten başka hangi sûretle olursa olsun, paranın
tedâvülden çekilmesine de kenz diyecek bir yorumla karşımıza çıkmaktadır. Şöyle
der: "..altın ve gümüşün hakkı, insanlığın menâfii nokta-i nazarından,
hikmet-i hilkati vâsıta-i mübâdele, yani semen olarak, ibâdullah'ın hakîki
ihtiyaçlarına sarfolunup tedavül etmek... olduğu halde bir takımları tutarlar,
bunları toplar, meydan-ı tedâvülden çeker, gerek gömerek , gerek hazînelerde,
sandıklarda veya herhangi bir yerde gizleyerek yığıp sımsıkı saklarlar ve
bunları Allah yolunda sarfetmezler... nukûdun hakkını ta'til ve iptal
eyleyenler, yok mu? Her kim olursa olsun gerek, o Ahbâr (yahudî âlimleri) ve
ruhbandan ve onlara uyan gayr-i müslimlerden olsun ve gerekse zekâtlarını
veremeyerek nakidlerini saklayan Müslümanlardan bulunsun artık bunları elîm bir
azab ile tebşîr et... "
Elmalılı,
ifâdesinin baş kısmında, altın ve gümüşün yaratılış hikmetinden alıkonmasını
kenz'e dahil edecek bir ifâdeye yer verirken, cümleyi uzatarak, sonlarına
doğru, tefsirlerde takarrur etmiş görüşle bağlar. Ve böylece açık seçik yeni
bir fetva ortaya koymaktan kaçınır. Ancak ayet, tek başına alındıkta o mânada
anlaşılmaktan uzak değildir.[14]
4-EBÛ
ZERR-İ GIFÂRÎ (radıyallâhu anh)'NİN GÖRÜŞÜ
Kenz
mevzuunda selefin ihtilâf ettiğini belirttik. İbnu Ömer'in sözlerinde hülâsa
edilen ve büyük ekseriyetçe benimsenen "zekâtı verilen mal, yedi kat yerin
altına da gömülse, kenz değildir, zekâtı verilmeyen mal, meydanda da olsa
kenzdir" görüşüne mukabil, "Âilenin nafakasından (zarûrî
ihtiyaçlarından) fazlasına kenz" diyen görüş de vardır. Bu görüşü dahi bir
kısım sahâbîler benimsemiş ise de, en ziyâde Ebû Zerr'e nisbet edilir. O, bunu
âdeta siyasi bir doktrin yapmış, bu kanaati için mücâdele vermiştir. İbnu Kesîr
şöyle der: "Ebû Zerr (radıyallâhu anh)'in mezhebine göre, "(Bakımına
mecbur olunan) iyâlin nafakasından arta kalanı iddihâr etmek (biriktirmek) haramdır.
O, bu istikâmette fetva veriyor, insanları bu tatbikâta teşvik ediyor,
(teşvikle de kalmayıp) bunu emrediyor, buna uymayanlara karşı çok galiz ve sert
davranıyordu. Hz. Muâviye onu faaliyetlerden men etti ise de, o bundan
vazgeçmedi. Hz. Muâviye (radıyallâhu anh), onun fitne çıkararak halka zarar
vermesinden korktu. Emîru'l-mü'minîn Hz. Osman (radıyallâhu anh)'a durumu
yazarak şikayette bulundu. Mektupta Ebû Zerr'i yanına (Medîne'ye) çağırmasını
taleb etmişti. Bunun üzerine Hz. Osman onu Medîne'ye davet etti. Tek başına
Rebeze'de ikâmet ettirdi. Ebû Zerr (radıyallâhu anh) Hz. Osman'ın hilâfeti
sırasında orada vefat etti."
İbnu'l-Esîr,
bu meselede Ebû Zerr hazretlerinin ne derece samimi olduğunu anlamak için Hz.
Muâviye'nin onu imtahan edişiyle alâkalı bir de vak'a kaydeder: "Hz.
Muâviye, Ebû Zerr yanında (Şam'da) iken, sözüyle ameli birbirine uyuyor mu diye
bir denemek istedi. Bu maksadla, bir gün, kendisine bin dinar parayı gönderdiği
aynı adamı ona tekrar yollayarak şöyle dedirtti:
"Hz.
Muâviye beni başkasına göndermişti, ben yanlışlıkla sana geldim, parayı bana
geri getir!"
Ebû
Zerr, bu durum karşısında şu cevabı verir:
"Yazık
oldu! O para çoktan elimden çıktı. Ancak, bana tahsisatım gelince, onu sana
öderim!"
Abdullah
İbnu's-Sâmit (radıyallâhu anh), Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde şunu anlatır:
"Ebû Zerr'le berâberdik. Tahsisâtı getirildi. Berâberinde câriyesi de
vardı. Cariye, ihtiyaçları için o parayı harcadı, geriye yedi (dirhem) kaldı.
Cariyeye emrederek onu fülûsa çevirmesini (bozdurmasını) söyledi. Ben:
"Evin ihtiyaçları, gelecek misafirler için biriktirsen!" dedim. Bana:
"Dostum (Resûlullah) şunu söyledi: "Keseye konup üzeri bağlanan her
altın ve gümüş, -onu Allah yolunda dağıtıncaya kadar- sahibi üzerinde bir
ateştir" diye cevap verdi."
Hz.
Ebû Zerr'i, âyeti öyle anlayıp, herkes tarafından kendi anladığı şekilde
anlaşılması için eyleme bile sevke zorlayan Resûlullah şöyle buyurmuştur:
"Uhud dağı kadar altınım olsa, bunu hemen dağıtırım. Yanımda, borcum için
saklayacağım tek dinardan fazlası olduğu halde üzerimden üç gece geçmesi beni
rahatsız eder." İbnu'l-Esîr, Ebû Zerr'i bu hadisin tahrik etmiş
olabileceğini söyler.
Ebû
Saîd (radıyallâhu anh) der ki: "Resûlullah: "Allah'a fakir olarak
kavuş, zengin olarak kavuşma" buyurdu. Ben: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu,
benim için nasıl mümkün olur?" dedim. Bana: "İstenince ver. Rızık
olarak geleni gizleme!" dedi. Ben: "Ey Allah'ın Resûlü, bunu nasıl
yapabilirim?" dedim. "Bu böyledir. Aksi takdirde ateş"
buyurdu."
Bir
başka rivâyette, iki dinar (veya iki dirhem) bırakarak ölen kimsenin cenazesi
gelince Resûlullah: "Bu iki, dağlamadır, arkadaşınızın namazını siz
kılın" diyerek namaza katılmaz, memnuniyetsizliğini izhâr eder.
Bir
defasında Ehl-i Suffe'den biri vefat edince çıkınında bir dinar çıkar.
Resûlullah: "Bu bir dağlama yarası" buyurur. Birkaç gün sonra bir
başkası vefat eder, onun çıkınında iki dinar çıkar. Bu sefer: "İki dağlama
yarası" buyurur.
İbnu
Kesîr'in Abdurrezzak'tan iktibâsen kaydettiği bir rivâyete göre, altın ve
gümüşü Allah yolunda harcamadan biriktirenleri tehdîd eden âyet geldiği zaman,
Resûlullah: تَبّاً
لِلذَّهَبِ
تَبّاً
لِلْفِضَّةِ "Altın ve gümüş (Biriktirenler)
kahrolsunlar!" buyurur ve bunu üç kere tekrar eder. Bu hal, Ashâba çok
ağır gelir ve aralarında: "Hangi maldan edinmeliyiz?" diye birbirlerine
sorarlar. Hz. Ömer atılarak: "Ben sizin için bunu öğrenceğim" der ve
durumu Resûlullah'a arzeder. Ashâb'ın, "Hangi maldan edineceklerini
sormakta olduklarını söyler. Aleyhissalâtu vesselâm'ın cevabı şudur: لِسَاناً
ذَاكِراً
وَقَلْباً
شَاكِراً وَزَوْجَةً
تُعِينُ
اَحَدَكُمْ
عَلى دِينِهِ "Zikreden bir dil, şükreden bir kalb,
dînine yardımcı olacak bir zevce.
"Ebû
Zerr Hazretleri, kendisini Rebeze'de bulup: Burada ikâmet etmenizin sebebi
nedir?" diye soran Zeyd İbnu Vehb'e şu açıklamada bulunur:
"Biz
Şam'da idik. Ben: "Altın ve gümüşü biriktirip yığıp da onları Allah
yolunda harcamayanlar (yok mu) işte bunlara pek açıklı bir azâbı
muştula!.." meâlindeki âyeti okumuştum. Hz. Muâviye: "Bu bizim
hakkımızda değil, sadece ehl-i Kitap hakkındadır" dedi. Ben: "Hayır
hem bizim, hem de onların hakkında" dedim... Derken bu hususta benimle
Muâviye arasında ihtilâf büyüdü. Muâviye Hz. Osman'a yazarak beni şikâyet etti.
Osman da bana yazarak yanına çağırdı. Ben de gittim. Medîne'ye gelince
(meseleyi işitip, fazlaca büyütmüş olan) halk etrafıma üşüştü. Sanki beni
önceden hiç görmemişlerdi. (Bu yersiz alâkadan rahatsız olup) durumu Hz.
Osman'a şikâyet ettim. "Yakın bir yere çekil!" dedi. Ben,
söylediğimden asla vazgeçmeyeceğim dedim."
Bu
rivâyet, Hz. Ebû Zerr'in Rebeze'ye sürgün olarak değil, kendi isteği ile
gittiğini göstermesi bakımından ehemmiyetlidir.
NETİCE
olarak, âlimler, Selef'de görülen âyetle ilgili farklı yorumların temelde
Resûlullah'tan gelen farklı rivâyetlere dayandığını belirtirler.
Resûlullah'taki farklı davranışlar da İslâm'ın ve ilk İslâm cemiyetinin terakkî
vetiresinden ileri gelmektedir. Başlangıçta umumî olan fakirlik sebebiyle, para
biriktirmeyi yasaklamış ve bu hususta ısrar etmiş, titiz davranmıştır.
Bilâhare, şahsi hayatında önceki titizliği devam ettirdiği halde, Ashâb'ın
-maldaki zekât, sadaka gibi ilâhî hakları ödemek kaydıyla- tasarrufta
bulunmasına izin vermiştir.
Ashab
arasında ihtilaflı meselelerde, ümmete rehber olacak esas, ekseriyetin
görüşüdür. Ferdî anlayışlarda ısrar etmek, İslâmî espiriye uymaz. Hz. Ebû
Zerr'in görüşüne saygı duyulur, ama "İslam budur" denemez. Belki,
"İslâm'a aykırı değil, dileyen tatbik edebilir, onu tatbik etmeyen ittiham
edilemez" denebilir. Zîra, Ashab olsun, Tâbiîn olsun, zekâtını vermek
kaydıyla para biriktirmenin câiz olduğunda ittifak ederler. Aralarında büyük
zenginler bile çıkmıştır.[15]
5-HADİSTEN
ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
*
Cenâb-ı Hakk, zekâtını vermeyenleri cezalandırmak üzere, hayvanları kıyâmet
günü diriltecektir. Zekât vermeyenin karşılaşacağı bu durum, kasdının zıddıyla
muamele görmekten başkabir şey değildir. Çünkü, adam malında mevcut olan
Allah'ın hakkını vermeyerek, vermediği bu "hak"tan istifade etmeyi
kasdetmişti. Âhiretteki bu mal cezâ olarak karşısına çıkmakla, kendisine fayda
değil, tam aksine zarar verecektir. Maldaki Allah'ın hakkı, onun bir cüz'ü
olduğu halde, malın tamamının buna saldırmasındaki hikmet, mezkur hakkın, malın
tamamında mündemic olup, temyizi mümkün belli bir kısmı olmamasından dolayıdır.
Ayrıca mal, zekâtı çıkarılmayınca tamamı kirli durumdadır.
*
Hadis, malda zekâttan başka bir "hak" daha bulunduğunu
göstermektedir. Ancak, ulema hükme iki açıdan cevap vermiştir:
1)
Bu tehdid zekâtın farz olmasından önceye aittir.
2)
Hakdan murad, vâcib olan miktarı aşan kısımdır, bunun terki azab gerektirmez.
Muhtemelen bu tehdîd, devenin sütünü içmek zorunda kalan bir fakir olduğu
halde, ondan bunu sakınanla ilgilidir. İbnu Battâl: "Malda iki hak vardır.
Farz-ı ayn olan ve farz-ı ayn olmayan. Sütü vermek, mekârimu'l-ahlâk olan
hukuktandır" der.[16]
ـ3ـ وعن معاذ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #: مَنْ
أعْطى زَكاةَ
مَالِهِ
مُؤْتَجِراً
فَلَهُ
أجْرُهَا،
وَمَنْ
مَنَعَها فإنَّا
آخِذُهَا
وَشُطِّرَ
مَالُهُ،
عَزْمَةٌ
مِنْ
عَزَمَاتِ
رَبِّنَا
لَيْسَ Œلِ مُحَمَّدٍ
فِيهَا
شَىْءٌ[.
أخرجه رزبن.
»مُؤْتَجراً«
أي طالب
أجر.وقوله:
»فَإنَّا
آخِذُوهَا
وَشُطِّرَ
مَالُهُ« قال
الحربى: إنما
هو وَشُطِّرَ
ماله يعنى
يجعل
شَطْرَيْنِ
فيتخير عليه
المُصَدِّقُ
ويأخذ الصدقة
من خير الشطرين
عقوبة لمنعه
الزكاة. فأما
ما يلزمه ف.»الْعَزْمَةُ«
ضدَ الرخصة.
3. (2012)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim
malının zekâtını sevab umarak verirse, ona sevap verilir. Kim de zekâtını
vermezse biz zekâtı ve malın yarısını (cezâlı olarak, zorla) alırız. Bu,
Rabbimizin kesin kararlarından biridir. Âl-i Muhammed'e ondan bir hak
yoktur." [Rezîn tahric etmiştir. (Ebû Dâvud, Zekât 4, (1575); Nesâî, Zekât
4, (5, 15, 16).][17]
AÇIKLAMA:
1-Burada,
zekâtını vermeyenlerden, onu cezalı olarak zorla almak mevzubahistir. Cezalı
alış şekli de şöyle olmaktadır: Zekât alınır, ayrıca ceza olarak mal ikiye
bölünür. Zekât memuru dilediği parçayı tercih edip onu da alır.
2-Mâna
bu olmakla birlikte, hükmün üzerinde ihtilâflar olmuştur. Bazıları, İslâm'ın
başında zekâtını zamanında ödemeyenlerden maddi bir cezanın alındığını, ancak
sonradan bu tatbikatın neshedildiğini söylemiştir. İmâm Şâfiî kavl-i kadîminde:
"Kim zekâtını vermezse, hem zekâtı hem de malının yarısı ceza olarak
alınır" demiş ve bu hadisle istidlal etmiştir. Kavl-i cedîdinde ise:
"Böyle birinden sadece zekâtı alınır, başka bir şey alınmaz" demiş ve
bu hadisin mensûh olduğunu söylemiştir.
Fukahânın
büyük çoğunluğunun mezhebi şudur: "Bir şeyi telef edene, onun mislinden ve
kıymetinden fazla ceza verilmez." Nevevî, mal hususunda böyle bir cezanın
İslâm'ın evvelinde bulunduğu iddiasını da sâbit, kesin bir durum görmez.
"Bu ne sâbit, ne de mârufdur, nesh iddiası da, tarihen kesinlik kazanmayan
bir meselede makbûl değildir" der.
Bu
itiraza, hadis hakkında İbrahim Harbî'nin dermeyân ettiği mütâlaa ile cevap
verilmiştir. İbrahim Harbî, İbnu'l-Esîr'in kaydına göre şöyle demiştir:
"Râvî, rivâyetin lâfzında galat'a (hataya) düşmüştür. Doğrusu şöyle
olmalıdır: "Adamın malı ikiye bölünür, zekât memuru muhayyer bırakılır, o
zekatı ceza olarak iki parçadan hangisi daha iyi ise ondan alır."
Bu
mütalaa esas alınınca, fakihleri nesh vs. ihtimallerini aramaya sevkeden durum
kalmaz. Hadis hakkındaki münakaşayı gereksiz gören bazıları, bunu, hadisi
rivâyet eden râvilerden Behz İbnu Hakîm'in rivâyetine itibar edilemeyecek kadar
zayıf bir râvi olduğu gerekçesine dayandırmıştır. Behz metruk olunca, bu
rivâyeti de amele salih değildir. Ancak Ahmed ibnu Hanbel nazarında Behz
mûteber bir ravidir. Esasen Ahmed, İshâk ve Evzâî bu hadisin zâhiriyle amel
etmişlerdir. Hattâ bu ikisi: "İmam dilerse, ganimetten çalanın bineğini
yaktırabilir" demişlerdir. Ahmet İbnu Hanbel: "Mahsulü, daha işlenip
kabuğundan çıkarmadan çalan, kıymetinin iki misliyle borçlandırılmaktan başka
bir de ibret dayağı atılır" der. Keza o: "Hadd tatbîkâtını
uzaklaştırdığımız herkesi iki misli borçlandırırız" der. Bu hadisle
ihticâcı esas alanlar, Hz. Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilmiş olan şu
hadisten de kendilerine destek bulurlar: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), "(Kurban olarak) işaretlenmiş deveyi yitiren kimse, deveyi ve
bir mislini borçlanır birde ibret dayağı atılır" dedi. Ayrıca rivâyet
edilir ki, "Hâtib İbnu Ebî Beltaa'nın kölesi, Müzeyneli birinin devesini
çalınca, Hz. Ömer, Hâtib (radıyallâhu anhümâ)'i o devenin bedelini iki misliyle
ödemeye mahkûm etti." Bazı sahabeler, Harem bölgesinde katilde bulunanın
diyetini üçte bir nisbetinde fazlaya hükmetmiştir... Ahmed İbnu Hanbel de bu
görüştedir.
Bu
hadisten şu şekilde hüküm çıkaran da olmuştur: "Zekâtını ödemeyenden zekât
tam olarak alınır, asla terkedilmez. Sözgelimi, böyle bir kimse malını telef
etse, elinde yarısı kalsa, şöyle ki: "Yüz koyunu olan bir adam,
koyunlarını zâyi etse ve elinde sâdece yirmi koyun kalsa, bundan on koyun
alınır. Bu, geri kalan malının yarısı eder."
2-
Hadiste adı geçen Azme, ciddiyet ve emir mânasına gelir. Yani, zekât, Allah'ın
olması husûsunda kesin hükmettiği veya farz kıldığı emirlerden biri olmaktadır.
Azme'nin cem'i azâim kelimesi, lügat kitaplarında ferâiz olarak da
mânalandırılmıştır. Şu halde zekâtın, Allah'ın azmelerinden bir azme olduğunu
söylemek, onun farzlarından bir farz, vâciblerinden bir vâcib,
"hak"larından bir hak olduğunu söylemektir.[18]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]لَمَّا
تُوُفِّى
النَّبىُّ #
وَاسْتُخْلِفَ
أبُو بكْرٍ
وَكَفَرَ
مَنْ كَفَرَ
مِنَ
العَرَبِ،
قالَ عُمَرُ
‘بِى بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما:
كَيْفَ
تُقَاتِلُ
النَّاسَ وقد
قال رسول
اللّه #:
أُمِرْتُ أنْ
أُقَاتِلَ
النَّاسَ
حَتَّى
يَقُولُوا َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ،
فَمَنْ
قَالَهَا
فقَدْ عَصَمَ
مِنِّى
مَالَهُ
وَنَفْسَهُ
إَّ بِحَقِّهِ،
وَحِسَابُهُ
عَلى اللّهِ
تَعالى.
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ:
وَاللّهِ ‘قَاتِلَنَّ
مَنْ فَرَّقَ
بَيْنَ
الصََّةِ وَالزَّكَاةِ
فَإنَّ
الزَّكَاةَ
حَقُّ المَالِ.
وَاللّهِ
لَوْ
مَنَعُونِى
عَنَاقاً كَانُوا
يُؤَدُّنَهَا
إلى رسول
اللّه # لَقَاتَلْتُهُمْ
عَلى
مَنْعِهَا.
قال عُمَرُ:
فَوَاللّهِ مَا
هُوَ إَّ أنْ
رَأيْتُ أنَّ
اللّه شَرَحَ
صَدْرَ أبِى
بَكْرٍ
لِلْقِتَالِ
فَعَرَفْتُ
أنَّهُ
الحَقُّ[.
أخرجه الستة،
وفي رواية: عِقَاً
كانوا
يُؤَدُّنَهُ .
»الْعَنَاقُ«
هى ا‘نثى من
ولد
المعز.»وَالْعِقَالُ«
حبل معروف، وقيل
المراد به
صدقة عام .
4. (2013)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince, ondan
sonra Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) halife seçildi. Bunun üzerine
bedevîlerden bir kısmı "irtidât" etti. (Hz. Ebû Bekir halife olarak
onlarla savaşmaya karar verince) Hz.
Ömer, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İnsanlar lailaheillallah
deyinceye kadar onlarla savaşmaya emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını
ve nefislerini korurlar. (İslâm'ın) hakkı hâriç artık hesapları da Allah'a
kalmıştır!" demiş iken, sen nasıl insanlarla savaşırsın?" dedi. Hz.
Ebû Bekir: "Allah'a yemin olsun, namazla zekâtın arasını ayıranlarla
savaşacağım. Zîra zekât, malın hakkıdır. Vallahi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a vermekte oldukları bir oğlağı vermekten vazgeçseler, onu almak için
onlarla savaşacağım" dedi. Hz. Ömer sonradan demiştir ki: "Allah'a
yemin ederim, anladım ki, Hz. Ebû Bekir'in bu görüşü, Allah'ın savaş
meselesinde ona ilhamından başka bir şey değildi. İyice anladım ki, bu karar
hakmış." [Buhârî, İ'tisâm 2, Zekât 1, İstitâbe 3; Müslim, İmân 32, (20);
Muvatta, Zekât 30, (1, 269); Tirmizî, İmân 1, (2610); Ebû Dâvud, Zekât 1,
(1556); Nesâî, Zekât 3, (5, 14).][19]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in hilafeti sırasında İslâm
devletini ciddi şekilde meşgul eden Ridde savaşları'nın karar safhasında Hz.
Ebû Bekir'le Hz. Ömer arasında cereyan eden bir ihtilâfı aksettirmektedir.
Hz.
Ebû Bekir, bir kısım kabîlelerin: "Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz"
diye îtiraz etmeleri karşısında onlarla savaşmaya karar verir. Hz. Ömer,
Resûlullah'ın bir hadislerini delil göstererek, lâilâhe illallah diyenlerle
savaşmanın meşrû olmayacağını söyler. Hz. Ebû Bekir kararında azimkârdır.
Bilâhare Hz.Ömer bu kararında halîfe'nin haklı olduğunu te'yîd etmiştir.
Böylece
bu hâdise ile, irtidad hâdiseleri karşısında Müslümanların alması gereken
tavır, daha ilk halîfeler zamanında takarrur etmiş olmaktadır. İmam Mâlik der
ki: "Allah Teâlâ Hazretlerinin farzlarından birinin (inkar etmeksizin) bir
kimse men edecek olur, Müslümanlar da almaya muktedir olamazlarsa, ona karşı
savaş hak olur."[20]
2-
İrtidatın çeşitleri.
Kâdı
İyaz ve bâzı âlimler Hz. Ebû Bekir'i uğraştıran mürtedleri üç sınıfa
ayırmışlardır.
1)
Tekrar putperestliğe dönenler.
2)
Müseylime ve Esvedü'l-Ansî'ye tâbî olanlar. Bu iki şahıs Resûlullah'ın
sağlığında peygamberliklerini îlân etmişlerdi. Müseylime'yi Yemâme halkı ve
başka cemaatler tasdîk etti. el-Esved'i San'a halkı ve başka cemaatler tasdîk
etti. el-Esved, Resûlullah'ın vefatından az önce öldürüldü. Ancak ona
inananlardan bir kısmı varlıklarını devam ettirdiler. Resûlullah'ın âmilleri,
Hz. Ebû Bekir zamanında onları temizleyeceklerdir. Müseylime üzerine Hz. Ebû
Bekir, Hâlid İbnu Velîd (radıyallâhu anhümâ) komutasında ordu techîz edip
gönderecek, Hâlid bunları tepeliyecektir.
3)
Bir kısım Araplar da zekât vermemek kaydıyla Müslümanlığı devam ettirmek
istediler. Bunlar, zekâtın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanına
kadar hâs bir emir olduğunu söyleyerek te'vilde bulundular. İşte sadedinde
olduğumuz hadiste medâr-ı bahs edilen ihtilâfı Hz. Ebû Bekir'le Hz. Ömer bunlar
hakkında yapmışlardır: Böylesi kimselerle savaş câiz mi değil mi? diye.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra Müslümanların durumunu, Ebû
Muhammed İbnu Hazm, el-Milel ve'n-Nihal adlı kitabında ele alır. O da şu
açıklamayı sunar:
"Hz.
Peygamber'in vefatından sonra Araplar dört kısma ayrıldılar:
1)
Resûlulah'ın sağlığında olduğu gibi, dinlerinde sâbit kalanlar, bunlar
ekseriyette idiler.
2)
Sadece zekâta karşı gelip, onu vermemek kaydıyla İslâm'a bağlılıklarını devam
ettirenler. Bunlar: "Şeriatın, zekât hâriç bütün emirlerini tatbik
ederiz" diyorlardı. Bunlar da sayıca çoktu ancak birinci gruba nazaran
azınlıkta idiler.
3)
Bir grup, alenen küfürlerini ilan etmiş, irtidât etmişti. Tuleyha ve Secâh'ın
ashabları gibi. Bunlar öncekilere nisbeten az idiler. Şunu da kaydedelim ki,
her kabîlede İslâm'a sadâkatını devam ettirip bunlarla mücâdele eden kimseler
de vardı.
4)
Bir de hiçbir tarafa katılmayıp, tevakkufu ihtiyar eden ve kim galebe çalacak
diye vaziyeti gözetleyen takım vardı.
Hz.
Ebû Bekir, isyankârların üzerine ordular gönderdi. Fîrûz ve maiyetindekiler
el-Esved'in diyarında galebe çalıp onu katlettiler. Müseylime Yemâme'de
öldürüldü. Tuleyha ve Secâh tekrar İslâm'a rücû ettiler. İrtidâd edenlerin çoğu
tekrar İslâm'a döndüler. Yıl geçmeden hepsi, tekrar din-i mübîn-i İslâm'ın
kanatları altına dönüp, irtidadı terkettiler.[21]
3-
Rafizilere bir cevap
Hattâbî,
bu hadisle ilgili olarak Râfizîlerin bir tenâkuz iddiasını kaydeder ve cevap
verir:
"Râfizîler sadedinde
olduğumuz hadisin mütenâkız olduğunu iddia ettiler. Dediler ki: "Hadisin
evvelinde (Arapların) küfre girdikleri, sonunda da İslam'da sabit kaldıkları,
sadece zekat vermedikleri söyleniyor. Onlar Müslüman idiyseler nasıl
öldürülmeleri helâl addedilir ve zürriyetleri köle yapılır? Yok kafir idiyseler
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'e karşı, namazla zekâtın arasını ayırmış olmalarını delil
olarak nasıl zikredebilir?"
Bu îtiraza şöyle cevap
verilir: "İrtidâd ettiklerini söyleyenler iki gruptur: Biri putperestliğe
dönenler; biri de, "Ey Muhammed! malların bir kısmını, kendilerini
temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara dua et, senin duan onlar için bir
sükûndur..." (Tevbe 103) âyetini te'vil ederek zekât vermekten imtina
edenler. Bunlar zannettiler ki, zekât, sâdece Hz. Peygamber'e verilir. Çünkü
ondan başkası, onları temizleyemez ve üzerlerine dua edemez. Öyle ise
başkasının duası kendileri için nasıl bir sükûnet (emniyet) olacak?"
Şu halde Hz. Ömer
"...Sen nasıl insanlarla savaşırsın?" sözüyle ikinci grubu
kastetmiştir. Çünkü o, birinci sınıfın öldürülmesinin cevazında müterreddid
değildi, tıpkı putperest, ateşperest, yahudî ve hristiyanlarla savaşma
husûsunda müterreddid olmadığı gibi.
Kâdı İyaz açıklamasına
şöyle devam eder: "Hz. Ömer, bu mevzudaki hadisin, sanki sadece rivayette
zikrettiği kısımını hatırlamıştır. Halbuki başka sahabeler namaz ve zekatla
ilgili kısımları da beraberce hıfzedip rivâyet etmişlerdir. Nitekim Abdurrahman
İbnu Ya'kub, bütün şerîatı içine alan bir muhtevâda rivâyet etmiştir.
Rivâyetinde şu cümle de yer alır: "...Bana ve benim getirdiklerime de
inanıncaya kadar..." savaşmakla emrolundum." Bu ifâdenin gereği şudur:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın getirdiklerinden tek bir şeyi
inkâr eden bir kimse, dâvet edildiği halde imtina eder ve savaşmaya kalkarsa,
onunla savaşmak gerekir, daha da ısrar edecek olursa öldürülür."
Kâdı İyaz der ki:
"Hadiste vukûa gelen ihtisar (özetleme) sebebiyle hadis hakkında şüphe
araya girdi. Sanki râvî, hadisin normal vechiyle sevkini düşünmemiş, Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer'in münazarasını sevketmeyi düşünmüş ve dinleyicilerin hadisin
aslını bildikleri husûsundaki kanaatine îtimad etmiştir."
İbnu Hacer, bu cevabı
beğenmez ve der ki: "Eğer Hz. Ömer'in yanında hadisteki "...namazı
kılıncaya, zekatı verinceye kadar..." ibâresi olsaydı, zekât vermeyenlerle
savaşı gayr-i meşru bulmazdı. Çünkü hadis bu muhtevâda olunca savaşmanın gayesi
kelime-i şehadetin söylenmesini terkte olsun, namaz kılmayı ve zekat vermeyi
terkte olsun eşittir. Hz. Ömer'in Hz. Ebû Bekir'e karşı ihticâcı ve Hz. Ebû
Bekir'in ona cevabı, her ikisinin de bu hadiste namaz ve zekât'ın da
zikredilmiş olduğunu duymadıklarını göstermektedir. Zîra Hz. Ömer duymuş
olsaydı Hz. Ebû Bekir'e karşı o hadisle ihticâc etmezdi. Onu Hz. Ebû Bekir
işitmiş olsaydı, Hz, Ömer'i, onu zikrederek reddederdi ve ihticâc etmek için
"(İslâm'ın) hakkı hâriç" ibâresinin âmm olan ifâdesiyle ihticâc etmeye
muhtaç olmazdı."[22]
4-
İslam’ın Hakkı.
İbnu
Hacer der ki: بِحَقّه ibaresindeki zamir İslâm'a râci ise (mâna-
İslâm'ın hakkı hâriç) "İslâm'ın hakkı" olduğu kesinlik kazanan her
şeyi hükmüne dâhil eder. Nitekim mânadaki bu umumîlik sebebiyle, Sahâbe, namazı
inkâr eden kimse ile savaşma gerektiği husûsunda ittifak etmiştir."[23]
5-
Namazla Zekatı Ayırma
Hz.
Ebû Bekir namazla zekâtı ayıranla savaşacağını söylemiştir. Bu ayırmadan maksad
namazı ikrâr ederken zekâtı inkâr etmektir. Zekâtın inkârı, farziyetini ikrâr
etmekle birlikte vermeyi reddetmek şeklinde olabileceği gibi, (te'vil yoluyla)
farziyeti de inkâr şeklinde de olabilir, ikisi de bir addedilmiştir. Çünkü Hz.
Ebû Bekir, bu ikincileri mâzur addetmeyip, savaş ilan etmiştir.
Mazirî
der ki: "Hadisin zâhirinden anlaşıldığı üzere, Hz. Ömer namazı inkar
edenlerle savaşmaya muvafıktı. Hz. Ebû Bekir, onu aynı şekilde "zekât
için" de savaşmak gerektiği hususunda ikna etti. Çünkü, her ikisi de
Kitap'ta ve Sünnet'te beraber emredilmiş, birbirinden ayrı tellakki
edilmemişlerdir."Daha önce de belerttiğimiz gibi Kur'ân-ı Kerîm namaz ve
zekâtı her seferinde, "Namazı kılın, zekâtı verin" diye beraber
emreder.[24]
6-
Zekat malın hakkıdır.
Hz.
Ebû Bekir, Hz. Ömer'i ikna hususunda ve kendi haklılığını delillendirme
sadedinde "... zîra zekât malın hakkıdır" diyor. Şu halde, bunu
namazla ayırmama gereğinin delili yapmıştır. Yani şöyle bir mâna çıkmaktadır:
"Nasıl ki ey Ömer sen de kabul ediyorsun ki nefsin hakkı olan namaz'ı
inkar eden için savaşmak şarttır. Zekât için de şart olmalıdır, çünkü zekât da
malın hakkıdır. Esasen Kur'ân ve sünnet
bunları "İslâm'ın hakkı" olarak tesbit etmiş ve ayırmamıştır.
Resûlullah da "İslâm'ın hakkı hariç" diye istisna koymuştur. Öyle
ise, "İslâm'ın hakkı"na giren herhangi bir şeyin inkârı hâlinde,
Resûlullah savaşma yetkisi vermiştir. Şu halde hadisi: "Kim namaz kılarsa
nefsini koruma altına almıştır, dokunmayız, kim de zekât verirse o da malını
koruma altına almıştır, dokunmayız. Zekâtını vermezse zorla alırız, daha da
direnirse savaşırız." şeklinde anlamak aslına uygundur.
Bu
açıklama da, gösteriyor ki, Hz. Ebû Bekir, hadisin başka vecihlerinde yer alan
"... namazlarını kılıp zekâtlarını verinceye kadar.... (savaşmakla
emrolundum)" ibâresini duymuş olsaydı, İslâm'ın hakkı" ibâresindeki
umumilikten istifade ederek ihticâc yapmaya ihtiyaç duymadan hadisi
hatırlatıverecekti.
Şârihler,
Hz. Ebû Bekir'in de, Hz. Ömer'in de hadisi kısmî olarak hatırladıklarını
söylerler. Mamafih, onların hatırlarında kalan, hadisi Resûlullah'ın henüz
namaz, zekat emredilmeden önce irad etmiş olması da gayet mümkündür. Çünkü
başlangıçta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) insanları iki şeye çağırıyordu:
Tevhîd ve kendi risâleti.[25]
7-
Oğlak
Hz.
Ebû Bekir'in, "Resûlullah'a verdikleri bir oğlağı vermekten
vazgeçseler..." ibâresinde geçen anâk kelimesi de ihtilâflıdır.
Rivâyetlerde, bunun yerine ikâl (deve bağlamaya mahsus ip), kinaye olarak kezâ
kelimesi ve cedyen ezvat (boynu kısa oğlak) kelimeleri de gelmiştir.
Bu
farklılıklardan hareketle bazı alimler: "Anâk'ı (yani oğlak'ı)
zikretmekten maksad, bizzat oğlağın kendisi değil azlığı ifadede
mübâlağadır" demişlerdir. Mamafih, davarın zekâtını alırken, hepsi kuzu
olan sürüden, davarın zekâtı olarak oğlak alınabileceği kanaatinde olanlar bu
hadisle ihticâc etmişlerdir. Mâlikîlerden bazı fakihler büyükbaş hayvanların
çoğunlukla telef olması halinde oğlağın da zekât olarak alınabileceğini
söylemiştir.
Ekseriyet,
bununla mübalağa kastedildiğinde ittifak eder. Yâni "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e zekât olarak ödedikleri azıcık bir şeyi dahi
vermekten imtina ederlerse almak için savaşacağım" demektir.[26]
8-
Hesapları Allah'a kalmıştır cümlesi, "Ben zâhirlerine bakarım, iç
âlemlerinde samîmi olup olmadıklarını araştırmam" demektir.[27]
9-
Hadisten çıkarılan bazı hükümler
*
Sonradan çıkan hâdiseler (nevâzil) karşısında ictihada gidilir, ancak öncelikle
bunların usûl'e (aslî kaynaklara) göre yapılması gerekir.
*
Nevâzil'in çözümünde münazara, yani değişik görüşlerin münakaşa edilmesi
esastır. Sonunda râcih olan benimsenir, zayıf olan üzerinde ısrar edilmez.
*
Münâzarada belli bir edebe uyulmalıdır: Aksi görüşte olanı hata ile itham
etmemek, mültefit olmak, gerçek karşı taraf nazarında zuhûr gedinceye kadar
delil getirmek, hakkın zuhurundan sonra da inadlaşırsa duruma göre
sertleşmek... gibi.
*
Bir şeyi te'kîd için yemin câizdir.
*
Bir kimse sâdece Lâilâheillallah deyip orada kalsa gerisini getirmese, katli
câiz değildir. Ancak sâdece tevhîdin ikrarı ile Müslüman olunur mu? Bu,
münâkaşalıdır. Râcih (üstün) görüşe göre hayır! Bununla öldürülmekten
vazgeçilir, Bilâhare, denenir; şâyet, risâlete de şehâdet
eder ve İslâmî ahkâmı iltizam ederse Müslüman olduğuna hükmedilir.
Bağavî
bu hususta der ki: Kâfir eğer putçu veya ikici ise, vahdaniyeti ikrâr etmez. Bu
durumda Lâilâheillallah dedi mi Müslümanlığına hükmedilir. Sonra İslâm'ın diğer
hükümlerini kabûle icbar edilir ve İslâm'a muhalif olan bütün dinlerden müberra
kılınır.
Ama
kâfir, vahdaniyeti ikrar edip risâleti inkâr eden cinsten ise, onun
Lâilâheillallah demesiyle müslüman olduğuna hükmedilmez, Muhammedun Resûlullah
demesi aranır. Şâyet herif, Muhammed'in peygamberliği sâdece Araplara mahsus
diye îtikad ederse, bunun müslüman olduğuna hükmetmek için, risâlet-i
Muhammedîye'nin bütün insanlığa şâmil olduğunu söylemesi gerekir.
Adam
şayet, bir vâcibi inkâr veya bir haramı helal addetmek sûretiyle küfre düştü
ise, onun müslüman addedilmesi için itikadından dönmesi gerekir. Onun sarfettiği
bu küfür sözü, İslâm'ı tekrar iltizam etmemesi hâlinde, kendisine mürtedlerle
ilgili ahkâmın icrasını gerektirir.
*
Zekâtı vermeyenle savaşılır. Ancak, İslâm'ı benimsediği halde, yukarıda
belirtildiği üzere te'vile dayanarak zekât vermeyi reddedenin küfrüne, delil
ikâme etmeden hükmedilmez. Sahâbe onlara galebe çaldıktan sonra, malları
ganimet, zürriyetleri köle yapılıp yapılamayacağı husûsunda ihtilâf etmiştir.
Yani bunlara kâfir muâmelesi mi yapılmalıdır, bâğî (isyankâr) muamelesi mi
yapılmalıdır? Hz. Ebû Bekir küffâr muamelesi yapmış ve öyle amel etmiştir. Hz.
Ömer bu meselede de Hz. Ebû Bekir'le ihtilâfa düşmüştür. O, ikinci görüşü
benimsemiş, hilafeti sırasında başkaları da bu görüşü benimsemiş ve bir şüphe
ile İslâm'ın farzlarından birini inkar edene kâfir muâmelesi yapılmayıp âsi
muâmelesi yapılması hususunda icma hâsıl olmuştur. Şöyle ki: Böyle birisine
inkârdan rücû etmesi taleb edilir, direnip kıtâle azmederse kendisiyle
savaşılır, hüccet ikâme edilir. Bu durumda dönerse, döner; dönmezse artık kâfir
muamelesi yapılır. (Daha geniş bilgi için 1585-1588 numaralı hadislere bakın.)
*
Kâdı İyaz der ki: "Bu kıssadan şu hüküm çıkmaktadır: Hâkim (lider),
hakkında nass olmayan bir meselede içtihadda bulunursa vardığı neticeye itaat
edilir, müçtehidlerden biri bunun hilâfına hükmetse bile. Eğer bu muhalif
kanaatte olan müçtehid, sonradan hâkim olursa, o zaman onun da kendi
içtihâdının ortaya koyduğu hükme uyması gerekir. Onun, kendinden önceki hâkimin
bu meselede verdiği hükme muhâlefet etmesi câizdir. Çünkü Hz. Ömer, Hz. Ebû
Bekir'in zekât vermeyenler hakkındaki görüşüne, şahsen farklı düşünmesine
rağmen, itaat etti. Sonra, halîfe olunca, kendi içtihadının gerektirdiği hükme
uydu. Onun bu içtihadına sahâbe ve başkaları da muvâfakat gösterdi."
Hattâbî
der ki: "Hadiste şu hüküm de gelmiştir: "Kim İslâm'ı izhâr ederse,
kendisine İslâm'ın zâhirî ahkâmı icra edilir, içindeki küfrünü saklamış bile
olsa. İhtilâf edilen husûs şudur: Bir kimsenin fâsid îtikâdına muttali olunduğu
halde, ondan dönmüş olmayı izhâr ederse, onun İslâm'ı kabûl edilmeli mi?
edilmemeli mi? Şüphesiz durumunu bilmeyenin ona ahkâm-ı zâhireyi icra edeceği
husûsunda ihtilâf yoktur."
*
Bu kıssada bir kısım sünnetin, sahâbenin büyüklerine bile gizli kalabileceği
gözükmektedir. Onların bâzı hadisleri duymamış, sonradan işitmiş olmaları
büyüklüklerine mâni değildir.
*
Nevevî: "Bu hadise göre namazı âmden terkeden öldürülür" diye
hükmetmiştir. Ancak İbnu Dakîku'l-Îd, namaz sebebiyle öldürmenin, bu hadise
göre câiz olmadığını açıklar. Der ki: "Mukâtelenin mübah olmasından katlin
de mübah olduğu hükmü çıkarılamaz. çünkü "mukâtele", "müfâale
babındandır, bu bab bir işte karşılıklı iki tarafın bulunmasını
gerektirir." Yani mukâtele karşılıklı olarak birbirini öldürme kavgası
yapmaktır. -Türkçemizdeki vuruşmak, savaşmak mânasında- halbuki katl öyle
değil, birinin diğerini öldürmesidir.
Bu
görüşte olanlar, Hz. Ebû Bekir'in bu savaşın sonunda bir kimseyi sabran
öldürttüğüne dair rivâyet olmadığını da söylerler. Sabran öldürmek, îdama
mahkum ederek, bağlayarak öldürmek demektir. Şimdilerde kurşuna dizme tabiri
kullanılır. Farzı yerine getirmekten imtina edenler icbar edildiği zaman
mukabelede bulunurlarsa mukavemetleri kırılıncaya kadar savaşılır. Savaş
sırasında öldürülür, mukavemetleri kırılınca muhâriblere veya bâğîlere tatbik
edilen ahkâm uygulanır. Öyle ise, herhangi bir farzı terkeden kimse, işi
savaşmaya dökmedikçe öldürülmez. Savaşmaya dökerse mukâtele edilir. Öyle ise,
hadisteki mukâtele'ye verilen cevâz, katle verilen cevaz sayılmamalıdır.
Nitekim İmam Şâfiî de: "Kıtâlden katle yol yoktur bazen adamla kıtâl helal
olur, fakat katli helâl olmaz" demiştir.
*
Hadis zâhirî amelin kabul edilmesi gereğine delildir. İnsanlar hakkında zâhire
akseden amellerine göre hüküm verilir. Bir kimsenin, mü'min olduğuna hükmetmek
için kesin bir dille ifâde ettiği îtikadıyla iktifa edilir.
*
Tevhîdi ikrâr edip, şeriatle amel eden ehl-i bid'a tekfir edilemez.
*
Kâfirin küfründen tevbesi, zâhirî küfürbâtınî küfür ayırımı yapılmadan kabûl
edilir.[28]
10-
Bir sual ve cevabı
Bu
hadis, tevhîd'e gelmeyen herkesle kıtâl (savaş) yapmayı emrettiği halde, cizye
veren veya muâhede (antlaşma) yapanlarla kıtâl nasıl terkedilir?
Bu
sorunun cevabı birkaç açıdan verilebilir:
1)
Nesh sebebiyle olabilir: Yani cizye almak ve muâhede yapmak yoluyla tevhid
taleb etmeme izni, Resûlullah'ın bu hadisi beyanından sonraya âittir. Bunun
delili, iznin, اقتلو
المشركين "Haram ayları çıkınca müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürün..." (Tevbe 5) âyetinden sonraya ait olmasıdır.
2)
Bu, kendisinden bir kısmın hâss kılındığı âmm bir hükümdür. Zîra emirden
maksad, matlûbun hâsıl olmasıdır, bir delil sebebiyle bir kısmın tehallüf edip
istisna teşkil etmesi âmm hükme zarar vermez.
3)
Bu, kendisiyle hâss'ın murad edildiği âmm olabilir. Böylece "...
insanlarla savaşmaya..." ibâresinde geçen insanlarla kelimesiyle
kastedilen, ehl-i kitap dışında kalan müşrikler olmuş olur. Bu söyleneni,
hadisin Nesâî'deki vechi te'yîd eder. Orada:
اُُمِرْتُ
اَنْ
اُقَاتِلَ
الْمُشْرِكِينَ "...müşriklerle savaşmaya
emredildim.." denmiştir.
4)
Şehadet ve diğer zikredilen şeylerden maksad Allah'ın kelâmının yüceltilmesini
ve muhâliflere iyice duyurulmasını ifâde etmektir. Bu, bazan öldürmekle, bazan
cizye ile, bazan da muâhede ile olur.
5)
Kıtâlden murâd, bazan bizzat kıtâldir, bazan da onun yerine geçecek olan bir
başka şeydir: cizye veya gayri...
6)
Cizye koymaktan maksad onları İslâm'a zorlamaktar, sebebin sebebi, sebep
sayılır. Bu açıdan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sanki şöyle söylemiş
olmaktadır: "...müslüman olmalarına veya onları İslâm'da karar kıldıracak
şeyi benimsemelerine kadar savaşmakla emrolundum..."[29]
ـ1ـ عن مراد
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #: قَدْ
عَفَوْتُ
لَكُمْ عَنِ
الخَيْلِ
وَالرَّقِيقِ
فَهَاتُوا
صَدَقَةً
الرِّقَةِ
مِنْ كُلِّ
أرْبَعِينَ
دِرْهَماً
دِرْهَمٌ،
وَلَيْسَ في
تِسْعِينَ
وَمِائَةٍ
شَىْءٌ.
فَإذَا بَلَغَتْ
مِائَتَيْنِ
فَفِيهِمَا
خَمْسَةُ
دَرَاهِمَ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»الرِّقَةُ«
الدراهم
المضروبة .
1. (2014)- Hz. Ali (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizi (ticarî olmayan) atın ve kölenin zekâtından affettim. Öyle ise gümüş
paralarınızın zekâtını verin. Bunun her kırk dirhemine bir dirhem vereceksiniz.
Ancak yüz doksan dirheme zekât düşmez. İkiyüz dirheme ulaştı mı beş dirhem
verilecektir." [Tirmizî, Zekât 3, (620); Ebû Dâvud, Zekât 4, (1574);
Nesâî, Zekât 18, (5, 37).][30]
AÇIKLAMA:
1-
Metinde geçen rika, "varak"tan gelir. İddie ve diyet kelimelerinde
olduğu gibi baştaki "v"
düşmüş, onun yerine sona yuvarlak "t" gelmiş ve rika olmuş.
"Varak" madrûb (basılmış) dirhem demektir. Arapçada dînar altın
paranın ismidir, dirhem de gümüş paranın ismi. Şu halde bazı alimlere göre
bunların madrûb olanına rika denmektedir. Ancak İbnu Hacer rika'yı, "hâlis
gümüştür, madrûb olmuş olmamış farketmez" diye açıklar.
2-
Resûlullah, ticarî maksadla olmayıp, binmek, yük taşımak gibi aile ihtiyacını
görmek üzere beslenen at ve benzeri hayvanlarla, yine şahsî hizmetlerde
istihdâm edilmek üzere bulundurulan köle için zekât alınmayacağını beyân
etmektedir.
3-
Resûlullah'ın "Affettim" demesi, aslında her şeyin zekâta tâbi
olduğuna işaret etmektedir. Yani normalde her mal için zekât verilecektir,
zekâtın verilmemesi bir günahtır, amma hizmetinizde kullandığınız at ve kölenin
zekâtını vermeme günâhı affedilmiştir mânasında bir ifâde.
4-Hadis
200 dirheme ulaşmayan miktardaki servete zekât düşmeyeceğini ifâde ediyor. 199
yerine 190 rakamının verilişi, küsura yer vermemek içindir. Nitekim "200
dirheme ulaştı mı..." tâbiri hududun 190 değil, 200 olduğunu ifâde
etmektedir.
Başka
rivâyetler, bu nisaba ulaşan servetin üzerinden bir yıl geçme şartını tasrîh
edecektir.[31]
ـ2ـ وعن أنس
]أنَّ أبَا
بَكْرٍ
الصِّدِّيقَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما كَتَبَ
لَهُ حِينَ
وَجَّهَهُ
إلى الْبَحْرَيْنِ
هَذَا
الْكِتَابَ
وَخَتَمَهُ
بِخَاتَمِ
النَّبىِّ #،
وَكَانَ
نَقْشُ
الخَاتِمِ
ثََثَةَ
أسْطُر:
مُحَمَّدٌ
سَطْرٌ،
وَرَسُولُ
سَطْرٌ،
وَاللّهُ
سَطْرٌ:
بِسْمِ اللّهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحِىمِ.
هذهِ
فَرِيضَةُ الصَّدَقَةِ
الَّتِى
فَرَضَهَا
رسولُ اللّهُ
# عَلى المُسْلِمِينَ
وَالَّتِى
أمَرَ اللّهُ
تَعالى بِهَا
رَسُولَهُ #،
فَمَنْ
سُئِلَهَا
مِنَ المُسْلِمِينَ
عَلى
وَجْهِهَا
فَلْيُعْطِهَا،
وَمَنْ
سُئِلَ
فَوْقَهَا
فََ يُعْطِ:
في أرْبَعٍ
وَعِشْرِينَ
مِن ا“بِلِ
فَمَا دُونَهَا
مِنَ الغَنَمِ
في كُلِّ
خَمْسٍ شَاة.
فإذَا بَلَغَتْ
خَمْساً
وَعِشْرِينَ
إلى خَمْسٍ
وَثََثِينَ
فَفِيهَا
بِنْتُ
مَخَاضٍ
أُنْثى، فإنْ
لَمْ تَكُنِ
ابْنَةُ
مَخَاضٍ
فابْنُ لَبُونٍ.
فإذَا
بَلَغَتْ
سِتّاً
وَثََثِينَ
إلى خَمْسٍ
وَأرْبَعِينَ
فَفِيهَا
بِنْتُ لَبُونٍ
أُنْثى فإذَا
بَلَغَتْ
سِتّاً
وَأرْبَعِينَ
إلى سِتِّىنَ
فَفِيهَا
حِقَّةٌ
طُرُوقَةُ
الجَمَلِ.
فَإذَا
بَلَغَتْ
وَاحِدَةً
وَسِتِّىنَ
إلى خَمْسٍ
وَسَبْعِينَ
فَفِيهَا
جَذَعَةٌ.
فَإذَا
بَلَغَتْ
سِتّاً
وَسَبْعِينَ
إلى
تِسْعِينَ
فَفِيهاَ
بِنْتَا
لَبُونِ. فإذَا
بَلَغَتْ إحْدَى
وَتِسْعِينَ
إلى
عِشْرِينَ
وَمِائَةٍ
فَفِيهَا
حِقَّتَانِ
طَرُوقَتَا
الجَمَلِ.
وَإذَا
زَادَتْ عَلى
عِشْرِينَ
وَمِائَةٍ
فَفِى كُلِّ
أرْبَعِينَ
بِنْتُ
لَبُونٍ. وَفي
كُلِّ
خَمْسِينَ
حِقَّةٌ،
وَمَنْ لَمْ
يَكُنْ
مَعَهُ إَّ
أرْبَعٌ مِنَ
ا“بِلِ فَلَيْسَتْ
فِيهَا
صََدَقَةٌ
إَّ أنْ
يَشَاءَ
رَبُّهَا. فإذَا
بَلَغَتْ
خَمْساً مِنَ
ا“بِلِ
فَفِيهَا شَاةٌ.
وَصَدَقَةُ
الْغَنَمِ في
سَائِمَتِهَا.
فَإذَا
بَلَغَتْ
أرْبَعِينَ
إلى عِشْرِينَ
وَمِائَةِ
شَاةٍ شَاةٌ،
فإذَا زَادَتْ
عَلى
عِشْرِينَ
وَمِائَةٍ
إلى
مِائَتَيْنِ
فَفِيهَا
شَاتَانِ،
وَإذَا
زَادَتْ عَلى
مِائَتَيْنِ
إلى
ثََثِمَائَةٍ
فَفِيهَا
ثََثُ شِيَاهٍ.
فإذَا
زَادَتْ عَلى
ثََثِمِائَةٍ
فَفِى كُلِّ
مِائَةٍ
شَاةٌ. فإذَا
كَانَتْ
سَائِمَةُ
الرَّجُلِ
نَاقِصَةً
عَنْ
أرْبَعِينَ
شَاةً
وَاحِدَةً
فَلَيْسَ
فِيهَا
صَدَقَةٌ إَّ
أنْ يَشَاءَ
رَبُّهَا. وََ
يُجْمَعُ
بَيْنَ
مُتَفَرِّقٍ
وََ
يُفَرِّقُ
بَيْنَ
مُجْتَمِعٍ
خَشْيَةَ
الصَّدَقَةِ.
وَمَا كانَ
مِنْ خَلِيطَيْنِ
فإنَّهُمَا
يَتَراجَعَانِ
بَيْنُهُمَا
بِالسَّوِيَّةِ،
وََ يُخْرَجُ
في الصَّدَقَةِ
هَرِمَةٌ،
وَََذَاتُ
عَوَارٍ، وََ
تَيْسٌ إَّ أنْ
يَشَاءُ
المُصَدِّقُ.
وفي
الرِّقَةِ
رُبُعُ
الْعُشْرِ،
فإنْ لَمْ
يَكُنْ إَّ
تِسْعِينَ
وَمِائَةً
فَلَيْسَ
فِيهَا
صَدَقَةٌ إَّ
أنْ يَشَاءَ
رَبُّهَا،
وَمَنْ
بَلََغَتْ
عِنْدَهُ
مِنَ ا“بِلِ
صَدَقَةُ
الجَذَعَةِ
وَلَيْسَ
عِنْدَهُ
جَذَعَةٌ
وَعِنْدَهُ حِقّةٌ
فإنَّها
تُقْبَلُ
مِنْهُ
الحِقّةُ
وَيَجْعَلُ
مَعَهَا
شَاتَيْنِ
إنِ
اسْتَيْسَرَتَا
لَهُ أوْ
عِشْرِينَ
دِرْهَماً.
وَمَنْ
بَلَغَتْ عِنْدَهُ
صَدَقَةُ
الحِقّةِ
وَلَيْسَتْ عِنْدَهُ
الحِقَّةُ
وَعِنْدَهُ
الجَذَعَةُ
فإنّهَا
تُقْبَلُ
مِنْهُ
الجَذَعَةُ
وَيُعْطِيهِ
المُصَدِّقُ
عِشْرِينَ
دِرْهَماً
أوْ
شَاتَيْنِ.
وَمَنْ
بَلَغَتْ
عِنْدَهُ
صَدَقَةُ
الحِقّةِ وَلَيْسَتْ
عِنْدَهُ
وَعِنْدَهُ
ابْنَةُ لَبُونٍ
فإنَّها
تُقْبَلُ
مِنْهُ
ابْنَةُ لَبُونٍ
وَيُعْطى
شَاتَيْنِ
أوْ عِشْرِينَ
دِرْهماً
وَمَنْ
بَلَغَتْ
صَدَقَتُهُ
بِنْتَ
لَبُونٍ وَلَيْسَتْ
عِنْدَهُ
وَعِنْدَهُ
حِقّةٌ فإنّهَا
تُقْبَلُ
مِنْهُ
الحِقّةُ
وَيُعْطِيهِ المُصَدّقُ
عِشْرِينَ
دِرْهماً أوْ
شَاتَيْن،
وَمَنْ
بَلَغَتْ
عِنْدَهُ
صَدَقَةُ بِنْتِ
لَبُونٍ
وَلَيْسَتْ
عِنْدَهُ
بِنْتُ
لَبُونٍ
وَعِنْدَهُ
بِنْتُ
مَخَاضٍ فإنَّهَا
تُقْبَلُ
مِنْهُ بِنتُ
مَخَاضٍ
وَيُعْطَى
مَعَهَا
عِشْرِينَ
دِرْهماً أوْ
شَاتَيْنِ،
وَمَنْ بَلَغَتْ
عِنْدَهُ
صَدَقَةُ
بِنْتِ
مَخَاضٍ وَلَيْسَتْ
عِنْدَهُ
وَعِنْدَهُ
بِنْتُ لَبُونٍ
فإنّها
تُقْبَلُ
مِنْهُ
بِنْتُ
لَبُونٍ
وَيُعْطِيهِ
المُصَدِّقُ
عِشْرينَ
دِرْهماً أوْ
شَاتَيْنِ.
فإنْ لَمْ
تَكُنْ
عِنْدَهُ
بِنْتُ
مَخَاضٍ عَلى
وجْهِهَا
وَعِنْدَهُ
ابنُ لَبُونِ
فإنَّهُ
يُقْبَلُ
مِنْهُ،
وَلَيْسَ
مَعَهُ
شَىْءٌ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود
والنسائى.»بِنْتُ
المَخاضِ
وابنُ المَخَاض«
من ا“بل: مَا
استكمل السنة
ا‘ولى ودخل في الثانية.و»بِنتُ
اللَّبُونِ
وابنُ
اللَّبُونِ«
ما استكمل
الثانية ودخل
في
الثالثة.»الحِقّةُ«
ما استكمل الثالثة
ودخل في
الرابعة.»الجَذَعَةُ«
ما استكمل الرابعة
ودخل في
الخامسة.وقوله
»طَرُوقَةُ الجمل«
أى يطرقها
ويركبها.وَ»السَّائِمَةُ«
من الغنم:
الرعية غير
المعلوفة.وقوله
»َ يُجْمَعُ
بَيْنَ
مُتَفَرِّقٍ
وََ
يُفَرِّقُ
بَيْنَ
مُجْتَمِعٍ
خَشْيَةَ
الصَّدَقَةِ«
هو أن يكون
ثثة نفر مث
لكل واحد منهم
أربعون شاة وقد
وجبت على كل
واحد منهم
بانفراد شاة
فيجمعونها
فتكون عليهم
شاة فنهوا عن
ذلك، هذا في
الجمع. وأما
التفريق فأن
يكون لكل واحد
من الخليطين
مائة شاة وشاة
فيجب عليهم ثث
شِيَاهِ، فإذا
فرقاها كان
على كل واحد
منهما شاة،
فنهوا عن ذلك
إذا فعل حشية
الصدقة.و
»التَّرَاجُعُ«
التقاسط
والتعادل.»وَالهَرِمَةُ«
الكبيرة الطاعنة
في السن.و
»العَوَارُ«
بفتح العين
وقد تضم: هو
العيب.و
»المُصَدِّقُ«
بتخفيف الصاد
وتشديد الدال:
عامل الصدقة
والساعى
أيضاً.
.وقوله
»إَّ أنْ
يَشَاءَ
المُصَدِّقُ«
يدل على أن
له
اجتهاد ‘ن يده
كيد المساكين
وهو كالوكيل
لهم.
2. (2015)- Hz. Enes (radıyallâhu
anh)'in anlattığına göre, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallâhu anh), kendisini
Bahreyn'e gönderdiği zaman, ona şu gelecek talimatı yazılı olarak vermiş ve
altını da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mührü ile mühürlemişti. Mühüre
nakşedilen yazı üç satır halinde idi. Bir satırda Muhammed, bir satırda Resûl,
bir satırda da Allah yazılı idi. Mektup şöyle idi:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
müslümanlara farz kıldığı ve Allah'ın da Resûlüne emretmiş olduğu zekât
farîzasıdır. Müslümanlardan her kimden bu, usûlünce taleb edilirse, derhal
vermelidir. Kimden de belirtilenden fazlası istenirse vermesin:
1)
24 ve daha aşağı miktardaki deve için koyun olarak vâcib zekât, her beş devede
bir koyundur.
2)
25'e ulaştı mı, 35'e kadar, dişi bir bintu mehâz (ikinci seneye basan dişi
deve); eğer bintu mehâz yoksa, bir ibnu lebun (ikisine basan erkek deve).
3)
36'ya ulaştı mı 45'e kadar, bir dişi bintu lebun (üç yaşına basan dişi deve).
4)
46'ya ulaştı mı 60'a kadar, erkek devenin aşacağı bir dişi deve
Tarûkatu'lfahl).
5)
61'e ulaştı mı 75'e kadar, bir ceza'a (beş yaşına basan bir deve).
6)
71'e ulaştı mı 90'a kadar iki bintu lebun.
7)
91'e ulaştı mı 120'ye kadar, erkek devenin aşacağı iki hıkka (dördüne basan
deve).
8)
120'yi aşınca, her kırk için bir bintu lebun.
9)
Her 50'de, bir hıkka.
10)
Sâdece 4 devesi olana zekât düşmez, sahibi nâfile olarak verirse o başka.
11)
5 devesi olana bir koyun düşer.
12)
Koyunun zekâtı sâime olanlardan alınır. (Sâime kırda otlatılan hayvana denir.)
Sâime koyun 40'a ulaştı mı 120'ye kadar, bir koyun alınır.
13)
120'yi geçti mi 200'e kadar, iki koyun alınır.
14)
200'ü geçti mi 300'e kadar, üç koyun alınır.
15)
300'ü geçti mi her yüz koyunda bir koyun alınır.
16)
Adamın sâime koyunları 40'tan bir eksik olsa ona zekât düşmez. Sahibi (nafile
olarak) kendiliğinden verirse o başka.
17)
Zekât korkusuyla, müteferriklerin araları birleştirilmez, birleşik olanlar da
ayrılmazlar.
18)
İki ortağın malından alınan zekâtta her ikisi de ,adalet üzere birbirlerine
müracaat ederler.
19)
Zekât olarak çok yaşlı, ayıplı ve (koç, teke gibi) döl hayvanı verilmez, zekât
memuru kabûl ederse o başka.
20)
(İki yüz dirhemlik) gümüşte, onda birin dörtte biri (yani kırkta bir miktarı)
zekât vâcibtir.
21)
Gümüş miktarı 190 dirhemse, 200 dirhemden az olursa zekât yoktur. Sâhibi
verirse o başka.
22)
Kimin deve sayısı, zekât olarak bir ceza'a vermeyi gerektiren miktarı bulur ve
fakat sürüsünde ceza'a olmaz da hıkka olursa, bu kimseden hıkka kabul edilir ve
buna, adama kolay geldiği takdirde iki koyun eklenir veya yirmi dirhem eklenir.
23)
Kimin zekât olarak hıkka vermesi gerekir ve fakat sürüsünde hıkka olmaz ceza'a
olursa, adamdan ceza'a kabul edilir, zekât memuru ona yirmi dirhem veya iki
koyun verir.
24)
Kimin zekât olarak hıkka vermesi gerekir, fakat sürüde hıkka değil bintu lebun
olursa adamdan bintu lebun kabul edilir, kendisine iki koyun veya yirmi dirhem
verilir.
25)
Kimin zekât olarak bintu lebun vermesi gerekir, ancak bintu lebun'u yok,
hıkka'sı varsa kendisinden hıkka kabul edilir, zekât memuru kendisine ayrıca
yirmi dirhem veya iki koyun öder.
26)
Kimin zekât olarak bintu lebun ödemesi gerekir, fakat bintu lebûn'u olmaz,
bintu mehâz'ı olursa, ondan bintu mehâz kabul edilir, ancak yirmi dirhem veya
iki koyun daha verir.
27)
Kimin zekât olarak bintu mehâz vermesi gerekir, fakat bintu mehâz'ı olmaz,
bintu lebûn'u olursa kendisinden bintu lebûn kabul edilir, zekât memuru yirmi
dirhem veya iki koyun verir.
28)
Eğer adamın münasip şekilde bintu mehâzı yoksa, ibnu lebûn'u varsa, bu ondan
kabûl edilir, beraberinde bir ödeme gerekmez." [Buhârî, Zekât 33, 34, 35,
37, 38, 39, 40, Şirket 2, Hiyel 3; Ebû Dâvud, Zekât 4, (1567); Nesâî, Zekât 5,
(5, 18-23).][32]
AÇIKLAMA:
1-
Görüldüğü üzere, Hz. Ebû Bekir, zekât toplamak üzere Bahreyn'e musaddık (zekât
toplama memuru) olarak gönderdiği Hz. Enes'e yazılı bir vesika veriyor ve altını
da resmî mühürle mühürlüyor. Bu rivâyetten hareketle, bütün zekât me'murlarına
böyle bir vesikanın verildiği sonucunu çıkarabiliriz. Bu vesika, başlangıç
kısmındaki takdîm paragrafından da anlaşılacağı üzere, sadece karışık olan
hesaplamada unutma ve iltibası önlemeye mâtuf değil, aynı zamanda halka itminân
vermek ve suistimalleri önleme kasdına da yöneliktir. Halk icabında, zekât
memurunu kontrol edebilecektir.
2-Hadisi
tercüme ederken metni madde madde paragraflara ayırdık ve her paragrafa madde
numarası verdik. Bazı maddeler îzaha muhtaçtır. Gerekli açıklamaları, aşağıda
sırayla parağraf numaralarının karşısına kaydediyoruz.
3-Sâdece
bu hadiste değil, zekât bahsinin müteakip bir kısım hadîslerinde de sıkça
geçecek olan deve çeşitleriyle ilgili açıklamaları toptan ve öncelikli olarak
veriyoruz:
Bintu
Mehâz: Bir yaşını doldurup ikisine basan dişi deve.
İbnu
Mehâz: Bir yaşını doldurup ikisine basan erkek deve.
Bintu
Lebûn: İki yaşını doldurup üçüne basan dişi deve.
İbnu
Lebûn: İki yaşını doldurup üçüne basan erkek deve.
Hıkka:
Üç yaşını doldurup dördüne basan dişi deve.
Tarûkatu'l-Fahl:
Erkek devenin aşacağı (dölleyeceği) deve demektir. Bir bakıma hıkka'dır. Esâsen
hıkka, erkek devenin aşmasına hak kazanmış mânasına gelir.
Ceza'a:
Dördünü tamamlayıp beş yaşına basan dişi devedir.
Ceza':
Dördünü tamamlayıp beş yaşına basan erkek devedir.
Sâime:
Yemle değil, otlakta beslenen koyun.[33]
4-Bazı
muğlak (kapalı) maddeler:
17.
Madde: "Müteferriklerin araları birleştirilmez, birleşik olanlar
ayrılmaz" hükmünde müteferrik'ten maksad, ayrı ayrı mala sahip olanlardır.
Sözgelimi üç ayrı kişiden herbiri kırkar koyuna sahip olsalar, herbirine zekât
düşer ve birer koyun vermeleri gerekir. Bunlar zekât olarak tek bir koyun
vermek için, zekât memuru gelince birleştirebilirler. (Üçü bir kişide birleşse
120 yapar. 12. maddede geçtiği üzere 40-120 arasında bir koyun ödenir.) İşte
zekât verme endişesiyle başvurulabilen bu hîle yasaklanmıştır.
Birleşik
(müctemi) olanlar ayrılmaz, cümlesinde birleşik'ten maksad, ortak maldır.
Mesela iki ortak kabul edelim, bunlardan her birine 101 koyun düşecek şekilde ortak iseler, 202 adet
koyunları vardır. Bu müşterek koyuna, 13. maddeye göre 3 koyun zekât
düşmektedir. Zekât memuru gelince, koyunları hemen bölüştükleri takdirde, 12.
maddeye göre herbirine birer koyunluk zekât düşecek ve böylece bir koyun zekât
olarak verilmekten kaçırılmış olacak, "Birleşik olanlar ayrılamaz"
hükmüyle bu da yasaklanmış olmaktadır.
Yine
17. maddede geçen yasaklama emri ile ilgili olarak Şafiî hazretlerinden şu açıklama
kaydedilir: Burada hitap hem mal sâhibinedir, hem de zekât memuruna. Çünkü
korku iki çeşittir:
1-
Memur, zekât azalacak diye korkar, mal sâhibi de malının azalmasından korkar.
Öyle ise her ikisine birden hitap edilerek zekât korkusu ile
"birleştirme" ve "ayırma" işlemlerine tevessül etmemeleri
emredilmiştir. Bu açıklamadan anlıyoruz ki, bazı durumlarda birleştirme ve
ayırmalar daha çok zekât vermeyi gerektirebilecektir. Bizim verdiğimiz misâller
zekâtı azaltacak durumlara örnek olmuştur.
18.
Madde: Bu maddede, iki ortağın alınan zekâtta eşit şekilde birbirine müracaatı
şu demektir: Mesela birinin 40 sığırı var, diğerinin de 30. Bu mallar,
aralarında müşterektir. Zekât memuru kırk için bir müsinne (3 yaşında sığır),
otuzdan da tebî (buzağı) alsa, müsinne veren, kıymetinin yedide üçünü
ortağından alır, tebî veren de yedide dördünü ortağından alır. Çünkü her iki
yaştaki hayvanda her ortağın ortaklığı nisbetinde hakları var, ve mal tek bir
kimsenin mülkü gibi zekât aynı nisbette her iki yaşa da vâcibtir. Kastalânî
bunu şöyle açar: Ortak bir sürüden, zekât memuru, sürünün zekâtını alırken,
ortaklardan birinden almışsa, veren ortak diğerinden adâlet üzere payını ister.
Adalet
üzere müracaattan şu mâna da çıkarılmıştır: Eğer memur, zekât alırken
ortaklardan birine zulmetti ve alması gerekenden fazla zekât aldı ise, bu
ortak, bu fazla kısmı diğer ortağından isteyemez, ondan sadece normal olarak
vermeleri gereken zekât miktarından payına düşeni ister.
Müracaat
çeşitlerinden biri de şudur: İki kişi arasında kırk ortak koyun bulunsa, her
ikisi de kendine düşen koyunları belirlese, memur bunlardan birinden bir koyun
alır. Koyun veren taraf ortağından, koyununun bedeli üzerinden yarı fiyatını
ister. Bu açıklamadan şu netice de çıkmaktadır: Bazılarına göre, malların ayrılmış
olmasına rağmen ortaklık olabilmektedir.[34]
ـ1ـ عن سالم
عن أبيه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَتَبَ
النَّبىُّ #
كِتَابَ
الصَّدَقَةِ
وَلَمْ
يُخْرِجْهُ
إلى
عُمَّالهِ
حَتَّى قُبضَ
فَقَرَنَهُ
بِسَيْفِهِ
فَعَمِلَ
بِهِ أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ
حَتَّى قُبِضَ،
ثُمَّ عَمِلَ
بِهِ عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
حَتَّى
قُبِضَ،
وَكَانَ
فِيهِ: في خَمْسٍ
مِنَ ا“بِلِ
شَاةٌ. وفي
عَشْرٍ
شَاتَانِ.
وَفي خَمْسَ
عَشَرَةَ
ثََثُ
شِيَاهٍ. وفي
عِشْرِينَ
أرْبَعُ
شِيَاهٍ. وفي
خَمْسٍ وَعِشْرِينَ
بِنْتُ
مَخَاضٍ، إلى
خَمْسٍ
وَثََثِينَ. فإذَا
زَادَتْ
وَاحِدَةٌ
فَفِيهَا
ابْنَةُ
لَبُونٍ إلى
خَمْسٍ
وَأرْبَعِينَ.
فإذَا زَادَتْ
وَاحِدَةٌ
فَفِيهَا
حِقّةٌ إلى
سِتِّينَ.
فإنْ زَادَتْ
وَاحِدَةٌ
فَفِيهَا جَذَعَةٌ
إلى خَمْسٍ
وَسَبْعِينَ.
فإنْ زَادَتْ
وَاحدَةٌ
فَفِيهَا
ابْنَتَا
لَبُونٍ إلى
تِسْعِينَ. فإنْ
زَادَتْ
وَاحِدَةٌ
فَفِيهَا
حِقّتَانِ
إلى
عِشْرِينَ
وَمِائَةٍ.
فإنْ كَانَتِ
ا“بِلُ
أكْثَرَ مِنْ
ذلِكَ فَفِي
كُلِّ خَمْسِينَ
حِقَّةٌ، وفي
كُلِّ
أرْبَعِينَ
ابْنَةُ
لَبُونٍ، وفي
الغَنَمِ في
كُلِّ
أرْبَعِينَ
شَاةً شَاةٌ
إلى
عِشْرِينَ
وَمِائَةٍ.
فإذَا زَادَتْ
وَاحِدَةٌ
فَفِيهَا
شَاتَان إلى
المِائَتَيْنِ.
فإذَا
زَادَتْ
وَاحِدَةٌ
عَلى المِائَتَيْنِ
فَفِيهَا
ثََثُ
شِيَاهٍ إلى ثََثِمِائَةٍ.
فإنْ كَانَتِ
الغَنَمُ
أكْثَرَ مِنْ
ذلِكَ فَفِى
كُلِّ
مِائَةِ
شَاةٍ شَاةٌ،
ثُمَّ لَيْسَ
فِيهَا
شَىْءٌ
حَتَّى
تَبْلغَ
المِائَةَ،
وَلَ
يُفَرَّقُ
بَيْنَ
مُجْتَمِعٍ وََ
يُجْمَعُ
بَيْنَ
مُتَفَرِّقٍ
مَخَافَة الصَّدَقَةِ،
وَمَا كَانَ
مِنْ
خَلِيطَيْنِ
فَإنَّهُما
يَتَراجَعَانِ
بَيْنَهُمَا
بِالسَّوِيَّةِ،
وََ يُؤخَذُ
في الصَّدَقَةِ
هَرِمةٌ وََ
ذَاتُ
عَيْبٍ[.قال
الزهرى: إذا
جاءَ المصدق
قسمت
الشَّاءُ
أثثاً: ثلثاً
شراراً،
وثلثاً خياراً،
وثلثاً
وسطاً. فيأخذ
المصدق من
الوسط، ولم يذكر
الزهرى البقر.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
1. (2016)- Sâlim, babası Abdullah İbnu
Ömer'den naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (mallardan
alınması gereken) zekâtların miktarını belirten bir kitap yazmıştı. Âmillerine
göndermeden vefat etti. Resûlullah onu kılıncına yakın olarak asmıştı. Hz. Ebû
Bekir (radıyallâhu anh), ölünceye kadar onunla amel etti. Sonra Hz. Ömer
(radıyallâhu anh) de ölünceye kadar onunla amel etti. Bu kitapta şunlar yazılı
idi:
DEVELER:
1) 5 devenin zekâtı 1 koyundur.
2) 10 devenin zekâtı 2 koyundur.
3) 15 devenin zekâtı 3 koyundur.
4) 20 devenin zekâtı 4 koyundur.
5) 25'e ulaştı mı 35'e kadar, zekât bir bintu
mehâz'dır.
6) 36'ya ulaştı mı 45'e kadar, zekât bir ibnu
lebûn'dur.
7) 46'ya ulaştı mı 60'a kadar, zekât bir hıkka'dır.
8) 61'e ulaştı mı 75'e kadar, zekât bir ceza'a'dır.
9) 76'ya ulaştı mı 90'a kadar, zekât 2 ibnetu
lebûn'dur.
10) 91'e ulaştı mı 120'ye kadar, zekât 2 hıkka'dır.
11) Deve 120'den fazla ise zekât her elliye bir
hıkka; her kırka bir ibnetu lebûn zekât gerekir.
KOYUNA GELİNCE
12) 40'a ulaşınca 120 koyuna kadar zekâtı 1
koyundur.
13) 121'e ulaşınca 200 koyuna kadar zekâtı 2
koyundur.
14) 201'e ulaşınca 300 koyuna kadar zekâtı 3
koyundur.
15) 300'ü aştı mı her 100 koyuna bir koyun zekât
düşer, yüzden aşağıda kalan küsûrata zekât düşmez.
16) Zekât korkusuyla müctemi (birleşik) olanlar
ayrılmaz, müteferrik (ayrı) olanlar da birleştirilmez.
17) İki ortağın malından alınan zekâtta, her ikisi
de adalet üzere birbirlerine müracaat ederler.
18)
Zekât olarak, çok yaşlı ve ayıplı olan hayvan alınmaz.
19)
Zührî der ki: "Zekâtı almak üzere memur geldiği vakit, koyunlar üç sınıfa
ayrılır: Üçte biri kötü, üçte biri iyi, üçte biri de vasat. Zekât memuru, zekât
payını vasat kısmından alır." Zühri, sığırdan bahsetmez." [Tirmizî,
Zekât 4, (621); Ebû Dâvud, Zekât 4,
(1568, 1569, 1570); İbnu Mâce, Zekât 9, (1798).][35]
AÇIKLAMA:
1-Sadedinde
olduğumuz, İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) rivâyeti, ahkâm beyan eden
kısımlarıyla, bir önceki Enes rivâyetiyle hemen hemen aynı muhtevadadır. Bu
hadiste geçen bazı muğlak maddeler, önceki hadiste açıklanmıştır, tekrar
etmeyeceğiz oraya bakılsın.
2-Burada
dikkatimizi çeken husûs, zekâtla ilgili tâlimatın, taşradaki ilgili memurlara
tamim edilmek üzere bizzat Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) tarafından
yazılı olarak hazırlanmış olma keyfiyetidir. Önceki rivâyette belirtilmeyen bu
tasrihata dayanarak şunu söylemek mümkündür: Hz. Ebû Bekir'in yazılı ve mühürlü
olarak Hz. Enes'e verdiği nüsha, Resûlullah'ın hazırladığı metnin bir tıpkı
istinsahından başka bir şey değildir. Zekât toplamak üzere taşraya gönderilen
her bir zekât tahsildarına bir nebevî asıldan bir nüsha istinsah edilip
verilmiş olmalıdır.
3-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zekât olarak alınacak malın evsafıyla
ilgili direktiflerinin, tatbikata intikalinde takip edilen yolun adilâne oluşu
dikkat çekicidir. Mallar üç sınıfa ayrılıyor: İyiler, vasatlar ve âdiler.
Kerâimu'l-emvâl denen kıymetlilerin alınmasını yasakladığını daha önce (2010.
hadis) kaydetmiştik. Son iki hadiste, kör, sakat gibi âdilerin verilmesi de
yasaklanıyor.
Tahsildar,
zekât payını vasat olanlar arasından seçmelidir ve öyle yapılmıştır.[36]
ـ2ـ وعن ابن
مسعود رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسول اللّه #:
في كُلِّ
ثََثِينَ
مِنَ الْبَقَرِ
تَبِيعٌ أوْ
تَبىعَةٌ،
وفي كُلِّ أرْبَعِينَ
مُسِنَّةٌ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (2017)- İbnu Mes'ûd (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Her otuz sığır için erkek veya dişi bir tebî' zekât verilir. Her kırk
sığır için de bir müsinne zekât verilir." [Tirmizî, Zekât 5, (622).][37]
AÇIKLAMA:
Tebî'
sığırın yaşını doldurmayan yavrusudur, Türkçemizde buzağı denir. Dişisine de
tebi'a denir.
Müsinne:
Üçüncü senede dişleri çıkan sığırdır. [38]
ـ3ـ وعن معاذ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بعثنِى
النبىُّ # إلى
الْيَمَنِ
وَأمَرَنِى
أنْ آخُذَ
مِنْ كُلِّ
ثََثِينَ
بَقَرَةً
تَبِيعاً أوْ
تَبِيعَةً،
وفي كُلِّ
أرْبَعِينَ
مُسِنَّةً،
وَمِنْ كُلِّ
حَالِمٍ
دِينَاراً
أوْ عَدْلَهُ مُعَافِرِيّاً[.
أخرجه أصحاب
السنن،
واللفظ للترمذي.وزاد
أبو داود
»وَالمُعَافِرِىُّ«
ثياب تكون
باليمن
3. (2018)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) beni Yemen'e gönderdi ve
bana: "Her otuz sığırdan bir erkek veya dişi buzağı (tebi'a), her kırktan
bir müsinne, her bir bülûğa eren şahıstan bir dinar veya o değerde muâfiri
(adındaki bir giyecek) almamı" emretti." [Tirmizî, Zekât 5, (623);
Ebû Dâvud, Zekât 4, (1576, 1577, 1578); Nesâî, Zekât 8, (5, 25, 26). Metnin
lafzı Tirmizî'ye aittir.][39]
ـ4ـ وعن
سفيان بن
عبداللّه
الثقفى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ. ]أنَّ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ.
بَعَثَهُ
مُصَدِّقاً
فَكَانَ
يُعَدُّ عَلى
النَّاسِ
بِالسَّخْلِ.
فَقَالُوا:
أتَعُدُّ
عَلَيْنَا
بِالسَّخْلِ وََ
تَأخُذْ
مِنْهُ
شَيْئاً؟
فَلَمّا قَدِمَ
عَلى عُمَرَ
بنِ
الخَطَّابِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ
ذَكَرَ لَهُ
ذلِكَ. فقَالَ
عُمَرُ: نَعَمْ
تَعُدُّ
عَلَيْهِمْ
بِالسَّخْلَةِ
يَحْمِلُهَا
الرَّاعِى،
وََ يَأخُذُ
المُصَدِّقُ،
وََ يأخُذُ
ا‘كولَةَ، وََ
الرُّبَّى،
وََ المَاخِضَ،
وََ فَحْلَ
الغَنَمِ،
وَيَأخُذُ الجَذَعَةَ
وَالثَّنِيَّةَ،
وَذلِكَ عَدْلُ
المَالِ
بَيْنَ
غِذَاءِ
الْغَنَمِ
وَخِيَارِهِ[.
أخرجه
مالك.»ا‘كُولَةُ«
الشاة التي هى
ل‘كل.»والرُّبَّى«
التي تربى في
البيت ‘جل اللبن،
وقيل هى
الحديثة
النتاج.»وَالمَاخِضُ«
الحامل إذا
ضربها
الطلق.»وَغِذَاءُ
المَالِ« جمع
غذى وهو
الحملُ أو
الجدى،
والمراد أن
يأخذ الساعى
خيار المال و
رديئة وإنما
يأخذ الوسط .
4. (2019)- Süfyân İbnu Abdillah
es-Sakafi (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
kendisini zekât tahsildarı olarak göndermişti. Gittiği yerde kuzuları halkın
addedip, sayıya dâhil etmedi. Kendisine: "Kuzuları bizden sayıp, onlardan
bir şey almıyor musun?" dediler. (Medîne'ye geri dönüp) Hz. Ömer
(radıyallâhu anh)'e uğrayınca, durumu ona anlattı. Hz. Ömer: "Evet kuzuyu
onlara iade edersin, çoban onu götürür, tahsildar almaz. Ekûle (denen hususi
şekilde kesip, yemek için beslenmiş) olanı, Rübbâ (denip sütü için evde
beslenmekte) olanı, Mâhız (denen hâmile) olanı, (teke koç gibi) döl alınan
davarı zekât olarak almaz. Ceza'a'yı (beş yaşına basmış deve), seniyye'yi (altı
yaşına basmış deve) alır. Bu, davarın iyisi ile düşüğü arasında orta halli
olanıdır." [Muvatta, Zekât 26, (1, 265).][40]
AÇIKLAMA:
1-
Kaydedilen son rivâyetler, Resûlullah'ın zekât tahsildarı olarak gönderdiği
zatlara, sadece çeşitli mallardan alınacak zekât miktarları husunda tâlimat
vermeyip, bunları nasıl alacağı, hangi vasıftaki malları alıp, hangi vasıftaki
malları almayacağı husûsunda da bilgi verdiğini, tenbihatta bulunduğunu
göstermektedir.
2-
Son rivâyet, zekât olarak alınmaması gereken mallardan bazılarını sayıyor:
*
Sahl: Yeni doğan yavru, bilhassa koyun yavrusu ki, kuzu diyoruz.
* Ekûle: Kişinin etini yemek üzere husûsî
beslediği hayvan.
* Rübbâ: İki mânaya gelmektedir: Sütünden
istifâde için evde beslenen sağmal hayvan; yeni yavru doğurmuş, onun
yetişmesinde gerekli olan anaç hayvan.
* Mâhız: Hâmile hayvan.
* Fahl: Döl almak üzere husûsi beslenen erkek
hayvan, koç ve teke gibi.
3-Şu
mallar da zekât olarak alınabilecek orta halli hayvanlardır:
*
Ceza'a: Ceza', esas itibariyle genç demektir. Deve için kullanılınca beşinci
yaşına basan kastedilir. Sığır ve davar için kullanılınca ikinci yaşına basan
kasdedilir. Mamâfih sığır için "üç yaşına basan", davar için
"birinci yaşını tamamlayan" ceza'dır diyen de olmuştur, daha farklı
görüşler ileri süren de olmuştur.
*
Seniyye de davar, sığır ve deve için müştereken kullanılan bir tabirdir. Davar
ve sığırdan üç yaşına basana, deveden ise altı yaşına basana ıtlak
olunmaktadır. Erkeğine ise seniyye denmektedir. Ahmed İbnu Hanbel iki yaşındaki
davar ile, üç yaşındaki sığıra seniyye demiştir.[41]
ـ5ـ وعن عمرو
بن شعيب عن
أبيه عن جده
قال: ]قال رسول
اللّه #: َ
جَلَبَ وََ
جَنَبَ في
زَكاةٍ. َ تُؤْخَذُ
زَكَاتُهُمْ
إَّ في
دُورِهِمْ[ .
قال محمد بن
إسحاق: »َ
جَلَبَ« يعنى تجلب
الصدقات إلى
المُصَدِّقِ.»وَ
جَنَبَ« أى ينزل
المُصَدِّقُ
بأقصى مواضع
أصحاب الصدقة
فتُجْنَبُ
إليه، ولكن تؤخذ
من الرجل في
موضعه. أخرجه
أبو داود .
5. (2020)- Amr İbnu Şuayb an ebîhi an
ceddihî tarikiyle anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Zekâtta ne ayağa getirtme, ne uzağa gitme vardır. Zekâtlar
evlerinde alınır."
Muhammed
İbnu İshak bunu şöyle açıklamıştır: "Zekât mükellefi, zekâtını tahsildarın
ayağına getirmez. Tahsildar da mükellefin uzaktaki (tarla, ağıl, yayla vs. gibi)
yerlerine gitmez. Zekâtlar mükelleflerin ikâmet mahallerinde alınır." [Ebû
Dâvud, Zekât 8, (1591, 1592).][42]
AÇIKLAMA:
Hadiste
yasaklanmış olan celeb ve ceneb, aslında at yarışlarıyla ilgili iki tâbirdir.
Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) bunlarla, zekât toplama sırasında ortaya
çıkacak meşakkati asgariye düşürecek bir tarz vaz'etmiş olmaktadır. Şöyle ki:
Zekât toplama işinde celeb, tahsildarın bir bölgeye gidince, sürülerden uzakça
bir yere inerek sürüleri oraya celbettirip zekâtını hesaplayıp almasıdır. Tabii
ki bu tarzda, sürü sahipleri için büyük meşakkat vardır. Öyleyse uygun olanı,
tahsildarın sürülerin bulunduğu su başlarına veya kaldıkları yerlere kadar
gitmesi, bizzat yerinde almasıdır. Bu davranışta sürü sahiplerine kolaylık
vardır. Resûlullah, celeb yoktur demekle, tahsildarın sürülerden uzak bir yere
konaklamasını yasaklamış olmaktadır.
Ceneb
yoktur emriyle de, mal sahibinin tahsildara zahmet getirecek ferdî şekilde
uzaklaşmalarını yasaklamış olmaktadır.
Sadaka,
evlerinde alınır cümlesindeki ev kelimesinin aslı olan dûr, dâr'ın cem'idir.
Dâr, münferid evden ziyade, yakınlarla beraber oturulan evdir. Şöyle ki:
Sözgelimi bir baba kendine mahsus bir ev (beyt) inşa eder. Sonra evlatları
için, evlendikçe, bunun bitişiğinde ikinci, üçüncü beyt'ler yapılır. Böylece
zaman içerisinde bir avlunun etrafında bir beytler kümesi meydana gelir. İşte
bu kümeye dâr denir. Klasik Arap evleri bu plân üzre inşa olunurdu (üçüncü
cildimizin 187. sayfasına bakılsın). Şu halde, zekât memuru, mal sahibinin
mûtad, normal ikâmetgahına kadar gidecektir. Şârihler, evleri diye tercüme
ettiğimiz dûr kelimesini menzilleri, mekânları, suları, kabîleleri diyerek
tafsil eder.[43]
ـ6ـ وعن
عمران بن حصين
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسول
اللّهِ #: َ
جَلَبَ وََ
جَنَبَ وََ
شِغَارَ في
ا“سَْمِ،
وَمَنِ
انْتَهَبَ
نُهْبَةً فَلَيْسَ
مِنَّا[.
أخرجه
النسائى.»وَالشِّغَارُ«
في النكاح: أن
يقول ا“نسان
زَوْجْنِى
ابنتك أو
أختك، وأزوجك
ابنتى أو
أختى، وصداق
كل واحدة
منهما بُضْعُ
ا‘خرى: فإن كان
بينهما صداق مسمى
فليس بشغار .
6. (2021)- İmrân İbnu Husayn
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm)
buyurdular ki: "İslâm'da ne (zekâtı) ayağa getirme, ne (zekât için uzağa
gitme, ne de şiğar (mehre bedel nikahlama) vardır." [Nesâî, Nikâh 60, (6,
111).][44]
AÇIKLAMA:
1-Hadisin
baş kısmı önceki hadiste açıklandı.
2-Son
kısmında şiğar yasaklanmaktadır. Şiğar, mehir vermekten kaçmak için başvurulan
bir evlenme şekli idi. Buna göre bir erkek, evlenmek istediği kızın babasına
müracaat ederek: "Sen kızın (veya kızkardeşini) bana nikâhla, ben de mehre
bedel kızımı (veya kız kardeşimi) sana nikâhlayayım" diye teklifte
bulunur. Her iki taraf birbirlerinden mehir istemezler. Resûlullah
(aleyhissâlatu vesselâm) bu câhiliye evliliğini yasaklamıştır. Çünkü alınan
veya verilen mehir, ne kardeşin, ne babanın hakkıdır. Mehir kızın hakkıdır. Bu
haktan ne babanın, ne kardeşin vazgeçme veya bağışlama hakkı yoktur. Şiğar
yoluyla evlenmede iki kız mağdur ediliyor demektir. Dînimiz, kızların
mağduriyetini önleyecek tedbirlere yer vermiştir. Mehirsiz nikâh sahîh olmaz.
Mehir husûsunda kesin bir miktar da tayin etmemiştir, kız dilediği kadar
isteyebilecektir.
Yukarıda
belirtilen karşılıklı kız alıp vermede muayyen bir mehir araya girerse, buna
şiğar denmez ve câiz olur.[45]
ـ1ـ عن عمرو
بن شعيب عن
أبيه عن جده
]أنَّ امْرَأةً
أتَتِ
النَّبىَّ #
وَمَعَها
ابْنَة لها، وفي
يَدِ
ابْنتِهَا
مَسَكَتَانِ
غَلِيظَتَانِ
مِنْ ذَهَبٍ.
فقَالَ لَهَا:
أتُعْطِينَ زَكَاةَ
هذا؟ قالَتْ:
َ. قال:
أيَسُرُّكِ
أنْ يُسَوِّرَكِ
اللّهُ
تَعالى
بِهِمَا
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
سِوَارَيْنِ
مِنْ نَارٍ؟
قال: فَخَلَعَتْهُمَا
فَألْقَتْهُمَا
إلى النَّبىِّ
#. وقالت: هُمَا
للّهِ
وَلِرَسُولِهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»المَسَكَةُ«
بتحريك السين:
واحد
المَسَكِ،
وهي أسورة من
ذَبْلٍٍ أو
عاج، فإذا
كانت من غير
ذلك أضيفت إلى
ماهى منه. فيقال:
من ذهب أو فضة
أو نحوهما .
1. (2022)- Amr İbnu Şuayb, an ebîhi an
ceddihî tarîkinden anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm)'a bir
kadın, beraberinde bir kızı olduğu halde geldi. Kızın elinde, altından kalın
iki bilezik vardı.
"Bunların
zekâtını verdin mi?" diye (Resûlullah aleyhissâlatu vesselâm) kadına
sordu. Kadın:
"Hayır!"
diye cevap verdi. Resûlullah:
"Kıyamet
günü Allah'ın, onları sana ateşten iki bilezik yapması seni memnûn eder
mi?" dedi. Bunun üzerine kadın, bilezikleri derhal çıkarıp Resûlullah'ın
önüne bıraktı ve:
"Bunlar
Allah ve Resûlüne aittir!" dedi." [Ebû Dâvud, Zekât 3, (1563); Nesâî,
Zekât 19, (5, 38); Tirmizî, Zekât 12, (637).][46]
AÇIKLAMA:
1-Hadiste
ismi mübhem olan kadın, Esmâ Bintu Yezîd'dir.
2-Resûlullah'ın
kadına söylediği, "Kıyamet günü Allah'ın, onları sana ateşten iki bilezik
yapması seni memnûn eder mi?" sözü Hattâbî'ye göre, يَوْمَ
يُحْمَى
عَلَيْهَا في
نَارِ جَهَنَّمَ
فَتُكْوَى
بِهَا
جِبَاهُهُمْ
وَجُنُوبُهُمْ
"Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün,
alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. "Bu, kendiniz için
biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın" denecek" (Tevbe 35)
âyetinin te'vili olmaktadır.
3-
Hadisi kaydeden Tirmizî, "bu bâbta Resûlullah'tan hiçbir sahih rivâyet
yoktur" demiş ise de, hadis münekkidleri hadisin başka tariklerden sahih
senedle geldiği, dolayısıyla sahih olduğu husûsunda ittifak ederler.[47]
ـ2ـ وعن عطاء
قال: بلغنى أن
أم سلمة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنْتُ
ألْبَسُ
أوْضاحاً مِنْ
ذَهَبٍ.
فَقُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: أكَنْزٌ
هُوَ؟ فقَالَ:
مَا بَلَغَ
أنْ تُؤَدَّى
زَكَاتُهُ فَزُكِّىَ
فَلَيْسَ
بِكَنْزٍ[ .
2. (2023)- Atâ (rahimehullah) der ki:
"Bana ulaştı ki, Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) şöyle demiştir: "Ben
altından zinetler takınıyordum. Bir gün: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu,
(Kur'an'da yasaklanan) kenz sayılır mı?" diye sordum. Bana şöyle cevap
verdi:
"Zekâtı
verilecek miktara ulaşan şeyin zekâtı verilirse kenz sayılmaz." [Ebû
Dâvud, Zekât 3, (1564). Teysîr, hadisi Muvatta kaynaklı olarak zikretmiştir.
Bir galat yoksa, Muvatta'nın mütedâvil olmayan bir nüshasında görülmüş
olabilir.][48]
ـ3ـ وعن
القاسم بن
محمد ]أنَّ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
كَانَتْ
تَلِى
بَنَاتِ أخِيهَا
مُحَمّدٍ
يَتَامَى في
حِجْرِهَا
وَلَهُنَّ
الحُلِىُّ
فََ
تُزَكِّيهِ[ .
3. (2024)- Kâsım İbnu Muhammed
anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) kardeşi Muhammed'in yetim
kızlarını terbiyesine almış, onları hacr devrelerinde himâye ediyordu. Kızların
(kendi mülkleri olan) zînetleri vardı. Hz. Âişe bu zînetler için zekât
vermiyordu." [Muvatta, Zekât 10, (1, 250).][49]
ـ4ـ وعن نافع
]أن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما كانَ
يُحَلِّى
بَنَاتِهِ
وَجَوارِيَهُ
الذَّهَبَ
ثُمَّ َ
يُخْرِجُ
مِنْ
حُلِيّهِنَّ
الزَّكَاةَ[.
أخرج الثثة
مالك.»ا‘وَضَاحُ«
حُلِىٌّ من
الدراهم
الصحاح أو من
الفضة.
4. (2025)- Nâfi, İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ)'den anlatıyor: "İbnu Ömer, kızlarını ve câriyelerini altınla
tezyin eder, fakat bu zînetler için zekât vermezdi." [Muvatta, Zekât 11,
(1, 250).][50]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen dört hadis,
kadınların zînet olarak kullandıkları altın ve gümüş takılara zekât düşüp
düşmediği meselesine temas etmektedir. Görüldüğü üzere ilk iki rivayete göre
zinet için de olsa altın ve gümüşe zekât düşmektedir. Son iki rivâyete göre,
zînet olarak kullanılan altın ve gümüş için zekât ödemeye gerek yoktur.
Ulemâ
bu mevzuda ihtilâf etmiştir. İbnu Abdilberr, üç imamın (Şafiî, Ahmed, Mâlik) ve
Medînelilerin çoğunluğunun "takılar için zekât olmadığı"na
hükmettiğini, Ebû Hanîfe başta olmak üzere bir kısım fukahanın da,
"takılar için de zekât vardır" dediklerini belirtir. Zekâtın vâcib
olduğunu söyleyenler, Hz. Âişe ve Hz. İbnu Ömer (radıyallâhu anhüm)' den
kaydedilen rivâyetleri te'vîl ederler, derler ki: "Hz. Âişe ve İbnu Ömer,
zekât vermediler, çünkü çocuğun ve yetimin malına zekât düşmez." Cariyeler
için de zekât verilmemiş olmasını şöyle te'vil etmişlerdir: "İbnu ömer
(radıyallâhu anh) "Köle mülk edinebilir fakat, köleye zekât düşmez"
görüşünde idi."
Ebû
Hanîfe'nin görüşüne katılmayanlar şu cevabı verirler: "Yapılan te'vil,
gerçeği aksettirmekten uzaktır. İbnu Ömer, kendi kızlarına taktığı altınlar
için de zekât vermiyordu. Bunlar ne yetim ne de köle idiler. İbnu Ömer, bin
dinar mukabilinde kızı nikâhlar, bunun dörtyüz dînarını zînet olarak takar ve
bundan zekât vermezdi."
Zînet
için zekât verilmeyeceği kanaatinde olan İmâm Mâlik şunu söyler: "Kimin
yanında işlenmemiş altın veya zînet olarak takılıp, istifade edilmeyen altın ve
gümüşten mâmul zînet eşyası varsa, bu adam, bu şeyler için her yıl zekât
vermesi gerekir. Bunlar tartılır, onda birinin dörtte biri (yani kırkta biri)
zekât olarak alınır. Ancak, bunların ağırlığı yirmi dinardan veya ikiyüz
dirhemden az olursa zekât gerekmez, Zînet eşyalarından, bunları takınma dışında
bir maksadla tuttuğu takdirde zekât gerekir. İşlenmemiş altın (tibr) ve hurda
takıları sâhibi ıslah edip takınmak maksadıyla bulunduruyorsa, bunlar ehlinin
yanında bulunan eşya durumundadır, buna da zekât düşmez."
İmam
Şâfiî (rahimehullah) buna zekât düşeceğini söylemiştir.
2-
Altın ve gümüşten olmayan süs eşyaları için zekât verilmeyeceği husûsunda ulema
ittifak etmiştir: İnci, misk, anber vs. gibi.
Ulemâ,
inci ve anber gibi denizden çıkan maddelerin, çıkarıldığı zaman zekâta tâbi
olup olmadığında ihtilâf eder. Cumhur bu iki maddede, çıkış anında da zekât
olmadığına hükmeder. Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) rikâz denen ve topraktan
çıkarılan cevherlerden humus (beşte bir) zekât alınacağını söylemiş ise de,
denizden çıkarılanlar hakkında bir şey söylememiştir.
Ebû
Yûsuf , denizden çıkarılanlardan da humus alınacağına hükmetmiştir.[51]
Arâzî,
mahsûlâtından alınacak vergi, arâzinin bağlı olduğu hukûkî statüye tabidir.
Bütün İslâm arâzisinden aynı isim altında, aynı tarzda vergi alınmaz. Şu halde
mükellefler, öncelikle işlediği arâzînin çeşidini bilmesi gerekir. Bu nokta-i
nazardan İslâm şeriatında arâzî başlıca dört kısma ayrılır ve bunların vergisi
de dört ayrı isim altında alınır: Zekât, sadaka, harac veya bedel-i icâre,
bunları Ömer Nasuhi Bilmen merhumun Büyük İslâm İlmihali'nden takip edelim:
“1-Arâzi-i
öşriyye: Bu, fethedilip, kendi rızaları ile müslüman olan ahalisine veya kahren
(zorla) fethedilip İslâm mücâhidlerine mülkiyet üzere verilmiş olan
topraklardır. Cezîretülarap (Arap Yarımadası) arazisi bu kabildendir. Bu
toprakların mahsûlâtından onda veya yirmide bir nisbetinde öşür nâmiyle zekât
alındığı için bunlara Arâzi-i öşriyye denilmiştir.
2-
Arâzi-i harâciye: Bu, sulh veya kahir yoluyla fethedilip, eski gayr-i müslim
ahâlisine veya sâir gayr-i müslimlere temlik edilmiş olan topraklardır. Irak
köyleri ve havâlisi bu kabildendir.
Bu
nevi arâzîden ya mahsûlatına göre veya münâsip görülecek muayyen bir miktarda
harac nâmıyla bir vergi alınır. Bu, zekât kabilinden değildir.
3-Sırf
Arâzi-i memlûke: Bu, memleket arazisinden olup, Beytülmale ait iken bilahare
bir bedel mukabilinde bazı kimselere satılmış olan topraklardır. Bunların
mahsûlâtı da, mâlikleri müslüman bulununca zekât hususundaki arâzi-i öşriyye
mahsûlâtı gibidir.Yalnız mülk, evlerin etrafındaki mülk, bahçeler, bu evlere
tâbi olduğundan bunların mahsûlâtından ve ağaçlarının meyvelerinden öşür
vesâ-ire alınmaz.
4-Arâzi-i
memleket: Bu, vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilip bir kimseye temlik
edilmeksizin, umumu müslümanlar için ibka edilmiş olan topraklardır.[52]
Bunlar, amme namına hükümete ait olup, tasarrufu, âileye tapu ile tefvîz
edilegelmiştir. Bunların yalnız tasarrufları, muayyen kimselere aittir.
Bunların mutasarrıfları, müstecir (kiracı) mesabesindedir. Hükümete verecekleri
muayyen hisseler veya vergiler de bedel-i icâre hükmündedir.
Binaenaleyh
bu nevî arâzînin mahsûlâtından öşür vesaire namıyla zekât lâzım gelmez. Çünkü
öşür ile haraç veya öşür ile bu hükümde bulunan bedel-i icâre bir arazide
ictima etmez.
Türkiye’de
arazi başlıca bu kabildendir.”[53]
ـ1ـ عن جابر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسُولُ
اللّهِ #:
فِيمَا
سَقَتِ
ا‘نْهَارُ
وَالْغَيْمُ
الْعُشُورُ.
وَفِيمَا
سُقِىَ
بِالسَّانِيَةِ
نِصْفُ
الْعُشْرِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى.»السَّانِيَةُ«
هو الناضح
يُسْتقى عليه
من ا“بل
والبقر
1. (2026)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) buyurdular ki: "Nehir
ve yağmur sularının suladığı şeylerden (zekât olarak) öşür (onda bir) alınır.
Hayvanla sulananlardan öşrün yarısı (yirmide bir) zekât alınır." [Müslim,
Zekât 7, (981); Ebû Dâvud, Zekât 11,
(1597);
Nesâî, Zekât 25, (5, 42).][54]
AÇIKLAMA:
1-
Öşür kelimesi Arapçada onda bir demektir. Bunun cem'i uşûr gelir. Bazıları aşûr diye de okumuştur.
Öşür
de, farz olan zekâtın bir parçasıdır. Ancak sebze ve meyve gibi, yıllık olarak
elde edilen zirâî mahsûllerden alınan zekâta isim ve alem olmuştur.
2-
Hadis, sulanması için masraf yapılmayan, yâni dere, nehir, yağmur suyu gibi
herhangi bir ödeme ve zahmete girmeden elde edilen su ile sulanarak kaldırılan
mahsûlden onda bir nisbetinde zekât verileceğini; para ödeyerek, hayvan
kullanarak temin edilen su ile sulanan tarla ve bahçelerden elde edilecek
mahsüllerden ise yirmide bir nisbetinde zekât verileceğini bildiriyor
Bu
husûsta ittifak edildiğini söyleyen Nevevî, hem yağmur suyu, hem de masraflı su
ile sulanan tarlalar husûsunda şunu söyler: "Eğer bunlar eşit olurlarsa
zekât, öşrün dörtte üçü kadardır, Ehl-i ilm böyle söylemiştir."
İbnu
Kudâme: "Bu hususta ihtilâf bilmiyorum" der. Eğer biriyle yapılan
sulama daha çok olursa onun hükmü esas alınır, diğeri buna tâbî kılınır. Ahmed,
Sevrî, Ebû Hanîfe ve iki kavlinden biriyle Şâfiî (rahimehümullah) böyle
hükmetmişlerdir. Bâzı âlimler: "Bu durumda imkân ölçüsünde sulama
nisbetlerine göre zekât nisbetleri hesaplanmalıdır" demiştir.
3-
Zirâî yoldan elde edilen her mahsûl zekâta tâbi midir? Mevzuunda âlimler
ihtilaf etmiş, farklı görüşler ileri sürmüştür. Üç hadis sonra, yani bu faslın
sonunda bu ihtilafları kaydedeceğiz.[55]
ـ2ـ وعن معاذ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أمَرَنِى
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
آخُذَ مِمَّا
سَقَتِ
السَّمَاءُ
الْعُشْرَ،
وَمِمَّا
سُقِيَتْ
بِالدَّوَالِى
نِصْفَ الْعُشْرِ[.
أخرجه
النسائى .
2. (2027)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana, sema(dan inen suyun)
suladığı mahsülden tam öşür, âletle çıkarılan suyun suladığı mahsülden yarım öşür
almamı emretti." [Nesâî, Zekât 25, (5, 42).][56]
ـ3ـ وعن عتاب
بن أسيد
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أمَرَنَا
رَسُولُ
اللّه # أنْ
نَخْرُصَ الْعِنَبَ
كَمَا
نَخْرُصُ
النَّخْلَ،
وَنَأخُذَ
زَكَاتَهُ
زَبِيباً
كَمَا
نَأخُذُ صَدَقَةَ
النَّخْلِ
تَمْراً[.
أخرجه أصحاب
السنن.»الخَرْصُ«
الحَزْرُ. قال
الترمذي: والخرص
أن يَنْظُرَ
من يُبْصِرُ
ذلك فيقول:
يخرج من هذا
الزبيب كذا.
ومن التمر كذا
فيُجْعَلُ
عليهم. أو
يَنْظُرَ
مَبْلغَ
الْعُشْرِ من
ذلك
فَيُثْبِتُهُ
عليهم ثم يخلى
بينهم وبين الثِّمَارِ
فيصنعون ما
أحبوا. فإذا
أدْرَكَتِ
الثمار أخذَ
مِنْهُمُ
العشر.وقال
أبو داود: »الخَارِصُ«
يدع الثلث
لِلْخُرْفَةِ.
قال: وكذا قال
يحيى
الْقَطَّانُ .
3. (2028)- Attâb İbnu Üseyd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize,
hurmaya tahmin biçtiğimiz gibi, üzüme de tahmin biçmemizi ve zekâtını kuru üzüm
olarak almamızı emretti, tıpkı hurmanın zekâtını kuru hurma olarak aldığımız
gibi." [Tirmizî, Zekât 17, (644); Ebû Dâvud, Zekât 13, (1603); Nesâî,
Zekât 100, (5, 109); İbnu Mâce, Zekât 18, (1819).]
"Hars"
hazr, tahmin ve takdîr demektir. Tirmizî, şöyle açıklamıştır: "Hars, bu
işi anlayanın ağaca bakıp: "Bu üzümden şu kadar mahsûl, bu hurmadan şu
kadar hurma çıkar" demesidir. Bunun zekâtı adamlara borç yazılır. Yahud
takdirci bu mahsulün öşrüne bakar ve bunu sahiplerine borç olarak tesbit eder,
sonra mal sahibi ile meyveyi başbaşa bırakır, onlar diledikleri tasarrufu
yaparlar. Meyva olgunlaştı mı onlardan öşrünü alır."[57]
AÇIKLAMA:
Burada,
zekâta tabi bazı meyve ağaçlarının meyvesi dalında iken, ne miktar mahsul
vereceğinin önceden tahmin edilerek, zekât miktarının tesbit edildiği
görülmektedir. Tahmin ve takdir işi, meyve, ağacın başında tatlanmaya başladığı
sahfada yapılır. Bu hale ulaşan ağaç artık şartlar normal gidince mahsûl verecek,
alınacak muhsulün miktarı kesinleşmiş demektir. Bu tahmin işini yapanlara hâris
denmiştir. İbnu Melek: "Hurma ve üzüm tatlandı mı hâris gelip, bu
ağaçların (veya bağın) hurmasından ve üzümünden kuruduğu zaman ne miktar kuru
hurma ve kuru üzüm hâsıl olacaktır bunu takdîr eder" der. Tahmin ameliyesi
Sübülü's-Selâm'da şöyle târif edilmiştir: "Tahminci gelir, ağacın
etrafında dolaşarak bütün meyvelerini görür ve: "Bunun tahmini ölçüsü taze
olarak şu miktar, kuru olarak bu miktar" der."
es-Sübül
takdirle ilgili açıklamasına şöyle devam eder: "Önceden takdîr etme işi,
nasslarda hurma ve üzüm hakkında vârîd olmuştur. Bazı âlimler: "Buna
kıyasla, zabtı ve nazarla ihtası mümkün olanlar için de önceden takdîre
başvurulabilir" demiştir. Bazıları: "Nassla gelenlerin dışında
takdire gidilmez" demiştir.
Takdirde
âdil tek bir kişi yeterlidir. Adalet vasfı şarttır, çünkü fâsıkın haberi kabûl
edilmez. Adaletten başka ârif (yani takdîr işinden anlar) olma şartı da aranır,
çünkü bir meselede câhil olan o meselede ictihâda yetkili değildir. Resûlullah
Hayber'in mahsulâtını takdir etmek için Abdullah ibnu Revâha'yı tek başına
yollamıştı.
Takdirci,
tıpkı hâkim gibi, o meselede ictihad eder ve ictihadıyla amel edilir.
Hakkında
tahmin yürütülen bahçenin meyvesi toplanmazdan önce âfete uğrarsa alınacak
zekât tazmin ettirilmez. Önceden takdîr mal sahibinin hıyânetini önlemek
içindir. Tahminden sonra, noksanlık iddiası yapılırsa, sebebi sorulur ve
beyyine istenir. Fakirlerin hakkını tutmak mülk sâhibine aittir. Tahsildar
takdir edilen miktarı taleb etme hakkına sahiptir. Mülk sahibinin, daha meyve
toplanmadan yeme hakkı vardır."[58]
ـ4ـ وعن
سليمان بن
يَسَار قال:
]كان النبيُّ #:
يَبْعَثُ
ابْنَ
رَوَاحَةَ
إلى خَيْبَرَ
فَيَخْرُصُ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
يَهُودَ.
فَجََعَلُوا
لَهُ
حُلِيّاً
مِنْ حُلِىّ
نِسَائِهِمْ
فقَالُوا:
هَذَا لَكَ؟
وَخَفِّفْ
عَنَّا
وَتَجَاوَزْ
في الْقَسْمِ.
فقَالَ
عَبْدُ
اللّهِ: يَا
مَعْشَرَ
الْيَهُودِ إنَّكُمْ
لَمِنْ
أبْغَضِ
خَلْقِ
اللّهِ تَعالى
إلىَّ. وَمَا
ذَاكَ
بِحَامِلِى
عَلى أنْ
أحِيفَ
عَلَيْكُمْ.
وَأمَّا مَا
عَرَضْتُمْ
عَلىَّ مِنَ
الرِّشْوَةِ
فإنَّهَا
سُحْتٌ
وَإنَّا َ
نَأكُلُهَا.
فقَالُوا:
بِهذَا
قَامَتِ السَّمَواتُ
وَا‘رْضُ[.
أخرجه
مالك.»الَحَيْفُ«
الظلم.
و»الرِّشْوَةُ«
الْبِرْطِيلُ.
و»السُّحْتُ«
الحرام .
4. (2029)- Süleymân İbnu Yesâr
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Abdullah İbnu
Revâha'yı Hayber'e yahudîlerle kendi arasında mahsûlün takdîri için
gönderiyordu. Yahudîler, hanımlarının zînetlerinden ona bazı takılar verip:
"Bu sanadır (al, karşılığında) bize yükümüzü hafiflet, taksimde lehimize
olarak biraz göz yumuver!" dediler. Abdullah (radıyallâhu anh) onlara şu
cevabı verdi:
"Ey
yahudîler toplumu! Sizler, bana Allah Teâlâ'nın en menfûr mahlûklarısınız. Bu,
beni size karşı zûlme sevketmeyecektir. Bana teklif ettiğiniz rüşvete gelince,
o haramdır ve biz bu haramı yemeyiz."
Yahudîler:
"Arz
ve semâvâtı ayakta tutan işte bu (dürüstlük)tür!" dediler." [Muvatta,
Müsâkât 2, (2, 703, 704); Ebû Dâvud, Büyû 36, (3413, 3414).][59]
AÇIKLAMA:
1-
Müslümanlar Hayber'i fethedince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yahudîlerle
"arazilerin, altın ve gümüş servetin müslümanlara verilmesi" şartıyla
sulh yapmıştı. Hayberliler: "Araziyi işletmeyi biz sizden daha iyi
biliriz, araziyi bize verin, biz işleyelim, mahsülün yarısı sizin yarısı bizim
olsun" diye müracaatta bulundular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
teklifi kabul buyurdular.
Sadedinde
olduğumuz rivâyetten de anlaşıldığı üzere, meyveler, ağaçların başında
olgunlaşmaya yöneldiği zaman, ne kadar mahsül çıkacağını takdîr etmek üzere,
Hayber'e Abdullah İbnu Revâha gönderilir. Âlimler, Abdullah (radıyallâhu
anh)'ın, alınacak vergiyi mi tahmin ettiği, yoksa çıkacak mahsulde müslümanlara
düşecek hisseyi mi tahmin ettiği husûsunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Rüşvet
teklifini reddeden Abdullah, hurmalardan bir rivâyete göre 40 bin vask mahsül
takdir ve tahmin eder. Yahudîler bunu çok bulurlar. Abdullah o zaman:
"Öyleyse mahsûlü ben kaldırayım, size söylediğim miktarın yarısını
ödeyeyim" der. Samimiyetle ve mertçe yapılan bu teklif üzerine:
"Sizin
taksiminiz adaletlidir. Semavat başlar üzerinde, arz ayaklarımız altında işte
bu hak ve adâlet sâyesinde kıyamdadır, (nizamını devam ettirmektedir), biz,
senin söylediğine razıyız" derler.
2-
Cumhur, bu meseleye temas eden rivâyetlere dayanarak hurma, asma ve bunlar gibi
meyve verme husûsusiyetinde olan bütün ağaçlarda, muayyen bir cüzünü, muhsûlün
yetişmesinde hizmet veren kimseye vermek şartı ile ortaklık antlaşması
(müsâkât) yapmanın câiz olduğuna hükmetmiştir. İmâm-ı Âzam ve Züfer
(rahimehümullah) bunu meşrû görmezler ve: "Hiçbir sûrette caiz olmaz,
çünkü bu muamele, ma'dûm yani henüz yok olan veya meçhûl olan bir mahsül
karşılığında yapılmış bir icâredir" derler. Tecviz edenler, reddedenlere
şöyle cevap verirler: "Elde edilecek nemânın bir miktarı karşılığında
malda çalışma üzerine yapılan bir akiddir; bu, sermaye birinden, bunu
çalıştırma bir başkasından ve kâr ortak olacak şekilde yapılan müdârebe akdi
gibidir. Müdârebe de mudârib, işin başında mâdum ve meçhul olan nemânın bir
cüzü karşılığında malda çalışma olmaktadır; icâre akdi, menfaatler meçhûl
olduğu halde sahîhdir, burada da durum aynıdır. Ayrıca nassı veya icmayı iptale
giden kıyas merduddur."
Bu
akdin, bütün meyvelere şâmil olacağına hükmedenler, Buhârî'de gelen şu ibâreye
dayanırlar: ...
بِشَطْرِ مَا
يَخْرُجُ مِنْهَا
مِنْ نَحْلٍ
وَشَجَرٍ "Hurmadan ve ağaçlardan çıkan mahsülün
yarısı karşılığında antlaşma yapıldı." Bir rivâyette de şöyle
gelmiştir: ... عَلى
اَنْ لَهُمُ
الشَطْرُ
مِنْ كُلِّ
ذَرْعٍ
وَنَحْلٍ
وَشَجَرٍ "Her ekinin, hurmanın ve ağacın yarısı
kendilerinin olması şartıyla...
Hadiste
gelen "Çıkacak mahsülün yarısı karşılığında" tabirine dayanarak
müsâkat da denen akdin, meçhûl değil, mâlum bir cüz'ü ile yapılmasının câiz
olacağına da hükmedilmiştir.Hadiste tohumu kimin vereceği sarîh olmadığı için, mülk
sahibi veya ortak, her iki taraftan birinin vermesinin câiz olacağına
hükmedilmiştir.
Hadisten,
şu kadar yıl diye müddet belirtmeden hurmanın müsâkât, arazinin de müzâraat
suretinde ortaklığa verilebileceği hükmü çıkarılmıştır. Mal sahibi, ortaklığı dilediği
zaman bozabilir.[60]
İslam
âlimleri, yerden çıkan zirâî muhsûllerin hepsine zekât düşüp düşmeyeceği
husûsunda farklı görüşlere ulaşmışlardır. Şöyle ki:
1-
İmâm-ı Âzam: Nisab aranmaksızın az veya çok, yerden çıkan her mahsule zekât
düşeceği kanaatindedir. Ancak, tabiatta kendiliğinden yetişen kamış, odun, ot
gibi şeyler istisna tutulmuştur. Şayet bunların ziraati yapılır, kasden ot,
kamış yetiştirilirse bunlara da zekât düşer. Zâhirîler, Nehaî, Mücâhid, Hammâd,
Züfer, Ömer İbnu Abdilaziz'in de bu görüşte oldukları bilinmektedir.
2-
Dayanıklı olan mahsüllerin miktarı beş vask'ı bulursa öşür vâcib olur. Ebû
Yusuf ve Muhammed bu görüştedir. Bunlara göre sebzelerde kavun, karpuz, hıyar
gibi mahsüllerde öşür yoktur. İmam Muhammed ayva, incir, elma, armut, şeftali,
kayısı, erik gibi meyveleri dayanıklı olmayanlar arasında gördüğü için bunlarda
da zekât olmayacağını söyler.
el-Yenâbî
de bir yıl devam edebilecek durumda olan ceviz, bâdem, fındık, fıstık gibi
meyvelere öşür vâcib olduğu belirtilirken, el-Mebsût'ta Ebû Yûsuf'a göre ceviz,
badem ve fıstık'da öşürün vâcib olduğu, Muhammed'e göre vâcib olmadığı
kaydedilmiştir.
Üzüm
ve yaş hurma gibi kurutulduğu takdirde bir yıl dayanan meyvelere öşür vâcibtir.
3-
Şâfiî ve Mâlik'e göre buğday, arpa, mısır, pirinç, mercimek, nohut, bakla,
fasulye, bezelye gibi biriktirilip yiyecek yapılan şeylerde öşür vâcibtir.
4-
İmam Ahmed'e göre dayanıklı olan, kurutulan ve ölçekle ölçülen hububat ve
meyvelerde öşür vâcibtir.
5-Hammâd
İbnu Süleyman hububât, sebze ve meyvelerde öşür vâcibtir demiştir.
6-
Evzâî, Sevrî, ibnu Ebî Leylâ gibi bâzıları, ziraat yoluyla elde edilenlerden
sadece buğday ve arpa ile, meyvelerden sadece kuru hurma ve kuru üzüm için öşür
vacibtir demiştir. Ancak Evzâî zeytinde de öşür olduğunu söylemiştir.
7-
Hasan Basrî ve Zührî hazretleri, ikiyüz dirhem kıymetine ulaşan sebzede öşür
vardır demiştir.
8-
Zâhirîler vask'la ölçülen şeylerin beş vask'a ulaşan miktarına, vask'la
ölçülmeyenlerin ise azına çoğuna zekât vardır demişlerdir.[61]
Bu
bahiste, birbiri içine giren üç kelimenin önceden iyi bilinmesi gerekir:
MADEN:
Yeraltında mahlûk ve medfun (gömülü) olan ve altın, gümüş gibi kıymetli bir
cevheri muhtevî bulunan topraktır. Bunlar, açılıp işletilirse fey'e yani haraca
tâbi olur.[62]
HAZİNE:
Eski milletler tarafından, yeraltına saklanmış olan altın, gümüş gibi kıymeti
hâiz paralara, levhalara, mâdeni eşyalara denir. Dilimizde bunlara daha ziyâde
define denir. Hazîneye kenz de denilir. Bunları bulanlar da vergiye (haraç)
tâbidirler.[63]
RİKAZ:
Mâden, define ve hazîneye şâmil âmm bir lafızdır. Fasıl başlığında defîne diye
tercüme ettiğimiz bu kelime hakkında en-Nihâye şu açıklamayı yapar:
"Hicazlılara göre rikâz, câhiliye devrinde toprağa gömülmüş olan
hazînelerdir. Iraklılara göre mâdenler mânasına gelir. Rikâz kelimesi lügat
açısından iki mânaya da gelir. Çünkü her ikisi de toprakta gömülü durmaktadır.
Hadiste, kelime cahiliye devri gömüleri mânasında kullanılmıştır. Bunun
faydasının çokluğu ve elde edilişinin kolaylığı sebebiyle, zekâtı yüksek
tutulmuştur: Beşte biridir (humus)."
Hemen
kaydedelim ki, Ebû Hanîfe (rahimehullah) rikâz'la, yerde gömülü mâdenleri de
anlamıştır. Çünkü Aynî'nin, kaynaklarını da göstererek kaydettiği üzere Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bazı hadislerinde, rikâzı maden mânasında
kullanmıştır. Bu hadislerden biri şudur:
الرِّكَازُ
الذَّهَبُ
الَّذِى يُنْبَتُ
بِاَرْضِ "Rikâz küre-i arz ile birlikte yaratılan
altın mâdenidir." Bir diğeri de şudur:
اَلرِّكَازُ
الْمَعْدَنَ
الَّذِى
يُنْبَتُ
عَلى وَجْهِ
اَرْضِ
"Rikâz
yeryüzünde yaratılan madendir."
Sadece
Ebû Hanîfe değil, Hz. Ali, Zührî, Hz. Ömer gibi seleften bir kısmı da rikâz'ı
mâden anlamıştır. Beyhakî'nin Mekhûl'den rivâyetine göre, Hz. Ömer maden işletmelerinden
beşte bir (humus) vergi almıştır.
İmam
Mâlik ve Şâfiî (rahimehullah), rikâz deyince sâdece keşfedilen hazineyi
(cahiliyeden kalma defîneleri) anlamışlardır. Dolayısiyle, madenlerin rikâz
olup olmaması ihtilâf konusu olmuş, buna tâbi olarak da madenlerden ne sûretle
vergi alınacağı meselesinde ihtilâf edilmiştir.
Müteâkiben
hadislerde görüleceği üzere, madenler rikâz sayılınca ondan humus yani beşte
bir nisbetinde vergi alınacak demektir. Ebû Hanîfe, Süfyân-ı Sevrî ve Evzâî
böyle hükmetmişlerdir.
Mâlik
ve Şâfiî'ye göre rikâz, yer altından çıkarılan defînelerdir. Bunların vergisi
humustur. Ama bu iki imâma göre, madenler rikâz olmadığına göre, bunun vergisi
kırkta birdir. Bu görüşte olduğunu îmâ eden Buhârî, Ömer İbnu Abdilaziz'in,
madenlerden elde edilen cevherlerin her ikiyüz dirheminden beş dirhemlik vergi
aldığını kaydeder.
NOT:
Buhârî'nin, İmâm-ı Âzam'a قَالَ
بَعْضُ
النَّاسِ "İnsanlardan biri de dedi ki"
diyerek çattığı meselelerden biri, mâdenler de rikâz sayılır mı sayılmaz mı
meselesiyle ilgilidir. Buhârî, bu meselede mâdeni rikâz saymaz, bu muhalefetini
kırıcı bir üslûpla dile getirir. Aynî, gerekli cevabî açıklamayı yapmıştır.
Kâmil Mîras merhum da dilimize yeterince aktarmıştır. Meseleye ilgi duyanlar
Tecrid-i Sarîh'ten takip edebilirler (5, 315-319). Buhârî'nin İmâm-ı Âzam'a
muhâlefetlerinin mahiyetini birinci ciltte açıkladık (S. 193-194).[64]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسُول اللّهِ
#:
الْعَجْمَاءُ
جُبَارٌ، وَالْبِئْرُ
جُبَارٌ،
وَالمَعْدِنُ
جُبَارٌ،
وَفي
الرِّكَازِ
الخُمْسُ[.
أخرجه
الستة.»الْعَجْمَاءُ«
البهيمة.
و»الجُبَارُ«
الهَدرُ.
وكذلك
»المَعْدِنُ
وَالْبِئْرُ«
إذا هلك ا‘جير
فيهما
فَدُمُهُ هَدَرٌ
َ يُطَالَبُ
به .
1. (2030)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hayvan(ın sebep olduğu mağduriyet) hederdir, kuyu(nun sebep olduğu
mağduriyet) hederdir. Maden(in sebep olduğu mağduriyet) hederdir. Defîneye
humus (beşte bir nisbetinde zekât) vardır." [Buhârî, Zekât 66, Şirb 3,
Diyât 28, 39; Müslim, Hudûd 45, (1710); Muvatta, Zekât 9; Tirmizî, Zekât 16,
(642); Ahkâm 37, (1377); Ebû Dâvud, İmâret 40, (3085); Nesâî, Zekât 28, (5,
45); İbnu Mâce, Diyât 27, (2673-2676).][65]
AÇIKLAMA:
Acmâ,
a'cem'in müennesidir. Fasîh şekilde ifâde-i merâm edemeyen mânasına gelir. İnsan
dışındaki bütün hayvanları ifâde etmek için kullanılan bir tâbirdir. Cübâr da
heder demektir. Yani birşey yok, boşa mânasına gelir. Hadis, hayvan tarafından
öldürülene diyet ödenmez, sâhibi cezalandırılmaz demek istemektedir.
Tirmizî'nin
kaydettiği bir açıklamaya göre, "Bazı ehl-i ilim: "Acmâ, sahibinden
boşanıp kaçan hayvandır, bu hayvan birine çarpacak olursa sâhibine bir borç
tahakkuk ettirilmez" diye yorum getirmiştir. Keza Ebû Dâvud da, hadise şu
açıklamayı ilâve etmiştir: "Acmâ sahibinden boşanmış, yanında kimsesi
olmayan hayvandır, gece de olabilir, gündüz de." Bu kelime İbnu Mâce'de,
Ubâde İbnu Sâmit'in rivâyetinin ardından acmâ; herçeşit hayvan diye
açıklanmıştır.
Yapılan
açıklamalar gözönüne alınınca hadis şöyle bir mânaya kavuşmaktadır:
"Sahibi tarafından bağlanan veya bir yere kapatılan hayvan buradan boşanıp
bir kısım zarar ve cinâyetlere sebep olursa, zarar görene herhangi bir ödeme
yapılmaz, zararı hederdir (karşılıksız), hayvan sahibi tazminde bulunmaz."
Fukaha, hayvan sahibini tazmîne mahkûm etmeyi bazı şartlara bağlar: Hayvanın
yanında bulunması, men edecek durumda olması gibi. Hanefîler, binicisi olan
hayvan, başı ve ön ayaklarıyla zarar verirse tazmin eder, arka ayaklarıyla
verirse, etmez, çünkü arka ayak ve kuyruğa hâkim olunamaz" derler.
Hanbelîler de bu görüştedir. Şâfi'îler: "Hayvanla birlikte birisi varsa
zararı tazmin eder, bu sürücü olmuş, binici olmuş, yedici olmuş, mâlik olmuş,
ücretli olmuş, kirâcı olmuş, emânet almış veya gâsıb olmuş farketmez, hayvan da
ön ayaklarıyla veya arka ayaklarıyla kuyruk veya başıyla zarar vermiş olsun
birdir; gece olmuş, gündüz olmuş, tazmin eder" der. Bazı istisnalarla
Mâlikîlerin görüşü de böyledir. Zâhirîlere gelince: "Hayvan yalnız da
olsa, yanında adam da bulunsa, adam biner vaziyette veya sevkeder veya yeder
vaziyette de olsa farketmez, hayvanın zararı tazmîn edilmez" derler.
Kuyu
için de hüküm böyledir. Âlimler, hadiste zikredilen kuyunun eskiden kalma
kuyularla, kişinin kendi mülkünde veya izinli olarak hâlî bir arazide
kazdırdığı kuyuya insan veya hayvan düşerek ölme, yaralanma, sakatlanma gibi
bir zarara sebep olsa, kuyu sahibine bir tazmin terettüp etmeyeceğini belirtirler.
Ancak, kişi habersiz olarak başkasının mülkünde veya yol üzerinde kuyu, çukur
vs. açar bu da hayvan veya insana zarar verirse, bu takdirde tazmîn eder. Bâzı
âlimler kasdî bir tesebbüb, bir aldatma ile kuyuya düşürüleni istisna kılarlar.
Maden
kuyusu da böyledir. Devletin izni ile işletilen maden kuyularına hayvan, insan
düşecek olursa, maden sâhibi tazmîn etmez.
İbnu
Hacer, kaydettiği açıklamalarda, kuyu kazdırmak üzere tutulan işçi, çalışırken
üzerine toprak göçse, buna da tazmîn gerekmeyeceğini belirtir.
İbnu
Hacer kıyas yolayla, bütün cansızların da hayvan gibi mütâlaa edileceğine
hükmeder ve der ki: "Bir şahıs tökezleyerek düşse, başına bir duvara
çarpsa ve ölse veya bir yerleri kırılsa, duvar sahibine tazmin gerekmez... Kuyu
ve madene bu meselede, bir iş için tutulan bütün işçiler dâhildir. Meselâ bir
hurma ağacına çıkmak için tutulan bir adam, düşüp ölecek olsa, tazmin
gerekmez."
Mâdenlerle
ilgili hükümler, umumî açıklama kısmında kısaca özetledik. Tafsilat için fıkıh
kitaplarına müracaat etmek gerekir.[66]
ـ2ـ وعن مالك
رحمه اللّه
قال: ]ا‘مْرُ
عِنْدَنَا
الَّذِى َ
خَِفَ فِيهِ،
وَالَّذِى
سَمِعْتُ
مِنْ أهْلِ
الْعِلْمِ
أنَّ
الرِّكَازَ إنَّمَا
هُوَ دَفْنٌ
يُوجَدُ مِنْ
دَفْنِ الجَاهِلِيَّةِ
مَالَمْ
يُطْلَبْ
بِمَالٍ وَلَمْ
يَتَكَلَّفْ
فِيهِ
نَفَقَةٌ،
وََ كَثِيرُ
عَمَلٍ، وََ
مَئُونَةٌ؛
فَأمَّا مَا طُلِبَ
بِمَالٍ
وَتُكَلِّفُ
فِيهِ كَبِيرُ
عَمَلٍ
فَأصِيبَ
مَرَّةً
وَأُخْطِئَ
مَرَّةً
فَلَيْسَ
بِرِكَازٍ[ .
2. (2031)- Mâlik (rahimehullah) der ki:
"Bizim nazarımızda ihtilâfsız makbul olan ve ehl-i ilimden işitmiş olduğumuz
görüş (şu)dur: Derler ki: "Rikâz, câhiliye devri insanlarının
gömdüklerinden, bir mal sarfını gerektirmeden, nafaka harcamadan, fazla
yorgunluk olmadan, yük altına girmeden ele geçirilen şeydir. Mal taleb edilen,
çok fazla çalışmayı gerektiren, bazan rastlanıp bazan rastlanmayan şey rikâz
değildir." [Muvatta, Zekât 9.][67]
AÇIKLAMA:
İmam
Mâlik, Kitâbu'l-Ukûl'da tam olarak kaydettiği hadisi taktî yaparak burada son
kısmını kaydetmektedir.
İmam'a
göre, bir şeyin rikâz sayılması için yerden harcama, zahmet, yorulma
gerektirmeden çıkarılması lâzımdır. Bu şartlarla çıkarılan defîne rikâz sayılır
ve humus alınır. Aksi takdirde masraf, yorgunluk, harcamalar gerektiren bir
çıkarma olursa bu rikâz sayılmaz, yani ödenecek vergi humus değil, zekâttır,
yani kırkta birdir, beşte bir değil.
İmam
Şâfiî, bir şeyin rikâz sayılıp humus verilebilmesi için çıkarılan şeyin değerce
nisâb miktarına ulaşma şartını koymuştur. Cumhur ise, hadisdeki ıtlâka bakarak
"az da olsa, çok da olsa" deyip miktarla tahdîd etmemiştir.[68]
ـ3ـ وعن
ضُبَاعَةَ
بنت الزبير بن
عبد المطلب، وكانت
تحت
المِقْدَاد
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
قالت: ]ذَهَبَ
المِقْدَادُ
لِحَاجَتِهِ
بِبَقِيعِ
الخَبْخَبَةِ.
فإذَا جَرْوٌ
يُخْرِجُ
مِنْ جُحْرٍ
دِيناراً!
ثُمَّ لَمْ
يَزَلْ
يُخْرِج
دِينَاراً
دِيناراً إلى
أنْ أخْرَجَ
سَبْعَةَ
عَشرَ
دِيناراً.
ثُمَّ
أخْرَجَ
خِرْقَةَ
حَمْرَاءَ
بَقِىَ
فِىهَا
دِينارٌ فََكَانَتْ
ثََمَانِيَةَ
عَشَرَ
دِيناراً. فَذَهَبَ
بِهَا إلى
رَسُولِ
اللّهِ #
فأخْبَرَهُ.
وقال: خُذْ
صَدَقَتَهَا.
فقَالَ لَهُ #:
هَلْ أهْوَيْتَ
إلى
الجُحْرِ
قال:
قال: بَارَكَ
اللّهُ لَكَ
فِيهَا[.
أخرجه أبو
داود.
»أهْوَى« إلى
الشَّىْءِ
مَدَّ يَدَهُ
إلَيْهِ.»وَالجُحْرُ«
النَّقْبُ.
والمعنى أنه
لو فعل ذلك
لكان كأنه قد
عمل فيه وصار
رِكازاً فيجب
فيه الخمس.
فلما لم يفعل
ذلك صار في
حكم اللقطة .
3. (2032)- Zubâ'a Bintu'z-Zübeyr İbnu
Abdi'l-Muttalib -ki bu kadın el-Mikdâd İbnu Amr (radıyallâhu anhümâ)'ın nikâhı
altında idi- anlatıyor: "Mikdâd, hâcetini kaza etmek üzere
Bakîu'l-Habhabe'ye gitti. Orada bir fâre, bir delikten bir dinar çıkarıyordu.
Sonra birer birer dînarlar çıkarmaya devam etti. Tam on yedi dinar çıkardı.
Sonra da kırmızı bir bez çıkardı. Bu, dinarların içine konmuş olduğu bez
olmalıydı. Bezin içinden bir dinar daha çıktı. Tamamı onsekiz dinardı. Mikdâd
bunları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürüp durumu haber verdi ve:
"Bunun sadakasını alın!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ona sordu:
"Sen
deliğe eğildin mi?"
"Hayır."
"Öyleyse
Allah bunu sana mübârek kılsın!" dedi." [Ebû Dâvud, İmâret 40,
(3087); İbnu Mâce, Lukata 3, (2508).][69]
AÇIKLAMA:
1-Bakî'u'l-Habhabe
Medîne civarında bir yer adıdır. Kazâ-i hacet için gidilen kabirler ve
harabelerin bulunduğu tenha bir yerdir. Hadisin İbnu Mâce'deki vechi daha
teferruâtlıdır ve vak'anın kazâ-i hâcet sırasında cereyan ettiğini belirtir.
2-Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Eğildin mi?" diye sorması, deliğe elini
uzatıp uzatmadığını, dinarları delikten eliyle alıp almadığını öğrenmek
içindir. Çünkü, bu durumda delikten kendisi çıkarmış olacaktı. Yer altından
çıkarılan para rikâz sayılacak ve bundan humus alması gerekecekti. Halbuki, bu
durumda rikâz değil, lukata yani buluntu hükmüne geçtiği için Resûlullah ondan
vergi almadı.[70]
ـ4ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]لَيْسَ
الْعَنْبَرُ
بِرِكَازٍ.
إنَّمَآ هُوَ
شَىْءٌ
دَسَرَهُ
الْبَحْرُ[.
أخرجه البخارى
ترجمة.
»دَسَرَهُ«
دفعه.
4. (2033)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) şöyle demiştir: "Anber, rikâz değildir. Bunu deniz atmıştır."
[Buhârî, Zekât 36 (Bâb başlığında senetsiz gelmiştir).][71]
AÇIKLAMA:
1-Anber,
bir koku çeşididir. Büyük Lügat'te "Adabalığı ve kaşalar denilen büyük
balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde" diye tarif
edilirse de eski kaynaklarımızda, bunun açıklanmasında farklı görüşlere
rastlanmaktadır. İbnu Hacer şu açıklamayı kaydeder: "Anber hakkında
ihtilaf edilmiştir. Şâfiî merhum el-Ümm adlı kitabının es-Selem bölümünde der
ki: "Haberine îtimad ettiğim bir kısım âlimler, bana haber verdiler ki bu,
Allah'ın deniz kenarlarında bitirdiği bir bitkidir." Devamla der ki:
"Ancak şu da söylendi: "Bu bitkiyi bir balık yer ve ölür. Deniz,
balığı dışarı atar, insanlar onu alır, karnını yarar ve ondan çıkarırlar."
İbnu Rüstem, Muhammed İbnu'l-Hasan'dan rivâyet eder ki: "Anber, karada
biten afyona mukabil denizde biten bir bitkidir." Şu da söylendi: "O
denizde biten bir ağaçtır, kendi kendine parçalanır, dalgalar da kıyıya
atar." Şu da söylendi: "O bir kaynaktan çıkar." Bu söz, İbnu
Sînâ'ya aittir. İlâveten der ki: "Anberin bir hayvanın mayısı veya kusmuğu
veya deniz köpüğü olduğuna dair söylenenler gerçekten uzaktır." İbnu'l-Baytar
da el-Câmi' adlı eserinde: "Anber bir deniz hayvanının mayısıdır"
der. Yine dendi ki: "Anber denizin derinliklerinde biten bir
şeydir." Sonra Şâfiî'den
kaydettiklerimizin bir mislini hikâye eder.
2-
İbnu Abbâs'ın, Buhârî'de muallâk (senetsiz) olarak kaydedilmiş olan "Anber
rikâz değildir" hükmü, muhtelif kaynaklarda senetli olarak gelmiştir. Bu
rivâyette kesin bir kanaat ifâde eden İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ)'dan İbnu
Ebî Şeybe'nin kaydettiği bir rivâyette tereddüt mevzubahistir: "Tâvus dedi
ki: İbnu Abbâs'a anber hakkında soruldu da şu cevabı verdi: "Onun hakkında
(vergi nev'înden) bir şey olursa bu humus olur." İbnu Hacer bu iki kavli
şöyle cemeder: "İbnu Abbâs, anber hakkında verilecek hüküm husûsunda önce
mütereddid idi, sonradan nazarında mesele tevazzuh edip, aydınlandı ve kesin
bir kanaate vararak: "Anber rikâz değildir (ondan humus alınmaz)"
diye hükmetti."[72]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَيْسَ عَلى
المُسْلِمِ
صََدَقَةٌ في
عَبْدِهِ وََ
في فَرَسِهِ[.
أخرجه الستة .
1. (2034)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Müslüman üzerine, atı ve kölesi için zekât mükellefiyeti yoktur."
[Buhârî, Zekât 45, 46; Müslim, Zekât 10, (982); Muvatta, Zekât 37, (1, 277);
Tirmizî, Zekât 8, (628); Ebû Dâvud, Zekât 10, (1594, 1595); Nesâî Zekât 16, (5,
35).][73]
ـ2ـ وفي أخرى
للشيخين:
]لَيْسَ في
الْعَبْدِ صَدَقَةٌ
إَّ صَدَقَةُ
الْفِطْرِ[.»الرَّقيقُ«
اسم يقع على
العبيد واماء
.
2. (2035)- Sahîheyn'de gelen diğer bir
rivâyette şöyle buyurulmuştur: "(Kadın veya erkek köle için) sâdece
sadaka-i fıtr'dan başka bir zekât ödenmez."[74]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisle ilgili olarak Tirmizî merhum şu açıklamayı kaydeder: "Ulemâ, Ebû
Hüreyre hadisiyle amel etmiş, sâime olan (merada otlayan) atlar için zekât
olmayacağına hükmetmiştir. Keza hizmette kullanılan köle için de zekât yoktur
derler. Ancak bunlar ticâret için besleniyorlarsa, o takdirde üzerlerinden bir
yıl geçince semenleri (fiyatları) esas alınarak zekât ödemek gerekir."
2-
Bu hükmü te'yîd eden başka rivâyetler de mevcuttur. Hattâ bazılarında
"merkeb"e de zekât olmayacağı tasrîh edilir.
3-
Tirmizî'nin kaydettiği hükme iştirak eden cumhur meyânında İmâm Mâlik, İmam
Şâfiî, Hanefîler'den Ebû Yûsuf ve Muhammed, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehumullah)
vs. zikredilebilir.
İmâm-ı
Âzam, hocası Hammâd, İbrahim, Nehâî, Züfer bir istisna koyarlar ve derler ki:
"Damızlık olarak beslenen atlar için zekât verilir. Her bir ata bir dinar
ödenir veya değeri üzerinden hesaplanarak ödeme yapılır. Değeri üzerinden
hesaplanacaksa kırkta bir esas alınır."
Zâhirîler
hadiste ticaret kaydı olmadığı için, "At ve kölede mutlak olarak zekât
borcu yoktur" diye hükmetmişlerdir.
el-Bedâyi
bu bahsi şöyle hükme bağlar: "Atlar binmek yahut yük taşımak, yahud da hak
yolunda cihad için alafla (yemle) beslenirse, onlar için bi'l-icma zekât
yoktur. Ticâret için beslenirse, bi'l icmâ zekât vardır. Damızlık olarak
beslenirse erkek ve dişi her ikisi de olduğu takdirde İmâm-ı Âzam'a göre zekât
farzdır. Yalnız erkekler ve yalnız dişiler hakkında ise iki rivâyetten meşhur
olanına göre, bunlarda zekât yoktur" denilmiştir."
Hanefî
mezhebinde fetva İmam Muhammed ve Yûsuf'a göre verilmiştir. Yani "Damızlık
için beslenen atlar için de zekât yoktur."[75]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رَسُولُ
اللّه #: في
عَشْرَةِ
أزْقَاقٍ زِقٌّ[.
أخرجه
الترمذي.
وقال:
يصح عن النبي
# في هذا الباب
شئٌ .
1. (2036)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Balda on tuluk için bir tuluk zekât vardır." [Tirmizî, Zekât 9,
(629).][76]
AÇIKLAMA:
1-Bu
hadis, baldan öşür vermek gerektiğini ifâde ediyor. Hadiste geçen zıkk, tuluk
demektir. Deriden yapılır. İçerisine yağ, bal, yerine göre ayran ve yoğurt gibi
akıcı yiyecekler konur. Kuru yiyecekler konana da dağarcık denir.
2-Tirmizî,
bu hadisi kaydettikten sonra, bu bâbta Ebû Hüreyre, Ebû Seyyâre el-Mütaî ve
Abdullah İbnu Amr'dan da rivâyetler olduğunu belirtir. Sonra şu açıklamayı
yapar: Sadedinde olduğumuz İbnu Ömer hadisinin senedi, zayıftır. Bu mesele
üzerine Hz. Peygamber'den sağlam bir rivâyet gelmemiştir. Ehl-i İlmin çoğu bu
hadisle amel etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel ve İshak bununla hükmedenlerdendir.
Bazı ilim adamları da: "Bal için zekât gerekmez" demiştir.
3-
Tirmizî'nin açıkladığı üzere, bala zekât düşeceğine dair, sıhhatinde ittifak
edilen, amel etmeye elverişli rivâyet gelmemiştir. Buhârî Tarihi'nde "Bala
zekât düşeceği husûsunda hiçbir sahih rivâyet yoktur" denmiştir. İbnu'l-Münzir
der ki: "Bal mevzuunda ne sâbit bir haber, ne de icma vardır. Cumhur zekât
yok diye hükmetmiştir. Ancak Ebû Hanife, Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu
Râhûye, "Haraç arazisi dışında elde edilen baldan (ve kudret
helvalarından) öşür vermek vâcibtir" diye hükmetmişlerdir."
Hanefîlerde fetva buna göre verilmiştir. Şevkânî de Neylü'l-Evtâr'da Şâfiî,
Mâlik ve Sevrî'nin baldan zekât vermenin adem-i vücûbuna hükmettiğini, İbnu
Abdilberr'in bu görüşü cumhur'a nisbet ettiğini belirtir.[77]
ـ1ـ عن عمرو
بن شعيب عن
أبيه عن جده
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه # أَ
مَنْ وَلىَ
يَتِيماً لَهُ
مَالٌ
فَلْيَتَّجِرْ
فِيهِ وََ
يَتْرُكُهُ
حَتَّى
تَأكُلَهُ الصَّدَقَةُ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (2037)- Amr İbnu Şuayb an ebîhi an
ceddihî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim, mal sâhibi bir yetime veli olursa, bu malla ticaret
yapsın, malın zekâtını yiyip bitirmesine terketmesin." [Tirmizî, Zekât 15,
(641).][78]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, yetimin malı olduğu takdirde ondan zekât verilmesi gerektiğini ifâde
etmektedir. Zîra, görüldüğü üzere, alış veriş yoluyla bu mal nemâlandırılmadığı
takdirde her yıl kırkta bir nisbetinde azalacaktır. Bunu Resûlullah "malı
zekâtın yemesi" olarak ifâde buyurmaktadır. Nitekim, Ahmed İbnu Hanbel,
İmam Mâlik ve Şâfiî bu hadisle amel ederek yetim malından da zekât verileceğine
hükmetmiştir.
Ebû
Hanîfe, Süfyân Sevrî ve Abdullah İbnu Mübârek hazretlerine göre, yetim malından
şu hadisi delil yaparlar: رُفِعَ
الْقَلَمُ
عَنِ
الثََّثَةِ ...
عَنِ
الصَّبِىِّ
حَتَّى يَحْتَلِمَ "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır:
...büluğa erinceye kadar çocuktan." "Kalemin kalkması"yla her
çeşit teklifin yokluğu kastedilmiştir. Bu alimlere göre, velî yetimin malında,
çocuğun aleyhine olan hiçbir tasarrufta bulunamaz, lehine olan tasarruflarda
bulunabilir. Sözgelimi çocuğa yapılan hibeleri, hediyeleri kabul eder, ama
çocuğun malından hediye veremez, hibede, sadakada, hediyede bulunamaz, çünkü
bunlar malını eksiltir, aleyhine olur. Bu açıdan zekât da aleyhine bir tasarruf
olur.[79]
ـ1ـ عن علي
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَأَلَ الْعَبَّاسُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ رسول
اللّهِ # في
تَعْجِيلِ
الزَّكاةِ
قَبْلَ أنْ يَحُولَ
الحَوْلُ
مُسَارَعَةً
إلى الخَيْرِ.
فَأذِنَ لَهُ
في ذلكَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
1. (2038)- Hz. Ali (radıyallâhu anhümâ)
anlatıyor: "Hz. Abbâs (radıyallâhu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a hayırda acele etmek maksadıyla daha senesi dolmadan, erken vakitte
zekâtın verilmesi husûsunda sormuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hususta ona müsâade etti." [Ebû Dâvud, Zekât 21, (1624); Tirmizî, Zekât
38, (678, 679).][80]
AÇIKLAMA:
Şârihler,
"senesi dolmadan" tâbirini "zekât ödemek henüz farz
olmadan", "malın üzerinden bir yıl geçmeden", "zekât ödemek
kişinin üzerine borç olmadan" gibi aynı neticeye çıkan farklı tâbirlerle
açıklarlar.
Görüldüğü
üzere rivâyet, zekâtın önceden verilebileceğini te'yîd etmektedir. Ancak şunu
da belirtelim ki, bu ruhsatı tanıyan rivâyetler teker teker alındıkça, hiç
birinin tek başına hüküm çıkarmaya yeterli sıhhatte olmadığı görülür. Fakat
birbirlerini takviye etmeleri sebebiyle, âlimler çoğunluk itibariyle bu cevâza
hükmetmişlerdir. Hanefîler, Şâfiî, Ahmed, İshak hep bu görüştedirler.
Ancak
hemen belirtelim ki, bunu tecviz etmeyen âlimler de mecvuttur: İmâm Mâlik ve
Süfyân-ı Sevrî gibi.
Hatta
İmam Mâlik, şöyle bir mülahaza yürütmüştür: "Zekât vâcibin iskâtıdır, yani
kişinin üzerindeki borcu ortadan kaldıran şey. Öyle ise, borç tahakkuk etmezden
önce onun iskâtı olamaz. Farz olmazdan önce zekât vermek , vakti girmezden önce
câmide namaz kılmak gibidir. Şu halde bu, sebepten önce ödemektir. Zekâtın
sebebi senenin geçmesi, nisâbıdır, vakit dolmayınca bu nisab yoktur. "Aksi
kanaatte olan İbnu'l-Hümâm şu cevabı verir: "Biz, mücerred nisâb'a ilâve
edilen itibârî fazlalığı sebebin bir cüz'ü kabûletmeyiz. Zekâtın sebebi sâdece
nisab ve havl (yılın geçmesi)dir. Vâcib'in aslı olan şey (nisab) mevcut
olduktan sonra ödemedeki gecikme, tıpkı gecikmiş bir borç gibidir; üstelik,
borcun vaktinden önce ödenmesi de sahihdir. Öyle ise, nisabın mevcûdiyetinden
sonra (zekâtını)
ödemek, namazı,
ilk vaktinde kılmak gibidir, vaktinden önce kılınması gibi değil.
Mamafih
ulemâ bu mülâhazayı, Ebû Dâvud veTirmizî'de Hz. Ali'den gelen bir rivâyetin
te'yîd ettiğini belirtirler. Farklı vecihlerden gelen rivâyet, sadedinde
olduğumuz hadistir. İbnu Mes'ud'un bir rivâyetinde Resûlullah'ın, Hz. Abbâs'tan
iki senelik zekâtı peşin aldığı ifâde edilmiştir. İbnu Hacer: "Bu bâbta
gelen hadislerin tamamı nazar-ı dikkate alınınca, Resûlulah'ın Hz. Abbâs'tan
zekâtını önceden aldığı hususunda gelen kıssanın, hakikaten uzak olmadığına
hükmedilir" der.[81]
ـ2ـ وعن محمد
بن عُقْبَةَ
مولى الزبير:
]أنه سَألَ
الْقَاسِمَ
بْنَ
مُحَمَّدٍ: عن
مُكَاتَبٍ
قَاطَعَهُ بِمَالٍ
عَظِيمٍ، هل
عليه فِيهِ
زَكاةٌ؟ فقَالَ
الْقَاسِمُ:
إنَّ أبَا
بَكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ لَمْ
يَكُنْ
يَأخُذُ مِنْ
مَالٍ زَكَاةً
حَتَّى
يَحُولَ
عَلَيْهِ
الحَوْلُ.
قالَ
الْقَاسِمُ:
فَكَانَ أبُو
بَكْرٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ إذَا
أعْطَاهُ
النَّاسُ عَطَايَاهُمْ
يَسْألُ
الرَّجُلَ
هَلْ
عِنْدَكَ مِنْ
مَالٍ
وَجَبَتْ
عَلَيْكَ
فِيهِ
الزَّكاةُ؟
فإن قال
نَعَمْ أخذَ
مِنْ
عَطَائِهِ
زَكاةَ ذلِكَ
المَالِ. وإن
قال: . سَلّمَ
إليه عَطَاءَهُ
ولم يَأخُذْ
مِنْهُ
شَيْئاً[.
أخرجه مالك .
2. (2039)- Zübeyr'in azadlısı Muhammed
İbnu Ukbe'den yapılan rivâyete göre, Kâsım İbnu Muhammed'e, mukâtebe akdi
yaptığı köle (sin)den aldığı para sebebiyle kendisine zekât düşüp düşmeyeceğini
sormuştu. Kâsım, kendisine şu cevâbı verdi: "Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu
anh) üzerinden bir yıl geçmeyen maldan zekât almazdı. " Kâsım ilâveten der
ki: "Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu
anh), halk kendisine bağışlarda bulunurken onlardan her birine: "Sana
zekâtı vâcib kılacak miktarda malın var mı?" diye sorardı. Adam:
"Evet!" derse, onun getirdiği bağıştan, malına düşecek miktarda zekât
alırdı. adam: "Hayır!" diyecek olursa, bağışını adama teslîm eder ve
hiçbir şey almazdı. " [Muvatta, Zekât 4, (245).][82]
AÇIKLAMA:
1-
Muvatta'nın bu rivâyeti munkatı'dır. Çünkü Kâsım dedesi Hz. Ebû Bekir'le
karşılaşmamıştır. Ancak, başka mevsul rivâyerler bunu te'yid etmektedir.
2-
Mükâteb, belli bir para ödeyerek hürriyetine kavuşmak üzere efendisiyle
antlaşma yapan köle demektir. Mukâta'a , İbnu Abdilberr'in açıklamasına göre, hürriyetin ta'cîli için,
antlaşma ile tesbît edilen paranın dışında, peşin alınan meblağdır. İşte
rivâyette Muhammed İbnu Ukbe, Kâsım'a böyle bir kitâbet antlaşmasında, zekât
nisâbını aşan bir meblağ alınmış olsa buna zekât düşüp düşmeyeceğini
sormaktadır. Kâsım, dedesi Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'den yaptığı bir
rivâyette, üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât düşmeyeceğini belirtmektedir.
Zürkânî: "Mukâta'a (peşin alınan para) bir fâideden ibârettir. Mukâta'adan
istifâde edenin yanında bir yıl kalmadıkça bunda zekât yoktur. Ulemâ, öşre tâbi
olanlar dışında kalan mâşiyeden (deve, sığır, koyun) ve nakidden zekât alınması
için bir yıl geçme şartını aramada icmâ ederler" der.[83]
ـ1ـ عن معاذ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ ]أنَّ
النبىَّ # قال
له حِينَ
بََعَثُهُ
إلى اليَمَنِ:
خُذِ الحَبَّ
مِنَ
الحَبِّ،
وَالشَّاءَ مِنَ
الْغَنَمِ،
وَالْبَعِيرَ
مِنَ ا“بِلِ، وَالْبَقَرَ
مِنَ
الْبَقَرِ[ .
1. (2040)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Yemen'e gönderirken
kendisine demiştir ki: "Zekât olarak
hububâttan hububât al, davardan koyun al, deveden erkek veya dişi bir deve
(baîr) al, sığırdan da bir sığır al." [Ebû Dâvud, Zekât 11, (1599); İbnu
Mâce, Zekât 15, (1814).][84]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyet, zekât toplamada, tahsildarların uyması gereken bir prensibi, bir
"asl"ı beyan etmektedir: Hangi mal zekâta tâbi ise, zekât o cinsten
alınmalıdır. Koyundan koyun, deveden deve, sığırdan sığır, buğdaydan buğday vs.
Ancak, bu bir vecîbe değildir. Aynı değerde bir başka şey de alınabilir. Ancak,
cinsinden başkasını alma hususunda tahsildâr ısrar ederek zorluk çıkarmayacağı
gibi, mal sahibi de bir başka şey vermede ısrar edemez.[85]
ـ2ـ وعن
سَمْرَةَ بن
جُنْدُبٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]كانَ
رسولُ اللّهُ
# يَأمُرُنَا أنْ
يُخْرِجَ
الصَّدَقَةَ
مِنَ الَّذِى
نَعُدُّهُ لِلْبَيْعِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (2041)- Semüre İbnu Cündüb
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) satmak
üzere hazırladığımız şeyden zekât vermemizi emrederdi." [Ebû Dâvud, Zekât
2, (1562).]
AÇIKLAMA:
Ebû
Dâvud, bu hadisi "Urûz, ticâret için olursa ona zekât düşer mi?"
başlığını taşıyan bir bâbta kaydeder. Urûz arz'ın cem'idir. Arz,
"ayn" diye yadedilen dirhem ve dinâr dışında kalan her çeşit metâa
ıtlak olunur. Ebû Ubeyd, uruz'u, "içerisine keyl, vezn girmeyen hayvan ve
akâr da olmayan emti'a" diye târif etmiştir.
Hadiste
geçen "satmak"tan maksad ticârettir. Âlimler, bu rivâyete dayanarak
ticâret malından zekât verileceği
hükmünü çıkarmışlardır.
Tîbî
bu hadisten, süt almak, yavru almak maksadıyla, ev için beslenen hayvanlara zekât
düşmeyeceği hükmünü çıkarmıştır.
İbnu
Ömer (radıyallâhu anh): لَيْسَ
فِى
الْعُرُوضِ
زَكَاةٌَ إَِّ
مَاكَانَ
لِلتِّجارَةِ "Ticâret için hazırlanmamış olan urûz'a
zekât düşmez" demiştir. Abdurrezzâk, bu hükmü Urvetu'bnu'z-Zübeyr, Saîd
İbnu'l-Müseyyib, Kâsım gibi başkalarından da kaydeder. Sübülü's-Selâm'da:
"Bu hadis ticâret malına zekât düşeceği husûsunda delildir" der.
Sübül, bu hükme delîl meyanında, اَنْفِقُوا
مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَاكَسَبْتُمْ "...Kazandıklarınızın temizlerinden infak
edin..." (Bakara 267) âyetini de kaydededer. Hattâ Mücâhid, bu âyetin
ticâret hakkında nâzil olduğunu söylemiştir.
İbnu'l-Münzir:
"Ticâret malına zekât düşeceği husûsunda icmâ vardır" der. Fukahâ-i
Seb'a da ticaret malına zekât düşer diyenlerdendir.[86]
ـ3ـ وعن سعيد
بن أبيض عن
أبيه أبيض بن
حَمَّالٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ:
]أنَّهُ
كَلَّمَ
رَسُولَ
اللّهِ # حِينَ
وَفَدَ
عَلَيْهِ: أنْ
َ يَأخُذَ
الصَّدَقََةَ
مِنْ أهْلِ
سَبَإٍ.
فقَالَ: يَا
أخَا سَبَإٍ َ
بُدَّ مِنْ
صَدَقَةٍ.
فَقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
إنَّمَا
زَرْعُنَا
الْقُطْنُ،
وَقَدْ
تَبَدَّدَتْ
سبَأَ وَلَمْ
يَبْقَ
مِنْهُمْ إَّ
قَلِيلٌ
بِمَأرِبٍ.
فَصَالَحَ
رسولَ اللّهِ
# عَلى
سَبْعِينَ
حُلّةَ بَزٍّ
مِنْ قِيمَةِ
وَفَاءِ
بَزَّ
المَعَافِرِ
كُلَّ سَنَةٍ
عَمَّنْ
بَقِىَ مِنْ
سَبَإٍ
بِمَأرِبٍ
فَلَمْ
يَزَالُوا
يُؤَدُّونَهَا
حَتَّى قُبِضَ
رسولُ اللّهِ
#. فَأقَرَّ
ذلِكَ أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ
حَيَاتُهُ.
فَلَمَّا
مَاتَ أبُو
بَكْرٍ
انْتَقَضَ
ذلِكَ فَصَارَتْ
عَلى
مُقْتَضى
الصَّدَقَةِ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (2042)- Saîd İbnu Ebyaz, babası
Ebyaz İbnu Hammâl (radıyallâhu anh)'dan naklettiğine göre, "O (Ebyaz)
kavminin, murahhası olarak Hz. Peyamber (aleyhissalâtu vesselâm) 'a geldiği
vakit, Resûlullah'la konuşup Sebe halkında zekât almamasını söylemiştir. Hz.
Peygamber, ona:
"Ey
Sebe'nin kardeşi, demiştir, zekât şart."
"Ey
Allah'ın Resûlü, bizim ektiğimiz şey sadece pamuk. Sebe halkı dağıldı, onlardan
halkı dağıldı, onlardan Me'rib'de az bir halk kaldı" dedi.
Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Me'rib'de kalan Sebeliler için her
yıl, Meâfirî kumaşın değerine denk, yetmiş takım kumaş elbise vermeleri
şartıyla sulh antlaşması yaptı. Onlar bu zekâtı, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) vefat edinceye kadar ödemeye devam ettiler. Sonra Hz. Ebû Bekir
(radıyallâhu anh) de hayatı boyunca bu antlaşmayı te'yîd etti. Hz. Ebû Bekir
vefat edince bu antlaşma sona erdi, onlardan zekâtın muktezasına göre vergi
alındı." [Ebû Dâvud, İmâret 27, (3028).][87]
AÇIKLAMA:
Me'rib,
Yemen'de bir yer adıdır, Ezd kabîlesinin yurdudur. Bunun onlara mahsus bir
saray da olduğu, hattâ, Sebe kralının adı olduğu da söylenmiştir. Hadramevt ile
Sanâ arasında kalan mıntıka diye açıklanmıştır. Meâfîr, Yemen'de bir kabîle
adıdır. Bir kumaş çeşidi oraya nisbet edilerek meâfiriyye diye isimlendirilir.[88]
ـ4ـ وعن طاوس
قال: ]قال معاذ
‘هل اليمن:
ائْتُونِى
بِعَرَضٍ وَثِيَابِ
خَمِيصٍ أوْ
لَبِيسٍ في
الصَّدَقَةِ
مَكَانَ
الشَّعِيرِ
والذُّرّةِ
أهْوَنُ
عَلَيْكُمْ
وَخَيْرٌ
‘صْحَابِ
رسُولِ اللّهِ
#
بِالْمَدِينَةِ[.
أخرجه
البخارى في
ترجمة باب .
4. (2043)- Tâvûs (rahimehumullah)
anlatıyor: "Hz. Muâz (radıyallâhu anh), Yemen ahâlisine dedi ki:
"Bana arpa ve mısır yerine size daha kolay gelen Medîne'de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbı için de daha muvafık olan arz getirin,
giyecek getirin." [Buhârî, Zekât 33, Buhârî, bu rivayeti senetsiz olarak,
bâb başlığında kaydeder.][89]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, zekâtın herhangi bir maldan alınabileceğini ifâde etmektedir. Nitekim,
daha önce de açıklandığı üzere arz, altın ve gümüş dışında kalan bütün eşyaları
ifâde etmektedir. Yemen'de zekât toplayan Hz. Muâz, arpa ve mısıra bedel, para
değil arz taleb etmiş, Yemen ahâlisi için de daha kolay olan giyecek
istemiştir. Aslında bir giyecek cinsini ifâde eden hamîs'in, bu rivâyette
mutlak mânada giyecek mânasında kullanıldığı şârihlerce belirtilmiştir. خَمِي 'sık dokunmuş kumaş,
hamîsa mânasında olduğu gibi, ipek çizgili veya siyah çizgili kumaş mânasına da
gelir. Ancak bazı rivâyetlerde خَمِيس şeklinde sinle gelmiştir.
Bu da, beş zirâ boyunda kumaş parçası (kupon) mânasındadır.
Dediğimiz
gibi, asıl kastedilen şey "kumaş" dır, giyecektir, cinsi değil. Çünkü
arkadan ilâve edilen "veya lebîs" tâbiri de bunu te'yîd eder. Lebîs
de melbûs, yâni giyilen şey demektir.
Bu
hadis, zekâtın bir yerden bir başka yere götürülebileceği kanaatinde olanlara
delil olmaktadır. Çünkü, "Medîne'de Resûlullah'ın Ashâbı için daha
muvâfık" tâbiri, alınan bu zekât mallarının Medîne'ye götürüleceğini ifâde
etmektedir. Bunun,
Resûlullah'ın
emri olmayıp Hz. Mu-âz'ın bir ictihâdı olduğunu, zekâtın alındığı mahalden
dışarı çıkarılmaması gerektiği hükmünü nakzetmiyeceğini ileri süren olmuşsa da,
"Haram ve helâli bilmede, Hz. Muâz'ın insanların en âlimi" olduğuna
dikkat çekilerek bu iddiaya cevap verilmiştir.[90]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]فَرَضَ رسولُ
اللّه #
زَكَاةَ
الْفِطْرِ
صَاعاً مِنْ
تَمْرٍ أوْ
صَاعاً مِنْ
شَعِيرٍٍ
عَلى كُلِّ
عَبْدٍ أوْ
حُرٍّ
صَغِيرٍ أوْ
كَبِيرٍ
ذَكَرٍ أوْ
أُنْثَى مِنَ
المُسْلِمِينَ[.
أخرجه الستة .
1. (2044)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadaka-i fıtrı müslümanlardan
büyükküçük, kadın-erkek, her bir hür ve köle üzerine bir sa' hurma veya bir sa'
arpa olarak farz kıldı." [Buhârî, Zekât 70, 71, 73, 74, 76, 78; Müslim,
Zekât 13, (984); Muvatta, Zekât 51, 53, 55, (1, 283); Tirmizî, Zekât, 35,
(676); Ebû Dâvud, Zekât 19, (1611, 1612, 1613, 1614, 1615); Nesâî, Zekât 30,
31, 32, 33, 34, 41, (5, 47); İbnu Mâce Zekât 21, (1926).][91]
ـ2ـ وفي
رواية:
]فَعَدَلَ
النَّاسُ
بِهِ نِصْفَ
صَاعٍ مِنْ
بُرٍّ،
وَكانَ ابْنُ
عُمرَ يُعْطِى
التَّمْرَ،
فَأعْوَزَ
أهْلُ
المَدِينَةِ
التَّمْرَ
فأعْطَى
شَعِيراً[ .
2. (2045)- Bir başka rivâyette de şöyle
gelmiştir: "Halk (Hz. Muâviye' nin bir hitabesi üzerine) yarım sa' buğdayı
bir sa' hurmaya denk kıldılar. İbnu Ömer Hazretleri (radıyallâhu anhümâ) fıtır
sadakasını hurmadan verirdi. (Bir sene) Medîne halkı hurmaya muhtaç oldu. İbnu
Ömer (o yıl) sadaka-i fıtrını arpadan verdi." [Buhârî, Zekât 77.][92]
ـ3ـ وعن أبى
سعيد رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كُنَّا
نُخْرِجُ
زكَاةَ
الْفِطْرِ صَاعاً
مِنْ
طَعَامِ، أوْ
صَاعاً مِنْ
شَعِيرٍ، أوْ
صَاعاً مِنْ
تَمْرٍ، أوْ
صَاعاً مِنْ
أقِطٍ، أوْ
صَاعاً مِنْ
زَبِيبٍ.
فَلَمَّا
جَاءَ
مُعَاوِيَةُ
وَجَاءَتِ
السَّمْرَاءُ
قال: أرَى
أنَّ مُدّاً
مِنْ هَذا
يَعْدِلُ
مُدَّيْنِ[.
أخرجه الستة .
3. (2046)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Biz sadaka-i fıtrı bir sa' yiyecek veya bir sa' arpa veya bir
sa' hurma veya bir sa' ekıt (denen yoğurt kurusu) veya bir sa' kuru üzümden çıkarırdık." [Buhârî,
Zekât 72, 73, 75, 76; Müslim, ZekâT 18, (985); Muvatta, Zekât 53, (1, 284);
Tirmizî, Zekât 35, (673); Ebû Dâvud, Zekât 19, (1616, 1617, 1618); Nesâî, Zekât
37, 38, 39, 42, 43, (5, 51); İbnu Mâce, Zekât 21, (1829).][93]
ـ4ـ وعن عمرو
بن شعيب عن
أبيه عن جده
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَعَثَ
النَّبىُّ #
مُنَادِياً
في فِجَاجِ
مَكَّةَ. أَ
إنَّ
صَدَقَةَ الْفِطْرِ
وَاجِبَةٌ
عَلى كُلِّ
مُسْلِمٍ ذَكَرٍ
أوْ أُنْثَى
حُرٍّ
أوْ عَبْدٍ
صَغِيرٍ أوْ
كَبِيرٍ.
مُدَّانِ
مِنْ قَمْحٍ
أوْ سِوَاهُ
صَاعٌ مِنْ
طَعَامٍ[.
أخرجه الترمذي.»ا‘قِطُ«
لبن جامد.
»وَالسَّمْرَاءُ
وَالْقَمْحُ«
الحنطة .
4. (2047)- Amr İbnu Şuayb, an ebîhi an
ceddihî (radıyallâhu anh) tarikinden anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Mekke caddelerinde dellâl çıkararak şöyle ilan ettirdi:"
Duyduk
duymadık demeyin! Sadaka-i fıtr her müslümana, erkekkadın, hürköle, küçükbüyük
olsun vâcibtir. Bu, ya iki müdd buday veya onun dışında bir sa'
yiyecektir." [Tirmizî, Zekât 35, (674).][94]
ـ5ـ وعن نافع
قال: ]كانَ
ابنُ عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُما
يُعْطِى
زَكاةَ
رَمَضَانَ بِمُدِّ
النَّبىِّ #،
وفي
كَفّارَةِ
الْيَمِينِ[.
أخرجه
البخارى .
5. (2048)- Nâfi (rahimehullah)
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) ramazan zekâtını müdd-i Nebî
(aleyhisselâm) ile verirdi. Kefâret-i yemini de müdd-i Nebî ile öderdi."
[Buharî, Keffârâtu'l-Eymân 5.][95]
ـ6ـ وعن قيس
بن سعد بن
عُبَادَةَ
قال: ]أمَرَنَا
رسولُ اللّهِ
# بِصَدَقَةِ
الْفِطْرِ
قَبْلَ أنْ
تَنْزِلَ
الزَّكَاةُ.
فَلَمَّا
نَزَلَتْ
لَمْ يَأمُرْنَا
وَلَمْ
يَنْهَنَا،
وَنَحْنُ نَفْعَلُهُ[.
أخرجه
النسائى .
6. (2049)- Kays İbnu Sa'd İbnu Ubâde
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), zekât emri gelmezden
önce, bize sadaka-i fıtr'ı emretmişti. Zekât farz kılınınca, fıtır sadakasını
ne emretti ne de nehyetti. Biz onu yerine getirmeye devam ettik..."
[Nesâî, Zekât 35, (5, 49); İbnu Mâce, Zekât 21, (1828).][96]
AÇIKLAMA:
1-
Fıtır sadakası, İbnu Kuteybe'ye göre "sadaka-i nüfûs" yani nefislerin
sadakası demektir. Çünkü fıtr, "fıtrat" kelimesinden gelmedir, bu
ise, yaratılışın aslıdır. Ancak daha makbûl addedilen bir görüşe göre, fıtr
kelimesi ramazan iftarı ile alâkalıdır. Mevzu üzerine gelen bazı
rivâyetlerde زَكَاةُ
الْفِطْرِ
مِنْ
رَمَضَان (ramazan orucundan çıkma zekâtı) tabirinin
geçmesi de bu ikinci görüşü te'yîd eder.
Birinci
görüşü benimseyenlere göre sadaka-i fıtır, sevap için verilen yaratılış
atiyyesi; ikinci görüşe göre, ramazanın sonuna ulaşmış olmanın şükür
atiyyesidir. Nitekim bu, ramazanın sonuna erişenlere vecîbe kılınmıştır. Demek
ki her iki görüşün de bir haklılık yönü vardır.
2-
Bâbımızın altıncı hadisinde görüldüğü üzere, sadaka-i fıtır, zekâttan önce ve
oruçla aynı senede farz kılınmıştır. Bazı âlimler, sadaka-i fıtrın, orucun kabûlüne,
kişinin sekerât ânındaki sıkıntı ve kabirdeki azabtan kurtuluşuna bir vesîle
olacağını belirtmişlerdir. Fakirlerin de daha iyi şartlarla bayrama girmelerine
vesîle olması sebebiyle ictimâî yönü de bulunan dînî bir vecîbe olmaktadır.
3-
Sadaka-i fıtır, nisab miktarı malı bulunan herkese vâcibtir. Nisabtan maksad,
zekât bahsinde geçtiği üzere 20 dinar altın ve 200 dirhem gümüş veya bunların
kıymetine muâdil maldır. Mesken, binek, giyecek ve ailesinin bir aylık -bir
kavle göre bir yıllık- yiyeceği gibi aslî ihtiyaçları ile, zarurî ev eşyası ve
silâhından artan, belirtilen miktar malı olana sadaka-i fıtır vâcib olur. Bu
malın üzerinden zekâtta olduğu gibi bir yıl geçmesi gerekmez.
Birinci
hadiste de belirtildiği üzere sadaka-i fıtır ailenin her bir ferdi için
vacibtir: Büyükküçük, kadın-erkek, yaşlıgenç, âkilmecnûn, kölehür ayırımı
yapılmaz, fıtır sadakaları ödenir. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre mecnûn ve
çocuğun sadaka-i fıtrını, velîsi, onların malından öder. Ödemediği takdirde,
bunlar üzerine borç olur, çocuk büyüyünce, mecnûn tedâvi olunca borcunu öder.
İmam Muhammed ve Züfer: "Bunlara sadaka-i fıtır vâcib olmaz" derler.
Ailede bulunsa bile yaşlı annebaba'nın sadaka-i fıtrı evlada terettüp etmez,
hasta ve fakir iseler eder. Aile büyüğü izinli veya izinsiz hepsinini yerine
ödeyebilir.
Bir
kısım Ulemâ, sadaka-i fıtrın farziyyetinde icma'dan bahseder. Hanefîler farz
demezlerse de vâcib tâbirini kullanırlar. Onların ıstılâhında vâcib de farz
kadar kesin olmasa bile, yine de behemahal ödenmesi gereken bir borcu ifâde
eder. Hanefîlerin vâcib hükmünden başka, İbrahim İbnu Uleyye ve Ebû Bekr İbnu
Keysân'ın sadak-i fıtrın farziyetinin neshedildiğine dair beyânları da icma
iddiasını zedeleyen durumlardır. Bâbımızın altıncı hadisi de (2049), dördüncü
rivâyette beyân edilen farziyyetin zedelendiğine bir delil sayılabilir. Esasen
Mâlikîlerve bazı Zâhirîler de bunun müekked sünnet olduğunu rivâyet
etmişlerdir. Farz olduğuna inananlar zekâtu'lfıtr diye zekât kelimesiyle
tesmiyesini de farziyetine bir delîl kılarlar. Âyet-i kerîme'de gelen, قَدْ
اَفْلَحَ
مَنْ
تزَكَّى "Tezekkî eden kurtuluşa ermiştir"
(A'lâ 14) ifâdesinin de zekât-ı fıtr ile ilgili olduğu söylenmiştir. Tezekkî
etmek şu mânalara gelir: "(Küfürden, mâsiyetten kaçınarak) nefsini temiz
tutan, namaz için temizlik yapan, zekâtını veren, sadaka-i fıtrını veren."
4-Sadaka-i
fıtır dört cins şeyden verilebilir. Bâbın ilk üç hadisinde bunların zikri
geçmektedir: Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma. Bazı rivâyetlerde buğdayla
ilgili sâbit merfu bir rivâyet olmadığı, bunun, ikinci rivâyette de kısmen
görüldüğü üzere, bilâhare Ashab tarafından diğerlerine dahil edildiği
belirtilmiştir. Bunların miktarı şöyledir: Buğdaydan yarım sa'[97]
arpadan, kuru üzümden veya kuru hurmadan bir sa' yani 1040 dirhemdir. Fakirin
ihtiyacı bunların aynlarına daha fazla bulunmadığı müddetçe, bunlara bedel
değerlerini nakid olarak vermek efdaldir.
5-Beşinci
hadiste geçen müdd-i Nebî tâbirine gelince, bu bir sa'ın dörtte birine denk bir
hacim ölçüsüdür. Medîne-i Münevvere'de kullanılan ölçeğe fukahâ müdd-i Nebî
demiştir. İbnu Hacer, bu müdd'ün miktarının, Medîne'de alışılmış sabit bir hal
aldığını belirtir. Ancak Ömer İbnu Abdülaziz devrinde artırılmıştır.
Müdd,
sa', rıtl, dirhem, miskal gibi ölçü birimleri sıkça geçer. Bunların günümüzdeki
birimlerle olan münasebet ve muâdeleti bilinmesi gerekli ise de kesin rakamlar
vermek biraz zordur. Çünkü miktarları az çok farkeden farklı müdd'ler vardır:
Müdd-ü Şâmî, müdd-ü örfî, müdd-ü Irâkî gibi. Bu sebeple yapılan tahkikleri
kayıtlayarak vermek gerekecektir.
1
müdd-ü Nebevî = 1.1/3 rıtlı istiâb eden bir hacim ölçüsüdür. 4 müdd, 1 sa'dır.
Şu
halde müdd ve sa'ı hesapta rıtlın miktarını bilmek gerekecektir. Rıtl ise
rıtl-ı Bağdâdî, rıtl-ı Şâmî olmak üzere iki kısımdır.
Rıtl-ı
Bağdâdî, Nevevî'nin hesaplamasına göre 128.4/7 dirhemdir. Yuvarlak hesap 130
dirhem kabûl edilmiştir. Bu durumda bir dirhem 3, 0898 gram ettiğinden bir
müdd= 530 gr. veya yarım litreden biraz fazla eder. 1 sa' = 4 müdd olduğuna
göre, 2120 cm3 yani 2 litreden biraz fazla bir hacim tutar.[98]
Irak fakihleri müddü 2 rıtl tuttukları için, o hesaptan elde edilecek
hesaplamalarda farklı sonuçlara ulaşılacağı tabiîdir.[99]
ـ1ـ عن أبى
حُمَيْدٍ
الساعدى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال:
]اسْتَعْمَلَ
رسولُ اللّهِ
# رَجًُ عَلى
الصَّدَقَةِ،
وفي رواية: علَى
صَدَقَاتِ
بَنِى
سُلَيْمٍ.
فلَمّا قَدِمَ
قال: هذَا
لَكُمْ وهذَا
أُهْدِى لى.
فقَامَ رسولُ
اللّهِ # عَلى
المِنْبَرِ
فَحَمِدَ اللّهَ
وَأثْنَى
عَلَيْهِ.
ثُمَّ قال:
أمَّا بَعْدُ
فَإنِّى
أسْتَعْمِلُ
الرَّجُلَ
مِنْكُمْ
عَلى
الْعَمَلِ
مِمَّا
وَّنِى
اللّهُ عَزَّ
وَجُلَّ
فَيأتِى
فَيَقُولُ:
هَذَا لَكُمْ
وَهذا
أُهْدِىَ لى !
أفََ جَلَسَ
في بَيْتِ أبِيهِ
أوْ بَيْتِ
أُمِّهِ
حَتَّى
تَأتِيَهُ
هَدِيَّتُهُ
إنْ كَانَ
صَادِقاً؟
واللّهِ َ
يَأخُذُ
أحَدٌ
مِنْكُمْ
شَيْئاً
بِغَيْرِ
حَقِّهِ إَّ
لَقِىَ
اللّهَ
تَعالى
يَحْمِلُهُ
عَلى
رَقَبَتِهِ
يَوْمَ
القِيَامَةِ
إنْ كانَ
بَعِيراً
لَهُ
رُغَاءُ، أو
بَقَرَةً
لَهَا
خُوارٌ، أوْ
شَاةً
تَيْعَرُ!
ثُمَّ رَفَعَ يَدَيْهِ
حَتَّى
رُؤِىَ
بَيَاضُ
إبِطَيْهِ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
هَلْ
بَلّغْتُ؟
ثََثاً[.
أخرجه الشيخان
وأبو
داود.»الرغَاءُ«
صوت البعير.
»وَالخَوَارُ«
بالخاء
المعجمة: صوت
البقر.»وَاليَعَارُ«
صوت الشاة .
1. (2050)- Ebû Humeyd es-Sâidî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zekât
toplama işinde bir adam istihdâm etti. -Bir rivâyette "Benî Süleym'in
zekâtını toplama işinde" denmiştir- Adam vazîfeden dönünce:"Bu size
aittir, şu da bana hediye edilenler!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (öfkeyle) minbere çıkıp, Allah'a hamd ve senâda
bulunduktan sonra şunları söyledi:"Emmâ ba'd, Ben sizden birini, Allah'ın
bana tevdî ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o gelir:
"Bu
size aittir, şu da bana hediye edilenler!" der. Bu adama, babasının veya
anasının evinde otursaydı da, eğer doğru sözlüyse hediyesi ayağına gelseydi ya!
Vallahi sizden kim haksız bir şey alırsa mutlaka onu boynunda taşır olduğu
halde Kıyâmet günü Allah'la karşılacaktır. Eğer bu haksız aldığı şey deve ise
böğürecek, sığırsa möleyecek, koyunsa meleyecek!"
Sonra
Resûlullah ellerini kaldırdı, o kadar ki koltuk altındaki beyazlık gözüktü:
"Allah'ım
tebliğ ettim mi?" dedi ve bu sözünü üç kere tekrar etti." [Buharî,
Hiyel 15, Cum'a 29, Zekât 67, Hîbe 17, Eymân 3, Ahkâm 24, 41; Müslim, İmâret
26, (1832); Ebû Dâvud, İmâret 11, (2946).][100]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyette zikri geçen memurun ismi bazı rivayetlerde belirtilmiştir:
Abdullah İbnu'l-Ütebiyye'dir. (Bazan İbnu'l-Lütebiyye ve İbnu'l-Lütbiyye
şeklinde okunmuştur.)
2-
Hadis memuriyet âdâbına giren bir çok ahkâmı beyân etmektedir. Öncelikle şu anlaşılmaktadır
ki, memuriyeti vesîlesiyle hediye edilen şeyler helâl değildir. Resûlullah
"Annenin veya babanın evinde otursaydın sana hediye edilir miydi?"
dediğine göre, evinde oturması halinde hediye getirmeyeceklerin hediyeleri
memura haramdır. Muhalleb şöyle demiştir: "Kendine hediye gelmesi için
memurun başvurduğu hîle, üzerine terettüp eden vazîfelerden bir kısmına
müsâmahadır. İbnu Battâl, bu hâli bir başka uslûbla açıklamıştır: "Hadis,
memura gelen hediyenin, onun yaptığı iyiliğe teşekkür veya ona olan sevgi veya
üzerine düşen vazîfelerden bir kısmını terketmesi gayeleriyle yapıldığına
delildir. Resûlullah beyanlarıyla, memurun hiçbir surette hediyeye müstehak
olmadığını, onun da diğer insanlardan biri gibi bulunduğunu, memuriyeti
vesîlesiyle gelen şeylerden hiçbirini kendisine seçmeye hakkı bulunmadığını
belirtmiş olmaktadır."
3-
Bu hadis, memurların muhasebe edilmesinin meşrûiyetine delil kılınmıştır. Yani
vazife dönüşü, imâm veya onun tâyin edeceği kimse, memurdan hesap sorar;
topladığı nedir, sarffettiği nedir? Bu hususta ulemâ ittifak etmiştir.
4-
Memura verilmiş olan hediyyenin müsâdere edilip beytü'lmâl'e teslîm edileceği
belirtilmiştir. Sadedinde olduğumuz hadiste bu sarîh değildir, ancak siyâktan
anlaşılmaktadır. İbnu Kadâme, rüşvetin sahibine iâdesi gerekir demiştir.
Hediyenin beytü'lmâl'e tesliminde ihtilâf yok. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Muâz İbnu Cebel (radıyallâhu anh)'i Yemen'e gönderirken: َتُصِيبَنَّ
شَيْئِاِ
بِغَيْرِ إِذنِى
فَاِنَّهُ
غُلُولٌ "İznim hâricinde hiçbir şey almayacaksın.
Zîra bu gulûldür (ihânet)" emretmiştir. Bu tenbîhi de gözönüne alan ulemâ,
"İmam'ın (devletin) bilgisi dışında memurun hiçbir şey alamayacağını,
getirilen her şeyi beyan edeceğini hükme bağlamış, meşrû yoldan devletin
izniyle alacağı şeylerin helal olacağını" belirtmiştir."
5-
İbnu'l-Münîr, bu hadisten, memuriyetten önce gelen hediyeyi kabul etmenin câiz
olacağı hükmünü de çıkarmıştır. "Ancak der, bu cevâz, gelen hediyenin
âdetten ziyâde olmaması şartıyla kayıtlıdır" der.
Rüşvetle
ilgili uzunca bir tahlîli bu babın sonuna yani 2055. hadisten sonra
dercedeceğiz.[101]
ـ2ـ وعن بشير
بن
الخَصَاصِيةِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قُلْنَا
يَا رسُولَ
اللّهِ: إنَّ
أهْلَ
الصَّدَقَةِ
يَعْتَدُونَ
عَلَيْنَآ
أفَنَكْتُمُ
مِنْ
أمْوَالِنَا
بِقَدْرِ مَا
يَعْتَدُونَ؟
قال: [. أخرجه
أبو
داود.»ا‘عْتِدَاءُ«
مجاوزة الحد .
2. (2051)- Beşîr İbnu'l-Hasâsiye
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dedik, zekât
toplayanlar, bize haksızlık edip borcumuzdan fazlasını alıyorlar, biz
malımızdan haksızlıkları kadarını gizleyelim mi?""Hayır!"
cevabını verdi." [Ebû Dâvud, Zekât 5, (1586, 1587).][102]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadîs bazı rivâyetlerde vakfına hükmedilecek yani sahâbeden birine nisbet
edilebilecek bir uslubla rivâyet edilmiştir. Nitekim Ebû Dâvud'da öyledir.
2-
Hadis, tahsildarların haddi aşarak, verilmesi gerekenden fazla vergi almaları
hâlinde bile hileye müsaade etmemektedir. Böyle bir cevaz pek çok suistimallere
yol açabilir, zekâtı verilmesi gereken malları beyan etmemeye sevkedebilirdi.
Bu yasağı ifâde eden başka rivayetler de mevcuttur. Âlimler kesin bir uslûbla:
"Tahsildar zulme bile düşse, ondan hiçbir malın gizlenmesi câiz
değildir" demişlerdir.[103]
ـ3ـ وعن أنس
بن مالك
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
المُعْتَدِى
في الصَّدََقَةِ
كَمَانِِعِهَا[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
3. (2052)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Zekâtta haddi aşan, vermeyen gibidir." [Ebû Dâvud, Zekât 4, (1585);
Tirmizî, Zekât 19, (646); İbnu Mâce, Zekât 14, (1908).][104]
AÇIKLAMA:
1-
Haddi aşan'la "zekâtı müstehakına vermeyen" in kastedildiği
belirtilmiştir.
Ancak şu mâna
üzerinde de durulmuştur: Haddi aşmaktan maksat, zekât mükellefinden malın
iyisini almak, vermesi gereken miktardan daha fazla vergi tahakkuk ettirmek. Bu
durumda mükellef, müteakip sene zekâta tâbi mallarından bir kısmını beyan etmez
ve gizler. Böylece, fazla zekât alan tahsildar, zekâtın verilmesine mâni olmuş
olur.
Şu
halde her ikisi de günah ve vebâlde eşit duruma düşer. Bagavî der ki:
"Zekâtta haddi aşan kimse günah yönüyle, tıpkı zekâtı vermeyen gibidir.
Öyle ise, mal sahibine, tahsildar kendisine haksızlık yapsa da malını
gizlememesi düşer."[105]
ـ4ـ وعن جابر
بن عَتِيك
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #
سَيَأتِيكُمْ
رُكَيْتٌ
مُبْغَضُونَ.
فإذَا
جَاءُوكُمْ
فَرَحِّبُوا
بِهِمْ
وَخَلُّوا
بَيْنَهُمْ
وَبَيْنَ مَا
يَبْتَغُونَ.
فَإنْ
عَدَلُوا فَ“نْفُسِهِمْ
وَإنْ
ظَلَمُوا
فَعَلَيْهَا.
وَأرْضُوهُمْ
فإنَّ
تَمَامَ
زَكَاتِكُمْ
رِضَاهُمْ
وَلْيَدْعُوا
لَكُمْ[.
أخرجه أبو داود.»رُكَيْبٌ«
تصغير ركب جمع
راكب، أراد
بهم السُّعَاةَ
في الصدقة.
جعلهم مبغضين
‘ن الغالب في
أرباب ا‘موال
الكراهة
للسعادة لما
جُبِلَتْ
عليه القلوب
من حبّ المال .
4. (2053)- Câbir İbnu Atîk (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Size bir grup sevimsiz atlılar gelecek. Geldikleri zaman, onları iyi
karşılayın. Onlarla talep ettikleri şeylerin arasından çekilin. Adalet
ederlerse bu kendi lehlerinedir. Zulmederlerse bu da onların aleyhlerindedir.
Siz onları râzı edin. Zekâtınızın kemâli onların rızâsına bağlıdır. (Öyle ise
onları râzı edin ki) sizlere dua etsinler. " [Ebû Dâvud, Zekât 5, (1588).][106]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissaâtu
vesselâm) zekât memurlarının geleceğini haber vermiştir. Onları
"sevimsiz" diye tanıtması, onların şeriat nazarnda kötü oluşlarından
ileri gelmez. İnsanlardan mevcut, fıtrî para sevgisi sebebiyle , kendilerinden
zekât, vergi isteyecek kimseleri sevmezler. Bu beşeri zaafa binaen onları
"sevimsiz" diye tavsif etmiştir.
2- Resûlullah, tahsildarlara
"Hoşgeldiniz, merhaba! gibi sözler söyleyerek onların güler yüzle
karışlanmalarını, gelişlerinde sürûr izhâr edilmesini" emretmektedir.
3-
"Onlarla taleb ettikleri şeylerin arasından çekilin!" demek,
"Taleb ettikler zekâtı verin!" demektir. İbnu'l- Melek der ki: "
Bunun mânası şudur: "Onlar size zulmetse bile zekâtı vermekten kaçınmayın.
Çünkü onlara muhalefet sultâna muhâlefettir. Zîra bunlar onun memurlarıdırlar.
Sultana muhâlefet de fitne getirir."
4-
"...Zulmederlerse aleyhlerinedir..." sözü, "sizden vermeniz
gerekenden fazla alırlarsa, bu zulüm olduğu için, günaha girmiş olurlar, siz de
bu zulme sabrettiğiniz için sevaba girersiniz " demektir.
5-
"Onları râzı edin.." sözü, "Borcunuzu geciktirmeden peşin
ödemek, hîle yapmamak, hıyânette bulunmamak gibi adaletli ve mürüvvete uygun
davranışlarda gayret göstermek, hatta mübâlağa yapmak sûretiyle tahsildarları
memnun edin" demektir.
6-
Sondaki "Sizlere dua etsinler" cümlesi, tahsildarlara iyi davranma
husûsunda nebevî ısrar ve teşvikin sonuncu ifâdesidir. Mü'min onların duasını
almak için, onları razı edecek, onları güncendirecek davranışlardan
kaçınacaktır.
Şârihler,
"Size (yani zekât verenlere) dua etsinler!" emrinin hem
tahsildarlara, hem de zekâttan istifâde edenlere müteveccih olduğunu
belirtirler.
Şu
halde, hadis, dua etmelerinde ve zekâtın makbûliyetinde en mühim sebeplerden
birinin onları râzı etmek olduğunu göstermektedir.
Tîbî
hadisten şu mânayı çıkarır: "(Resûlullah demektedir ki): "Sizden
mallarınızın zekâtını talebetmek üzere memurlarım gelecek; ancak, nefisler
fıtrî olarak mal sevgisine müptela oldukları için sizler ister istemez,
onlardan hoşlanmayacak ve onların zulmettikleri zannına düşeceksiniz. Ama
gerçek böyle değil. "Adalet ederlerse", "zulmederlerse"
sözlerine, bu zanna binâen yer verilmiştir. Hakikatte ve vâkide onlar zâlimler
olsalar, nasıl onlara "size dua etsinler!" diye emreder?"[107]
ـ5ـ وعن رافع
بن خديج
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #:
الْعَامِلُ
عَلى الصَّدَقَةِ
بِالحَقِّ
كَالْغَازِى
في سَبِيلِ اللّهِ
تَعالى
حَتَّى
يَرْجِعَ إلى
بَيْتِهِ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي .
5. (2054)- Râfi' İbnu Hadîc
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Zekâtı hakkaniyetle toplayan tahsildar, evine dönünceye
kadar, Allah Teâlâ yolunda cihâd yapan asker gibidir." [Ebû Dâvud, İmâret
7, (2936); Tirmizî, Zekât 18, (645); İbnu Mâce, Zekât 14, (1809).][108]
AÇIKLAMA:
1-
Zekâtı hakkaniyetle toplamaktan maksad adalet üzere, dürüstlükle veya ihlâsla
ve sevap kazanmak ümidiyle toplamaktır.
2-
Allah yolunda gazi gibi olması, beytü'lmâl için zekâtı tahsil etmesinden ileri
gelir. Bu, Allah yolunda yapılan bir amel olduğu için, Allah yolunda yapılan
gazâya (cihâda) benzetilmiştir. İbnu'l-Arabî, Ârızatu'l-Ahvazî'de der ki:
"Mâna sahihtir. Zîra Allah büyük lütufların sâhibidir. (Resûlullah)
buyurdular ki: "Kim bir gâziyi techiz etmiş ise o da gazveye katılmış
(gibi sevaba iştirak etmiş)tir. Kim de hayırla ailesine nezâret etmişse o da
gazveye katılmış (gibi sevaba iştirak etmiş)tir." Zekât toplayan tahsildar
da cihad yapanın halîfesidir. Çünkü, Allah yolunda (cihad için gerekli) malı
toplamaktadır. Öyle ise bu kimse ameliyle cihâd yapmış olmaktadır, niyyetiyle
de cihâd yapmaktadır. Nitekim aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Medîne'de özrü sebebiyle kalan bir grup vardır ki, onlar, siz hangi
vâdiyi geçseniz, hangi beli aşsanız, sevapda sizinle birliktedirler." Öyle
ise cihad edenler için çalışmak, onlara bedel iş görmek, Allah yolunda
harcanacak malı toplamak özrüyle cihada katılamayanlar nasıl cihad sevabından
mahrum kalırlar? Nasıl cihâd zarûrî ise, cihad için gerekli olan malın
toplanması da zarûrîdir. Yani bu iki şey niyette de ortaktır, amelde de
ortaktır, öyle ise sevapta da ortak olmaları gerekir."[109]
ـ6ـ وعن
عبداللّه بن
أبى أوفى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]كانَ أبى
مِنْ
أصْحَابِ
الشَّجَرَةِ
وَكَانَ
النَّبيُّ #
إذَا أتَاهُ
قَوْمٌ
بِصَدَقَتِهِمْ
قال: اللَّهُمَّ
صَلَّ عَلى
آلِ فَُنٍ.
فَأتَاهُ
أبِى بِصَدَقَتِهِ
فقال:
اللَّهُمَّ
صَلِّ عَلى آلِ
ألِى أوْفى[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
6. (2055)- Abdullah İbnu Ebî Evfâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Babam ashabu'şşecereden idi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kendisine bir kavm zekâtlarını getirince şöyle dua
buyururlardı:
"Allahım
şu aile'ye rahmet buyur." Babam zekatını getirince onun için de
"Allah'ım
Ebû Evfâ'nın ailesine rahmet buyur" diye dua etti." [Buhârî, Zekât
64, Meğâzî 35, Daavât 19, 33; Müslim, Zekât 176, (1078); Ebû Dâvud, Zekât 6,
(1590); Nesâî, Zekât 13, (5, 31).][110]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önceki hadîsin
sonundaki dua meselesine açıklık getirmekte ve zekât verenle alan (imam, imamın
memuru- fakir) arasında bu dua müessesesinin ehemmiyetini mü'min vicdanlarda
perçinlemektedir.
Bu
hadisi, Buhârî hazretleri, imamın zekât verenlere dua etmesi gereğine dikkat
çektiği ve ayrıca, "Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini
gönahlarından temizlemiş, bununla onların hasenâtını bereketlendirmiş olasın.
Onlara dua et, çünkü senin duan onlar için sükûnettir..." (Tevbe 103)
âyetini de kaydettiği bir bâb başlığının altında kaydeder.
Âlimler,
âyet-i kerîmede, Resûlullah'a "Zekâtlarını al" dedikten sonra ilaveten
"onlara dua et!" emrinin verilmiş olmasını, Resûlullah'tan sonra
bütün devlet reislerine müteveccih ilâhî bir talimat olarak
değerlendirmişlerdir. Hattâ, Hz. Ebû Bekir'e zekât vermemek için isyân eden
bedevîler bu âyeti te'vil ederek: "Âyette zekâtın Resûlullah'a verilmesi
emredilmektedir, başkasına değil. Namaz kılarız, ama zekât vermeyiz..."
demişlerdi. Ulemâ bu emrin Resûlullah'tan sonra onun yerine kâim olacak bütün
devlet reislerine müteveccih olduğunu anlayınca, bu meselede isyankâr bedevîlere
ve öylesi bir düşünceye sapacak olan muahhar sapıklara söz hakkı kalmamakta,
delilsiz iddiaları iptal edilmiş olmaktadır.
Rivâyetler,
zekâtını verenlere Resûlullah'ın âyet-i kerîmenin emri mûcibince, sistemli
olarak dua ettiğini, zekât malları meyanında "güzel bir deve"
gönderen bir zâta da اَللَّهُمَّ
بَارِكْ
فِيهِ وَفِى
إِبِلِهِ "Allah'ım, devesini de kendisini de
mübarek kıl!" diye duada bulunduğunu belirtirler.
2-
Sadedinde olduğumuz hadiste zikri geçen İbnu Ebî Evfâ'nın ismi Alkame İbnu
Hâlid İbni'l-Hâris el-Eslemî'dir. Bu zât, oğlu Abdullah (radıyallâhu anhümâ)
ile birlikte Bey'atu'r-Rıdvân diye bilinen ve Hudeybiye'deki ağaç altında
akdedilen biat hâdisesine katılmışlardır. Bu Abdullah, muammerîn denen uzun
müddet yaşayanlardandır. Kûfe'de en son vefat eden sahâbi olup 87 hicrîde
rahmet-i Rahmân'a kavuşmuştur, (radıyallâhu anh).
3-
Ebû Evfâ'ya rahmet buyur diye yaptığımız tercümenin lügavî asla sadık kalınca,
"Ebû Evfa âilesine..." şeklinde olması gerekirdi. Ancak şârihlerin
açıkladığına göre, burada görüldüğü üzere, bazı kullanışlarda "âl"
kelimesi zâtın kendisine ıtlak olunmaktadır.
لقد
اُوتى
مِزْمَاراً
مِنْ
مَزَامِيرِ
آلِ دَاوُدَ "Bana Hz. Dâvud'a verilen mizmarlardan
bir mizmar verilmiştir" hadisinde olduğu gibi. Bu hadiste de Âl-i Dâvud'la
Hz. Dâvud (aleyhisselâm)'un başına getirilerek kullanılması, kadri, şânı yüce
şahıslar için câridir demişlerdir. Dilimizde hazret kelimesi de böyle bir
kullanışa sâhiptir.
4-Yeri
gelmişken bir kere daha belirtelim ki Resûlullah'ın: الَلَّهُمَّ
صَلِّ علَى آلِ
اَبِى
اَوْفَى "Yâ Rabbi Ebû Evfâ'ya rahmet buyur"
duası, salât kelimesi ile ifâde edilmiştir. Asla uygun tercümenin "Yâ
Rabbi Ebû Evfâ'ya "salât" buyur" şeklinde olması gerekirdi.
Ulemâ salât kelimesini Resûlullah'tan başka kimseler hakkında kullanmanın câiz
olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmiştir.
Bu
hadîsten hareket edenler, salatla duanın peygamberlerden başka insanlar
hakkında da câiz olduğuna hükmederler. Ancak İmam Mâlik ve Cumhûr bunu mekruh
addederler. Ulemâdan bir grup: "Zekâtı alan kimse, veren kimseye, bu hadîs
sebebiyle, bu dua ile dua eder. اَللَّهُمَّ
صَلِّ عَلى
فَُنٍ şeklinde."
Ancak
Hattâbî, salât kelimesinin lügavî mânasına inerek bu şekilde düşünenler (yani
salât kelimesinin sadece peygamberlere yapılan duada kullanılmasının caiz
olduğunu söyleyenlere) şöyle cevap verir: "Salât asıl itibâriyle
"dua" demektir, ancak, lehine dua edilecek kimseye göre mânası
farklılıklar arzeder. Sözgelimi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ümmetine
salât'ı, onlar için bir mağfiret duasıdır. Ümmetinin onun üzerine salâtı, O'nun
Allah'a olan yakınlık ve kurbiyyetinin artması için bir duadır. Bu sebeple bu
mânadaki salât bir başkası hakkında uygun değildir."
5-
Bu hadisle istidlâl edilerek, zekâtı alan kimsenin veren kimseye dua etmesinin
müstehab olduğuna hükmedilmiştir. Bazı zâhirîler bunun vâcib olduğunu
söylemişlerdir. el-Hannâtî, bazı Şâfiîlerin de buna yakın bir hükme vardığını
hikâye etmiştir. Ancak bu iddiaya şöyle cevap verilmiştir: "Eğer dua, bir
vecîbe olsaydı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tahsildarlara bunu
öğretirdi. İmâma, keza kefâretler, borçlar vs. nevinden aldığı diğer şeyler
için dua vâcib olmadığına göre, zekât için de vâcib değildir. Dua emreden âyete
gelince, muhtemeldir ki, buradaki vücûb, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'e
has bir vecîbedir, zîra onun duası, başkalarının yaptığı duaların hilâfına,
ümmet için bir sükûnettir."[111]
Tarih
boyunca, rüşvet hâdiseleri, medenî milletlerin siyasî ve ictimâî hayatlarında
ciddî bir çıkmaz olagelmiştir. Günümüzde dünya devletlerinde vukua gelen ve
bütün dünya efkar-ı umumiyesini meşgul eden rüşvet skandallarına pek sık şâhid
olmaktayız.
Rüşvet
Hâdisesi, birçok içtimâî marazların baş sorumlusu olması sebebiyle küçümsenip
geçilecek bir mesele değildir. Kânunların bîtaraf ve âdilâne tatbikatını
önlediği için, adalet mekanizmasına, dolayısıyle devlete karşı güveni
sarsmaktadır. Adaletten emîn olmayan insanlar, kendileri ihkâk-ı hak peşine
düşmekte ve kanun hâkimiyetini zedelemekte, anarşiye sebep olmaktadırlar.
Liyakat sâhipleri, hakettiğini meşru yoldan alamayınca kabiliyet ve gayret
sahipleri atâlete itilmekte, terakkinin zenbereği durumunda olan ictimâî
rekabet sönmektedir.
Hülasa
hangi nokta-i nazardan ele alırsak alalım, rüşvetin ümmet ve millet hayatında
müthiş bir öldürücü zehir olduğunu, içtimâî huzurun, millî terakkinin en mühim
engellerinden birini teşkîl ettiğini görürüz. Bu sebeple olacaktır ki, dinimiz rüşvet hâdiselerine
şiddetle karşı çıkmış, bütün imkânlarıyla onu tel'in etmiş, İslâm cemiyetinden
tard etmek için gerekeni yapmıştır.
Hemen
hemen bütün hadis kitaplarına girmiş bulunan ve Tirmizî tarafından sahîh olduğu
te'yîd edilen bir hadiste Hz. Peygamber'in rüşvet alana, rüşvet verene (ve
hatta verenle alan arasında aracılık yapana) lânet ettiğini görmekteyiz.
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Muâz İbnu Cebel (radıyallâhu anh)'i
Yemen'e tâyin ederken, meselenin ehemmiyetini tebârüz ettirecek bir tarzda,
rüşvetle alâkalı olarak verdiği talimat, memur tâyinlerinde bu husûsun
muttarıdan hatırlatılmış olacağını ifâde etmektedir. Hz. Muâz (radıyallâhu
anh)'ın anlattığına göre Yemen'e kadı olarak tavzîf edildikten sonra, (daha
yola çıkmadan) arkasından geri çağırtır. Huzûra girince: "Seni niye geri
getirttim biliyor musun?" diye sorar ve ilâve eder: "Benim iznim
olmadıkça hiçbir şeye dokunmayacaksın. Zîra, bu gülûldür (devlet malından
çalmak ve ihânet). Kim gulûlde bulunursa Kıyâmet günü çaldığı şeyle birlikte
gelir. İşte bunu hatırlatmak için çağırdım. Haydi işine git."
Rivâyette
belirtilen geri çağrılma hâdisesi, memuru tavzîf ederken yapılan birçok
tenbîhler, verilen tâlimatlar arasıda rüşvet meselesinin dikkatten kaçmış
olması ihtimaline binâen, bunun ehemmiyetinin zihinde iyice yerleşmesi, bu
noktaya dikkati çekme gâyesine mâtuftur.
Buhârî'de
gelen bir rivâyetten de, âmil olarak tavzîf edilen memurların dönüşlerinde
(aldıkları ve sarfettikleri hakkında "muhasebe" edildiklerini
anlamaktayız.[112]
Rüşveti
alan veren kim olursa olsun büyük bir haram işlemiş olmakla berâber, bilhassa
insanlara adâlet dağıtma mevkiinde olan kadıların hükümlerine te'sîr edecek
şekilde alacakları rüşvetin fezâhetine husûsan dikkat çekilmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Ateşte yanmaya en lâyık
olan şey "suht" yoluyla elde edilen kazancın hâsıl ettiği
ettir." Huzûrda bulunanlar: "Ey Allah'ın Resûlü suht da nedir?"
diye sorarlar. Hz. Peygamber: "Hüküm vermede alınan rüşvettir"
cevabını verir.
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), hâkimlerin alacakları rüşvetin kötülüğüne
bu rivâyette muzaaf şekilde dikkat çekmektedir:
a)
Diğer muhtelif memurların alacakları rüşvet umûmî bir ifâde ile yasaklanırken,
burada "hükümdeki rüşvet" ayrıca zikre dökülmüştür.
b)
Bir başka çalışmamızda belirttiğimiz üzere muhâtapların dikkatini çekmek
maksadıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in başvurduğu metodlardan
biri, anlatacağı şeyi muhâtabda hayret uyandıracak, sual sorduracak bir
muhtevada ve müphemlikte sormaktır. Nitekim burada herkesin tam anlayamayacağı
bir kelime olan "suht"un takbîhi mevzubahis olmuştur. Şârihlerce
"yenmesinden ar duyulan her şey" olarak açıklanan suht'un, mânayı Hz.
Peygamber'in muhâtapları zamanında taşıyıp taşımaması mühim değil.
Hükümde
alınan rüşvete hadiste gelen bu husûsî dikkate paralel olarak, âlimlerin şu
hususta icma ettikleri belirtilir: "Bir kadı rüşvet almışsa, rüşvet aldığı
meselede vermiş olduğu hüküm infaz edilmez. Kezâ kadılık makamını rüşvetle elde
eden bir kimse ebediyen kadı olamaz ve şâyet vermiş olduğu hüküm varsa infaz
edilmez."[113]
İslâm
dininin rüşvet karşısındaki hassasiyetini anlamak için, rüşvet mefhûmuna dahil
edilen şeyleri görmemizde fayda var. Bunu kavramak için önce rüşvet nedir? Onu
belirtelim: Rüşvet, bazı âlimlerce "bir hakkın iptâli veya hakkı olmayan
bir şeyin (bâtılın) elde edilmesi (ihkâkı) için verilen şey" olarak; diğer
bazılarınca "mevki sâhibinden câiz olmayan (gayr-i meşrû) bir şey için
yardım satın almak maksadıyla verilen mal", "karşılık verilmeksizin
alınan ve alanın da ayıplanmasına sebep olan şey" vs. olarak târif
edilmektedir.
Şu
halde hakkımız olmayan bir menfaatin elde edilmesi için verilen her şey rüşvet
olmalıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), birçok
hadisleriyle teşvîk ettiği "hediye"yi, memûrlar hakkında
yasaklamıştır: "Memurlara (ummâl) verilen hediyeler gulûldür (ihânettir),
(her çeşidiyle haramdır)."
Burada
gulûl yani hırsızlık ve ihânet olarak vasıflandırılan, memura verilen hediye,
başka birçok hadislerde mevzubahis edilerek haramlığına dikkat çekilmiştir. Bu
hususta vârid olan mühim ve meşhûr bir vak'ayı aynen kaydedeceğiz: Ebû
Humeydi's-Sâidî anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Esed
kabîlesinde İbnul'l-Lütbiyye adında birisini (Benû Süleym'in zekâtını toplamak
üzere vazîfelendirmişti. Dönüşte, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ne
topladın, nerelere harcadın diye hesap sorunca adam: "Şu sizinki, şu da
benimki, bu bana hediye edildi" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) minbere çıkarak Allah'a hamd ve senâdan sonra şu hitâbede bulundu:
"Vazîfelendirdiğimiz bazı memurlara ne oluyor ki, dönüşlerinde
getirdiklerini ikiye ayırıp: "Şu kısım sizin, bu kısım da benim, bu bana
hediye edildi" diyor. Hele söyleyin, bu adam annesinin veya babasının
evinde otursaydı buna hediye gelir miydi? Muhammed'in nefisini elinde tutan
Allah'a kasem ederim ki, sizden her kim bu (bu devlet malı)ndan her ne alırsa
mutlaka Kıyâmet günü onu koynunda taşıyarak gelecek. Çaldığı şey deve ise
böğürdüğü, sığır ise mölediği, davar
ise beğirdiği halde sırtında taşıyacak." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) böyle söyledikten sonra, koltuk altlarındaki beyazlık görülünceye
kadar kollarını kaldırarak: "Yâ Rabbi teblîğ ettim mi? Ya rabbi teblîğ
ettim mi?" dedi."
Hadislerde
alelıtlak hediyeye ve hediyeleşmeye harâretle teşvîk edilmiş olmasına rağmen[114]
memurların hediyyeden men edilişindeki sebebi anlamak için İbnu'l-Arabî
tarafından sunulan ve İbnu Hacer tarafından aynen benimsenen bir îzâhı
hülâsaten sunmayı uygun gördük. Der ki:
"Bir
hediyede bulunan kimse, bu hediyeyi vermekle şu üç maksaddan birini güder;
bunun dışında kalması mümkün değildir:
1-Hediye
verdiği kimsenin muhabbetini kazanma.
2-Hediye
verdiği kimsenin yardımını te'min etmek.
3-Hediye
verdiği kimsenin malını elde etmek.
Hediye
ile bir kimsenin malı veya sevgisi kastedilse bu câizdir. Ancak, bunlardan
sevgi kazanmak için verilen hediye, öbüründen efdaldir.
Bir
arzusunun yerine gelmesinde yardımını elde etmek için verilen hediyeye gelince,
bakılır, eğer (peşinde koştuğu şey) mâsiyet nevinden ise, bu hediye câiz değildir,
haramdır; bu (şeriatın meşru kıldığı) hediye değil, rüşvettir. Bu, taatle
alâkalı ise bu da câizdir. Eğer bu, bir zulmün, mâruz kalınan bir haksızlığın
def'i içinse ve (hediye verilen kimse) vereceğiz ve emretme ile (hediye
verenden) bu zulmü bertaraf edecek güç (ve selâhiyet ve makam)da ise bu hediye
de rüşvettir. Eğer, hediye verilen kimse bu vaziyette değil de, mevzubahis olan
zulmü ve haksızlığı husûsî bir gayret ve şahsî bir hile, tedbir ve teşvik ile
bertaraf edecekse yine câizdir. Zîra insanlardan zulmü defetmek, ulû'l-emre
yani makam sahiplerine farz-ı ayndır, makam sâhibi olmayanlara ise, farz-ı
kifâyedir..."
Bu
açıklamalardan anlaşılan şudur: Bir memur yapmakla mükellef olduğu vazîfeyi
yapması için, veya yaptığı için verilen mal rüşvettir. Keza yapmaması,
terketmesi gereken bir şeyi de bıraktırmak, terkettirmek için verilen mal da
rüşvettir.
Burada
kaydı gereken rüşvetle alâkalı bir nokta da, Hattâbî başta olmak üzere, bazı
âlimlerin görüşüdür. Hattâbî, daha önce Ebû Dâvud'dan kaydettiğimiz, rüşvetin
haram olduğunu belirten hadisi açıklarken şöyle der: "Rüşveti veren, hakkı
olmayan bir şeyi elde etmek için verirse bu rüşvettir. Fakat hakkını elde etmek
veya nefsini zulümden korumak için verirse, bu davranış, hadiste ifâde edilen
vaîd ve yasağa dâhil olmaz." Hattâbî bu görüşüne delil olarak, herhangi
bir sebeple Habeşistan'da tevkîfe mâruz kalan İbnu Mes'ûd'un, iki dirhem
vererek, kendisini kurtarma hadîsesini zikretmekten başka, Hasan-ı Basrî,
Şa'bî, Câbir İbnu Zeyd ve Atâ'nın şöyle dediklerini kaydeder: "Kişinin,
zulümden korktuğu takdirde nefsini ve malını rüşvet vererek korumasında bir
beis yoktur."
Yukarıda
İbnu Arabî'den kaydedildiği üzere, -kadı, vâli gibi bizzat vazifeliler dışında
olmak şartıyla- hak sâhibine, hakkını elde etmesi için yardımcı olan, çalışan
kimse için de alacağı ücretin rüşvet sayılmayacağı ifâde edilmektedir.
Birçok
suistimallere kapı açabilecek olan bu ruhsattan istifâde ederken son derece
dikkatli olunması gerekecektir. Aliyyü'l-Kâri bu fetvanın zâhirini, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivâyet edilen şu hadise muhâlefet
ettiğini söylemek sûretiyle fetvayı yerinde bulmadığını ifâde ediyor gibi...
"Kim, bir kardeşine şefâatte bulunur da kendisine, bu şefaati için hediye
verildikte hediyeyi kabûl ederse riba kapılarından büyük bir kapıya gelmiş
olur."
Bu
ruhsat reddedilse, ihtiyatla da karşılansa şurası kesin ki, âlimlerimizin
tamâmı "memurun -değil rüşvet- hediye almalarının haram olduğu"
husûsunda tam bir icmaları vardır, herhangi bir ihtilâf mevzubahs değildir.[115]
Rüşvet
bahsinde sıkça geçen tâbirlerden biri gulûl'dür. Hadislerde rüşvetin bazı
nevlerinin fenalığını belirtmede gulûle teşbih edilmiş olmasına bakılırsa bu
kelimenin ifâde ettiği mânanın, o zamanın Araplarınca daha iyi bilindiği,
herkesin takbîhine mazhar birşey olduğu anlaşılmaktadır. Gulûl, lügat oyarak
hıyânet mânasını taşırsa da, şer'î örfte ganîmet gibi (devlete, ammeye ait mala
karşı yapılan hırsızlık ve) ihânete isim olmuştur. Rivâyetlerden Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in sık sık, husûsî şekilde gulûl meselesini el alıp,
bunun din açısından ehemmiyetini zihinlerde tesbît etmeye çalıştığı
anlaşılmaktadır.
Bu
söylediklerimizi, gulûlden men edici hadislerin çokluğu te'yîd ettiği gibi,
Müslim'de gelmiş olan şu rivâyet de açık olarak ifâde etmektedir. Ebû Hüreyre
anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aramızda ayağa
kalkarak gulûlü andı. Onun (din nazarındaki ehemmiyetini) büyüttü. Onun hâsıl
edeceği, sebep olacağı netîceleri de büyüttü, sonra şöyle buyurdu:
"Sakın
sizden birinizi Kıyâmet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde
gelerek: "Yâ Resûlallâh beni kurtar!" derken, kendimi de: "Senin için bir şeye
mâlik değilim; ben sana teblîğ ettim" diye cevap verirken bulmayayım!
Sakın sizden birinizi Kıyamet günü boynunda kişneyişi olan bir at olduğu halde gelerek: "Yâ
Resûlallâh beni kurtar!" derken, kendimi de "senin için hiçbir şeye
mâlik değilim, ben sana teblîğ ettim" derken bulmayayım! Sakın sizden
birinizi boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde gelerek: "Yâ
Resûlallâh beni kurtar!" derken, kendimi de "senin için bir şeye
mâlik değilim, ben sana teblîğ ettim" diye cevap verirken, bulmayayım!
Sakın sizden birinizi Kıyâmet günü boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde
gelerek "Yâ Resûlallâh! beni kurtar" derken, kendimi de: "Senin
için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana teblîğ ettim!" diye cevap
verirken bulmayayım. Sakın sizden birisi boynunda dalgalanan elbiseler olduğu
halde gelerek: "Yâ Resûlallâh beni kurtar" derken, kendimi de:
"Senin için hiç bir şeye mâlik değilim, ben sana teblîğ ettim" diye
cevap verirken bulmayayım. Sakın sizden birinizi Kıyâmet günü boynunda altın,
gümüş olduğu halde gelerek: "Yâ Resûlallâh beni kurtar!" derken
kendimi de: "Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana teblîğ
ettim" diye cevap verirken bulmayayım!"
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir cümle ile ifâde edilecek bir mefhûmu,
hemen hemen aynı kelimeleri taşıyan altı ayrı cümle ile altı defa tekrar ederek
ifâde buyurması gulûlün (hıyânet) ehemmiyetini büyütmek ve zihinlerde tesbît
etmek maksadına râcidir.
Bu
rivâyette at, sığır, koyun, gibi değeri yüksek olan hayvanlar zikredilerek
gulûlden men edilirse de, başka rivâyetlerde ayakkabı bağı, iğne, iplik ve
hattâ bunlardan da değersiz devlete ait şeyleri çalmanın aynı şekilde gulûl
olduğu, ganimetten böyle değersiz bir şey çalmış olarak cephede ölen bir
askerin şehitlik mertebesini kaybedeceği belirtilir.
Başta
Müslim'in Sahîh'i olmak üzere, hemen hemen bütün hadis kitaplarında rivâyet
edilen bir vak'a üzerinde durduğumuz mevzuyu aydınlatacağı için aynen
kaydedeceğiz: "Adiyy İbnu Amîre el-Kindî anlatıyor: "Hz. Peygamber'in
şöyle söylediğini işittim: "(Ey insanlar) sizden kimi bir iş için tâyin
ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek
olsa bu bir gulûldür (hıyânettir). Kıyâmet günü onunla gelecek (ve onunla
rüsvay olacak)." Bu sözü işiten Ensârdan siyah bir adam (memuriyetin helâk
edici mes'ûliyetinden korkarak) ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü bana
verdiğin memuriyeti geri al" dedi. Hz. Peygamber:
"Bu
da ne demek?" diye sordu. Adam: "Senin şöyle şöyle söylediğini
işittim" deyince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) meselenin
ehemmiyetini te'kîden şu cevabı verdi: "Ben aynı şeyleri şimdi bir kere
daha tekrar ediyorum: "Sizden kimi bir vazîfeye tâyin edersek, az çok ne
elde etti ise getirsin. Ondan kendisine tarafımızdan verileni alsın, men
edilenden kaçınsın."
Bir
başka hadiste bu mâna şöyle te'kîd edilir: "Bir iğne, bir parça iplik de
olsa ganîmet malını getirin. Kim ganîmetten bir iğne veya iplik çalacak olsa,
Kıyamet günü, o kimse getirecek durumda olmamakla berâber getirmeye mecbûr
edilir (yani devamlı azâb edilir)."
Bu
mevzûda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in başka emri de şöyle:
"Bir iğne bir iplik de olsa ganîmet malını getirin. Zîra gulûl, Kıyâmet
günü buna tevessül eden kimse için rüsvaylıktır, ateştir, yüz karasıdır."
Devlet
malından çalmakla (gulûl) alâkalı olarak hadiste gelenleri hülâsa eden
mâhiyette Kur'ân-ı Kerîm'de de şu âyet mevcuttur: "Bir Peygamber için
emânete (yâhut ganîmet malına) hâinlik etmek? Bu olur şey değil. Kim böyle bir
hâinlik eder (ganîmet ve ammeye âit hâsılattan bir şey aşırır, gizler)se
Kıyâmet günü hâinlik ettiği o şeyi yüklenerek gelir..." (Âl-i İmrân 161).[116]
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in devlet ve mülkün esası, içtimâî huzur ve
medenî terakkinin temeli olan adaletin eksiksiz ve tarafsız olarak tevziini
ihlâle sevkeden rüşvet almak, memuriyeti şahsî menfaatlere alet etmek gibi
hususlara karşı tebligatında verdiği bu ehemmiyet sonucu ilk devir
müslümanlarında fevkalade bir adalet ve titizlik örneğine rastlanmaktadır.
Devlet
işlerini gördüğü esnâda kabul ettiği
ziyaretçisi ile husûsî sohbetine geçerken devlet mumunu söndürüp şahsî mumunu
yakacak kadar titizliği ileri götüren Hz. Ömer'in bu mevzuu ile alâkalı
menkîbesi çoktur. Burada herkesce bilinmeyen bir tanesine temas edeceğiz:
Rivâyete
göre, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (radıyallâhu anhümâ) bir deve satın alarak
koruluğa salar ve orada deve semirir. Hz. Ömer çarşıda gördüğü bu semiz devenin
kime ait olduğunu sorar. Oğlu Abdullah'ın olduğunu öğrenince onu çağırtır.
Oğlunu dinledikten sonra: "Emîru'l-Mü'minîn' in oğlunun devesini güdün,
sulayın, semirtin... olmaz böyle şey! Ey Abdullah deveyi sat, sermayeni al,
fazlasını beytü'lmâle koy" der ve öyle yapılır.
İbnu
Mes'ûd, hükümle alakalı rüşveti küfür, halk arasındaki rüşveti suht (haram)
olarak vasıflandırmıştır.
Tâbiîn'den
Mesrûk: "Hediye yiyen kadı, suht (rüşvet) yemiştir, rüşvet alan da bu
davranışıyla küfre düşmüştür." Sindî, bu sözde Mesrûk'un kadılarca alınan
hediyeyi haram telâkkî ettiğini, rüşveti ise, küfür mesâbesinde tuttuğunu, bu
telakkîlerden maksadının da bunlardan kaçmak olduğunu, bütün vera (ve takva) sahiplerince
böyle anlaşıldığını belirtir.
İslâm
târihinde, müddet-i saltanatı kısa olmakla berâber, âlim, câhil bütün
raiyyetince asrının "mehdîsi, müceddidi" telâkki edilecek kadar
fevkalade müdebbir bir idare örneği sunan Ömer İbnu Abdilaziz (radıyallâhu
anh)'in bu mevzudaki tellakîsi de burada kaydı değer: Bizzat Buhârî tarafından
kaydedilen görüşü şudur: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Râşid
Halîfelerden sonra devlet memurlarına verilen hediyeler rüşvettir." Hadis
kitaplarında, bu kanaatini ifade etmeye vasîle olan vak'a kısaca şöyle anlatılır: "Bir gün
Ömer İbnu Abdillaziz'in canı meyve yemek ister, ancak sarayda ne meyve var, ne
de meyve alacak para. (Belki de bu durumun şüyû bulması üzerine) Halîfe'ye hediye
olarak meyve gelir. Fakat Halife, meyveden bir tanesini alıp kokladıktan sonra
hediye tabağına tekrar bırakarak geri çevirir. Yanındakiler: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer hediye kabûl
ederlerdi, sen niye etmiyorsun?" (diye sorarlar, O şu cevabı verir:
"Hediye, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında hediye idi,
fakat onlardan sonra memurlar hakkında rüşvettir."
Kur'ân-ı
Kerîm'de rüşveti yasaklayan âyetler çoktur. [Bakınız: Nisâ 29: Mâide 63-64.]
Bunlardan birinde meâlen şöyle denir: "Aranızda (birbirinizin) mallarınızı
haksız sebeplerle yemeyin ve kendinizi bilip dururken insanların mallarından
bir kısmını günah(ı mûcib sûretler)le yemeniz için onları (o malları) hâkimlere
aktarmayın" (Bakara 188).[117]
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) içtimâî hayatın düzen, istikrar ve
terakkisinde ana temellerden biri olan adâletin bozulmasında mühim âmillerden
bir olan rüşveti bütün çeşitleriyle yasaklarken, memuru rüşvet almaya sevkeden
ve zorlayan mühim bir sebebe parmak basmıştır. Bu da, memurun maddî
ihtiyâcıdır. "Fakirlik küfür olayazdı" hadisinde Hz. Peygamber maddî
ihtiyacın ve ekonomik hayatın insan üzerindeki büyük tesirini te'yîd ve tesbît
etmektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tavzîf ve
tayinlerde me'mûrlarına yetecek kadar ücret verdiğini görmekteyiz. Hattâ hizmet
mukabili terettüb edecek maddi ücrete "mal elde etmek için müslüman
olmadım" diyenlere "sâlih mal sâlih kişi için ne iyi" diyerek
menfî cevap verdiği gibi, hakkında tahakkuk eden ücrete "benden daha fakirine
ver" gerekçesiyle istiğna gösterenlere de, "ücretni al, kendi malın
yap, sonra tasadduk et" diyerek zorla vermiştir. İnsan hayatında maddenin
ehemmiyetini herkesten çok takdîr eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
"İşçi tutan kimse, vereceği ücreti işçiye önceden bildirsin" demekle
kalmaz, bu ücretin "işçinin teri kurumadan" verilmesini emreder ve
çalıştırdığı işçinin ücretini ödemeyen kimseyi "hür kimseyi köleleştirme
esâbesinde tutarak" "Allah'ın üç büyük düşmanından biri" ilan
eder.
Amr
İbnu'l-Âs'la alakalı rivâyette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) askerî
bir birliğin başına koyarak sefere göndermek istediği Amr'a şöyle der:
"Ben seni bir ordunun başında gazveye göndermek istiyorum. Allah seni
muzaffer kılacak ve ganîmet nasîb edecek. Senin mala kavuşmanı da çok arzu
ediyorum." Amr'ın: "Ey Allah'ın Resûlü, ben mal için müslüman
olmadım, İslâm'ı arzulayarak ve Allah'ın Resûlü'yle berâber olmak için müslüman
oldum" deyince de: "Ey Amr, (niye maldan istiğna ediyorsun) helâl
mal, sâlih kimse için ne iyidir!" der.
Hz.
Peygamber, her me'murun zarûrî ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malı devlet
hazînesinden almayı helal kılmıştır. Hadis şöyle: "Kim bize me'mur olursa,
kendisine bir zevce edinsin, hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin, meskeni
yoksa bir de mesken edinsin."
Şârihler
bu hadise dayanarak, memura, tasarrufunda bulunan devlet malından zevcesinin
mihri, giyeceği gibi lüzumlu şeyleri, israfa kaçmaksızın almasının helâl
olduğu, zarûrî olarak muhtaç olunandan fazlasını aldığı takdirde bunun haram
olduğunu belirtirler. Esâsen bizzat Resûlullah, aynı hadîsin bir başka
vechinde: "Bu söylenenler dışında bir şey alan kimse hâindir,
hırsızdır" buyurmaktadır.
Yukarıdaki
hadis, zarûrî ihtiyaçlar için takdir edilecek miktarı memura bırakmaktan ziyâde,
memurun maaşı hesaplanırken devletin gözönüne alması gereken temel ihtiyaçları
belirtmektedir: Zevce, mesken ve hizmetçi ve bunlar için yapılacak zarûrî
masraflar. Şu hadîs bu temel ihtiyaçlar muvâcehesinde takdîr edilecek maaş
miktarını devlete bırakmaktadır: "Biz kimi bir vazîfeye tâyin edersek ona
(münâsip, yetecek) bir rızk (her ay verilen maaş) takdir ederiz. Bu takdîr
dışında kim ne alırsa bu aldığı gulûldür (hıyânettir).[118]
Zamanımızın
şartlarının tedâisi ile burada şöyle bir itiraz akla gelebilir: "Bir
devlet bütün memurlarına hizmetçi, mesken dahil bütün ihtiyaçlarına kifayet
edecek maaş verebilirmiş, hele zamanımız Türkiye' sinde memurların aldığı maaş,
normal gıda ve libas ihtiyacını karşılayacak durumda değil. Kirası, yakacağı,
hele hizmetçi ücreti tâkatın fevkinde şeyler?" Cevabımız şudur: "Hz.
Peygamber'in devlet sisteminde me'mur sayısı azdır. İslâm âlimleri, temel
kazanç vâsıtaları hususunda hadislerde gelmiş olan nasslara dayanarak, başlıca
üç kalem mesleği; ziraat, ticâret, sanat (zanaat) diye sayarken bunlar arasına
memuriyet diye bir şey koymamışlardır. Bugünün bürokratik sistemi bir kişinin
yapacağı işe, bazı durumlarda on, yirmi ve hatta daha fazla sayıda insan tâyin
ederek, hem istihsâlin (üretimin) düşmesine hem de çok sayıda insan arasında
mes'ûliyetin kaybolarak işlerin iyice aksamasına sebep olmaktadır. Bu arada
devletin maddî gücü de bu kadar memur kitlesine normal maaş vermeye kâfi
gelmediği için memurlar hem sıkıntı içinde yaşamaya ve hem de, çoğu kere gayr-ı
meşru olan bir kısım yan gelirler teminine itilmektedir. Birçok rüşvet
hâdiselerinin temeli burada aranabilir. Çok adam istihdamını gerektiren bu
bürokrasi sistemi iktisâdî hayatı, dünyayı sömürmeye dayanan Batı cemiyetleri
için ne kadar mâkul ise bizim için de o nisbette gayr-i mâkuldür ve ızdırap
kaynağıdır."[119]
Rüşvetin
bir cemiyette alıp yürümesinin çeşitli içtimâî netîcelerinden biri, ferdlerdeki
güven ve emniyet duygusunu, devlet dâirelerindeki istikrârı alıp götürmesidir.
Haksızlıkla bir makama gelen kimse, aynı şekilde oradan gitmenin mütemâdî
endîşesini yaşayacaktır. Dilimizde atasözü şeklinde vecîzeleşen "Hâin,
hâif ve korkak olur" sözü, rüşvetle, hıyânetle bir kısım imkânlar,
menfaatler elde eden insanın ruh hâletini beyân etmektedir. Aynı fıtrî ve
içtimâî gerçeği, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de ifâde etmeyi ihmâl
etmemiştir: "Rüşvetin yaygınlaştığı bir cemiyeti korku sarar."
İbnu
Abbâs'tan rivâyet edilen bir mevkuf hadîs, bu durumun cemiyette ulaşacağı nihâî
safha olan anarşi ve yıkımı beyân ederek, evvelki hadisi tamamlar: "...Bir
kavimde haksız ve adâletsiz hüküm arttıkça orada mutlaka kan dökülmesi
yaygınlaşır."
Bütün
bu izâhlardan sonra beşeriyetteki nizâmın, medeniyetteki devâm ve terakkinin
ancak adâletle kaim olduğunu ifâde kasdıyla Resûlullah'ın fem-i mübâreklerinden
dökülen: "Semâvât adâletle kâimdir, ayaktadır" sözünün ne derece
hikmetli, hakîkatlı olduğu daha vâzıh olarak anlaşılmış olmalıdır.[120]
Adâlet
meselesinin, Kur'ân ve Hadis'te -kısmen belirtmeye çalıştığımız gibi- çok geniş
ve şümullü bir şekilde ele alınıp, ısrarla nazara arzedilmesinin mühim
sebeplerinden biri, adâletsizliğin ve cemiyet ferdleri arasında tefrike yer
veren tutumun en küçük daire olan aileden, en büyük daire olan ümmet dâiresine
kadar her bir içtimâî muhitte hâsıl edeceği fitne ve fesâddır. Şimdi, âile
dâiresi ile alâkalı olarak yukarıda sunmuş bulunduğumuz tefurruâtlı ve
tatminkâr açıklamalara dayanarak, daha kesin bir dille, içtimâî kargaşaların
temelinde büyük ölçüde adâletsizliğin yattığını söyleyebiliriz.
Gayr-i
âdil davranış, sadece âile dairesinde annebabaya karşı kin ve hürmetsizlik,
kardeşler arasında da hased ve buğz gibi hisleri uyandırmakla kalmıyor, farklı
muameleye uğrayan veya uğradığı zannına düşen bütün insanlarda, bu muâmeleyi
yapanlara karşı kin ve intikam, kayırılanlara karşı da hased ve buğz hislerini
tahrîk eder.
Yine
Kur'ân'ın dersiyle hased hissi ve bu hissin doğramasına müncer olacak muamele
ve davranışlar ehemmiyetsiz addedilmemelidir. Gerek Hz. Âdem'in iki oğlu
arasında cereyan eden beşeriyetin ilk cinâyetinin (Mâide 27-30) ve gerekse Hz.
Yûsuf'un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması hâdisesinin (Yûsuf 4-10) asıl
sebebini kardeşler arasında hâsıl olan hased duygusunun teşkîl etmesi gerçekten
düşündürücüdür. Bunlara ilâveten Felak Sûresi'nde gelmiş bulunan, "Hâsid
kişinin hased ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak" (Felak 5) emri de
gözönüne alınınca, hased yani çekememezilik duygusunun cemiyet içerisinde
yapacağı tahribâtın ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Bugün bütün dünyaya bir kâbus
gibi çöken ve milyonlarca insanın hayatına kıyan ve hâlâ da her gün kıymakta
olan komünizm vak'ası temelde bu hased duygusuna yani fakirin zengine karşı
olan kin ve hasedine dayandığı gözönüne alınırsa, Kur'ân'da dikkat çekilen bu
meselenin ne büyük bir hakîkati dile getirdiği anlaşılır.
Kur'an'da
mevzubahis olan vak'aların kardeşler arasında cereyan etmiş olması ayrı
ehemmiyet taşır. Yani, hased duygusu kardeşi kardeşe öldürtebilir, kuyuya
attırabilirse, başka insanlara neler yaptırmaz?
Yukarıda
sunulan nassî tahlillerin ışığında, her geçen gün şiddetini artırarak ilerleyen
ve memleketimizi yaşanmaz hâle getiren anarşiye göz atacak olursak, bunun da
temelinde, yurdumuza dışarıdan giren çeşitli fikir ve düşüncelerin sevkiyle
hâkim zümrelerin millete karşı uyguladıkları muhtelif ayırım ve kayırmaları,
bunun sonucu -varlığını değişik tabiî sebeplere borçlu olan- değişik gruplarda
birbirlerine karşı uyanmış olan kin ve hased duygularını görebiliriz. Daha açık
bir ifâde ile, bugünkü anarşi, bir geçen zamandan beri bu memleketin
insanlarına yapılan mürtecimünevver, inkılabcıyobaz, ilercigerici,
faşistdevrimci, Türkgayr-i Türk, sünnî-Şiî vs. ayırımlarının, bu ayırımlara
tâbi olarak hâkim zümrelerin uyguladıkları kayırmaların vicdanlarda doğurduğu
kin, nefret, hased ve intikam gibi menfî hislerin birikimlerinden hâsıl olan
bir patlamadır.
Son
zamanların siyâsi dalgalanmaları, kalblerde çoktandır neşvünemâ bulmuş olan bu
ayırım ve kayırımları daha da artırmış, devlet bir nevi ayırmakayırma âleti
olarak kullanılmıştır. Anarşi de bu ayırmalara tâbi olarak şiddet
kazanmaktadır.
Mesele
böylece temelden kavrandığı takdirde, anarşinin silahla, zorla
bastırılamayacağı, bunun ancak bütün vatandaşlara şâmil olan gerçek bir adâlet,
insana insanlık haysiyet ve şerefini veren, inancından dolayı, vicdânî
kanaatleri, dîni yaşayışı sebebiyle vatandaşları horlamayı terkeden adâlet ve
bîtaraflığına her vatandaşı inandıran ciddî bir devlet idâresini getirmekle
önlenebileceği kabûl edilir.[121]
BEŞİNCİ
BÂB
ZEKÂT
KİMLERE HARAM?
KİMLERE
HELÂL?
(Bu
bâbta iki fasıl var)
*
BİRİNCİ
FASIL
ZEKÂT
KİMLERE HARAM?
*
İKİNCİ
FASIL
ZEKÂT
KİMLERE HELÂLDİR?
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]أخَذَ
الحَسَنُ بنُ
عَلَيٍّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
تَمْرَةَ
مِنْ تَمْرِ
الصَّدَقَةِ
فَجَعَلَها في
فِيهِ.
فَقَالَ
النَّبىُّ #:
كِخْ كِخْ، أرْمِ
بِهَا. أمَا
عَلِمْتَ
أنَّا َ
نَأْكُلُ الصَّدَقَةَ،
أوْ أنَّا َ
تَحِلُّ
لَنَا الصَّدَقَةُ[.
أخرجه
الشيخان .
1. (2056)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Hasan İbnu Ali (radıyallâhu anhümâ) zekât hurmasından bir tanesini alıp,
hemen ağzına attı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Hişt, hişt at
onu! Bilmiyor musun, biz zekât yemiyoruz!" -veya: "Bize zekât helâl
değildir!-" diye müdâhale etti."
[Buhârî, Zekât 60, 57, Cihâd 188; Müslim, Zekât 161, (1069).][122]
AÇIKLAMA:
1-
Burada zekâtın Âl-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e haram olduğu
belirtilmektedir. Ancak bu meselede üç hususta ihtilaf edilmiştir:
1)
Âl-i Muhammed'e kimler dahildir? Ulemâ arasında en ziyâde kabûl gören (ercâh)
görüşe göre, Benî Hâşim ve Benî Muttalib'tir. İmam Şâfiî merhum der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onları, zevi'lkurbâ sehmine iştirak
ettirdi, onlar dışında kalan diğer Kureyş kabîlelerinden hiçbirine bu sehimden
vermedi. Resûlullah bunu, onlara haram ettiği zekât sehmine mukabil
vermişti."
Ebû
Hanîfe ve İmam Mâlik'e göre Âl'den murad sâdece Benî Hâşim'dir. Ahmed İbnu
Hanbel'den Benî Muttalib hakkında iki rivâyet var:
Bazı
âlimler: "Âl-i Muhammed'den murad bütün kureyş'tir" derken,
Mâlikîlerden Esbağ, "Benî Kusayy'dır" demiştir. Bazı hadislere göre
de müttakî mü'minler'dir.
Bu
hususta farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Benî
Hâşim şu kollara ayrılır: Âl-i Ali, Âl-i Abbâs, Âl-i Cafer, Âl-i Akîl, Âl-i
Hâris İbnu Abdilmuttalib.[123]
2)
Haram olan sadakanın şümûlü:
"Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e farz olan zekât ile tetavvu olan sadaka
haram idi. Hattâbî bu hususta icmâ edildiğini söyler. Ancak, İmam Ahmed ve İmam
Şâfiî'den tetavvu olan sadaka hakkında iki farklı kavl rivâyet edilmiştir.
Mâverdi: "Mütekavvim (satılabilir) olan her çeşit sadakanın Resûlullah'a
haram olduğunu" söylemiştir. Başkaları: "Kuyuların suyu gibi, ammeye
bağışlanan sadakaların haram olmadığını" söylemiştir.
Kezâ
sadaka sâdece Resûlullah'a has bir haram mı, yoksa bütün peygamberlere de haram
mı idi? Bu da münâkaşa edilmiştir.[124]
3) Sadakanın haram olması
meselesinde Âl-i Beyt aynen Resûlullah gibi midir, arada bir fark var mıdır?
İbnu
Kudâme: "Benî Hâşim'e farz olan zekâtın helâl olmadığı husûsunda ihtilâf
bilmiyoruz" der. Taberî ise, Ebû Hanîfe'den cevâz rivayet etmiştir.
Dendiğine göre Ebû Hanîfe: "Zevi'l-Kurbâ sehminden mahrum bırakılırlarsa
farz sadakadan almaları câiz olur" demiştir. Mâlikîlerden El-Ebherî'den de
böyle bir görüş rivâyet edilmiştir. Bazı Şâfiî fakihlerinden de böyle bir görüş
nakledilmiştir.
Ebû
Yûsuf: "Onların birbirlerine verecekleri sadaka helâldir, ama başkasının
sadakası helâl olmaz" demiştir. Mâlikîlerden bu meselede dört farklı görüş
meşhûr olmuştur:
1-Cevâz,
2-Men,
3-Tetavuu
sadaka câiz, farz zekât haram,
4-Farz
zekât câiz, tetavvu sadaka haram. Evlâ olanı onlara sadaka verilmesidir.
İbnu
Hacer bu görüşlerin delillerini kaydeder.
2-Hadis,
muhtelif tariklerden bazı farklarla rivâyet edilmiştir. Bir vechinde,
hurmaların mescidde yığıldığı, Hz. Hasan ve Hüseyin (radıyallâhu anhümâ)'in o
sırada orada oynamakta oldukları ifâde edilmiştir. Rivâyetlerdeki farklılıklar
vak'anın bir kere Hz. Hasan'la bir kere de Hz. Hüseyin (radıyallâhu anhümâ)'le
ayrı ayrı mekânlarda cereyan ettiği kanaatine de sevketmiştir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), onların sadaka (zekât) hurmasından ağızlarına
attıklarını fark eder etmez, parmağını ağızlarına atarak, hurmaya bulaşan
tükrükleriyle birlikte hurmaları dışarı çıkartır.
Âl-i
Beyt'e zekâtı yasaklamayla ilgili hadisler birçok kereler vârid olmuştur. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisine bir yiyecek gelince, bu hediye
mi, sadaka mı? diye sorup, "Hediyedir!" denirse kabûl edip,
"sadakadır!" denirse kabûl etmediği; kabûl etse bile, kendisi
istifâde etmeyip Ashâb-ı Suffe'ye gönderdiği herkesçe bilinen bir husustur.
Resûlullah'ın bu husustaki titizliğini gösteren bir rivâyeti Ahmed İbnu Hanbel
kaydeder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gece yatağının altında
bir hurma bularak yedi. Fakat o gece uyuyamadı. (Sabah olunca) zevcelerinden
biri: "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bu gece neden uyumadın? diye sordu.
Resûlullah "(Geceleyin) bir hurma bulmuş ve yemiştim. (Sonra hatırladım
ki,) bizde zekât hurması vardı. Yediğim hurma ondan olmasın diye vehme
kapılarak korktum!" buyurdular."
3-
Hadiste geçen ve "hişt! hişt!" diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı
kih! kih!'dir. Bu kelimenin farklı okunuşları vardır. Aslen Farsça olup
Arapçalaştığı söylenmiştir. Çocukları pis bir şeye dokunmaktan men etmek için
söylenir. Bazı yörelerimizde bir mânada sırf çocuklar için söylenen cıss! cıss!
kelimesi vardır, hişt daha yaygın, edebî lisanımızın kelimesi olduğu için
tercih ettik. Ancak hişt dilimizde büyükler için de kullanılır.
Bir
rivâyette, çocuğun hurma çiğnediğini görünce Resûlullah'ın: "Oğulcuğum at
onu, oğulcuğum at onu!" dediği rivâyet edilmiştir. Sadedinde olduğumuz
vechinde ise hişt! hişt! denmektedir. Bu iki farklı rivâyet şöyle te'lîf
edilmiştir: "Resûlullah çocuğun sadaka hurmasını yemekte olduğunu görünce
önce "oğulcuğum at onu..." dedi. Fakat çocuğun aldırmayıp yemeye
devam etmesi üzerine de, hişt! hişt! diye sertleşerek müdâhale etmiş
olmalıdır." Mamafih aksi de söylenmiştir.[125]
4-
BAZI HÜKÜMLER:
*
Zekâtlar imama verilir, onda toplanır.
*
Amme ile ilgili hizmetler mescidde icrâ edilebilir, zekâtların oraya yığılması
gibi.
*
Çocukların mescide sokulması câizdir.
*
Çocuklar hayırlı ve faydalı şeylere alıştırılır, zararlı şeylerden men
edilirler.
*
Mükellef olmasalar bile çocuklar, alıştırmak maksadıyla haramdan yasaklanırlar.
*
Henüz temyîz yaşında olmasa bile çocuğa hitâb ederek yasaklamak câizdir, çünkü
o sırada Hasan çocuktu.[126]
ـ2ـ وفي أخرى
لهما. ]أنَّ
النَّبىَّ #
قال: إنِّى ‘نْقَلِبُ
إلى أهْلِِى
فَأجِدُ
التَّمْرَةَ
سَاقِطَةً
عَلى فِرَاشى
أوْ في بَيْتِى
فَأرْفَعُهَا
‘كْلَهَا
فَأخْشى أنْ
تَكُونَ
صَدَقَةً
فَألْقِيهَا[.»كِخ
كِخ« زَجْرٌ للصبيان
وَرَدْعٌ عما
يبسونه من
ا‘فعال.
2. (2057)- Yine Sahîheyn'de gelen bir
diğer rivayette şöyle denmiştir: "Resûullulah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ben bâzan evime dönüyor, yatağımda veya odamda yere düşmüş
bir hurma buluyorum. Onu yemek üzere kaldırdığım vakit, "bu, sadaka
hurması olmasın?" diye aklıma geliyor, korkup (tekrar yere)
atıyorum." [Buhârî, Lukata 6; Müslim, Zekât 162, 163, (1070); Ebû Dâvud,
Zekât 29, (1651, 1652).][127]
AÇIKLAMA:
Burada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zekât malından ne kadar çekindiğini
görmekteyiz. Buhârî'nin aynı bâbta, Hz. Enes'ten kaydettiği bir başka rivayet,
Efendimizin, yolda giderken yere düştüğünü gördüğü bir hurma tânesi hakkında
da: "Zekât hurmasından düşmüş olabileceğinden korkmasaydım bunu alıp
yerdim" dediğini haber vermektedir. Şârihler bu habere dayanarak, yolda
bulunan hurmanın alınıp yenilebileceğini ifâde ederler. Resûlullah'ın çekinmesi
sadece kendine has olan husûsî bir duruma dayanmaktadır.
Muvatta'da
gelen bir rivâyet, Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in, içtiği sütün sadaka
develerinden sağıldığını öğrenince, boğazına parmak atarak kustuğunu haber
verir.[128]
ـ3ـ وعنه رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ النبىّ #
إذَا أُتِىْ
بِطَعَامٍ
سَألَ عَنْهُ.
فَإنْ قِيلَ
هَدِيَّةٌ
أكَلَ، وَإنْ
قِيلَ
صَدَقَةٌ لَمْ
يَأكُلْ،
وقال
‘صْحَابِهِ
كُلُوا[.
أخرجه الشيخان
.
3. (2058)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
efendimiz, kendisine bir yiyecek getirilince, mahiyeti hakkında sorardı. Eğer
"hediye olduğu" söylenirse ondan yerdi, "sadaka olduğu"
söylenirse yemeyip Ashabına, "Siz yiyin!" derdi." [Buhârî, Hibe
5; Müslim, Zekât 175, (1077); Tirmizî, Zekât 25, (656); Nesâî, Zekât 98, (5,
107).][129]
ـ4ـ وعن أبى
رافع رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]بَعَثَ
رسولُ اللّهِ
# رَجًْ مِنْ
بَنِى مُخزَمٍ
عَلى
الصَّدَقَةِ.
فقَالَ:
اصْحَبْنِى
لَعَلكَ
تُصِيبُ
مِنْهَا
مَعِى.
فَقُلْتُ: حَتَّى
أسْألَ
رسُولَ
اللّهِ #
فَسَأَلْتُهُ
فقَالَ:
مَوْلى
الْقَوْمِ
منْ أنْفُسِهِمْ،
وإنَّا َ
تَحِلُّ
لَنَا
الصَّدَقَةُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي،
واللفظ لهما
والنسائى .
قال: ابن
ا‘ثير:
والمشهور من
المذاهب أن
مولى بنى هاشم
والمُطَّلِبِ
َ تحرم عليهم
الزكاة وفي
ذلك على مذهب
الشافعي
وجهان:
أحدهما:
تحرم نتفاء
السبب الذي به
حَرُمَ على بنى
هاشم
وَالمُطَّلِبَ،
ونتفاء نصيب
الخُمُسِ
الذي جعل لهم
عِوَضاً عن
الزكاة،
والثاني: تحرم
لهذا الحديث.
ووجه الجمع
بين الحديث وبين
نفي التحريم
أنه إنما قال
ذلك النبي # ‘بى رافع
تنْزِيهاً
وحَثّاً له
على
التّشبُّهِ بهم
وَا“سْتِنَانِ
بِسُنَّتِهِمْ
.
4. (2059)- (Peygamberimizin azadlısı)
Ebû Râfi' (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Benî Mahzûm'dan bir adamı zekât toplamak üzere gönderdi. Adam bana:
"Benimle sen de gel, zekâttan sana da bir pay düşsün" dedi. Kendisine
"Hele Resûlullah'a bir sorayım" cevabını verdim ve sordum. Efendimiz:
"Bir kavmin âzadlısı o kavimden sayılır, bize sadaka helâl değildir"
buyurdu." [Tirmizî, Zekât 25, (657); Ebû Dâvud, Zekât 29, (1650); Nesâî,
Zekât 97, (5, 107). Hadisin metni Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin metnidir.]
İbnu'l-Esîr
der ki: "Bütün mezheplerce meşhur olan görüşe göre, Benî Hâşim ve Benî
Muttalib'in âzadlılarına zekât haram değildir. Bu meselede Şâfiî mezhebinde iki
görüş mevcuttur: Birine göre, Benî Hâşim ve Benî Muttalib'e zekâtı haram kılan
sebebin sona ermesi ve zekâta bedel pay aldıkları humus hissesinin ortadan
kalkmış olmasından dolayı zekât haram olmaz.
Diğerine
göre, bu hadis sebebiyle haramdır.
Ortadaki
bu ihtilafın -yani sadaka Benî Hâşim ve Muttalib âzadlılarına haram değil diyen
görüşle haram olduğunu söyleyen bu hadisin- te'lîfine gelince: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu sözü, Ebû Râfi'e, tenzîhen ve kendilerine benzemeye
ve sünnetine uymaya teşvîken söylemiş olmalıdır (gerçek mânada haram etmek ve
kesin bir hükümle yasaklamak maksadıyla değil.)"[130]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin anlaşılması için öncelikle şunu bilmeliyiz: Hadisin râvisi Ebû Râfi',
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in âzadlısıdır. Hadiste görüldüğü üzere
Resûlullah مَوْلَى
الْقَوْمِ
مِنْ
انْفُسِهِمْ "Bir âilenin âzadlısı o âileden bir ferd sayılır"
kaidesini vaz'etmiştir.
Âzad
edilmiş olan kölenin, âzad eden aileden (veya kavmden) sayılması hukûkî bir
durumdur. Buna velayı itâk da denir. Âzâd edilen köle ile efendisi arasında
teessüs eden hükmî bir akrabalık vardır. Bu hükmî akrabalık tevârüs ve diyete
iştirak gibi karşılıklı bir kısım hak ve mes'ûliyetler getirir. Şu halde
Resûlullah'ın "Bir kavmin âzadlısı onlardan biridir" sözü, bu hukûkî,
bağın te'yîdi olmaktadır.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tahsildar tayin ettiği Benî Mahzûmlu zât
bazı rivâyetlerde belirtildiği üzere el-Erkâm İbnu Ebî'l-Erkâm'dır.
3-Hadis,
zekâttan alınacak pay, memurluk gibi bir hizmete karşılık olarak verilecek bile
olsa,
*
Hz. Peygamber'e,
*
Âl-i Muhammed'e,
*
Âl-i Benî Hâşim ve Âli Benî Muttalib'e haram olduğunu ifâde etmektedir. Ahmed
İbnu Hanbel, Ebû Hanîfe, İbnu'l-Mâceşûn gibi bazı Mâlikîler ve Şâfiîler
nezdinde bu hüküm sahihtir. Ancak Cumhûr-u ulemâ, İbnu'l-Esîr'den kaydedilen
açıklamada da görüldüğü üzere, âzadlıların hakikaten değil, hükmen Âli-Beyt-i
Nebevî'den sayılmaları sebebiyle, zekâtın onlara câiz olacağına, haram
olmayacağına hükmetmiştir. Âl-i Beyt'e mensup âzadlılara zekâtın haram olduğuna
kânî olan Ebû Hanîfe, Ahmed... vs. ulemâ ile, câiz olduğunu söyleyen cumhur
arasındaki ihtilâfın menşei, Resûlullah'ın "...âzadlısı o
kavimden'dir" sözüdür. Yani buradaki müsâvât (veya sayılma), acaba her
meseleye ve meselâ, "zekâtın haram olması" meselesine de şâmil midir,
değil midir? Cumhur "şâmil değildir!" derken, hüccet olarak,
"bu, bütün hükümlere şâmil değildir, sadakanın haram olduğuna dâir vâzıh
bir delil mevcut değildir" demiştir. Cumhûr'a hak veremeyen bazı müteahhir
ulemâ: "Ancak, bu hadis sadaka vesîlesiyle vürûd etmiştir, ayrıca, ulemâ,
zekâtın haramlığı Resûlullâh'a mı mahsus, yoksa başkasına da şâmil mi diye
ihtilâf etmiş olsa bile, hadisin bu sebeple vürud ettiğinde ittifak
etmiştir" demiştir. Rivâyetin zâhiri, Ahmed, Ebû Hanîfe ve bunlar gibi
hükmedenleri haklı çıkarmaktadır, gerçeği Allah bilir.
2-
İbnu'l-Esîr'in îzâhatında geçen "humus'a iştirak ettirilme"
meselesinin anlaşılması için, meseleyle ilgili İmam Şâfiî hazretlerinin şu
açıklamasını kaydedelim: "Sadaka Benî Abdilmuttalib'e helâl değildir.
Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara zevi'lkurbâ sehminden[131]
verdi ve onları Benî Hâşim'le birlikte bu sehme iştirak ettirdi. Fakat,
Kureyş'e mensup kabîlelerden onlar dışında hiçbirine bu sehimden vermedi. Bu
atiyye onlara haram ettiği sadaka atiyyesine bedeldi. Benî Hâşim âzadlılarına
gelince, onların zevi'lkurbâ (yakınlar) sehminde payları yoktur. Öyle ise
onların zekâttan da mahrûm edilmeleri câiz değildir. Bu durumda, Ebû Râfi'i
zekât malından almaktan yasaklaması tenzîhî bir yasaklamadır, tahrîmî değildir.
"Bir kavmin azadlısı onlardandır" demekle; "onların sünnetine
uymak, onların hallerine tâbi olmak ve mesela o da onlar gibi "insanların
kiri zekât"tan ictinab etmekte onlara benzemek sûretiyle onlardandır"
demek istemiştir. Kezâ Ebû Râfi' Resûlullah'ın âzadlısıdır, ihtiyaçlar ve
hizmetler müştereken Resûlullah' ça karşılanmaktadır. Bu durumda ona, bu mânaya
telmîhen: "Benim sana verdiğimi yeterli buluyorsan insanların kiri olan
zekâtın tâlibi olma. Zira sen bizim azâdlımızsın ve bizden bir ferdsin"
buyurdu. Şâfiî, buradaki emrin bir tavsiye mahiyetinde olduğunu ifâde
etmektedir.
Mevzunun
tam anlaşılması için bu bâbın ilk hadisi (2056) vesilesiyle kaydedilen
açıklamaya tekrar bakılmalıdır.[132]
ـ5ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: َ تَحِلُّ
الصَّدَقَةُ
لِغَنِىٍّ
وََ لِذِى
مِرَّةٍ
سَوىٍّ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.»المِرَّةُ«
الْقُوَّةُ.
والشدة.»وَالسَّوِىُّ«
السليم
الخَلْق
التام ا‘عضاء .
5. (2060)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sadaka, ne zengine ne de sakatlığı olmayan güçlüye helâl
değildir." [Tirmizî, Zekât 23, (652); Ebû Dâvud, Zekât 23, (1634); Nesâî,
Zekât 90, (5, 99); İbnu Mâce, Zekât 26, (1839).][133]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste Âl-i beyt dışında sadakanın helâl
olmayacağı kimseleri beyân etmektedir:
1)
Zengin,
2)
Sıhhati yerinde, güçlü.[134]
Şu
halde din açısından kim zengindir, kim değildir, onun bilinmesi gerekmektedir.
Zenginlik ve fakirlik oldukça izâfî değerlerdir. Bu sebeple ulemânın târifleri
farklı olagelmiştir.
*
Başta İmam-ı Âzam olmak üzere ehl-i rey'e göre, "Nisab miktarı mala (yani
200 dirheme) sahip olan kimse zengindir. Bu kimsenin zekât alması
haramdır." Ebû Hanîfe bu târifinde daha önce kaydettiğimiz İbnu Abbâs
hadisine (2010 hadis) dayanır: "Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderirken Resûlullah:
"Zekâtı zenginlerinden alacak, fakirlerine vereceksin." "Öyleyse
der, bu hadiste kendisinden zekât alınan yani zekât verecek nisâba sâhip olan
kimse zengin olarak tavsîf edilmiştir. Zenginlik sebebiyle ondan zekât alınır.
Dolayısıyla, "Zengine sadaka helâl olmaz" der.
*
İmam Şâfiîye göre, kesbi, (kazancı) olan kimse tek dirhemle de zengin
sayılırken, çalışacak durumda olmayan zayıf kimse, çok horanta sahibi ise bin
dirhemi de olsa fakirdir.
*
Diğer bir görüşe göre, sabah ve akşam yiyeceği olan kimse zengindir. Sehl İbnu
Hanzaliye'nin Ebû Dâvud'daki bir rivâyetinin zâhiri hükmü te'yîd etmektedir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan zenginliği belirleyen miktar
sorulunca, قَدْرَمَا
يُغَدِّيهِ
وَيُعَشِّيهِ "Sabah ve akşam yemeğine yeten
miktardır" diye cevap verir. Tîbî bu hadisle ilgili olarak der ki:
"Bu iki vakitte yetecek yiyeceği olanın tetavvû sadakası istemesi
(dilenmesi) haramdır. Ancak "müstehak olan"ın farz zekâttan, kendine
ve ailesine bir yıl yetecek yiyecek ve giyecek istemesi câizdir. Çünkü bunun
(hazîneden) dağıtımı senede bir kere yapılmaktadır. " Bâzı âlimler,
hadisin zahirini esas alıp, "Bir günlük ihtiyacını karşılayacak yiyeceği
olana dilenmek haramdır" demiştir. Bazıları da, "Bunu devamlı olarak
bulabilene haramdır" demiş, bazıları da bunun mensuh olduğunu söylemiştir.
*
Tirmizî'nin kaydettiğine göre, bir kısım âlimler, "50 dirhemi olan
kimsenin zengin sayılacağı"na hükmetmiştir. Süfyân-ı Sevrî,
İbnu'l-Mübârek, Ahmed, İshâk bu görüşte olanlardandır.
*
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: مَنْ
سَألَ
مِنْكُمْ
وَلَهُ
اُوقِيَّةٌ
اَوْ
عِدْلهَا
فقَدْ سَألَ
إلْحَافاً "Sizden kim bir okiyye miktarında serveti
veya o değerde malı olduğu halde dilenirse, israf (zaruretsiz) olarak
dilenmiştir" hadisini esas alanlar 40 dirhemi olanı zengin addetmişlerdir.
Çünkü bir okiyyye 40 dirhemdir.
Görüldüğü
üzere, dînen fakir ve zengini kesin hatlarla ayırmak mümkün değildir. Fukaha
zekât taleb edilecek kimseleri tesbit zarûretiyle objektif bir ölçü ortaya
koymaya çalışsa da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun ölçüsünü inanan
kişinin vicdanına havâle eder: اَلْغِنَى
الْيَأسُ
مِمَّا في
أيْدِى
النَّاسِ "(Hakikî zenginlik mal çokluğu ile
değildir), gerçek zenginlik insanların elindekine karşı gönlünü tok tutmakta,
tamahkârlık göstermemektedir."[135]
Cenâb-ı
Hak gerçek fakirlerin dilenciler olmayıp edebleri sebebiyle halktan bir şey
isteyemeyenler olduğunu belirtir ve bunların bilinip, sadakanın öncelikle
bunlara verilmesi gereğine dikkat çeker. "(Sadakalar) Allah yoluna
kendilerini vakfetmiş fakirler içindir. Ki onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir
olmazlar. (Hallerini) bilmeyen, iffet ve istiğnalarından dolayı onları zengin
kimseler sanır. Sen (Habibim) o gibileri sîmalarından tanırsın. Onlar
insanlardan yüzsüzlük edip de bir şey istemezler..." (Bakara 173).
Resûlullah da Ebû Dâvud'un kaydettiği bir rivâyette şöyle buyurur:
"(Hakîki) fakir, kendisine bir iki hurma veya bir iki lokma yiyecek
verdiğin kimse değildir. Gerçek fakir odur ki, halka ihtiyacını açıp dilenmez,
halk da onun ihtiyaç içinde olduğunu bilip yardım edemez." Yani, örfen
fakir bilinen, kapı kapı dolaşıp az da olsa birşeyler alabilenler var ya! Onlar
kendilerine zekât verilmesi gereken, şer'î ölçülerin dilenci saydığı kimseler
değildir. Çünkü o, rızkını te'mîne muktedirdir. Tîbî bunların zekâta müstehak
olmadığını söyler. Ancak hadisin asıl gayesinin muzdar kalmadıkça böyle
dilenmeyi zemmetmek olduğu belirtilmiştir. Öylelerine de zekâtın verilebileceği
kabul edilmiştir.[136]
"Kişiye,
ancak çalışarak kazandığı şey helâldir" (Necm 39) diyen dinimiz, gerçek
fakirin dilenmesine ruhsat vermiş ise de, çok kayıtlı olarak vermiştir. Şer'î
ölçülerle fakir sayılmayacak kimsenin dilenmesini yasaklamıştır. Bir hadiste: مَنْ
سَألَ
النَّاسَ
اَمْوَالَهُمْ
تَكَثُّراً
فَإنَّمَا
يَسْألُ
جَمْرَ جَهَنَّمَ
فَلْتَسْتَقِلَّ
مِنْهُ اَوْ
ليُكْثِر
"Kim (zarurî) ihtiyacını defetmek için
değil de malını) çoğaltmak için insanların mallarından isterse, cehennem korunu
istemiş olur. Haydi buyursun (bunu bile bile dileyen) azla yetinsin, dileyen de
malını çoğaltsın!" Bazı rivayetlerde, dilenmeyi haram kılacak miktar
yukarıda kaydettiğimiz gibi sabah ve akşam yemeğine yetecek miktardır. Bazan bu
gece ve gündüz bir günlük yiyecek olarak ifâde edilirken, "sabah veya
akşama yetecek" diye tek öğünlük miktarla da ifâde edildiği olmuştur. Şu
halde, dilenmek kesinlikle bir geçim vâsıtası, zengin olma yolu kılınmamıştır.
Resûlullah bir başka hadiste dilenmesi caiz olmayan kimse, malını artırmak için
dilenecek olursa, "Kıyamet günü bu mal, yüzünde bir yırtık, elinde yemekte
olduğu cehennemden koparılmış kızgın bir taş parçası olacak..." diye
tehdîd eder.[137]
Dilenmeyi
haram kılan şartlardan biri "sağlıklı ve güçlü olmak"tır.
Hadiste ذى
مَرَة سَوى diye ifâde edilmiştir.
Zî-Mirre kuvvetli, şiddetli mânasına gelir. Seviyy de "sakat
olmayan", "âzâları tam" manasına gelir. Şu halde
"zengin" e olduğu gibi "çalışabilecek durumda olan"a da
dilenmek yasaklanmış olmaktadır.[138]
ـ6ـ وعن عطاء
بن يسار قال:
]قال رسولُ
اللّه #: َ تَحِلُّ
الصَّدَقَةُ
لِغَنِىٍّ
إَّ لِخَمْسَةِ:
لِغَازٍ في
سَبِيلِ
اللّهِ، أوْ
لِعَامِلٍ
عَلَيْهَا،
أوْ
لِغَارِمٍ،
أوْ لِرَجُلٍ
اشْتَرَاهَا
بِمَالِهِ أوْ
لِرَجُلٍ
كَانَ لَهُ
جَارٌ
مِسْكِينٌ فَتُصُدِّقَ
عَلى
المِسْكِينِ
فَأهْدى المِسْكِينُ
لِلْغَنِىِّ[.
أخرجه مالك
وأبو داود.»الْغَارِمُ«
الكفيل ومن
عليه دين
ادّانه في غير
معصية و إسراف
.
6. (2061)- Atâ İbnu Yesâr merhum
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sadaka şu beş kişi dışında zengine helâl değildir:
1-Allah
yolunda gazveye çıkan,
2-Sadakayı
toplamak için çalışan,
3-Borçlanan,
4-Sadaka
malını kendi parasıyla satın alan,
5-Komşusu
fakir olan kimse. Şöyle ki: Bu fakire sadaka verilir, o da bundan zengin
komşusuna hediyede bulunur." [Muvatta, Zekât 29, (1, 268); Ebû Dâvud,
Zekât 22, (1635, 1636); İbnu Mâce, Zekât 27, (1841).][139]
AÇIKLAMA:
1-
İbnu Abdilberr, bu hadisin bir önceki rivâyette (2060) kaydettiğimiz, zengine
ve çalışabilecek durumda olan sağlıklı kimseye zekâtın haram olduğunu beyan
eden mücmel hadisi tefsir ettiğini belirtir. Orada zekât, âmm bir ifâde ile
bütün zengin ve sağlıklı kimselere haram edilirken, burada sağlıklı ve zengin
olduğu halde zekâttan istifâde edebilecek istisnaî kimseler açıklanmaktadır.
2-
Esasen, bu hadisin sadakaların nerelere harcanacağını açıklayan âyet-i kerîme
ile de alakalı olduğu söylenebilir. Çünkü mezkûr âyette de, sadakalar olarak
ifâde edilen devlet hazinesinin öncelikle nerelere harcanabileceği beyan
edilmektedir."
1-Fakirlere,
miskinlere,
2-(sadaka)
üzerine memur olanlara (toplayan, dağıtan, muhâfaza eden vs.),
3-Kalpleri
(müslümanlığa) ısındırılacak olanlara,
4-Kölelere,
5-
Esirlere,
5-Borçlulara,
7-Allah yolunda,
8-Yolculara..."
(Tevbe 60).Hadiste sayılanlardan ilk üçü âyet-i kerîmede aynen
zikredilmektedir: Gâzi, sadaka üzerine çalışan ve borçlanan. Diğer ikisi ise
yani satın alma ve hediye yoluyla intikal, sadakanın Kur'an'da belirtilen
hedefine ulaştıktan sonra tedâvülüyle ilgili ruhsatı ifâde etmektedir.
3-
Yine şunu da belirtelim ki, hadiste zikredilen bu istisnaî durumlarda da bazı
teferruat, bazı kayıtlar mevcuttur. Meselâ zekât üzerine çalışan zengin de
olsa, zekât malından ücret alabilecek ise de, bu kimsenin Hâşimî ve Muttalibî
olmaması gerekir, nitekim bu husus daha önce belirtildi (2056 hadis).
Keza
zengin borçlu için de bazı kayıtlar mevcuttur. Bunun borçlanması, bir hayır
işini yürütmek veya iki kişinin arasını bulmak gayesiyle olur, neticede fakir
düşerse, bunun durumunu kurtarmak, borcunu ödemek için sadakadan verilebilir.
Değilse kendi işi için borçlanan bu "zengin borçlu" sınıfına girmez,
fakir sınıfında mütâlaa edilir.
Zekât
malının hediye olunca helâl oluşunun hadislerde şöyle bir örneği var. Hz.
Âişe'nin âzadlısı Berîre'ye sadaka olarak gelen eti o da Hz. Âişe'ye hediye
ederdi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
هُوَ
لَهَا
صَدَقَةٌ
وَلَنَا
هَدِيَّةٌ "Bu, ona sadakadır, bize ise
hediyedir" buyurarak yemiştir" (Bak: 2065). Bir başka örnek 2063
numaralı hadiste gelecek.
4-
Ulemâ, farz olan sadakanın yani zekâtın, belirtilen bu beş durumun dışında
zengine helâl olmayacağı hususunda icma etmiştir. Ebû'l-Velîd el-Bâcî:
"Bir kimse, zengin olduğunu bilerek, bu beş sınıf dışında kalan bir
zengine zekât verecek olsa câiz olmaz, bu meselede hiçbir hilâf da mevcut
değildir" der. İbnu'l-Kâsım: "Zekatını zengin veya kâfire vermiş ise
tazmîn eder (yani tekrar zekât verir)" demiştir.
Ancak,
nâfile olan sadaka hediye gibidir, zengine de fakire de helâldir, verilebilir.
5-
Hattâbî der ki: "Hadis, Allah yolunda gazve yapan kimsenin zengin bile
olsa, sadakadan alıp, gazve sırasında onu kullanmasının câiz olacağını beyân
etmektedir." Bu, âyet-i kerîmede geçen "Allah yolunda" kısmına
girer. İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve İshâk İbnu Râhûye böyle
hükmetmişlerdir. Ebû Hanîfe ve ashâbı ise: "Gâziye, gazveden ayrılmadıkça
sadakadan verilmez" demiştir.[140]
ـ1ـ عن زياد
بن الحارث
الصُّدَائِى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أتَيْتُ
رسُولَ
اللّهِ # فَبَايَعْتُهُ.
فَأتَاهُ
رَجُلٌ
فقَالَ: أعْطِنِى
مِنَ
الصَّدَقَةِ.
فقَالَ لَهُ
رسولُ اللّه #:
إنَّ اللّه
تَعالى لَمْ
يَرْضَ بِحُكْمِ
نَبىٍّ وََ
غَيْرِهِ في
الصَّدَقَاتِ
حَتَّى
حَكَمَ
فِيهَا هُوَ.
فَجَزَّأهَا
ثَمَانِيَةَ
أجَزَاءِ.
فَإنْ كُنْتَ
مِنْ تِلْكَ
ا‘جْزَاءِ
أعْطَيْتُكَ
حَقّكَ[.
أخرجه أبو داود
.
1. (2062)- Ziyâd İbnu'l-Hâris es-Sudâî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip
biat ettim. O sırada bir adam gelerek: "Bana sadakadan ver!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama: "Allah, sadakalar husûsunda, ne
herhangi bir peygambere ne de bir başkasına hüküm verme yetkisi tanımadı, hükmü
bizzat kendisi verdi. Ve, sadakaları sekiz hisseye ayırdı. Eğer sen bunlardan
birine girersen senin hakkını derhal sana veririm" buyurdu." [Ebû
Dâvud, Zekât 23, (1630).][141]
AÇIKLAMA:
1-
Hattâbî, zekâtı, Kur'an'da belirtilen sekiz sınıftan sadece birine vermenin
caiz olmayacağı, hisse sahiplerine göre ayırmak gerektiği hususuna bu hadiste
delil bulunduğunu söyler. Bu hükme, hadiste geçen: "...senin hakkını
derhal sana verirdim" ifadesi delil kılınmış, "Bu cümle ile, her bir
kısmın tek başına sadakada bir hakkının bulunduğu beyan edildi" denmiştir.
Şâfiî ve bir kısım ulemâ bu görüştedir.
İbrahim
Nehaî: "Eğer mal çoksa ve bütün kısımların her birine pay edilmesine
müsaitse, her kısma bir pay ayrılır, azsa tek bir kısma da verilebilir"
demiştir. Ahmed İbnu Hanbel de görüşe uygun olarak: "Kısımlara ayrılması
evladır, ancak tek bir sınıfa verilmesi de câizdir" demiştir. Ebû Sevr:
"İmam taksim ederse bütün sınıflara verir, mal sahibi verirse bir sınıfa
vermesi câizdir" der. İmam Mâlik: "Mal sahibi bu sınıflardan en
ziyâde muhtaç olanı araştırır, ihtiyacı fazla olanı başa almak sûretiyle sıraya
kor. Bir yıl yolcuları daha çok muhtaç, ertesi yıl fakirleri daha muhtaç
görebilir" der.
Ebû
Hanîfe ve ashabı ise şöyle söylerler: "Mal sâhibi muhayyerdir, zekâtını bu
sekiz sınıftan dilediğine verir." Süfyân-ı Sevrî, İbnu Abbâs, Hasan Basrî, Atâ İbnu Ebî Rebâh gibi
Selef-i Sâlihîn'in başka büyüklerinin fetvalarının da bu merkezde olduğu
rivayet edilmiştir.
2-
Hattâbî, hadisi açıklarken rivâyette ortaya çıkan mevzu dışı bir inceliğe
dikkat çeker: "Resûlullah'ın: "Allah sadakalar husûsunda, ne herhangi
bir peygambere ne de bir başkasına hüküm verme yetkisi tanımadı, hükmü bizzat
kendisi verdi" sözü gösteriyor ki, şer'î beyanlar iki şekilde vukûa
gelmektedir:
1)
Bazıları var ki, Kitabullah'ta bizzat Allah tarafından vaz'edilmiştir, bu
hususta bir de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ilâve beyan getirmesine,
usûl (denen bir kısım aklî ve naklî delillerin) şehâdetine ihtiyaç yoktur.
2)
İkinci bir kısım var ki, onların Kitap'ta zikri, mücmel olarak gelmiştir,
açıklanmaları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bırakılmıştır. O bunları ya
bizzat, fiil ve sözleriyle tefsîr eder, açıklar ya da mücmel olarak bırakarak,
ümmetinin fakihlerine havale eder. Onlar usûl'e uygun delillerle bunları kıyasa
ve istinbata tâbi kılarak açıklarlar.
3-
Ulemâ, zekâtın verilmesi gereken altı kısımda ittifak eder. İhtilâfları, müellefe-i
kulûb denen kalpleri İslâm için kazanılacak olanlar ile âmilîne aleyh denen
zekâtın toplanması ve dağıtılması işlerinde çalışanlar üzerinedir. Şöyle ki:
1)
Müellefe-i kulûb: Bu, zekât parasından ayrılacak payla müslümanlara yakınlık ve
taraftarlığı kazanılacak kimseleri ifade eder... Yani maddî avantajla
ısındırılıp, sonra da müslüman olması sağlanacak olan kimselerdir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Huneyn savaşında elde edilen ganimetten şâir, edip,
kabîle reisi gibi, halk arasında müessiriyet ve nüfuzu olan îtibar ve mevkî
sahibi kimselere bol bol vererek muhalefetlerini önlemiş, yakınlıklarını
sağlamıştı. Sonradan bunların samîmi birer müslüman oldukları görülmüştür.
İşte
bu maksadla zekâttan ayrılacak pay husûsunda, İslâm'ın şaşaalı bir şekilde
hakimiyet kurmuş olduğu dönemlerde yaşamış olan müctehîd imamlar, bazı
tereddütler ifade etmişlerdir:
*
Hasan Basrî, Ahmet İbnu Hanbel gibi bazıları: "Bu sâbit, değişmez bir
paydır, müslümanlar buna ihtiyaç duyarlarsa, bu maksadla zekâttan pay ayırırlar"
demiştir.
* Ebû Hanîfe, Ashâbı ve Şa'bî gibi bir kısmı,
"Müellefe-i kulûb, Resûlullah'la birlikte sona ermiştir, artık bu kısma
pay ayrılmaz" demiştir.
*
İmam Mâlik: "Müellefe-i kulûb hissesi diğer hisselere rücû eder"
demiştir.
İmam
Şâfiî: "İslâm'a kazanılması için, müşrike sadakadan pay ayrılması câiz
değildir" demiştir.
Görüldüğü
üzere çoğunluk, bu hisseye pay ayrılmaması istikametinde görüş beyân etmiştir.
2)
Âmilîne aleyh- yani zekât üzerine çalışanlar: Bunlar zekâtın toplanması,
merkeze getirilmesi, merkezde korunması, müstehaklarına dağıtılması gibi
zekâtla ilgili hizmetlerde çalışan memurlar sınıfını teşkîl eder: Tahsildarlar,
kâtipler, muhâsipler, müfettişler, bekçiler, çobanlar vs. pek çok çeşitleri
mevzubahistir. Bu işlerde, parasız çalışacak insanlar çıkarsa da bütün
hizmetleri parasız yürütmek mümkün olmaz. bunlara, toplanan zekâttan ücret-i
misil[142]
denen belli bir ücret ödenir. İşte sadedinde olduğumuz hadis ve dahi ayet-i
kerîme bu hizmetlerde çalışan kimselere zengin dahi olsalar zekâttan pay
ayrılacağını tasrîh etmişlerdir. Ancak, bir malın zekâtını çıkarıp ehline
dağıtma işini adam kendisi yapıyor ise maldan âmilîne aleyh payı ayrılmaz.
Âl-i
Beyt'e mensup olan kimseye bu kısımdan da pay ayrılamayacağı önceki hadiste
açıklanmıştır.[143]
ـ2ـ وعن أم
عطية رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها،
واسمها نُسَيْبَةُ
قالت:
]تُصَدِّقُ
عَلىَّ
بِشَاةٍ فَأرْسَلْتُ
إلى
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
بِشَىْءٍ.
فقَالَ
النَّبىُّ #:
عِنْدَكُمْ
شَىْءٌ؟
فقَالَتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها: َ،
إَّ مَا
أرْسَلَتْ
بِهِ نُسَيْبَةُ
مِنْ تِلْكَ
الشّاةِ.
فقَالَ
هَاتِ، فقَدْ
بَلَغَتْ
مَحِلَّهَا[.
أخرجه
الشيخان .
2. (2063)- İsmi Nüseybe olan Ümmü
Atiyye (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Bana bir koyun tasadduk edilmişti.
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)' ye bir miktar et gönderdim. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) o sırada Hz. Âişe'ye:
"Yiyecek
birşeyler var mı?" diye sormuş, Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) de:
"Hayır!
Ancak, Nüseybe'nin şu (kendisine tasadduk edilen) koyundan gönderdiği bir
miktar et var" cevabını vermiş. Resûlullah:
"Getir
onu, o koyun yerini bulmuş (bize hediye olarak gelen zekât olmaktan
çıkmış)tır" demiş." [Buhârî, Zekât 31, 62, Hibe 5; Müslim, Zekât 174,
(1076).][144]
AÇIKLAMA:
Müstehak
olana sadaka olarak gelen bir malın, onun tarafından bir başkasına hediye
edilmesi veya satılması hâlinde "sadakalık" vasfını kaybedeceği; bu
durumda, sadaka yemesi haram olan kimselere o malın helâl olacağı daha önce
açıklandı (2061. hadis).[145]
ـ3ـ وفي أخرى
لهما و‘بى
داود
والنسائى عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أُتِى
النَّبىُّ # بِلَحَمٍ
تُصدِّقُ
بِهِ عَلى
بَريرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها.
فقَالَ: هُوَ
عَلَيْهَا
صَدَقَةٌ وَلَنَا
هَدِيّةٌ[ .
3. (2064)-Yine Sahîheyn'de ve ayrıca
Ebû Dâvud ve Nesâî'de Hz. Enes (radıyallâhu anh)'den rivâyet edilen bir hadiste
denmiştir ki:
"Berîre
(radıyallâhu anhâ)'ye tasadduk edilen bir etten Resûlullah'a ikrâm edilmişti.
(Etin menşeini öğrenen Resûlullah: "Bu ona sadakadır, bize ise
hediyedir" buyurdu." [Buhârî, Zekât 62, Hibe 5; Müslim, Zekât 170,
(1074); Ebû Dâvud, Zekât 30, (1655).][146]
AÇIKLAMA için 2061. hadise
bakılmalıdır.[147]
ـ4ـ وعن
بَشِيرِ بن
يسار: ]زَعَمَ
أنَّ رَجًُ مِنَ
ا‘نْصَارِ
يُقَالُ لَهُ
سَهْلُ بنُ
أبِى حَثْمَةَ
أخْبَرَهُ أن
النبى #
وَدَاهُ مِائَةً
مِنْ إبِلِ
الصَّدَقَةِ،
يَعْنِى دِيَة
ا‘نْصَارِىِّ
الَّذِى
قُتِلَ
بِخَيْبَرَ[. أخرجه
أبو داود .
4. (2065)- Beşîr İbnu Yesâr
(rahimehullah)'dan nakledildiğine göre, Sehl İbnu Ebî Hasme denen Ensâr'dan bir
zât ona şunu haber vermiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
kendisine (Sehl'e) zekât develerinden yüz tanesini diyet olarak ödemiştir.
Yâni, Hayber'de öldürülen Ensârî'nin diyeti olarak." [Ebû Dâvud, Diyât 8,
9, (4521, 4523); Buhârî, Diyât 22.][148]
AÇIKLAMA:
1- Rivayetin Ebû Dâvud'daki
aslı uzundur. Teysîr müellifi özetleyerek burada nakletmiş. Rivâyetin aslı
şöyle: "Sehl İbnu Ebî Hasme anlatmıştır ki: Kavminden bir grup Hayber'e
gitmiş, orada (iş icabı) birbirlerinden ayrılmışlar. Sonra arkadaşlarından
birini öldürülmüş bulurlar. Ölünün yakınında bulunanlara: "Arkadaşımızı
siz mi öldürdünüz?" diye sorarlar. Onlar: "Hayır, biz öldürmedik,
öldüreni de bilmiyoruz!" diye cevap verirler. Oradan Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip durumu anlatırlar. O:
"Bunu
öldüren hakkında bana beyyine (şâhid) getirin!" der. Onlar, bu meselede
beyyineleri olmadığını söylerler.
"Öyleyse,
der, ora halkı size yemin etsinler."
"Biz
derler, yahudilerin yemimine râzı olmayız."
Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kanın karşılıksız kalmasını
istemez ve sadaka develerinden yüz deve ile fidye öder."
2-
Teysîr müellifi, bu hadisi buraya kaydetmekle şu hükme dikkat çekmek istiyor:
Kişi, devletin kendisine ödemesi gereken bazı tazminâtı, sadaka malından
ödeyecek olursa, zengin bile olsa, bunu alabilir. Burada görüldüğü üzere,
devlet, fâili meçhul cinâyetin diyetini, zekât develerinden kendisi ödemiştir.[149]
ـ5ـ وفي
رواية لرزين
عن أبى س: ]أنَّ
النبىّ #
حَمَلَ عَلى
إبِلِ
الصَّدَقَةِ.
قُلْتُ:
وَهُوَ في صَحِيحِ
الْبُخَارِىِّ
مُعَلِّقٌ،
وَاللّهُ
أعْلَمُ[ .
5. (2066)- Rezîn'in kaydettiği bir
rivâyette, Ebû Lâs el-Huzaî demiştir ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), (bizi hacca giderken) sadaka develerine bindirdi." [Buhârî,
Zekât 49, Ahmed İbnu Hanbel 4, 221. (Bu rivayeti Rezîn ilâve etmiştir. Buhârî
muallak olarak kaydeder. Ahmed İbnu Hanbel de Müsned'de.][150]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyette de zekât malından istifâdenin bir başka çeşidine örnek görüyoruz:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), hacc yolunda, sadakaya ait
develere bir kısım hacıların binmesine izin vermiştir. Rivâyetin, Ahmed İbnu
Hanbel'deki aslında bu develerin zayıf olduğu ve hatta Ashâb'ın, "Bizi
taşıyamayacağından korktuğumuz bu develere binmemizi mi emrediyorsunuz?"
dediği belirtilir.[151]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/321.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/321-322.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/322.
[4] Bu hadîste, altın ve gümüşü Allah yolunda harcamayarak toplayıp "kenz" yapanları, cehennemin elîm azabıyla tehdît eden âyete (Tevbe 34) açıklık getirilmektedir: "Zekâtını veren kimse o âyette tehdîd edilenlerin dışında kalacaktır" denmiş olmaktadır.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/322-324.
[6] Bugün bir kısım müslümanlar, laik devlete verilen verginin meşru olmadığı, zekâtın yerine geçmediği inancındadır. Buna evet veya hayır demek ciddi bir fetva işidir. Şu kadarını söyleyebiliriz ki; kîl u kâl ile ahkâm sâbit olmaz.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/324-326.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/326.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/327.
[10] Hz. Mu'âz'ın Yemen'e gönderilişi hususunda 9.ve 8.hicrî yıllar da söylenmiştir. Hz. Ebu Bekir zamanına kadar orada kalıp, sonra döndüğü ve Şam'a gidip orada öldüğünde ittifak edilir.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/327-331.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/331.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/332.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/332-334.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/334-337.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/337.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/338.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/338-339.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/340.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/340.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/340-341.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/340-343.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/343.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/343.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/343-344.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/344.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/344.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/344-346.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/346-347.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/348.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/348-349.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/352-353.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/353-354.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/354-355.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/357-358b
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/358.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/358.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/358.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/359.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/359-360.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/360.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/361.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/361.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/362.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/362.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/363.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/363-364.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/364.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/364.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/365.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/365-366.
[52] Mahiyetinin anlaşılması için 825 numaralı hadis ve açıklama okunmalıdır (4.cilt, S. 312-315).
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/367-368.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/368.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/368-369.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/369.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/369-370.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/370.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/371.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/371-372.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/373.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/374.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/374.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/373-374.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/375.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/375-377.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/377.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/377.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/378.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/378.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/379.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/379.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/380.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/380.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/380-381.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/382.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/382.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/383.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/383.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/384.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/384-385.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/385.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/385-386.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/387.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/387.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/387-388.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/388-389.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/389.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/389.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/389-390.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/391.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/391.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/301-392.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/392.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/392.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/392.
[97] Bir sa' 1040 dirhem-i şer'îdir, bu da 2,917
kg'dır.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/393-394.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/395-396.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/396-397.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/397.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/397.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/397.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/397-398.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/398.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/398-399.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/399.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/399-400.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/400.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/400-402.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/402-403.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/403-404.
[114] Hediyeleşme üzerine müstakil bir bölüm gelecek (5781-5788.hadisler).
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/404-406.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/406-408.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/408-409.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/409-410.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/410-411.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/411.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/411-413.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/415.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/415.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/415-416.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/416-417.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/417.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/418.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/418.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/418.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/419.
[131] Zevi'l-Kurbâ sehmi, düşmandan elde edilen ganîmetin humusu (beşte biri) Enfâl sûresinin 41.âyetine göre beşe ayrılacaktır. Bu beşten biri zevi'l-Kurbâ'ya (Resûlullah'ın yakınları) aittir: "...ele geçirdiğiniz ganîmetin beşte biri:1- Allahın, Peygamberin,2- Yakınlarının,3- Yetimlerin,4- Düşkünlerin, 5- Yolcularındır."
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/419-421.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/421.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/421.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/421-422.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/423.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/423.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/423-424.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/424.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/424-425.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/426.
[142] Ücret-i misil, emsaline verilen ücret miktarınca demektir. Emsalin aldığından ne az ne de çok.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/426-428.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/428.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/428-429.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/429.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/429.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/429.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/429-430.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/430.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/430.